Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. Tabi ki herhangi bir konuda yapılan paylaşım/yanıtlama güncellenir/güncellenmeli. Yalnız aktif konularda hep Üstadımızla alakalı hususlar dile getirilmiyor. Bu konseptin daha farklı bir köşeye taşınması nacizane kanaatimdir. Önceden olduğu gibi direk Üstadın şiirleri ile başlayan sayfa düzeni daha uygundu sanki. Aktif konular bölümü sağ üst bölümde/henüz değiştirilen mekanında daha uygundu kanımca. Tabi ki siz yöneticilerin takdiri daha mühimdir. Eğer üye arkadaşlarımızdan da muhtelif fikirler gelirse daha iyi olur. Yani ben bu başlığın içeriğinden değil, yerinden memnun kalmadım :)


  2. Biz paylaşımların aktifliği üzerinde durduk. Sanırım yapılan düzenleme ile bu husus tamam. Yalnız konum itibariyle diğer yöneticilerden ya da üye arkadaşlardan da fikir beyan edilirse, mutabakat neticesinde daha seçkin bir fikir ortaya çıkacaktır. Takdir edersiniz ki, her daim Üstad'a binaen konular paylaşılmıyor. Bizi takip eden ziyaretçi arkadaşlarımızın/yeni üyelerimizin direk site girişinde Üstad'a istinaden konularla karşılaşması daha yerinde olacaktır. Nitekim aktif konuların, önceki düzenlemede olduğu gibi sağ üst köşede yâhut dediğim gibi belirtilen görüşler neticesinde daha görsel bir mekana yerleştirilmesi sanırım uygun olur.

     

    Umarım anlatabildim.


  3. Haddim olmayarak bir hususu dile getireceğim. Gözlemlediğim kadarıyla yeni konu açıldığında konu güncel olup sağ köşede görünüyor. Var olan başlıklara yeni mesajlar eklendiğinde herhengi bir canlılık göremiyorum ben. Pekçok yeni yazılan iletilerin (yeni konuların değil) adım adım takip neticesinde farkına varıyorum. Bence kıymetli hususlar bu şekilde gözden kaçabilir. Acaba her yazılan mesajın sağ üst köşede görünür halde olması daha mantıka uyar değil midir? Sadece dışardan üye nazarıyla bakıyorum. Ve bir kaç tanıdığımdan da siteye girdiğinde aynı bağlamda eleştiri aldım.


  4. Sahabilerin de kendi aralarında dereceleri var..

     

    Başta, Nebîlerden sonra yeryüzünde en büyük insan Ebu Bekr..

     

    Allah'ın Sevgilisine bağlılığını Kur'ân'la naslandırdığı Ebu Bekr..

     

    Allah'ın Sevgilisinin:

     

    "_Nebilerden sonra en hayırlısı.."

    "_Kendisine sevgi ve teşekkür bütün ümmetime vacip.."

    "_Benim mağarada ve Kevser Havuzunda arkadaşımsın!"

    "_Cehennem ateşinden kurtulmuş insan görmek isteyen, Ebu Bekr'in yüzüne baksın!.."

    "_Sen Allah'ın ateşten âzad edilmiş kulusun!"

    "_O'nun yardımı kadar kimsenin yardımı bana menfaat vermedi."

    "_Cebrail bana gelip dedi ki: Allah,Ebu Bekr ile istişare etmeni emrediyor."

    "_İçinde kendisinin bulunduğu kavme, ondan başkasını imam imam edinmek lâyık olmaz."

     

    Buyurduğu...

     

    Ve nihayet, Peygamberler Peygamberinin ifadesiyle, Peygamberler müüstesna, her gün doğup batan güneşin hiçbir defa daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmadığı Ebu Bekr...

     

    Allah Resulünün yolunda, son meteliğine ve son damla gözyaşına kadar, maddî ve manevî bütün varlığını talaş talaş yontup nefsine hiçbir şey bırakmayan Ebu Bekr...

     

    Sadakat ve teslimiyetin münteha noktası, rikkat ve merhametin mesafe mefhumunu aşan ufku Ebu Bekr...

    Bir arada gönül ve kafa idrâkinin erişilmez kutbu ve şu ölçünün elmeztraşı Ebu Bekr..

     

    "_İDRÂKİN ACZİNİ İDRÂK,İDRÂKİN TA KENDİSİDİR!"

     

    Uçsuz sadakat, sonsuz merhamet ve dipsiz esrar anlayişiyle fârikalanan Ebu Bekr...

