Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. Üstad: "Evet en güzel şiirim Çile'dir." diyor.

     

    _Lütfen bu şiiri sizden dinleyebilir miyiz?

     

    _Bir plağa okumuştum, oradan dinleyiniz. Şimdi sesim pek müsait değil, hem her mısraını ezbere çıkarabilir miyiz bilemem...

     

    _Ben size yardım edeyim efendim. Çile kitabınızelimde.

     

    Usûlen bir kaç kelime hatırlatıyorum: Üstad, o bilinen hafızasıyla ve bence manaların en güzelini vererek okuyor.

     

    Çile'yi hem yaşayan, hem yazan, hem de okuyan Şair'den dinlemek, başka:

     

    "Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam

    Gezdirsin boşluğu ense kökünden!

    Ve uçtu tepemden birden bire dam

    Gök devrildi, künde üstüne künde."

     

    Böyle başlayan Çile, Necip Fazıl'ın şiirindeki burukluğu, sancıyı ve hercümerci tarif ediyor. "Bütün bir kâinat yalana teslim"dir. İşte o ıstırap, med(yayılma) halindeki denizgibi şairini bunaltmaktadır;

     

    "Bir bardak su gibi çalkalandı dünya

    Söndü istikamet, yıkıldı boşlık."

     

    Şiir devam ettikçe, sanki bu çalkantı durulmuş da, şair bir zaman huzura kavuşmuş kuruntusu geliyor:

     

    "Bir karanlık şafakta bana çil horoz

    Yepyeni bir dünya etti hediye."

     

    Fakat bu "yepyeni dünya"nın da "hikayesi zor"dur. Şair, "hakikat bile olsa" bu düzeni beğenmemektedir.

     

    "Her fikir, beyninde bir çift kelepçe olan Üstad, "benlik kazanında" ve düşüncenin pençesindedir:

     

    "Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap

    Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

    Selâm sana haşmetli azap;

    Yandıkça gelişen tılsımlı kütük."

     

    Bu ateşten tefekkür, bu bitimsiz şüphe azabı içinde şair "bilmecesine yol" bulmak için annesine sığınır:

     

    "Annemin duası, düş de perde ol

    Bir asâ kes bana ihtiyar ağaç!"

     

    Fakat teselliler boşunadır. Rüyalarında cinneti içmektedir:

     

    "Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş

    Fikir çilesinden büyük işkence."

     

    Bu şiirin yazıldığı yıl 1939. Necip Fazıl, genç olduğu kadar da ünlü bir şair. "Bunalım" kelimesi henüz Türkçede telaffuz edilmemiş. Dünya sözlüklerinde de "Angoisse métaphysique" anlamı ile henüz mevcut değildi. Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) de moda olmamıştı.

     

    O zaman, bu halini "Hafakan" diye anlatan Necip Fazıl'a sordum:

     

    "Dibi yok göklerden ürken, size ölüm terleri döktüren, her şeyi bir gizli düğüm" ifadesiyle veren bu bunalış, sizden önce şiirlerimizde görülmedi. Size bunları yazdıran ruh halini anlatır mısınız?

     

    Çile'sinden okumaya devam etti:

     

    "Bir zerreciğim ki arşa gebeyim,

    Dev sancılarımın budur kaynağı."

     

    Çile'nin dördüncü(son) bölümünde şafağın yavaş söküşü veya nurun duru duru ufku kaplayışı gibi bir açılış, ferahlayış başlıyor. Demek, kendi kendisiyle:

     

    "Gaye-insan, ufuk-Peygamber olan Kâinatın Efendisi'ni, Allah'ın Sevgilisi'ni sezmeye doğru, hususî ve ileri bir istidat" başgöstermiş:

     

    "Açık susam açıl! Açıldı kapı

    Atlas sedirinden mâvera dede.

    Yandı sırça saray, İlâhî yapı

    Binbir avizeyle uçsuz maddede.

     

    Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

    Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur

    İç içe mimarî, iç içe benlik

    Bildim seni ay Rab, bilinmez meşhûr"

     

    Sondan üçüncü kıt'ada geçen "Ver cüceye onun olsun şairlik, / Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta" mısralarına, sırf Üstad'ı konuşturmak için takılıyorum:

     

    _Efendim, Nef'î gibi siz de mi şiir yazmayı bir "tenezzül" mü saymaktasınız?

     

    "Biraz mizah karıştırmak istediniz" diyor, gülüyor. Hem bana cevap verir, hem de bir senfoniyi bitirir gibi Çile şiirinin son kıt'asını okuyor:

     

    "Diz çök ey zorlu nefs, ömüöde diz çök!

    Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

    Sen bütün dalların birleştiği kök;

    Biricik meselem sonsuza varmak."

     

    "Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;

    Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış"

     

    Çile şiiri üzerine sohbetimiz henüz bitmedi. Bu "hafakan" şiirini yazdığı zaman şair 30-35 yaşlarında, 1934 yıllarındayız. O sıralarda bir "Metafizik buhran" geçirdiğini söylüyor.

     

    "Nokta Nokta" adını verdiği bir kadın var. Edebiyata, sanata meraklı lüks bir kadın olan Nokta Nokta devrin edebiyatçılarını, konforlu yalısında toplayıp salon sohbetleri yapıyor. Konuşulaunları daima uzanarak dinleyen bu güzel kadının Necip Fazıl'a özel yakınlığı da var.

     

    Onu Kleopatra'nınkini andıran dişilik zulmü ile gerçi en yakınına kabul etmekte fakat onu kaprisleri ile de eritmektedir.

     

    Aynı günlerde ilâhi bir arayış içinde olan şair için, manevi bir kurtuluş müjdesi de belirmiştir: "Eyüp'teki eski tekkede" şairin sonradan "Tanrıkulu" adını vereceğiş mürşidi "efendisi". Ve kendisine getireceği bitimsiz kurtuluşları henüz kavramadan "o efendiyi" "ilk ziyaret" .

     

    Çile'yi ve daha sonra nice sıkıntı şiirlerini meydana getiren "Metafizik buhran"ı üstad'tan sordum:

     

    _Nokta Nokta, dedi. Artık kovalanan ve hiçbir durakta ele geçirilmesine imkan bırakmayan usta kadındı... Bense içtiği zehrin tesirlerini bizzat kendi üzerinde müşahadeye girişen doktor...

     

    _Böyleyken yine de mektuplar yazıyor, ona yaklaşmak için her şeyi yapıyordunuz?

