Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kurşunkalem

Editor
  • Content Count

    467
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by kurşunkalem


  1. Kabuğunu koparmadan

    Ne bir elmayı soyabildim

    Ne de iyileştirebildim bir yaramı

    Ama karşıma çıkınca

    Kızmadım hiç elma kurduna

    Bendim çünkü bıçağı saplayan

    Onun yurduna

     

    Şair diyorlar benim için

    Bilmiyorum oysa

    Her şiire konmalı mı uyak

    Her yere nedense

    Konamıyor tayyare

    Hay dilimi

    Arı türkçe soksun; uçak

     

    Kaptan olmak isterdim ...

    Aynanın karşısında

    Eski bir sinema yıldızı

    Gibi ağlayan

    İstanbul hatlarında

    Bir fırça hafifliğiyle gidip

    Gelen vapurlara

     

    Eskimo bir şair dokunuyor omuzuma

    Ve Kız Kulesi'ni göstererek

    Bırak artık diyor üzülmeyi

    Yedi tepeli bu şehirde

    Şiir okunacak tek yer

    Elbette denizin ortasındaki

    Şu küçük buz dağı

     

    Terzi olsa da babam

    Sökük dikmesini beceremem

    Beni yalnızca sen anlarsın

    İğnenin deliğinden geçsin

    Diye ipliklerin

    Bir anlık ıslatıldığı dudaklara

    Takılıp kalan annem


  2. Üptük ama niçin üptük; sorun bi yol gaari?

     

    Değerli arkadaşlarım; günlerden beri "Neler oluyor?" sorusuna cevap arıyorsunuz; işte ben, fâni, ölümlü, naçiz bir kardeşiniz olarak sizleri aydınlatmak için buradayım.

     

    Dostlar, yaşadığımız basit bir magazin vakası mıdır, yoksa soğuk savaş dönemi sonrası konjonktürünün, uluslararası stratejik güç dengelerine göre yeniden adaptasyon çalışmalarıyla mı karşı karşıyayız? Bu hususu yüksek anlayış ve sezgi gücünüze bırakıyor ve altını önemle çiziyorum; çünkü Karadenizliler gibi bizler de önemli şeylerin altını önemle çizmekten çekinmemeliyiz.

     

    Arkadaşlar, hiçbir şey göründüğü gibi değildir; göründüğü gibi olduğunun anlaşılması için sarfedilen profesyonel çabalar, görünenin, göründüğü gibi olduğundan başka bir şey olduğunu düşünmemizi isteyenlerin bir yanıltmacası olabilir; dikkatli olmak zorundayız. Bugünlerde atılan her adımın, söylenen her sözün gerçek anlamına, gizli bir şifre dekoderi tarafından çözülüp yeniden şifrelenmedikçe erişmek mümkün görünmüyor. Zor zamanlar geçiriyoruz; bu kritik anları tarih ilerde uzun uzun yazacaktır.

     

    Büyük ve gizli bir el kartları bölüyor, karıştırıyor ve yeniden dağıtıyor; bu esnada masada oturanların kim oldukları hem önemli, hem önemli değil; aslında dağıtılan kartların ne olduğu da önemli değil; beş benzemez de olabilir, kare as da; önemli olan gizli elin gerçek niyetini sezgi gücüyle sezmektir. Kim bunlar; önemli değil, önemli olan ne; o da önemli değil!

     

    Evet, konuya gelelim; ben bir şey yaptım ama niçin yaptım, mesele budur dostlar... Bu boyutuyla konumuz, CHP'nin iç meselesi olmaktan çıkıyor; görünürde Türkiye'nin ama aslında Ortadoğu üzerinden Aden Körfezi'ne, oradan deniz yoluyla Pasifik ve Panama Kanalı aracılığı ile Atlantik, derken yeniden Akdeniz'e ve tabii başladığı yere dönen, şaşırtıcı ve arapsaçı bir uluslararası dengeyi işaretliyor. Uyanık olmalıyız.

     

    Değerli arkadaşlarım; bu bir kaset değil, bir CD değil, bunlar önemli de değil; önemli olan başka bir şey ama onu şimdi size söylemek istemiyorum; değil söylemek ve anlatmak, bu sözlerimden bir anlam çıkarmanızı bile tehlikeli buluyorum.

     

    Kısaca şöyle ifade edebilirim arkadaşlarım: Yaşanması gerekiyordu; yaşandı ve bitti ama yaşananlar, yaşanması gerektiği gibi yaşanabilmiş olmaktan çok öte transpolitik ve otokonstrüktif düzlemde idi ve kısaca sizin anlayabileceğiniz şeyler değildi (Ağlama sesleri); burada en tehlikeli konu, bu gibi şeyleri anlayabileceğinizi zannetmenizdir; bundan vazgeçiniz ve gözlerimin içine bakınız: Arkadaşlar, ben bunlara ülkem ve halkım adına katlandım, sizler için bu jesti yapmam gerekiyordu ve hiç çekinmedim. Yine yaparım. Bu can bu tende durdukça ülkesine ve halkına adanmış bir candır, böyle bilinsin; bedelini öderim, lâkin sorarım; ben orada Türkiye'nin gelecek yüzyılını planlamaya çalışan şer odaklarına karşı arslanlar gibi mücadele verirken hükümet hangi aymazlık içinde debelenip durmaktaydı, işte soruyorum ve cevap alamıyorum (Hıçkırıklar).

     

    Değerli arkadaşlarım, ölüler zannedermiş ki diriler hep helva yiyor! Nerede arkadaşlar nerede? Gerekiyorsa çekilir giderim, işte gidiyorum fakat bir sorun bakalım, nereye gidiyorum? Belgesel meraklıları bilirler; arslan, avına atılacağı zaman birkaç adım çekilir, geriler de öyle atlar avının üstüne... Eveet, anladınız siz onu... (Gitme, ne olursun gitme sesleri)

     

    Arkadaşlar, evet, ben bir şey yaptım ama neden yaptım diye sormuyorsunuz; sorun arkadaşlar, işte bağrım açık benim, sorun ama sorsanız da bundan fazlasını söylemem zaten; çünkü siz ülkesiyle ve halkıyla laik Türkiye Cumhuriyeti'nin çimentosunu oluşturan nazik ve anlayışlı bir topluluksunuz. Sormayın arkadaşlar, daha doğrusu ne siz sorun, ne ben söyleyim...

     

    Sözlerimi, ulusal tarihimizden alıntıladığım ünlü bir vecizeyle noktalıyarak evime gidiyorum şimdilik değerli dostlar:

     

    - Üptük, yoktur çaremiz! (feryat ve figanlar)


  3. Mevla kullarını neden yaratmış? Bana kulluk etsinler diye.

    Mevla bilmiş mi bizim sonsuz isteklerimiz olduğunu ? Bilmiş.

    Bizleri yaratmadan evvel bizim sonsuzluk isteklerimizi de bildiği için, daha biz yaratılmadan evvel cennetide yine bizim için yaratmış.Çünkü insanlar daimi bekaya taliptirler.

