Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

adıdeğmez

Editor
  • Content Count

    186
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by adıdeğmez


  1. EKSİLENLER

     

    Yok?ta, noksan aranılmaz;

    Yasa budur; var eksilir.

    Ne tükenir sırda insan,

    Ne insanda sır eksilir.

     

    Hayat denen şu varlıkta,

    Söz Yücenin, pazarlıkta;

    Ölürsek bir mezarlıkta,

    Üç metrelik yer eksilir.

     

    Elden ele, renkten renge,

    Ölüm seldir, can bir yonga;

    Gidersek bozulmaz denge,

    Halillerden bir eksilir!..

     

     

    Halil Soyuer


  2. Bu arada dipnot olarak...

     

    İmam Bûsırî Hazretlerinin kasidesi "Kaside-i Bürde" değil, "Kaside-i Bür'e" dir. Burada küçük bir harf eksikliği / fazlalığı mevcuttur.

     

    İmam Bûsırî Hazretlerinin kasidisinin asıl adı "Kaside-i Bür'e" dir.

    Bür', kurtuluş demektir. Yani "kurtuluş kasidesi"...

     

     

     

    Kaab bin Züheyr Hazretlerinin (Radıyallahu Anh), kasidesi ise "Kaside-i Bürde" dir.

    Bürde, hırka demektir. Yani "Hırka Kasidesi"...


  3. ve işte zaman ve mekanı aşmış, Kaab bin Züheyr Hazretlerinin (Radıyallahu Anh), Alemler Peygamberi'nin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) huzurunda okuduğu o mübarek şiir...

     

     

     

    Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi

    Suat'ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki!

    Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin.

    Tan vakti Suat göçtü buralardan. O ne mağrur bakışlardı Rabbim

    ve ne müstağni.

    Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,

    tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.

    Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı ,

    Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.

    Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.

    Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki.

    Süpürürse rüzgâr nasıl üstündeki bulutları, nasıl yıkarsa pırıl pırıl

    geceleri yağmur tepeleri

    Ağzındaki su o yağmur suyu Suat'ın. dişleri o beyaz kum tepeleri.

    Soylulukta en soylu, cömertlikte bir eşi yok bir sevgili iken Suat,

    Ne kendi sözünde durdu, ne de dinledi beni.

    Suat bu, işi gücü bana oyun, naz, vefasızlık, söz verip dönmek.

    Benim kaderim böyle, Onun aşk felsefesi.

    Bulut bir zavallıdır Onun yanında biçimden biçime girmekte,

    Renkten renge girmekte yaya kalır bukalemun, gulyabani.

    Sen ne aptalsın ki yahu sandın Suat durur sözünde.

    Kalburda su durursa, Suat da durur sözünde tabii.

    Suat'tan söz aldım diye böbürlenip durmak ha!

    Hayaller kurdun, umutlandın! Ama umutlar uçucu, aldatıcıdır

    rüyalar gibi.

    Suat'ın vuslat. sözleri geçse yeridir atlatışlar tarihine.

    Bir söz istedin mi kendinden, hemen kesilir meşhur yalancı

    Urkub'un teki.

    Böyle arkandan atıp tutuyorum ya Suat, elbet ayrılık acısından.

    Onun için affet beni, sen yine de sev beni.

    Suat şimdi mutlaka öyle bir yerdedir ki, vakit de akşam;

    Saf kan ve yörük dişi develerdir ancak develerin oraya götüreni.

    Evet, ta ötelerde konaklıyan Suat oymağını tutmak için

    Yüreğe korku veren. dağ gibi rüzgâr tempolu hecin develer gerekli.

    Öyle deve gerek ki, terlerse ırmak aksın kulağının ardından,

    Uçsuz bucaksız çöl yollarını seve seve tepmeli...

    Bir deve ki. bakışı iki hançer ufuklara saplanan.

    Eşi gitmiş; yabani bir aksığın gibi öyle uçsun ki, o dursun, altından

    kaysın ateş çölü ve ateş tepeleri.

    Gerdanı sağlam. ayakları yer sarsan vücudu kıvrım kıvrım ve

    ölçülü biçili.

    Soy sopça en arık damızlık develerden haydi haydi ileri.

    Böğrü enli, boynu uzun ve kalın; çehresi geniş.

    Bir erkek deveyi andırmalı tıpkı; Suat'ı tutar o zaman belki.

    Derisi daha parlak olmalı kabuğundan deniz kaplumbağasının.

    Ve ondan daha sağlam. kızgın güneş altında aç azgın keneler bile

    onu örseleyememeli.

    İlk bakışta dağ gibi korku vermeli görünüşü bakana:

    Boyu yüksek mi yüksek, çevik mi çevik ayakları, tertemiz şeceresi.

    Gürbüz, etine dolgun. bakımdan öyle semizlemiş .olmalı ki,

    Oyluklarından tırmanan salkım salkım keneler derinin cilâsından

    kayıp kayıp düşmeli.

    Yürürken baldırından, et fırlasın etinden, iki ön bacağı ok gibi

    Çıksın dolgun göğsünden. serbest atılışlı çalım çalım üstüne bir

    yaban merkebi örneği.

    gözlerle gerdan arası, başın yular takılan yeri.

    Sert ve katı olmalı bileği taşı gibi.

    Ve upuzun kuyruğu ipek tüylü, sarksın memelerin üstünden.

    Öyle dokunmalı ki memelerin ucunu ürkütmemeli.

    Kapkara iki mızrak bacakları, rüzgâr gibi uçmalı

    Şüpheye düşmelisin ayakları yere değdi mi, değmedi mi.

    Yumru burnundan, kulağından, beyzi çehresinden bu türlü develeri.

    Tanır derhal deveden anlayan yekta bir bilirkişi.

    Ayakları demirdenmişcesine çakılları fırlatır iki yana.

    Deri mahfaza bile takmaksızın aşar kayalıkları bu eşsiz develer ki.

    Çalışkan bir işçi gibi terler coştukça, terledikçe coşar...

    Aşar kuşlar gibi serap derelerini, sahra tepelerini, ateş

    çöllerini...

    Kertenkelenin güneşte yanan sırtı sıcaktan külde pişmiş ekmeğe

    Döndüğü günler bile kimse durduramaz koşmaktan şu bizim deveyi.

    Bir sıcaklık ki, a yolcular dinlenin! der kervan sahibi

    -Ve taş altına gizlenir siyah çekirgeler, o sabır ateşleri.

    Ama bizim meşhur devemiz gün ortasında koşusunu bitirmez,

    Başlamıştır yolculuğa sanki daha yeni.

    Sıcak artar, değişir yürüyüşü; sıcak arttıkça değişir. Ve ön

    ayaklarının

    Çırpınışlı hızlanışı andırır ölmüş çocuğuna göğüs döven bir anneyi

    ve ona bakıp (anıp kendi ölmüş yavrularını

    da) hıçkıran yırtınan öbür anneleri.

    Evet o yürüyüş, o ayak çırpınışları göğsünü paralayan yaşlı bir

    annenin çırpınışları.

    Akla elveda diyen bir annenin, alır almaz ilk yavrusunun kara

    haberini.

    Göğsü kan içinde kalan. üstü başı yırtılmış,

    Saçları darma dağın çılgın bir annenin haberini.

    Söz taşıyıp öç alan iki yüzlü şiir ve kabile düşmanlarım :

    "Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen mahvoldun." dediler. Suat'ın derdi

    bana yetmezmiş gibi.

    "Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen kendini ölmüş bil." Ben de koştum

    güvendiğim dostlara :

    Kime başvurdumsa ama: "Biz yokuz bu işte, var git kendin bak

    başının çaresine" demezler mi?

    Ben de onlara dedim : "Gidin gidin beni yalnız bırakın,

    Neye hükmetmişse o olur, hükmeden o Allah ki.

    Yaşamak dediğiniz nedir bin yıl yaşasa bile

    Eninde sonunda insanoğlu o kanbur tahta kutuya girmiyecek.

    Binmiyecek mi?

    Heber geldi: "peygamber. seni öyle bir cezaya çarpacak ki!"

    Siz bilirsiniz. hey zavallılar! İşte onun kapısındayım, yüreğimde

    sonsuz bağışlanma ümidi.

    Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;

    Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin.

    O affedenlerin en affedicisi.

    İçi hidayet öğütü en yüce gerçekler dolu Kur'anı

    Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.

    Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların.

    Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça

    suçluyum belki.

    Ama senin makamındayım şimdi. Fillerin bile titrediği makamda.

