Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1. Kazım Karabekir'in eseri sansürlü... Hadi bakalım onun sansüre uğramamış şeklini bulalım ve tabi bulabilirsek.

    İsmet inönü, söylenenlere göre Anadolunun kurtulmasına imkan olmadığını düşündüğünden, bu işleri bir köşeye bırakıp, çiftlik kurmayı bile düşünmüş.

    Ben hep derim, deyim yerindeyse, hani adamlar katildir, ama suçu başkalarına atarlar.

    Menderes'in asılmasının bir sebebide, Kıbrıs'ın satılması idi. Halbuki Kıbrıs Lozan'da verilmiş gibi bir şeydi... Ha bu arada Menderes'in Kıbrısı sattığı da yok...

     

    Erzurum Kongresine Atatürk'ün, daha doğrusu Mustafa Kemalin gelişi sorun olmuş... Netekim, istifa ettiği halde üniformasını çıkarmayan Mustafa Kemal, Erzurum Kongresine ancak üniformasını çıkararak kabul edilmiş. Ha bu arada, Mustafa kemal'in alınan rütbeleri, Vahdeddin tarafından geri verilmişti. Yahu Atatürk, henüz Atatürk olmadan önce Osmanlı mebusan meclis başkanı olmak istiyordu.

     

    Evet, arşivler açılmadığı için, işte böyle çelişki yumağı içinde kalıyoruz.


  2. Seyir

     

     

     

    Çıktım bir tepeye, daldım seyrine dünyanın;

     

    Kimi zalim olmuş, kimi meftunu, hülyanın!

     

     

     

    Ellerde kadehler, eller semaya kalkmış,

     

    İyiler, kötüler birbirine karışmış

     

    Yağ olsaydı suda, seçerdik biz güzeli;

     

    Garip oldu insan, ruha zehir süzeli

     

    Bir çocuk dilinde, Peygamberden ne haber?

     

    Nesil nesli boğmuş, dilde bir yafta: Geber!

     

    Yalana yalan katmış, yalan hakikati;

     

    Bir yalan, bin doğruya Yalancılık kati!

     

    Çölde, bize serap nur; hasretimiz nura,

     

    Kumlar altında fıtrat, üfler mi ki sura?

     

    Irmak yatağın arar, bizde ki durum ne?

     

    Balık kavağa çıkmaz Çıkmışsa, kime ne?

     

    Tarih Bir masal mı? Kahramanlar, hainler;

     

    Kelimeler bir gemi, kaptanı zalimler!

     

    Hayatımız roman mı? Romanlar hayatmış

     

    Hayat nedir, gaye ne? Hikmetler bayatmış

     

    Camiler vicdan olmuş, kapanmış içine,

     

    Bir girdap gibi çekmiş, ne varsa içine

     

     

     

    Çıktım bir tepeye, daldım seyrine dünyanın;

     

    Kimi zalim olmuş, kimi meftunu, hülyanın!


  3. Ben farkındayım zaten. Arap alfabesini kullanmamız onların tesirinde olacağımızı göstermez, doğru, ama yüzyıllarca kalmışız. Özellikle de Farslıların. Yoksa divan edebiyatı nerden çıktı(Divan edebiyatına laf söylediğim anlaşılmasın.), ya da Mevlana niye Farsça yazdı mesnevisini. Türkçe yazabilirdi. Latin harflerini kullanınca da başkalarının tesirinde kalabiliriz, bu da doğru. Bu kısmı aydınlatmaya şu anda vaktim olmadığı için detaylandıramıyorum. Timurlenk'in müslüman olduğunu ben de biliyorum. Benim deyişim, Timur'un Yavuz'a kıyaslanmasına binaendir.

     

     

    Ah kardeşim, Mevlana Türkçe de yazsaydı Mesnevisini, biz yine okuyamazdık onu. Hadi bakalım, Yunus Emre şiirlerini okuyalım... Hani günümüz Türkçesiyle bu zor. Ayrıca biz, sadece Türkçeye bağlı kalmakla dilimizi sınırlandırmış, sert kalıplar içinde boğmuş olmuyor muyuz? O zaman harf inkilabına niye çatıyoruz ki? Yani dilimize yerleşmiş Arapça ve Farsça kelimeler dilimizin zenginliğidir. Mesela bu zenginlik bahsini somutlaştıralım: Yunus Emre enfes Türkçesiyle gönül pınarlarından akıttığı şiirlerinin pek çoğunda nefs kelimesi geçer. Şu nefs kelimesinin bire bir anlamı, yahu bırakın Türkçeyi dünyanın hiç bir dilinde karşılayacak bir kelime yok. Şimdi nefs artık dilimize yerleşmiştir.

    Ayrıca milletlerin birbirlerinden etkilenmeleri, inanın çok normal bir şey. Fıtrat meselesi... Zaten biz kavimler olarak yaratıldık ki, birbirimizden etkilenelim. Ama bu, bir milletin bir millete baskısı anlamında değil ve olamazda... Çünkü burada evrensel bir olgudan, yani dinden söz ediyoruz. Yani daha açık olursak, bizdeki camilerle, arapların camii mimarileri çok farlıdır mesela... Ama her iki mimari de camiidir neticede... Demek istediğim bizi etkileyen evrensel değerlerdir burada, Arapların camii mimarisi değil... Biz bu evrensel değerleri kendi kültür yapımızla şekillendiririz ve mesela uzun minareli camiler yaparız. bu mimari yapısı da bize has olur... İşte tam da burada ve özellikle son yüzyılda kültürümüzü devre dışı bırakarak dışarıdan taklit yoluyla aldığımız batı değerleri diyelim, bizi asıl benliğimizden koparandır.

    Yazanel kardeşim; lütfen bu yazıyı kendine cevap diye algılama. Ben bu mevzuu ile ilgili fikirlerimi yazdım.


  4. Batı Felsefesi yahut Doğu Felsefesi...

    Batı Felsefesi deyince, aklımızda bir şeyler canlanıyor da, ya Doğu Felsefesi deyince?

    Mesela Matematik ilmi bir felsefe olarak kabul ediliyordu. Sonra işte, pek çok felsefe akımları çıktı ortaya...

    Aslında Batı Felsefesinin muhasebesini iyi yapan bir düşünür, İslam'ın bunlardan çok farklı bir mahiyete sahip olduğunu yakin bir şekilde görür. Efendim İmam Gazali bunlardan birisidir mesela...

    Hazır Batı felsefesinden mevzuuya girdik... O halde, eğitim alanından vakıayı tahlil etmeye çalışalım. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz'lerinin öğrenci-öğretmen ilişkilerini İslam edebine göre anlatan enfes bir risalesi vardır. Peki... Ben bir eğitim fakültesinde okuduğum halde, bu enfes risaleyi bana göstermediler, şifayen de olsa... Ya neyi gösterdiler? Neyi olacak efendim, Batı Felsefesini kendine temel almış değerler sistemini. Bu değerleer sisteminin dayandığı mesnet ise faydacılık... İdeal insan şöyledir onlara göre: Mutlu, kendine son derece güvenen, sanki dağları o yaratmış edasıyla ve kendi kendine oluşturduğu düşünce havuzuyla bir takım kararlar almak. Dayanak noktası ise demokrasi...

     

    Felsefe deyince, bir şey anlamayız aslında ve hemen deriz: Neyin felsefesi? Sonra bu ifadenin önüne bir şeyler ekler de ekleriz, ha ekleriz. Şu felsefesi, bu felsefesi... Ondan sonra çıkar derler ki, İslam Felsefesi... Hani İslam'ı demokrasiye zemin olarak çok elverişli görenler var ya, işte onlar gibi İslam'ı felsefeye de onaylatırlar. Halbuki bunlar çok farklı şeylerdir ve biri direk insan fıtratına hitap ederken, diğeri ise zaman ve mekan içinde sınırlı hareket ederek insanların sorunlarına güya çare olmaya çalışırlar. Ha bir de demokrasinin ahlakı yok ya, İslam'ı da ona ahlak yapmaya çalışırlar. Bazı ahkam ayetlerini ayıklayarak tabiki...

