Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1. yer yerinden artık oynamaz...zira Kadir Mısıroğlu ve sahih tarihçiler işin özünü,hakikati kimilerinin yüzüne sille gibi çarparcasına yazdılar...ne değişti?

    emin olun,vahdeddin hain diyenlerin çoğu da hain olmadığını biliyorlar...

    fakat bu artık tarihi bir mesele olmaktan çıktı...eğer vahdeddin hain değildir derseler,nutuk'da M.Kemal'in Vahdeddin hakkında yazdığı o ağır ve mesnetsiz ifadelere aykırı gitmiş olurlar,bu nutuğa hakarettir...(!)

     

    Kardeşim, nutukta sansürlü... Acaba niye?...

    Erzurum kongresinin tutanakları çok mühimdir. Hani ta oralardan Sultan Vahdeddin'e yani onun saltanat ve hilafetine bağlılık filan... Anadoluya onun elinden kaç para gitmiştir? Belki de Cumhurbaşkanımız arşivlerden biliyordur bunları. Yahu biz daha Kazım Karabekir'in hatırasını sansürsüz okuyamadık. Cuma hutbelerin de Sultan Vahdeddin adına okunduğu söylenir, son anlara kadar.

    Bakın, tarih bizden köşe bucak saklanıyor. Adam dindar, sonra komünist partisinin kurucularından ve aynı adam bir mason. Nasıl, iyi mi? Mesela adam Kürt ama, Türk milliyetçiliğinin kitabı ondan. Adam ermeni, yeni Türkçemizde, o ön ayak oldu. Hani bizim tarih biraz da kafa karıştırır.

    Ah, hakikatlar önümüze bir serilse ne olur acaba? Tahayyül bile edemem.


  2. Aydın doğan işi iyice abarttı bu din düşmanı örgüte kanalında para toplamakta.Biri şu insana bir dur desin, yoksa dindâr gençler adrenâline hakim olamıyacak.Biz oluyoruz şükür ama herkes olamaz.Sonra "" a bak İkinci Kubliay olayı, İslâmî terör bilmemne....."

     

     

    Aman, aman!.. Olmaz, İslam'da bu olmaz!

    Hem bu Kubilay olayının gerçek boyutu çok farklıdır. O olayın içerisinde tek bir dindar bile yok ve böyle olduğu halde, bu baştan sona planlı hadise bahane edilerek ülke genelinde dindar avına çıkıldı. Bunun içindir ki verdiğiniz kıyas bana göre yanlıştır. Ne olursa olsun, bir müslüman hırsa kapılamaz, nefsiyle hareket edemez.

    Saylan'a gelince, işte bizim onlardan farkımız budur, yani onlar gibi olmamak. Bu inceliği görmek gerek...


  3. Kitapyurdu'nda 2003 yılında basılmış, 1050 sayfa, Berikan Yayınevinden çıkma bir kitap var. Ama bu kitap piyasada pek bulunmuyor.

    Kitap, Necip Fazıl'ın eserlerini üç bölümden inceliyor. 1. bölümde şiir, roman ve öykülerinden seçilmişlere yer vermiş. 2. bölümde tiyatro, roman ve anılarına ve 3. bölümde fikri yapısına yer vermiş. Ancak bu kitabı bulamadım. Forumda böyle bir kitaba rastlayamadım. O yüzden paylaşmak istedim.

    Selam ve dua ile...

     


  4. arkadaşlar bu mesajıma bir cevap (yardım) alamadım.

    İlgilenebilir misiniz?

    Allah'a emanet olunuz...

     

    333 sayfa bendeki... 2001 basım. Sizdeki BD yayını mı?

    Mesela bendeki Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar Sebil Yayınlarından. Bu kitap 314 sayfa. Kitabın aynısı Büyük Doğu'dan 99 basımı 336 sayfa olarak çıktı.


  5. Milletimizce kahraman şudur: Adı duyulmuşsa ve din hakkında müspet bir iki sözü de duyulmuşsa o büyük adamdır. ''Büyük Adam''ın fikirleri ne? Hayatında neyi gaye edinmiş, milletimize, dinimize nasıl hizmet etmiş, hiç bakılmaz. Dün bu mevzuda hayli düşündüm ve özlü olarak böyle açıklayabilirim.

     

    Hadi herkes kısaca tarif ettiğim bu tipten birini söylesin ve isterse açıklasın. Ben birisini söylüyorum ama yorum paşa gönlüme kalmış ister yaparım, ister yapmam :)

     

    Süleyman Demirel...

     

    Hadi bakalım, sizde birini söyleyin onun etrafında münazara edelim.

     

     

    Bu tarife göre büyük adam: İsmet İnönü.

    E öyle! En azından bir kez de olsa Allah'a ısmarladık dedi, efendim. Hakkını yememek lazım.


  6. ''Han Duvarları'' ile yaygın bir şöhretin sahibi olan Faruk Nafız Çamlıbel ise bu ününe Cumhuriyet döneminde ulaşmış olsa da, Osmanlı'nın son yıllarındaki Yeni edebiyat'ta boty veren isimlerden birisiydi. O da, kadın ve aşk üzerine takıntılı bir şairdi. ''Kadını kutsama''da dur durak bilmezdi. Bir şiirinde kadında ahlak düşkünlüğünü ''güzellik unsuru saymış, bir diğerinde ise kadın için ''Allah'a diş bilemekten'' bile söz edebilmişti. Medyatik Kuşatma/ Taceddin Ural

    Yazarın dikkat çektiği şiirlerden bir tanesini, Hürriyet'in 1 Temmuz 2007 tarihli internet sayfasında Ahmet Altan'tan okuyalım:

    ''Kutsal, bayağı ve aşk...

