Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1. “ŞERİAT İSTİYORUZ”

     

    23 Aralık 1930 günü eyleme geçilmesinin kararlaştırıldığı ve eylemcilerin başlarında mehdi Mehmet olmak üzere Menemen'e sabah ezanı sırasında gelerek Müftü camisine girdikleri anlatılan değerlendirmede, şöyle devam edildi:

     

    “Camide bulunan sancağı alıp mehdi, halkı kendilerine katılmaya davet eder ve şunları söyler. 'Taraf-ı ilahiden geliyoruz. Şeriat istiyoruz. Askerin kılıç ve kurşunu bize işlemez. Herkes bu bayrağın altından geçecektir. Geçmeyenleri kılıçtan geçireceğiz. Bugün zeval (öğle) vakti yetmişbin kişi bize yardıma gelecektir.'

     

    Kendilerine katılan grupla birlikte eylemciler, sokaklarda dolaşıp herkesin dükkanlarını kapayarak peşlerinden gelmelerini söyleyerek yürüyüşe geçerler. Saffet Hocanın evinin önünden geçerlerken o da evden çıkar ve grubun arkasından yürür. Mehdi Mehmet, Saffet Hocaya karşı saygıda kusur etmez. Bir süre sonra Saffet Hoca gruptan ayrılır ve meseleden hiç haberi yokmuş gibi tekrar evine döner ve pencereleri kapatır. Eylemcilerin bulunduğu grup, Belediye binasının önüne kadar gelir. Kalabalık artar. Mehdi Mehmet kendisinin mehdiliğine ve şeriati yerine getireceklerine dair halka hitap eder.”

     

    Hürriyet Gazetesi Genelkumay'ın internet sitesinden sayfasına taşımış haberi. 16/Ocak/2008

     

    ''Danıştay 2. Dairesi'nde rutin heyet görüşmeleri yapıldığı sırada avukat olduğu öğrenilen silahlı saldırgan tabancayla ateş açtı. Saldırıda Danıştay üyesi 5 kişi yaralandı. Saldırgan Danıştay üyelerine kurşun yağdırırken 'Allahü Ekber' diye bağırdı. Saldırıdan sonra yüksek yargı üyelerini yaralı olarak arkasında bırakıp koridora çıkan avukat saldırgan 'Allah'ın gazabı üzerinize olsun' diye bağırdı.'' Kent haber

     

    '' "ALLAH'IN ASKERİYİM"

     

    Arslan, saldırıdan önce 34 BE 0126 plakalı aracını Danıştay binasına 40 metre uzaklıkta Necatibey Caddesi'ne park etti. Danıştay binasındaki X-Ray cihazı kontrolünden avukat kimliğini göstererek geçen saldırgan, Üyelerin bulunduğu ek binaya yöneldi. 5'inci kattaki müzakere salonuna giren Arslan, "Allah'ın askeriyiz, elçiyiz. Türban davası yüzünden cezalandırılacaksınız" diyerek 11 el ateş etti.

     

    Tekbir getirerek dışarı çıkan saldırgan, binadaki güvenlik görevlisi polis tarafından etkisiz hale getirildi. Üzerinde 'hayalet tabanca' olarak bilinen ve X-Ray cihazında uyarı sinyali vermediği bilinen Glock marka tabanca bulundu.

     

    Birden'in türbanlı öğretmene müdürlük yolunu kapatan Danıştay kararının altında imzası bulunuyordu. Görgü tanıkları, Alparlan Arslan'ın olayın ardından 'Allah-u ekber' ve 'Allah'ın gazabı üzerinizde olsun' şeklinde bağırdığını söyledi.'' Hürriyet/17 Mayıs 2006

     

    ''Saldırıya Türkiye'deki belli kesimlerden tepkiler gelmiştir. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 19 Mayıs 2006'da yaptığı açıklamada saldırının sadece Danıştay'a değil, laik devlete de yöneltilmiş olduğunu söylemiştir. Saldırıdan sonraki gün kaldırılan Yücel Özbilgin'in cenazesi sırasında bazı kesimlerce irticaya ve irticanın oluşmasına imkân verdiği iddia edilen Erdoğan hükümeti'nrtepkiler yağmıştır. Cenaze namazı öncesi ve sonrasında "Türkiye laiktir, laik kalacak" sloganları atılmış ve cenazeye gelen AKP li hükümet üyeleri "katiller dışarı" sloganları ile protesto edilmiştir. Cenazeye gelen yargı ile YÖK üyeleri, cumhurbaşkanı ve askerler ise göstericiler tarafından alkışlanmıştır.'' (Vikipedi)

     

    Aradaki benzerlikler neler acaba? Danıştay saldırısının faili yakalanmasaydı ne olrdu? Basit... Menemenden sonra neyse o...


  2. Menemen Olayı'nı Nakşiler yaptı

     

    Belgelere göre, Menemen Olayı bilinçli bir hareketti, eylemi gerçekleştirenlerin tümü Manisa'da ikamet ediyordu ve Nakşi tarikatıyla bağlantıları bulunuyordu

     

    agun.jpg ANKARA Milliyet

     

    Genelkurmay Başkanlığı, arşiv belgelerine dayanarak Menemen Olayı'nın "bilinçli bir hareket olduğunu, eylemi gerçekleştirenlerin tümünün Manisa'da ikamet ettiklerini ve Nakşi tarikatıyla bağlantıları bulunduğunu" duyurdu.

    Genelkurmay Başkanlığı, 23 Aralık 1930'da Menemen'de katledilen Devrim Şehidi Yedek Subay Mustafa Kubilay ile ilgili olarak Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı arşivlerinde bulunan belgeleri yayımladı.

    Belgeler arasında "Kubilay'ın ölümüne ilişkin keşif raporu, İbrahim Hoca'nın ifadeleri, eylemcilere yardım eden Yunus oğlu Kamil'in ifadesi, Menemen Telgraf Memuru Nail Bey'in tanık ifadesi, eylemcilerin bağlı oldukları tarikat mensuplarına ilişkin belge, Şeyh Esat'ın İbrahim Hoca'yla ilişkisini anlattığı mektuplar" yer alıyor.

     

    Kubilay'ın bedeni

    Menemen Cumhuriyet Savcısı, Savcı Yardımcısı ve Hükümet Tabip Vekili'nin hazırladıkları raporda, Kubilay'ın Gazez Camii'nde bulunan bedeni, şöyle tasvir ediliyor: "Gazez Camii girişinin sol tarafındaki bahçede arkası üstü yatık, sağ tarafında kasaturası kınından çekik halde, elbiseleri kanlı, başı boynundan ayrılmış ve etrafındaki toprakta çok fazla kan lekeleri bulunan, tahminen 25 yaşlarında, üzerinde haki renkte askeri elbise olan; orta boylu, kumral benizli, saçları az ağarmış cesedin, Menemen'de 43'ncü Alay 1'nci Tabur 3'ncü Bölük Takım Komutanı Yedek Subay İzmirli Hüseyin oğlu Kubilay olduğu anlaşılmıştır."

    Genelkurmay Başkanlığı'nın değerlendirmesinde şunlar kaydedildi:

    "Eylemciler bir hazırlık safhasından sonra eylemi gerçekleştirmişlerdir. Eylemin elebaşı ve Kubilay'ın başını keserek öldüren Giritli Hasan oğlu Mehmet, Osman oğlu Şamdan Mehmet, Hasan oğlu Sütçü Mehmet, Emrullah oğlu Mehmet, Nalıncı Hasan ve Çakır oğlu Ramazan, eylemci grubunu oluşturmaktadır. Eylemcilerin hepsi Manisa'da ikamet etmektedirler ve Nakşi tarikatıyla bağlantıları vardır. Onları bu tarikata sokan ve eğiten, Manisa Askeri Hastahanesi imamlığından emekli İbrahim Hoca'dır. İbrahim Hoca da Şeyh Esat'a bağlıdır."