     

    Yahu AB bizi niye kabul etmiyor?


  5. D.Mehmet Doğan - Vakit

    2009-06-02

    Necip Fâzıl için gecikmiş bir yazı

     

    Geçen hafta, Necip Fâzılın vefat yıldönümü idi. Bu sene Necip Fâzıl Kısakürek merhumla ilgili fazla anma toplantısı yapılmadı. Geçen yıl vefatının 25. yıldönümü vesilesi ile, Üstadın anılması yönünde hayli gayret sarf edildiğini hatırlıyoruz. Biz de birkaçına katılmış ve Necip Fâzıl gibi önemli bir şahsiyetin, bir fikir ve hareket adamının anılarak millet hafzasında diri tutulması konusunda görüşlerimizi beyan etmiştik.

    Necip Fâzılın kişiliği, eserleri ve aksiyonu hakkında söylediklerimizden başka neden böyle bir bahse yer vermek ihtiyacını duymuştuk? Çünkü, artık Necip Fâzılla tanışan, sağlığında konuşmalarını dinleyen, fikirlerini canlı olarak edinen, şiirlerini ezberleyen ve heyecanını yaşatan kesim yaşlanıyor. Günlük gaileler, siyaset tuzakları, konformizm, Necip Fâzılı ve onun ısrarla savunduğu fikirleri benimsemek iddiasında olanları farklılaştırıyor.

    Son katıldığım toplantılarda, işin iyice tavsadığına, Necip Fâzılın şiirinden, fikrinden ve aksiyonundan derinlemesine bahsedilmek yerine, Üstadla ilgili hatıralar ve fıkralar anlatılmaya yönelindiğine şahid olmuştum.

    Necip Fâzıl ve mücadelesi, Türkiyenin temel meselelerini doğru kavrama, insanımızı mümin kişiliği ile yaşatma konusunda bizi harekete geçirmiyorsa, kendini üstadcı sayanların durup düşünmesi lâzım.

    Necip Fâzıl muhibleri cevaplar mı bilmiyorum. İnternette dolaşırken, bir yazı gözüme ilişti. Muhtemelen bir ergenekon tezgâhı ile öldürülen meşhur bir gazeteci-yazarın, Necip Fazılı Atatürk düşmanı olarak niteleyen yazısını çürütmek için epey emek sarf edilmiş. Necip Fâzılın 1938de, Atatürkün ölümünden sonra yazdığı bir yazı esas alınarak bir düşünce geliştirilmeye çalışılmış.

    Elbette Necip Fâzılın, Atatürkün veya başka bir şahsın düşmanı olarak nitelenmesi yanlıştır. Necip Fâzılın güçlü bir inancı ve düşüncesi vardır, bu çerçevede ortaya koyduğu fikir ve aksiyonu vardır. Bu fikir ve aksiyon, şuna veya buna düşmanlık esası üzerine bina edilmemiştir. Fakat, Necip Fâzılın yeni Türkiyeyi oluşturan paradigmaya çok sert karşılık verdiğini akıldan çıkarmamamız gerekiyor.

    Necip Fâzılın sahte laisim perdesi altında İslâm düşmanlığı üzerine bina edilmiş sisteme karşı tutumu, Abdülhakim Arvasi ile tanıştığı 1933ten sonra, tedricen billurlaşmış ve ancak 1943den sonra net bir şekil almıştır. Yine de diyebiliriz ki, Necip Fâzıl, siyaset gözeten bir yayın hayatı içinde, bazı atraksiyonlar yapmıştır. Fakat, 1949dan itibaren, hiçbir tereddüde meydan vermeyecek şekilde düşüncesini sistemleştirmiştir. Necip Fâzıl 1949 Büyük Doğusunda İslâmı Dünyayı kurtaracak ideal olarak sunmanın zamanının geldiğini belirtmiştir. Bu temel önermeden sonra, Türkiyenin yakın tarihini yorumlayan çok keskin ifadeler ortaya koymuştur:

    Anadolu kıyamını bir şahsa veya şahıslar zümresine bağlamaya çalışmak bu millete edilebilecek hakaretlerin en büyüğüdür... Bu milletin başında bulunanlar, acaba Garp dünyasına ne verdiler ne vermeyi taahhüt ettiler ki, onlar da ona madde planında mahdut fakat mağlubunkinden daha ehven bir hayat hakkı vermeyi kabul ettiler?

    Necip Fâzıl bu sorunun cevabını şöyle vermektedir: Bu kıymet, Türk cemiyetinin bütün dinî varlığı, mukaddesat alâkası, manevî müesseseleri, ruhî temeli, tek kelimeyle topyekün manevî hayatıdır.

    Necip Fâzıl elbette bir horoz dövüşünün tarafı değildir, esaslı bir mücadelenin fikir ve aksiyon cephesinin yapıcısıdır. Ömrünün sonuna kadar, son nefesine kadar böyle kalmıştır. Onu yeniden ve farklı şekilde konumlandırmaya çalışmak, fikrini ve mücadelesini tahfif etmektir, Üstada haksızlıktır.

    Büyük şair, fikir tarafı berraklaştıktan sonra en önem verdiği yönü olan şairliğini ilgilendiren bazı eserlerini yok saymış ve kitaplarından ihraç etmiştir. Hem de şu cümlelerle: Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin...

    Bazı şiirlerini böylece çöp sepetine atan bir şahsiyetin, fikrî çizgisini temsil etmeyen yazılarını nasıl bir muameleye tâbi tutacağı kolaylıkla tahmin edilebilir!


  6. Amazon’dan geçen eski Türkler (Amma da uzun) demişler. Amma da uzun zamanla Amazon olmuş.

    Daha neler, daha neler...

    Ha bu arada 'amma da uzun' ifadesinin 'Amozon' ismine dönüşü Güneş Dil Teorisinde oluyor...

    Hani böyle komikten de komik daha nice örnekler var, bu teori için...

    Güneş Dil teorisinden önce de bazı çalışmalar yapılmış, Türkçemiz üzerinde. Aşağıdakiler değiştirilmek istenen ve yerlerine getirilmek istenen kelimelerden bazıları...

     

    (“Yabancı” kabul edilerek değiştirilmesi teklif edilen bazı kelimelerden örnekler: Âdet>alışkı, akıl>us, aşk>sevi, bahşiş>sevinmelik, cani>kıyacı, cefa>üzgü, cinayet> kıya, cümle>tümce, delege>seçilmen, devlet>erkyurt, edebiyat>yazın, eser>yapıt, gaye>amaç, hamam>ısıdam, harf>yazaç, hayal,>imge,görsü, hayat>dirim, hukuk>türe, ırk>anasoy, iflas>batkı, ilaç>em, kabir>gömüt, manevî>tinsel, masal>öyküce, millet>ulus, mühendis>ölçmen, nutuk>söylev, özür>bağışıt, parça>bölecik, sabır>katlantı, sebep>neden, selâm>esenleme, seyirci>izleyici, şair>ozan, şehir>kent, şeref>onur, şiir>koşuk, takip>izlem, taksi>taşınca, taksit<bölünç, tam>tüm, tehlike>çekince, ticaret>tecim, ücret>çalışmalık, zafer>utku, zarar>dokunca, zeki>varışlı, zengin >vasıl, vb.)

     

    Dur şimdi bu yeni kelimelere göre bir cümle kuralım:

    Arkadaş çok üzgü oldu. Ama ne yaparsın ki batkısını verdi... Yani tecim arkadaşa göre değil. Tabi bu talihsiz batkısında uymak zorunda olduğu erkyurd kuralları da rol oynadı. Ölçmen abisi vasıl olduğu halde, ona yardım etmemiş, o da ölçmen ve vasıl abisine çok içerleyip bir taşıncaya atladı. O anda tinsel bir boşluğa düşmüştü. İçinden sevi kaşukları yazmak geldi... Tecimde çekince görünce, çalışmanlıklı bir işe girmeyi düşündü. Tabi bu değişimin dokuncalarını iyice hesap etmeliydi. Aslında varışlıydı arkadaş. Ne de olsa anasay'ı sağlam. Dirim için dirime atılmalıydı. Gerekirse bölüncle bir şey alacaktı ama, borcuna sadık kalacaktı. Ama kesinlikle sevinmelik kabul etmeyecekti. Hemen bağışıt dilemesini de bilecekti. Bu öyküce de burada biter... E pek çok insan götürgeçin saati dolmak üzere de...