     

     

     

    Gün ışırken kalktım.

     

    Sıcak, etüv kazanından yeni çıkmış tüylü bir havlu gibi yüzüme yapışıyor.

     

    Soluk alamıyorum.

     

    Ön balkon biraz daha serin.

     

    Aşağıdaki ağaçların dallarına konan küçük kuşlar, yaprakların gölgeliklerindeki rüzgarı anımsatan hava kıpırtılarından mutlu, şakıyorlar.

     

    Martılar hálá gecenin yorgunluğuyla sersemlemiş haldeler, kısa, kesik, yalvarmaya benzer sesler çıkartıyor, bir çatıdan havalanıp, mecalsizce hemen yandaki bir başka çatıya konuyorlar.

     

    Sıkıntılı ve uykusuz bir geceye rağmen zihnim berrak ama berraklığında garip bir telaş, nasıl söyleyeyim, insanı kuşkulandıran tuhaf bir yapaylık var; sanki birazdan solacak, düzenini kaybedecekmiş gibi tedirgin edici bir duygu veriyor bana.

     

    Sabahın o vaktiyle de, sıcakla da hiç ilgisi olmayan birçok farklı düşünce; sanki zihnin, birbiriyle alakası bulunmayan hatta birbiriyle çelişen sayısız düşünceyle duyguyu, onları birbirine değdirmeden, dokundurmadan, birinin varlığıyla diğerinin bütünlüğünü bozmadan, içinde her mevsimin ve bitkinin bulunduğu büyülü bir bahçe gibi taşıyabildiğini bir kere daha gösterircesine, aklımda dolaşıp duruyor.

     

    Cevizlerini bir an önce saklamaya çalışan endişeli bir sincap gibi o düşünceleri kaybolmadan yakalayıp hafızama yerleştirmeye uğraşıyorum.

     

    Bir yandan da, küçük beyaz incilere benzeyen çiçek tomurcuklarının yan yana dizildiği dallarıyla, aydınlanan sabaha tatlı bir ışık katan limon ağacının etrafında dolaşan hafif sabah rüzgarını solumaya uğraşıyorum.

     

    Dostoyevski'nin, siyasi romanların şaheseri sayılan Ecinniler kitabına Orhan Pamuk'un yazdığı önsözden bir cümle, sanırım bugün yaşadıklarımızla da çok bağlantılı olduğu için, irili ufaklı birçok düşüncenin arasından siyah bir destroyer gibi diğerlerini yararak öne çıkıyor zihnimde: "...en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini görmek..."

     

    Kutsallıkla bayağılığın yan yana ortaya çıktığı, Dostoyevski'nin hemen hemen bütün romanlarında var olan bu şaşırtıcı çelişki, hayatın, insanın, edebiyatın ve kaçınılmaz olarak da en keskin biçimde siyasetin içinde varlığını sürdürüyor.

     

    Dostoyevski'nin bunu bu kadar iyi bilmesinin bir nedeni "kutsal kavramlarla yakından ilgili bir muhafazakarı" ve "dostlarını bile dolandırmaktan kaçınmayan bir kumarbazı" bizzat kendi ruhunda taşımasıysa, bir nedeni de, aynen biz Türkler gibi Rusların da siyasetle çok ilgilenmesi, siyaset yelkenlerinin kutsallık ve bayağılıkla dolduğunu rahatça görmeleri.

     

    Siyaset dünyasına dalanlar, hızını kutsallıktan alan bir bayağılık salıncağında sallanır dururlar.

     

    İhtiraslarının ve bencilliklerinin bayağılığını, kutsal değerlerin parlak renklerinin arkasına saklarlar.

     

    Biz, bugünlerde bunu çok sık görmüyor muyuz?

     

    Ne çok kutsal değer, ne bayağı amaçlar için bir çift zar gibi oyun masasına atılıyor, kazanmak isteyenler elleri titreyerek en büyük sayıyı tutturan "kutsallığı" yakalamak için çabalıyorlar.

     

    Bunları düşünürken, coşkulu bir gece vakti Çetin Altan'ın Faruk Nafiz'den söylediği o muhteşem şiir, onun sesiyle yankılanıp duruyor içimde.

     

    "Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin

     

    Sana kafir dediler, diş biledim Hakk'a bile

     

    Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin

     

    Kahpelendin de, garez bağladım ahlaka bile."

     

    Kutsallıklarla bayağılıklar arasında dolaşıp duran insanoğlu, ne kutsallıkla ne de bayağılıkla ilgisi bulunmayan böylesine güçlü ve böylesine temiz bir duyguyu nasıl bulup çıkarıyor içinden?

     

    Bütün kutsallıklara, tanrıya da, ahlaka da, güzelliğe de meydan okuyan, bütün hepsini reddetmenin kıyısına gelen ve hepsinden ayrı, tekbaşına, kendi kutsallığını yaratan böylesine cesur bir masumiyet, nasıl oluyor da kirli ruhlarımızda hiç lekelenmeden varlığını sürdürebiliyor?

