Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Miralay

Editor
  • Content Count

    301
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by Miralay


  1. Peygamber Efendimizin sav « Bugünden sonra Mescide açılan kapıların hepsi kapansın, yalnız Ebû Bekr'inki açık kalsın! » beyanını bilip de kuru akıl ve bön mantık sahibi vahhabinin Hz. Ebubekir ra kapısını kapatmış olması ne denli incelik yoksunu olduklarının ispatıdır! (yaptıkları tahrifatın ve tahribatın haddi hesabı yok)

     

    Bunu bilmiyordum gerçekten ilginç!!!

    • Like 1

  2. İnsanları en iyi tanıma yöntemi onlarla belirli süre geçirebileceğiniz aktiviteler yapmaktır. Bunlar yolculuk olabilir, ortak bir mekanı paylaşmak olabilir, bu şekilde insan ilk başta başka insanlarla takındığı iki yüzlü maskesini mecburen belirli süre geçtikten sonra maskesini çıkarmak zorunda kalacaklardır. Bu şekilde de, siz de karşınızdaki insanı gerçek karakteriyle tanımış olacaksınız. Bunun haricindeki şeyler bu dediğimi tamamlayan yardımcı faktörlerdir. Bir kişiyi tanımak için ana faktör bana göre, yolculuk ve ortak bir yeri paylaşmaktır(ev, yurt v.b) gibi...

     


  3. Odtü gibi komünizm kalesi sayılan üniversitede bu şekilde "Anadolucu" izleyici kitlesini büyük bir cesaret örneği olarak bir arada görmek beni şahsen çok memnun etti.

    Odtü deki her öğrenci, aşırı marjinal sol örgüt sempatizanı değildir, fakat bunlar azda olsa, eskiden beri kendilerinin istemediği hiçbir girişime izin vermiyorlar.

    En son, beğenelim veya beğenmeyelim, Başbakanı üniversiteye sokmamaya çalıştılar.

    Bunu da işin tuhaf yanı, özgürlük ve demokrasi adına yapıyorlar.

    Bunların bu yanlarını gördükçe, Üstadın demokrasi yazısını hatırlar ve tebessüm ederim.

    Bunların sahte demokrasi maskelerini çok güzel suratlarından indiriyor.

    Tabiki anlayana!!!!

    Bu tip faaliyetlerin artarak diğer üniversitelere de sıçraması temennisiyle...

     


  4. Hakikaten bu insanlar güneşin hiç olmadığı ya da çok az olduğu zamanda hakk için kıyam etmiş ve şehit edilmiş insanlardır.

    Hakikaten bunların hikayelerini okuduğu zaman insan, hakikaten duygulanıyor.

    Biz rahat yatağımızda horul horul uyurken, bu insanlar bu ülke Müslüman kalmalı demek için canlarını ortaya koymuşlardır.

    Benim aslında anlamadığım nokta ney biiyor musunuz?

    Belki bu güzel insanlardan özür dileyerek sözüme başlamak istiyorum.

    Baktığın zaman, cumhuriyet kurulduğu zaman, Osmanlı gibi İslam devletinden , Cumhuriyet gibi laik rejim kurulması birkaç tane kahramanın haricinde fazla bir tepkiyle karşılaşılmamıştır.

    Bana her zaman bu çok ilginç gelmiştir.

    Osmanlının son döneminde medreselerden yetişen birçok kişi Cumhuriyetinin hukukunun temelini oluşturmuştur.

    Geçenlerde bir yerde okumuştum.

    Demek ki, bu insanlar samimi bir şekilde davalarına inanmış değillerdi.

    Tamamen, günün şartlarına göre, şekil değiştiren iki yüzlü bukalemun tipli kişilerdi.

    Osmanlı padişahlığı kaldırııyor, Osmanlı ailesi sürgüne gönderiliyor, peşinden halifelik ve malumunuz üzerine peş peşe sözüm ona inkilaplar yapılıyor.

    Birkaç tane münferit olaylardan başka ciddi bir direniş göze çarpmıyor.

    Ben yakın tarihi okuduğum zaman, kimsenin fazla üzerinde durmadığı en ilginç ayrıntılardan birisi budur.

    Sizce de ilginç değil midir????


  5. Hasan Karakaya'nın yazısı olmasaydı belki de, bu olaya takılmayacaktım.

    Tamam hükümet belki iyi niyetle bir proje yürütüyor fakat bu konunun sonucunda Hasan Karakaya'nın da üzerinde durduğu gibi, sütü bozuk birisin bulunmasından kaynaklanacak hatayı ne yapacağız.

    Sanki Türkiye'de herşey dört dörtlükmüş gibi, hükümetin bence bu konuya eğilmesini manidar buluyorum.

    İnşallah bu konuda hata yapmazlar.