  7. Günbatımı

     

    Gözlerim takılıp öylece kaldı,

    Uzun uzun baktı, battığı yere.

    Ufuktaki renkler, içime daldı,

    İçime, kalbimin attığı yere.

     

    Bin yıllık uykudan uyanmış gibi,

    O gün uzun uzun gerileceğim.

    Renklerin içinde o yanmış gibi,

    Ben de bir gün ölüp dirileceğim.

     

     

    Üstad gibi oldu, efendim...


  8. Havada Donan Şimşek “Şeytan taşlamaktan tavaf etmeye fırsat bulamıyoruz” mazeretine sığınmak istemiyorum ama kıyısından köşesinden de bir şekilde bulaşıyorum. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i anmakta ve yazmakta geç kaldığıma kızdığım için söylüyorum bunları.

    Necip Fazıl’ın konuşulacağı ve yazılacağı yerde şahsen susmayı hep tercih etmişimdir.

    Yine öyle yapacağım ve küçük bir hatıra anlatıp, onu konuşturacağım.

    1970’lerin yarısından sonra Ankara’nın ünlü sinemalarından biri Arı Sinemasıydı. Şimdi TRT’nin stüdyosu olarak hizmet veriyor. Büyük aksiyon ve fikir adamıyla yüz yüze ilk karşılaşmam orada olmuştu. Henüz bıyıkları bile terlememiş, zıpkın gibi bir gençtim.

    Necip Fazıl Kısakürek, hınca hınç dolu bir kalabalığa hitap ediyordu. Sahnedeyken isteyebileceği hizmetlere ben bakıyordum. Bir ara salonda müthiş bir alkış koptu. Üstad, alkış bittikten sonra dinleyenlere öyle bir fırça çekti ki, sahnedeki perdenin arkasında ben titremeye başlamıştım. “Ne bu şiddetli alkış, size Cennet’ten müjde mi getirdim. Hayır getirmedim. Öyle bile olsa, Cennet’ten müjde bile gelse, alkış mı getirilir yoksa tekbir mi?” dedi.

    Salon bu fırçadan sonra öyle tekbir sesleriyle inledi ki, ben salondakilere bakıyordum, meğer Necip Fazıl da bana bakıyormuş. “Genç adam” diye yüksek sesle bir bağırdı, yine elim ayağım birbirine dolaştı ama bütün cesaretimi toplayarak gidip tepesine dikildim. “Hah şöyle, sen aksiyon adamısın, böyle ol!” (Allah’tan şimdiki halimi bilmiyor.) diyerek, bardağı elime tutuşturdu ve “Buna su getir! Bunlar alkışa hasret kalmış, ben de suya” dedi. Ve tabii su şimşek gibi geldi.

    Daha bu mevzunun devamı var ama eskimez pörsümez esas aksiyon insanına saygısızlık etmemek adına ileri gitmek istemiyor ve 1939’da yazdığı “Havada Donan Şimşek” adlı kısa bir makalesini paylaşmak istiyorum.

    “Neredeki, kımıldanma, silkelenme, davranma yoktur ve neredeki, gevşeme, uyuşma, donup kalma vardır; Orada örümcek hazır… Hemen, hakkın icra memuru gibi gelir ve hareketsizliğin kapısını mühürler…

    Fatih Sultan Mehmet, yenilerin yenisi ve hareketlilerin hareketlisi bir dava ve iman heykeli tavriyle, gevşek, uyuşuk ve donuk Bizans’ın karşısında fısıldamıştı:

    ‘- Kayserin sarayında, perdedar, örümcek olmuş…’

    Yıkılan kaç medeniyet şekli tanıyorsanız, biliniz ki, kalplerinin içindeki hareketsiz saat rakkasiyle, adalelerinin altındaki cansız sinir düğümleri arasında örümcekler ağ çektikten sonra o hale gelmişlerdir.

    Aşk ve iman olmayan yerde, hamle ve hareket, su bulunmayan yerde kayık gibi bir şey…

    Ateşi gül bahçesine çeviren mübarek ayak… Deryayı karşılıklı iki sıra asker gibi açan kudretli asâ… Ölüyü dirilten ilahi nefes. Ve kameri ikiye bölen mukaddes parmak… Ve bunların ucundaki hamle ve hareket şimşekleri… Bütün akıcılık ve fışkırıcılığın mihrakı onlardır.

    Tarihin sahifelerini bir taraftan örümcekler, bir taraftan şimşekler çevirir…

    Bize gelince:

    En keskin ve parlak şimşekten başka bir şey olmayan İslâm ruhunu o hale getirmiş bulunuyoruz ki, bu şimşek, kırık ve zikzaklı bir sopa gibi gökte donmuş ve onun her köşesini birbirine örümcekler bağlamış bulunuyor.

    Halimize bakalım da, domuz kafalıların bize örümcek beyinli demelerine kızmayalım!..” (101 Çerçeve III. S. 76-77)

    Evet, Üstad Necip Fazıl’ın bir de kendisine; “Niye öfkeleniyorsun” diye sık sık sorulan soruya cevabı var. Şöyle diyor:

    “Pekiyi biliyorum ki, bazı yazılarımda göze çarpan öfke edası, birtakım hantal mizaçların hoşuna gitmiyor. Onlar kalemime itidal ve ruhuma rukûdet tavsiye ediyorlar. Böylelerine acıyorum. Zira görülmesi kolay olan öfkeyi görüyorlar da, görülmesi kolay olmayan fikri görmüyorlar. Böylece, fikir kaynağından gelen öfkenin ne demek olduğunu anlayamıyorlar. Öfkeyi görüp de fikri görmeyen bu adamlara ne demeli? Suyu içip de tanesi bırakılan hoşaf misalini mi hatırlatmalı?”

     

     

    Hüseyin Öztürk - Vakit


  9. Kadir Mısıroğlunun pek çok hikayesi yanlış, eksik kaynaklı çıkıyor.Soruyorum tarih hocama yok öyle birşey Atatürk düşmanlığı yapıyor o adam diyor.

     

     

    Ah kardeşim, ah!

    O Güneş Dil Teorisi var ya, yani gerçekten vardı o...

    Hani bir okusan bu teorinin neticesinde ortaya dökülen komiklikleri, sen bile gülersin...

    Mesela bir Fransız kelimesinin, nasıl yapıyorsa yapıyor, bir Türkçe kelimeden türediğini söylüyorlar. Yahu hangi Türkçe kelimeden hangi bilmem ne yabancı kelime türediğini ve güya örnekleriyle beraber ortaya çıkarıyorlar, kendilerince...

    Ha unutmadan, Ecevit'in de kullandığı yeni Türkçe kelimeler muhteşemdir(!) mesela...

    Şimdi diyeceksiniz ki, Güneş D. T. için kullanılan kelimelerden bir kaç örnek ver öyleyse?

    Tabiki ama şimdi değil, efendim...

    Yavuzlenk kardeşime buradan selamlar... Devam kardeşim...


