Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. Başlık almış başını gidiyor bre!

     

    Bakın, benim sormamdaki maksat /ki gayet aklı başında, uslu bir cümle kurmuşum./Ciddi manada merak ettim. Yok efendim, hizmetten olduğum için üzerime toz konduramam gibi bir durum yok; yanlış cevap! Aksi takdirde mahlas arkadaşımızın savaşta dense mubahlığı tartışılır laflar sayesinde bu kadar sakin olmayabilirdim. Ne o hemen insanlıktan çıkıyoruz yahu! Şurada sakin sakin bir film eleştirisi yapamayacak mıyız hocam? Beğenen ne beğenmeyeni, ne de beğenmeyen beğenini tenkid edemez.

     

    Mahlas arkadaşımın zaviyesinin bu minval üzere olacağını kestirmek güç değildi. Ben de zaman zaman o kopuklağa, teknik yahut oyunculukta nakıs yönlere rastlamadım değil. Ama ben giderken, Hollywood filmine gitmediğimi biliyordum. Biraz da "Eşref Paşalılar" filminden cemaatın beyaz perdedeki konumunu bildiğim için beklentilerimi yüksek tutmadım. Ve izlediğimde de daha çok şey gördüm, beğendim, ağladım, yine giderim.. Şimdi bunun için kim bana laf diyebilir? Buyurun.

     

    Şu bakış açısını anlayabiliyorum ve de tamamen katılıyorum. Senin elinde o kadar döner sermaye olsun ama çekebildiğin film böyle eksiltili olsun.. İşte burada haklısınız. Daha mükemmeli olabilirdi. Cemaatten olmayan arkadaşlar geldiğinde de Üstad her şeyiyle daha geniş ve de profesyonel bir eda ile verilebilmeliydi. Buna sözüm yok. Yine de ben tamamen vasat demem. Bir boşluğu doldurduğu kanısındayım. Üstadın, hapishanede asılmış hocaları dar ağacında sallandırırken, yanlarında yumruğu havada geçerkenki edası "Yaşasın zalimler için cehennem!" yahut sarığını çıkar dediklerinde "Bu sarık bu başımdan kafamla çıkar!" Cümlesi nezdimde 3 saati bile tek başına kurtarabilir. Bakın ne kadar farklı perspektiflerden bakıyoruz. Yani biz farkında olmadan birbirimizin keyfî iradesini tenkid ettiğimizi anlamıyoruz sanırım.

     

    Ve hulasa gidin efendim, gidin. Hiç olmazsa bir alimin hayatını çekmişler yahut müslümanca bir hukuk işlenmiş diye gidin.

    • Like 1

  2. Yunus Emre medeniyetimizin sembol şahsiyetlerinden biridir. İnsanı tabiatı ve bütünüyle varlığı sevmeyi öğreten sembol şahsiyet… Zira ondan geriye sadece şu dörtlük kalsa bile onu bu şekilde nitelememize yeter.

     

    “Gönül Çalab’ın tahtı

    Gönüle Çalab baktı

    İki cihan bedbahtı

    Kim gönül yıkar ise”

     

    Çalab Tanrı… Tanrı’nın tahtı insanın gönlü. Eğer her hangi bir insanın gönlünü yıkar isen Tanrı’nın tahtını yıkmış sarayını tarumar etmiş olursun. Dolayısıyla hem bu dünyada hem de öte dünyada bedbaht olursun.

    İnsanı gönülle buluşturmak… Gönlün farkına varmak. Tanrı’yı gönülde arayıp bulmak.

     

    Tanrı’yı gönülde bulmanın anlamı derindir. Her şeyden önce Tanrı’yı gönülde bulan ayrıma gayrıma gitmez ırkçılık yapmaz kendini ötekinden üstün görmez. Diyor ki:

    “Sen sana ne sanırsan

    Ayruğa da onu san”

     

    Ayruk öteki demektir… Ben ve öteki. Modern çağın en temel kavramlarından birisi ötekileştirmektir. Bugün ötekileştirerek kendimi ve seni tanımaya çalışıyorum. Bu tanımayla da güya bir kimlik inşa ediyorum. Oysa Yunus ötekiyle empati yapmamı onu anlamamı salık veriyor. O bunu yaparken “kendin için istediğini kardeşin için de iste!” emrine uyuyor. Öteki benim kardeşim. Ötekini kardeşim olarak görürsem paylaşacağım derdiyle dertleşeceğim yarasına merhem olacağım.