    Bir makam ki, titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse. işitse

    işittiklerimi

    Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı

    kurtarır:

    Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi.

    Beni ancak o kurtarabilir burda. Yalnız O. Şimdi söz yalnız Onun.

    Ama O "Sen suçlusun, cezanı çekeceksin" dese önünde eğik

    bulur boynumu adaletin heybeti.

    En heybetli manzara bu olur benim için. Çünkü Asserde,

    İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki

    Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O.

    Bir arslan ki. erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu,

    insan eti.

    Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi

    Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terketmeyi.

    Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının ,

    Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti.

    Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu

    Bu vâdide kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi.

    Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından

    Allahın.

    Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.

    Ve arkadaşları O'nun, Mekke vâdisinde İslâmı kabul eden

    Kureyşin en ileri gelenleri... Cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin

    yok dengi.

    İlk gûnler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler, . zerre tereddüt

    etmeden.

    Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini.

    Yerlerinde kalanlar çarpışamıyacak güçte olanlardı.

    Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü

    hazırlamış beklemişlerdi.

    Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,

    Davuda mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri.

    Zırhları pırıl pırıl ve upuzun. Çelikten büklümleri öyle ki,

    Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi.

    Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler,

    Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!

    Ak soy develer gibidir gidişleri. korunmaları da saldırış.

    Vurulunca göğüslerinden vurulurlar. Onlar ürkmez, onlardan

    ürker dev dalgalı ölüm denizi.


  4. Bir yorumdan...

     

     

     

    Ka'b bin Züheyr Hazretleri (Radıyallahu Anh) ve Kaside-i Bürde

     

    İslâmın, camdan geçen bir günışığı gibi, bütün yanlışlık, kötülük ve çirkinlikleri yıkarak, mutlakın otağı insan yüreğine, abstrenin ve reelin kaynaştığı Peygamber elinden fışkırmış mucizelerle yerleşmeğe başladığı, Arabistandan doğarak batıya, kuzeye, doğuya, güneye doğru meşaleler sitesini kura kura yol aldığı ilk günler, Arap şiirinin, edebiyat tarihi bakımından dorukta olduğu halde, Kur'an karşısında çırpınmaya başladığı o zarif vakitlerde, yarısı siyah, yarısı ak bir zamanın ortasında yaşayan bir şairdi Kâab bin Züheyr Hazretleri.

     

    Modern Çağın bütün problemlerinin çözüm ve metodlarını taşıyan o büyük oluşta , gözlerinin ilk kamaşmasıyla, şiiriyle, İslâmın çıkışına karşı durmuşlardan ve gıyabî ölüm hükmü giymişlerdendi. Fakat bir süre geçince gerçeği derin sezgisiyle yakalayan soylu şairlerdendi aynı zamanda. Ölümü göze alarak «fillerin bile heybetinden titrediği» o makama doğru koşmuştu. Hakkında verilen ölüm cezası, islâmı kabul etmeden önceki halini, sembolik olarak tesbitten başka bir şey değildi zaten. Pervanenin ışığa koşması gibi ölümü hiiç düşünmeden gelmişti. Ölümün dirilmeye doğru koşusuydu bu aslında. İlk direnişi Meryem bekaretinin Cebrail'e ilk diretişi gibiydi. Fakat Cebrail yuvası Makama gelip teslim olunca, mesihî bir şiir doğdu : Kaside-i Bürde. Hakkın, riskin, samimiliğin ve kudretin bir araya gelip donattığı bir şiir şöleninde O, sözün gerçek sahibinin elinden hırkasını giydi. Cebrailin, kelâm meleğinin dokunduğu bir hırka giydi. Peygamber, O´nun üstüne hırkasını atarak koşuyu bitiren birinci atların üstüne atılan örtülerden bir örtü atmış oldu bu fikir ve sanat koşucusunun üstüne. Ve O´nu, bu örtü, Peygamberlik rahmetiyle, şefkatiyle, sevgisiyle bürüdü. Ve Kâab bin Züheyr Hazretleri'nin şahsında, kendini mutlak´a adayanların bütününü bürüdü.

     

    İslâmın bu çıkış günlerinde, bugünü andırır bir tarzda, karşılıklı propaganda da müthiş bir silâh gibi önemli bir rol oynuyordu. Kur´an´la boy ölçüşmeye cesaret edemeseler de, putların kölesi şairler, gece gündüz, İslâma, O´nun Başlı ca ileri gelenlerine geleneğin en büyük fikrî silâhı şiirle hücum ediyorlardı. Bunlara, başlarında Hassan bin Sabit (r.a.) Hazretleri olmak üzere birçok islâm şairi cevap veriyordu. İç planda İslâm daima muzafferdi. Ama dış plânda dünya imtihanı gereği karşılıklı büyük bir savaş sürüyordu. Hz. Ömer ve Hz. Halid´in islâma katılışı, Mekke´nin fethi nasıl, siyasî, idari ve askerî planda kesin bir zaferi olduysa İslâmın, Kâab bin Züheyr Hazretleri'nin gelişi de, şiir ve sanat. propaganda savaşı alanında başarının bir dikilitaşı oldu. Dönüm noktalarından biri yani.

     

    Tarihi adıyla Kaside-i Bürde (Hırka kasidesi) , edebiyat adıyla Kaside-i Banet Suat, bu Peygamber (S.A.V.) huzurunda okunarak şairini bağışlatan, hatta Peygamber tarafından hırkası armağan verilerek değerlendirilen Kaside, klâsik arap kasideleri olan Muallaka kasideleri gibi, ilkin kabilenin göcüşüyle başlıyor, sevgili anılıyor, arkasından her arap şairinin kendi gücünü denediği, «deve» motifinde ölümsüz çizgiler çekiliyor, sonra söz şairin kendisine getiriliyor ve ordan Hz. Peygamberin, İslâmın ve sahabenin övgüsüne geçiliyor. Belâgatın, icazın, imajın gerçeğin ve güzelliğin eşsiz sentezi. Bir örnek olarak diyelim : Devenin yürüyüşünde ilk çocuğunun kara haberini alan yaşlı bir annenin çırpınışlarını ve ona bakıp da (kendi yavrularını da hatırlâyarak) göğüs döğen öbür annelerin çığlıkIarını gören ve bulan beytin çizdiği tablo, bugün bile ne kadar modern. Yepyeni ve taptaze. Bir beyitte öyle tablolar çiziliyor ki, orda içiçe tablolar saklı. Bir annenin, hem de çocuğu ölmüş bir annenin, hem de ilk çocuğu ölmüş bir annenin, hem de, yaşlı olduğu ilk günlerdeki halini, hem de yalnız bu annenin değil, ona bakıp ağlayan ve birlikte yas tutan kadınların da, hem de rasgele kadınların da değil de çocuk kaybetmiş kadınların halini, bu tek kadınla bu kadınlar korosunun birlikte kurduğu kompozisyonu, bir devenin çırpınışlı yürüyüşünde görmenin şairlik kudreti. Aynı icazı, İmrülkays, meşhur bir beytinde göstermişti. Ancak, bu beyitte donjuanlığı anlatıyordu. Kâab bin Züheyrin konusunda İmrülkays acaba nereye varabilirdi? Sesler ve rezonanslar, çığlık ve yankılar, pencereler ve pervazları, sütunlar ve tenazurlarıyla metafizik acıyı ebedileştiren bu beytin yanında İmrülkaysınki çok düz, çok sığ kalıyor. Hz. Kâab'ın beytindeki kader tabloları, bilinemez, bir şairin gücüne mi yorulmalı, yoksa denk düştüğü mucize çağına mı?