  10. :) A.rahman hiç kusura bakma da, hangi çarpıtma? Çarpıtma sıfatını yakıştırmakla hiçbir yazı gerçek mahiyetini kaybetip çarpıtma özelliği kazanmıyor. Söylediğinin ne anlama geldiğini bilmiyorsan o da benim kabahatim değil. Neyin ne olduğu orada gayet de iyi tahlil edilmiş. Bi de 'Vallahi' filan demişsin, 3 gün oruç tut istersen, sakata gelme. Sana yardımcı olabilmek isterdim ama yapabileceğim bir şey yok. TSerenad'ın ilk mesaj referansı çok yerinde. Her neyse.. Fransızca kelime hassasiyetini çok da gerekli bulmuyorum, eğer bu kelime özel bir nesneyi karşılıyorsa kullanılmalı bence. teseddür amaçlı kullanılan nesnenin veya bağlama stilinin adı türbansa o kelime kullanılabilir, nitekim trene tren diyoruz. Tabii bu düşüncene bir tercih meselesi olarak bakıyorum. Şahsen ben de kullanmam. Lütfen bir daha ne dediğinin farkında ol, tamam mı? Bu olayın sana böyle bir faydası olsun. Sonra velveleciydi bilmem neydi diyorsun, sana da yazık bizim vaktimize de.

     

    Sevgili yöneticiler, şu uşak ayağımın altında kalabalık yapıyor, üstüne basıp canını çıkaracağım sonunda olacağı o. Canını fazla acıtmış olabilirim belki ama bu kadar da bulaşılmaz ki yahu? İyi niyeti varsa bulaşıklığı kessin, yoksa günah benden gidecek, meşhur edeceğim onu. Adam yapıştı yahu. Hem kapatılmış konuyu devam ettiriyor, görüyorsunuz ya?

     

    Şahsi kavga olayına girersek, girdiğim tartışmalarda karşıma çıkan şahsi arızalara karşı da tepki gösteririm ve bir kişiyi her zaman için ancak fikirlerinden veya aksiyonundan dolayı hedef bellerim. Satır aralarında, insanları düşünüş ve hareket tarzlarını değiştirmeye veya biraz daha dikkatli olmaya iteceğini düşündüğümden karakter göndermeleri yapmaktan çekinmesem de, genel manada, algılayabilenler fikir temelini de, fikrin kendisini de görecektir. Karşımdaki sırf konuşmak için şahsa sataşıyorsa karşılık da veririm. 4-5 mesajdır bizzat şahsımı iş-güç edinen, 'Git seyyar satıcılık yap' falan diyerek bizzat şahsa sataşan biri gelip ezbere akıl veriyor kendince, işte dünya böyle kaypak bir yer.

     

     

    Şahsa karşı her hangi bir ifadem olmadı. Yukarıda verdiğin o ifadeyi, aramızdaki bu tartışmayı fırsat bilip, yazılmış bir ifade olarak gördüm. Ben senin üslubunu eleştiriyorum. Kişiliğini hiç bir şekilde küçük düşürecek bir ifadem olmadı ve olmaması için çok dikkat ediyorum. Kardeşim, benim uslubunu eleştirim, gerçekten iyi niyetlidir. Niyetim bu... Kaldı ki, bir kişiyi eleştirmek iyi yönde de olur, beğenilmeyen yönlerde de eleştirilir. Eğer bir hıncla hareket etmiş olsam, canımı acıtman yolundan hareket edip, farklı şeyler yazardım. Ama böyle değil...

    Şahsi arızalara karşı tepki gösterme kardeşim. Çünkü herkesin bir zaafı vardır. Benim de vardır haliyle... Aynı gayeye hizmet eden bizlere de bu yakışmaz.

     

    ''Satır aralarında, insanları düşünüş ve hareket tarzlarını değiştirmeye veya biraz daha dikkatli olmaya iteceğini düşündüğümden karakter göndermeleri yapmaktan çekinmesem de, genel manada, algılayabilenler fikir temelini de, fikrin kendisini de görecektir.''

     

    Ben aslında o karakter göndermelerini aradan çekip çıkardığımda, fikri temelini görüyorum ve şunu söyleyeyim ki, çoğu fikirlerinin altına da imzamı atarım. Bunu zaten söylüyorum: ''Şu ironik laflarını kişilerden ziyade fikirlere yöneltsen var ya, çok hoş olacak ama...'' gibi...

     

    Hani, ben mesela senin yazdığın bir şiiri eleştirsem ne olur? Aynı bunun gibi uslubunu eleştiriyorum o kadar. Yani senin kişiliğinle bir işim yok. Olamaz zaten.

     

    ''Şahsi kavga olayına girersek, girdiğim tartışmalarda karşıma çıkan şahsi arızalara karşı da tepki gösteririm ve bir kişiyi her zaman için ancak fikirlerinden veya aksiyonundan dolayı hedef bellerim.''

     

    Benim bu mezuuda bir sorunum yok. Ben fikir ve aksiyonuna karşı değilim. Bilakis aynı gaye üzerinde olduğumuzu belirttim. Şahsi kavga değil, böyle algılama... Belki dost meclisinde bir kavga...

     

    ''Sevgili yöneticiler, şu uşak ayağımın altında kalabalık yapıyor, üstüne basıp canını çıkaracağım sonunda olacağı o. Canını fazla acıtmış olabilirim belki ama bu kadar da bulaşılmaz ki yahu? İyi niyeti varsa bulaşıklığı kessin, yoksa günah benden gidecek, meşhur edeceğim onu. Adam yapıştı yahu.''

     

    Evet kardeşim, bu ifadeleri kullansan da hakkımda, ben her hengi bir karşılık vermiyorum ve niyetimin samimiyeti için bu mevzuyu kapatıyorum, kendi adıma...


  11. ‘İşte,134 yıl evvel Tanzimat kapısından teftişsiz ve murakabesiz giren batı tesiri,75 yıllık bir iç çalışmayla mayamızı harap ettiğine inanmış,Birinci Dünya savaşı arkasından çürük barhaneye son tos vurulup da milletteki var olma iradesi binayı ayakta tutunca her şey büsbütün içe yöneltilmiş,dış sınırlarımızın sımsıkı tutulmasına karşılık ruh halvethanelerimizde düşmana teslim edilmedik köşe bırakılmamış ve Batı realitesinin her biri ihyacı unsurları birer imhacı ajan faaliyetiyle evimizi kendi içinden çökmeye bırakmıştır.’

     

    Ah bu cümle, ah!..

    Neler anlatıyor bilseniz, ah neler!..

    Hadi bakalım, şimdi Tanzimattan ve hele Cumhuriyetten beri bildiklerimizi çöp tenekesine yuvarlayıp, yerlerine hakikatleri inşa edelim.

    Bakalım sabahleyin çil horoz bize ne verecek...


  12. Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te İstanbulda vefat ettiğinde, Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki köşesinde yayınladığı “Necip Fazıl” başlıklı ünlü yazısında, “Herkes, inandığı, sevdiği yazarı, şairi dilediği biçimde anmalıdır. Nazım Hikmet gibi Necip Fazıl gibi şairlere asla siyasal koşullandırmalar ile bakmamayı öğrenmeliyiz.” dedikten sonra, bugüne kadar unutamadığım Necip Fazıl iyi bir şair. Hiç şüphe yok. Necip Fazıl bir "Atatürk düşmanı". Buna da hiç şüphe yok.” şeklindeki cümleleri yazabilmişti. O yazı çelişkilerle doluydu; hiçbir yazara yakıştıramayacağım sözkonusu iftira, yalan ve düşmanlık dolu metni, ölümünün hemen ardından yayınlaması, beni derin yaraladı.

     

    O günden sonra Necip Fazıl’ın eserlerini okurken Atatürk aleyhinde bir ifadesi var mı diye hep dikkat ettim, ama bulamadım. 1997 yılından beri belgesel yapıyorum, yakın tarihi basından ve kitaplardan araştırıyorum. Necip Fazıl hakkında yazılan olumlu olumsuz bütün metinlere baktım, "Atatürk düşmanı" olduğunu gösteren bir yazısıyla karşılaşır mıyım diye, ama karşılaşmadım.