     

    Yunus Emre bir ömür bu topraklarda kardeşlik türküleri söyledi. Bu türkülerle büyüdük asırlarca süren ve sürecek olan büyük bir medeniyetin hamurunu mayaladı. Bunu yaparken de bir garip derviş olarak gayet mütevazıydi.

     

    “Miskinlikte buldular

    Kimde erlik var ise

    Merdivenden ittiler

    Yüksekten bakar ise”

     

    Yunus’un dilinde miskinlik öyle sanıldığı gibi tembellik beceriksizlik acizlik zavallılık değildir. Orada daha başka daha yüce bir anlam var. Miskin Hakka teslim olmak… Sükûn. Yılların tecrübesiyle yetinme duygusunu kazanmak ve böylece kanaatin bir erdem olduğunu fark etmek ve bu fark edişle boş iddiadan ihtiras kin ve öfkeden kurtularak iç huzuruna ve güvene ulaşma hali. İşte miskinlik bu huzur ve güven duygusudur.

     

    Erlik sadece erkeklik delikanlılık değil özü itibariyle modern insanın kaybettiği bir erdemdir. Erlikte bilgi yiğitlik şefkat ve merhametle birlikte irfana bilgeliğe dönüşmüştür. Ve bu erliğe zulümle kaba kuvvetle ihtirasla kin ve öfkeyle değil sükûnetle kalp huzuruyla ve güven duygusuyla erilir. Er olmak miskin olmaktır… Bunun zıddı ise kibirdir zulümdür. Mütekebbir ve muhterisler erlik merdiveninde yukarıya ulaşamazlar. Çünkü mütekebbir ve muhteris kendini yukarda görerek veya göstererek esas itibariyle erlik yolundan çıkmış azmıştır.

     

    “Yûnus yoldan azuban

    Yüksek yerde durmasın

    Sinle sırat görmeye

    Sevdiği dîdâr ise”

     

    Demek ki Yunus’u konuşmak insanı erkişiyi ve erliği konuşmaktır.

     

    Prof. Dr. Bilal Kemikli


  3. Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm!

    Bazı sözler vardır ki iki cümleden ibarettir ama iki cilt kitap kadar mana yüklüdür.

     

    Hatta bazı İslam büyükleri iki senelik vaazlarını bile böyle iki cümle içinde özetlemişlerdir.

    Tıpkı derviş Yunus'un kendini özetlediği gibi:

    - Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm! Hepsi o kadar. Uzun söze ne hacet?

    İsterseniz bir de Bağdat Basra'nın meşhur mutasavvıfı Hatem-i Asam'ı dinleyelim o ne diyor bu konuda. Bir ara kürsüden uzun zaman vaaz ettiği cemaatine seslenir:

    - Senelerdir dinlediğiniz benden ne öğrendiniz iki cümle içinde söyleyin bakayım?

    - Bunca senedir anlattıklarınızı iki cümle içinde mi anlatacağız?.. deyince "Evet" der "isterseniz ben anlatayım iki cümle içinde senelerdir anlatmak istediğimi?"

    Dikkat kesilirler. Hatem-i Asam da anlatır senelerdir anlattıklarını iki cümle içinde. Bakın nasıl özetler:

    - Benden şu iki gerçeği öğrenmiş olun yeter. Biri kendinizde olana kanaat etmek! Öteki de başkalarında olana haset etmemek!

    İşte der benim senelerdir sizlere anlattıklarımın özeti. Kendinizde olana kanaat etmeniz başkalarında olana da haset etmemeniz. Bu iki düşünce var mı kalbinizde gönlünüzde bir bakın varsa her şey var beni tam dinlemişsiniz demektir. Bu iki değerlendirme yoksa hiçbir şey yok demektir! Hiçbir şey öğrenmemişsiniz benden!..

    - Ne dersiniz bu iki cümleye? Sanki olgun ve kamil insan olmanın gereği mi bu iki anlayış:

    Kendimizde olana kanaat etmemiz... Başkalarında olana da haset etmememiz... Yani hem kendimizle hem de çevremizle barışık olmamız. Çevremizi seven çevremizce de sevilen insan haline gelmemiz...

    Peki sadece bu kadar mı bu iki cümlenin insana kazandırdığı değer? Kendimizde olana kanaat etmek başkasında olana da haset etmemekten mi ibaret bu düşüncenin sonucu?