  6. Yeniçeri kışlasının içinde bir cehennem cümbüşü cereyan ediyormuş gibi, alev alev devrilen kalasların ışıkları duvarları aydınlatıyor. Bu duvarlarda 5 asırlık Ocağın devir devir düşmandan aldığı sancaklar, armalar, türlü silahlar göze çarpıyor ve bu tarihi hatıralar önünde, hiçbir fikir sahibi olmaksızın, aynı vahşetle, devletin başta kurucu ve sonra kurutucu askeri çalı çırpı gibi ateşe veriliyor, ayyuka yükselici feryadlara aldırılmıyordu.(S-290)

     

     

    MENFİ MANASIYLA YENİÇERİ VE YENİÇERİLİK, FİKİR VE İMAN, AŞK VE AHLAKINI KAYBETMİŞ BİR KUVVET MANZUMESİNİN EN CANHIRAŞ VAHŞET MANİVELESİ HALİNE GEÇİŞİDİR VE DÖRT KELİMELİK BİR İFADEYLE FİKİRSİZ KUVVETİN NEFSANİ İHTİLALİDİR.

     

    Fikrin olduğu her yerde her şiddet, operatörün neşteri gibi bir nimet, olmadığı yerde de kaatilin bıçağı şeklinde bir alettir.( S-299)

     

    Zaten bu sır çözülseydi, Yeniçeriyi kaldırmaya ihtiyaç bulunmaz, ocağı girmek kafi gelirdi. (1) numaralı neferin bizzat padişah oduğu ve padişahların "1.orta" birliğinde kayıtlı olduğu ve bir taraftan topyekün ordunun ulufesini verirken öbür taraftan da şahsi neferlik ulufesini aldığı, anene ve mana yatağı bir teşkilatın öldürülen ruhu yerine hangi ruh ikame edilecek ve bir takım intizamlı mankenler halinde Batıdan kopya edilen askere hangi ideal üflenecekti? (S-307)

     

    Üstadın büyük harflerle belirttiği yerler Yeniçeri ve Yeniçerilik davasında konunun özünün oluşturması bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum.

    Aslında alıntıladığım bölümlerin hemen hemen hepsi birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

    Son alıntıladığım yerde bana göre Üstad bu konuda sayfalar dolusu yazılacak şeyleri birkaç önemli ve işin ve konunun özü cümlelerle okuyuca aktarmaya çalışmıştır.

    Son olarak Yeniçerilik konusunda Üstadın bu kitabını okuyanlar salt işin klasik tarihi cereyanından başka dayandığı temeller ve işin özünü bulacaklardır.

    Zaten Üstadın tarihi kitapları hemen hemen hep böyledir.

    Yeniçeri kitabını da bu şekilde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.

    Not: Kesinlikle her münevverin ve özellikle de, günümüzdeki siyasetçilerin bol bol okumaları ve ders almaları gereken bir kitaptır diyebiliriz.


  7. Biz hala gelişmeyi ve ilerlemeyi, sadece toprak almak ve vermek şeklinde değerlendiriyoruz.

    İslam tarihinin geneline baktığımız zaman, Müslümanların Cengiz Han döneminde, şimdikinden daha da zor şartlar altında yaşadıklarını görürüz.

    Ama o dönemde bile, bu şekilde kendi medeniyetinden kırılma olmamıştır.

    Cengiz Han Asya'dan başlayıp hemen hemen bütün İslam dünyasını yakıp yıkmıştır.

    Ama bizim medeniyetimizin temsilcileri o zamanlar dik durdukları için, daha sonra bu dünyayı yakıp yıkan barbarlar, tek tek Müslüman olmaya başlamışlardır.

    Osmanlı zamanında bakıyoruz Arnavutlar, Boşnaklar Osmanlı İslam potasında Müslüman olmuşlardır.

    Ama ne zaman ki, biz İslamiyeti terk etmeye başlamışız, baktığın zaman İslamiyetin gelişmesi de durmuştur.

    Sevgiili kardeşim, şu haber sana ne ifade ediyor?

    http://www.zaman.com.tr/dunya_turksuz-turk-koyunde-karnaval_2052671.html


  8. Sevgili kardeşim,

    Biraz tabirimi umarım mazur görürsün.

    Herşey arz talep meselesidir.

    Bir yerde neye talep varsa, onunla ilgili şeyler açılır.

    İnsanlar giyim, kuşam, yiyecek v.b şeyler talep ediyorlarsa oraya kütüphane değil, tabiki de, bunları rahatça alabileceği avm'ler, mağazalar açılır.

    Birazcık söylediklerim konunun dışında ama, geçenlerde bir kitapta okumuştum.

    Kitabın ismini şimdi hatırlayamıyorum.

    Kitapta şöyle bir cümle geçiyordu.

    "Osmanlı İstanbulunda kadınlar çok düzgün Türkçe ile konuşurlardı. Ama işin daha da ilginci, bu çok güzel bir şekilde Türkçeyi konuşabilen kadınların birçoğu okula bile gitmemişlerdi."

    Bu cümleyi okuduğum zaman, şimdi yaşadığım İstanbulun okumuş ve mektep bitirmiş kadınlarına kızlarına baktım da, bu şekilde güzel Türkçe konuşan, çok az insana rastladım diye bilirim.

    Bu şunu gösteriyor, Osmanlı yıkılma döneminde bile, gerçek anlamda eğitimi insanlara verdiğini göstermez mi???

    Bizde bırakın eğitimi, günümüz dünyasında çok önemli bir yer olan bilgi bile, öğrenilmiyor.