     

     

     

    “ATATÜRK” “NECİP FAZIL” HOROZ DÖVÜŞÜ

     

    Necip Fazıl Kısakürek, hayatta olsaydı da, Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını bulup çıkardığımı ve "Atatürk düşmanı" olmadığına dair kaleme aldığım bu yazıyı görseydi, sanırım bana teşekkür ederdi. Hemen belirtmeliyim ki Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’u 20. yüzyıl edebiyatımızın, özellikle şiirimizin sütunları görüyorum. Necip Fazıl Kısakürek, hayatı boyunca yaptığı gibi benim de ülkede oynanan oyunu bozmak için yazdığımı görünce mutluluk duyardı.

     

    Ülkeyi horozcu kahvesine çevirdiler.. Horoz dövüşlerinden geçiniyorlar. Ardı arkası kesilmez horoz dövüşleriyle geçinip gidiyorlar, bedavadan kariyer yapıyorlar ve servetlerini katlıyorlar.. Bir bakıyorsunuz “sağ” / “sol” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “Türk” / “Kürt” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “laik” / “antilaik” horozlarının dövüşü.. Horoz dövüşleriyle darbe ortamı hazırlanıyor, bir ekip gelip devlete el koyuyor, hazine boşaltılıyor, ülke yağmalanıyor ve servetlerini binlerce kez katlıyorlar. Bir askeri müdahale, milletimiz açısından iki savaş yenilgisinden de beter.. Darbelerin hep siyasi sonuçları üzerinde duruluyor. Oysa darbelerin ekonomide ve dış politikada yaptığı tahribat daha büyük..

     

    Horozcuların “laik” / “antilaik” dövüşünde ortaya attıkları ve oynadıkları büyük horoz hep “Atatürk”tür. Adı dövüş olsun diye karşısına bulup çıkardıkları irili ufaklı rakip horozlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir. Mustafa Kemal Paşa’nın manevi kişiliği ile Necip Fazıl Kısakürek’in manevi kişiliğini karşı karşıya getirmek ve dövüştürmek her zaman ilgi çekmiştir.. Doğrusu Necip Fazıl Kısakürek de hem kimi eserlerinde ele aldığı konular, tartıştığı meselelerde sergilediği yaklaşımlar ve ileri sürdüğü fikirlerle, hem de taşkın mizacı, büyük birikimi, parlak zekası, üstün muhakeme gücü, polemikçi kişiliği ve eşsiz coşkulu üslubuyla horoz dövüşlerine uygun bir isimdir.

     

    Horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşünden bahsederken, her iki ismi de tırnak içinde yazışımın özel bir nedeni var: Dövüştürülen her iki şahsiyet de hayalidir, siyasi sembol olarak kullanılmaktadır, kendi kişisel tarihi gerçekleriyle hiçbir ilgileri yoktur..

     

    Burada hemen belirtmeliyim ki Necip Fazıl Kısakürek, ne Mustafa Kemal Paşa hayattayken, ne de vefatıdan sonra, ona karşı saygısızlık yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, Milli Mücadele’deki hizmetlerine her zaman hayranlık duymuştur.

     

    Necip Fazıl Kısakürek’in eleştirilerinin hedefinde hep CHP olmuştur. Mustafa Kemal Paşa döneminde olsun, İsmet İnönü döneminde olsun, uygulanan politikalardaki yanlışların altını cesurca çizmiştir.. CHP’nin temsil ettiği, egemen Batıcı zihniyeti sorgulamaktan çekinmemiştir. Lozan’dan başlayan sürece eleştirel yaklaştığı doğrudur. Özellikle Milli Şef İsmet İnönü’nün ve dönemindeki CHP diktatörlüğünün eleştirilerinden büyük pay aldığı da doğrudur. Necip Fazıl Kısakürek muhalif duruşunun bedelini de ömrünün en güzel yıllarını cezaevlerinde geçirerek ödemiştir.

     

     

     

    Bütün bu gerçekler, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu sevgiyi, saygıyı ve hayranlığı gölgelemez. Dolayısıyla horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşü büyük bir haksızlıktır; milletimizin gönlünde taht kuran bu iki büyüğümüze ve hatıralarına karşı büyük bir saygısızlıktır..

     

    ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDE NECİP FAZIL NE YAZDI?

     

    Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü münasebetiyle kaleme aldığı yazısını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Gazi hakkında ölümünden 15 gün sonra, 25 Kasım 1938’de yayınladığı bu yazısında üstadın dikkat ettiği hususları, yaklaşımlarını, şahsiyetine dönük fikirlerini ve samimi duygularını göreceksiniz.. Necip Fazıl Kısakürek’in, Gazi’nin vefatının dünya kamuoyunda yarattığı yankılara ve hemen her devletin akın akın taziyeye gelişlerine bakıp “Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur.” deyişi, olaya objektif baktığını, müthiş gözlemciliğini ve eşsiz muhakemesini yansıtan bu sözler, sanırım ele aldığımız konuya gerekli ve yeterli açıklığı kazandırmaktadır. Önce yazıyı okumanızı rica ediyorum. Sonra bu konuda belirtilmesi gereken birkaç hususu da dikkatinize arz edeceğim:

     

    “Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü. (Kişiliği ve kimliğinin büyüklüğü daha nasıl ifade edilir? MY)

     

    Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının, bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi. Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alaka payı düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred sirayet ve ihtarı küçük küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz. Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defa ki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fi’li ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısı kadar azdır. (Bu cümlelerde, Atatürk’ün ölümünün milletimiz üzerindeki etkisi ve ülkeyi baştan sona saran derin üzüntü en veciz ifadesini buluyor. MY)

     

    Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit etmezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin olmadığı ve hiçbir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır. (Dünya tarihindeki, milli tarihimizdeki yerine müthiş bir atıf değil mi bu cümleler!MY)

     

    Atatürk’ün gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimize bırakmayarak kesin bir delalet halinde şuurumuza indirmekle mükellefiz O Türk’e, hem Türk’ü, hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserler) büyük nikbinlerden (iyimserler) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık gören, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde, aydınlık gören de, öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

     

    Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata indirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalarından (kesitlerinden) bence en alakalısı, o’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği, başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı. (Atatürk’ün kişiliğine ilişkin bugüne kadar yapılmış en çarpıçı değerlendirmedir bu. MY)

     

    Birinci vesika; bir millet için esaret ve mahkumiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği hengamede bu vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit, o inanmadı. Bu Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.

     

    İkinci vesika; milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözü ile bakmıyordu. Bu da sonuncu tecelli.

     

    Atatürk, başlangıçta milletinin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için onu ikinci tecellide de haksız bulamayacağız.” (Dikkat ederseniz, Necip Fazıl, ‘Atatürk ölmedi!’ diyor.. MY)

     

    NECİP FAZIL’IN MÜCADELESİ

     

    Necip Fazıl Kısakürek, doğuştan şairdi; 12 yaşında şiirle ilgilenen sahip olduğu o büyük ruh, okulda hocaları olan Ahmet Hamdi Akseki, Yahya Kemal, Beyatlı ve Humudullah Suphi gibi kültür tarihimizin büyüklerinin ilgisiyle şekillendi. Cumhuriyet dönemi şiirinin geleneğe eklemlenen halkası oldu. Şiirlerini, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu’nun, Halide Edip’in, Refik Halit’in, Fuat Köprülü’nün yazdığı “Yeni Mecmuda” da yayınladı. Tasavvufi bir hava tüten bu şiirlere ve bu şiirlerin sesine karşı herkeste büyük bir alâka… Öyle ki, Ahmet Haşim “Çocuk, bu sesi nerede buldun sen?” diyerek alâkasını gizlemedi. Darülfünunda, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa arkadaşları.. O yaşayan Yunus Emre’ydi: Necip Fazıl'ın ilk şiir kitabı daha 17 yaşında iken yayınlandı ve şiirleri M.E.B'in ders kitaplarında okutuldu. Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, dönemin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi.