     

    _Evet bir gece oturduğum yalının yemek odasında , büyük yemek masasının başında ona yazıyorum... Vakit gece yarısını hayli geçmiş... Kanlı bir nefs muhasebesinin dökümünü yaptığım mektupta öyle bir noktaya geldim ki birdenbire beynim donuyor, bütün nispet ölçüleri uçup gidiyor gibi geldi bana...

     

    _Buna rağmen yazmakta, sitem etmekte, hatta sizi saran manevi kurtuluş müjdesinin ayak sesleriyle Nokta-Nokta'yı tahkir etmekte idiniz. Okuduğum hatıralarınızda bende kalan izler bunlar.

     

    _Doğru, mektup uzayıp gidiyor, tam da şu satırları yazarken: "Artık siz, benim için lüzumsuz bir şeysiniz! Size erişememenin kırıklığı içinde asıl erişilmesi gerekenin kim olduğunu dehşetle görüyorum. Siz bana istediğimi veremezsiniz... Siz bir hayal, bir gölge, bir benzeyiş, bir remzden ibaretsiniz. Siz, mutlak yokluğunuz içinde, karşıma mutlak varlığı, Allah'ı çıkardınız..."

     

    İşte bunları yazarken, tam o anda, hem de darbenin maddi sesiyle enseme bir balyoz indiğini duydum. Kalemi, kağıdı fırlatıp yatağıma koştum:

     

    "Ensemin örsünde bir demil balyoz

    Kapandım yatağa son çare diye..."

     

    _Demek önünüze serilen "yepyeni bir dünya"nın sebebi bu Nokta Nokta hanım?

     

    _Hayır, beni bu hale getiren ve o halde teslim alan ne Nokta Nokta Hanımefendidir, ne virgül veya noktalı virgül... Sadeceyaşanmaya değer hayat kapısının anahtarını elinde tutan o büyük zatınküçük bir nazarıdır.

     

    _O andan itibaren Nokta Nokta hanımefendi unutuldu mu?

     

    _Evet Nokta Nokta'yı, kabzasına kadar ciğerime girmiş bir bıçak gibi kendi öz elimle sökerek çöplüğe attım fakat yerine bambaşka bir iltihap peydahlandı.

     

    _Uçsuz bucaksız ve sebepsiz bir ıstırap mı? "Tilki olan ufuk, yumak olan yollar ve sihirbazın tuttuğu mavi ışık" mı?

     

    Tamam işte Avrupalının "Kriz -entelektüel, kriz-metafizik" dediği korkunç üstü korkunç buhran. Madde ötesini kurcalama buhranı. Her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zatını aratan belâ.

     

    Aylarca gezdirdim yıkık ve şaşkın

    Benliğim bir kazan ve aklım kepçe

    Deliler köyünden bir menzil aşkın

    Her fikir beynimde bir çift kelepçe

     

    _"Uyku, katillerin bile çeşmesi / Yorgan, Allahsıza kadar sığınak" dediğinize göre, o çile halinde siz de uykuya mı sığınmakta idiniz?

     

    _Bilakis aylarca uykusuzum. Bir uyuyabilsem, evet bir uyusam, ertesi gün hiçbir şeyim kalmayacağını sanıyorum.

     

     

     

     

    -devam edecek-

    • Like 1

  2. Ben görmeyeli Üstad, sakal bırakmış ve sakal kendisine yaraşmış. Ayaklarından zahmetli olduğu anlaşılıyor. Üstad, şimdilik evinden çıkamıyor. Sohbeti, her vakitki gibi cazip, renkli ve etraflı... Hafızası, dikkati, meselelere vukufu ve derlitoplu anlatışı her zaman hayranlık verici. O daima titiz, siz de bir hata etmemeye çalışmanın gayreti içindesiniz.

     

    Kibar ve zarif adam, çok şeye olan öfkesini gizleyebiliyor. Onu yürütmeyen ayaklarına rağmen, nükteyi ve hicvi asla esirgemiyor. Bizim meselemiz şiir, fikir ve edebiyat... Onun için daha ilk cümlelerde şiir iklimi ve mecazların derinlerindeyiz. Arkadaşı ve yaşıtı olan sağlı sollu edebiyatçılarımız:

     

    Peyami Safalar, Nazım Hikmetler, A. Hamdi Tanpınarlar, Ahmed Kudsi Tecerler, A. Muhip Dıranaslar Üstad'ın görüş süzgecinden geçiyorlar. Herbiri üzerine hatıralar, vak'alar, değerlendirmeler...

     

    Asıl kendisini "çile"lere, "hafakan"lara gark eden alemden, mecazlardan, yaşayışlardan, bunalışlardan ve bir "saye"de varılan "huzur"dan söz etmesini rica ediyoruz:

     

    Fakat kendisinin "yolunu kesen aynalar" gibi Çile şiiri önümüze çıktı ve bugünlük Çile'den başka bir şey konuşulmadı.

     

    ***

    • Like 1

  3. ONUN HUZURUNDA

     

    "Hep ben ayna ve hâyâl, hep ben pervâne ve mum

    Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi, uçurum..."

     

     

    Şu yukarıya aldığım beyit , Necip Fazıl Kısakürek'in kendi kendini tasviri ve tasavvurudur. Bizim Necip Fazıl tasavvurumuz da, aşağı yukarı o beyittekine yakın düşer.

     

    Necip Fazıl bugün üzerinde çok düşünülen, merak edilen efsaneleşmiş bir şairdir.

     

    Şiirin zirvelerinde hatta semâlarında dolaşırken bir yandan da aramızda yaşamaktadır. Hayatı bilinmekte ve söylenmekte, fikirleri kimisine hoş gelmekte, kimisine ters düşmektedir.

     

    Şiiri ile düşünce alemi ve hayatı birbirine bu yüzden karıştırılmaktadır.

     

    Şairin, bu fâni ve ebedi iç içeliğini, kendisine mahsus üslûbu ile Necip Fazıl, en güzel söylemektedir:

     

    "Birbirine ters çift başlı bir mahlûk olan şairde, biri süflî ve mahkûm; öbürü ulvî ve hâkim iki kutup var... Bunlardan biriyle şair, insanoğlunun en altında; öbürüyle de(nebîler ve velîler ayrı) en üstünde..."

     

    Her seçkin şair ve sanatkar, yaşadığı zamanlarda böyle olmuştur Yunus, Fuzûlî, Yahya Kemal de, kendi devirlerinde demlerinde şüphesiz sevgilerin , kinlerin, dedikoduların, çekemezliklerin veya hayranlıkların konusu idiler. Zaman geçip fânilik izleri silinip, şiirlerindeki dumansız ve bulutsuz edebiyat sezilince milletleri onlarda birleşti. Onların büyük nefeslerinde ve hikmetli ilhamlarında millet kendisini buldu.