     

    ***

     

    Arkasında Ömer geliyor.

     

    Onda da fârika, adalet ve celâdet...

    Dini, bütün nefsanî vehimlerin üstünde en sâf çizgileriyle kavrayan, ebedî kanunları en keskin celâdetle koruyan, nefsine en küçük kıpırdama hakkını vermeyen, halifeliğinde Dicle kenarında çobansız kslmış oğlağın hesabına kadar düşünen, muhtaçlara sırtında zahire taşıyan, Kisrâların incili kürkünü ayakları altında çiğneyip yamalı gömlekle gezen, kendisini yaralayanın bir müslüman olmadığını öğrenince Allah'a hamd eden, ruhunu teslim ederken de rahmete nail olabilmek için yastığının çekilmesini ve başının kuru yere bırakılmasını isteyen Ömer...

     

    Allah'ın adaleti için öz oğlunu kırbaş altında eriten, gökkubbe çapında kurduğu adalet kubbesinde yankıları gökkubbe durdukça devam edecek olan Ömer...

     

    Birden kulağını çarpan bir âyetin haşyetiyle yere düşüp bir ay hasta yatan Ömer...

     

    İyi ve doğruyla beraber ileriyi en iyi temyiz eden, bu yüzden ayirdedici "Faruk" lâkabını alan ve Allah Resulunün "Şeytan, Ömer'den korkar!" takdirine eren Ömer...

     

    Nice ayird edişleri Kur'ân hükümleriyle gerçekleşen, dinin zâhirini en parlak temsil eden, gelmiş ve gelecek bütün insanlığa mefkûrevî devlet reisinin mefkûrevî şartlarını misâllendiren Ömer...

     

    O da bütün Sahabîler arasında ikinci...

     

    ***

     

    Üçüncü Osman...

     

    İlim, hayâ ve ahlâk tecellisinde son merhale...

     

    "_Ümmetim içinde hayâ bakımından en ilerisi Affan oğlu Osman'dır."

    "_Allah bana kızlarım Rukiyye ve Ümm-ü Külsüm'ü Osman'a vermemi vahyetti."

    "_Biz Osman'ı babamız İbrahim Peygambere benzetiyoruz..."

    "_Lût Peygamberden sonra, Allah için zevcesiyle hicret edenlerden ilki Osman'dır"

    "_Osman dünyalarda ve ötelerde dostumdur."

     

    ***

     

    Dördüncü Ali...Büyük akıl, hikmet ve şecaatte tek... Peygamber evinin emanetçisi, Nur Neslinin yürütücüsü Ali.

     

    "_Her şey ona karşı huşu içinde; ve her şey onunla kaim..."

     

    Yâhut:

     

    "_Her şey ona karşı yok: Ve her şey onunla var."

     

    Ali'den gelen bu hikmet; yalnız bu hikmet, fezayı doldurmaya yeter.

     

    Allah'ın Resulü buyurdular:

     

    "_Ben hikmet eviyim; Ali onun kapısı..."

    "_Ben ilim bekçisiyim; Ali de onun kapısı... İlim isteyen kapıya gelsin..."

    "_Ali'ye nazar etmek ibadettir."

    "_Ali'nin benimle alâkası, bedenimle başım arasındaki ilgi gibidir."

     

    ***

     

    Şimdi dördünün birden fârikalarını toplayalım:

     

    Sadakat, rikkat, rahmet, esrar anlayışı...

    Celât, adalet, heybet ve bütün bâ^tın incelikleriyle bir arada nüfuz...

    Yumuşaklık, hayâ^, edep ve ismet...

    Büyük akıl, hikmet, şecaat ve ulviyet...

     

    Biri derinlikte, biri genişlikte, öbürü gizlilikte ve daha öbürü erginlikte ve herbiri bunlardan herbirinde, Peygamner emâ^netinin çatısını taşıyan dört büyük sütûn...

     

    Geriye insan ve mâna diye bir şey kalıyor mu?

     

    Bunların kurduğu esrarlı bir dört köşedir ki, bu dört köşenin her çizgisi üzerinde, herbiri kendi mizacına göre O'ndan, o nurdan renk veren birer pencere...

     

    Yâni yine onlar yok, O var...

     

    O'nsuz, bunlar, şu bildiklerimiz mi olurdu?

     

    Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali, O Nur'un etrafında dört cepheli bir fenerdir ki, kendi öz renkleri, üstün yaratılışları içinde yine O'nu ifadeye memur...