     

    'Esrarkeş kahvesi tekke oldu'

    Belgelerde, eylemcilerin "bir esrarkeş kahvesinde daimi surette toplanarak tekke haline getirdikleri", başlarında "mehdi Mehmet olmak üzere Menemen'e sabah ezanı sırasında gelerek Müftü Camii'ne girdikleri" belirterek, şöyle denildi:

    "Mehdi, halkı kendilerine katılmaya davet eder ve 'Taraf-ı ilahiden geliyoruz. Şeriat istiyoruz. Askerin kılıç ve kurşunu bize işlemez. Herkes bu bayrağın altından geçecektir. Geçmeyenleri kılıçtan geçireceğiz' diye konuşur."

    Olaylar üzerine jandarmanın takviye kuvvet istediği ve bunun üzerine Kubilay'ın "cephanesiz" bir müfrezeyle olay yerine gittiği belirtilen belgelerde, olay anı şöyle anlatıldı: "Kubilay, Mehdi Mehmet'in yakasından tutarak silahını teslim etmesini ister. Eylemcilerin arasından ateş açılır ve Kubilay yaralanır. Kubilay, yakındaki caminin avlusuna doğru koşarken, bir el daha ateş edilir ve avluda yere düşer. Mustafa Kubilay'ın düştüğünü gören mehdi Mehmet, yanındakilerden birisinin bıçağını alır, Kubilay'ı sürükleyip, bir ayağı ile vücuduna basarak yüzüstü yatırıp bıçakla boynundan keserek başı alır ve saçlarından tutarak taşa vurduktan sonra meydana tekrar dönüp, sancağın ucuna geçirir."

     

    agun1.jpg

    Telgraf Memuru Nail anlatıyor

     

    Belgelere göre, olayın görgü tanıklarından, Menemen'deki telgraf memuru Nail Bey, Kubilay'ın nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatıyor:

    "Kubilay Bey'in kumandasında bir müfreze geldi. Müfreze komutanı evkaf kahvesi önünde askeri durdurup 'süngü tak' emrini vererek, kendisi şakilerin yakasını tuttu. Asker süngü taktı. Onlar dönmelerine devam ediyorlardı. Kubilay Bey'i arkasından bir silahla vurdu. O anda yere düştü. Onbeş saniye kadar yerde kaldıktan sonra, kalkıp cami tarafına koştu. Bir kısım halk bunu görünce dağıldı. Bu sırada adamlardan ikisi kayboldu. Biz kaçtıklarını zannettik. Biraz sonra saçından tutulu olduğu halde, zavallı Kubilay Bey'in kesik kafasını getirdiklerini gördük."

     

    İşte Zaman gazetesinin iddiaları

     

    Zaman gazetesinin haberinde, Genelkurmay ve Emniyet arşivleri dayanak olarak gösterilerek, özetle şu iddialara yer verildi:

    O dönemde Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti olarak adlandırılan Genelkurmay Başkanlığı'na ait 26 Aralık 1930 tarihli bir belge, hükümet yetkililerinin ihmallerine dikkat çekiyor. Genelkurmay tarafından Menemen'e gönderilen 1. Kolordu Komutanı Vekili Muğlalı Mustafa Paşa (Mustafa Muğlalı) hadiseden 3 gün sonra Ankara'ya ilettiği raporda, Derviş Mehmet'in şüpheli hareketlerinin yetkili mercilerce bilindiğine işaret ediyor. Buna rağmen gerekli takibatın yapılmadığı, uzaktan seyirci kalınarak adeta 'olay çıkmasına göz yumulduğu' ima ediliyor. <LI>Genelkurmay raporunda kendisini 'Mehdi' ilan eden Derviş Mehmet'in Manisa'da bir esrarkeş kahvesini mekan edindiği ve çevresindeki insanlarla uzun süre şüphe uyandıracak fiiller içinde bulunduğu kaydediliyor. <LI>Kubilay'ı öldüren Derviş Mehmet'in çevresindeki insanları esrarla etki altına aldığına ilişkin bir başka resmi bilgi de Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında yer alıyor.

     

    Genelkurmay neden açıkladı?

     

    Ankara kulislerinde bir süredir, Genelkurmay Başkanlığı'nın 76 yıl önce meydana gelen Menemen olayları konusundaki belgeleri kamuoyuyla paylaşma olasılığı konuşuluyordu.

    Genelkurmay'ın tutumu, dün saat 09.00 sıralarında açıklığa kavuştu. Çünkü bu saatte, arşivdeki bazı bilgi ve dokümanlar Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinden kamuoyuyla paylaşıldı. Anadolu Ajansı'nın 12.28'den itibaren içeriğini abonelerine geçmeye başladığı belgeler konusundaki yeni soru, "Genelkurmay'ın bu paylaşıma neden gerek duyduğu" oldu. Kısa bir süre sonra kulislerde bu soru da yanıtını buldu. Zaman gazetesi, Kubilay'ın katledilmesinin 76. yıldönümünden 1 gün sonra, 24 Aralık 2006'da manşetini ve birinci sayfasının önemli bir bölümünü, olayın faillerinin "bir avuç esrarkeş olduğu" iddiasına ayırması Genelkurmay Karargâhı'nda not edilmişti. Gazetenin manşetine "Zaman, tarihi sırrın belgesini yayımlıyor - Devletin arşivine göre Kubilay'ın katilleri esrarkeş" başlığıyla yansıyan iddialar, 25 Aralık'ta daha çok Nur cemaati üyelerince takip edilen Yeni Asya'da, 26 Aralık'ta Yeni Şafak'ta, 1 Ocak 2007'de Zaman grubuna bağlı haftalık Aksiyon dergisinde de yer bulmuştu. Kulislerde konuşulan duyumlara göre, Genelkurmay, "esrarkeşlerin değil Nakşibendi tarikatı mensuplarının işlediği bir cinayete işaret eden" Menemen belgelerini bu yayınlar üzerine paylaşmaya karar vermişti.

     

    TBMM: Arınç'ın dedesi değil

     

    TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın dedesinin Menemen Olayı'nda rol aldığı yönündeki iddiaları TBMM Başkanlığı yalanladı. Açıklamada, Arınç'ın dedesinin Giritli Mehmet değil Sarıhüseyin oğlu Ahmet Efendi olduğu bildirildi. 1800'lü yıllarda Horasan'dan Manisa'ya göç eden bir Yörük ailesinin oğlu olan Sarıhüseyin oğlu Ahmet Efendi'nin, Çanakkale Savaşı'na katılıp gazi olduğu kaydedildi.

    17/Ocak/2007 Milliyet


  3. Gönül isterdi alimler İslamiyyete küfreden, dine müslümanlara küfreden ve en önemlisi Aleimn Sırrı Muhammed Aleyhi ve Alihi ve Sahbihi ve Ehli Beytihisselama küfreden kişileri öldürmemizin caiz olduğu hakkında fetva verselerdi.Ama bu YOL'a uymuyor, uyamıyor.Hele Üstad gibi Tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş bir zatın böyle bir fetva vermesi imkansız.Belliki her yerden nasiblenmeye çalışıyorsunz, nasib ancak Hakktan olur, hak olan yerden olur, ne Hürriyet gibi pislik bir yerden, nede hilal TV gibi bir sapık yuvasından olur.....

     

    Evet, bazı noktalarda hataları var Hilal TV'nin ama, biraz ihtiyatlı olmak gerekmiyor mu? En azından Filistin davasında ortak noktalarımız var. Samimi düşüncelerini anlıyorum. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; Şu sabık fikirde olan hariciyeler, vehabiler filan var ya, ha işte onlar sözde İslam adına bu işi çok iyi yapıyorlar. Yani adam öldürmeyi... Aman dikkat... Öldürme işi bütün her şeyi tükettikden sonra olur...


  4. Ya tamam hakiki hilafet 30 sene ondan sonrakiler Emiral Muminin tüm alimler ortak bu görüşte.Ama hilafet yani Eimral Mumininlik böyle kolay atılabilecek birşey mi? Papayıda devirsinler o zaman.İş tek hilafette değil.Hilafet yapılanlar yanında 0.O kuyu olayları flan bunların hepsinin belgeleri var.O kuyular bilinen şeyler.