     

    Paris’te, Sorbon Üniversitesin’de felsefe eğitimi aldı; devlet imkanlarıyla Fransa’ya Suat Hayri Ürgüplü, Burhan Toprak, Cemil Sena, Namdar Rahmi gibi ilerde ülke çapında isim yapacak olan kimseler gitmişti. Necip Fazıl Kısakürek, Doğu’yu ve Batı’yı iyi görmüş, doğru kavramış ve milletimize temas halinde olduğu bu ikin dünya arasında nasıl dengesini koruyacağını gösterebilmiş bir büyük sanatçıydı: Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı adlı şiir kitabı onu çok genç yaşta ünlü yaptı. Henüz harf değişikliği yapılmamıştır. O günkü harflerle “Kaldırımlar” isimli ikinci şiir kitabını çıkarır. Yakup Kadri, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi onu öven, göklere çıkaran yazılar yazarlar. Adı artık “Kaldırımlar Şairi’dir. Yaşar Nabi: “Bir mısrası bir millete şeref verecek şair” diye anar onu. Cumhuriyet gazetesinin Peyami Safa idaresindeki “Edebiyat Sayfası”nda tahliller ve hikayeler yazmaktadır. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile takdir toplamayı sürdürdü. Yine MEB'in yayınladığı bir Türk şairleri Anatolojisi kitabında, 'N.F. Kısakürek herkes tarafından en iyi şair olarak kabul edilmese bile, Ben ve Ötesi Türk Edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı olsa gerek, der. Meslektaşları tarafından da çok sevilen şair "Üstad Necip Fazıl Kısakürek" olarak anılmaya başlandı.

     

    Fikret Adil’in Beyoğlu’nda, Tünel tarafında, Asmalımescit Sokağı’ndaki pansiyon odasında, Peyami Safa, Çallı İbrahim, Mesut Cemil, Eşref Şefik gibi meşhurlarla yaşanılan bohem hayatının tam ortasında.. Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. 30'lu yaşlarında bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bir daha ondan kopamadı. Daha sonraları onun için; 1940 yılında; "Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel, / Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel." diyecek, hatta “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” diyeceği bu büyük insan, onun hayatında yeni bir devrin başlamasına vesile olur ve üstat, hayatında meydana gelen bu değişikliği şu mısralarla özetler: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum; / Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” Bu tarihten itibaren sanat ve edebiyat çevrelerinde “Mistik Şair” ve “Bay Mistik” diye anılmaya başar. Nazım Hikmet, Nizametten Nazif ve geleceğin cumhurbaşkanı Fahri Sait Korutürk okul arkadaşlarıydı; toplumun üst kesiminden olmasına, statükocu seçkin azınlığın içinden çıkmasına rağmen kendini milletinin yanında konumladı..

     

    Bu Abdülhakim Arvasi ile tanışma, Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında dönüm noktası oldu. Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in kendini bulduğu, hayatının eksenini belirleyen davaya adandığı tarihin 1934 yılı oluşuna dikkatinizi çekmek isterim. Mustafa Kemal Paşa hala hayattadır. Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını da Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında gerçekleştirdiği bu büyük inkılaptan dört yıl sonra kaleme aldığını da hatırlatmak isterim.

     

     

     

    17 Eylül 1943’te Büyük Doğu’yu haftalık olarak yayınlamaya başlar. Dergide, daha sonra çoğu sosyalizme kayacak olan Fahri Erdinç, Faik Baysal, Özdemir Asaf, Salâh Birsel, Emin Ülgener, İskender Fikret, Hasan Çelebi, Oktay Akbal gibi gençlerin yanında Fikret Adil ve Bedri Rahmi Eyüboğlu da yazmaktadırlar.

     

    1942 yılında Başbakan Refik Saydam tarafından milletvekilliğine listenin başında aday gösterilenince İsmet İnönü tarafından çizilen Necip Fazıl, bu sefer de CHP genel sekreteri ve hikayeci Memduh Şevket Esendal tarafından aday gösterilir, fakat derhal reddedilir. Dolayısıyla üstat Necip Fazıl Kısakürek’in İsmet İnönü’yle arası 1942’de bozulur ve o tarihten itibaren de hem Cumhurbaşkanı İnönü’ye, hem de CHP’ye şiddetli muhalefet ettiğini görürüz. Dört yıl sonra, 13 Aralık 1946da yayınlanan Büyük Doğu’nun 58. sayısının kapağında bir kulak resmi ve altında “Başımıza kulak istiyoruz” yazısı vardır. Bu İnönü’ye hakaret sayılarak, mecmua örfi idare tarafından ikinci sefer kapatılıyor. Ayrıca mecmuada tefrika edilmekte olan “Sır” isimli piyesten dolayı dava açılıyor. İsnat olarak da “milleti kanlı bir ihtilale teşvik ettiği” ileri sürülüyor. Bu dönemde artık Demokrat Parti kurulmuştur ve CHP karşısındaki konumu yasal bir zemine kavuşmuştur.

     

    İslami kimliği ile öne çıkmaya başladıktan sonra bu büyük çevre çil yavrusu gibi dağıldı ve ders kitaplarından şiirleri ve fikirleri çıkarıldı. Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu 1934 – 1946 yılları arasındaki 12 yıllık döneme rastlar: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır. Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Her Gün ve Tercüman gazetelerinde yayınladı.

     

    Büyük Doğu Hareketi'ni başlattığı Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve CHP’nin dikta yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.

     

     

     

    Necip Fazıl Kısakürek, fikir ve sanat hayatı boyunca 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, İman ve İslam Atlası adlı eseriyle fikir dalında Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanmıştır.

     

    NECİP FAZIL ATATÜRK DÜŞMANI DEĞİLDİR

     

    Necip Fazıl Kısakürek ilk baskısı 1968 yılında yapılan “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabı nedeniyle 1983 yılında hapse girecekken 79 yaşında vefat etmişti.

     

    Kitap daha önce araştırma dizisi olarak Bugün gazetesinde yayınlandı. Birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere bir bilirkişi oluşturuldu. Bilirkişi, ‘Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur.’ diye rapor verdi. Ankara, ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti. Bu heyetten de benzer bir rapor çıkınca, Necip Fazıl Kısakürek 1971’de beraat etti.

     

    1972 yılında beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973’te mahkumiyet kararı çıktı. 1974’te Af Kanunu, olayı askıya aldı. 1975 yılında kitap yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976’da, üçüncü baskı yapıldı. 1977’de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979’da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980 yılında dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi.

     

    12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onandı. Fakat, kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verdi. Ancak Evren, Necip Fazıl’ı affetmedi; Atatürk’ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezasın infazı yönünde talimat verdi.

     

    Davaya konu olan "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adlı kitabın mahkemenin bilirkişi olarak görevlendirdiği Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Seçil Akgün tarafından herhangi bir suç unsuru teşkil etmediği rapor edilmiş ancak Necip Fazıl "Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak" gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.

     

    Necip Fazıl, 1983 yılında hapse girmesine az bir zaman kala vefat etti. Deyim yerinde ise son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkûm olarak öldü. Kısakürek’in kitabı, hâlâ yasaklılar listesinde bulunuyor.

     

    Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, tarihi kişiliğine ve hizmetlerine karşı bir saygısızlık yaptığı için değil.. Daha sonra Bülent Ecevit’in de kitap yazarak savunduğu gibi Sultan Vahidüddin’in vatan haini olmadığını ispatladığı için suçlu bulundu. Bir tarihi olayda, iktidarın yanlışını, Atatürk’ü koruma kanunu kapsamında savunma durumu sözkonusu. Mustafa Kemal Paşa’nın arkasına saklanarak, İnönü’yü, CHP’yi, statükoculuğu ve Cumhuriyet aristokrasisinin kirli tarihini savunmaya çalışıyorlar..

     

    Oysa Mustafa Kemal Paşa da, Necip Fazıl Kısakürek de milletimizin gönlünde taht kurmuş tarihi şahsiyetlerdir.. Onları horoz dövüşçülerinin elinden kurtarmak gerekir..

     

    Mustafa Yürekli - Haber 7


  13. Ah Trradomir, ah!...

    Şu ironik laflarını kişilerden ziyade fikirlere yöneltsen var ya, çok hoş olacak ama...

    Üstad'ı ters tarafından taklit ediyorsun gibime geliyor. Hani Üstad içini dolduruyor, seninki de pek havada kalıyor.