     

    Kasidenin bizim için bir başka önemi de. bizzat Peygamber tarafından değerlendirilen bu şiirin gerisinde vatan, islâmın şiir ve sanat anlayışı, şiir ve sanat karşısındaki tutumu, şiir ve sanata tutulan ışık, ondan, aranınca. bulunacak sanat prensipleridir. Peygamberin susuşu bile bizim için bir prensip olduğuna göre, O´nun yürekleri kucakladığı ve benimsediği bu şiirden, islâmın sanat perspektifini kavramakta ilk çıkış noktasına aramak bizim için bir ödev ve onda Peygamberin bize bir yardımı, el uzatışını bulmak. ilâhî lütuf ve nîmeti görmektir: Bir ideoloji çağı olan bugün sanat ve bağlantı üzerine bunca sözler edilirken, sanat eserindeki en mutlu kaynaşmanın ölümsüz bir örneği olan bu tür gözümüzün önünde mermerden, yıpranmaz bir anıt gibi durmaktadır. Hem de, zamanın kemirmesine imkan olmayan bir örtüye, Peygamber örtüsüne bürünmüş olarak. Şüphe yok ki, Peygamber, onu, bize kadar gelsin ve bizden sonra da ileriye doğru gitsin diye, ebedî örtüsüne sardı sarmaladı. Kasideye bakan, onda, sanat ve şiirin, kendine mahsus mahremiyet ve keyfiyetinden bir şey kaybetmeksizin, hak bir ülküyü nasıl tutacağının, nereye kadar, neye ve nasıl angaje olacağının bütün prensiplerini çıkarabilir. Sanki o, sanatın bütün karanlıklarını aydınlatsın diye Peygamber eliyle yakılmış ve ışıklandırılmış bir meşaledir.


  5. Son kısımda, Üstad'ın neden böyle bir şiir yazmaya gerek duyduğunu ya da Demirel'in böylesi bir hicivi hakedecek ne yaptığını daha iyi anlamak için, küçük bir numune olsa da -ki anlayana bu da kafidir- Demirel'den İnciler diyerek, şiirin kaynağını tespit etmeniz ve merak gidermeniz çok güzel bir düşünce.

     

    Okunası bir analiz.

    Allah razı olsun.


  6. "...Necip Fazıl'ı hiçbir abartı yapmaksızın ifade etmek gerekirse; tefekkür sahasında

    beş asırdır beklenen büyük zuhûr, büyük mütefekkir insandır. Bu insanın, fikirlerini aşılayabilmesi için deha çapında bir şair olması gerekiyordu -böyledir de- zaten evvela şiirlerini yazmış, ondan sonra fikriyatını herkese okutmaya başlamıştır.

     

    Size Üstad hakkında bir sır vereyim. Bilenler bilir, Üstad son zamanlarında velayet

    mertebesinde bir insandı. Bunu çok az insan bilir. Merhum Ahmet Kabaklı da bunu biliyordu..."

     

    Ekrem Zingal

    Cuma Dergisi / Mayıs 2002

     

     

    Allah şefaatlerine nail kılsın inşallah...


  7. Film, Mustafa Kemal'i daha yakından tanımak; ideolojisini ve bu uğurda gösterdiği tutumu daha iyi anlayabilmek için, biçilmiş bir kaftan adeta. Can Dündar, her ne kadar Mustafa Kemalci kesim tarafından eleştirilere maruz kalsa da bu kesimin asıl yandığı kısım, bizim gözümüzde, kendi hayal dünyalarında yücelttikleri Kemalist ideolojinin bu belgeseldeki eksikliği ve üstüne üstlük bu ideolojiye cephe alan her türlü ideolojinin de "vay be, demek ULU dedikleri kadar varmış" deme fırsatının yerle yeksan olmasıdır.

     

    Hele ki belgeselin can alıcı yeri olan ve "takke düştü, kel göründü" deyiminin vuslata erdiği son sahnesi, herşeyin özeti oluyor aslında.

     

    Buyrun son sahnedeki sözlerin orjinali okumaya.

    "Dünyaca bilinmelidir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı siyasetler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."

     

    1 Kasım 1937 TBMM

    Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, I, s.405


  8. Yazını baştan sona okuduk.

     

    Artistliğin sırası değil, zira karşında babanın oğlu, dedenin torunu yok.

    Yok öyle, İslam kimlerin eline düştü, yok cemaatinle görüştüm, yok şöyle, yok böyle... gibilerinden ağız kokunu çekmeye ve İslam'ı da senden öğrenmeye kimse meraklı değil.

     

    Hele ki son günlerde, biri çıkıp bi arkadaşımıza dinden çıktın, bid'at ehlisin der, biri çıkıyor kafir oldun der, ötekisi çıkıyor İslam kimlerin eline düştü vs. vs. Bu gibi zırvalıklar can sıkmaktan başka bi işe yaramıyor.

     

    Hele hele artistliğe kesinlikle prim tanımam, bunu da beyinciğine tabela tabela çivile....

     

     

    İslam kimsenin tekelinde değil. Amaç en doğruyu bulmak...

     

     

     

    Sorularla İslamiyet.com'daki yazının aynısını buraya copy/paste liyoruz ve diyoruz ki, burada da bu şekilde yazıyor.

     

     

    Ne Kur’ân âyetleri içerisinde, ne de sahîh hadîs-i şerifler arasında; ne âletli, ne de âletsiz salt mânâda “mûsikî”yi yasaklayan bir habere, bir hükme rastlanmaz. Dînimizde haramlar açık bir dil ile, net bir şekilde hep beyan edilmiştir. Çalgılı veya çalgısız söylenen mûsikî yeni bir icat da değildir. Kur’ân âyetleri indiği günlerde mûsikî çalınıp söyleniyordu. Bizim Rabbimiz ise, kesinlikle unutkan değildir.1 Cenâb-ı Hak; “kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, Allah size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamıştır”2 buyurur. Allah Resûlü de (asm) bir hadislerinde: “Allah’ın, kitabında helâl kıldığı helâl; haram kıldığı ise haramdır. Hakkında sustuğu da muaftır. Allah’tan onun affının kabulünü isteyin. Zira Allah bir şeyi unutacak değildir”3 buyurmuş; bir diğer hadislerinde de, “Allah bir şeyi farz kıldığında onu eksiltmeyin. Bir şeye sınır koyduğunda da sınırı aşmayın. Bir şey hakkında da unutmaksızın susmuşsa, onun ardına düşmeyin”4 buyurarak, haram kılacağı bir şey hakkında Allah’ın ne tereddüdü, ne de unutkanlığı bulunmadığını; binâenaleyh bir şeyi haram kılmamışsa eğer, o şeyin mubah olacağının anlaşılması gerektiğini, çünkü eşyada aslolanın “mubahlık” olduğunu beyan buyurmuş bulunmaktadır.

     

    Her şeyden önce, yalın ve katıksız olarak eğlence, şarkı, türkü ve oyunlar, içlerinde haram unsur olmamak şartıyla mubahtırlar. Peygamber Efendimiz (asm) oynayan bir gurup Habeşli’ye rastlayınca onları takdir ettikten sonra şöyle buyuruyor: “Yahudiler ve Hıristiyanlar bilsinler ki, bizim dinimizde genişlik vardır.”5 Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu hadisi tefsir sadedinde, radyolardan yapılan müzik yayını ile ilgili olarak diyor ki: “Evet, beşer hakîkate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat, bu keyifli hevesât, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur.”6

     

    Bedîüzzaman’a göre, insanlığın bu ihtiyacını dikkate alan radyo yayıncıları, İslâm ahlâkını rencide edici olmamak ve içinde haram unsur taşımamak şartıyla radyodan eğlence, müzik, şarkı ve türkü yayını yapabilirler. Ve yapılan bu tür ölçülü müzik yayınları dinlenebilir. Ama bu yayın radyonun tüm yayınlarına oranla beşte biri aşmamalıdır. Yoksa havanın yaratılış hikmetine zıt şekilde yayın yapılmış olur. Bu durumda ise radyo bir İlâhî nîmet iken, bir nikmet olur, yapılan ölçüsüz eğlence yayınları beşerin başına belâ olmaktan öteye bir fayda sağlamaz. Öyle ise Bedîüzzaman’a göre, bir radyoda şarkı, türkü, ezgi, müzik ve meşrû eğlence programına beşte bir, kelimât-ı tayyibe sayılabilecek şekilde faydalı ve Kur’ân bilgilerini konu alan programlara ise beşte dört oranda yer verilmelidir.7

     

    Resûlullah Efendimiz (asm) hicret esnasında Medîne’ye teşrif buyurduğu zaman, kadınlar dam başlarında defli ve sesli olarak, “Talea’l-bedru aleynâ, min seniyyâti’l-vedâ, vecebe’ş-şükrü aleynâ, mâ deâ lillâhi dâ’...” diyerek ilahi söylemişler ve neş’elerini şükre çevirmişlerdi.8

     

    Bir evden kulağına gelen def ve başkaca çalgı sesleri üzerine Resûlullah Efendimiz (asm), evde ne olduğunu sorar.

     

    “Düğün” cevabını alınca:

     

    “Bu nikâhtır, sifâh (zinâ) değildir” der.