     

     

    O dönemin çok eksikleri, bilmediğimiz çok yönleri var. Etrafımıza baktığımız vakit, bunun yansımalarını görüyoruz. Ama sonuçların nasıl olduğuna dair ne diyebiliriz? Bunu en mahrem noktalarına kadar bir öğrenebilsek, o bildiğimiz kahramanlar ne olur?

     

    "Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk"

     

    Hadi şimdi, şu nidanın sırlarını çözelim.

     

    Sahi Menemen mi, Danıştay saldırısı mı daha iyi bir numara?

     

    İtibar mı gerek?

     

    Takiye de ne demek? Bu böyle midir?

     

    Hakkı yerine koymaktır ya, aceba hakkı yerine koyabiliyor muyuz?

     

    Ah üstad, sen de olmazsan var ya...


  5. ''(...) 431 sayılı yasa değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen devrim yasalarındandır.. Tabiî değiştirilememesi ne demek, bu da ayrı bir tartışma konhusu.. Değişmeyen bir şey olabilir mi? O zaman “inkılabçılık” ne demek oluyor?Yasa çok açık ve net: HİLAFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANİNİN TüRKİYE CUMHURİYETİ MEMALİKİ HARİCİNE çIKARILMASINA DAİR KANUN. Kanun Numarası: 431, Kabul Tarihi: 3.3.1924, Yayımlandığı Resmi Gazete Tarih: 6.3.1924, Sayı: 63, Yayımlandığı Düstur: Tertip: 3, Cilt: 5, Sayfa: 323. Madde 1 - Halife halledilmiştir. Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.

     

    Peki hilafet ne demektir..

     

    Bu yasaya göre cumhuriyet hükümetinin hilafetin misyonuna sahip çıkması gerekmiyor mu?''

    Abdurrahman Dilipak/Vakit

     

    Evet, Atatürk'ün, eğer doğruysa, o sözünü birde bu açıdan değerlendirmek gerek.


  6. Harun Yaşar kardeşimin engin yüreğine yolluyorum...

    Kurtuluş

    Savaş, kıyamet…
    Ne oldu, ne var?
    Vatan ve ümmet…
    Ne oldu, ne var?

    Tarumar dünya,
    Adalet rüya,
    Müreffeh hülya;
    Ne oldu, ne var?

    Din ve itikat;
    Koş, koş! Saltanat…
    Yanıyor ecdat;
    Ne oldu, ne var?

    Baş, kol, el, bacak,
    Kan revan ocak,
    Alev her bucak;
    Ne oldu, ne var?

    Namahrem eli,
    Ecnebi seli…
    Eyvah; miğferli;
    Ne oldu, ne var?

    Ne oldu böyle,
    Bu ne hal öyle,
    Bir anlat şöyle;
    Ne oldu, ne var?

    Kurtuldu ümmet,
    Allah’tan rahmet…
    Yine akamet;
    Ne oldu, ne var?

    Modern uygarlık,
    İslam barbarlık,
    Bilim, tek varlık;
    Ne oldu, ne var?

    Savdık ümmeti;
    Umran milleti…
    Yedik illeti;
    Ne varsa, o var!

    Dua ile...


  7. Bizim eksikliğini gördüğümüz ve hasretini çektiğimiz hareketse, herhangi bir rejimi kanun dışı yollarla devirmeyi hedef tutan bir iş ve aksiyon çalışması değil,ona, her an, her şeye muktedir bir “Efkar-ı umumiye” yaşadığını hissettiren,asla nöbet yerini bırakmayan ve ancak kanun tepelendiği zaman kanun yollarını düşünmeyecek olan içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasya, getirdiği prensiplerle ,icap ederse kendi kendisini tepeletmek yolunu da açık bırakan ve bu yolu hiçbir pahaya ve hiçbir fert ve zümreye kapattırmayan telakki ve teşkilatın ismidir ve sadece içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasyanın tam hakkını isteyerek, kanun yoluyla, fakat sonuna kadar tam hareket ruhunu elde etmedikçe, “ukde-i hayat” ımızda bütün canımız emilecektir!Biz, kanuna aykırı şekilde “İslamı getirin!” demiyoruz; “Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!” diyoruz.

     

    -Necip Fazıl KISAKÜREK (ideolocya örgüsü)

     

    bu alıntı kafanızdaki "acaba"lara ve "niçin"lere cevap oluşturabilecek mahiyette olduğunu düşünüyorum.

     

    oktay kardeşim meseleyi çözmüş.... Yani burada ergenekon vari şeyler aramayınız, efendim... Malatya hadisesinden evvel, Hüseyin Üzmez'den habersiz bile üstad...

     

    ''Dünya edebiyatında kıskançlığın şahaseri (Otelle)dur. (Şekspir)in meşhur (Otello)su. İmdi; hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse de cebinden (otello) çıksa şu, kürsünün üzerine eğilmiş beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, (Şekspir)in iskeletine pranga vurulması için Londra savcılığına müzekker mi yazacaktır?''

    Üstad Necip Fazıl'ın Malatya Müdafaasından... Bu da benden... Ayrıca hesapverin gibi ifadeler, ne olursa olsun, önyargının sonucudur. Lütfen biraz sabır...

     

    Şu danıştay saldırısını yapanların arabasından Vakit gazetesi çıkmadı mı? E o zaman Vakit mi suçlu bu işten... Tabi ki hayır! Dua ile...


  8. Yazar ben değilim. Yinede yanıt vermemi istemezsiniz inşeallah.

    Size, yazıdan anladığınızın ilerisinde birşey anlatabileceğimi sanmıyorum.

     

    Yazarın siz olmadığını pekala biliyorum. Ama orada, yani kendi kalenizde bir açık bırakıyorsunuz. En azından yazar bırakıyor ve bana göre burada fikri bütünlük yok bence.

     

    Ayrıça, Üstad da demokrasiyi benimsemediği halde (İdeolocya Örgüsü eserinde bunu açık bir şekilde yazar.) Yine demokrasi içinde kalarak mücadelesini yapmaktan yana. Buradaki ince meseleyi kaçırmamak lazım.


  9. ''Türklüğe hakaret etmeyi, özeleştiri ve düşünce özgürlüğü olarak kabul edip, Türklüğü savunmayı ise çağ dışılık diye damgalıyorsa;''

     

    Sayın ayvaz;

     

    Yukarıdaki ifadeye göre 301. maddeyi korumak mı gerekiyor? Eğer cevabınız evet ise, bizde o zaman deriz ki, siz müesses nizamı eleştiriken yine o nizamın tuzağına düşüyorsunuz böylece...

    Anayasamızda adalet mekanizmasının nasıl şekillendirildiğini ve bu 301 yüzünden kimlerin yargılandığına bakmanızı öneririm.

     

    Bu arada;

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in de, ''Türklüğe Hakaret Davası'ndan'' yargılandığını söylemek isterim.

    Ne yani, Üstad Türklüğe hakaret mi etti? Asla... Türklüğe gerçek mayasını hatırladan adamdır, o... Evet, bizim davamızda bütünlüktür esas olan...


  10. O, bahsedilen incelik bu yazının içinde açıkça görülüyor

     

    Lâikliğimiz KDV’liymiş

     

     

    Lâikliğin beynelmilel, en kısa tarifi “Sezar’ın hakkını Sezar’a, İsa’nın hakkını İsa’ya vermek” şeklindedir.

    Bunun açılımı, “Devlet işleriyle din işlerini birbirinden ayırmak” tır.

    Bunun da açılımı , “Devlet yönetiminde, kamusal düzenlemeler dini kurallara göre yapılamaz” şeklindedir.

    Bu çerçeveden, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nin AKP’nin kapatılmasıyla ilgili olarak hazırladığı iddianameye bakıldığında, lâikliğe aykırı bir durumun olmadığı görülmektedir.