     

    Şiir zamanla ve çileyle oluşur; şiirin ve şairin umumun zevkince beğenilip beğenilmemesi de, onun gibi zamana ihtiyaç gösterir.

     

    Kötü ve cılız şiiri insafsızca çiğneyip geçen zaman, iyi ve yüksek sanatı, görünmez elleri üzerinde taşır. Zaman o şiirleri, "Çöl gecelerinde kervan meş'alesi gibi" sebeb-i hikmeti söylenemeyen ve yakıtı, lambası görünmeyen rakipsiz ışıklar haline getirir.

     

    Ben Necip Fazı'ın da, biz fâniler arasında, biz fâniler gibi yaşayan bir "ölümsüz" olduğuna inanırım. Bu güne kadarki sohbetlerimde, hep eskiden yaşamış "ölümsüzleri"in huzurunda dolaştım. Vardım katlarına: Mevlâna ile Yunus ile Fuzûli ile, Erzurumlu İbrahim Hakkı ile sohbetler eyledim.

     

    Bugün ise kendi kendime:

    _Biraz da çağdaş sanatkarlarımız, fikir adamlarımızla görüşelim, sohbet edelim, bilişelim, dedim. Yaşayanlardan başlayarak "eskilere" doğru gideyim. Geçmişi bugünle ve çağımıza mazi ile kaynaştırmak için çalışayım...

     

    _Şu halde, bugüne kadar, yaklaşık bir yıldan beri, Yunuslar, Fuzûlilerle hayalden yaptığımız "sohbet"leri, bu sefer ,Üstad Necip Fazıl'ın Erenköy'deki köşküne varalım da sahilden yapalım, dedim.

     

    Daha da yapacağım bu gerçek sohbetleri bugünden başlayarak yine sizlere nakletmek üzere bismillah deyip yazmaya koyuldum. İlk sohbetimizde, Türk Edebiyat Dergisi ve Türk Edebiyat Vakfı'ndan arkadaşlarım da bulundular.

     

    ***

    • Like 1

  4. Mehmet Akif, Yahya Kemal Beyatlı ve Necip Fazıl Kısakürek; bu üç ünlü sanatkâr, toplumumuza, şiir ve fikir olarak çok tesir etmiş, çok okunmuş, sevilmiş dava adamlarıdır. Hatta şimdilik "son" öncülerimizdir.

     

    Mehmet Akif, İslam-Türk ülküsüne bakışta ve onu (Yunus gibi) terennümde milletimize yön göstermiştir. Yahya Kemal, Türk-Osmanlı tarihine, İslam dinine her soydan Kahramanlara seçkin sanatkâr gözüyle, derinlemesine ve aydınca bakışın timsalidir. Necip Fazıl ise, çağdaş bunalımlı insan'ın İslam'da ve tasavvufta kurtulma hasretiyle ümidini, Türkçenin son imkanları içre dile getirmiştir.

     

    Her üçünün ülkülerine olan bağlılığımız ve sanatlarına olan tutkunluğumuz, Akif, Y. Kemal ve N. Fazıl'la sohbet yapmak hevesini bizde kuvvetlendirdi ve bu sohbetleri, içtenliği ölçüsünde güzelleştirdi.

     

    Bu günkü Türk gencini onların, esasta kol kola yürüdükleri geniş yolda görmek dileğimizle, Sohbetler2in bu üç güzelini gönüllerinize armağan ediyorum. Bu kitap bizi huzurlarına kabul lütfunu esirgemeyen, cennet ehlinden, üç muhterem "Kul" ile ortak eserimizdir.

     

    Not: Kendisiyle olan sohbetler yayınlandığı zaman Necip Fazıl hayatta idi. Kendisiyle bizzat görüşüldü. "Bizi, kendilerini anlatacak, meçhullerini çözecek bir insan olarak sevdiği ve inandığı" iltifatına mazhar olmuştuk. Gazetede yayımlanan bu "Sohbetler"i on bir hafta, takip etti. Düşüncelerini söyledi. Bazen kızdı ama, şüphe etmiyorum ki, çok sevindi.

     

    Kalemimle yaptığım en güzel işlerden birisi, kadri kıymeti hiç bilinmeyen, birçok budalanın karalama hedefi, birçok millet sevmezin de gerçekten düşmanı olan Necip Fazıl Kısakirek'i ömrünün son haftalarında, çok okunan bir gazetede, böylesine anıp anlatışım olmuştur.

     

    Ölümünden iki gece evvel, yine bu "Sohbetler" üzerinde telefonlaştık. "Son,(12.) Sohbet'im ise, Türk Edebiyatı Dergisi'nden onun ruhuna bir rahmet nişanesi gönderildi: Onunla gönlümün cennetinde yaptığım son mülâkat oldu.

     

     

    Ahmet Kabaklı

     

    25 Eylül 1987

     

    Vişnezâde-Beşiktaş

    • Like 1

  5. Evvela dereceye giren gönüldaşlarımı can-ı gönülden tebrik ederim. Bizim yazımızı da dereceye lâyık gören yönetimime teşekkür ediyorum. Ben, payıma düşen kitapların, armağanların "Kitap Dağıtım Projesi" kapsamında kullanılmasını talep ediyorum.

     

    Saygılarımla...


  6. Kişinin huzur dolması için şu çerçeve yeter.. Mevlam emek verenlerden ve de destek olan gönüldaşlarımdan razı olsun. İnşallah cüz'i de olsa her zaman elimizden geldiğince birşeyler yapmak isteriz. Emel güzel, hedef belli; bir borçtur bu bize.

     

    Gün gelecek kabımıza sığmayacağız Allah'ın izniyle!


  7. Bu eseri okuduğumda tereddüt yaşadım. Bir yanda CHP'yi deviren Demokrat Parti kurucusu Sayın Bayar.. Kalkıştığı hareket ile o zamanın İslamcı ruhunun münadisi konumunda. Fakat anlaşılıyor ki CHPci ve de Atatürkçü kafasını asla kesemiyor ve de CHP'ye muhalif yine aynı safta oynuyor. İktibas yaptığım kısımda Atatürk'ü ele alışıyla; "Yahu dedim ben mi acaba Atatürk(ümüz)e yanlış yapıyorum, haksızlık etmiş olmayalım şimdi bu adama?" dedim, gerçekten düşündüm yani. Böyle bir müdafaa Celal Bayar'ın safını belirlemekte kafidir. Peki asıl değinmek istediğim husus; Üstadımız'ın bu adama nasıl iltifatı olur? Ya da Celal Bayar cumhurbaşkanlığı vazifesini ifa ettiği esnada, Üstadımız'ın Atatürk hakkında fikirlerini bildiği halde neden Menderes'in "örtülü ödenek" yardımına mani olmaz? Ve Üstadımız engin muharrirlik çalışma sergilediği zamanın masonlarını bir listede tüm Türk Halkı'na duyurduğu halde neden Bayar'ın oğlunu şifreli bir şekilde lanse eder? Bizzat ifşa etmesine ne mani olmuştur? Bayar'ın kafa potresi zahirdir.