     

    Hz. Âişe (ra) Medineli bir yakınını evlendiriyor. Düğün yerine gelen Peygamber Efendimiz (asm):

     

    “Kızı gelin ettiniz mi?” diye sorar.

     

    “Evet” derler. Peygamber Efendimiz (asm):

     

    “Kızla birlikte türkü söyleyecek birini de gönderdiniz mi?” buyurur.

     

    Hz. Âişe (ra):

     

    “Hayır” deyince, Peygamber Efendimiz (asm):

     

    “Ensâr arasında bu çeşit fırsatlarda eğlence geleneği vardır. Keşke kızla birlikte şarkı söyleyecek birisini gönderseydiniz de onlar şöyle söyleyiverseydi:

     

    “Size geldik, size geldik.

     

    Bize şenlik, size şenlik.”9

     

    Hz. Peygamber bir kere Medine’de bir yerden geçerken aniden def çalarak ve türkü söyleyerek:

     

    “Nahnu cevarin min beni’n-neccar /Ya habbeza Muhammedün min car”

     

    (Biz Neccaroğuları kabilesine mensup kızlarız.

     

    Hz. Muhammed ne iyi ve ne hoş bir komşudur) beyitlerini söyleyen kızlara rastladı ve:

     

    “Allahu ya’lemu inni uhibbukünne” (Allah bilir ki ben sizi seviyorum) demek sûretiyle onlara iltifatta bulundu.10

     

    Hz. Enes (ra) bildiriyor: Veda Haccı sırasında Resûlullah Efendimizin (asm) kafilenin yürüyüş temposunu ezgileriyle canlı tutan bir kölesi vardı, adı Enceşe idi. Bu zat güzel sesli birisiydi ve Resûlullah’ın zevceleri ile bir kısım Müslüman kadınların develerini sevk ediyordu.

     

    Enceşe bazı ezgiler okumuş, okuduğu ezgilerle develeri hızlandırmıştı. Bilindiği gibi, develer yürüme sırasında okunan belli bir ezginin veya mûsikinin ahengine karşı hassasiyet gösterip, adımlarının temposunu, söylenen bu şarkının ritmine göre ayarlayabilmekte, hızlı veya yavaş olabilmektedir.

     

    Resûlullah Efendimiz (asm) teşbihli bir üslupla, Enceşe’den okuduğu ezgilerin ritmini değiştirmesini ve develerin yürüyüş temposunu ağırlaştırmasını emrederek şöyle buyurmuştu:

     

    “Ey Enceşe ağır ol! Şişeleri kırma.” (Şişe ile kafilenin zayıflarını kastediyordu.) 11

     

    Şimdi de çalgı âletinde, şarkıda ve türküde haramlık meydana getiren unsurları işleyen vahiy mesajlarını ele alıp inceleyelim:

     

    1- Cenâb-ı Hak Müslüman hanımlara şöyle emrediyor: “Allah’tan korkarsanız, yabancılarla edâlı ve câzibeli konuşmayın. Yoksa kalbinde fesat bulunan kimse kötü şeyler ümit eder. Dâima ciddî ve ağır başlı söz söyleyin.”12

     

    Müzikte kadın sesini değerlendirirken bu âyeti temel taşı olarak elimizde tutacağız. Çünkü bu âyet Müslüman kadının sesinin yabancılara göre konumunu nazara veriyor ve Müslüman kadına bir ses sınırı çiziyor. Allah’tan korkan Müslüman kadın yabancılarla konuşurken bu ses sınırının içinde kalacak ve belirtilen kırmızı ışığı geçmeyecek. Buradaki kırmızı ışığı Kur’ân-ı Kerîm, “felâ tehda’ne bi’l-kavl” sözüyle ifâde eder. “tehda’ne” “hade’a” fiilinden geliyor. “Hade’a” tevâzu gösterdi, eğildi, itaat etti, yumuşak oldu, boyun eğdi, inkıyâd etti demektir. Bu âyete göre Müslüman kadın yabancılara boyun eğercesine, yabancıların çirkin arzûlarına itaat edercesine, onların önünde eğilircesine sözlerini yumuşatmamalı, “özel çağrı” anlamı içeren bir edâ ve cilve ile konuşmamalı, sözlerine ilâve bir câzibe katmamalıdır. Kur’ân bunu yasaklıyor. Kur’ân’ın kırmızı çizgisi budur. Müslüman kadın bu çizgiyi geçmemelidir. Çünkü Kur’ân’a göre böyle konuşmak, kalbinde hastalık bulunan kimseyi umutlandırma riski taşıyor.

     

    Kur’ân’a göre gerektiğinde kadın yabancılarla elbet konuşacak. Fakat şu ölçülerle Kur’ân diyor ki: “Kulne kavlen ma’rûfâ” yani, “iyi, düzgün, doğru, ciddî, ağırbaşlı, vakûr, edâsız, cilvesiz, itaatsiz, art niyetsiz, Allah nasıl bir ses verdiyse o sesi düzgünce çıkararak konuşun.”

     

    2- Nâfi anlatıyor: “Abdullah İbnu Ömer, bir çalgı sesi işitmişti ki, derhal kulaklarını parmaklarıyla tıkayarak yoldan uzaklaştı.” Bana:

     

    “Ey Nâfi, kulağına hâlâ ses geliyor mu?” diye sordu.

     

    “Hayır” dedim.

     

    Bunun üzerine parmaklarını kulaklarından çıkardı ve ilave etti:

     

    “Bir defasında Hz. Peygamber (asm) ile beraberdim. Böyle bir ses işitti ve aynen benim davrandığım şekilde davrandı.”13

     

    İmran bin Husayn (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:

     

    “Bu ümmete yere batma, kılık değiştirme ve taşlanma âfetleri gelecektir.”

     

    Ashaptan birisi:

     

    “Bu ne zaman olacak yâ Resûlallah?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm):

     

    “Şarkıcı kadınlar yaygınlaştığı, çalgı âletleri türediği ve şaraplar sıkça içildiği zaman” buyurdu.14

     

    Bu hadislerden; kıyamete yakın insanların şarkıyı, türküyü ve her türlü müziği bir metâ sayacakları, büyük bir değer verecekleri, fitne ortamı olup olmamasına bakmaksızın kadını allayıp pullayarak ortaya sürecekleri, çalıp söyleterek, açıp saçarak kadın ile eğlence düzenlemenin mubah sayılacağı ve haramı helâl sayarcasına bu anlayışın yaygınlaşacağı anlaşılmaktadır.

     

    Kezâ bu hadislerden; İslâm ahlâk ve terbiyesi olmadığında veya inkâr edildiğinde kadın sesi ile müziğin şerre ve fitneye en kolay âlet edilen unsurlardan olduğu uyarısını çıkarmak mümkündür.

     

    İmam-ı Gazâlî Hazretleri, İhyâ’sında mûsikîye uzunca bir bölüm ayırmış ve semâ ile mûsikîyi uzun uzadıya incelemiştir. Mûsikînin bazen mubah, bazen mendup, bazen de haram olabileceğini bildiren İmam-ı Gazâlî, Allah’ı zikretmeye teşvik eden ve rûha yüksek duygular veren müziğin mendup; bayram, evlenme, doğum, sevinç ve neşe günlerinde müzik dinlemenin mubah olduğunu15 bildirdikten sonra, beş ârıza bulunması halinde müziğin haram olduğunu beyan ediyor.

     

    İmam-ı Gazâlî’ye göre müziği haram kılan ârızalar şunlardır:

     

    1- Dinletendeki ârıza.

     

    2- Müzik âletindeki ârıza.

     

    3- Ses ayarındaki ârıza.

     

    4- Dinleyicinin kendisindeki ârıza.

     

    5- Dinleyici şahsın âvâmdan olma ârızası.

     

    İmam-ı Gazâlî’ye göre müziği haram kılan ârızaların birincisi: Dinletendeki ârıza: Kendisine bakılması helâl olmayacak şekilde giyinen ve görünen bir kadının, fitneye dâvet eden bir ses ve sözle müzik yapması haramdır. Fitne tehlikesi olan parlak bir genç de bu hükümdedir. Bunların müziğinin haram olması müzikten değil, kendilerinin ve seslerinin fitne unsuru olduğundandır. Hattâ konuşan bir kadının sesinde ve konuşmasında fitne uyandırma tehlikesi varsa, onunla konuşmak ve hattâ Kur’ân-ı Kerîm bile olsa ondan dinlemek câiz olmaz. Yakışıklı genç de aynı hükümdedir.16

     

    Müziği haram kılan ârızaların ikincisi: Müzik âletindeki ârıza: İçki âlemlerinde insanı içki tüketimi için kışkırtacak ve fitneyi tetikleyecek biçimde kullanılan çalgılar haramdır.