    Aciz miyiz ? Aciziz.

    Güçsüz ve günahkar mıyız? Güçsüz ve günahkarız. Bizim dinimizin bir ölçüsü var mı? Var.Nedir ?

    Sevap işlersen cennet, günahkar olursan cehennem, hayvan ve melekler için, ruhani varlıklar için bu kavram yoktur.

    E ben kimim ?İnsan.

    Tabiatıyla bu söz doğrudur

    Ben varsam Cennet ve Cehennem de vardır.


  4. Sol yanımız niçin ağrır?

     

    Asıl soru şudur: Deniz Gezmiş ve arkadaşları "Devrimci şiddet"e karşı mıydı, değil miydi? Devrimi zor kullanarak doğurtmayı uygun görmüşlerse, kime karşı, hangi ölçüde ve niçin şiddet kullanmışlardı?

     

    Kantinde, bahçede, amfide eylem yapmaktan, forum düzenlemekten bahsetmiyoruz; devrimci şiddet düşkünlerinin, kendileri gibi düşünmeyenler üzerinde öngörüleri nelerdi; onlarla aynı okulu, aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaşmaya rıza gösteriyorlar mıydı meselâ?

     

    Adam öldürmemiş üç gencin, nâhak yere idamına üzülmek anlaşılır ve insânî bir tepkidir fakat, bu tepkinin içine devrimci şiddeti meşrulaştıran, güzel ve şirin gösteren, "Her eve lâzım" cinsinden yararlı bir mutfak gereci gibi sunan bir edebiyat, bizzat köpürtücüleri tarafından sorgulanmalıdır.

     

    O devrimci şiddet ki, devrim yerine kendi antitezini, yani devrimci olmayan şiddete ebelik etmekten başka bir işe yaramadı; sağ şiddeti, solcu devrimci şiddet doğurdu. Sağcıların şiddete başvurmak gibi bir stratejisi yoktu, niçin olsundu ki; sandıktan hep galip çıkıyorlardı, hâlâ galip çıkıyorlar. Sağın devrim ütopyası da yoktu, o yüzden şiddete kendilerini korumak için tevessül ettiler ve bir zaman sonra şiddetin kaynağını sorgulamayacak derecede çılgın bir kapışmanın içinde buldular kendilerini. Bu gerçek, dönemin solcularını çılgına çeviriyor, çünkü şiddeti tek yanlı olarak eylemci solun benimsemiş ve başlatmış olması, onları tarih karşısında açığa düşürüyor, çirkin ve gülünç gösteriyor.

     

    Evet gülünç. 60'lı yıllarda esmeye başlayan ılımlı, hümanist sol meltemler 70'lerde devrimci şiddet rüzgârına dönüştü ve 12 Eylül'den önceki günlerde bir "Melhame-i kübrâ"ya dönüşen karşılıklı boğazlaşma, beş cuntacı generalin eğitim düdüğü ile aniden kesiliverdi. Derin bir sessizlik! -Sol jargonla- Türkiye'nin proleteryası silaha sarılıp, sokaklarda, mevzilerde, barikatlarda ve fabrikalarda, komprador işbirlikçi burjuvaziye ve faşizme karşı devrimi savunmaya kalkışmadı, Türkiye köylü sınıfı yabasını, tırpanını kavrayıp nasırlı elleriyle kırsalda ağalığı, feodaliteyi yıkmak için dağa çıkmayı aklından bile geçirmedi; bunlar sadece okumuş ama saf çocukların fantezisinden ibaretti.

     

    Türkiye'de devrimci şiddete güvenen sol 12 Eylül 1980 tarihinde yenildi, hezimete uğradı; Komitacı geleneğin derin devleti tarafından kullanıldıklarını, sağ eylemcilerle birlikte Mamak işkencehanelerinde fark edebildiler. Dünyanın en ücra yerindeki sınıf gerilimlerini sayfalar dolusu tahlile güç yetiren Devrimci şiddetin geveze ideologları, 12 Eylül'ün analizini hâlâ yapabilmiş değildir; beceriksizlikten değil, büyük ihtimâlle utançtan...

     

    Şiddete tapınan solcu takımının, Türkiye'ye büyük fenalığı dokunmuştur; çünkü Türkiye'nin gerçeklerine saygılı, adam gibi bir solun, barışçı solun ve en mühimi vicdânî solun gelişmesini şiddeti devrimin anahtarı zanneden solcular engelledi. Sol yanımız muzdariptir efendiler; bir kanadı kırık kuşlar gibiyiz. Düşününüz, CHP'nin kendini sol parti gibi gösterebildiği bir siyasi yelpazemiz var. Artık dikkat bile etmiyoruz ama bakınız BDP bile kendini sol parti zannediyor. Eğer bunlar gülünç değilse nedir gülünç?

     

    Deniz ve arkadaşları, evet, idamı hak edecek bir şey yapmamışlardı ama birer Gandhi, Thoreau filan da değillerdi, bilakis THKO denilen "profesyonel devrimci" şiddet örgütünün kurucuları arasındaydılar. Devrimi asla göremediler, bugün saçları ağarmış yaşdaşları da görebilmiş değiller. Eğer devrimden sayarlarsa, devrimi bugün, burun kıvırdıkları AK Parti yapıyor; dünün radikal İslamcıları, bugünün zoraki demokratları, Türkiye'nin statükosunu, evet, çatır çatır değiştiriyorlar.

     

    Çatırtı seslerini daha net duyabilmek için alıcınızı Meclis'te grubu bulunan sözüm ona "sol" partilerin grup toplantılarına yönlendirmelisiniz!


  5. TABİAT ODAM

     

     

     

    Severim kırlarda ben yaşamayı,

     

    On iki ayı.

     

    Severim kırların yeşil göğsünü,

     

    Bütün süsünü.

     

     

     

    İstemem başımın üzerinde dam,

     

    Tabiat odam.

     

    İstemem topraktan başka bir yatak,

     

    Kehkeşanlar tak.

     

     

     

    Kuşlardan savrulan bir incecik tüy,

     

    Üstümde örtü.

     

    Ve aydan kırpılan bütün yıldızlar,

     

    Rüyamda kızlar.

     

     

     

    Her sabah neşeyle uyanan bir eş,

     

    Koynumda güneş.

     

    Dallarda ötüşen kuşlar kabilem,

     

    Bilmezler elem.

     

     

     

    Ağlarsak bizimle beraber olur,

     

    Hemşirem yağmur.

     

    Sızlarsak bizimle beraber sızlar,

     

    Kardeşim rüzgâr.

     

     

     

    İsteyen toplasın binlerce arşın,

     

    Karlardan kışın.

     

    Mutlaka öptürür bağlarda temmuz,

     

    Çıplak bir omuz.

     

     

     

    Severim kırlarda ben yaşamayı,

     

    On iki ayı.

     

    Severim kırların yeşil göğsünü,

     

    Bütün süsünü.

     

     

     

    Ölürsem istemem ne yas, ne kefen,

     

    Ne başka bir fen.