    A. Rahman nereli aceba? İstersen onun şivesini kullanarak anlat meramını sayın Trradomir. Yapmadığın bir şey değil.

    Sayın yöneticiler, ne kadar uğraşırsanız uğraşın tartışma seviyesini saf fikir kıvamına çıkaramazsınız. İşte mesele yine kişiler arası mücadelye döndü ve bu mücadelede fikir yok.


  14. Tesettüre karşı olduklarından ve bunu açık bir şekilde dile getiremediklerinden olsa gerek, şu bizim yasakçı zihniyet dediki, biz analarımızın tesettürüne karşı değiliz, peki ya neye karşıyız? (malum zihniyetin deyimiyle) türbana karşıyız... Hani diyorum, türbana karşıyız derken, aslında tesettüre karşıyız diyorlar da, e işte anlayana... Sonra ne oldu, dostlar? Hani bunlar her şeyin evrildiğini düşünüyorlar ya, ha işte malum zihniyet bu mevzuuda da evrildi ve laf değiştirdi: Biz türbana karşıyız. Dur dur, şimdi çok eskilere gidelim de, bu zihniyetin henüz evrilmeden önceki saf haline varalım ve görüyoruz ki, tesettür olmaz dediler, ama türban olur dediler ve bunu yönetmeliklerde belirttiler. Dikkat yasalarda değil! Sonra utanmaz bir edayla türbanın işte bilmem neleri taklit edilerek başa sarılan bir bez parçası olduğunu savundular. Yani her zaman oldukları gibi kendi yaptıkları putlarını yemiş oldular.

    Aklınız karışmasın efendim... Anahtar kelime aslında türbanı bu yasakçı zihniyet üretti ve onu yasaklayan da yine o yasakçı zihniyet. Asıl yasaklanan ise tesettür... Ha türbanlı diye suçlanan bacılarımız bana göre tesettürlü olduklarından suçlanıyorlar.

    Her neyse, yakınlarınızın veya 80'li yıllarda çekilen resimlerde kadınlarımızın çoğunun resimlerine bir bakın bakalım, başlarını nasıl bağlamışlar. İşte yasakçı zihniyet ilk önce, kadınlarımızın bu şekilde kapanmasını istiyor. Çünki işin ruhu kalmazdı...

    Evet, bakın o albümlere de, anlayın...


  15. Vatan haini... Ne kolay bir kelime...

    Peki kimler vatan haini?

    Abdulhamit, Vahdeddin, Menderes vs.

    Menderes dediler, Amerikanın uşağı... Darbeyi yapanlar Amerikadan para yardımı aldılar, iyi mi?

    Menderes dediler, Kıbrıs'ı sattı... Meherse yalanmış...

    Menderes dediler, gençleri kıyma makinesinde doğradı... Daha neler...

    A dostlar Kerkük, Batum ve Trakya'nın bir kısmı Misaki Milli sınırları içindeydi. Biz bu toprakları bırakı verdik. Yahu YunanistanIn bize tazminat borçu, bizim avrupalıya borcumuzun 4 katı imiş. E o zamanlar Yunanlıların bunu ödeyecek gücü yokmuş, bizde vazgeçmişiz bu hakktan. Bizim avrupalıya borcumuzsa, ödemeye devam...

    Vatan haini ibaresi o kadar kapsamli ki, çok kişiyi alır içine.

    Ya, öyle!..


  16. Üniversitelere kimler girebilir

    türbanlılar şuan giremez...

     

    ama siyasetçiler ,homoseksüeller girebilir...

     

    faşist kominist girebilir...

     

    sarhoş ayyaş hapçı rakçı popçu kopuklar zaten başlarının tacı...

     

    pkk itleri ,dhckp,tikko,komonistleri cirit bile atabilir...

     

    para karşılığı yatan satan girebilir...

     

    gayri meşru kırma hainler ,satılmışlar ,vatan millet düşmanları girebilir...

     

    yankesici dilenci sahtekar düzenbaz girebilir...

     

     

     

     

    asil ve kutsal milletimizin kutsal unsurlarından hatta baş tacı öğesi olmuş gerçek vatandaş vatanına milletine bağlı baş örtülü kızlarımız giremez yok daha neler...

     

    sonra halk istiyor ve iktidarını bu asli unsur üzerinden belirliyor...

     

    daha neler...

     

    yargı kurtarılmış bölge gibi hareketle ; satılmış

    ret kör bozuntularıyla halkla çatışma isteniyor ...

     

    karşı çıkan allahından bulsun ...

    bağımlı yargıya sızmış kahraman bağımsız vatan evlatlarımız hakim savcılarımıza sahip çıkalım...

     

    bu asil ve kutsal topraklarda yedikleri içtikleri zehir zıkkım olsun...

     

    (Düzenleme: NFK-Fan)

     

    Trradomir'e razıyım!..


  17. Vakit Gazetesi...

    Elbette bir gazeteyi sevmeyebiliriz. Bunun için ortaya bir çok bahane koyabiliriz.

    İşte ne bileyim, bazı yazarlarının fikri yapıları, itikat yönünden sorunlu olabilir...

    Yavuz bahadıroğlu, Hasan Karakaya, Mustafa Özcan, Abdurrahim Karakaç gibi yazarlar da var bu gazetede.

    Peki Yeni Şafak'a ne demeli, ya Zaman? Ben bu gazeteleri okumayalım demiyorum. Aksine Vakit Gazetesine yapılan bir eleştiri diğerlerini de bulur ve hemde fazlasıyla...

    Mesela Kanal7'yi ne yapacaz, Samanyolu'nu?..

    Peki bu gazetenin kartel medyasıyla mücadelesine ne demeli? Hele bir Arşiv sayfası var ki, çok iş görüyor.

    Bakın ben Zaman'ı da okurum bazen ve beğenirim de... E ama gazetede yayınlanan reklamlar, ne bileyim cemaat evlerine girebilir mi? O eve Peygamberimiz gelse, ne yaparız? Ben cemaatları eleştirmiyorum, bilakis severim o insanları da, onların temsilcisi olan bir gazetenin yayınları daha bir ölçülü olmalı... Vakit mesela, reklam olayında çok hassas.

    Samanyolu reklamlara girince televizyonu mu kapatalım?

    Hadi bakalım devam edin siz İsrail mallarını...

    Ha bu arada bu gazetelerin hepsine önem veririm ama, demek istediğim, demekki içlerinde en az sorunlu Vakit herhalde.


  18. Yıllar nasıl da su gibi akıp geçiyor... Ünlü şairimiz Necip Fazıl Kısakürek vefat edeli bugün itibari ile tam 26 yıl olmuş. Sanki dün gibi...

     

    26 Mayıs 1904 perşembe günü İstanbul'da doğan şair Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983 tarihinde vefat etti. Günü gününe tam 79 yıl yaşadı.

     

    Milli Şairimiz Mehmed Akif’i vefatında nasıl ki gençlik omuzladı ise, merhum Necip Fazıl da benzer bir cenaze töreni ile toprağa verildi. Hatta hiç unutmuyorum, cenazesine katılan sınıf arkadaşlarımdan o gün Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltına alınanlar olmuştu. Kimin gözaltına alındığını ertesi günü sınıfın yarısı okula gelmeyince ancak anlayabilmiştik. O kadar zor, özgürlükler açısından o kadar sıkıntılı günlerdi.

     

    Mayıs ayı Necip Fazıl’ın hayatında hep sırlarla dolu oldu. Tam 26 yıl önce yine gizemli bir Mayıs gecesinde, takvimlerin 25 Mayıs 1983 gece yarısını gösterdiği saatlerde, hastalığının ilerlediği dakikalarda yatağından hafifçe doğruldu, elâ gözlerini pencereden dışarıya çevirdi, derin karanlığa baktı.

     

    Ne gördü bilinmez; ateşin verdiği etki ile kırmızıya yakın pembeleşen dudakları hafifçe kıpırdadı ve "Demek böyle ölünürmüş!.." dedi...