     

    Müziği haram kılan ârızaların üçüncüsü: Sesteki ârıza: Kötü, çirkin, ahlâk dışı, fâhiş ve hicvedici sözleri bulunan, dedikodu ve iftira içeren, toplum barışını bozan, fitne yayan, Allah’a, Resûlüne (asm) ve ashabına karşı yalan cümleler içeren müzik parçasını söylemek de, yayınlamak da, dinlemek de haramdır.

     

    Müziği haram kılan ârızaların dördüncüsü: İmam-ı Gazâlî’ye göre dördüncü ârıza kişinin kendisindedir. Bir kişinin müziği şehevî arzûları için tahrik aracı kılması haramdır. Müziğin sözleri ile haram sevmeye heveslenmek haramdır. Müziği kendi nefsânî heves ve arzûları çerçevesinde yorumlamak haramdır. Meselâ, kâkül, gül yanak, ayrılık, kavuşma kelimelerini duyduğu zaman şehveti ve şeytânî duyguları tahrik olan birisi müzik dinlememelidir.

     

    İnsan gönlünde şeytanın ordusundan sayılan şehvet ile, Allah’ın askeri sayılan akıl nûru arasında sürekli bir mücâdele vardır. Müzik bu mücâdelede şehveti tahrik edici değil; akıl nûruna kuvvet verici olmalıdır. Bu iki ordudan birisi kalbi fetheder ve kuşatırsa zaferi elde etmiş olur ve mücâdele biter. Şeytanın müzikle kalbe girip kalbin mânevî neşesini bozmasına izin vermemelidir.

     

    Zamanımızda kalpleri şeytanlar kuşattı. Şarkılar ve müzik parçaları ekseriya şeytanî hevesleri tahrik amacıyla çalınır ve söylenir oldu. Gönül kendisini bir müzik parçasına kaptırmaya görsün; müziğin sazıyla ve sözüyle kendinden geçip, neredeyse kul ve insan olduğunu unutur hale geldi. Öyle ki, nice müzik parçaları ile kendi insanlığını unutan ve kendinden geçen nice gençler, elde jiletle başta kendileri olmak üzere etraflarına zarar verir oldular. İşte böyle müzikten çabuk etkilenen, mânevî terbiye almamış, kendi kimliğini İslâm ahlâkı ile yoğurmamış kişiler müzik dinlememeli. Çünkü bu kişiler müzikten zarar göreceklerdir.

     

    Müziği haram kılan ârızaların beşincisi: Müzik dinleyicisinin âvâmdan olması da bir handikaptır. İşi gücü bırakıp müzik parçaları ile oyalanmak ahmaklıktan ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. Boş vakitleri öldürüp, oyuna ve eğlenceye dalmak cinâyettir. Nasıl küçük günahlar ısrar ve devamla büyür ve büyük günaha dönüşürse, mubahlar da ısrar ve devamla küçük günaha dönüşürler. Mubahları devamlı olarak takip etmek kişiye bir kemâl ve feyiz vermediği gibi, kişinin elde bulunan mâneviyâtından ve feyzinden de bir miktar alır gider.

     

    Nitekim satranç ta böyledir. Parasız veya karşılıksız oynamak şartıyla satranç mubahtır. Fakat satranç oynamaya düşkün olmak ve bunun için faydalı işlere gevşeklik vermek doğru değildir. En azından mekruhtur.

     

    Netice olarak; İmam-ı Gazâlî’ye göre kalbin sıkıntısını yatıştırıp kalbi dünyanın fânî işlerinden soğutarak ibâdetlerine daha bir dikkatle sarılmak amacıyla belirli bir ölçü ile müzik dinlemek mubahtır. Din ve dünyasında daha bir istekle çalışabilmesi için müzik dinlemeyi hoş görmek, yanak üzerindeki ben’in güzelliği gibidir. Eğer o ben, bütün yüzü kaplarsa yüzü çirkinleştirir. Çokluk sebebiyle güzellik çirkinliğe döner. Her güzelliğin çoğu güzellik olamayacağı gibi, her mubahın çoğu da mubahlıkta kalmaz. Meselâ ekmek mubahtır. Fakat çok yemek haramdır. İşte normal şekilde müziğin mubah oluşu, fakat çoğunun haram oluşu bunun gibidir.

     

    Başka örnekler vermek gerekirse; bal helâldir. Fakat mizacı hararetli ve asabî olanlara zarar verdiği için tıbben bu gibilere haramdır.

     

    İmam-ı Gazâlî ilâve ediyor: Eğer müzik boş iş denirse deriz ki: İçinde haram olmamak şartıyla boş iş ve eğlenceden dolayı Allah’ın kullarını sorguya çekmeyeceğini şu âyet bildiriyor: “Allah sizleri yeminlerinizdeki lağvden (boşluk ve yanılgıdan) dolayı mesul tutmaz.”17

     

    Allah adına kasıtsız olarak yemin edip sonra yemininden dönen kimse bundan sorguya çekilmeyecek ise eğer, abartılı olmamak ve harama âlet etmemek şartıyla, şiir ve şarkı söyleyip eğlenen kimse bundan dolayı neden sorguya çekilsin? Müziğin bâtıla benzemesi de haram sayılması için yeterli olmaz. Çünkü bâtıl demek, faydasız şey demektir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, her faydasız şey haram değildir.18

     

    İmam-ı Gazâlî’ye göre bu ârızalar olmadığında kişinin kadın olsun, erkek olsun müzik yapması veya yapılan müziği dinlemesi haram değildir.

     

    İmam-ı Gazâlî, müziğin haram olduğunu söyleyenlerin ileri sürdükleri delillere de cevaplar veriyor. Bunlara özetle temas etmekte fayda var:

     

    1- Müziği haram sayanlar genellikle şu âyete dayanıyorlar: Kur’ân, “İnsanlardan bazıları efsane ve boş sözleri satarlar”19 buyuruyor. İbn-i Mesud, Hasan-ı Basrî ve Nehâî (ra) âyette geçen “boş söz”ün müzikli söz olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz de (asm), “Allah Teâlâ kayneyi, satmasını, parasını ve öğretmesini haram kıldı” buyurmuştur. Kayne içki meclisinde erkeklere şarkı söyleyen kadın demektir.

     

    İmam-ı Gazâlî diyor ki: Bizim buna itirazımız yoktur. Biz zaten yabancı bir kadının fitne ortamında, kendilerinden emin olunmayan fâsıklara şarkı söylemesinin haram olduğunu söylemiştik. Hadiste geçen “Kayne”nin mânâsında fitne vardır. Fakat bundan, bir kadının fitne korkusu olmayan hallerde ve ortamlarda başkaları duysun duymasın, şarkı söylemesinin haram olduğu mânâsı anlaşılmaz.

     

    Kezâ, âyette buyrulduğu gibi, boş sözler ve düzme yalanlarla dînini satarak insanları yoldan çıkarmağa çalışmak haramdır. Buna da diyeceğimiz yoktur. Fakat her şarkı sözü dinini satmak ve insanları azdırıp sapıtmak mânâsını taşımıyor. Âyetin muradı insanları sapıtmaya karşı uyarmaktır.

     

    2- Müziği haram sayanlar, “Şu Kur’ân’a karşı mı alay ederek gülersiniz ve ağlamazsınız da, onun duyulmaması için şarkı söylersiniz!”20 âyetini de delil sayıyorlar.

     

    Biz de deriz ki: Kur’ân’ı dinletmemek için gülmek de, ağlamak da haramdır. Âyet bunları kastediyor. Şüphesiz Müslümanlıkla alay eden şarkı ve türküler de haramdır. Nitekim, “Şâirlere ancak azgınlar uyar”21 âyetinde şâirlerle kastedilen kâfir şâirlerdir. Bu, şiirin kendisinin haram olduğunu değil, şiiri küfürde kullanmanın haram olduğunu gösterir.