     

    Üstümden kalkmasın çimen, çiy, yosun,

     

    Ruhum uyusun.

     

    __________________________________________________


  6. SAY BİR GERÇEK SAY BİR YALAN

     

     

     

    Ömür dediğiniz nedir?

     

    Üç gün hilal, üç gün bedir

     

    Haftaya boş kalır sedir

     

    Say bir karış, say bir adım

     

    Geçti gitti, anlamadım..

     

     

     

    Her türlü nimet sofrada

     

    Yığın yığın dert sofrada

     

    En uzun mühlet sofrada

     

    Say bir içim, say bir tadım

     

    Kaçtı gitti, anlamadım.

     

     

     

    Denizde kayıktır umut

     

    Yaralı geyiktir umut

     

    Ürkek üveyiktir umut

     

    Say bir lokma, say bir yudum

     

    Uçti gitti, anlamadım.

     

     

     

    Dakikalar yazlık, kışlık

     

    Saatlarda mı yanlışlık

     

    İklim, mevsim tek karışlık

     

    Say bir dondum, say bir yandım

     

    Göçtü gitti, anlamadım.

     

     

     

    Bembeyaz düşler topladık

     

    Bitmemiş işler topladık

     

    Bebek gülüşler topladık

     

    Hızar kurdu itimadım

     

    Biçti gitti, anlamadım.

     

    ___________________________________

     

    SEVDAM VE BEN

     

     

     

    Ey SEVDAM! Nerede kucaklaştık seninle,

     

    Ne zaman dolduk, ne zaman taştık seninle?

     

    Beklediğimiz sabahları görmeden

     

    Bak.. Bak işte mezara yaklaştık seninle.

     

     

    ___________________________________

     

    ŞİKAYET

     

     

     

    Yıldırımlar sağdım umut bahçeme

     

    Hasretimi yangınlarla süsledim

     

    Depremleri dost eyledim geceme

     

    Yüreğimde fırtınalar besledim..

     

    Bekledim ki sen gelesin yanıma

     

    Gelmiyorsun yetti gayri canıma.

     

     

     

    Kokuştu, acıdı, gazlaştı sular

     

    Bozuldu, değişti, yozlaştı sular

     

    Kurudu, savruldu, tozlaştı sular

     

    Pınarları gözyaşımla ısladım..

     

    Bekledim ki sen gelesin yardıma

     

    Gelmiyorsun, ortağım yok derdime.

     

     

     

    Boş dergâhta tek dervişim, gerçek bu

     

    Yalnızlığa boş vermişim gerçek bu

     

    Sabır, sebat benim işim, gerçek bu

     

    Silahımı kalemime yasladım

     

    Bekledim ki sen gelesin muradım

     

    Gelme gayri, kapıları kapadım..


  7. Sincabi muhabbetler

     

     

    Cengiz Han’ın at bağladığı kavak hâlâ kapınızın önünde dervişler misali sallanıp büyüyor mu?

    Ne yani, siz bilmiyorsanız babanız da mı bilmiyordu?

    Secere tuttuğu gibi bir çetele tutmamış mı babanız?

    Kalsın!..

    ¥

    Tarihe nam salan padişahınız veya kralınız kaval çalar mıydı?

    “Çalamazdı” demek size hiç yakışmaz...

    Desenize: “Büyük dedelerimizden bizlere intikal eden bilgilere göre bazı şeyler çalarlarmış, fakat ne çaldıkları kayda geçmemiş...”

    Yuh olsun size...

    ¥

    “Dağa çıkmak” ne anlama gelir sizin yörede?

    Kenger toplamak için mi?

    Keklik avlamak için mi?

    Ya da arıyla, namusuyla eşkiyalığa soyunup soygun vurgun yapmak için mi?

    Ne??

    Bilmiyor musun?

    Öyleyse akrebi diri diri yuttun demektir...

    ¥

    Bahçenizde “kin ağacı” var mı?

    Meyvesini toplamak için sabah sabah ağaca tırmanan kaç kahramana sahipsiniz?

    Kin ağacını hangi su ile sulamaktasınız lelley?

    “Ben bahçeye gitmem” olur mu hiç?

    Peki dedeniz, babanız, amcanız, halanız da mı gitmez?

    Yiğitliğin onda dokuzuna mı sığınmak istiyorsunuz?

    Hadi güle güle!..

    ¥

    Siz hangi üniversitede “devrimci cehalet” okudunuz?

    Ulan hiç menfaat tahsil etmediniz mi?

    Vay garibim vay...

    Ham gelip ham gideceksiniz dünyamızdan...

    Aklınızı başınıza, haysiyetinizi ayağınıza toplayın e mi?

    Yoksa haliniz haraptır...

    ¥

    Nasıl... Bol bol yiyor musunuz?

    Bre ahmak ne yiyeceğinizi bana mı soruyorsunuz?

    Yiyin işte...

    Dayak yiyin, rüşvet yiyin, acıtıcı olsun da haram yiyin, küfür yiyin, Tunceli baklavası yiyin, katır yoğurdu yiyin...

    Doymazsanız zıkkımın kökünü de yiyebilirsiniz...

    ¥

    Ne arıyorsunuz çalılıklar arasında?

    “Hukuki olanak mı?”..

    Aman beni karıştırma... Ben, cinden-Cindoruk’tan, demirden-Demirel’den, Deniz’den-okyanustan, Erdoğan’dan-hanımdoğandan, Devlet’ten-heybetten korkmam, amma hukukçudan çekinirim...

    Yazı yazdığım gazeteye bakar, basarlar cezayı...

    Vaktiyle şöyle demiştim:

    Hukuksal açıdan bir olanak bul

    Doğmaya gayret et doğmaya bebek

    Sonra geç kalırsın yağmaya bebek...

    ¥

    Annen var mı senin?

    Varsa ne mi yapacağım?

    Ulan beyinsiz hergele, bir düşün bakalım, “Anneler Günü” ne zaman...

    Gidip annenin yüzüne tüküreceğim...

    Bu hergeleyi, bu takla/makla oğlanı niye doğurdun diye soracağım.

    Alacağım cevaba göre de gereğini düşüneceğim...

    ¥

    Sizin öküz yumurtladı mı lan?

    Sen “öküz yumurtlamaz” diyeceksin sopayı yiyeceksin...

    Bu zamanda, bu mekânda öküz de yumurtlar Markiz de...

    Direneni işkenceye tabi tutarlar... Olmazsa mahkemeye verirler, AİHM denilen adavet sarayına dahi girerler...

    Tamam mı?

    Hadi tamam olsun, sen de kurtul, ben de...

    ======================

    Dokuz misli büyüyor dert akşamdan sabaha,

    Hayallerimiz bile bizim olmadı daha,

    Kapılar kapatılmış, biz çıkış arıyoruz,

    Toprağı kan, suyu kan, dünya bir kanlı vaha.


  8. İhtiyaç nerede ise, burada aklı selim olan arkadaşlarımızın tümünün teşhisinin net olduğu kanaatindeyim.