     

    İnsanların büyük çoğunluğu kutsallıklara sahip çıkarak bayağılaşırken, nasıl oluyor da aralarından biri kutsallıkları reddederek kutsallaşıyor?

     

    "Sana kafir dediler, diş biledim Hakk'a bile"

     

    Tanrıya söylüyor bunu.

     

    Hiç korkmadan.

     

    Çok sevdiğinizde, gerçekten, yürekten sevdiğinizde, bir kutsallığa sığınmaya çalışmıyorsunuz sanırım, tam aksine o kutsallıklara bile başkaldırıyorsunuz.

    ((Şiirin tamamı:

    FİRARİ

    Sana çirkin dediler düşmanı oldum güzelin

    Sana kafir dediler diş biledim Hakk'a bile

    Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin

    Kahpelendin de garez bağladım ahlaka bile

     

    Sana çirkin demedim ben,sana kafir demedim

    Bence dinin gibi,küfrün de mukaddesti senin

    Yaşadın beş sene kalbimde misafir demedim

    Bu firar aklına nereden ,ne zaman esti senin?

     

    Zülfünün yay gibi kuvvetli,çelik tellerine

    Takılan gönlüm asırlarca peşinden gelecek

    Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine

    Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek

     

    Faruk Nafiz Çamlıbel Bu yazının arasına iyi gider diye ekledim.))

     

    "Tanrı, bayrak, vatan" sözcüklerini kendinize siper etmiyorsunuz, gerçek sevginin verdiği güçle kutsallık sığınaklarını terk ediyor, duygularınız ve düşüncelerinizle ortaya çıkıyor, her türlü cezaya, öfkeye, saldırıya göğsünüzü açarak söylüyorsunuz söylemek istediğinizi.

     

    Ve, ne gariptir ki böyle zamanlarda kutsallıklardan uzaklaştıkça bayağılıklardan da uzaklaşıyorsunuz.

     

    "En kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlük," bu sarsıcı ve utandırıcı çelişki, hayatın ve siyasetin çirkinliklerle dolu bu geniş arazisi, yalnızca gerçek duygular ve düşüncelerle yeniden dolmak için boşalıyor.

     

    Hakk'a diş bileyip, ahlaka garez bağlayabiliyorsunuz.

     

    Bunu bu güçle ve güvenle söylediğinizde tanrı da insanlar da anlıyor sizi, kutsallığın kullanıla kullanıla aşınmış zırhı değil, içtenliğin çırılçıplaklığı sizi koruyor.

     

    Bu çırılçıplak içtenliği, onun her türlü savunmayı elinin tersiyle iten güvenini, bayağılıktan uzak cesaretini, kutsallığa başkaldıran kutsallığını bir kez gördüğümüzde, fark etmeden de olsa aslında hep onu, o çıkarsız masumiyeti istiyoruz.

     

    Onu arıyoruz.

     

    Ama biz de bayağılıklara düşkünlükle sakatlanmışız.

     

    İstediğimizi söyleyecek cesareti bir türlü ruhumuzda bulamıyoruz.

     

    Başkalarını olduğu kadar kendimizi de kandırarak, kutsallıkla bayağılığın gürültücü sesinin peşine takılıyor, böyle davranmayanları üstelik bir de aşağılıyoruz.

     

    İşte, en çok da o sahte aşağılamalardan aldığımız zevkte ortaya çıkıyor bayağılığımız.

     

    Kendimizden daha cesurları, kendimizden daha içten olanları bir yanımız hayranlıkla izlerken, bir yanımız da onları "kutsallıkların" o güvenli gölgeliğine sığınmadığı için suçluyor.

     

    Suçlamak da zorunda.

     

    Onları beğeniyorsak, onlar gibi davranma mecburiyetiyle karşı karşıya kalırız çünkü.

     

    Hangimiz, "sana kafir dediler, diş biledim Hakk'a bile" diyebilir?

     

    Kim, tanrının bile olmadığı kimsesiz bir çöle yalnızca kendi duygularıyla girmeyi göze alabilir?

     

    Bir şair belki.

     

    Bir aşık...

     

    Gerçekten seven biri.

     

    Çünkü ancak gerçek ve içten bir düşkünlük, hesapsız bir bağlılık, pazarlık kabul etmeyen sonsuz bir istek, ruhumuzu tek başına kaplayacak bir güce ve genişliğe sahiptir, ancak böylesine bir tutku kendine yer açmak için içimizdeki kutsallıkları ve bayağılıkları silebilir.

     

    Arınmak, ancak böyle mümkün olabilir.

     

    Bu olmadığında, "en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğü" bir arada görürsünüz.

     

    Ecinniler romanında Dostoyevski gerçekten de bu çelişkiyi en sarsıcı biçimde gösterir, "dört üniversitelinin davadan dönen arkadaşlarını" öldürdüğü gerçek bir olaydan aldığı hikayesinde biz "kutsallıkları ve bayağılıkları" görürüz ama beni daha da etkileyen, "kutsallıklara kapılmış" insanların "delirmeye" "cinayete" ve "intihara" gidişlerinin macerasını anlatma biçimidir.

     

    Kutsallık ve ölüm arasındaki o ürkütücü bağın ortaya çıkışıdır.