    Ancak, Sayın Yalçınkaya iddianamesinde, lâiklik ilkesinin uygulanması devletten devlete değiştiğini ve bizim lâiklik uygulamamızın daha bir farklı olduğunu belirtip özetle:

    “ İslâmiyet, kişi ile tanrı arasındaki alanla sınırlı olmayıp, devlet ve toplum kurallarını da düzenlemektedir; bu nedenle, Türkiye’deki siyasi İslâm’ı esas alan partiler ile Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat Partiler arasında hiçbir benzerlik yoktur.” dedikten sonra, bizdeki lâikliğin aynı zamanda, “Bir uygar yaşam biçimi” olduğunu vurgulamıştır.

    İşte, söz konusu iddianame, lâikliğin bir uygar yaşam biçimi olduğu, hususu, esas alınarak tanzim edilmiş ve AKP’lilerin lâik yaşam biçimine aykırı olan söz, tutum ve davranışları, doğrudan doğruya, lâikliğe aykırı bulunarak, “ AKP’nin lâikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle partinin kapatılması talep edilmiştir.

    İşte, lâikliği değil de ‘Lâik yaşam tarzını’ örtülü olarak, esas aldığımızdan lâikliğin tarifi yapılmamış, yeri geldiğinde çıkarmak için aba altına saklanmıştır.

    Neymiş bu ‘Lâik yaşam tarzı’ diye baktığımızda, dinin emri olan sorumlulukları yerine getirmemek ve sevaba-günaha aldırmadan sürdürülen bir yaşama şekli olarak karşımıza çıkmaktadır.

    İslâmiyet de, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak şeklinde bir yaşam tarzıdır.

    İslâmî yaşam tarzına, umumiyetle, her koyun kendi bacağından asılır düşüncesi hâkimdir. Lâik yaşam tarzında ise, herkesin bu tarza ayak uydurması esastır. Uymayanlar, ya çeşitli şekilde cezalandırılır ya da toplum dışına itilir. Bu iki yaşam tarzının birbirine zıtlığı, net bir şekilde, açıktır.

    AKP’nin seçmeni de seçilmişi de İslâmî yaşam tarzını benimsediğinden, lâik yaşam tarzına ters düşmektedirler. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi mutlaka bu partiyi kapatır.

    Çare, ilgili Anayasa maddelerini değiştirmekte değil, Anayasaya lâikliğin tarifini koymaktadır. O zaman, aba altına saklanan ‘lâik yaşam tarzı’ tamamen ortadan kalkacak ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının tanzim ettiği iddianamedeki hususların hiçbir hükmü kalmayacaktır.

     

    Kalın sağlıkla..

     

    Muhlis AYDIN

     

     

    Laikliğin tanımı Anayasamızda yok ama, olsa da bir şey ifade edeceğini sanmam. Çünkü muğlak bir tanım olur. Bakın; meclis dışındaki bazı mercekler, mecliste yapılması düşünülen anayasa değişiklerini kontrol edebilmek amacıyla ve yazılı halinde andıclar oluşturdular. Meclis meclis de olsa yaptıkları hep kontrol altında... Mesela 28 şubat döneminde hükümete verilen 18 maddelik listede istenenleri kontrol etmek amacı ile BÇG oluşturuldu. Peki anayasamızda böyle bir kurul var mı? Yok! Biz laik mi olduk, laik mi oldurulduk, anlayamadım...

    Bu alem öyle bir mahzen ki, ağabalarına hizmet ederler, işleri bitince ağabaları kendilerine düşman bellerler. Şu bizim batıçıların şimdi batıya düşman olmaları gibi... Dua ile...


  11.  

    Ben Bir Odayım

     

     

     

    Ben bir odayım, masiva döşeli,

     

    Süzülür mekân, kapımdan içeri…

     

    Bakar körlere, eşya dört köşeli,

     

    Kimi bilmez beni, benden içeri…

     

     

     

    Eğlenir de beşer, ağlarken bile,

     

    Eşiğinden bekler, hakikat diye;

     

    Bel bağlar gurbete, gelemez dile,

     

    Ben bir odayım, hakikat ben diye!

     

     

     

    Der, mürşid-i kâmil, ‘hakikat bende!’

     

    Döner benden içre, tükenmez sırra!

     

    ‘Dışında değil!’ der, sendedir sende;

     

    Ben bir odayım; gebeyim ‘O’ sırra!


  12. - « Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh İngiliz ve Fransız masonları tarafından çizilen daireye dahil kılınmış ve İslam modernistIeri geçinen bu adamların elde edilmesiyle Batı dünyası (politika-relijyöz; dini siyaset)lerinin teminini düşünmüştü.»

     

    Hayrettin Karaman Kitabının bir yerinde bunu doğrulamakta fakat, bu alimlerin masonluktan ayrıldıklarını belirtir. Ayrıca; bunların bazı ictihat hatalarının olduğunu kabul edmekle birlikte, onlardan iyi şeylerinde öğrenileceğini öne sürer. Onları öncüler olarak görür; en azından ben böyle anladım.

     

    Ben her zaman tefrikaya karşıyım. Bu yüzden bu mevzuularda çok dikkatli olmayı yeğlerim. Hayrettin Karaman'a karşı bazı noktalarda endişelerim vardır. Tefrikaya düşmeden, düşman karşısında parçalanmadan bu mevzuuların gönül verdiğimiz üstadlarımız ve büyüklerimiz vasıtasıyla ve gençler için ortaya koyulması gerek.


  13. ''(Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza... Bu üç zatı tanımamız ve anlamamız gerektiğini düşünüyorum. İnternet ortamıyla sınırlı kalmadan tabi ki. Haklarında birçok olumsuz eleştiriye rastlayacağınızdan eminim. Hayreddin Karaman Hocanın 'Gerçek İslam'da Birlik' adlı bir çalışması var. Temin edip, okursanız fikri hayatınızda büyük ölçüde genişleme ve ferahlama hissedeceksiniz. ''

     

    Ferahlama olur mu? Aceba!...

     

    Hayrettin Karaman'ın ''İSLAM'IN IŞIĞINDA GÜNÜN MESELELERİ'' kitabından:

     

    ''Öncüler :

    Uyanışın öncüleri bu yazın

    ın asıl konusudur ve öncüden maksat yenileşmeyi ve gelişmeyi İslâmî temele dayandıran, çözümü gene İslâm'da arayan siyaset, ideoloji ve hareket adamıdır. Öncüleri, Muhammed bin Abdulvahhab'dan Cezayirli Abdulhamid bin Bâdis'e kadar önemli saydığımız örneklerle sınırlıyoruz. Islâhatçıları Cemaleddin Efganî'ye kadar modernizm öncesi, bundan sonra modernistler diye iki gruba ayıranlar olmuştur.6 Bu ayırım müslümanların ondokuzuncu asırdan itibaren Batı tesirine girmelerini, bu tesir karşısındaki tavır ve mücadeleyi esas almaktadır. Biz modernizm öncesi ve sonrası ıslâhat hareketlerinin "batıl inançların ve cehaletin yokedilmesi, sûfuliğin ıslâhı, ahlâkın yüceltilmesi, dinin esaslarına (Kitap ve Sünnet'e) dönüş, cihad" gibi ortak vasıflarını baz olarak aldığımız için sözü geçen ayrımdan yürümeyecek, kronolojik sırayı takip edeceğiz.