     

    Bir de, Üstadımız'ın "Ben Mustafa Kemal'e değil, Atatürk'e karşıyım!" sözünden ne anlamalıyız?


  8. ...

     

    Hemen o gün Başvekile rica ettim ve her cumhurbaşkanı değiştikçe devlet dairelerine yeni cumhurbaşkanı resminin asılmamasını, devlet dairelerinde yalnız Atatürk'ün resminin bulundurulmasını tamim ettirdim.

     

    Paraların, pulların üstünde de Atatürk'ten başka kimsenin fotoğrafı bundan böyle bulunmayacaktı.Paralar, tedavülden kaldırıldıktan, pullar tükendikten sonra yalnız Atatürk'ün potreleriyle süsleneceklerde.

     

    Çankaya'nın odalarını, salonlarını, bizzat başlarında bulunarak Atatürk'ün zamanındaki şekline sokturdum. Onun fikri, onun zevki içinde bulunmak, bana güç ve güven veriyordu. Benim için Çankaya demek ATATÜRK demekti.

     

    GÜNLÜK NOT DEFTERİ

     

    Bir defterim vardı, oraya günlük işlerimi not ederdim. Bu günlük notların ilk maddesini, daima ANITKABİR teşkil ederdi. Anıtkabir yapılıncaya ve o büyük eşsiz insani ebedi istirahatgâhına terkolununcaya kadar not defterimin birinci maddesi değişmemiştir.

     

    ...

     

    Başvekil Atatürk'ün Etnoğrafya Müzesinin bir tahta masasında yattığını düşünmek, benim için dayanılmaz bir sızı idi!Sürekli izlenmelerle nihayet üç yıl sonra Anıtkabir tamamlandı. Başvekil Adnan Menderes'le birlikte son bir defa daha Anıtkabir'i gözden geçirdik, karar verdik ki içinde bulunduğumuz 1953 yılının 10 Kasımında Atatürk'ü ebedi makberesine tevdi edebiliriz.

     

    Eğer cumhurbaşkanı olmanın bir faniye kazandırdığı şereften ayrı değeri ve hazzı varsa, o da benim için, sevgili Atatürk'ü Etnoğrafya Müzesinden alıp Anıtkabir'deki ebedi medfenine tevdi ettiğim tarihi günü yaşamış olmaktır!

     

    ...

     

    Etnoğrafya Müzesinden, Anıttepe'ye kadar olan mesafeyi 4.5 saatte tükettik. Aziz na'şını vatan toprakları üzerine tavdi ettikten sonra, gözyaşlarımı tutamadığım, uzun bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum. Onu, duya duya, seve seve söyledim, söyledim... Ve sonra sözlerimi şöyle bitirdim;

     

    ATATÜRK! Sen bizdendin... Seni Halife yapmak, Padişah yapmak isteyenler oldu. İltifat etmedin. Milli irade yolunu seçtin!.. Hayat ve şahsiyetini milletin hizmetine vakfettin. Türk'ün gıpta ettiği, övdüğü ve övündüğü vasıflara maliktin! Bütün meziyetlerinle Türk Milleti'nin ta kendisisin!..

     

    Şimdi seni kurtardığın vatanın her köşesinden gönderilen mukaddes topraklara veriyoruz. Bil ki, hakiki yerin daima inandığın ve bağlandığın Türk Milleti'nin minnet dolu sincidir! Nur içinde yat!...

     

    ATATÜRK SENFONİSİ

     

    Bugün ondan ayrılalı, 31 yıl oluyor. Fakat hala her derdimizin baş devası, her sıkıntımızın baş çaresi!.. Çünkü Atatürk, Türk halkının tefekkürüdür. Türk Milleti duymuş, o dile getirmiş. Türk Milleti düşünmüş, o söylemiş. Bütün yaptıkları, bütün söyledikleri Türk Milleti'nin ruhunda, vicdanında, notalarda uyuyan sesler gibiydi. Orkestrayı o kurdu, o idare etti ve Türk inkılaplarının büyük sebfonisi meydana geldi.

     

    Bu senfoninin Türk Milleti'ne söylediği üç ölmez gerçek var:

     

    HALKA İNANMAK

    İLERİYE BAKMAK

    ÇALIŞMAK

     

    ATATÜRK İLERİYE BAKMAK DEMEKTİR! Çünkü Türk Milleti, ileriye bakmak için yaratılmıştır. Onun temel yapısındaki eğilimleri gözden kaçırmamak şartiyle ona kabul ettirilmeyecek hiçbir ulu ve ileri fikir olamaz. Anadolu bozkırı nasıl yağmur hasretiyle çatlarsa, Anadolu insanı da medeniyet hasretiyle parça parçadır! İrticanın hiçbir çeşidine Türkiye'de yer yoktur! Ne dini irtica, ne siyasi irtica, ne sosyal irtica Türkiye'nin hiçbir parçasında akis bulamaz! Türkiye'nin halkı gerçekçidir. Tarihin hiçbir devresinde kendisine yaramayan bir şeyi kullanmamıştır. Akıllı sandığı bazı kimseler, kendisine yaramayan bir şeyi teklif ettiği zaman, onlarla oturup tartışmaz, verileni koynuna sokuyormuş gibi yaparak, en kısa bir zamanda bir kör kuyuya atmayı ihmal etmez! Anadolu halkının gözünde faydalı olan ileridir. Faydasız olan ileri olamaz!

     

    Ve nihayet Atatürk senfonisinin son sözü, ÇALIŞMAK'tır. Bu medeniyetler, imparatorluklar kurmuş halk, aydını, çobanı, zengini, fakiri, yaşlısı, genci, erkeğiyle çalışırsa, büyük ve güçlü Türkiye doğar!