    Mustafa Kaygın kardeşim yerinde teşhis koymuş ,umarım ilk etapta kitap sunulan yer Yüksekova olur,ben şahsen bunu çok isterim ve desteklerim de, hatta genelde doğuya bu gibi yardımları yapsak daha verimli sonuçlar elde edileceğine inanıyorum.

    Oradaki çocukların ne muzdarip durumda olduğunu bende bilmekteyim.Derin bir iç yarası olan, doğudaki olumsuzluklara karşın, bu organizasyon işe yarasın diye uğraşıyorsak,akılları karıştırılmaya çalışan doğudaki kardeşlerimiz için bu gerekli diye düşünüyorum.


  9. Hazır mıyız provokasyonlara?

     

    Ne zaman kronikleşmiş sorunlara ciddiyetle el atılsa, ne zaman ülkenin önünü açacak girişimler gündeme gelse 'tuhaf' eylemlerle sarsıldık yıllardan beri. '33 asker olayı', Danıştay saldırısı, Tokat pususu... Bu ülkede 'provokasyonlar tarihi'ni statükonun tahkimi sürecinden ve dinamiklerinden ayrı düşünemezsiniz.

     

    Provokasyon aslında değişimi durdurmak için icat edilen bir yöntemdir. Kritik bir eşikte, hem değişimin aktörleri hem de toplum nezdinde tereddüt yaratmak hedeflenir. Böylece ya geri adım attırılacaktır ya da, en azından, değişimin aktörünün arkasındaki toplumsal destek azaltılacaktır.

     

    Provokasyonlarla DEĞİŞİMİN, ÇÖZÜMÜN, AÇILIMIN 'istikrarsızlaştırıcı', hatta yıkıcı, şiddeti tahrik edici 'kötü' bir şey olduğu algısı yaratılmak istenir. Böylece 'statüko' ve çözümsüzlüğe sıkıca sarılacaktır halk; 'sorunla yaşamayı öğrenmiş olmak', değişimin ve çözümün getireceği 'belirsizlik'ten daha anlamlı görülecektir. Değişimin 'bedel'ine katlanmak yerine, statükoya razı hale getirilecektir 'bedel'in hesaplı bir önalma girişimi olduğunu bilmeden. Bazen boşa çıksa da bu 'tezgâh', genellikle amacına ulaşmıştır.

     

    Şimdilerde gündemde anayasa değişikliği var. 12 Eylül'ü mahkûm eden, 1961'de kurulan 'bürokratik vesayet rejimi'ni ciddi olarak zayıflatan, özgürlüklerin alanını genişleten bir değişiklik teklifi bu. 'Vesayetçi rejim'in ideolojik dayanaklarını olmasa da kurumsal araçlarını kısmen etkisizleştiren bu değişikliklerin gerçekleşmesi son derece önemlidir. Son yıllarda gerçekleştirilen demokratikleşme hamleleri anayasal bir dayanağa kavuşturulacaktır. Üstelik muhtemelen, 'tam demokratik' bir cumhuriyetin anayasasına yol açacak bir sürecin de ilk adımıdır bu.

     

    Böyle bir tarihî kavşaktayken şiddet eylemlerinin yükselişi dikkat çekici, ama hiç şaşırtıcı değil. Hep uygulanan bir şablon bu. Sadece bizde de değil; İspanya'dan İngiltere'ye, Filistin'den Güney Afrika'ya birçok ülkede, bölgede yaşandı benzer olaylar.

     

    Anayasa tartışmalarına paralel bir şekilde 'provokasyonlar' dalgası yayılıyor. Önce DTP eski genel başkanı Ahmet Türk'e yumruk atılıyor Samsun'da, sonra bir polis otosuna yapılan saldırıyla iki polis şehit ediliyor aynı ilde. Ardından Şırnak'ta bir araca yapılan saldırıda 5 güvenlik görevlisi şehit ediliyor, ardından şehitlerin birinin cenaze töreninde Enerji Bakanı Taner Yıldız'a yumruk sallanıyor. Son on günlük bu olaylar bir tesadüf olabilir mi?

     

    Çok açık; birileri değişimi durdurmaya, toplumu yıldırmaya çalışıyor; değişimin öncülerini geri adım atmaya zorluyor.

     

    Saldırıların 'çeşiti'ne bakılırsa her kesimi tahrik etmeye uğraşıyorlar. Toplumsal infial ve tepki yaratacak bu eylemlerin anayasa değişikliği süreciyle birden yükselmesi tesadüf olamaz.

     

    Statüko ve statükoyu korumaya ve meşrulaştırmaya ayarlı kesimler direniyor. Anayasa değişikliğine direnmenin türlü yolları var. Kimi Meclis'te barikat kurar, görüşmeleri kilitler, olmadı Anayasa Mahkemesi'ne gider, kimisi de sokakta, dağda, şehit cenazesinde, mahkeme çıkışında provokasyon yapar.

     

    Bu yöntemlerden birincisinin, yani meşru muhalefetin, provokasyonlara zemin hazırladığı bir durumdan kaçınmak gerekir. Meclis'te başlayan anayasa görüşmelerinde, bu bağlamda, muhalefete ciddi sorumluluk düşüyor. Anayasa görüşmelerinde Meclis'te tansiyonu yükseltmeye kalkışmak şiddet olarak geri dönebilir. Doğrudur, değişim bazıları için acıdır, acıtıcıdır. İstemezler değişimi, iktidar ve imtiyazlarını kaybetmekten korkarlar. Ama değişime muhalefetin meşru sınırlarında durmayı bilmezlerse, üsluplarıyla provokasyona uygun sert bir siyasal iklim yaratırlarsa bundan herkes zarar görür.

     

    Ne demek istediğimi anlamaları için bir Doğan Grubu çalışanının Ahmet Türk'e yönelik saldırı üzerine neler yazdığını, o meşum yazının ardından provokasyon zincirinin nasıl birbirine eklendiğini hatırlamalarını tavsiye ederim. Aynı hataları siyasiler yapmamalı. Medeni dünyada koruma görmeyen tek bir fikir vardır; şiddeti ve ırkçılığı övmek, teşvik etmek ve özendirmek.

     

    Hazırlıklı olalım; provokasyonlar bu defa değişimi durduramasın...


  10. Emniyet'teki Ergenekonculara dikkat...

     

    Ahmet Türk'e Samsun'da atılan yumruk, dikkatlerimizi Emniyet içindeki Ergenekon yapılanmasına çevirmelidir.

     

    Ergenekon dava sürecinde ortaya çıkan silahlar, eylem ve darbe planları ortada. Dokunulamayanlara dokunuluyor. Ama bir şey daha görüyoruz, devletin bütün kurumlarında, davanın seyrini etkilemek, bu demokrasi hamlesini boşa çıkarmak için büyük gayret ve direnç var. Sıra general ve amirallere gelince neler oldu, gördük...