     

    ***

     

    Mücerret insanı bütün kemâlleriyle tamamlayan bu dört büyük öenek, kâinatın, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisine, sadece O'nun nur püskürtülerini en yakından toplayıcı ve şahsî mizaçlarına göre ışıldatıcı ve böylece kâmil insanı belirtici aynalar...

     

    Bu dördünde insan tamamlanıyor; çünkü insan, bu dördüne Nur veren O'nda tamamlanmıştır.

     

     

    NECİP FAZIL KISAKÜREK

    • Like 1

  5. Hikâye

     

    Hikâye olunur. Bir şeyhin bir müridi vardı. Bir gün şeyhi ona:

    -”Sen Ebâ Yezîd Bestâmî’yi görsen, o senin için senin işinden daha hayırlıdır,” dedi. Mürid:

    -”O nasıl benim için hayırlı olur? O mahluktur. Halik (Yüce yaratıcı) günde yetmiş kere tecelli etmektedir. Sonra âhirette tecelli edecektir,” dedi. Sonra Şeyhi ile beraber Ebû Yezid Bestâmî Hazretlerine gittiler. Ebû Yezid Bestâmî Hazretlerinin hanımı; onlara:

    -”Ebû Yezid Bestâmfyi aramayın! 0 rast gele bir kişidir. Oduna gitti,” dedi. Yolda kendisiyle karşılaştılar. Ebû Yezid Bestâmî Hazretleri, odunlarını bir aslana yüklemişti. Elinde de bir yılan vardı. O yılan ile bazı vakitlerde aslana vuruyordu. Murid, Ebû Yezid Bestâmî Hazretlerini böyle görünce düşüp öldü. Ebû Yezid Bestâmî hazretleri o şeyhe:

    -”Sen müridini hep, lütuf ile terbiye etmişsin. Onu kahr tarikına (yoluna) irşâd etmemişsin. Bende gördüklerine tahammül edemedi. Bundan sonra böyle yapma. Mürid ve talebelerine bazan kahr da göster.

    Şeyh Üftâde Efendi hazretleri buyurdular: Muhakkak ki, Ebû Yezid Bestâmî Hazretleri, tarikatta kahr ve Iüftu görmekle, zât tecellisine mazhar oldu. Mürid böyle değildi. Onu bu halde görünce tahammül edemedi ve öldü (1/170)

     

    Mesnevî’de buyruldu:

    Lûtfuna da kahrına da istekle aşıkım.

    Şaşılacak şey! Bu iki zıdda aşık olmuşumdur.

    Bu dikenlik gül bahçesine dönerse

    Allah bilir ki işim bülbül gibi feryad etmek olur.

    Bu ne acâib bülbüldür ki, ağzını açınca gıdası diken ve gül bahçesi olur.

    O, bülbül değil sanki, ateşten bir timsah,

    Aşkı yüzünden bütün hoş olmayan şeyler ona câzib gelmek¬tedir.

     

    Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri


  6. Hakkı Bâtılla Karıştırma

     

    Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:

     

    "Ümmetim öyle bir zaman görecek ki, vücûdlarda elbiseler yiprandigi gibi kalblerde Kur'ân yipranacaktir. Davranislari korkusuz bir tamahkârlik olacaktir. Iyilik isleyen «Bu benden kabul olunur», kötülük isleyince de «afvedilir diyecektir."

     

    Peygamberimizin bildirdigine göre, o günün insanlari Kur'ân'i Kerim´in azâbi haber veren âyetleri hakkinda bilgileri olmadigi için tamahkârligi. Allâh Korkusu'nun yerine koyacaklardir.

     

    Aynen böylesine bir hâl, Allâh tarafindan Hiristiyanlar hakkinda bildirilmektedir.

     

    Ulu Allah (C.C.) buyurur ki:

     

    «— Onlardan sonra gelip Kitâb'a vâris olanlar, bu alçak dünyanin geçici seylerini tercih ederek «Biz afvediliriz» dediler. Eger önlerine benzer bir geçici dünya nimeti çikarsa onu da alirlar. Allah'a karsi haktan baskasini söyleyeceklerine dâir kendilerinden Kitâb'in hükmü uyarinca, söz alinmadi mi ve kitaptan olanlari incelemediler mi? Oysa ki, Allâh'dan çekinenler için âhiret yurdu daha hayirlidir, hiç anlamiyorlar mi?»

     

    (A'raf - 169)

     

    Âyet demek istiyor ki, onlar yani âlimler kitaba vâris oldular, yani içinde ne var, biliyorlar. Buna ragmen bu alçak dünyanin geçici ni'metlerini tercih ediyorlar, helâl olsun, haram oisun dünyada asiri arzularina uyuyorlar.