    - Hayır! dahası var. Asıl mühim olanı da bundan sonrası. Bir de ona bakalım isterseniz.

    Biliyorsunuz insanlar çalışır çabalar kendilerine düşeni yaparlar... Ama sonunda Rabb'imizin takdiri ne ise o olur. Varlık darlık hastalık sıhhat... Hepsi de Rabb'imizin takdiridir bizlere...

    İşte kendinde olana kanaat eden adam Rabb'inin kendi hakkındaki bu takdirlerine de razı olan adam demektir. Rabb'inin takdirine razı olandan ise Rabb'i razı olur!..

    Asıl mesele de burada başlar. Rabb'inin takdirine razı olandan Rabb'inin de razı olmasından...

    Bir kul için Rabb'ini razı etmenin ötesinde büyük kazanç düşünülebilir mi?

    İsterseniz bir de bunun misaline bakalım. Musa Aleyhisselam Tur'daki duasında der ki:

    - Rabb'im sen kullarından ne zaman razı olursun? Onu bana bildir ki ben de buradan dönünce kullarına bildireyim. Onlar senin razı olacağın hal ve tavır içinde olsunlar?

    Şöyle buyurur Rabb'imiz:

    - Sen kullarıma söyle onlar benden ne zaman razı olurlarsa ben de onlardan o zaman razı olurum!

    Evet varlık darlık hastalık sıhhat... Kendine ne takdir edilmişse hepsine de razı olup kanaat eden başkalarında olana da uygun olan odur deyip haset etmeyen kul doğrudan doğruya Rabb'inin takdirine razı olup kanaat eden kul demektir. Rabb'inin takdirine razı olandan ise Rabb'i razı olmaktadır. Bundan daha büyük bir kazanç olur mu inanmış bir insan için?

    - Öyle ise yoklayın iç dünyanızı!.. Kendinizde olana kanaat ediyor başkalarında olana da haset etmekten kendinizi koruyor musunuz bir kontrol edin duygu ve düşüncelerinizi? Artık tereddütsüz biliyoruz ki biz Rabb'imizin takdirinden ne kadar razı isek Rabb'imiz de bizden o kadar razıdır. - Ne dersiniz bunu böyle biliyor böyle uyguluyor muyuz?.. Şimdi de düşünme sırası bizde mi?

     

     

    AHMET ŞAHİN.


  4. “Yer çökük, gök soluk

    Diz bükük, saç yoluk

    Ne varsa korkuluk.

    Ne bir harf, ne kelâm;

    Esselâm, esselâm…”

     

    Necip Fazıl üstadı bu seferki ziyaretimizde, Prof Ayhan Songar, Prof Süleyman Yalçın, Türk Edebiyatı Vakfı’ndan Ahmet Taşgetiren, aynı vakıftan edebiyat öğretmeni Ayla Ağabegüm’le Mehdi Ergüzel ve aileler de sohbetteler.

     

    Hepimiz sordukları oldu. İslam, tasavvuf, “bunalım”, şiir, Üstad’ın hayatı, tanıdığı şair ve edebiyatçılar görüşüldü.

     

    Benim sorduklarım, geçen seferki sohbetimiz devamı olarak her “hafakan”ı ve onu kurtaran “Efendi”si üzerine. Önce Ukde şiirinde bazı mısralar mırıldanıyorum:

     

    Hep kesiklik, eksiklik

    Hâdisede hâdise .

    Istırap ki gövdesi

    Boşluğa sığmaz cüsse.

    Rahatlık senin deden

    Benim annem vesvese.

    Mezarda sır, mezarda;

    O bilir bilse bilse.

    Ateşe gir gölgelen!

    Kaynar suda gülümse!

     

    _Yine “Efendim” dediğiniz muhterem zata dönelim… Siz, gözde olan ve resmî ders kitaplarına giren Necip Fazıl iken, nasıl oldu da “Efendiniz” gibi sizi ömür boyunca manevî pençesine alan bir olgunluk timsaline teslim olabildiniz? Kısacası, o nasıl bir şahsiyetti ki, sizde bu büyük değişikliği yapabildi? Tanıdığımız çoğunu hiçe sayan Necip Fazıl olarak, bir kimsenin sizi böyle “ram edebilmesi”…

     

    _Teşekkür ederim, şimdi bu suallerin bence en enterasanı . Bir çoklarına da “ukde” olmuştur… Ben ömrüm boyunca , hâlâ da ufak tefek tesirlerden âzâde kalmış bir insan…

     

    _Herhâlde hâlinde, sözünde , tavrında, insanlığında bir fevkalâdelik bulunuyordu?