     

     

    CELAL BAYAR ANLATIYOR: BAŞVEKİLİM ADNAN MENDERES eserinden iktibâstır


  9. Atatürk Gazi'dir. Bir müslüman olarak inanıyorum ki; Atatürk'ün Kur'anı Kerim'e hakareti de olamaz! Herhalde siz Balıkesir Zağnos Paşa Camii'nde Atatürk tarafından bizzat okunan hutbeden bihabersiniz. Niye haberiniz yok? Çünkü sizi Atatürk'ün icraatleri değil; kıldığı namaz ilgilendirir. Halbuki dinimizde zorla kimse namaz kılacak diye bir şey yoktur. Eminim ki ben dinimizi sizden daha iyi biliyorum. Peki siz namazınızı dört dörtlük kılabiliyor musunuz? Zannetmiyorum... Herkesin namazı kendine. Namazla her şey bitmiyor efendiler. Bırakın şimdi burada masal okumayı da; Atatürk'ün ve şehitlerimizin, gazilerimiz arkasından bir kere Fatiha okudunuz mu bana bunu söyleyin. Yanlış anlamayın ama; sizin gibi mantalitesinde problem olan; hoşgörüden yoksun insanları gördükçe; bu insanlarla nasıl aynı dinden olabilirim diye kendimden utanıyorum... Ama çok şükür ki; müslüman, Atatürkçü bir Türk genciyim. Ölene kadar da böyle kalacağım. Sizin gibi partici, fırkacı da değilim. Gidip de başkalarına yalakalık da yapmıyorum. 25 yıldır kendi inançlarımla yaşıyorum. Eğer başkalarını bir yerlerini yalasaydım şu anda işsiz, boş gezmezdim. Bu yüzden; sizin ideolojiniz size; benimkisi bana...

     

    konumuz şiirdi; ben fikirlerimi söyleyince işlerine gelmeyenler hemen hopladı. Eee ne diyelim; biraz da İslam Dinimiz için hoplayın. Elin Hristiyanı bedava incil dağıtıyor; seni beni hristyan yapmak için. Siz de bedava kuranı kerim dağıtın. Sonra bir daha tartışırız sizinle. Hadi bakalım, görelim ben mi daha müslüman; sen mi daha müslüman. Yaşım 25 ama hepinizi kitap diye okurum ben. şiirlerimi okuyun; ondan sonra hakkımda karar kılın beyefendiler. Yolunuz açık olsun.

    Siz savunduğunuz adamın ağzından çıkana da mı itimat etmiyorsunuz? Video, Atatürk, kelam bal gibi ortadadır. Hatta altına yazı da düşülmüş.Okumanız vardır umarım. Bize taassup isnat eden siz, asıl öğle köhnemiş bir şekilde saplanmışsınız ki duyduklarınızı da inkar ediyorsunuz. Sizin dediğiniz hutbeden ve de Atatürk'ün islamiyetle, peygamberimizle alakalı hoşnut sözlerden haberdarım. Söyleyin kim ayranım ekşi der. Hangisine itibar etmeli şimdi? Alim, ulemaları bir gecede dar ağacında sallandırdığına mı, bir gecede tüm osmanlıca eserleri yok edip dede ile torunu birbirine yabancı kılana mı, tamamiylr batı kafasına hayran olup, vatanını manda himayesine satacak kadar ucuz kahraman ruhuna mı? Ama şimdi bana Türk bağımsızlığına onun kadar ehemmiyet veren adam yoktur edebiyatı yapacaksınız. 25 yaşınızda olduğunuzu ve de bizi kitap gibi okuyacağını söyleyen pazarcı lisanınızın anladığım kadarıyla eremediklerinize vakıfız. Rica edriz okuyunuz, anlayınız öyle meydana çıkıp millete meydan okuyunuz! Aynen iade..

     

    Kimin namaz kıldığı/kılmadığı, kadından/şaraptan beri gelmediği, masa başı kahramanı olması beni alakadar etmez. Başlangıçta kayda değer bulmuyorum bu bir. Bahsini edeceğim adamda meziyet olmalı. Yalnız benim galeyane geldiğim husus mukaddes kelime gazilik unvanın böyle ucuz harcanmasıydı. Sizin ki, bugün ölen teröristleri şehittir denmeye benzedi.

     

    Belki dini sizin kadar bilmiyoruz ama aman hoşgörümüze laf etmeyin, bakın size tatlı tatlı yanıt veriyoruz, başkası olsa gözünün yaşına bakmayız, bakın şiirlerinizi de okuduk bu kadar vaveyla vermeyin yahu. Ben çok müşerrefim sizinle aynı dinden olduğuma utanmayın, gücenmeyin ne o bizi günah çıkaran, kutsal su serpiştiren rahip bozmalarından mı sandınız? Kimse kimsenin namazına yahut bînamazlığına laf etmedi, üstünlük takvadadır.

     

    Siz belli ki Atina doğması mason beyne fena müptelasınız. Size bir gençliğe hitabeyi ezberden okusak, bir iki şakşakçı çıksa, dizdirsek methiyeleri şâd olacaksınız. Ama asıl o zaman bize itham ettiğiniz birilerine yaltaklanma olayı olurdu.

     

    Efendim samimiyetinize inanıyorum, muazzam bir Türk kanına sahipsiniz, bu aşikar. Ama tek kanatlısınız. Ve bizler müslümanlığımızı yarıştırmayız. Meydan okumanız neye? Size Üstad'ın kitaplarından istifade etmenizi tavsiye ediyorum.

    • Like 3

  10. İslâm'ı İçinden Yıkmak İstiyorlar

     

    Açık ve net konuşuyorum. İddialarım şunlardır:

     

    1. Sinsi, gizli ve derin çeteler Kur'ânı, içlerinde vahim yanlışlar ve çarpık yorumlar bulunan bozuk mealler, tercümeler ve tefsirlerle tahrif etmeye çalışıyor.

     

    2. Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünnetinin işlerine gelmeyen önemli bir kısmını, "ayıklama" metoduyla tasfiye etmek istiyorlar.

     

    3. Batı'dan aldıkları talimat gereğince, feminizm inanç ve ideolojisine uymayan sahih hadislere mevzudur damgasını vuruyorlar.

     

    4. Kiliselere benzetmek için camilerin arka tarafına, gerekenden/ihtiyaçtan çok fazla tabure, sandalye koyduruyorlar.

     

    5. Genç Kur'ân kursu kadın öğretmenlerinden, kadın vaizlerden, kadın personelden ilahi grupları kurarak erkeklere konser verdirtiyorlar.

     

    6. Taqiyyeci, azılı Farmason, Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek, İranlı olduğu halde Afganım diyerek Müslümanları aldatan bulaşık, karışık Cemaleddin Afganî'yi büyük rehber, mürşid ve kurtarıcı olarak gösteriyorlar.

     

    7. Sünneti ayıklayıp darbeleyerek mezhepleri ve fıkhı yıkmak istiyorlar.

     

    8. İslâm Şeriatını ve fıkhını oyuncak etmek demek olan telfik-i mezahib fikrini yayıyorlar.