     

    Yine Ulu Allâh (C.C.) buyuruyor ki:

     

    "Allah'in huzuruna dikileceginden çekinenler için iki cennet vardir."

     

    (Rahman - 46)

     

    Ulu Allah (C.C.) buyuruyor kî:

     

    "Bu, benim huzuruma dikileceginden ve benim haber verdigim korkunç âkibetlerden çekinenler içindir."

     

    (75).

     

    Kur'ân´i Kerim bastan sona kadar ikaz ve korkutucu haberler ile doludur. Üzerinde düsünen kimse eger içindekilere inaniyorsa uzun süreli kedere düser ve büyük bir korkuya kapilir.

    Oysa ki, insanlar Kur'ân´i Kerim'i parça parça ederler. Onun harflerini mahreçlerinden çikarirlar, okunus kurallarina dikkatle refi, nasib ve fer ederler. Fakat sanki arap siirlerinden birini okur gibi onun mânâsini anlamaya ve gerektirdigi gibi okumaya önem vermezler.

     

    Dünyada bundan daha büyük bir aldanis var midir? Buna yakin bir aldanis da hem günah ve hem de sevap isleyip de günahlari daha cok olan bir takim kimselerin günâhlarinin afvedilecegini beklemeleri ve günâh kefelerinin baskinligina ragmen iyilik kefelerinin agir basacagini sanma icindir. Bu davranis, cahilligin en koyusudur.

     

    Bakiyorsun ki, adam helâl - haram bir kaç kurusluk sadaka veriyor, öte yandan verdigi sadakanin bir kac kati kadar müslüman malini veya süpheli geliri zimmetine geçiriyor. Belki de verdigi sadaka müslümanlarin el konmus mali iken ona güvenerek bir dirhemlik haram bir kazanci on dirhem kadar helâl - haram bir sadakanin karsilayacagini sanir.

     

    Böylesi terazinin bir kefesine on dirhem, diger kefesine bir dirhem koyarak bir dirhemlik kefenin agirligîni on dirhemlik kefe ile dengeye getirmek isteyenin davranisindan baska bir sey degildir Bu da hic süphesiz, adamin koyu cahilliginden ileri gelir.

    Böylelerinin bazilari, iyiliginin günahindan daha cok oldugunu sanir. Çünki nefsini hesaba çekmez, günahlarini incelemez de bir iyilik isledigi zaman onu aklinda tutar, onu hesaba katar.

     

    Su kimse gibi ki; dili ile Allâh (C.C)'dan afv diler veya günde yüz kere tesbih çeker, arkasindan müslümanlâr hakkinda dedi - kodu yaparak onlarin serefini zedeler ve gün boyunca Allâh (C.C)'in razi olmiyacagi sayisiz ve hesapsiz sözler söyler. Buna ragmen çektigi tesbihlerde gözü kalir. Allâh (C.C)´dan yüz kere afv dilemis oldugunu unutmaz da bütün yaptigi hezeyanlardan gaafil olur. Halbuki bu hezeyanlari yazmis olsa tesbihlerinin yüz. belki de bin katina ulasir.

     

    Kâtib melekler onun çirkin sözlerini yazmislardir. Allâh (C.C) da, agzindan bir söz çikar çikmaz ona azap tehdidinde bulunmus:

     

    "Bir söz söyler söylemez, onun için, hazir bir gözcü vardir buyurmustur." (76).

     

    Fakat o yine de mütemadiyen yaptigi tehlil ve tesbihlerin sevabini düsünür. Dedi - kodu yapanlara, yalancilara, koguculara. özü-sözüne uymayan münafiklara ve diger günahkârlara verilecek cezalari gözönünde bulundârmaz. Iste bu hâl, koyu bir aldanistir.

     

    Hayatima yemin ederim ki, eger kâtib melekler bu adamdan kaydettikleri ve tesbihlerinin sayisini asan çirkin sözleri için yazma ücreti isteseler dilini bir cümle söylemekten bile sakinir, yazi ücreti fazla olmasin diye kontrolsuz zamanlarinda agzindan kaçirdigi o sözleri sayar, hesap eder ve tesbihleri ile denklestirirdi.

     

    Nefsini hesaba çekip de yazi ücreti olarak bir kurus kaybetmekten korkan kimsenin yüce cenneti ve oranin nimetlerini kaybetmekten cekinmemesine sasilir. Bu durum, düsünce sahipleri için agir bir musibetten baska bir sey degildir.