    Yani eğitim olmadığı gibi, öğretim de yok!!!!

    Bunun da yansımasını bundan başka olamazdı.


  9. Pers imparatoru Kambis Mısır seferine çıkarken zaferinden emindi. Çünkü bütün kâhinleri ittifak halindeydi."Zühre yıldızı" demişlerdi hep bir ağızdan; "İmparatorun burcuna girdi." Mısırın fethi yakındı.

     

    Öylede oldu. Kırk gün kırk gece sürer Nil'in yanı başındaki savaş. Ve Mısır düşer.

     

    Ama önceden müjdelenmiş bu fetih acımasız Pers İmparatoruna kâfi gelmez.

     

    Merkiz kalesinin önüne bir otağ kurdurur ve mağlup Mısır Kralı Kısamelutu huzuruna çağırtır.Amacı bellidir mağlup kralı daha da aşağılamak.

     

     

     

    Muzaffer Pers alayları otağın önünden geçer önce. Ardından mağlup Mısır ordusunun Generalleri; başları önde ve yüzlerinde horlanmanın utancı. Generalleri öteki rütbeli askerler izler süngüsü düşmüş mısır ordusunun sefil artıkları... Hangi Kral bu utanç verici manzara karşısında aşağılanmanın ezikliğini duymaz ki.Oysa Mısır kralı yüzünü kırpmamıştı öylesine gururludur öylesine soğukkanlı. Perişan bir halde önünden gecen ordu sanki kendi ordusu değilmiş gibi. Sonra kralın sevgili kızı Mısır prensesi geçer otağın önünden beş paralık bir cariye kılığında. Pers ordusunun çirkin bir aşçı yamağı saçlarından tutup sürükler prensesi. Bunu gören Mısır ahalisinin acı çığlığı yeri göğü inletir. Hangi yürek o güzeller güzeli prensesi böyle bir düşmüşlük içinde görmeye katlanabilir? Fakat Mısır kralının kılı dahi kıpırdamamıştır. Bir aşçı yamağının cariyesi olan kız sanki kendi kızı değilmiş gibi. Az sonra kralın biricik oğlu veliaht prens geçer otağın önünden... Kolları bağlı ayakları prangalı, iki yanında dağ gibi birer Pers askeri darağacına doğru sürüklerler veliaht prensi ve hemen oracıkta idam ederler. Fakat kral kılını bile kıpırdatmaz. Az önce idam edilen oğul sanki kendi oğlu değilmiş gibi...

     

    Sonunda hizmetçisi geçer otağın önünden. Mısır kralı yerden yere atar kendisini. Hizmetçisini zincire vurulmuş görünce acımasızca yumruklar göğsünü, dövündükçe dövünür, iki gözü iki çeşme... Pers İmparatoru hem memnundur bu manzaradan hem de hayretler içindedir... Ordusunu, kızını, oğlunu, ülkesini, her şeyini kaybetmiş kral soğukkanlılığını korurda; maiyetinde en değersiz kişinin hizmetçisinin perişanlığını göründüğünde böylesine yıkılmıştır.

     

     

     

    NEDEN: Çünkü insan en değersiz şeyini kaybedince her şeyi kaybettiğini anlar.

     


  10. Düşünsenize böyle bir kütüphanenin açıldığını,

    Ben bundan çok halkımızın buna verdiği tepkiye önemserim.

    Okumayan bir millet olduğumuz için, ben gelecek tepkileri şimdiden görebiiyorum.

    Çünkü kendim üniversiteden biliyorum, orada bile sözde ülkenin aydın geçinen kesimi orada eğitim görüyor fakat, halimiz içler acısı.

    Normal şartlarda büyük bir üniversitede çok kalabalık olması gereken üniversite kütüphanesi, sınav zamanı hariç çoğunlukla boş sayabiliriz.

    Sözde eğitimli gençler bunu yapıyorsa, herkesin yararlanabileceği, bir kütüphane yaptığınız zaman emin olun ki, birkaç fedakar araştırmacıdan, birkaç yabancı araştırmacıdan ve de birkaç üniversite talebesinden başka birileri olmayacaktır.

    Bence 15 Milyonluk kütüphane ihtiyacı zaten yok, araştıran yok olsun!!!!

    Ama emin olun ki, okuyan bir toplum olsaydık yetkililerde insanların karnını ve cebinden başka, beynini de doldurmaya çalışırlardı.

    "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz"

    Bu herşeyi bütün çıplakığıyla açıklamıyor mu????

    • Like 1

  11. Kitabı okuyanlar dikkat etmişler midir bilmiyorum fakat, ben okuduğum zaman ilk dikkat ettiğim konulardan birisi de, Yeniçeri zulmünden çok çeken ve en sevdiği kişileri Yeniçeri sırtlanların önüne atan bir padişahın, yani 4.Murat'ın daha sonra yaptıkları, Üstadın anlattıığı dile insanı gerçekten dehşete düşürüyor.

    Yeniçeriden daha fazla yeniçeri olmuş bir padişah portresi çıkıyor.

    Ben bu bölümleri okuduğum zaman ne yalan söyleyeyim bu padişaha karşı içimden Yeniçeriler bunu da keşke öldürselermiş diye geçirmedim deği.