     

    Hayatı, toplumu, tarihi etkileyecek, biçimlendirecek güce sahip o görkemli kutsal değerleri bütün ağırlığıyla alıp hayatlarının merkezine koyanlar, bu değerlerle kendi küçük zaafları arasında sıkışmaya başlarlar zamanla.

     

    Ya değerlerinden ya zaaflarından vazgeçeceklerdir.

     

    İkisinden birinden açıkça vazgeçebilen genellikle pek azdır.

     

    İkisinden de vazgeçemezlerse, ikisi de ruhlarına aynı güçle hükmederse intihar ya da cinayet kaçınılmaz olur.

     

    Mutlaka biri ölür.

     

    Ama bu ikiliğe sıkışanlarda genellikle görülen içtenliklerinden vazgeçmeleridir.

     

    İçtenliklerinden vazgeçenler bayağılıklarına teslim olur, hiçbir acı, hiçbir utanç duymadan kutsallıkların sözcülüğüne soyunur ve başkalarını ölüme gönderirler.

     

    En çok da onların sesi çıkar, kutsal değerlerden en çok onlar söz eder, insanlığın "yüce" bulduğu değerlerin arkasına en çok onlar saklanırlar.

     

    Onların bir ikilemi, çelişkisi, çıkmazı, ıstırabı yoktur.

     

    Bu "rahatlığa", bayağılığın nirvanasına ulaşanların, işte en çok onların arasından çıkar başkalarını yönetmeye meraklı olanlar.

     

    Ve, onlar kadar bayağılaşamamış, onlar kadar rahatlayamamış olanlar, hálá küçük vicdan azapları hisseden ama tam bir içtenliği de göze alamayanlar da "taraftar" kadrosuna yazılırlar.

     

    Ne kutsallıklar adına gümbürtülü nutuklar atarlar ne içtenliğin saflığına yaklaşırlar, küçük konuşmalarda "kutsal" klişeleri mırıltılarla tekrarlarlar. Bir sabah vakti için tuhaf düşünceler bunlar, biliyorum.

     

    Yorgunluk ve sıcakla hırpalanmış telaşlı bir zihnin, sabah serinliği tümüyle kaybolmadan, ötüşen kuşların ve kokusu gardenyaların kokusuna karışan limon çiçeklerinin tadını çıkararak kendi içinde çıktığı bir düşünce avcılığının sonuçları.

     

    Martılar bir şeyler için yalvarıyorlar.

     

    "Ecinniler" hálá her yanda.

     

    Öldürüyor ve öldürtüyorlar.

     

    Ama şairler de var.

     

    Onlar, şu bayağı ruhlarımızı biraz sükûnete kavuşturuyorlar.

     

    İçtenlikleri, cesaretleri ve acılarıyla.

     

    Size o müthiş dörtlüğün devamını da yazayım, içtenliğin bedelinin de pek kolay olmadığını görün.

     

    "Sana çirkin demedim ben, kafir demedim

     

    Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin

     

    Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim

     

    Bu firar aklına nereden, ne zaman esti senin."

     

    Hayat, sıcak ve yorgun bir gecenin sabahında böyle görünüyor bana.

     

    Ecinnileri ve "firari"leriyle.

     

    Belki de solgunlaşan bir zihnin sabah sayıklamaları bunlar.

     

    "Sana çirkin demedim ben, kafir demedim"

     

    Sadece...

     

    İçtenliğin yok senin.''

     

    Buna ne dersiniz? Her şey ne kadar açık dağil mi?

    Faruk Nafiz der ki:

     

    “Ey kirpiği sürmeli, gözü tahrirli Fatma,

    Göğsünde yaşayanı, yüreğinde yaşatma,

    Benim içim şenlenir, sen derdini eştikçe,

    Güzelleşir gönlümde kadın kahpeleştikçe.”

     

    Eğer şair, bu şiirleri yırtıp atmışsa diyecek bir şeyimiz olamaz ama, böyle bir şey de duymadım. Benim görebildiğim Faruk Nafız budur.

    Dua ile...


  7. On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden

    O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.

    Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden

    Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

     

    Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil

    Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun

    Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil

    Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

     

    (Faruk Nafiz Çamlıbel)

     

    Bu şiirini kime yazdı şair?

     

    Şiir Kültür ve Turizm Bakanlığının adresinde bu şekildedir:

    BİZSİZ GİDİYOR Fecre benzettiği bayrakla kefenlenmiş Ata,

    Çıktı bir kor gibi mermer kapısından sarayın.

    Gönlümüz, bayrağı öğrendiği günden beri ta

    Duymamıştır bu kadar hüznünü yıldızla ayın!

     

    Gidiyor, gizleyerek sır gibi bizden sesini,

    Çıkıyor, ilk olarak bir yola Başbuğ bizsiz.

    Biz, ki dünyada, bırakmazdık onun gölgesini,

    Bu ne hicranlı seferdir ki beraber değiliz.

     

    Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,

    Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun.

    Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil,

    Göreceksin, duruyor kalbimiz üstünde putun!

     

    Sen ki Gayya'ya düşen on yedi milyon Türk'ün

    Dehşetinden sararırken yüzü yaprak yaprak,

    Onu bir hızla çevirmiştin ölümden daha dün:

    Tunç elin, yalçın iradenle kolundan tutarak.

     

    Ve bugün on yedi milyon geliyor bir yere de,

    Ebedî yolculuğundan seni döndürmek için

    -Onu yoktan var eden sendeki derman nerede?