     

    Samsun'daki olaya dönelim. Cumhurbaşkanı Gül, "Samsun'da daha iyi tedbir alınması lazımdı." diyor. Başbakan Yardımcısı Arınç, "Büyük bir zafiyet var, bir ilkokul talebesi bile alınması gerekli tedbirleri bilirdi." diyor. İçişleri Bakanı Atalay, müsteşarın, Samsun Valiliği'ni ve emniyetini, üç gün önce ikaz ettiğini söylüyor. Buna rağmen, ekranlarda seyrettik, sanki polis, saldırganın yumruk atması için her türlü kolaylığı sağlamış... Bu adamlar, bu cesareti nereden alıyor? Hakkâri'deki olayı da unutmayalım. Türk'e atılan yumruğu protesto gösterisinde 5 polis, 14 yaşındaki çocuğu öldüresiye dövüyor, yerlerde sürüklüyor. O insanlık dışı sahneler, Türk-Kürt çatışması çıkarmak için değilse, ne içindir?

     

    Ortada apaçık bir provokasyon ve buna zemin hazırlayan Emniyet mensupları var. Büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız.

     

    Bu durum, sadece Samsun'a ait olamaz. Bütün illerde ve ilçelerde bir anda düğmeye basılabilir. Toplumu dehşete düşürecek provokasyonlara zemin hazırlanabilir. Konu çok önemli. Hükümet, alınması gerekli en acil tedbirleri almak zorundadır.

     

    Üst bürokraside, MİT'te ve Emniyet içinde, cuntacıların bağlantılarının, işbirlikçilerinin olmadığını kimse söyleyemez.

     

    Önce geçmiş aylara ait kısa bir haber aktarayım: "Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan, eski Özel Harekât Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin ile emekli Albay Levent Göktaş'ın yollarının, Susurluk skandalında kesiştiği ortaya çıktı. Şahin ile Göktaş'ın, birlikte, İsrail'den satın alınan ve Susurluk skandalı tartışmalarının odak noktasında bulunan operasyon silahları için 1994 yılında iki kez bu ülkeye gittiği anlaşıldı." (Burada, İsrail-Türkiye ilişkilerini ve Mossad-Ergenekon irtibatlarını düşünmek gerekir. İtalya'da, Gladio yapılanmasının beyninin P-2 Mason locası olduğu gerçeğini de hatırlatayım...) İbrahim Şahin, verdiği ifadede, "Üç yüz tane etkili kişiyi (polisi) bana bulmam söylendi, ben güvenlik müsteşarı olduğumda onlarla birlikte çalışacaktım." demişti.

     

    Yine halen Eskişehir emniyet müdürü olan Hanefi Avcı'nın, Ergenekon davasının üçüncü iddianamesinde, tanık sıfatıyla verdiği ifadede, "Emniyet, MİT ve Jandarma içinde 'PKK ile mücadele' adı altında üst düzey kamu görevlilerinin organize ettiği, kanunsuz 'mafyavari' bir yapılanma olduğunu" söylediğini hatırlayalım...

     

    Ahmet Türk, demokratik protestoların dışına çıkılmaması tavsiyesi yaparak, sağduyu örneği verdi ve çok güzel söyledi: "Sadece Kürtler değil, Türk halkı da bu olayı yüreğinde ve beyninde mahkûm etti. Bir musibet, bazen çok daha hayırlı şeyler getiriyor." Kendisine büyük geçmiş olsun diyoruz. Bu milletin makul çoğunluğu, bütün samimiyetiyle, aramızdaki güzel kardeşliği sevgiye dönüştürecek duruşu önemsiyor.

     

    Sayın Türk'e atılan yumruk, milletimizin birlikte yaşama iradesine atılmıştır. Şimdi hepimizin uyanık, hassas ve temkinli olması gerekiyor.

     

    Ama Hürriyet gazetesinin ne yaptığını anlamakta zorlanıyoruz. Yılmaz Özdil, şunları yazabildi: "Bu ülkenin çocuklarına ateş edip öldürmek 'demokratik hak' kabul ediliyorsa, parti liderine girişmek niye 'ırkçılık' oluyor? Yumruğunu 'adaletin tokmağı' yerine koyup, Ahmet Türk'ün burnuna inen kişi, bu ülkede pek çok kişinin duygularına tercüman oldu..." Hürriyet daha önce de Ahmet Kaya'nın lincine önayak olup, "Vay şerefsiz" diye manşet atmıştı. Bu ne iş Sayın Berberoğlu?


  11. ALLAH'I ANLAMAK...

     

    Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu, büyük insan ve büyük Müslüman Osman Gazi, ölüm saatinin yaklaştığını anladığında oğlunu çağırmış demiş ki: "Evladım, harbe hazır olmayan millet, esarete hazır demektir. Müslümanlara istiklal yaraşır. Her bakımdan üstün olmak, dinimizin emridir."

     

    Şahsı, ailesi için hiçbir şey istemeyen, ölüm döşeğinde dahi ulvî davasıyla meşgul olan Osman Gazi canlanmış, adeta ölümü unutmuştu, "Artık ölüyorum, fakat üzgün değilim, arkamda senin gibi bir evladım var. Adil, merhametli, çalışkan oğlum, her işini alimlere danış." demiş. Bunları söylerken ağzı iyice kurumuş, dudakları birbirine yapışıyordu. Belki daha başka şeyler de söyleyecekti fakat sözünü yarıda kesti, besmele çekerek ahiret yolculuğuna çıktı. 69 yaşında idi. İhtiyarlığın delikanlılık devrini yaşıyor sayılırdı. Yaşasaydı daha çok şeyler başarırdı. Fakat hizmet, elden ele dilden dile devredilerek gidiyordu.

     

    Osman Gazi'yi Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e gömdüler. Aslında gösterişli mezar da istemezdi, çünkü sağlığında ne tacı, ne tahtı, ne de sarayı vardı.

     

    Alın, dünyalar sizin olsun alın!

     

    Türbeler söyleyin sermayenizi,

     

    Orada toprağa dokunan alın,

     

    Burada karınca içer denizi!

     

    Yine hükümdarlardan biri vasiyet etmiş, "Öldüğümde sağ elim tabuttan dışarıda kalsın." Vasiyeti yerine getirmişler. Cemaat şaşkın ve hayretler içinde. O zaman vezir şöyle konuşmuş: "Hükümdarımız sizlere son dersini veriyor. Diyor ki, tacım, tahtım, servetim, hazinem, ilim adamlarım, kumandanlarım, hakimlerim ve milletim beni kurtaramadılar, işte elim boş gidiyorum."

     

    Selahaddin-i Eyyubi ölümünün yaklaştığını anlayınca, dellalı sokaklarda dolaştırmış, dellal hem geziyor, hem bağırıyor: "Ey ahali! Sultanımız buyuruyor ki, ibret alınız. Pek çok milletlere hükmeden Eyyubi, mal olarak kefenini, bir de günahlarla sevaplarını götürüyor. Dünya malı makamı sizi aldatmasın."

     

    İki Cihan Serveri'nin durumu da şöyleydi: "Benim, dünya ile olan misalim, bir ağacın altında biraz gölgelendikten sonra onu bırakarak yoluna devam eden bir süvarinin misali gibidir."