     

    _Şimdi, tam ölçüyü arayacağım… Bunun not edildiğine memnunum. Efendi Hazretleri’ne intisabım, bağlanışım ve o bağlanış daima idealize ederek gidişim… Çünkü ben nicelerini gördüm, o ana kadar ne sahtelerini…

     

    _Peki, onu nasıl ayırt edebildiniz, nasıl inandınız?

     

    _Onu gördüğüm zaman Fransızların “İşte harika meydana geldi!” dedikleri gibi bir infilak tesiri altında kaldım. Durmadan da kendimi muayene ettim. Oraya Abidin Dino ile beraber gitmiştik. Abidin: “Ya bizden şüphe ederse… Polis molis olabiliriz.” Dedi . Ona dedim: “Biz mürşidi arıyoruz. Eğer oysa, şüphe etmeyecektir, ciğerimizi okuyacaktır. Değilse, neticesi yok zaten…”

     

    _Geçen sefer bir yaz sabahı, annenizle gittiğinizi söylemiştiniz.

     

    _Bu sefer işte Abidin’le… Sanıyorum ki öğle yemeğinden biraz sonra, ikindeye yakındı… Haliç’i gören, Gümüşsuyu denen bir tepe var, orada eskiden kalma bir dergâhta oturuyordu. Nasıl zaman geçti, akşam nasıl oldu, farkında değilim.. Vapurda dönerken Abidin’e dedim ki:

     

    “Besbelli bu insan nadir bir madenin üstünde oturuyor ve gizliyor madenini…”

     

    _Efendi’nizin ilk sözlerini hatırlıyor musunuz efendim?

     

    _Bugünkü gibi aklımda, ilk sözü: “Lezzeti çatal bıçakta (yani meyvede, gıdada değil de) arayabilir misin?”

     

    _Ondan sonra, yavaş yavaş dikkat etmeye başladım ki, (Hani nebatî hayatımız vardır ya, yeriz, içeriz, başımızı kaşırız, “eeh!” deriz “olur” deriz) bu zatta, o nebatî-hayvanî hayat yoktur. Ondan keramet de beklemedim ve muhtaç da olmadım. Çünkü o oturuşu, o edep, o hâl … Bu manayı öyle yaşadım ki, öyle içtim ki bana “işte harika”yı ilham etti.

     

    _Giyim kuşamı, hâli efendim?

     

    _Bir tek toz parçası görmedim, bir leke yok elbisesinde. Bir kere esnediğini, öksürdüğünü görmedim. Öyle bir edebin içinde ki, anlaşılmaz bir şey. Şiir idraki lazım. İşte bu sebepten gittikçe bağlandım ona.

     

    _Bazı anılarınızı anlatır mısınız?

     

    _Bir gün huzurunda yemek yendi. Yukarı çıktık, karşımda bir hasır iskemlede oturuyor. Bir sükût anı oldu. İçimden bir his geçti:

     

    “Biz ne alçak adamlarız, her an böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz. Çıkar çıkmaz kapıdan yine aynı kapkara adamız. Bir “tasarruf” (hükmederek kullanma) lazım bize… Biz yapamaz mıyız, biz yürüyemez miyiz.”

     

    Ben böyle düşünürken bir hâl geldi bana. “A, n’oluyorsun!” dedim kendi kendime. Kalbimde anlatılmaz bir acı hissediyorum. Bağıracağım. Bu arada bir lezzet, dayanılmaz bir lezzet. Acı ile haz bir arada.

    Bir de başımı kaldırıyorum ki, Efendi , iki mübarek gözünü dikmiş bana bakıyor. Hemen teslim oldum. Kalbim bir lastik gibi çekiliyordu, yerine geldi o anda. Ve şu manayı çıkardım:

     

    “Sen misin tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin?”

     

    (Etrafta müridleri var) Ama hiç kimsede bir telaş yok. Birisi “Tedbir lafz-ı Celal’dir” dedi. Uzatarak “Alllaaah!” çektim. Bir tıbbî müdahale lazım gelseydi bir iki saat sürmesi gerekirdi.

     

    _Bu nasıl bir manevî tedavidir efendim?