    Bilmiyorum sizde öyle bir düşünce oluştu mu?

    Bende oluştu da...


  12. Bunu duymuş, hatta defalarca!!!

    Çok mükemmel bir itiraftır.

    Aslında gerçeğin ortaya çıkması için böyle bir itirafa da gerek yok ama, İttihatçılardan önce ve sonraki Osmanlı haritasına bakanlar, bunu net bir şekilde göreceklerdir.

    Peki benim sormak istediğim bir şey olacak.

    Ülkeyi birkaç sene içerisinde diim diim doğrayıp, bataklığa sürükleyen İttihatçılardan acaba kaç tanesi sonradan sözüm ona ezeli düşmanlarına bu şekilde pişmanlık içeren yazı, şiir v.b düşüncelerini açıklamışlardır?

    Başta Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa olmak üzere diğer İttihatçılardan acaba yaptığından pişman olan olmuş mudur?

    Bununla ilgili malumatı ve bilgisi olan arkadaş varsa bizimle paylaşırsa seviniriz.


  13. Dünyada ilk teşkilatlı, mesleki orduyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhi ve içtimai müesseselerini göstermek için yazılmıştır.

    (Başlarken)

     

    1942 yılında, kendi kurmay dairesindeki makam odasında Mareşal Fevzi Çakmak 'la karşı karşıyayım.

    Mareşal masasında duran bir kitabı bana uzatıp:

    - Bunu gördün mü? dedi., İngilizlerin yeni bir eseri...

    Kitaba baktım:

    - Hayır paşam haberim yok!!!..

    -Yeniçerilik üzerine bir tetkik ve fikir eseri...

    -Çok alakaya değer bir kitap..

    - Evet çok alakaya değer. Her şeyden evvel sana sorayım; Yeniçeriliğin lağvını doğru mu bulursun, yanlış mı?

    - Bu fevkalede deri ve girift bir dava paşam, dedi; ben her şeyden önce Yeniçeriliğin malum hale getirilmesinin , o hale mani topluca fikriyat ve murakabesinin doğru bulurum. İş o hale gelince de Ocağı kökünden kazımayı zaruret kabul ederim.

    - Meraşal kitabı uzatarak şu cevabı verdi:

    - Bu kitap diyor ki, Türkler en büyük hatalarını Yeniçeriliği kaldırmak suretiyle göstermişlerdir. Ocağın içine girip ruhuna nüfuz edecekler ve onu yıkmak değil, düzeltmek yolunu arayacaklardı... Son derece alaka uyandırıcı bir tez kitabı... Tercüme ve neşrettireceğim.

    Mareşale dedim ki:

    - Bu tezleriyle İngilizler demek istiyor ki, Türklere düşen borç, Tanzimat arifesinde kör bir taklit hareketiyle Batılıları benimsemeye kalkışıp tereddiye uğramış kendi eski müesseselerini yıkmak ve böylece mesnetsiz kalmak yerine, öz bünyelerini zaman ve mekanın aydınlığında ıslah etmektir.

     

    Üstad bence burda kitabın ana fikrini, özünü okuyucuya vermektedir.

    Üstadın hemen hemen bütün davalarında olduğu gibi, Yeniçeri davasında da, kullandığı Üslup, körü körüne taklitçilikten ziyade kendi iç bünyesinden günün şartlarına göre, kendi ihtiyacını kendi bularak ıslah etmek o olmuyorsa da, aynı şekilde yerine kurulması düşünülen ordunun da, aynı bunun gibi köklere bağlı olması gerektiği ve yeniçeri ocağına böyle bir ordu kurulduğu zaman kibrit suyu dökülmesi gerektiğini açıklıyor.


  14. Hocanın kalemi ne şiş yansın ne de kebap yansın cinsinden ama, bana göre anlayana hoca tam bamteline dokunuyor, yeter ki, bunu anlayacak feraset olsun bizde.!!!

    Hocanın başka bir konusuna gelcek olursak,

    Yakın tarihin hep yazılan ve çizilen yönlerini hoca katırcıları da ürkütmeden dile getirmiş.

     

    Kemalist inkılâba halkın reaksiyonu ne oldu?İNKILÂB DÜŞMANLARININ VAY HÂLİNE!

     

     

    İnsan hayatında inkılâp (devrim) değil; tekâmül (evrim) esastır. Bu sebeple inkılâplar her zaman gürültülü olmuştur.

     

    Bir ideolojinin eseri veya bir liderin empozesi olduğu için de taraftarları kadar, aleyhtarları vardır. Hatta aleyhtarları daha çoktur. Ama inkılâbın coşkusu içinde muhalifler bir varlık gösteremezler.

     

    Kız gibi meclis

     

    Kemalist inkılâplar, müsait bir zamanda, siyasî ve sosyal bir buhranın hemen arkasından; 1923 seçimleriyle teşekkül eden ve Atatürk’ün tabiriyle “Kız gibi bir meclis” tarafından yapıldı. Ama gerçek mimar, “bir askerî kahraman”dır. Atatürk, tarihin yetiştirdiği en büyük inkılâpçılardandır. İnkılâpları sadece bir ideolojinin değil, ihtiyaçların eseri olarak göstermeyi başarmıştır. Böylece memleket birkaç sene evvel hayal edilemeyecek değişikliklere sahne olmuştur. İnkılâpların nüvesini ortaya atan Jön Türkler bile muhtemelen bu kadarını ummamıştır.