     

    Bu kıssalardan ve hadisten de anlaşılacağı gibi, masiva (Allah'tan başka her şey) fanidir. Fani olana gönül verilmez.

     

    80 yıllık ömrümde neyi sevdimse, Allah elimden çekti aldı. Çünkü Allah, bir şeyi kendisinden daha çok sevmemize müsaade etmez! Bu herkes için geçerlidir. Rotayı değiştirmek lazım! Süfli sevgilerden ulvî sevgilere geçmemiz lazım. Bugünkü insanların ekserisi süfli şeyleri seviyor.

     

    Bediüzzaman bu hususta bize çok güzel bir metot öğretiyor: "Allah için işleyiniz, Allah için çalışınız, Allah için görüşünüz, O'nun rızası dairesinde hareket ediniz."

     

    Şimdi siz ölseniz, malınız gidecek, tahsil gidecek, para gidecek, mevki makam gidecek, iyisi mi şimdiden feda edelim onları Allah için... Allah'ı iyi anlayacağız. Allah'ı sıfatlarıyla öğreneceğiz, sıfatlarıyla öğrendiğimiz Allah'a itaat edeceğiz. Hayat bu, gerisi boş...

     

    Din için, İslamiyet için, vatan için, millet için gibi lafları bir yana bırakmalı. İslam bahçesine meyvelerimizi dökmek istiyorsak, her şeyden evvel o bahçede meyve ağacı olmaya çalışmamız lazım!

     

    Dal dal alışkanlıklar, hadis hadis hareketler, ayet ayet kararlar vermemiz lazım. Velhasıl, âdetimizi ibadete çevirmemiz lazım. İddialardan vazgeçip, insanlarla olan yarışı bırakıp, iç dünyamızdaki ebediyet koşusuna çıkmamız lazım!..


  12. Bu konu en hassas olduğum konulardan birisidir.

    Tv izlemem lakin benim imkanımın dahilinde olmadığı için o kutuya bakmak zorunda kalmıyorumda değil.

    Bu konuda hassasiyetin en önemli yanı ailede başlar.

    Bir anne ,bir baba tv ekranına kilitlenmez ise bu sorun anında kalkar kanaatindeyim.

    Zira bir çocuğun eğitimi sadece anne ve babada hele ki annede başlar. Hayattaki neşriyatları öğretebilecek tek öğretmen annedir bana göre.

    Bu konudaki çıkış noktası ,hepimiz aklı başında bir hayat idame ettirmeye çalışıyoruz,güncel yaşamımızda bir çok insanlarla oturup kalkıyoruz,bu konunun evvelinde ben zaten kendi öğrencilerime tv hakkında her zaman nasihatte bulunuyordum ,sevindim ki benim kadar rahatsız olanlar var imiş,herkes kendi oturup kalktığı insanlara bu konunun derinliği hakkında mevzu bahis açabilir,ekrandaki programların zararlarını çocuklara ne tür bir etki yaptıklarını anlatabilir.

    Belki tümü ikna olmaz olmasına da en azından bu konuda biraz ilerleme kaydedilebilir.


  13. Cebirde bir çok formül ve teoriyi ilk defa icad eden ve bu ilmin kurucularından olan Ömer Hayyam ( ? — 1123)

     

    Batı'da Zeltmacher lâkabıyla tanınan Ömer Hayyam maalesef bizde ilmi yönüyle hiç tanınmamış, sadece rubâileri ile meşhur bir şair olarak isim yapmıştır.

     

    Cebir, fizik ve astronomide mühim buluşları olan Ömer Hayyam'ın EL CEBR adlı cebir kitabını, F.Weopcke 1851 'de Almanca'ya, 1857'de Fransızca'ya, Story'de 1918'de İngilizce'ye tercüme ederlerken; bizde ise 1940 lardan sonra en az on ilim adamımız (!) sadece rübâilerini tercüme etmiştir.

     

    Kırk yıl boyunca (1052-1092 yıllarında) Sultan Melİkşah'ın hizmetinde Nişabur rasathanesinin müdürlüğünü yaptığı sırada yazdığı "EL CEBR" kitabının bizde henüz tercümesi bulunmamaktadır.

    Bugünkü cebir ve matematik analizinde, seri ve dizi mevzuunda mühim yeri olan

     

    eşitliğini ortaya koyan Ömer Hayyam olmuştur. Bu formüldeki terimlerin katsayılarını pratik olarak veren:

     

    şeklindeki İfade de Hayyam'a aittir. Cebirle ilgili bu iki ifadeye ait temel açıklamalar, uygulamalarıyla birlikte İlk defa Ömer Hayyam tarafından ortaya konulmasına rağmen bugün okullarda birinci formül Hayyam'dan 500 yıl sonra yaşayan Newton'un (1642—1727) adına İzafeten "Newton Formülü" veya "Binom Formülü", ikincisi ise Pascal'ın (1628-1662) adına izafeten "Pascal Üçgeni" veya "Aritmetik Üçgen" adıyla öğretilmektedir.

     

    Ömer Hayyam denklemler konusuyla da uğraşmış, bu konuda değerli çalışmalar yapmıştır. Birçok cebir denklemlerini geometrik yolla (çizim olarak) çözmeyi başarmıştır.

    Hayyam, kübik denklemlerin kısmî çözüm şekillerini en sistematik bir şekilde tarif ve tasnif etmiştir.

     

    x + b x = b c denklemini

    x2 = by

    y2 — x(c—x) koniklerinin kesiştirilin esiyle

    x + ax + bx = bc denklemini de

    x = (x—a) (c—x) ve x(b— x) = bc eğrilerinin keşiştirilmesiyle çözmüştür.

     

    Ömer Hayyam'ın 11. yüzyıldayken çözümünü gerçekleştirdiği üçüncü derece denklemleri Avrupa ancak 16. yüzyılda yapabilmiştir.

     

    17. yüzyıl Fransız matematikçisi Pierre Fermat (1601-1663)'e atfedilen "Fermat Teoremi'nin özel bir hâli olan x3+ y3 = z3 denkleminin tam sayılarla çözülmeyeceğini Ömer Hayyam, P.Fermat'tan tam 550 yıl önce göstermiştir. Onun bu konudaki çalışmaları ortaçağ matematikçilerince temel kural olarak kabul edilmiştir.

    Yıllarca, batı âlemi, Ö. Hayyam'ın matematik, fizik ve astronomi yönünü incelerken, biz ise onun sadece şairlik yönünü inceledik, rubâilerinin tercüme ve tahlilîni yaptık. Ömer Hayyam'ın eserleri bugün Rusya'da, Almanya'da Goethe müzesinde, İngiliz British müzesinde ve Oxford'da bulunmaktadır.

     

    Ünlü Amerika'lı tarihçi Will Duront'un, medeniyet tarihinde Ömer Hayyam için "Ömer Hayyam'ın mısralarına bakarak hüküm vermek İsteyenler yanılırlar, çünkü şiirleri ile ifade ettiği fikirlerin 85 yıllık hayatındaki tesiri pek az olmuştur. Onu sokaklarda gezinen bir insan olarak değil, üçüncü derece denklemleri, burçlar, astronomik haritalar üzerinde çalışma yapan bir âlim olarak tanımalıyız" demektedir.