     

    _Görmek lazım. Bunun taklidi maklidi yok. Ne kadar söylesem yaşanamaz. Bunlar kalpten kalbe geçişler (intikaller)dir. Bu ruhiyatta da tedaîler hâlinde falan vardır. Velînin en basiti bile kalbinizi okur.

    “Terki terk” dedikleri makamdaydı o. Efendim, her an bir büyük huzurda olmanın harikası idi. Kal’asının burcunda bayrağı sallanıyordu. Bu irşat kutupluğu makamıdır.

     

    Prof, Süleyman Yalçın: _O bahis buyurduğunu görünüşünden, oturuşundan, konuşundan çıkan edep çok müstesna…

     

    _Ona hiçbir zaman doyamadım. Alelâdeliklerinden, taklitlerinden arınmış. Samimiyet taklit edilmez. Bir gün, taklidi kabil olmayan yere gelir iş…

     

    Prof. Ayhan Songar: _Size doğrudan bir hitabını hatırlar mısınız?

     

    _Bir gün bir uzuv kesilmesi veya hayata kıyılması şekliyle “Kelime-i küfür” den bahsediliyordu. Bunu söylemeye insan mecbur kalırsa ne olur? Buyurdu ki;

     

    “Eğer böyle ciddi bir tehlike varsa “Kelime-i küfrü” diliyle söyleyen kalbiyle mümin kalır. Şer’î izan vardır. Ama söylemeyen şehit olur.”

     

    Ben şımarıklık derecesibi göze alarak sordum: “Efendim, böyle bir hâlde ben ne olurum?” Öyle arslan gibi çevirdi başını bana: “Sen şehit olursun!” dedi.

     

    Bugünlük sohbeti burada kestik. Davası için hapisleri, çileleri göze almış ve nurlu bir nesil yetiştirmiş bu özlü şaire “Efendisinin” bu hitabı adeta bir kerameti gibi geldi bana…

     

    “Son gün olmasın dostum, çelengim top arabam.

    Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam.”

    • Like 1

  5. Evvelâ bu konu hakkında Can Dündar'ın çektiği "Köy Enstitüleri Belgeseli"ni izlemenizi öneririm. Yukarıdaki paylaşımlarda da saptanan çifkefliğin yüzüne nasıl makyaj yapıldığı görülecektir. Yüzlerce çocuğu ailelerinden zorla alıp; "gün gelecek köylerinize münevver öğretmenler ve eğiticiler olarak döndürüleceksiniz." iddiasında mevcut rejimin temeli sağlamlaştırma politikasıdır aslında.

     

    Tuhaf olan başta "Sonuna kadar koruyup gözeteceğim" diyen İnönü'nün bizzat kendisinin bu enstitüleri kapatmasıdır. Neden mi? Kendi kuyusunun kazılacağı korkusu ki neticede de korktuğu başına geliyor ve CHP içinde hafif sağcı çizgi tutturan Recep Peker İnönü'yü seçimlerde geçiyor.

     

    Başlangıçta tam bir memleket için yapılan bir organize gibi duran bu hareket zamanla sağ-sol çatışmasının menbaı haline geliyor. Zamanın muhalif edebiyat ismi Sabahattin Ali'nin komünistlik ve Nihal Atsız'ın turancılık ideaları enstitüleri birbirine katıyor ve adeta kaynar kazan haline geliyor.

     

    Her köye enstitü yapmayı şart koşan "Bunlar köylerine döndüğünde bizi destekleyecek değil mi?" fikrinin güdücüsü, "Nasıl ki her köyde cami var, bu okullar da olacak!" diktasının fikir babası İnönü.. Bu enstitülerin kurucusu Tonguç'u ve de Yücel'i tabiri caizse sürgün ediyor. Memleket çapındaki tüm enstitüleri kapatıyor, öğretmenleri tasfiye ediyor. Tek niyeti koltuğunu sağlamlaştırmak ve yükselen vatandaşın sesini kesmek. Her ne kadar sonradan bazı enstitülerin imam hatip yahut ilahiyat olarak tekrar işleve sokmaya çalışsa da, bir kere bu kangren vücudu almıştır. Neticede yetişen nice Münevverler(!) ve enstitü dahileri o gençlerin beynini kemirdiler. Bence Türkan Saylan da o dahiyane hizmetin tohumudur. Ve bunların yağtığı tahribat ne yazık ki uzun yıllar etkisini sürdürecek gibi.