     

    9. Zaruriyat-ı diniyeden olan, Kitab ile, Sünnet ile, icmâ-i ümmet ile sabit bulunan "Allah katında tek hak din İslâm'dır" temel inancını yıkmak; onun yerine "Üç hak ibrahimî din vardır. İslâm'ı, Kur'ânı, Hz. Peygamber'i inkâr ve tekzib de etseler Ehl-i Kitab Cennetliktir" batıl inancını getirmek istiyorlar.

     

    10. Üç ibrahimî din vardır diyerek, tahrife uğramış, nesh edilmiş, hükümleri yürürlükten kaldırılmış dinleri de hak din olarak göstermek istiyorlar.

     

    11. İmanın temel şartlarından olan kaderi inkâr ediyorlar, İslâm'da kader yoktur diyorlar.

     

    12. Şefaati, kabir ahvalini, soru meleklerini inkâr ediyorlar.

     

    13. Dall ve mudil olanlardan bazısı Kitab,Sünnet, icmâ ile sâbit tesettür farz-ı 'aynını inkâr ediyor.

     

    14. Pakistan'da binden fazla ulemânın, fukahanın, müftülerin protesto ettiği Fazlurrahman adındaki adamın bozuk mezhebini Türkiye'ye hakim kılmak istiyorlar.

     

    15. Bozuk fikirlerini yaymak, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını yıkmak için yekun olarak çok büyük rakamlara ulaşan telif ücretleri dağıtıyorlar.

     

    16. Müslüman halk kitlelerini sekülerleştirerek Dinden ve Şeriattan uzaklaştırmak istiyorlar.

     

    17. Hak katından indirilmiş gerçek İslâm'ın yerine, uydurulmuş ılımlı bir İslâm türetmek istiyorlar.

     

    Din düşmanları İslâm'ı, Ehl-i Sünneti dıştan saldırarak yıkamamışlardı. Şimdiki sinsi, gizli, derin şer güçler dinimizi mihraptan yıkmaya çalışıyor.

     

    Dindar, ihlâslı, samimî Müslümanlara hitap ediyorum:

     

    Hz.Peygamberin, Ashab-ı Kiramın, Tâbiînin, Tebe-i Tâbiînin, Eimme-i müctehidînin icazetli ulemâ ve fukahanın, kâmil mürşidlerin yolundan ayrılmayınız.

     

    Bütün yasal yollarla "ılımlı yeni bir İslâm türetme" hareketine karşı çıkınız ve protesto ediniz.

     

    * (İkinci yazı)

     

    TÜRKİYE MÜSLÜMANLARININ DİN HÜRRİYETİ YOKTUR

     

    Ezanlar okunmuyor mu? Camiler açık değil mi? İmam-Hatip mektepleri ve İlâhiyat Fakülteleri yok mu?..

     

    Türkiye'de din hürriyeti olduğunu iddia edenler böyle konuşuyor.

     

    Ezan okunuyor, camiler açık, lâik rejimin resmî din mektepleri var ama bunlar, tam ve gerçek bir din hürriyetinin olması için yeterli değildir.

     

    Demagoglara soruyoruz:

     

    Dinî inançları dolayısıyla başını örten üniversiteli kızlara niçin bunca yıl güçlük çıkartıldı?

     

    Şu anda liseli kızlar okula başörtüsüyle gidebiliyor mu?

     

    Millî Eğitim Bakanı, bir aile çocuğunu okula başörtüsüyle gönderirse o kızı ailesinden kopartıp alabiliriz dedi mi, demedi mi?

     

    İçinde namaz kılınan, zikrullah yapılan, iyi insan yetiştirilen tasavvuf tekkeleri niçin hâlâ kapalıdır?

     

    Onları Atatürk kapatmıştır açamayız mı diyorlar?.. Soruyorum: Atatürk'ün kapattırdığı Mason localarını onun ölümünden sonra açtınız da tarikatları niçin açmıyorsunuz?

     

    Türkiye'de Robert Kolej, Saint Benoît gibi misyoner okulları var da, niçin Müslümanların özel İslâm okulları yok?

     

    Müslümanlar niçin Kur'ân ve İslâm yazısıyla Türkçe gazeteler, dergiler, kitaplar yayınlayamıyor?

     

    Ezan okunuyormuş da, camiler açıkmış da, namaz kılana kimse kışt demiyormuş da... Yahu siz kimi kandırdığınızı sanıyorsunuz?

     

    Bu ülkede tam ve gerçek bir din hürriyeti olması için:

     

    Bağımsız bir İslâm Cemaati Teşkilâtı olması lazımdır.

     

    Müslümanların Tevhidî tedrisat (eğitim) yapma, özel İslâm okulları, liseleri, üniversiteleri açması hakkı olması lazımdır.

     

    Müslümanların başlarına bir İmam-ı Kebir yahut Emîrü'l-mü'minîn seçme hakları olması lazımdır.

     

    İslâm ile bağdaşması ve uyuşması mümkün olmayan resmî ideolojiye din gibi iman etmek mecburiyetinin kaldırılması lazımdır.

     

    Yahudilerin cumartesi günü, Hıristiyanların pazar günü hafta tatili yaptıkları gibi Müslümanların da Cuma günü hafta tatili yapabilmeleri imkânının sağlanması lazımdır.

     

    Dinsizler tarafından baki bir din gibi algılanan lâikliğin veya lâikçiliğin rayına oturtulması lazımdır.

     

    Tek kelime ile Türkiye Müslümanlarının, din konusunda İngiltere Müslümanları kadar serbest ve hür olması lazımdır.

     

    Gerisi lâf u güzaftır!..

     

    21.11.2010


  11. Gönül Mecnûn gibi dil-beste olma zülf-i Leylâ’ya

    Seni sâhra-neverd-i aşk eden zîrâ Hudâ’dır hep

     

    (A gönül! Mecnun misali, Leyla’nın zülfüne hemen gönül bağlama.

    Çünkü seni aşk çöllerinde gezdirip duran Leyla değil, Mevlâ’dır hep…)

     

    Haşmet


  12. Sanki kasvete boğulduğum demlerin neticelenmesi için bu şiiri arıyordum.. Okudum tekrar tekrar, sindirdim, reçetemi yine Üstad yazdı. Tabi şerhlerle birlikte kamil idrak kaçınılmaz. Muazzam, muazzam sihir..

     

    Kalk arkadaş, gidelim!

    İnsanın unuttuğu

    Allah'ı zikredelim!