     

    1. Şah Veliyullah Ahmed b. Abdurrahim (v. 1763) :

    Hindistan'da İslâm'ın yeniden düşünülüp yorumlanması, bünyenin yabancı unsurlardan temizlenmesi, İslâm ilim ve medeniyetinin kuruluş çağındaki usûle dönülmesi ve müesseselerin çağın ihtiyaçlarına göre yeniden kurulması hareketinin en önemli siması Delh bölgesinden Şah Veliyyullah'tır. O hemen tamamı orijinal eserleriyle, dersleri ve ıslâhata yönelik faaliyletileri ile hem çağında, hem de günümüze dek süren zaman içerisinde müessir olmluştur. İctihad kapısının açılması, mezheb taassubunun terkedilmesi,7 siyasî organizasyonun Râşid Halifeler devrindeki esaslara dayanması8 O'nun müstakil kitaplara konu ettiği meseleleridir. Huccetullahi'l-bâliğa isimli eserlerinde önce, kendine has bir metod ve uslûp ile İslâm'ın metafiziğini, dünya görüşünü, sosyo-ekonomik sistemini "kelâm ile tasavvufun bilgi teorisini meczederek" anlatmış, sonra çeşitli konulara ait hâdiselerin hikmetini, sırrını (arkasındaki gerçeği, fert ve topluma faydalarını) açıklamıştır.

    Şah Veliyyullah'ın tesiri öğrencileri ve özellikle büyük oğlu Abdüaziz vasıtasıyla ondokuzuncu yüzyılın başlarında Hindistan'da yayıldı. O'nun ıslâhat hareketinde "tasfiyecilik, Kitap ve Sünnet'e dönme, ahlâkı takviye, cihad" gibi -diğerlerinde de bulunan- özellikler yanında Sünnî prensiplerle ters düşmeyen bir tasavvuf anlayışı ve temayülü dikkat çekmektedir. O'nun yolunda yürüyenlerden Seyyid Ahmed, ıslâhatı bir cihad hareketine dönüştürdü, ordu teşkil etti, kendisi Şah İsmail ile beraber Sihlere karşı savaşırken şehit düştü (1831); ancak taraftarlarının Sihlere ve özellikle İngilizlere karşı savaşları 1890'lara kadar sürmüştür. Yine Veliyullah ekolüne bağlı âlimler 1876'da Deoband'da bir okul kurdular.

    Okulun iki gayesi vardı: a) Islâhatçı din bilginleri yetiştirmek, b ) Hindistan'ı İngilizlerden kurtarmak. Bhopal Devleti Begümü'nün kocası Sıddık Hasen Han (v. 1889), İbn Teymiyye ve Yemenli Şevkânî yanında Şah Veliyullah'ın tesiri altında kalmış, eserleri ve dersleri ile tasfiyecilik ve esasa dönüş hareketini temsil etmiştir.9

     

    2. Muhammed b. Abdulvahhab (v. 1792) :

    Genç yaşında İran ve Irak'ta bulunan, dinî ilimlerden başka felsefe dersleri alan ve tasavvufa intisab eden Muhammed, sonradan İbn Teymiyye'nin tesirinde kaldı; O'nun gibi bu da, vahdet-i vücud'u esas alan İbn Arabî tasavvufunu reddetti; halkın tasavvuf büyüklerine ve bunların kabirlerine karşı gösterdikleri büyük alâkaya ve şirk derecesine varan davranışlara şiddetle karşı çıktı; taklidi reddederek ictihad yapılmasını, Kitap ve Sünnet'e dönülmesini, bidat ve hurafelerden uzak durulmasını istedi. Halkın selef anlayış ve uygulayışındaki İslâm'a ters düşen davranışlarını, bunlardan menfâatlenen şeyhlerin ve din adamlarının inkâr etmemesinden, bunlara karşı çıkmamalarından şikayet etti.

    İbn Abdulvahhâb ıslâhât hareketi için Arabistan yarımadasını, onun da gözden ırak bir mıntıkasını seçmişti. Gerçekleşebilmek için ıslahâtın siyasi bir desteğe ihtiyacı olduğunu hissederek Der'iyye Emîrî Muhammed b. Suûd ile temas kurdu, ona fikirlerini açtı, ikna etti ve tam desteğini kazandı. 1792 yılında vefat ettiği zaman -İbn Suûd da 33 yıl önce ölmüştü- ıslâhât Yarımada'da tutulmuş ve yayılmış bulunuyordu. Emîr'in oğlu Abdülaziz ve torunu Suûd zamanlarında yeni cereyan Yarımadanın dışına taştı. Osmanlı'ya meydan okudu, Irak, Suriye ve Haremeyn'e girildi. 1801 yılında Kerbelâ'ya hücum eden Vehhabîler, Hz. Hüseyin'in kabri dahil, bütün mukaddes bilinen makamları yerle bir ettiler. Osmanlı Devleti hareketin hem siyasî hem de fikrî yönden kendilerine ters düştüğünü, tehlikeli gelişmeler gösterdiğini görerek Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'yı tenkil ile görevlendirdi ve ayrıca kesif bir aleyhte propagandaya girişti. Mehmed Ali Paşa, Vehhabî kuvvetlerini yendi ve Yarımadanın içlerine sürdü, bu şekilde yeni hareketin devletleşmesi yüz yıl gecikmiş oldu; ancak bu esnada hareket propaganda ve davet faaliyetine devam ederek gelişme ve genişlemesini sürdürdü.

    Bilâhere "Vehhâbilik" diye adlandırılan hareket, halk sûfiliğinin en önemli faktör haline geldiği bir sırada, İslâm ümmetinin tedricen içine düştüğü ahlâkî çöküntüye bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Vehhâbiliğin ilk müsamahasız ve dar görüşlü günleri geride kaldıktan sonra da bu ahlâkî sâik onun mirası olarak devam etti. Modernistler, açılan yoldan ilerleyerek onun muhafazakâr ve lafza bağlı tutumunu aşmanın dinî metinleri daha serbest bir şekilde yorumlamanın yolunu buldular. Vehhâbilik sedece kurucusunun başlattığı hareket için bir ad değil, İslâm dünyasında dinin, yozlaştırıcı düşünce ve tutumlardan ayıklanmasını savunmanın ve din üzerinde bağımsız (ictihada dayalı) hükümler verme, yorumlar yapma faaliyetinin genel adı olmuştur.10

     

    3. Muhammed b. Ali Şevkânî (v. 1834) :

    Yemen'in başşehri San'a'nın yakınında dünyaya gelen Şevkânî, kendi ülkesinde babasından, Zeydiyye mezhebine mensûb âlimler ile müstakil ictihad geleneğini sürdüren ve talebelerine ictihad terbiyesi veren hocalardan okumuş, genç yaşında ictihad derecesine ulaşmış, itikâdî sahada da Zeydîliği reddederek selefî bir yol tutmuştur. Şevkânî, Muhammed bin Abdulvehhâb ile temas kurmadığı halde, onunkine benzer fikirlere ve ıslahât programına sahiptir; ondan farklı olarak kendisi İbn Teymiyye'den beri gelişmekte olan yeni tasavvuf cereyanına da mensûb sayılabilir. Bu tasavvuf anlayışı, Sünnî İslâm'ın sınırlarını zorlayan tevilci, cezbeci, keşifci tasavvuf yerine Resûlullah'ın ruhânî hayatını örnek alan, ahlâka ağırlık veren, Sünnî prensiplerle çatışmayan bir muhtevâya sahiptir. Şevkânî "benim bir dostuma (veli) düşmanlık edene savaş ilân ederim..." diye başlayan kudsî hadîsin şerhi için yazdığı bir eserde bu tasavvuf anlayışını savunmuş, vahdet-i vücûdçu tasavvufu reddetmiş, keşif, kerâmet ve ilhamı Sünnî prensipler içinde benimsemiştir. Bu eserinde ve İrşadu'l-fühul, el-kavlu'l-müfîd, Neylu'l-evtâr, el-Bedru't-tali'11 gibi eserlerinde taklîdi reddetmiş, ictihâd etmiş, bidat ve hurafenin karşısında olumuştur. Fethu'l-Kadir isimli tefsirinde Kur'an-ı Kerîm'i önce Sünnet ve sahâbe anlayışından hareketle, sonra da dil, örf-âdet ve akıl prensiplerine göre yorumlamış, sıfat âyetlerinde selefî bir üslûp kullanılmıştır. 34 yaşından vefâtına kadar Yemen'de kadı ve vezir olarak da vazife yapan Şevkânî oğulları, talebeleri ve özellikle eserleri vasıtasıyla tesirini Hindistan'dan Ortadoğu'ya yaymış ve günümüze kadar devam ettirmiştir.