     

    Kimbilir belki de o an, ölüm meleğinin (Azrailin) evine teşrifini gördü...

     

    Nitekim bu söz sözlerinden hemen sonra şahadet getirerek son nefesini verdi.

     

    Geride güzel bir vasiyet bıraktı. Sevenleri de gereğini yaptı.

     

    Vasiyeti ilk okuduğum andan beri çok hoşuma gitti. Her cenaze töreninde merhum Necip Fazıl’ın vasiyetinde yer alan bazı maddeler gelir aklıma.

     

    Hele, Türkan Saylan’ın cenaze töreninde uzunca bir konuşma yapan ve evvelce de müftülük yaptığı söylenen din görevlisinin tutumunu görünce, Necip Fazıl’ın vasiyetini hatırlamamak mümkün değildi.

     

    Bu din görevlisi beyefendi kendisine yapılan alkışlardan çok hoşlanmış olacak ki, hemen başucunda dikildiği cenazenin yanında konuşmasını yaparken, ‘İslam geleneğinde alkış yoktur, dinimize göre cenaze şöyle uğurlanır...’ diye bir kez bile olsun hatırlatma gereği duymadı. Aksine, olan bitenden memnun gibi hali vardı.

     

    Halbuki o sırada çok sayıda kanal canlı yayındaydı. Onbinlerce kişi cami avlusunda ve yakın çevresinde, milyonlarca kişi de ekran başında cenaze törenini izliyordu.

     

    Eğer bu din adamı tam da böylesi bir anda İslam’a uygun cenaze uğurlaması nasıl olur meselesine sadece 1 dakika temas etseydi, şuna kuvvetle inanıyorum ki, din görevlisi olarak hayatını geçirdiği tüm zamanlar boyunca kazandığı sevaptan ve işlediği hayır amelden zannımca daha fazlasına o dakikalarda nail olurdu.

     

    Kime nasip olur ki aynı anda milyonlarca kişiye bir cenaze vesilesi ile de olsa hitap etmek. Bundan daha önemli fırsat mı olur. 20 dakika Türkan Saylan’dan söz ettiği kadar, 1 dakika da İslam’a göre cenaze adabı konusuna girseydi. Bu vesile ile, böylesine yararlı bir bilginin kendi cenazesinde toplumla paylaşılmasına vesile olan Türkan Hanım’ın da bu sevaptan hissedar olmasına zemin hazırlasaydı.

     

    Tam bu aksine bu beyefendi, tam da o noktada gerekli ikazları yapmamak suretiyle cenazeye alkış yapılması gibi çirkin bir davranışın meşrulaşma eğilimine girmesi gibi bir anlayışa da zemin hazırladı. Normalmiş gibi algılanmasına neden oldu.

     

    Yazımızı, merhum Necip Fazıl’ın uzunca vasiyetindeki cenazesinin nasıl kaldırılmasını istediği satırlarla bitirelim. Yazının bu kısmını, bahsi geçen müftü beyefendiye ithaf ediyorum.

     

    Necip Fazıl’ın vasiyetindeki ilgili kısımlar şöyle:

     

    “...Nasıl, nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir. En büyük korkularımdan biri, nice müellifin başına geldiği gibi, ölümümden sonraki tahriflerdir.

     

    Beni, ayrıca hususi vasiyetimde gösterdiğim gibi, İslami usullerin en incelerine riayetle gömünüz!

     

    Cenazeme çiçek ve bando muzika gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malum. Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malum... Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna...

     

    Cenazemde, namazıma durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Nede, kim olursa olsun, kadın... Ve bilhassa, ölü simsarı cinsinden imam! Ve "bid"at" belirtici hiçbirşey!...

     

    Başucumda ne nutuk, ne şamata, ne medh, ne şu, ne bu... Sadece Fatiha ve Kur"an...

     

    Mezarımda ilahi ve ulvi isim ve sıfatlardan ve benim beşeri ve süfli isim ve sıfatlarımdan hiçbir iz bulunmayacak... Mevlid de istemem! Onu, uhrevi rüşvet vasıtası yapanlara bırakınız! Sadece Kur"an...

     

    Şimdi sıra en büyük dileğimde... Müslümanlardan, Eğer bu davada hizmetim geçtiğine inanan varsa, şunları istiyorum: Her ferdin, herhangi bir kifayet hesabına yanaşmaksızın, benim için "Necip Fazıl"ın kaza borcuna karşılık" niyeti ile bir günlük (Beş vakit) namaz kılması ve yine birgün oruç tutması... Mevtanın ardından, onun için kaza namazı Şafii içtihadında caizdir ve aynı içtihat Hanefilerce de rahmettir. Her ferdin, en aşağı yüz Tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi... 70 bine dolması lazım... Bir de, üzerimde hakkı olanların bunu Allah rızası için helal etmeleri... Ölünceye dek, üzerimdeki Allah ve kul haklarından mümkün olanını ödeyebilmek için elimden geldiği kadar cehdetmek azmindeysem de ne olacağını, nereye, hangi noktaya varabileceğimi bilmiyorum ve yardımı müslümanlardan bekliyorum. "Şey"en lillah" tabiriyle bana Allah için birşey veriniz! Yardımınızı esirgemeyiniz!

     

    Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!...

     

    Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!

     

    Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

     

    Vasiyetin bazı bölümleri işte böyle...

     

    Biz de kendisinin vasiyetine uyarak bu vesile ile Üstad Necip Fazıl’ı hatırlamış olduk. Ruhu şad oldun...

     

    Prof. Dr. Osman ÖZSOY - Haber7.com


  19. "Size İslam'ı getirin demiyoruz, sadece demokrasyayı getirin gerisi kolay diyoruz"

    Ah şu naziklerin naziği mesele...
    Ne diyor Üstad:... gerisi kolay...
    Herhalde bu cümlenin sır noktası, 'gerisi kolay' cümlesinde...
    Üstad 'ideolocya Örgüsü' eserinde demokrasiyi kabul etmez. Bu demek değildir ki, Üstad 'demokrasyayı getirin' demekle kendi içinde çelişkiye düşsün. Nitekim hemen sonra düğümü bağlıyor nasipsizlerin gözüne: 'gerisi kolay...'
    Siz bu ülkede demokrasinin gereklerini uygulasanız, demokrasi diye bir şey kalmaz. Üstad'ın o kıvrak ve keskin zekası bunu böylece görüyor ve işte zekasının harflere bürünmüş şekli: 'gerisi kolay...'
    Şöyle diyelim: AB bizi niçin kabul etmiyor?
    Hani diyor, siz hele bizi demokrasya sınırları içinde dahi olsa serbest bırakın, gerisine karışmayın...
    Atatürk'ün kontrolünde bir muhalefet partisi kuruldu, kuruldu da ne oldu? Halkın büyük ilgisi olunca o partiye, evet, parti kapatıldı. İkinci muhalefet denemesinde de aynı akibet. Bu demektir ki, o zamanki yapılan devrimleri diyelim, halk benimsememiştir. Eğer demokrasi uygulanmış olsaydı efendim, o muhalefet partileri kapatılmaz ve işin yönü değişirdi. Dahası mesela, İskilifli Atıf Hoca asılmazdı, Menemen olayı olmazdı, Ali Şükrü Bey öldürülmezdi yahu İzmir suikastı diye bir hadise olmazdı. Halkın dini anlayışı, yine kendi ürettikleri ve asıl anlamını boğdukları şeriat kelimesiyle ezilmezdi. Ne bileyim Şeyh Sait bahane edilerek ülke genelinde kıyıma gidilmezdi. Mazlumlar tarafında bunlar olursa, ya diğer taraf için ne olurdu? Mesela İstiklal Mahkemelerini demokrasinin hangi şubesine onaylatabilirsiniz?
    Ha ben bunları yazdım diye demokrasiyi mi savundum? Asla! Ama ne yapalım, yol buradan geçiyor ve bizde Üstad gibi diyoruz: Gerisi kolay...

×
×
  • Create New...