    Bu bizi iki ihtimal karsisinda birakir. Eger kitâb hakkinda süpheli isek inkarci kâfirlerdeniz, yok eger ona inaniyorsak saskin ahmaklardaniz. Bu hâl, Kur'ân'i Kerim´in bildiklerine inanlarin hâli olmadigina göre kâfirlerden olmaktan Allah (C.C)'a siginiriz

     

    Bu acik beyâna (Kur'an'i Kerim) ragmen bizi uyanmaktan ve gerçegi apaçik görmekten uzak tutan Allah (C.C)'i tesbih ederim! Böyle bir gaflet ve aldanisi kalblere musallat etmeye kadir olan Allah (C.C) kendisinden korkulmaya ve nefsin asilsiz kiskirtmalari ile seytanin ve arzunun bahanelerine dayanmayarak huzurunda aldanmaya ne kadar lâyiktir. En dogrusunu Allah bilir.


  7. Alışacaklar

    Kriz çıkmış... Vah vah vah... Kriz çıkmasını istedikleri için kriz çıktı diyorlar ve bunun, nasıl olacaksa artık, hükümete ve tabii dış politikamıza zarar vermesini bekliyorlar.

    Muhalif basın bunu yapan.

    Viyana büyükelçimiz Ecvet Tezcan, bir Avusturya gazetesine verdiği demeçte (Die Presse), bu ülkede yaşayan Türkler'in "gettolara" itildiklerini söylemiş ve "ötekiyle birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız" demiş.

    Az bile söylemiş ve söylemekte de epey geç kalmış sayılır.

    Tezcan'ın sözünü ettiği gurbetçiler, Hauptbahnhof'a yeni inmiş ve aval aval sağa sola bakınan köylü dayı değil, yıllardır orada yaşayan, bülbül gibi Almanca konuşan (hem de Viyana lehçesiyle), vatandaşlık hakkını da elde etmiş, seçen ve seçilen kişiler. Tam yüz on bin kişi.

    Yani bir Mesut Özil gibi, örneğin...

    Tezcan diyor ki "Türkler Viyana'da konut için başvurduklarında hep aynı mahalleye gönderiliyorlar, sonra da gettolaşmakla suçlanıyorlar..."

    Son gördüğümde gerçekten de şehrin kuzeybatı yakası, Augarten tarafları ve savaş öncesi Yahudi mahallesi olan Taborstrasse çevresi yeni bir gettoyu andırıyordu... Bir de öbür uçta Mariahilf semtinin "tren istasyonuna yakın" kesimi...

    Bu sözler "kriz yaratmış"...

    Yaratmazsa hatırımız kalır.

    Bu sözlere pek pek "malumu ilam" denilebilir, o kadar.

    Ankara, Tezcan'ı uyarmış. Avusturya makamları da büyükelçimizin sözlerini "profesyonellikten uzak" bulmuşlar.

    Beni pek seven(!) sevgili hariciyecilerimiz, o camiaya niçin girmemiş olduğumu bilmem şimdi anladılar mı?

    Çünkü diplomasi bir "laf kıvırma" sanatıdır.

    Sevgili Ecvet ağabeyimin (Galatasaray'da benden iki sınıf büyüktü) şöyle bir cümle kurması gerekirdi: "Bazı Türk kökenli Avusturya vatandaşlarının yeşil Viyana'nın birbirinden güzel olmakla birlikte belli bazı bölgelerinde yaşamaya yöneltilmelerinin geleneksel Türk-Avusturya dostluğu çerçevesinde kabul edilemez olduğu kanaatini taşımakta bulunduğumu ifade etmek isterim."

    Ecvet ağabey galiba biraz Engin kardeşi gibi konuşmuş! Bizim fıtratımızda laf dolandırma yoktur.

    Nitekim, Avusturya'nın faşist partisi FPÖ yetkilileri "Türkiye'yle diplomatik ilişkilerin derhal kesilmesini" isterlerken, Yeşiller Partisi "büyükelçi eleştirilerinde haklıdır ve ciddi bir yaraya parmak basmıştır" diyor...

    Bu demeç, Tezcan'ın namus belgesidir.

    Viyana'ya gönderdiğimiz sefirimiz, görevini yapmıştır. Orada yaşayan Türk'e sahip çıkmıştır. İşi budur.

    Gerekirse pembe incili kaftanını da yere serer üzerine oturur. Orası imparatorluk mirasçısıysa, burası da imparatorluk mirasçısı. Kim kime afra tafra yapıyor?