     

    4. Muhammed b. Alî es-Senûsî (v. 1859) :

    Yeni tasavvuf veya ıslâh edilmiş sûfiliği benimseyen, ictihad üzerinde ısrar eden, Faslı Ahmed bin İdrîs'in talebesi Cezayirli Muhammed bin Alî es-Senûsî Mekke'de Senûsî tarikatını kurdu. Onun tasavvuf anlayışı, icma konusundaki düşüncesi, ictihadı teşvik etmesi ve bizzat müctehid olduğunu ifade etmesi12 Mekke'de muhalif bir cephenin oluşması sonucunu doğurdu ve 1843 yılında Mekke'den ayrılmak zorunda bırakıldı. Kuzey Batı Afrika'ya geçen Senûsî daha ziyade Libya çölünde kurduğu zaviyelerde tâbîlerine tarikat disiplini içinde İslâm esaslarını öğretiyor, zikir yanında cihâd, zirâat ve zanâat bilgisi veriyor, eğitim yaptırıyordu. Bu zaviyelerde yetişen mürîdleri Afrika'da İslâm'ı yayarak hıristiyan misyonerler karşısında en güçlü engeli teşkil ettikleri gibi Kuzey Afrika'da huzuru ve kısmen birliği sağlamışlar, önce Fransızlara, sonra Osmanlıların müttefiki olarak İtalyanlara karşı savaşıp, Mısır'da da İngilizlere karşı direniş hareketine katılmışlardır. Senûsîlik ıslâh edilmiş tasavvuf disiplini ve şevki içinde ahlâka ve hareketliliğe ağırlık veren, dünyadan el-etek çekme yerine İslâm'ın eşitlik ve kardeşlik anlayışına dayalı sosyal adalet ve kalkınma tedbirleri getiren bir tarikat olarak "Müslüman Kardeşler" hareketine kadar -kendi nevinden- birçok harekete örnek olmuştur. Bizde Şehbenderzâde Ahmet Hilmi Bey, hem Senûsîlik konusundaki eseri, hem de A'mâk-ı Hayâl isimli tasavvufî romanının sosyal ıslâhâta yönelik kısımları ile bu tesiri temsil etmiştir. Senûsî'nin maksadı önce Afrika'da, sonra da bütün İslâm dünyasında birliği sağlamak (panislamizm), müslümanları tek halifenin idaresinde toplamaktı. Bu maksad, Osmanlı siyasetine de uygun düştüğü için -bazı Batılı yazarların iddialarının aksine- Osmanlılara bağlı kalmış, onları desteklemişti.13

     

    5. Cemâleddin Efgânî (v.1897) :

    İslâm dünyasının uyanması, esaretten kurtulması, bir yönetimde birleşmesi ve modernleşmesi konusunda muhtemelen en büyük tesir Cemâleddin Efgânî'ye aittir. Efgânî'nin İranlı bir Şiî aileden mi, yoksa Afganistanlı Sünnî bir aileden mi geldiği konusunda karşılıklı iddialar mevcuttur; vesikalar ikinci iddianın daha doğru olduğunu göstermektedir.14 1832'de Kabil yakınlarında dünyaya gelen Efgânî, Hz. Hüseyin soyundan inen asil bir aileye mensuptur. Sekiz yaşında iken ailesi Kabil'de ikâmete mecbûr edildiği için tahsilini orada yapmış; Arapça, dinî ilimler, tasavvuf, tarih ve askerlik bilgisi almıştır. İlmini, görgü ve tecrübesini geliştirmek için bir yıldan fazla Hindistan'da bir yıl Hicaz'da dolaşmış, İran'da bulunmuş sonra tekrar memleketine dönmüş, iç savaşta Muhammed A'zam'ın tarafını tutmuş, onun iktidarı elde etmesi üzerine 27 yaşında iken veziri olmuştur. İngilizlerin desteğini kazanan Şir Ali'nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra yeniden Hindistan'a geçmiş, burada müslümanları İngiliz politikasının aleyhine şuurlandırma faaliyetine girişmiş; İngilizler kendisini ülkeyi terke zorladıkları zaman şu meşhur sözü söylemiştir: "Hakk'ın kudretine yemin ederim ki ey Hindistanlılar, sizler -ki yüzlerce milyonsunuz- eğer sinek olabilseydiniz, vızıltınız Büyük Britanya'nın kulaklarını sağır ederdi!"

    Hindistan'dan sonra 1870'de Türkiye'ye gelmiş, Sultan Abdulaziz'in iltifatına mazhar ve altı ay sora meclis-i maârif azası olmuş, maârifi ıslâha teşebbüs etmesi sebebiyle şeyhülislâm ile ters düşmüş ve bir bahane ile Türkiye'den uzaklaştırılmış; Mısır'da sekiz yıl kalmış, husûsî ders ve sohbetlerinde önce çevre ile ilgilenip sora siyasî irşad ve yönlendirme faaliyetlerinde bulunmuş, 1879'da Hidiv Tevfik'in emri ile Mısır'dan çıkarılmış ve Hindistan'a gitmiş, burada meşhur er-Reddu ale'd-dehriyyin (Tabiatçılığa Reddiye) risâlesini yazmıştır. Yine İngilizlerin zorlaması ile Hindistan'ı terkederek kısa bir müddet Londra'da bulunmuş, sonra Paris'e gelerek burada Muhammed Abduh ile beraber 1884'te el-Urvetu'l-vuskâ isimli dergiyi çıkarıp, şubelerini yaydıkları bir gizli cemiyet vasıtasıyla İslâm dünyasına dağıtmaya çalışmışlardır. Derginin ve cemiyetin gayesi, ilk sayıda ifade edilmiştir: a) Şarklılara ihmal ettikleri vazifelerini anlatmak, geçmişi telâfi etmelerini sağlamak, b ) Ümitsizlik ile mücadele etmek, c) Müslümanları selefin dayandığı esaslara çağırmak, d) Doğulu ve müslümanlar aleyhindeki ithamları ve özellikle müslümanların dinlerine sarıldıkça medeni olamayacakları iddiasını reddetmek, e) Müslümanları umûmî ve husûsî siyasî konularda bilgi sahibi kılmak, f) İslâm birliğini teşvik etmek, müslümanlar arasındaki bağı güçlendirmek...

    Efgânî, sömürgecilerin tazyiki sonunda dergiyi durdurduktan sonra kendi çizgisindeki irşad ve politikayı yürütmek üzere Rusya, Almanya, İran, İngiltere gibi ülkelere gitmiş, buralarda önemli faaliyetlerde bulunmuş, İran Şahı'nın ricası üzerine Abdülhamid'in davetine icabetle tekrar Türkiye'ye gelerek burada "altın kafes" içinde ömrünü tamamlamış ve 1897'de vefat etmiştir. Efgânî'nin fikrî ve siyasî hayatını ve bu arada benimsediği ıslâhât esaslarını üç merhalede özetlemek mümkündür:

    a) Doğumundan 1869'da vatanını terketmek mecburiyetinde kalmasına kadar devam eden birinci merhalede tahsilini yapmış, seyahat ve vezirliğe kadar resmî vazifelerle tecrübe kazanmış, olgunlaşmıştır. Bu dönemde şahsî ve fikrî yapısını şekillendiren önemli amiller arasında asil soyu, tahsili, seyahat ve incelemeleri, önemli mevkiler işgal ederek sorumluluklar alması, ve millî-İslâmî menfaatlere aykırı olan İngiliz siyasetiyle karşılaşması vardır.

    b ) 1883 yılında Londra ve Paris'e gitmek üzere Hindistan'dan ayrılmasına kadar devam eden ikinci merhalenin başında daha çok ilmî, sonuna doğru ise siyasî ıslâhât faaliyeti ağır basmaktadır. Üzerinde durduğu konular öğretim ve eğitimin yaygınlaşması, İslâm esaslarının çağın gereklerine göre yorumlanıp ortaya konması, halkın yönetime katılması, istibdat ile mücadele ve sömürgeciliğe karşı savaştır. Bu dönemde ıslâhât faaliyetinin sınırları dardır.

    c) Üçüncü merhalede ıslâhât faaliyeti bütün İslâm dünyasını içine almış; önce üzerinde düşündüğü üç büyük semâvî din sâliki milletlerin birleşmesinin hayâl olduğunu anladıktan sonra İslâm birliği (panislamizm) üzerine eğilmiş, çıkardığı dergi, kurduğu cemiyet ve gizli ajanları vasıtasıyla emeline kavuşmak için çalışmış; şahısları, hidivleri makamlarından etmiş, sultanların ortak gayeler için yardım ricalarına ve davetlerine mahzar olmuştur.