     

    3- Müziği haram sayanlar Peygamber Efendimiz’in (asm), “İlk ağlayan ve ilk sözü müzikle söyleyen şeytandır” hadisini de delil sayarlar. Oysa bu hadiste ölü üzerine ağlamak ve ağıt yapmak kastedilmiştir. Şüphesiz Dâvûd Aleyhisselâm’ın ve günahkârların hatâları için ağlamaları haram olmadığı gibi; mubah şekilde şevki ve neşeyi artıran müzik de haram değildir. Nitekim Hazret-i Âişe’nin (ra) evindeki genç kızların yaptıkları iş müzikle söz söylemekti. Peygamber Efendimiz (asm) Medîne’ye teşrif buyurduklarında da Medîneli kadınlar müzikli şiir okumuşlardı.

     

    4-Yine Peygamber Efendimiz’in (asm); “Müzik söyleyerek sesini yükselten kimseye Allah Teâlâ iki şeytan musallat eder. Bu şeytanlar o kimsenin omuzları arasında dururlar ve müziği bitirinceye kadar göğsünü tekmelerler” hadisini müziğin haram sayılmasına delil sayarlar.

     

    Oysa Peygamber Efendimiz (asm) bu hadisinde şehveti ve haram sevmeyi tahrik eden müziği söyleyenleri kastetmiştir. Fakat Allah sevgisini, bayram coşkusunu, evlilik sevincini, çocuk doğması neşesini ve bunun gibi mubah sevinçleri konu alan müzik bunların dışında kalır.

     

    5- Nâfî diyor ki: Ben Abdullah bin Ömer (ra) ile yolda giderken, Abdullah bin Ömer (ra) bir çobanın kaval sesini duydu ve elleri ile kulaklarını tıkayarak yoldan saptı. Bana:

     

    “Ey Nâfî! Hâlâ kaval sesi duyuluyor mu?” diye sordu. Ben:

     

    “Artık duyulmuyor” dediğim zaman kulaklarını açtı ve dedi ki:

     

    “Peygamber Efendimiz’in (asm) de böyle yaptığını gördüm.”

     

    Müziği haram sayanlar bu rivâyeti de delil sayarlar. Oysa eğer kaval dinlemek gerçekten haram olsaydı, Abdullah bin Ömer’in (ra) Nâfî’ye de aynı şeyi emretmesi gerekirdi. Halbuki Nâfî’ye bir şey söylemedi. Kendisinin kulaklarını tıkaması ise o an için çalgı sesinin kendisine olumsuz etki yapmasından korkmasından olabilir. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz de (asm) böyle davranmış; fakat yanında bulunan İbn-i Ömer’i (ra) bundan alı koymamıştır. Bu da onun haram olduğunu değil; sadece onu dinlemekten sakınmanın daha evlâ olduğunu gösterir.

     

    Bundan biz, Peygamber Efendimiz’in (asm) o sırada mânevî müşâhedesini kaval sesi ile bozmak istemediğini anlıyoruz. Çalgı sesinin haram olduğunu değil. Nitekim namazı kıldıran Peygamber Efendimiz (asm) namazda kendisini meşgul ettiği için Ebû Cehm’in işlemeli cübbesini çıkarıp iâde etti. Bundan, işlemeli elbise giymenin haram olduğu anlaşılmaz. Sadece, kalbi olumsuz etkileyen mubahları terk etmenin evlâ olduğu anlaşılır. Zaten biz de kalbi olumsuz etkileyen mubahların bir çoklarını terk etmenin daha evlâ olduğunu söylemekteyiz.22

     

    Müzikle ilgili olarak buraya kadar aldığımız tüm rivâyetleri ve İmam-ı Gazâlî dahil tüm âlimlerin içtihatlarını özetleyecek boyutta bir ölçüyü Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretlerinde buluyoruz. Müziğin haram olup olmama durumunu, hangi şartlarla haram, hangi şartlarla mubah olduğunu Bedîüzzaman, her an şehit olma ile yüz yüze bulunduğu Pasinler savaş cephesinde at sırtında yazdığı İşârâtü’l-İ’câzda özetleyivermiş.

     

    Üstad Bedîüzzaman orada der ki: “Kulaktaki zar nûr-u îmân ile ışıklandığı zaman, kâinâttan gelen mânevî nidâları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”23

     

    Bedîüzzaman’ın müzikle ilgili görüşlerini açmak gerekirse:

    1- Ulvî hüzünleri ve Rabbanî aşkları canlandıran müzik menduptur, helâldir, dinlenir.

    2- Yetîmâne hüzünleri ve nefsanî şehevatı tahrik eden müzik haramdır, dinlenmez.

    3- Şeriatın tayin etmediği kısım ise, dinleyenin ruhuna ve vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.24

     

    Eğer dinleyende yetîmâne hüzünler veya şehevî hisler uyandırıyorsa, haramdır. Eğer dinleyende yetîmâne hüzünler veya şehevî hisler uyandırmıyor; bilâkis, dinleyen kulağına gelen müziği ulvî biçimde –İmam-ı Gazâlî’nin de işâret ettiği şekilde istiârelerle- yorumlayabiliyorsa helâldir ve mubahtır.

     

    Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Müziğe, kayıtsız şartsız “haram” veya kayıtsız şartsız “helâl” demek mümkün değildir. Bedîüzzaman Hazretlerinin müzik dinleme ölçüsü olabilecek biçimde, “Beşer hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesât, beşte birisi olmalı.”25 Sözüyle ifade ettiği ölçüyle önemli ve faydalı işlerimizi aksatmamak ve gevşetmemek, bilâkis kalbimizi dinlendirerek faydalı iş ve ibâdetlerimize ivme kazandırmak amacıyla meşrû müziği dinlemekte bir sakınca yoktur.

     

    Söylenmesi, yayınlaması ve dinlenmesi mubah olan müzik parçasında aşağıdaki özellikler bulunmalıdır:

     

    1- Müziğin sözleri ve klibi yetîmâne hüzünleri işlememelidir.

     

    2- Müziğin sözleri ve klibi şehveti ve nefsânî arzûları tahrik edici olmamalıdır.

     

    3- Müziğin sözleri ve klibi kötülüğü teşvik edici olmamalıdır.

     

    4- Müziğin sözleri ve klibi İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi övücü olmamalıdır.

     

    5- Müziğin sözleri gıybet, iftira, dedikodu… vb gibi başkası hakkında hoş olmayan, başkasını hicveden ve kötüleyen sözler ihtiva etmemelidir.

     

    6- Müziğin sözleri ve klibi kin, intikam, düşmanlık, haset, kıskançlık, adâvet ve nifak tohumları ekmemelidir.

     

    7- Şarkıyı ve türküyü okuyan kimse, müziğinde sesini yumuşatarak, edâ ve cilve yaparak, karşı cinsin kötü arzûlarına itaat edeceğini çağrıştıran bir müzikal, müzik sözü ve ses tonu kullanmaktan kaçınmalıdır.

     

    8- Şarkının sözleri mubah, söyleyiş tarzı mubah, klibi mubah, söylenme veya dinlenme ortamı mubah olmalıdır.

     

    Bütün bunlar gösteriyor ki çalgı aleti çalmak haram değildir. Ancak kullanıldığı yere ve duruma göre helal ve haramlık kazanır.


  9. arkadaş ben ihyadan okuduğumu söyledim merak eden varsa açsın okusun öyle benim dediğime cevap yazsın ordan burdan kopyala yapıştırşla cevap yazmasın benim yazdığıma imam gazali gayet güzel bir şekilde açıklıyor ve haram olduğunu söyleyenlerin kanıtlarınada cevap veriyor.buyurun okuyun.

     

     

    Aynı şekilde, kardeşime katılıyorum.

    İmam Gazali Hazretleri ve buna paralel olarak Bediüzzaman Hazretleri gayet güzel açıklıyorlar durumu.


  10. Bera-yı malûmat size gönderildi.

     

    Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; "Lozan’ın İçyüzü" diye yazılan makaleden.

     

    İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:

    "Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."

    Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

    "Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri-yâni İsmet’in beslediği-azmin, inkâr edilmez delilidir."

    Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının, yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.

    Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat... Sonra Ankara gizli meclis toplantıları... Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: "Din öldürülecektir."

    Lozan Konferansının ikinci sayfası: "..... Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle, bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir."

     

     

    Nihaî Vesika

    Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, "Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:

    "İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.

     

    Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır."

    Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?

     

     

    Gizli anlaşmanın entrikası

     

    Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

    "Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum."

    Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır.

    Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde-yani Mustafa Kemal yanında-emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki, bu tesir, mahut mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türkü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

     

     

     

    İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadis-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hadiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.