    Gücü ancak yetiyor kabrine yüz sürmek için

     

     

     

    Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

     

    Bu şiirin dilini kim çözer?

     


  8. “Türk hükümeti, beş yıldan az olmamak üzere gerekli göreceği bir süre için hizmetine derhal Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetindedir; bu danışmanları Tük hükümeti, 1914-1918 savaşına katılmamış ülkelerin uyrukları arasından Milletlerarası Adalet Divanı’nca düzenlenmiş bir çizelgeden seçecek ve bunlar Türk memurları olacaklardır.”

    Mustafa Erdoğan, Lozan antlaşmasının arkasına eklenen 'Yargı yöntemine ilişkin bildiri' başlığı altında yukarıdaki ifadenin yazıldığını ve bu ifadenin altında da İsmet İnönü, Rıza Nur ve Hasan Saka'nın imzaları bulunduğunu söylüyor. Yani bir belge sunmuş oluyor. Sonra yazar, Bilal Şimşir'den aktarıyor: “Böylece Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonraki ilk beş yıl içinde Türkiye’nin laikleşmesi tamamlanmış oldu. Bu “beş yıl”, Lozan’da, Türkiye’ye “danışman” olarak kabul edilen yabancı hukukçuların görev süresine denk düşmektedir. Hukuk sistemini laikleştirince yabancı hukukçuların görev sürelerini uzatmaya artık gerek kalmamıştır.”

     

    E birde 'Türk Hukuk Devrimi' denilen 'Medeni Kanunu', Borçlar kanunu' söz konusu ülkelerden alınmış ve onların kitaplarından çeviri yapılmış.

     

    Evet, Cumhuriyet rejiminin, demokrasinin, insan haklarının teminatı laiklik değildir. Mesela İngiltere'de Cumhuriyet yoktur, laiklik yoktur ama kendilerini demokrat gösterirler yani orada demokrasi vardır. Fransa'nın bazı eyaletlerinde laiklik vardır, bazılarında yoktur. Bana kalırsa, Laiklik istismar edilerek, halkın, temel dini haklarını taleb etmesinin önüne geçilmiş oldu. Cumhuriyet rejimi laik bir düzen üzerine kurulmadı. Bu hususta Abdurrahman Dilipak şöyle der:'' Hilafetin kurtarılması adına Anadoluya gönderilen Mustafa kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerinde hep bu ilkelere bağlılığından söz ederek, buralarda alınan kararlarda halkın bu talebini teyid etmişti. Yine Ankara'da kurulan ilk hükümette laiklik esasları üzerine değil, Dnini mübini korumak, şeriatı hakim kılma adına görev yapıyordu ve İstiklal habi bu inaç uğruna Türk, Kürt, Arap, Laz Çerkez vd. unsurların cansiperane mücadelesi ile kazanılıyordu.''

    Laiklik ilkesi ilk önce CHF'nin kurultayında, bu partinin ilkeleri arasında gösteriliyor, 1931'de. Bu ilkeler arasında Demokrasi yoktu mesela. Yani Laiklik bir partinin fikri yapısı olarak meydana çıkıyordı ve sonra, 1937 yılında Laiklik ilkesi Anayasa'da yerini alıyor.

    Burada, İngilizlerinde parmağı olan Şeyh Said ayaklanması bahane edilerek çıkartılan 'takriri Sükun Yasası'nın da oluşturduğu ortam üzerine gerçekleştirilen İnkilapları ve hemen beşine laiklğin Anayasa'ya girmesini iyi irdelemek gerek. Sonra tekrar Lozan'a dönüp bakmak...

    Hekesin bir Ata'sı vardır, o yüzden hekesin bir Laik anlayışı vardır.

    Unutmayalım ki, o zamanlar Chf'nin karşısına hangi parti çıkmışsa, Chf, bu partilerin karşısında meşru sınırlar içinde duramadı. Menemen neydi?

    Ben kesinlikle Atatürk düşmanı değilim. Vahdeddin düşmanı da değilim. Ama biraz iadeyi itibar gerek, diye düşünüyorum.

    Dua ile...


  9. Bilim Kurgularla kafa yormayalım.

     

    Atatürk'ten Mehmed Akif'e niye geçtin diyorsun..Hükümette bir Atatürk mü var?

     

    2.si Laiklik olmasa belki alevi kalmazdı,

    Mezhep tartışmaları üzerinden memleket kaynardı.

     

    Sizin bu tür fikirlerinizden dolayı zan altında kalan pek çok Necip Fazıl aşığı var..

     

     

    Peki laiklik olsa ne olur? Zaten var gibi de, ben yine sorayım dedim. Alevi kalmadı diye mezhep tartışması olmaz mıydı? Alevilik bir mezhep mi? Benim bildiğim, mezhep tartışması olmaz ve hak mezhepler bellidir, temelde de birdirler. Bir kaynaktan fışkıran dallar gibi, kökleri bir de, bunların içinde alevi yok. Ha, nifak hareketlerini iyi tanımamız gerek. Şu laiklikte bir garip... İslam içerisinden farklı inanışlara sahip cemiyetlerin oluşturduğu toplumları bir arada tutacak bir mevhum geliştiremedik, işimiz bu laik yapıya kaldı. Hani, onuda doğru yapsalar diyeceğim de, bizde de kilise yok ki... Kendi mezheplerimiz arasındaki sorunuda laiklikle çözmek, güzel olur(!)