    Onlar buraya zırt pırt gelip bizi incelemeye alacaklar, hakkımızda "ilerleme raporları" yazacaklar, bizi beğenmeyecekler, ama biz onları hiç eleştirmeyeceğiz, öyle mi? Yok öyle yağma.

    Her Türk'ü "Viyana surlarına saldırabilecek potansiyel bir yeniçeri" gibi görüp inim inim inleten, İstanbul Barosu Başkanı'na bile vize vermemekten utanmamış Nazi kalıntıları hiç ağızlarını açmasınlar.

    Türkiye artık "başı dik" bir ülkedir.

    Geçti artık o, Enver Paşa'nın dünya savaşına girebilmek için kabine üyelerine "Alman elçisi Von Wangenheim dışarıda kapının önünde volta atıyor, herif burnundan soluyor, hadi çocuklar, şunu daha fazla kızdırmayalım, imzalayın bir an önce şu kararnameyi" dediği devirler...

     

    ENGİN ARDIÇ


  8. Niçin Almanya ve Japonya Gibi Olamıyoruz?

     

    İŞÇİLERİNE, mühendislerine Çin'den yirmi misli fazla ücret ödeyen Almanya nasıl oluyor da Çin malları ile rekabet ediyor, Çin'i geçiyor?

     

    Endonezya yüzölçümü bakımından Japonya'dan daha büyük. Petrolü var, bütün imkanları var, niçin bir Japonya olamıyor?

     

    Denizden kazandığı topraklarda çiçekçilik yapan Hollanda, bütün dünyaya çiçek ihraç ederek muazzam paralar kazanıyor. Lalenin soğanları oraya bizden gitmiş. Bizim geniş topraklarımız, iklimi son derece müsait bölgelerimiz var da niçin Hollanda gibi/kadar çiçekçilik ve fidancılık yapamıyoruz?

     

    600 küsur kilometre karelik Singapur ticarette, finansta, kalkınmada, eğitimde, bayındırlıkta harikalara imza atıyor. Biz bu sahalarda niçin Singapurlular kadar başarılı değiliz?

     

    Bizim kadar yüzölçümü, nüfusu, imkanı olmayan Güney Kore otomotiv sanayiinde Japonya ile yarışıyor, Kore devlet adamları lüks Kore otomobillerine biniyor, dünyanın en ileri ülkelerinde Kore arabaları cirit atıyor. Bizim onlar gibi niçin yüzde yüz yerli ve millî otomobillerimiz yok?Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, devlet ve hükümet büyüklerimiz niçin harika ve muhteşem Türk otomobilleriyle gezmiyor? Bizim eksiğimiz nedir?

     

    Bizde de muz yetişiyor. Üstelik lezzeti ve kokusu fevkalâde muzlar. Niçin kendi muzumuzu üretip yemiyoruz da, Güney Amerika'dan gemilerle muz ithal ediyoruz?

     

    Ülkemiz hayvancılığa çok müsait. Niçin yeteri kadar hayvan üretemiyoruz da eti çok pahalıya yiyoruz, dışarıdan kalitesiz etler ithal ediyoruz?

     

    Fert başına düşen gelir bakımından dünyanın en zengin ülkesi olan Norveç niçin ille de ABüyesi olacağım diye tepinmiyor? (Orada iki kere referandum yapıldı, halk AB üyeliğini istemedi.)

     

    İsveç, Finlandiya gibi Kuzey ülkelerinin temizlik ve şeffaflık notları 10 üzerinden 9 küsur da bizim Türkiye'nin notu niçin 4 küsur?

     

    Sualleri çoğaltabiliriz ama bu kadarı yeter. Evet biz niçin önde koşamıyoruz?

     

    Bu ülkenin aqilleri, bilgeleri, gerçek aydınları ve seçkinleri bu soruya cevap bulmakla yükümlüdür.

     

    Türkiye niçin bir Almanya, bir Japonya, bir Norveç, bir Singapur, bir Güney Kore, bir Tayvan olamadı, olamıyor?

     

    Çok hızlı ilerliyormuşuz, az zamanda büyük mesafeler almışız, dehşetli kalkınma varmış...Ben yapılanları, kalkınmayı, ilerlemeyi, başarıları inkâr etmiyorum ama diyorum ki:

     

    Türkiye imkânlarına, fırsatlarına, potansiyeline bakılacak olursa bugünkünden on misli daha kalkınmış güçlü, ileri olmalıydı. Olan değil, olması gereken üzerinde duruyorum.