     

    Bizler, zamanında, Ömer Hayyam gibi ilim adamlarımızın ilmi cepheleriyle tanışıp bu bilgileri değerlendirebilseydik, bugün Newton, Pascal veya Fermat olarak isimlendirdiğimiz formül ve teoremleri kendi İnsanlarımızın adlarıyla anacaktık.

     

    Abdullah YİĞİT

    • Like 1

  14. A...

     

    Geceler kurşun gibi iner üstüme birden

    Hayalin çıkıp gelir uzaklardan karşıma

    Sonra yüreğimi bir kara sevda tutar

    Ama sen duymazsın duyduğumu A...

     

    Ne bir türkü söylersin gizlice ağlayarak

    Ne bir akşam içinde bir yara göz göz açar.

    Ne efkar basar seni akşamları ansızın

    Ne uykuların kaçar.

     

    Konuşsam bir türlü, sussam bir türlü

    Yıllar yılı yüreğimde büyüyen sırsın

    Bir sigara dumanına uzanır gibi usulca

    Dokunsam saçlarına, kırılırsın.

     

    Kaçtım şehir şehir çok uzaklara

    Boşuna gurbet acısı tattım.

    Oyalandım durdum seni unutmak için

    Kendimi boşuna aldattım.

     

    Anladım faydası yok uzak kalmanın artık

    Seni kader çizgisiyle alnıma yazan haktır.

    Unutmak ne mümkün gözlerinin rengini,

    Seni çılgın gibi sevmek yaşamaktır.

     

    Bir serin rüzgarsın yüzüme vuran

    Yüreğimi yakan bir avuç korsun.

    Gökler biliyor sevdamı, taş duvarlar biliyor

    Sen bilmiyorsun.


  15. Konu asıl itibariyle muhteşem çünkü bu konu; her zaman bilinçsiz insanların açlığına hitap etse, ne kadar yol katedilebileceği şüphesiz.

    İslam din her zaman insanlığa o kadar güzellikler bahşetmiştir ki,asrı saadet devrinde bu haklar bir bir insanlara öğretilmiş, kadın hakları dahi kadına verilmiştir, tabi zaman sonra "şimdiki zaman diyelim" her şey saptığı gibi örtüde anlamını yitirmeye başladı artık, lakin istisnalara kati surette söz olamaz.

    Kadın yaratılış itibariyle çok hassas bir yapıya sahiptir, tabiatıyla da kendini her daim kendisi koruyabilirse ancak incinmekten kırılmaktan muhafaza olunabilir.Örtü ayetide yine kadınlar için kadınların hassasiyetini muhafaza etmek için inmiş ve farz olmuştur.

    Çeyrek örtülü tabiri hoş olmuş zira çok gerçekci :D

    Zamanımızda örtü, bir hayli şekil değiştirmiş manasını yitirmişsede ben de şu kanaatteyim ki; bir kadın kendi beyninde itikadını sağlam tutsa, zennediyorum ki karşı cinslerin hiç birisi, bu ahlakı üzerinde değil, beyninde yaşayan insana edepsizlik etmekten hâyâ edeceklerdir.

    Elbette ki örtüyü hakkı ile ifa edenler çoğunluk da olsa ,ne ahlak çöker, ne aile kavramı ortadan, kalkar ne de bu curcunalar olur.

    Ben inanıyorum ki ;kadın olsun erkek olsun kendini islam şuurunun kuralları ile irşad etseler, hiç bir mesele kalmayacak.


  16. Ey AŞIK!

    Hani özlem çekiyorsun ya sevgiliye.

    Bil ki sevgilidendir özlemin özü.

    Odur asıl sana özlem duyan.

    Çünkü o tutuşturmayınca alevi,kimsede olmaz ateş.

    Ve AŞK ateşi önce sevilene, ondan sonra sevene düşer.

     

    ________________________________________________________________________________

    _____________

     

     

    Bu aşk, bir padişahtır, sancağı görünmez.

    Bu Hakk'ın Kur'an'ıdır, ayetleri, esrarı gizlidir.

    Her aşık, aşk avcısından bir ok yemiştir.

    Kan ağlar, kan yutar, fakat yarası görülmez.

    ________________________________________________________________________________

    _____________

     

    Senin bulunduğun yerden, senin havandan gelen tozu, toprağı istiyorum...

    Olur ya, belki ayaklarının bastığı yerden, gözlerime, rüzgar toz getirir...

    Canım cefaya da sevinir, neşelenir...

    Zira ben cefadan da senin vefa kokunu alırım...

    ________________________________________________________________________________

    _____________

     

    Sen yine sükutu giyin!

    Dilersen hiç konuşma.

    Ben kelamlarımı çürüttüm yolunda.

    Çarpsada bir tokat gibi yüzüme, her harfi yoluna heceledim.

    Ve bilesin üstüne aşkı giydirdiğim, Söz verdim ben bu

     

    MEVLANA

    yüreğe, Hiçbir harfi sensiz bir cümleye kurban etmedim.

    • Like 1

  17. Hasretinle gönlümde çökmeyen fay kalmadı

    Göz buluta imrendi tek damla kay kalmadı

    Etrafımda başımı vuracak say kalmadı

    Yokluğunda sızlıyor sabır taşı bu sine

    Bayramım bayram değil günüm benzemez güne

     

    Baykuşa mesken oldu sahipsiz kaldı pağım

    Beni bende yitirdim ne ölüyüm ne sağım

    Şahdamarım kurudu çözüldü dizde bağım

    Yârim! yadında bir dert müsavi geldi bine

    Bayramım bayram değil günüm benzemez güne

     

    Yüreğim sensiz yetim öksüz sevdamın yurdu

    Tahassür kurşun olup yorgun kalbimi vurdu

    Kıyamet anı gibi adeta zaman durdu

    Diri diri gömüldüm firakında bir sin’e

    Bayramım bayram değil günüm benzemez güne

     

    Ta ezelden ebede bu sevdanın giziyim

    Sen Leyla’nın sureti ben Mecnun’un iziyim

    Kerem köze dönerken Aslı diyen sözüyüm

    Tehcir edilsem ne ki ha Fizan’a ha Çin’e

    Bayramım bayram değil günüm benzemez güne

     

    Zarafet lisanında tekten hecesin cana!