    Necip Fazıl'ı seven alevi kardeşlerimiz mi zan altında? Anlayamadım da... Yanlış anlatıysam afola... Hayır öyleyse, onları bizzat Necip Fazıl üzmüştür.


  10. zaten tafsilata girince(daha önce başıma geldi)siteniz kapatılıyor...

    niyeleri,nasılları bilmek lazım..neticelerde mühimdir fakat ben haticeye de bakalım derim..yanlış anlamayalım:)

     

    E madem haticeyi bizden saklıyorlar ve haticeye ortadan dalamıyoruz, biz de neticeden haticeye gidelim diyoruz. Yoksa biz haticeye talibiz. Hassasiyetini anlıyorum kardeşim. Tabiki dikkatli olmak gerekir. Yoksa Hallac-ı Mansur durumuna düşeriz, bu mevzuda ve asarlar bizi. Neyse kardeşim, seninle aynı fikirdeyim aslında.

    Dua ile kal...


  11. azizim,niye girsin?sorulacak soru bence bu olmalı...

    tafsilata girip kimilerini şaşırtmayı,kimilerini kızdırmayı gerekli görmüyorum...

     

    Ben niyesini, nasılını değil, bu işlerin neticesinde görünen vaziyetleri dile getirmeye çalıştım. Niyesini, nasılını bilemem ama, neticelerinin belgeli kısımları ortada. En azından 1.meclis zabıtları yerli yerinde. Erzurum kongresinin tutanakları, Sivas kongresinin tutanakları filan.... Ha bu arada, tafsilata girmiş değiliz. Tafsilatın yanında bu ne ki... Bir kanıtta, taksimdeki yanyana üç heykel...


  12. Kültürüyle, ekonomisiyle, ahlakıyle bir cemiyet değiştirliyor. Dile kolay... Hani, Lozan antlaşması sırasında, 1. Millet Meclisindeki sert tartışmalar bir belge niteliğinde aşikar aslında. Ah, o mecliste ne vakalar cereyan etti, ne vakalar. Duvarların dili olsa da konuşsa... Kıbrıs Lozan'da verildi diyelim, Menderes'in asılma sebeblerinde biri de Kıbrıs idi. Sonra Musul ve Batum...

    Menemen olayı, Şeh Said isyanı ile birlikte daha yakınlarda Sivas ve Başbağlar, 28 şubat ve Danıştay saldırısı... Özel Harp Dairesinin yerini anayasada gösteremezsiniz. Ya finansı nereden sağlanıyordu bunların? Ah, bizim istiklal savaşımızı kimler istismar etmedi ki. Yahu halkı düşman karşısına çekebilmek için hoca kılığına bürünen Celal Bayar, Türkiye'de kurulan ilk komünist partisine, kalpağında kızıl bir şeritle katıldı. Aynı Celal Bayar aynı zamanda mason. Hadi bakalım, gel buradan yak! Kara fatmanın torununu dilendirerek ancak gecinebildiği söyleniyor ve üstelik ölümüne çok kısa bir süre kala maaş bağlantı Kara Fatma'ya. Oda Demokrat Parti zamanında. Bu maaştanda yararlanamadan öldü garibim. Hani kadına ilk seçilme hakkını biz tanıtıkta, o yüzden şey edeyim dedim. Ya 23 Nisan, 19 Mayıs... Hele 19 Mayıs'ın ilk olşumu sırasındaki vaziyet pek trajik. İlk gençlik bayramı 24 veya 28 Mayıs'ta mı kutlanmış ne? Hani, siz benim böyle göreceli konuşmama bakmayın. Demokratik nizamda milletin egemenliğinde olan meclis istedi de Anayasa Mahkemesi, Yök ve dahi topyekun bir adalet sistemi kuruldu mu, acaba? Yada bu sitemin altında kimler var, çok merak ediyorum. 10. yıl albümünü şöyle bir googleden arayın bakalım, bulursanız bana da yollayın. E tabii ki bulabilirseniz! Sahi, bu albümün önsözünü kim yazdı, aceba? Mevlana'yı nasıl tanıttılar orada? Ha bir de, bir partinin temel direklerini bir milletin sırtına yüklemek ne demek, hiç düşündünüz mü? Özgürlük, Hürriyet diye kendini paralayanların üzerimize yükledikleri bu direkler aslında ve görünürde kendi fikirleri ve biz bu fikirleri, onlara bicilen kutsallık yelekleri yüzünden eleştiremeyiz. Biz var ya biz, o şeriatçı Arapların Kralının oğluna da devlet protokolu uyguladık ta, yıllar yıllar sonra Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan bizzat Arap kralını karşıladı ve onun yanına gitti diye neler yapmadık adamlara. Canım ben biz derken, siz, ekabir anlayın. Hele Güneş dil teorisini anlatsam var ya, neyse boşver! Şimdiki ayınlanan nutukla, Atarürk'ün mecliste okuduğu nutuk aynı mı? Doğrusu çok merak ediyorum. Of, of... Kusuruma bakmayın, biraz saçmaladım herhalde...

    Dua ile...


  13. Bu mevzuuya girmeğe bile değmezdi ama, şu Ayşe Arman resmini çizmek adına...

    ''(...) Bütün tek tanrılı dinler, neredeyse kadundan korkuyor. Mesele bu. Kadını eksikli ve hatta özürlü kabul ediyor, öyle bir yere koyuyor.'' Hürriyet 7 Aralık 2008

    Yine ayşe hanımın, bir başka Ayşenur isminde hanımla yaptığı röportajtan bir bölüm...