  13. Sanırım Üstadımızın "İçimizde bu kadar perişan hale getirilmeseydik, dışımızda bu kadar hürmetsizliğe uğramayacaktık!" sözü taşı gediğine koyuyor. Bütün mesele bizde, bizim hareketsizliğimizde, neme lazımcı atalet dolu ruhumuzda.. Rabbim düştüğümüz yerden kalkmayı nasip etsin..


  14. Erkek Müslümanlarla Kadın Müslümanlar Tokalaşabilir mi?

     

    PEYGAMBERİMİZ kendisine biat etmeye gelmiş kadınlarla tokalaşmamıştır.Kur'âna, Sünnete, icmâ-i ümmete dayanan Şeriatın kesin ve genel hükümü şudur: "Erkekler kadınlarla tokalaşmaz."

     

    Bu hükmü kabul eden, buna rağmen bazı kadınlarla tokalaşan kimse günah işlemiş olur.

     

    Bu hükmü inkâr eden, dinde böyle bir şey yoktur diyerek kadınlarla tokalaşan kimsenin vebali ve günahı daha büyük olur.

     

    Dinimizin kadın erkek münasebetleriyle ilgili başka hükümleri de vardır:

     

    1. İslâm, Batı'da olduğu gibi yabancı (nâmahrem) kadınlarla erkeklerin birbirlerine sarılarak, el ele tutuşarak dans etmelerine izin vermez.

     

    2. Bir kocanın, karısını başka bir erkeğin kolları arasına teslim edip dans ettirmesi büyük bir günah, ayıp ve faziletsizliktir.

     

    3. İslâm dini, kadınların erkeklerle birlikte mayolu olarak denize girmesine de asla izin vermez.

     

    Kadınlar elbette camilere gelip vakit namazlarını cemaatle kılabilirler ama, bu ibadeti erkeklerle aynı saflarda karışık olarak yapamazlar. Şeriat bunu doğru bulmaz. Şeriatın doğru bulmadığı şey kesinlikle yanlıştır. Camilerin arka tarafında veya üst katlarında kadınlara ayrılmış yerler vardır. Hanımlar ve kızlar oralarda serbestçe, huzur ve rahat içinde, rahatsız edilmeden ibadetlerini yaparlar. Camilerde kadınların yerlerinin ayrı olması onları dışlamak veya aşağılamak değildir, aksine onlara değer vermek, hürmet etmektir.

     

    Bugünkü Batı medeniyeti ile İslâm arasında kadın konusunda büyük uyuşmazlıklar bulunmaktadır.

     

    Kural şudur: Bir konuda İslâm ile, Şeriat ile Batı medeniyeti arasında uyuşmazlık, anlaşmazlık, ihtilâf varsa haklı, doğru, isabetli, güzel, iyi olan İslâm'ın hükmüdür. İhtilâflı konuların birinde bile Batı medeniyeti haklı değildir. Tamamında İslâm ve Şeriatı haklıdır, doğrudur.

     

    Batı medeniyeti kadını hürleştireyim derken onu nice konularda tahkir etmiş şeref, iffet ve namusunu ayaklar altına almıştır.

     

    * Kadını seks aracı haline düşürmüştür.

     

    * Bazı kadınlara resmî fuhuş vesikaları vererek para mukabilinde kendilerini satmalarına izin vermiştir.

     

    * Aile bağlarını zayıflatmıştır.

     

    * Nikah dışı birlikteliklere izin vermiştir.

     

    * Hiç alâkası olmayan konularda bile kadını ticarî reklam amacı olarak kullandırmıştır.

     

    * Nikah dışındaki cinsel münasebetlere göz yummuştur. Kadın konusunda dinimizin kaynakları şunlardır:

     

    * Allah'ın Kitabı Kur'ân. (Kur'ânı herkes kendi kafasına, re'yine, heva ve hevesine göre yorumlayamaz. İcazetli ulemâ, fukaha ve müfessirler yorumlayabilir.)

     

    * Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) Sünneti.

     

    *İcmâ-i ümmet.

     

    * Selef-i sâlihînin (Ashab, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn) yorumları, görüşleri, uygulamaları.

     

    * Cumhur-i ulemânın yolu.

     

    Birtakım modern, çağdaş, reformcu, yenilikçi, değişimci, BOP'çu, Fazlurrahmancı, Kemalist,mezhepsiz, telfik-i mezahipçi, Farmason Afganîci ilâhiyatçıların kadın konusunda (ve diğer konularda) Ehl-i Sünnete ve Şeriata aykırı görüşlerinin, naylon ictihadlarının, bozuk fetvalarının hiçbir kıymeti yoktur.

     

    * (İkinci yazı)

     

    HEPİMİZ MÜSLÜMANIZ

     

    BİRİNCİ dünya savaşının sonları... Rusya'da Bolşevik ihtilâli olmuş, Osmanlı devleti ile Sovyetler Birliği arasında savaş sona ermiştir. Yakın tarihimizin ünlü Marksistlerinden Şevket Süreyya (Aydemir) Doğu'da subaylık yapmaktadır. Munzur dağlarının kayalık tepelerinde mevcudu 38 kişi olan birliğine "Hepimiz Türküz" dediğinde askerler ona "Estağfirullah, hepimiz Müslümanız.." cevabını vermişti...

     

    Askerlerin böyle demesi Türklüğü red ve tahkir etmek mânâsına alınabilir mi? Kesinlikle alınamaz.

     

    Müslümanlık, İslâm dinini kabul etmiş bütün kavimleri içine alan, kuşatan, kavrayan en geniş kavram ve değerdir. Askerler bunun bilincinde ve farkında idiler ama ŞevketSüreyya farkında değildi.

     

    O, Türkiye Müslümanlarına yeni bir kimlik, yeni bir din getirmek istiyordu. Lakin 38 kişi kalmış birliğinin askerleri ona:

     

    "Esağfirullah kumandanım hepimiz Müslümanız..." demişlerdi.

     

    O askerlerin içinde Türk, Kürt,Boşnak, Arnavut, Laz, Gürcü, Arap vardı. Hepsi Türkçe konuşuyordu ama onları birbirine bağlayan, onları aynı sancak altında birleştiren ana bağ Müslümanlıktı.

     

    Müslümanlığı kaldırıp, yahut ikinci plana itip, onun yerine kavmiyet kimliğini getirmek en büyük fitnedir.

     

    Türklük bir realitedir. Realiteler inkâr edilemez. Türklüğü bir din haline getirmek, İslâm'ı kaldırıp onun yerine koymak ise çok büyük bir yanlıştır.