    Efganî'nin fikirleri Abduh'tan, İkbâl'e, Mehmed Akif'e kadar birçok talebesi, tâbii ve muhibbi tarafından -bazı tadilât ve farklarla- benimsenmiş, diriliş hareketinde büyük rol oynamıştır.15

     

    6. Şeyh Muhammed Abduh (v. 1905)

    Mısırlı Muhammed Abduh, ilk hocaları arasında bulunan Kuzey Afrikalı dayısının tesiriyle tasavvufa intisab etmiş; Sünnî esaslarla bağdaşan, ahlâkî ve faal yönü ağır basan, ıslâhât hareketini kolaylaştıracak olan bir sufî hareketine daima taraftar olmuştur. Bu özelliği dışında fikirleri ve ıslâhât programı, büyük ölçüde, hocası ve kader arkadaşı Cemâleddin Efganî ile aynı çizgidedir. Geçirdikleri uzun ve meşakkatli tecrübelerden sonra Abduh, Efganî'den farklı olarak, siyâsî faaliyetten önce ilmî faaliyetin geldiğini idrak etmiş, siyasî misyonu üstlenecek bir kadro ve bunlara taban oluşturacak şuurlu bir halk yetiştirmek istikâmetinde gayret göstermiş, tedbirler almıştır.

    Abduh'un fikirlerini Tefsir derslerinden, Risâletu't-tevhîd isimli eserinden ve çeşitli gazete ve dergilerde neşredilen makalelerinden takip etmek mümkündür. O da ictihada taraftar, taklide karşı, tasfiyeci bir ıslâhâtçıdır. İslâm'ın ilme ve akla karşı olmadığını Efganî ifade etmiş ise, Abduh isbat etmek istemiştir. Bir çok müslümanın anladığı ve uyguladığı şekliyle İslâm, ona göre, modern gelişmelerin tehdidi altındadır. Bu sebeple Asr-ı Saâdet ve ictihad çağlarının usûlüne dönerek, aklı ve modern ilmi kullanarak İslâm'ı yeniden ifade etmek şarttır. Aslında İslâm, ilim ve akıl ile çatışmaz, tam aksine aklı kullanmayı ve tabîatı (ilâhî sünneti) tanımayı teşvîk eder.

    Abduh, muâsırı olan Hindistanlı Seyyid Ahmed Han (v. 1898) kadar olmasa da Batı ilim ve medeniyetinin tesiri altında kalmış , İslâm'ı modern ilmin ve medenî gelişmelerin gerektirdiği şekilde ifade için zaman zaman zorlanmıştır. Ancak o bunu klâsik kelâm ve fıkıh usûlü çerçevesinde yapmaya çalışmıştır. Seyyid Ahmed Han ise ondokuzuncu yüzyıl Avrupa'sının akılcılığı ve tabiat felsefesinin tesirine girmiş, kelâmcıların değil, İslâm filozoflarının usûlünü benimsemiş, mucizeyi inkâr etmiş, aşırı tevil yoluyla nassları Batı felsefesi istikametinde şahsî yoruma tâbî tutmuştur.16

    Bir mânâda Efganî ile başlayan modernizmin ilk çıkışından sonra birbirine zıd iki istikamette (batılı ve selefi) gelişmesine ve dolayısıyle Abduh'un tesirine, son uyarıcı örneğimiz Abdulhamîd bin Bâdis'ten sonra geleceğiz.

     

    7. Abdulhamîd b. Bâdis (v. 1940):

    Abduh, Kuzey Afrika'ya yaptığı seyahatleri, Cezayir ve Tunus'taki fikir arkadaşları ve dostlarıyla vefatına kadar devam eden yazışmaları ile bu mıntıkada ıslâhâtın tohumlarını atmış bulunuyordu. Cezayir halkı, millî hasletleri ve ıslâhâtçı ulemânın teşviki ile tevekkül anlayışına dayanan pasif tarikatların tesiri altında idi. Abdulhamîd bin Bâdis bu zemin ve şartlarda 1889 yılında Cezayir'in Kostantiniyye şehrinde dünyaya geldi. Şiî iken onbirinci yüzyıl başlarında sünnîleşen Emîr Sanhacî soyundan geliyordu. Önce Cezayir'de, 1908'den itibaren Tunus'ta Zeytûne Üniversitesi'nde okudu ve bu sırada Zeytûne Rektörü (Şeyhi) olan Tâhir bin Âşûr'un öğrencisi oldu. Şeyh Tâhir, Efgânî-Abduh çizgisinde ictihad ve ıslahat taraftarı değerli bir İslâm âlimi idi. İbn Bâdis 1912 yılında Hicaz'a gitti. İslâm dünyasından buraya hicret etmiş âlimlerle görüştü, selefi daveti yerinde tanıdı, ülkesine dönerek girişeceği ıslâhât hareketinin fikriyat ve programını geliştirdi; kendisi bu sırada 24 yaşında idi. Döndüğü Cezayir'de, ailevî durumu onu sömürgecilerden vazife kabûlüne mecbur etmediği için serbestçe faaliyete koyuldu; ders okutuyor, halka konferanslar veriyor, gazetelerde yazıyor, kabiliyetli kişiler ve ileri gelenlerle temaslar kuruyordu. Bu faaliyetler 1931'de semeresini verdi ve kendisi "Cezayirli Müslüman Ulemâ Cemiyeti'ni kurdu. Bu cemiyetin gerek sömürgeciye karşı savaşta ve gerekse İbn Bâdis'in ıslâhâtının yayılmasında önemli hizmetleri olacaktır. İbn Bâdis gayesine ulaşabilmek için basın ve okul vasıtalarından faydalandı; aylık 'Şihâb' dergisini, haftalık 'Sırât', 'Şerîat', 'Sünnet' gibi gazeteleri çıkardı. Ülkenin her tarafında millî ilkokullar açtı ve yetiştirdiği talebelerini buralara hoca olarak gönderdi. Bütün bu faaliyetleri yanında vefatına kadar yolunu tıkamak için didinen sömürge idaresi ve bunlarla işbirliği yapan şuursuz sôfi ve âlimlerle mücadele etti.

    İbn Bâdis de Abduh gibi, doğru olan İslâm anlayış ve inancını ortaya koymaya öncelik veriyor, onun gibi Kur'an tefsirinden faydalanıyor, onun gibi öğretim ve eğitime ağırlık veriyordu. Her ikisi de, cemiyet, okul ve basın vasıtalarını kullandı. Abduh, bulunduğu çevre gereği daha çok taklid ve mezheb taassubu ile mücadele etti; İbn Bâdis ise yine husûsî şartları sabebiyle pasif, istikametinden saptırılmış ve -bilerek, bilmeyerek- sömürgecilerle işbirliği yapmış tarîkatlerle uğraştı, halkı onların sultasından bidat ve hurafelerin zincirinden kurtarmaya çalıştı.17

    İbn Bâdis'in ıslâhât faaliyetleri Cezayir'in Fransızlaşmasını önlemiş, halkın müslüman-Arap özelliğini koruyup geliştirmiş, kanlarını dökerek Cezayir'e istiklâl kazandıran mücahitlere iman ve güç kaynağı olmuştur. İbn Bâdis, İslâmlaşma yolunda emekleyen Cezayir'in bugün de imamıdır.