     

    İnkılâba reaksiyon, daha Ankara hareketinin başladığı yıllara gider. Padişah otoritesine karşı İttihatçıların yeni bir atraksiyonu olarak görülen bu teşebbüs, Urfa, Yozgat, Konya, Bolu, Adapazarı, Gönen başta olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerinde isyanlarla karşılanmıştır. İsyanların gerekçesi, Ankara’nın, bitmiş bir memleketin savaştan bezgin ve yorgun halkından yeni vergiler ve asker toplaması olmuştur. Ancak ciddi bir organize ve maddî güçten mahrum olan bu hareketler, kanlı ve zahmetli bir şekilde bastırılmıştır.

     

    Zaferin ardından inkılâplara ilk reaksiyon Atatürk’ün yakın çevresinden gelmiştir. Bunlar gerici şahsiyetler değildir. Ancak inkılâpları millî bünyeye aykırı görmekte; rejimin diktatörlüğe kaydığını düşünmektedir. Bu muhalifler siyasî olarak tasfiye edilmiştir. Tâ Yunan Harbi sırasında Ankara’ya dudak büken; şimdi de inkılâplar tenkit eden muhafazakâr İstanbul matbuatı ve entelektüelleri de, İzmir suikasti ve ardından Şeyh Said hâdisesi vesilesiyle hizaya getirilmiş; hatta o zamana kadar İstanbul’a gelmekten çekinen M. Kemal Paşa, bu sükûnet üzerine ilk defa 1927’de İstanbul’a gelebilmiştir.

     

    Halkın, inkılâplara karşı reaksiyonu ise cılız kalmıştır. Bunu sosyo-psikolojik bakımdan analiz eden pek yoktur. An’anevî itaat kültürü; yorgun, bitkin bir halkın zaruri suskunluğu; eski düzen aleyhinde ciddi bir propagandanın tesiri ve Avrupa’nın inkılâplara desteği ile izah etmek mümkündür. İttihatçılar, memleket çapında geniş ve güçlü bir teşkilat kurmuştu. Ankara hareketinin içinde yer alınca, bu gücü kullandılar. Muhalifler hiçbir zaman bu kadar güçlü olamadı. Başkaldırıyı teşkilatlandıracak tek güç olan ilmiye sınıfı, daha Meşrutiyet devrinde sindirilmişti. Kemalist inkılâp, bu bakımdanİttihatçılara borçlu sayılır.

     

     

    İtaat kültürü

     

    Saltanatın, ardından halifeliğin kaldırılması ile hanedanın sürgünü, pek bir reaksiyon almamıştır. Halktan bu kadarını beklemeyen Osman Gazi torunları çok şaşırmıştır. Mamafih Silifke, Reşadiye, Bursa, Adapazarı ve Konya’da kıpırdanmalar olmuşsa da, sert tedbirlerle bastırılmıştır. Şeriatın tamamen kaldırıldığı 1926 medenî kanun inkılâbına pek aldıran olmamıştır. Türklerin bin yıllık yazısının kaldırıldığı, an’anevî kültüre ağır bir darbe indirmiş olması lâzım gelen harf inkılâbına da ciddî bir muhalefete rastlanmaz. Sadece eski mebuslardan Seyyid Taha Efendi’nin “Keşke milletin boynuna haç assalardı da, bunu yapmasalardı. Millet dinini kaybedecek” diyerek felç geçirip vefat ettiği anlatılır.

     

    Ancak dinî hayata bunlar kadar tesiri olmadığı halde, şapka inkılâbı, şaşırtıcı bir reaksiyona sebebiyet vermiştir. Konya, Rize, Erzurum, Sivas, Kayseri, Maraş, Erbaa, Giresun gibi şehirlerde çıkan isyanlar kanlı bastırılmış; Hamidiye zırhlısı Rize’yi denizden bombardıman etmiştir. İbret-i âlem için 57 sarıklı asılmış; hatta inkılâptan çok önce yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitabından dolayı kanunlar geriye yürütülerek eski müderrislerden İskilipli Atıf Efendi de idam edilmiştir. Rizeliler, “Atma Hamidiye atma din kardeşiyuk/Şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk” diyerek boyun eğmiştir.

     

     

    Osmanlı tarihinde inkılâp deyince ilk akla Sultan II. Mahmud gelir. Memurların fes, setre ve pantolon giymelerini emretmiş; ilmiye ve halkın kıyafetine karışmamıştı. Avrupa’nın alelâde bir taklidi değil, millî bünyeye uygun bir ıslahat olduğu halde, bazı kesimlerden “Gâvur Padişah” damgası yemekten kurtulamadı. İnsanlar, şekle düşkündür. Serpuşun, o zamanki İslâm kültüründe mühim bir yeri vardı. Şapka giymek, dinden çıkmakla bir tutulurdu. Avrupalılara “gâvurluklarının” şiddetini ifade etmek üzere “Şapkalı Gâvur” demek âdetti. Bunun dışında 1932 tarihli Arapça ezan yasağına karşı, Bursa’da patlak veren ciddi bir isyan, askerlerin müdahalesiyle durdurulabilmiştir.