     

    ''İkinci eşimin ilk eşinden olan kızı, 13'üne bastığında annesi kendi jinekoloğundan randevu aldı ve kızı için doğum kontrol hapı reçetesi istedi. Sonra da kızını karşısına alarak, hapları almaya başlamasının neden önemli olduğunu, nasıl kullanması gerektiğini, çok güzel bir kız olduğu için okuldaki erkek arkadaşlarının ilgisini çekmesinin doğal olduğunu, seksin tabu olmadığını, ancak tercihen ilk denemesinin karşılıklı derin duygular yaşadığı bir kişiyle olmasının önemini, aksi halde duygusal travma yaşayabileceğini, çok doğru seçimler yapmasının ilerideki cinsel yaşamını etkileyebileceğini söyledi. İlk hapı da kendi elleriyle kızına verip içirtti. Merak edenler olur diye: Olay, Quebec'de yaşandı. Yıl 1972, ülke Kanada.

     

    Saygılar. (Aygen T.)

     

    - Çok çok teşekkürler Aygen Bey. Türkiye'de pek çok insanın "Aman Allah'ım olur mu böyle rezillik!" deyip kınayacağı bir öykü. Bense bayıldım. 30 yıl önce Kanada'da yaşanan bu diyaloğun benzerini Türkiye'de yaşayabilmemiz için 30 yıl daha mı geçmesi gerekiyor? '' Hürriyet 27 Ekim 2008

    Ayşe hanım, müptezel bir okurunun mektubuna köşesinde yer verip, üstelik övgüsünü alan hikayeye yorumu...

     

    ''(...) dinimizde şartlar elvermiyorsa abdest almadan namaz kılmakta mümkündür.'' Hürriyet 9 Ocak 2008

    Ayşe hanım, yine bir okuyucusunun yıkıcı fıkrine yer veriyor.

     

    Lütfen, istedikleri dine dikkat.

     

    Mesela, İlahiyat fakültesinde prof. olan Beyza Bilgin'e, 02.12.2007 tarihinde Akşam'mın pazar ekinde yaynlanan röportajta soruyorlar:

    Hiç düşündünüz mü örtünmeyi?

    Hayır, katiyen. Örtünmeyi Allah'ın emri olarak kabul etmiyorum ki!

     

    ''Türban istemeyen kızı babası öldürdü'' başlığıyla haberi veren 13.12.2007 tarihli Radikal Gazetesi, bakın haberin içeriğinde ne diyor:

    ... Cinayetin türban yüzünden olup olmadığı henüz bilinmiyor.

    Haberin bir başlığına, bir de içeriğine bakın ve anlayın hileliği... Adamlar, cemiyetimizin ekserisinin haberlirin sadece başlıklarını okuduğumuzu çok iyi biliyorlar.

     

    Asil_düşünce'nin Ayşe Arman'dan verdiği röportaj'ta, malum kadının aslında bir camii hocasından öğrensetdi dinini kocası, bu vaziyeti olgun karşılayacakmış. Çünkü bu cemaatin niyetleri belli değilmiş. O yüzden aslında kadının dine karşı bir soğuklu yokmuş. Öyle değil, peki nasıl?

    Ayşe Arman'ın medyasından devam:

    ''(...) türban totemi (putu)

    (...) Türban peretsler

    (...) Türban putu (totemi), laik ve demokratik cumhuriyete karşı olan ve onu bir İslam devletine çevirmek isteyenlerin simgesidir.'' Özdemir İnce Hürriyet 25 Ocak 2008

    Görüyor musunuz asıl korkuyu?

     

    ''(...) milletine Arap kültürünü öneriyor... Bu nasıl milliyetçiliktir; kendi ulusuna çağdaşlık yolu açmak yerine, ortaçağdan kalma Arap kültürüne yol açmak?..'' Bekir Çoşkun Hürriyet 25 Ocak 2008 Yorumsuz...

     

    ''Atatürk devrimiyle de kimi ayetler neshedilmiştir...'' İlhan Selçuk malumgazete 13 Şubat

    2008

     

    Bir de bunların nasıl bir din istediğini, yine inanmayan bir yazardan okuyalım:

    ''Bizim devletin istediği 'ideal vatandaş', alevi gibi yaşayan bir sünnidir.

    Namaza gidmeyecek.

    İçki içecek.

    Faiz haram sayılmayacak. Konuşmalarda asla Hz. Muhammed'e ve Kuran-ı Kerim'e atıfta bulunulmayacak.

    (...)

    Sunniliğe kalben bağlı olan biri içki içmez. Mutlaka beş vakit namazını kılar. Öyle bir sunni devlet kadrolarında yer bulamaz.''

    İnsan haklarına saygılı bir dinsiz olan Ahmet Altan, 27 Mayıs 2008 tarihinde Taraf'ta yazdığı bu makalesinde, bir zihniyetin resmini ne güzel çekti. ''devletin istediği'' kısmına ''bazı insanların istediği'' ifadesini koyarsak daha iyi anlaşılır, ne istedikleri...

     

    Bu zihniyete daima ve en güzel cevabı Üstad versin:

    ''En basit sahtecilik formülüyle ele geçirilen bu daha basit sahteciler...''