    Sanadır Mevla’m ile Nebi’den sonra senâ

    Yetiş! gülşen muzdarip mahzundur gül-i rana

    Hayalini ararım dönersem hangi yöne

    Bayramım bayram değil günüm benzemez güne

     

    Sen ki ilham kaynağım şiirimin anası

    Bozkırımda vahanın albenili sonası

    Dergâh ehli Derviş’in varlığının manası

    El eyle de can gelsin bendeki mevta tine

    Bayramım bayram değil günüm benzemez güne


  18. Menemen Olayı�dan günümüz provokasyon larına

     

    Menemen Olayı�dan günümüz provokasyon larına 43�ncü Piyade Alayından Piyade Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay Menemen�e ortaya çıkan kargaşayı bastırmakla görevlendirildi. Kubilay eratın cephane almasını beklemeden 26 mevcutlu müfrezesi ile birlikte olayın cereyan ettiği Hükümet Konağı'na (Belediye Meydanında) doğru hareket etti. Olay mahalline gelen Kubilay'ın müfrezesi, ikaz dinlemeyen gruba ateş açtı ancak silâhlarında manevra mermisi bulunduğundan dolayı etkili olamadılar. Bunu fırsat bilen Derviş Mehmet ise, �akın bana kurşun işlemiyor�diyerek tüfeğini ateşledi... Kubilay ağır şekilde yaralandı... Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet�e birlikte Kubilay�n sığındığı Kazez Camii bahçesine girip bahçede bitkin bir vaziyette yatan Kubilay� şehit ettiler. Olayı duyan 43�cü Piyade Alay Komutanlığı Yüzbaşı Ragıp Çaldıran ile Yüzbaşı Abdülbahri Bey'in komutalarında makineli tüfekle takviyeli iki bölük görevlendirdi... Açılan ateş sonucu Derviş Mehmet ile Sütçü Mehmet ve Şamdan Mehmet öldürüldüler. Olay kısa süre içinde bastırıldı. Ancak Ankara�aki yankıları müthiş oldu. 01 Ocak 1931 tarihinde TBMM'nde konuşan Başbakan İsmet İnönü: �..Kubilay olayı yüzlerce seneden beri dini siyasete alet eden bütün hareketlerin yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu zavallılar lâikliğe karşı gelerek şeriat istemektedirler�dedi. Orgeneral Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Harp Divanı Mahkemesi Menemen� gitti... Kimisi olay çıkardığı, kimisi alkışladığı, kimisi seyrettiği, kimisi de berber dükkanını açmak üzere o an şehir meydanından geçtiği için yakalanıp mahkeme karşısına çıkarıldı. (Bu mahkemenin ne temyizi, ne de sanıkların avukat tutma hakları vardı. Çok hızlı karar veriyor, verilen karar anında infaz ediliyordu. Bu yüzden kuru ile yaş da yanıyor, kimi masumlar da asılabiliyordu). Divan-ı Harp Başkanı General Mustafa Muğlalı, duruşmada bulunan sanıklara hitaben yaptığı konuşmada, �arikatın münevver tabakalarından bu millet çok zarar görmüştür; tarikatçılar, daima millet ve memlekete kötülük yapmışlardır; son 400 senelik Türk tarihi tetkik edilirse Nakşibendiler din ve tarikat perdesi arkasında zavallı saf Müslümanları kalpte saklı olan o 'sırla' zehirlemiş ve bu millet sizin aletiniz olmuştur�diyerek sanıklardan çok tarikatları suçladı. (Orgeneral Mustafa Muğlalı 1943 yılında Üçüncü Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı iken Van'ın Özalp İlçesi'nde 33 masum vatandaşı kurşuna dizdirmek suçundan 1946�a yargılanıp idama mahkûm edilmiş, daha sonra cezası, görev şartları dikkate alınarak 20 yıla çevrilmiştir). Şimdi gelin mahkeme tutanaklarına kısaca göz gezdirelim... Yaralı olarak ele geçirilip sonra idam edilen Emrullah oğlu Mehmet Emin, sorgusunda; Deli Mehmed'in bir toplantıda şöyle dediğini naklediyor: �ünya Şeyh Esat Hoca�ın avucundadır, isterse tufanlar ve fırtınalar yaratıp dünyayı altüst edecek kudrettedir, ben de Arabistan'a hatta Çin'e kadar giderek Hz. İsa ile birleşeceğim ve oradan Avrupa'ya yönelerek Avrupa devletlerini dahi dine davet edeceğim.� Bu saçmalıkları dillendirmek için diyelim ki �eli�olmak yeter; peki ya bunlara inanmak için ne olmak lâzım gelir dersiniz? Dinle, diyanetle zerre kadar alâkası olan insan bu safsataları yutmaz. Çin� gidecekmiş de, Hz. İsa ile görüşecekmiş... Bunları �tiraf�diye zabta geçirtenlere şaşmalı. Ama �tiraf�n asıl ilginç bölümü arkasından geliyor. Mehmet Emin�n sorgusunun devamında söylediklerine bakın: �ehdî Derviş Mehmet (Yedeksubay Mustafa Fehmi Kubilay� şehit eden deli) �z. Peygamber de bu esrardan içti ve öylece miraca çıkarak Allah ile görüştü�diyerek (haşa) orada bulunanlara devamlı esrar içirdi.�Adamın deliliğine sınır olmadığı, üstüne üstlük bir de esrarkeş olduğu ve yaptıklarını esrarın etkisiyle yaptığı o kadar belli ki, başka delil gerekmiyor. Manisa'dan Giritli Küçük Hasan�n (hakkında mahkemece idam kararı verilmiş, ancak, yaşı küçük olduğundan cezası 24 seneye indirilmiştir) yapılan sorgulamasında, �ozalan Köyü�de Mehdî Mehmet ve arkadaşlarına iki adet silâh verildiğini, bu köyde bir hafta kadar kaldıklarını, zikir ederek esrarlı sigara içtiklerini�söylüyor. Eee... Kos koca Cumhuriyeti �ki adet silâh�a nasıl yıkacağını kim söyleyecek? �Mahkemece hakkında idam kararı verilip çok yaşlı olduğu için cezası 24 yıla çevrilen; ancak, tutuklu bulunduğu sırada ölen Erbilli Şeyh Esat Efendi�in aleyhinde delil uydurulamamış olacak ki, ancak vefat ettikten sonra, bizzat Askerî Mahkeme Başkanı General Mustafa Muğlalı tarafından basına şu beyanat verilmiştir: �eyh Esat, hilâfet komitesiyle alâkasına dair bir itirafname hazırlıyordu. Bu münasebetle İngiliz casusu Lavrens (Lawrence) ile münasebette bulunduğunu da doğrulamaktaydı. Fakat, hastalığı bunu yazıp bitirmesine mani olmuştur.�Bu iddiadan öyle bir anlam çıkıyor ki, sanki Şeyh Efendi, içinden geçenlere dayanılarak idama mahkûm edilmiş. Peki ama içinden öyle bir �tiraf�geçirse bile, Muğlalı Paşa içini nasıl okumuş? Sonuç olarak: �enemen Olayı�ı tertip ettikleri, olaya katıldıkları, alkışladıkları, ya da olay anında meydanda bulunup öylece baktıkları gerekçesiyle yargılanan yüz küsür insandan 28'i, Menemen'in muhtelif yerlerinde İdam edildiler. (03 Şubat 1931) 50 sanık muhtelif hapis ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı. 27 sanık ise beraat etti. İyi bir gözdağı daha verilmiş, bir süre için yine �essizlik�sağlanmıştı.

     

    Yavuz Bahadıroğlu

    vakit

×
×
  • Create New...