     

    Her inkılâp, muhaliflerini sindirmek üzere çeşitli tedbirler almıştır. Fransa’da, Rusya’da, Çin’de, Almanya’da da böyle olmuştur. Ankara da, 1793 tarihli Fransız İhtilâl Mahkemelerinden ilhamla 1920’de çeşitli şehirlerde İstiklâl Mahkemesikurdu. Bunlara asker kaçaklarını takip etmek ve Anadolu halkından, Ankara hareketine karşı çıkanların cezalandırılması vazifesi verildi. Hâkimleri hukukçu değil de, mebuslardan seçilen, doğrudan meclis başkanına bağlı bu mahkemeler 7 sene boyunca 83 bin zanlıyı muhakeme etmiş; 4500 idam olmak üzere 50 bin kişiyi cezalandırmıştır. İnkılâplara reaksiyondan başka bir şey olmayan Kürt isyanlarını bastırma harekâtlarında imhâ edilen on binlerce köylü, bu sayıya dâhil değildir. Bursa, Yozgat gibi isyancı şehirler bile ceza almış; yatırımdan mahrum edilmiştir. İnkılâpları halkoyuna sunmaktan kaçınmanın ve demokratik bir meclis kurmamanın ne kadar isabetli olduğu da böylece ortaya çıkmıştır.

     

    http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=435


  15. Mitajanı kardeşim, senin yazı da ilginçmiş.

    Bizim köyde satılmış, satuk isimli kişiler vardı, vallahi ne yalan söyleyeyim, kendi kendime düşünürdüm.

    Yav dünyada başka isim mi kalmadı da bu isimleri verdiler derdim.

    Onun da kaynağını öğrenmiş olduk.


  16. Konu Ekrem Buğra Ekinci olduğu için, bu sayfada onunla ilgili yazılar olabileceğine düşündüm.

    Onu benim oldukça ilgimi çeken yazısını buraya aktarıyorum.

    Umarım siz de beğirsiniz!!!

     

    RENKLİ KITA HİNDİSTAN’DAN GARİP ÂDETLER

    Yüzlerce ırkın yaşadığı, binlerce dilin konuşulduğu renkli kıta Hindistan’da, hiçbir yere benzemeyen nice âdetler vardır. Bunlar göreni ve duyanı hayrette bırakır.

    Yedi kocalı Hürmüz

     

    Eskiden Hindistan’da bir kadının birden fazla kocası olabilirdi. Erkek kardeşler, umumiyetle aynı kadınla evlenirdi. Bu âdetSeylan’da 1858’den sonraki İngiliz işgaline kadar sürdü. Hindistan’ın kuzeyindeki Tibet’te hâlâ rastlanmaktadır.

     

    İlle oğlan çocuk

     

    Evlilikten maksat soyunu devam ettirecek ve atalara ibadeti idare edecek bir oğul yetiştirmektir. Bu sebeple çocuğu olmayan erkeğe evlat edinmek veya karısını kendi kan akrabasından birine çocuk kazanması için göndermek düşer. Oğlu olmayan erkek, kızını evlendirirken doğacak olan çocuğunun kendi oğlu olacağını şart koşabilir. Bu takdirde o torun, dedesinin oğlu yerine geçer. Aileye yük ve utanç olarak görüldüğü için kız çocukları öldürülür. Bu bilhassa üst sınıf Hindliler arasında yaygındır. Bugün bile gebeliğin sonlandırılmasıyla devam eden ve nüfusta kadın/erkek dengesizliği meydana getiren âdet sebebiyle, Hindistan’da ultrasonla çocuğun cinsiyetini öğrenmek yasaklanmıştır.

     

    Diri diri yakılan kadınlar

     

    Evli kadının, öldükten sonra da kocasını mutlu etmesi ve onun günahlarından arınmasına yardımcı olması gerekir. Bu sebeple dul kadınlar intiharı seçer veya seçmesi beklenir. Umumiyetle de ölü kocalarıyla beraber yakılır. Yakma âdetinin bulunmadığı bazı Hindu cemiyetlerinde ölüyle gömülür. Bu âdete sati veya devanagari denir. Yakılanın sadece dul olması gerekmez; kadın, erkek, hizmetkâr, arkadaş herkes, sadakatlerini böyle gösterebilir. Japonya’daki seppuku âdetine benzer.

     

    Babürlü hükümdarları sati ile mücadele etti. Hümayun, vergi getirdi; Ekber Şah, kadına düşünme müddeti tanıdı; Şah Cihan çocuklu dullar için sati’yi yasakladı. Evrengzib Şah ise 1663’te memurlarına sati engelleme emri verdi. Fakat tatbikat gizliden gizliye sürdü. İngiliz sömürge hükümeti 1829’da kanun dışı ilan etti. Jaypur’da 1846’da yasaklandı. Nepal’de XX. asra kadar sürdü. Bali’de 1905’e kadar asiller tarafından tatbik edildi. 1987 tarihli kanuna rağmen, Racastan’da hâlâ rastlanır. Geçenlerde kocasıyla beraber yakılmayı isteyen bir kadının haberi medyaya aksetti.