    Sizi bu galiz şeylerle yorduğum için hakkınızı helal edin. Ama bu zihniyeti tanımak gerek, efendim.

    Selam ve dua ile...


  14. Sefiye



    Hassas kıstaslı titrek ellerinde,

    Şiir mizaçlı tezatsız kafiye;

    Kurulu terazi fani mahzende;

    Denge mihrakında dertli Sefiye.



    O nurdur, dönülmez ufkun bülbülü,

    Tespih tespihtir dilinde kafiye;

    Baharın yeline savurmuş külü,

    Has oda kapısı, bekler Sefiye.



    Pır pır diye uçtu fani mahzenden,

    Geçti, arama! Beyhude kafiye;

    Ağır mı ağır vebal ki ensenden,

    İnmez hiç; razı olmazsa Sefiye.


  15. ZAMAN

    zaman anıların esrar perdesi

    toz pembe günlere kurulan pusu

    zaman azrailin gel diyen sesi

    zaman ölümlere gidiş korkusu

     

    zaman sırma saçlı köylü güzelini

    nine etme sevdasına düşen yar

    bileği dönmezin büker belini

    zaman simsiyah saçlarıma yağan kar

     

     

    Yahu bu başlık benim şiirlerimin toplandığı yerin ismi. Şiir çok güzel olmuş, bu arada.


  16. BOMBOŞ

     

    Pazar pazar dolaştım,

    Gördüm ki pazar bomboş.

    Yüce dağları aştım,

    Ufukta nazar bomboş.

     

    İnsan bir emekte hep,

    Ömür dilemekte hep...

    Her avuntuya sebep,

    Hayaller uzar, bomboş.

     

    Kul, kaderi çelişte;

    Al, bu da kader işte!

    Ölüm gelmiş, gelmiş de

    Fikirde mezar bomboş!

     

     

    Ne güzel çekmişsin ruh resmimizi. Samimi olmuş.


  17. Dedem

     

     

    Yamacı düzlemiş dedem,

     

    Ağacı yüklenmiş dedem;

     

    Seni bu bağlar, bahçeler,

     

    Yedi de bitirdi dedem!

     

     

    Heyhat ki zehirden beter,

     

    Bu acı da bize yeter!

     

    Kapıda incir ağacı;

     

    Oldu ciğerime keder!

     

     

    Fındık bahçeleri çorak;

     

    Dedemin elinde orak!

     

    Kara elmas diyarında;

     

    Trabzon’a kaldı ırak!

     

     

    Asabi dilinde küfür;

     

    Merhamet telinde şükür…

     

    Güneysu köyünde kabri;

     

    Ey dua, gel üfür üfür!

     

    Dedem bir Fatiha bekler...


  18. Evet, fikircilesi kardeşimiz meseleyi anlamadan veya anlayamadan trradomir kardeşimize o talihsiz suçlamayı yollayıverdi. Bir kaç arkadaşın kendi aralarındaki latifeleşmesini kavrayamadı, fikircilesi kardeşimiz. Meselenin ne olup olmadığını bilmeden hüküm vermesi, olmadı.

    Tamam işin bir tarafı böyle ama, be trradomir kardeşim, ''Fakat şunu da hatırlatayım ki ufaklık, senin o başlıkta düştüğün halden sonra sadece kendini inandırabileceğin bir beraberlik sayısı elde etmek adına attığın taklalar, namusunu kaptırdığı kişiye dönerek 'aahaha ahahaha fermuarı açık kalmııış' diye kendini teselli eden zavallı mağdurenin halini remzlendiriyor. De uza şimdi acemi Saadettin Teksoy, Sigmund Freud'un yandan yemişi!'', Freud'un kim olduğu meşhur. Çocuk kızsa annesine, erkekse babasına cinsel bir gözle bakarmış Freud'a göre. Evet trradomir kardeşim, elbette sen bu ifadeleri mecazi anlamda kullandın ama, benim fikrimi sorarsan, mecazi daha doğrusu remzlendirmelerin anlamı daha yumuşak ifadeler olabilirdi sitemin.

     

    Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek ölçüsüyle tarafları karşılıklı anlayışa çağırıyorum, efendim.

    Dua ile...


  19. İlkokul yıllarımdı…

     

    Hani göç zamanlarında semalarda süzülen leylekler olur ya, bir fasıldır, gelip geçerler. Öğrenciler de evden okula dönüş yolunda bir fasıldır gelip geçerler. Koşan, yürüyen, etrafına sataşan, etrafa takılan, yolda oyalanan ve işte tüm keskinliğiyle eve dönüş manzarası…

     

    İşte böyle günlerde, okul çantamı sırtıma astım ve adeta bir karnaval şenliği içinde evin yolunu tutmuş gidiyorum. Arkamdan bir kadın sesi:

     

    — Ömer, bir bakar mısın?

     

    Yüzümü kadına döndüm. Annemle tanışıklığı olan kadın, seslendi:

     

    — Ömer, Çantandan çatalın sarkmış, ha düştü düşecek!

     

    Ya bizim cevabımız? İşte, aradan yıllar geçmesine rağmen, en küçük fırsatta bana hatırlatılan o cevap:

     

    Düşerse, düşsün! Evde daha çok var!

     

    Dua ile…

×
×
  • Create New...