     

    Osmanlı cihan devletinin devamı olarak, bir İslâm ülkesi olarak, İslâm'ın bayraktarı olarak bizim temizlik ve şeffaflık notumuzun İsveç, Finlandiya, Yeni Zelanda'dan daha yukarıda bulunması, meselâ 9,5 olması gerekmez mi?

     

    Türkiye cumhurbaşkanının harikalar harikası bir Türk otomobili ile dolaşması gerekmez mi?

     

    Türkiye'nin her yıl bilim ve teknik dallarında birkaç Nobel kazanması gerekmez mi?

     

    Bizim eksiğimiz nedir?

     

    Sanırım insan unsurumuzun gücü, Türkiye'yi Japonya, Almanya seviyesine yükseltmeye yetmiyor.

     

    Bir ülkenin insanları ikiye ayrılır:

     

    İdare edenler.

     

    İdare edilenler.

     

    Halk idarecilerini seçer.

     

    Her toplum layık olduğu şekilde idare edilir.

     

    Türkiye, insanlarının kalitesini ve gücünü yükseltmedikçe asla bir Almanya ve Japonya olamayacaktır.

     

    İnsanların kalitesi ve gücü nasıl arttırılır?

     

    İyi bir eğitimle.

     

    İyi üniversitelerle.

     

    İyi bir nizamla.

     

    Bugünkü resmî ideoloji, bugünkü eğitim, bugünkü üniversiteler, bugünkü hukuk sistemi ile Türkiye Almanya ve Japonya gibi olamaz.

     

    Türkiye'nin üstün insanlara ihtiyacı vardır.

     

    Hangi boyutlarda üstün?

     

    Bilgi ve kültür boyutunda.

     

    Ahlâk, karakter, aksiyon boyutunda.

     

    Güzellik ve estetik boyutunda.

     

    Nasıl üstün?

     

    Japonlardan, Almanlardan, Güney Korelilerden, Singapurlulardan, Norveçlilerden üstün.

     

    * (İkinci yazı)

     

    DEV ADALET SARAYI

     

    AVRUPA'nın mı, dünyanın mı en büyük adalet sarayı İstanbul'da yakında açılacakmış. Birkaç ay önce önünden otomobille geçtim, alamet bir binaydı. Alamet denilince insanın hatırına "Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete" tekerlemesi geliyor.

     

    En büyük adalet sarayına sahip olmak bir gurur ve iftihar konusu mudur? Bence değildir. Üzülmemiz, utanmamız gerekir.

     

    Pentagon binası gibi adalet sarayı ne demektir?

     

    Önce, ülkede nizaların (çekişmelerin) son derece arttığını gösterir. İkinci olarak da suçların çoğaldığını gösterir.

     

    Tek hakimli, üç hakimli mahkeme salonları... Savcıların, hakimlerin çalışma odaları... Kalem odaları...Sayısız odalar, salonlar, depolar...

     

    Bu dev binanın koridorlarında avukatlar koşuşturacak... Mübaşirler bağıracak... Yüz binlerce dosya... İfadeler... İddianameler... Dâvâ dilekçeleri... Reis bey zabit kâtibesine "Yaz kızım..." diyecek... Bilirkişi raporları...

     

    Dev bir adalet sarayında verilen kararların yüzde yüzü de âdil olsa, orada yine de adalet yoktur.

     

    Çünkü (en geniş mânâsıyla) adaletin olduğu yerde adliye sarayları küçük olur.

     

    Mahkemeler işsiz olur.

     

    Bir mahkeme günde bir dosyaya bakar.

     

    Orada hapishaneler de ıssız olur.

     

    Âdil toplumlarda nizalar az olur.

     

    Az suç işlenir.

     

    Küçük ihtilâflar mahkemeye gitmeden mahalle kahvesinde, eş dost arasında hall ü fasl edilir.

     

    Eskiden, benim çocukluğumda karakola düşmek, mahkemeye gitmek çok ayıptı.

     

    Esnaftan, tüccardan biri yetmiş seksen sene yaşar, ömründe karakol ve mahkeme yüzü görmezdi. Giderse bazen bir şahitlik işi için giderdi.

     

    Çekişmeler, nizalar, ihtilâflar korkunç derecede arttı.

     

    Suçlarda patlama var.

     

    Tavuk gibi adam öldürülüyor.

     

    Hatırlıyor musunuz, birkaç ay önce İzmir'de bir üniversite öğrencisi küçük ve zavallı bir kedi yavrusunu tekmeleyerek, ezerek vahşiçe, gaddarca, merhametsizce öldürmüştü. İşte biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Elbette dünyanın en büyük adliye sarayına sahip olacağız.