     

    Bizim Demokrat Partimiz başa geçtiğinde bir Büyük Doğu Fikir Kulupleri kurup Büyük Doğu Gençliği yetiştiremedi ama adamlar 17 bin enstitü gençliği yetiştirmeyi başarabildiler. Velhasılı bugünün azılıları o enstitülerin mahsulüdür. Ama vatan kayırıcıları olarak bilinirler. Ve herşeyde olduğu gibi tarih burada da yanılmıştır ve de bunu yine çok az kişi bilmektedir.


  6. _Hiçbir şeyle uğraşmıyor musunuz? Gezme, okuma, müzik… Ne bileyim, bir arkadaşınla görüşmek de mi yok?

     

    _Var var. O kasırga deminde konuşabildiğim tek adam Peyami Safa… Çareyi din ve tasavvuf eserlerinde bulmaya çalışıyorum. İlk okuduklarım “Marifetnâme “ ile “Nefahât”… Marifetnâme’de aşkın Allah’a mahsus olduğuna ve mecazî aşk denilen kadın sevgisinin, hududu taşıracak olursa “cünûn=delilik” olacağına ait satırları okurken iliklerime kadar titriyorum… Nefahât’ta ise, fâni dünyanın ölümü yenmiş kahramanlarını ve onların sürdüğü “ yaşanmaya değer hayatı” görüyorum.

     

    _Bizden İmam Gazali’nin böyle bir “buhran”ını.. Belki Yunus’un , Abdülhak Hâmid’in, Gökalp’in gençliklerinde olduğu sezilen bunalışlarını bilirim. Batı’da Nietzsche’nin, Van Goh’un “kriz entelektüel”leri akla geliyor.

     

    _Van Goh’unki tam cinnettir. Asıl sağlam ruh ve bünyenin feza boyunca hakikat arayıcılığına tutulmuş Sokrates, Tolstoy ve bilhassa Psacal’ınki benimkine en yakın. Nitekim işi dinî inançla bitirmiştir. Bir gece odasında parlayıveren ; fışkıran bir ışık karşısında kapağı dine ve kiliseye atmıştır: “Bana, filozofların bahsettiği değil Peygamberlerin haberini getirdiği Allah gerek!” hikmetini söyleyebilen müthiş kafa Pascal’dır.

     

    _Peki bu hâlde sizi bunalıştan çekip çıkaran, hafakanlarınızı gideren “Efendinizle nasıl karşılaştığınızı anlatır mısınız?

     

    _Yaz sabahı… Boğaz suları dipsiz ayna… Annemle bir sandala binip karşıya geçtik… Araba, Haliç vapuru ve Eyüp… Camiin önünden kıvrıldık… Efendimin kapısına yaklaştıkça fenalığımın arttığını ve nihayet dayanılmaz bir hâle geldiğini hissediyorum. Efendim’den ayrılırken söylediği iki cümle:

     

    “Buraya sık sık geliniz! Sohbet sizi açar. Bu hâlin ilâcı ziyaret ve sohbettir. Ne zaman isterseniz buyurun…”

    O temkin, vakar ve sır heykelinin istenilen imdada karşı bütün karşılığı bu kadar… Ferahlıyor gibiyim. Birkaç dakika önce çıldırmak üzereydim.

     

    Artık kat’iyetle inanmıştım ki çocukluğumdan beri gördüğüm renklerin, işittiğim seslerin ötesinde belirtiler “alâmetler” çaktığına şahit olduğum “gizli hayatın” anahtarı bu zâtın elinde ve “pasaparola”sı onun dudaklarındadır.

     

    _Kurtuluşunuzdan sonra da sohbetleriniz devam etti değil mi? Onun tesiri sizde bütün hayat boyu sürdü galiba? Hâlâ “Efendim” dediğinize göre…

     

    _Ben onu ilk gördüğüm sonra yine uzun zaman eski havama daldığım günlerden beri manevî bir tasarruf altındayım. Beni bu hâle getiren onun bir nazarı… Dünyamı yıkan o, bana yeni bir dünya hediye edecek olan yine o…

     

    _Onu biraz anlatır mısınız?