     

    D-Uyanış Hareketinin Abduh'tan sonraki Seyri ve Neticeleri:

    Abduh'un faaliyetlerini Ortadoğu ve diğer ülkelerde iki zıt cereyan takip etmiştiler. Bunlardan birincisi Abduh'un Suriyeli öğrencisi Reşîd Rızâ (v. 1935) liderliğindeki ihyacı, selefî harekettir. Diğeri ise Ali Abdurrâzık ve Tâhâ Hüseyin gibi şahısların temsil ettiği Batıcı laik harekettir. Reşid Rızâ çıkardığı el-Menâr dergisi vasıtasıyla selefî ıslâhât çerçevesindeki fikirlerini Mısır'dan Endonezya'ya kadar yaymış; bu hareketin meyvesi, fikir ve faaliyet sahasında, Mısır'daki "Müslüman Kardeşler", Pakistan'daki "Cemâat-i İslâmî", Hindistan'daki "Nedvetu'l-ulemâ" gibi birtakım grup ve partiler ile, Pakistan gibi bir devletin doğuşu olmuştur. Bu grup ve partilerin programlarında İslâmî esaslara bağlı sosyal ve hukukî ıslâhât ağırlık kazanmış, bazıları sosyo-politik program için nazarî prensipler de oluşturmuşlardı.

    Geleceğin İslâm dünyasında, sözü edilen bu çizgideki ıslâhâtçıların, Batı yanlısı modernistlerden daha şanslı olduklarını söyleyebiliriz. Ancak ihyacıların, sosyal vâkıayı daha yakından görmeleri; günün aydınını ikna edecek, yirminci yüzyıl insanını kendine çekecek İslâmî sistem ve formülleri şekillendirip sunmaları hâlâ bir ihtiyaç olarak ortada durmaktadır. ''

     

    ''İslâmî Uyanışın Öncüleri'' başlığı içerisinden alınma...

     

    Hayrettin Karaman'ın siyasi yorumlarını beğeniyle okuduğum yazıları oluyor ama, dini konularda bazı terettüt lerim var... Yorum sizin... Dua ile...


  14. Sayın Reyhan kardeşim,

    Dile getirdiğin fikirler benim de kabulüm. ''Dünya işlerini Kur'an ve Sünnete göre yorumlama meselesine gelince, bu müçtehitlerin yapacağı iştir. Müçtehit dışında kimse Kur'an'dan ve Sünnet'ten yorum yapamaz. Müçtehitler Müslümanlara lazım olan her mevzu hakkında içtihat yapmışlardır. Seyyid Kutup muteber bir kişi bile değil ki nerede kaldı Kur'an ve Sünnetten yorum yapması...'' Hele bu fikirlerinin altına imzamı atarım. Bizce batıl olsa da Seyyid Kutup Kuran ve Sünnete dayalı veya sadece Kuran'a hesapta dayalı fikirler yazmadı mı kitaplarında?

    (İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleştirmeli, ihtilâflar ortadan kalkmalıdır.) [İslâmda Sos. Adâlet s.35]

    Bu ifade sizce sinisice bir ifade değil mi? İşte ben bunları vurguladım, ''Siz hiç Kutup'un kitabını okudunuz mu? Eğer okursanız anlarsınız ki, orada temel itikad mevzuularına girmeden, dünya işlerini Kur'an ve Sünnete göre yorumlar. Temel itikad mevzuuna gelince pek ses vermez.'' derken... Temel itikad mevzuualrındaki batıl yönlerini vurgulamak için kurduğum bir cümledir o. Yanlış anlaşılmak istemem.

     

    Ayrıca; Seyyid Kutup'un idamında, Üstad, şehit olup olmadığına dair ihtiyatlı olmuştur. Aynı ihtiyatı ben Mehmet Akif için dile getirdim.

     

    ''Cemil Meriç bu eserde (Muhammed) Abduh'u eleştirir gibi yazdı. Elmalılı M.Hamdi Yazır da bir esrinde (Muhammed) Abduh'a bazı noktalarda katılmamaktadır. Necip Fazıl'ın bu mevzuu hakkındaki görüşü de malumunuz... Mehmet Akif ise Abduh'u kendisine rehber edinmekte neredeyse. Mustafa İslamoğlu da Abduh'u savunur. Afgani ve Abduh mevzuunda, alimlerimiz arasında bir ihtilaf vardır. Galiba işin püf noktası tasavvuf... '' Bu fikirleride 'En son okuduğunuz kitap...' başlığında yazmıştım. Dediğim gibi, Kuan ve Sünnet'i referans almada işin püf noktası Tasavvuf... Mehmet Akif ve diğerlerinde bunun eksikliğini söylüyorum zaten.

     

    Selam ve dua ile.


  15. Mehmet Akif Ersoy'u anlatan bir kitapta yazar şu anlama gelen cümleler kurmuştu:

    Mehmet Akif'in cenazesi Edirne'de toprağın bağrınna koyulduğu sırada üniversite gençliği de Mehmet Akif'in cenazasine gitmiş. Mustafa Kemal Atatürk ise bu gençliğe kırılmış. Mehmet Akif'in Abdülhamit'e karşı durması kadar, Said Nursi de karşı durmuştur. Ama buna rağmen bu iki insanı kötü tanımak yakışık kalmaz. Zamanın karışık şartlarını da düşünmek gerekir. Trabzon mebusu Şükrü bey Atatürk'e muhalif yönüyle bilinir. Ama Topal Osman onu feci bir şekilde öldürür. Bu Şükrü bey Mehmet Akif'in samimi arkadaşıdır ve o kadar ki, Mehmet Akif onun ölümünde çok üzülür. Mesela Said Nursi'nin 3 aylık bir mebusluğu vardır. O yüzden 1.meclis ile 2. meclis çok farklıdır. Anlatmak istediğim, Abdülhamit ile Mehmet Akif ve Said Nursi ayrı saflarda görülseler bile, soraki yıllar gösterecek ki, aynı saftaymış gibi muamele gördüler. Üçüde şeriatçı...

    Siz hiç Kutup'un kitabını okudunuz mu? Eğer okursanız anlarsınız ki, orada temel itikad mevzuularına girmeden, dünya işlerini Kur'an ve Sünnete göre yorumlar. Temel itikad mevzuuna gelince pek ses vermez. Siz de böylece yazılanlara inenırsınız. Ahlaksa ahlak... Oysa ahlakın hakikatini azda olsa kalbinize düşen nurla anlarsınız. Dışardan değil içerden bir sesle... Buda ancak bir mürşidi Kamil ile olur. İşin sır noktası işte tam burası bana göre... Bu sırrı anlamak için de Müthiş bir vakaları yakalama becerimizin olması gerekir. İşte burada Üstad ve onun gibiler devreye girer. Mehmet Akif'e gelince; onun için bu kadar katı yazamam. Allah rahmetini eksik etmez inşallah. Selam ve dua ile...


  16. 'Şu "Milliyet" gazetesinin 200 bin civarında bir okuyucu kitlesine malik olduğunu inkâr edemeyiz. Ya bu 200 bin ferdin, en aşağı 150 binini, sadece itikatta olsun, Allah ve Resulüne bağlı müslümanlar olarak kabul edemez miyiz?

     

    Peki, nasıl oluyor da bu gazete, Allah Resulünün mukaddes hâs ismini "cüce" sıfatiyle birleştiren bir kitabı reklâm ettiği halde, satışından 150 binini kaybetmiyor? Bu 150 bin fert, vaziyeti bile bile, göre göre bu gazeteyi almakla müslümanlıktan çıkmak arasında hiçbir fark bulunmadığını kestiremiyor mu?..'

     

    Necip Fazıl... Reyhan kardeşim de bir başlıkta bu mevzuuya açtı...

     

    Ben o vakıayla bunu benzettim, hemşerim...

×
×
  • Create New...