     

    Bu ülkede elbette adalet var, hukuk var, kanun var. Geçen sene adam otomobiliyle Bursa'da bir otobüs durağına dalmış ve vasıta bekleyen beş zavallı kadını feci şekilde ezerek öldürmüş ve on ay yattıktan sonra tahliye olmuştu.

     

    Neyse sözü uzatmayayım, bazılarına göre saçmalıyorum... Avrupa'nın mı, dünyanın mı en büyük, en muazzam, en görkemli dev adalet sarayımız kutlu, mutlu ve ulusal olsun.

    • Like 1

  9. Bugün okuduğum bir gazetede Yusuf Ziya Özcan ''Sorunu hallettik biz, artık iş devlete bakıyor, yasa çıkarsınlar.'' dedi. Ki yerinden bir söylem. Şu an uygulamayı reddeden üniversiteler göster yasayı öyle gir diyor. Az kaldı onların da ısınıyor suları inşallah. Gerçekten tarihi-rönesans denecek kapisetede hadiseler gerçekleştirildi. Kat sayısı, başörtüsü meselesi olsun YÖK iyi çalıştı.. Şu an kamusal alanda/resmi dairelerde çalışamama engeli kaldı sadece. Onun da eridiği gün gelecek, o haberleri de okuyacağız inşallah! Beklemekteyiz.


  10. Geçenlerde tuğla kadar (desem teşbihte hata yapmam) şiir kitabını bitirdim. Aslında gerçekten muğlak, anlamak için derin bir temel istiyor. Çok farklı imgeleri işliyor. Net anlamamak/anlatamamakla birlikte insan yine de içinden vay bee! diyor. O hissi insana hissettiriyor yani. Kesinlikle okunulası bir isim, bizim cephe adamlarımızdan. Allah rahmet eylesin.


  11. Herhangi bir eserinde rastlamadım fakat nette karşılaştığım pekçok sitede Üstad'a ithaf ediliyor. Sanırım yöneticilerden daha sağlam açıklama yapılır. Siz Serdengeçti'yi Üzmez'in kardeşi ilan ettiğimde de kaynak istemiştiniz. Peşim sıra kaynak taraması yapıyorsunuz maşallah:) (Bunu eleştirmiyorum doğru bir metod)


  12. Açık konuşmam gerekirse bu Yemen'de ateş peyda olma hususunu ilk sizden işitiyorum. Genelde olayın vahimiyetini daha zahir kılmak adına böyle hikayeci-rivayetçi tutumlar sergilenebiliyor. Tamamen göz korkutma:) Aslında derin laflar ediliyor. Yok Kabe'nin yıkılması, Halley kuyruklu yıldızının görünmesi ilaahir.. Kimilerine göre deccalin vuku bulması da sembolik. El-misal televizyon deccal olarak isimlendirilebiliyor. Oysa ayetlerle sabit ki deccal bariz canlı bir yaratık olarak dünyaya inecektir. Bu Yemen'de ateşin çıkma mevzusu sembolik de olabilir hakikat da. Genelde ben iman-ı icmal yapıp kabul görürüm hepsini. Bakın mesela ufak bir bakınmamda elde ettiğim bu sayfada Yemen maddesi de yer alıyor. Ama inşallah müsait vaktimde bu hususu sağlam/kapsamlı kaynaklardan araştıracağım.

     

    Büyük Alametler : Kıyametin kopacağına dair son belirtilerdir.

     

    Duman: Kıyamet kopmadan önce bütün dünyayı saracak. ” O halde, semanın apaşikar bir duman getireceği günü gözetle” (Duhan Suresi : 10)

    Deccal: İlah olduğunu ilan eden, kısa boylu tek gözlü bir melun. “İlah O değil benim derse, onu derhal Cehennem ile cezalandırırız.” (Enbiya suresi : 29)

    Dabbetü’l-arz: Yerden çıkacak, insanlara Allah’a inanmayın diyecek.

    Güneşin batıdan doğması : Kıyametin en son ve en büyük alameti

    Hz. İsa’nın İnişi: İsa A.S.’ın Deccal yanlılarını öldürmesi

    Ye’cüc ve Me’cüc: Dünyayı fitne ve fesat dolduran bir millet

    Doğuda bir çöküntü

    Arap yarımadasında bir çöküntü

    Yemende bir ateş

×
×
  • Create New...