     

    1859 senesinde Çovdhari-Chowdhary-Novbet Rama namındaki racanın vefatında, Brahmanlar (din adamları) cennette kocasıyla olsun diye karısı Kirami’nin yakılmasına karar verdi. Kadına esrar ve afyon gibi his iptal edici şeyler verip bayılttıktan sonra, sedye ile ateşe götürürken, İngiliz memurları haber alıp kurtardılar. Brahmanlar, kadın gayet günahkâr olduğu için, bu dünyada biraz daha günah kazansın diye beyaz şapkalı şeytanlar vasıtasıyla alıkonduğuna hükmettiler.

     

    Masumsan ateşe atla!

     

    Vaktiyle Hind mahkemelerinde delil yoksa adlî tecrübelere müracaat edilirdi. En meşhurları şunlardı: Zanlı tartılır; ikisinde de aynı gelirse masumdur. Zanlının eline kızgın demir verilir; tutabilirse masumdur. Zanlıya zehirli ot yedirilir, ölmezse masumdur. Mâbedlerdekiputların yıkandığı sular zanlıya içirilir; üç hafta zarfında hastalanmazsa masumdur.

     

    Ölümlerden ölüm beğen!

     

    Hindistan’da intihar suç ve günah değil, beğenilen bir iştir. İntihar etmek isteyen, üç gün oruç tutar. Sonra ölünceye kadar aç kalmak, karlara gömülmek, ateşe veya su kuyusuna atılmak, timsahlara atlamak, kendini hançerlemek suretiyle intihar gerçekleşir. İhtiyarların kayıkla Ganj nehrine açılarak kendisini suya atması yaygındır. İhtiyar veya hasta, güzel elbiseleri giydirilip med-cezir sebebiyle suyun çekildiği yere götürülüp bırakılır. Sular yükselince, onu alıp götürür. Aklı başına gelip kaçarsa, şerefini kaybetmiş sayılacağından kimse kendisini kabul etmez. Bir köşede açlık ve pislik içinde hayatını tamamlar. İngilizler bu âdeti de şiddetle yasaklamıştır.

     

    Cennete akan nehir

     

    Ganj nehrinin cennete aktığına inanılır. Kıyısındaki Benares, bir hac şehridir. Her yerden gelen Hindular, güneş doğarken burada Ganj’a girip yıkanarak günahlarından temizlendiğine inanır. Hindular ölülerini yakarak küllerini Ganj nehrine atar. Fakirler, kâfi mikdarda odun bulamadığı için ölülerin ancak bir kısmını yakabilir. Sonra bu hâliyle nehre atar. Bu da akbaba ve timsahlar için bir ziyafet demektir. Şimdi belediye bunlara odun temin etmektedir. Herkes ölüsünü Ganj’a götüremez. Şimdi ölüler şehirlerdeki krematoryumlarda yakılmaktadır. Hindistan’da mezarcı veya mermerci yerine, adım başı kül için vazo yapıp satan dükkânlara rastlanır.

     

    Öküz değil inek

     

    Krişna adını verdikleri tanrının avatarı (yeniden bedene gelmiş hâli) olduğu için Hindular ineği mukaddes bilir. Yemin ederken bu hayvanın kuyruğunu tutar. Sokaklarda rahatça gezer. Etini yemezler. Bazıları inek idrarı ile temizlenir; dışkısını alnına sürer. İnek, bir pazarcının sebzelerini yese kızmak şöyle dursun memnun olur. Bir kimse, kazara bir ineği öldürse, altı aydan bir seneye kadar yıkanmaz, sakalını ve tırnağını kesmez, bina içinde yatamaz, işine gidemez, giyinmez. Ceza bitince, kavak ağacına benzer mukaddes pipal ağacı altında Brahmanlarla hısım akrabasına ziyafet vererek, çok mikdarda tereyağını o ağacın yapraklarıyla yakarak kırklandıktan sonra temizlenip eski hâline dönmesine müsaade olunur.

     

    http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=410


  17. Aslında bu konunun çok değişik nedenleri var.

    Nedenlerden birisi de, bana göre en önemlisi, biz Müslüman ailelerin bu konudaki bakış açısıdır.

    Söylediğimi açarsak;

    Bizim büyüklerimizle zaman zaman konuştuğunuz zaman, her zaman şu serzenişte bulunduklarını görürsünüz.

    "Kızım senin annen çok istemesine rağmen, okuyamadı ama sen öyle olmayacaaksın, elimden geldiğince, bütün imkanlarımı seferber ederek seni okutmaya çalışacağım."

    Baştan bu düşünceyle yetiştirilen birisi islami bir eğitim alsa bile, bunu hayatına geçirmesi mümkün değildir.

    En başında anne-baba her türlü krediyi sağlamıştır.

    Eğitim esnasında, kız sorar "baba-anne bilmem ne tiyatro kursu var, bütün arkadaşlarım gidiyor ben de gitmek istiyorum, lütfen bende gideyim, lütfen lütfen" der.