     

     

    Risale-i Nur - Emirdağ Lahikası

    S: 277 - 278

     

     

    ------

     

    Ekleme: Tıklayınız:  Lozan Yazıları


  11. Abdurrahman Dilipak, konuyu çok güzel özetleyip, "Ooo piti piti, karamela sepeti..." tekerlemesi gibi, dokuz adet seçeneği önümüze yığmış. Haydin bre vicdan, seç birini. Allahû Alem, belki seçeneklerden birisidir. Öyle ya, hangi seçenek olursa olsun, o seçeneğe muhattap olanların katında hüsn-ü zan etmiş olacağız.

     

    Abdurrahman Dilipak, onuncu seçeneği unutmuş.

     

    Onuncu seçenek mi?

    O da bir hakim tarafından keşfedildi.

    Hem de ne keşif...


  12. Emeği geçenlere teşekkür ederim, Allah razı olsun.

     

    Acizane bizde de 1980'lerin ilk yarısından hatıra kalan Zafer Dergileri ve bu dergide mevcut olan Üstad ile ilgili resimli şiirleri sizlere sunmak istedim. Ayrıca içinde 22 Mayıs 978 tarihli BD dergisinin kapağı ve Üstad'ın yazısı da mevcuttur.

    Siteye resimli olarak sunamadım, resimli olarak sunmak isteyen arkadaş var ise şimdiden Allah razı olsun diyorum...

     

    http://rapidshare.com/files/224361482/USTA...4_MLER.rar.html


  13. Özletmem Gökanım, merak etme sen...

     

     

    ÇOCUKLUĞUM

    Çocukluğum… Nerdesiniz?

    Nereye gittiniz birden?

    Gözlerimde perdesiniz,

    Bilmem kaç katlı demirden!

     

    Perdeyi çekmeye ne güç,

    Ne sabır, ne azim yeter!

    Atta kas, devede hörgüç,

    Bendeyse yağmur yağmur ter!

     

    Çaldılar oyuncağımı,

    Ömür mü suçlu, zaman mı?

    Yedi renkli sancağımı

    O indiren kahraman mı?

     

    O kahraman ben değilim,

    Ben değilim korkmaz, bıkmaz.

    Unuttu yanmayı dilim,

    Artık, içtiğim süt yakmaz!

     

    Nasıl da dönüyor dünya,

    Benim başım çatlayacak!

    Çocukluğumdan bir rüya

    Görmekle rahatlayacak!

     

    Eski sandıkta elbisem,

    Eski sandıkta gocuğum.

    Ne kadar, büyüdüm, desem,

    İşte o kadar çocuğum!..


  14. Güzel kardeşim, "Hazret" ünvanı sadece Peygamberlere mahsus bir ünvan değildir. Bu yüzden ki Peygamber olup, olmadığını bilmediğiniz bir şahıs, en yüzeysel mantıkla velidir. Velilere de hazret demekte bir beis yoktur, onun içindir ki "ar" etmenize de gerek yoktur.

     

    Hazretin kelime anlamını ise "hürmet maksadı ile büyüklere verilen unvan" diye niteleyebiliriz.

     

    Üstad'a, Hazreti Üstad demek, onu putlaştırmaz; nasıl ki Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri yahut Hazreti Halid Bin Velid (Radyallahu Anh) der iken, bu yüce şahsiyetlere "Hazret" demekle, onları putlaştırmıyorsak; aynı şekilde bu durum Üstad Hazretleri'nde de geçerlidir.

     

    İnsan, Allah yolunda, "emr-i bi'l maruf ve nehyi münker" üzerine Kur'an ve Sünnet anlayışını hayatına nakşettirdikten sonra, o insan, Hazreti İnsan'dır.

     

    Bu konuda rahat olabilirsiniz.


  15. Şiir, İbrahim Hakkı Erzurumi Hazretlerinin Marifetnâme isimli eserinde geçer.

    Şiirin aslı şu şekildedir.

     

     

    Tefvizname

    Hak şerleri hayr eyler

    Ârif anı seyreyler

    Zan etme ki gayreyler

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Sen Hakk'a tevekkül kıl

    Sabreyle ve râzı ol

    Tevfiz it ve rahat bul

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Kalbin ana berk eyle

    Takdîrini derk eyle

    Tedbirini terk eyle

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Bil kâdı-i hâcâti

    Terk eyle mürâdâtı

    Kıl ana münacâtı

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Bir işi murâd itme

    Hak'dandır O red itme

    Oldıysa inâd itme

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Hakk'ın olıcak işler

    Ol hikmetini işler

    Boşdur gam u teşvişler

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Hep işleri fâyıkdır

    Neylerse muvâkıfdır

    Birbirine lâyıkdır

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Dilden gamı dûr eyle

    Tefviz-i umûr eyle

    Rabbinle huzûr eyle

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Sen adli zulüm sanma

    Sabr it sakın o sanma

    Teslim ol oda yanma

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Dime şu niçün şöyle

    Bak sonuna sabr eyle

    Yerincedir ol öyle

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Hiç kimseye hor bakma

    Sen nefsine yan çıkma

    İncitme gönül yıkma

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Mü'min işi reng olmaz

    Ârif dili teng olmaz

    Âkıl huyu cenk olmaz

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Hoş sabır cemilimdir

    Allah ki vekilimdir

    Takdîr kefîlimdir

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Her dilde ânın adı

    Her kuladır imdâdı

    Her cânda anın yâdı

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Nâçâr kalacak yerde

    Dermân ider ol derde

    Nâgah açar ol perde

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Her kuluna her anda

    Her anda o bir şânda

    Geh kahr u geh ihsânda

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Geh mu'ti vu geh mâni?

    Geh hâfıd u geh rÂfi?

    Geh dârr u gehi nâfi

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Geh abdin ider ârif

    Her kalbi O'dur sârif

    Geh eymün u geh hâif

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Geh kalbini boş eyler

    Geh aşkına düş eyler

    Geh halkını hoş eyler

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Az ye az uyu az iç

    Dil gülşenine gel güç

    Ten mezlebesinden geç

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Bu nâs ile yorulma

    Kalbinden ırağ olma

    Nefsinle dahi kalma

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Geçmişle geri kalma

    Hâl ile dahi olma

    Müstakbele hem dalma

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Hem dem âni zikreyle

    Hayrân-ı Hak ol söyle

    Zirekliği koy şöyle

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Gel hayrete dal bir yol

    Koy gafleti hâzır ol

    Kendin unut anı bul

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Her sözde bir nasihat var

    Her işde ganîmet var

    Her nesnede zinet var

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Hep rumuz ve işâretdir

    Hep ayn-ı inâyetdir

    Hep gâmız ve bişâretdir

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Bil elsine-i halkı

    Öğren ebed u hulki

    Eklâm-ı Hak ey Hakkı

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

     

    Vallah güzel etmiş

    Tallah güzel etmiş

    Billah güzel etmiş

    Allah görelim netmiş

    Netmişse güzel etmiş


  16. Aklımda kalan kadarı ile iki adet de bizden olsun…

     

    Yavuz Bülent Bakiler, KKTC sorununun zirvede olduğu 60’ların sonu, 70’lerin başlarında, büyük bir coşku içinde, KKTC’de ki kardeşlerimize bir şiir yazar.

    Şiir, her dizede, kafiyeyi sağlayan “daş” sesleri ile bitmektedir.

    Gönüldaş, karındaş, ülküdaş, arkadaş, yoldaş, sırdaş vs.

    Yavuz Bülent Bakiler, şiirini, merhum Osman Yüksel Serdengeçti’ye okutur önce.

    Merhum şöyle bir inceler şiiri ve Yavuz Bülent Bakiler’e tebessüm ederek:

    -Çok güzel, çok beğendim ama şiirde o kadar çok “daş” var ki, bu “daş”ları Akdeniz’e döksek, Kıbrıs’a kadar yürürüz..

     

     

     

     

     

    Merhum anlatıyor.

    Mustafa Kemal, son günlerindedir.

    Ziyaretine, zamanın menfaatçi, yağdanlık tipli, Üstad’ın tabiri ile “hokkabaz” mizaçlı birkaç vekili, bürokratı vs.si gelir ve Mustafa Kemal’in başucuna otururlar.

    Mustafa Kemal, zorlana zorlana başını çevirir ve bunları görür görmez:

    -Siz mi geldiniz eşoğlueş..ler; der.

    Bizim yağdanlıklar sevinç içinde birbirlerine dönerler:

    -Tanıdı bizi, tanıdı bizi.


  17. İctihad kapısı kapalıdır.