     

    Bugünkü Şevket Süreyya'lara bu millet yine:

     

    "Estağfirullah, hepimiz Müslümanız..." demeye devam ediyor.

     

     

    20.11.2010

    • Like 1

  15. Çöpe giden yıllar

     

    Türkiye'nin yakın geçmişinde bir "fetret devri" yaşamış olduğunda herkes hemfikirdir.

    Bunu Ecevit'in 1999 yılında bir koalisyon kurmasıyla başlatıp 2002 seçimlerine kadar götürenler var.

    Oysa gerçek fetret, yani zayıflık, kargaşalık ve başıboşluk, Özal'ın ölümüyle başla.... mamıştır, hayır, 1991 seçimlerini kaybetmeleriyle de başlamamıştır.

    Özal'ın başbakanlıktan vazgeçip cumhurbaşkanlığına yükselmesiyle başlamıştır.

    1989 yani...

    "Fiilen" iktidar elden gitmiş, 1991 seçimlerine kadar ANAP uzatmaları oynamıştır.

    Rahmetli Adnan Kahveci, "ekonomiyi küçülttük, seçimi kaybedeceğiz" demişti... (Gençler arasında "Adnan Kahveci de kim" diye soranları duyar gibiyim. O kadar mı morukladık yahu?...)

    Artık yapabileceği hiçbir şey kalmamış olan Demirel'in 1991'de yeniden bir koalisyon kurması, hem de bunu SHP adı verilen "kifayetsiz" bir partiyle ve şimdi hiç utanmadan bir "siyaset dehası" olarak pazarlanmaya çalışılsa bile gelmiş geçmiş en kötü politikacılardan biri olan "oğul İnönü'yle" kurması da korkunç bir talihsizliktir.

    Bunda ne yazık ki o zamanlar büyük şehir rantından pay kapmak için çırpınan ve sosyaldemokrat geçinen "aç köylülerin" ve bu koalisyonun kurulması için vargücüyle abanan "iktidar açı" Kemalist gazetelerin vebali vardır. (Sonucun nasıl bir hüsran olduğu da görülmüş ama ders alınmamıştır.)

    Demirel daha koltuğa oturur oturmaz artık hiçbir hükmünün kalmamış olduğunu anlamış, el öptürerek vakit öldürmeye koyulmuştu. İki yılı böyle geçirdi.

    Bu arada Çiller ve Yılmaz devirleri...

    Kim tam olarak ne zaman geldi ne zaman gitti, tam hatırlamıyorum, açıp da bakmadım bile, çünkü önemsiz.

    Ha, bir de Erbakan "parantezi" tabii, darbeyle devirilen.

    Türkiye 1989 yılından 2002 yılına kadar boşlukta debelenmiştir.

    Osmanlı'nın fetret devri 1402'den 1413'e kadar on bir yıl sürmüştü, cumhuriyetin fetreti on üç yıl.

    Türkiye, altın değerindeki on üç yılını böylece çöpe atmıştır, hem de tam Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı ve yirmi birinci yüzyılın ufukta göründüğü bir dönemde...

    Dünya için bir "geçiş dönemi" olan doksanlı yıllar da bizim için ne yazık ki bir "bocalama dönemi" olmuştur. Sekiz yıldır da Türkiye "kaldığı yerden" devam etmekle kalmıyor, çok daha ileri gidiyor.

    Şimdi dönüp bakınca herkes 2001 krizini hatırlıyor...

    Onun kadar şiddetli olmasa da gene de hepimizi çok sarsan 1994 krizini kimse hatırlamıyor...

    Biri Ecevit'in, öteki ekonomi profesörü Çiller'in ekonomik çapsızlığından kaynaklanmıştı!

    Ve bazı Kemalist basın mensupları, bu Çiller'i yeniden ısıtıp yaşlı Cindoruk'un yerine, umutsuz parti DP'nin başına yeniden getirmeyi planlayacak kadar yerlere düştüler...

    Bunun olamayacağını anlayınca buldukları alternatif, "sağı birleştirecek isim" diye pazarladıkları arkadaşları Süheyl Batum da gitti CHP'ye genel sekreter oldu!

    Bu kişilerden bazıları benimle aynı mesleğe sahip olduklarından dolayı utanç duyuyorlarmış, haklıdırlar, onların yerinde ben olsaydım hatta intihar ederdim.

    Bu adamlara kızmakla yanlış yaptığımı kabul ve itiraf ediyorum. Onlara kızmak değil acımak gerekir.

    "Belki günün birinde bir tarafsız cumhurbaşkanı lazım olur" umuduyla kendini meclise atan ama cumhurbaşkanını halkın seçmesi "opsiyonunu" hiç hesaba katmamış olan Mesut Yılmaz bile onlardan daha gerçekçi ve tutarlı sayılır!

     

    20.11.2010


  16. Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:

     

    “Her kula helâl, Müslüman’a haram!..”

     

    Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

     

    Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?..” diye çıkışmışlar adama.

     

    Adam: - “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…”dedikçe kadı kızmış:

     

    - “Ne delili, ne ispatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzurunu kaçırdın, katlin vâciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:

     

    - “Nedir gerekçen?..” diye sormuş. Adam:

     

    - “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:

     

    - “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın,hem de her kula helâl,Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur:

     

    - “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”

    - “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?..”

    - “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım…”

    - “Eeee?!..”-

     

    ”Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:

     

    - “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler… Az zaman geçmiş ki, adam:

     

    - “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:

     

    - “Bitti mi?..” demiş adama.

    - “Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.

    - “Şimdi nedir isteğin?..”

    - “Efendim, pâyitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!.. Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri… Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için:

     

    - “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”

    - “Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!..”

    - “Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…”

    - “Sorma, sorma…”

     

    Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:

     

    - “Eee, ne olacak şimdi?.. Adam:

     

    - “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:

     

    - “Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?..”

     

    Sultan acı acı tebessüm etmiş:

    -

    “Hava bile haram, hava bile!..”

     

    demiş…


  17. ****

     

    _Saati sorabilir miyim?

     

    _Beşe yirmi var.

     

    _İki saattir konuşuyoruz!

     

    Bir dinleyici:

     

    _Üstadım bin km. yoldan geldik, sabaha kadar buradayız.

     

    _Bu arkadaşa bir cevap vereceğim: Sen bin km. yoldan geldinse, ben Ankara'ya yetişmek için çok yakınından, üç bin km. yoldan geliyorum bu bir... İkincisi, senin bin km. yoldan gelmen bir kemiyet hesabına esas teşkil etmemelidir. Bin km. yoldan değil, onbin km. yoldan tek kelime duymak için gelin, Allah ve Resûlü için...

     

    ***

×
×
  • Create New...