    Baba da kızı okuyacaktır ya, büyük adam olacaktır ya, kızını kırmaz.

    Hemen hemen ilkokuldan üniversiteye kadar kızının bütün isteklerini, bir dediğini iki etmemeye çalışır.

    Her ne olursa olsun kızı okuyup iş sahibi olacak ya!!!!

    Ne demişler, rüzgar eken, fırtına biçer!


  18. Yeryüzünde PKKyı en iyi izleyen devlet İsrail... Teröristlerin kamplarını elektronik gözlerle sürekli olarak izliyorlar, telefon görüşmelerini düzenli olarak dinliyorlar ve kayda alıyorlar. İsrail uyduları hep bu bölgede. Ayrıca tanımlanamayan insansız hava araçları bölge semalarında zaman zaman görünüp, kayboluyor.

    İsrail PKK kamplarını BBG evine çevirmiş durumda . Bırakınız önemli manevraları, örgüt üyelerinin tuvaletten çıkarken çektiği pantolona kadar canlı olarak izliyorlar. Çektikleri halaylar, yedikleri yemekler ve elbette Türkiye sınırına dönük hareketlenmeleri hep kayıtlarda... Buna bir de canlı sızmalardan gelen bilgileri ve yönlendirmeleri ekleyin...

    Peki, İsrail PKK ile neden bu kadar yakından ilgileniyor dersiniz? Neden bu örgüt İsrail için bu kadar önemli?

    İsrailden sonra örgütü en fazla izleyen ülke ABD. Hatta ABDnin kapasitesi İsrailinkinden çok daha fazla. Ancak şu günlerde ilgisi İsrailinki kadar yüksek değil. Ama onlar da diledikleri an istedikleri hatta girebiliyorlar, kim nerede ne yapıyor eğer isterlerse büyük oranda izleyebiliyorlar. Ayrıca ABDnin elinde PKK mağaralarını kısa sürede yerle bir edebilecek, yer altına nüfuz edebilen silahlar da var. Fakat vermiyorlar, Türkiye için de kullanmak istemiyorlar...

    Dahası ABD ve kısmen İsrail ile İngiltere, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin bölgedeki uzantıları arasında sıkı dostluklar var. Birinin gördüğünü çoğu kez bir diğeri de görüyor. İstihbarat paylaşımı üst düzeyde, adeta ortak havuz gibi çalışıyorlar...

    Bölgesel aktörler

    Arap Baharı Kürt sorununa yerel aktörleri daha fazla soktu. Özellikle Suriyedeki tutumu nedeniyle İranmerkezli olarak Türkiye karşıtı bir blok oluştu. Irakta Maliki, Suriyede Esad Rejimi ve Lübnanda Hizbullahbu bloğun doğal üyeleri. Küresel düzlemde ise Rusya ve Çin grubun partneri.

    İran çeşitli nedenlerden dolayı Türkiyeye doğrudan tavır almakta zorlanıyor. Dolaylı tutumda ise en masrafsız araç şüphesiz terör. Bu sayede Irak, İran ve Suriye toprakları PKK için serbest bölgeye döndü. Ayrıca bahsettiğim blok Kürt politikasında PYD, Maliki ve PKK üzerinden sürekli olarak Türkiyeyi sıkıştırıyor. Türkiyenin Barzani ve Kuzey Irak hamleleri bir anlamda bu ataklara birer cevap niteliğinde.

    İşin tuhaf yanı Türkiyenin Kuzey Iraktaki Kürt hamlelerinden ABDnin çok rahatsız olması. SankiAmerikalılar İran+Kürtler formülünden daha çok Türkiye+Kürtler formülünden rahatsız oluyorlar . Belki onlar da biliyor, eğer Türkiye tüm Kürtleri yanına almayı başarabilirse kontrol edilemez bir güç haline gelebilir.

    PJAKa ne oldu

    Bir diğer izahı güç hal ise PKKnın İran kolu olan PJAKın adeta buharlaşmış olması. İranlılar PJAKı kaba güçle yok ettiklerini söylüyorlar. PJAK dediğimiz ABD ve İsrailin silahla, istihbarat ve parayla desteklediği bir üçüncü koldu. Dolayısıyla insan sormadan edemiyor, ABD ve İsrail PKKnın İran kolundan İranın lehine olacağını bile bile neden vazgeçtiler acaba? PJAK ortadan kalkınca PKKnın sadece Türkiyeye yükleneceğini tahmin etmemiş olabilirler mi?

    Devamı için aşağıdaki linkte tıklayabilirsiniz.

    http://haber.stargazete.com/yazar/pkk-sorununun-uluslararasi-baglantilari/yazi-718439


  19. Üstadın ayasofya konferansından,

    "Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

     

    Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek..."

     

    Beni çok etkileyen ve bana göre bu davanın temeli olan bir düşüncedir.

    Konunun bamtelidir.

    Ne kadar süslü ve uzun edebi cümlelerle anlatılırsa anlatılsan bana göre, konunun özünü hiçbir zaman bu şekilde yakalayamazsınız!!!

    Biz görürmüyüz bilmem fakat, Ayasofya açıldığı zaman bunların olacağından kimsenin şüphesi olmasın!!

×
×
  • Create New...