     

    Yeri gelmişken;

     

    Üstad Necip Fazıl Hazretlerinin "Doğru Yolun Sapık Kolları" adlı eserinde ictihad kapısı ile ilgili yazdıkları oldukça açıklayıcıdır..

     

    "Devrimizde ve her devirde içtihâd kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak...Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkansıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir "imkânsız" ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil...

    Cins atların atladığı, meselâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?... Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihâd kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük müttefekkirler gelebilir ve bunlar asır yeniliyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbâni Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilâf pürüzü yoktu."

     

     

     

    Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri de

    "İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır"

    diyerek, konuyu gayet güzel açıklıyor.

     

    İlgilenenler için, Risale-i Nur - Sözler - Yirmiyedinci Söz


  18. "Kalbime bu nokta geldi" sözü çok da fena bir söz değil, İslamiyet'in temeli kesinlikle nakil olsa da İslamiyet tamamıyla nakilden ibaret bir din değildir. Öyle olsaydı bugün yaşayamazdı. Papağanların ömrü kısa oluyor malum. Kaldı ki diş dolgusunu yemek artığıyla kıyaslayan da Allah uzun ömürler versin, 86lık nenem değil gördüğünüz gibi. Buna kimse kalkıp da 'Nakil yapıyorum bilader' diyemez. Ayrıca kalbi keşiflerin tamamen itibardan uzak olduğunu da söylemek mümkün değil, 'Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım' şeklindeki meşhur hadis-i kudsinin 'kalbî' bir keşif olduğunu bilirsiniz. Sen kurumuş yemek parçalarının abdeste engel olacağını ve bu yüzden dolgunun caiz olmadığını söyleyerek bir kıyas yapıyorsan, Said-i Nursi'ye aynı metodolojiyi kullandığı için dahleyleyemezsin.

     

     

    trradomir kardeşim yeterince iyi açıklamış.

     

     

    ''KALBİME BÖYLE İLHAM OLDU'' DİYEREK DİN HAKKINDA HÜKÜM VERİLEMEZ..... sözünün mantığı, bize sanki Bediüzzaman Hazretlerinin kuru bir "bid'at"çiden farkı olmadığını dolaylar gibi.

     

    İslam'in nakil dini olduğunu Bediüzzaman Hazretleri mi bilmiyor yani?

    Meğer bizi kandırmış risaleleriyle, bizimle oyun oynamış yıllarca!!!

     

     

    Bazı arkadaşlarda "deruni ahenk kafiyesi"nden daha da derunlerde bir yerlerde ve ismi hiç mi hiç lazım olmayan bir şairin deyimiyle "Bence sen de herkes gibisin" diyerekten, bir "Bediüzzaman Hazretleri" çekememezliği seziyorum. Umarım bu benim fesatlığımdandır; ben hariç, herkes masumdur.


  19. Görünen o ki Gulund kardeş, "Benim babam, senin babanı öyle bir pataklar ki..." mevzusunda epeyi yol kaydetmiş ya da katetmiş. O da olmadı, katletmiş diyelim gitsin.

     

    Teşhis bellidir, çapımız bellidir, had bellidir, aczimiz bellidir.

     

    "Büyüklerin hikmet noktalarında sükut etmek" gibi kocaman bir makam vardır. Haa, her kişiye de bu makam nasip değildir. Kendi tefekkür ve hakikat dairende; aczinin derecesi, çapının ve haddinin derecesiyle paralellik gösterecek ki teşhise ulaşıp, sükut makamına eresin.

     

    Eğer ki "Bediüzzaman Hazretleri (es-sual: Hazretleri mi? el-cevap: Tabiki öyle) velayet mertebesini bırakın, ulema bile değil; ben, alim ve velilerden sorumlu devlet bakanıyım; atamalar benim imzam olmadan olmaz, bana da böyle bir isim ulaşmadı (!!!)" diye bir iddianız var ise hep beraber intisab yönümüzü, teşhis kutbunuza yönlendirelim.


  20. muhsinyazicioglu.jpg

     

     

     

    Kesin sonuçlara göre, merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun memleketi Sivas'ta, BBP açık ara seçimi önde bitirdi.

     

     

     

    SİVAS ONU UNUTMADI

    Muhsin Yazıcıoğlu'nun memleketi Sivas'ta, Büyük Birlik Partisi (BBP), yerel seçimi açık ara önde kazanan parti oldu.

    Sivas merkezde oyların %50.98'ini kazanan BBP Belediye Başkan Adayı Doğan Ürgüp, kesin sonuçlara göre Sivas'ta oyların yarısını alarak başkan oldu.

    İl Genel Meclisini'de büyük bir sürpriz olmazsa, %37.44'lük oy oranıyla, BBP kazandı görünüyor.

     

     

     

     

    ADAYLARIMI SİZE, SİZİ DE ALLAH'A EMANET EDİYORUM

    Son miting konuşmasını bu sözlerle bitirmişti merhum Muhsin Yazıcıoğlu.

    Sivas halkı, merhumun emanetine sahip çıktı ve son sözü söyledi.

     

     

     

     

    MUHSİN YAZICIOĞLU'NUN DOĞDUĞU YER OLAN ŞARKIŞLA, BBP DEDİ

    Merhumun doğduğu ilçe olan Şarkışla'da, %45.49'luk gibi büyük bir farkla, Kasım Gültekin, Şarkışla İlçe Belediye Başkanlığını kazandı.

     

     

     

    BBP'nin SİVAS'TA KAZANIDIĞI DİĞER İLÇELER

    Altınyayla'da Yasin Demirkaynak, %52.9 oranla birinci oldu.

    Gemerek'te sandıkların %95'i açıldı ve Murat Bozbıyık, %27.24 oranla çok az farkla ikinci durumda.

    Suşehri'nde sandıkların %95'i açıldı ve Sedat Sel, %36.26 oranla, az bir farkla önde.

     

     

     

     

    MERHUMUN CENAZESİ SALI GÜNÜ TOPRAĞA VERİLECEK

    Öte yandan, Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesi bugün K.Maraş'tan, uçakla Ankara'ya getirildi. Cenazeyi TBMM Başkanı Köksal Toptan ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek karşıladı.

    Salı günü önce TBMM'de meclis töreni yapılacak ve ardından Kocatepe Camii'nde öğle namazını müteakip cenaze namazı kılınacak. Namazın ardından BBP Genel Merkezinde dualarla karşılanacak olan naaş, duadan sonra toprağa verilecek.

    Merhum için Karşıyaka veya Asri Mezarlığında anıtmezar veya henüz netlik kazanmayan bir yerde Anıtmezar yapılması düşünülüyor.

     

     

    ................................................................................

    ......................

     

     

    Merhum Muhsin Yazıcıoğlu'na ve beraberindekilere Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm İslam Alemine başsağlığı diliyorum.

     

    Şahsen benim gözümde, Efendimizin (SAV) buyurduğu gibi : Yüksekten düşen şehit olur... Hadislerine göre şehitler kervanından bir parça olan sevgili reisimizi asla unutmayacağız.

     

    Bu hatırşinaslığı ve emanet perverliği için de bütün Sivas halkına, sitemiz aracılığı ile teşekkürü bir borç biliyorum.


  21. Kesin bilgi geldi ve Sayın Muhsin Yazıcıoğlu'nun da hayatını kaybettiği açıklandı.

    Çok az da olsa ümidimiz vardı ama Allah büyük, neyi, nasıl isterse öyle yapar elbet.

    "Allah'ın takdirinin önüne geçilmez fakat tedbir almak da Allah'ın Hakim ismine uygun davranmaktır" demiştim daha önceki yazımda da.

     

    Tamamen ihmalsizlik ve sır dolu ölümler.

     

    Bu konu ile ilgili daha ilk günden lakayt davranan, yalan-yanlış haberler ile kriz masasında halkımızı keriz yerine koyan bütün merciilerinin derhal, vakit geçirmeden istifa etmeleri ve olayın sorumlularının daha doğrusu cinayet diye baktığım bu olayın faillerinin bulunması gereklidir.

     

    Bu basit bir kaza değil, bu kurban seçmek, bu katletmektir.

     

    Evet, sayın Reis öyle ya da böyle, birilerince katledildi.

     

     

    Acımız büyük, acziyetimiz büyük.

     

    Yazıklar olsun ki böyle bir düzende yaşıyoruz....

     

     

    Hepimizin ve tüm İslam Alemi'nin başı sağolsun.............

×
×
  • Create New...