     

    _Efendi Hazretleri, her türlü gösteriş ve herkesçe yalandan uygulanması mümkün dış merasim ihtiyacından arınmış öyle bir hava içinde idiler ki kendilerini bir kerecik gören derince bir göz, hemen şu hükme varmak zorundaydı:

     

    “Üstünde oturduğu fezâ çapında bir cevher kayasını etekleriyle gizleyen bir büyük velî tavrı…”

    Daha birkaç şey soracaktım ki Üstad, ta o hafakan günlerinden kalma bir beytini okuyarak bugünkü sohbetimizi kesiverdi:

     

    “Azdırma rahat bırak içimdeki deliyi;

    Sorma benim de bilmediğim gizliyi.”

    • Like 1

  7. ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ Şiirinden Hareketle Sezai Karakoç’un Şiirinde Kadın

     

    “Elbet sefîl olursa kadın alçalır beşer.”

    Tevfik Fikret

     

    Türk şiirinde nev’i şahsına münhasır bir yeri olan Sezai Karakoç aynı zamanda ülkesinin ve İslâm dünyasının problemlerinin çözümüne yönelik esaslı fikirler ileri süren önemli bir fikir adamıdır. Karakoç’un ‘Diriliş’ adını verdiği ‘uygarlık tasarımı’ çağın hastalıkları için yazılmış önemli bir reçetedir. Karakoç’un yazı ve şiirleriyle temellendirdiği ‘Diriliş Tezi’ birçok açıdan ele alınan İslâm’ı tarih ve medeniyet perspektifinden açıklıkla ortaya koyma ve İslâm Medeniyeti’nin yeniden doğuş yolunu arama çalışmasıdır.[1]

    Karakoç’un şiirinde diğer birçok meseleyle birlikte kadın ve aşk konusu da önemli yer tutar. O her şeyden önce hem ‘Monna Rosa’ gibi ‘çağdaş aşk mesnevisi’ diyebileceğimiz bir eserin sahibi hem de Arap İran ve Türk edebiyatlarında birçok üstat şairin kendi üslûplarınca işlediği ‘Leylâ ile Mecnun’ gibi ölümsüz bir aşk destanını 20. yüzyılda tekrar yazabilme başarısı göstermiş biridir. “Cennette tohumlar vardı çocuklar vardı âdeta. Şimdi tohumun gelişmesi ağaç olması çocuğun büyümesi lâzımdı. Bütün bu kapıların açılışı kadının var oluşu ile başlar. Kadının var oluşu hele varlığını duyuruşuyla.”[2] diyerek kadının dünya serüveninin başlangıcındaki rolüne vurgu yapan Karakoç’un aşk ve kadın konusunu ele alış ve işleyişi çağdaşlarından ve kendinden önceki nesilden oldukça farklıdır. Karakoç’un şiirlerinde aşk ve kadın ‘Diriliş Tezi’ne uygun olarak bir medeniyet perspektifinden ele alınıp değerlendirilir. Karakoç’a göre ‘medeniyet’in ne ifade ettiğini bilmek onun kadına ve aşka bakışını anlamaya da yardım edecektir. Karakoç’a göre; “Medeniyet temelde tektir ve medeniyet meşalesi ilk insandan bugüne elden ele taşınarak gelmiştir. Dallara ayrılmış varyasyonları olmuştur. Kimi zaman ekseninden sapmış mecrasından çıkmış bozulmuş yozlaşmıştır. Meşale sönmeğe yüz tutmuş zaman zaman. Ama Allah tekrar parlatmış ve yükseltmiş meşalesini. Kıyamete kadar da bu böyle sürecektir.”[3] Bu ifadelerden Karakoç’un medeniyeti tamamen ilâhî mesajın ışığında ortaya çıkan gelişen ve yayılan bir unsur olarak ele aldığı ilâhî mesajın dışına çıktığı dönemlerde ise aslî hedefinden çıkmış olarak değerlendirdiği görülür. Karakoç medeniyetin olmazsa olmazlarından olan kadını da bu medeniyet anlayışının içinde değerlendirir. “Âdem’in Âdem cennetin cennet olabilmesi için atılan ilk adımdı Havva’nın gelişi.”[4] sözleriyle Karakoç medeniyetin başlatıcısı olan Âdem’in gerçek anlamına Havva’nın yani kadının yaratılmasıyla ulaştığını belirtir. Yaratılışıyla her şeyin yerli yerine oturmasına vesile olan kadın insanın ortaya koyduğu medeniyetlerin mânâsına kavuşmasında ve anlaşılmasında da önemli bir faktördür. Sezai Karakoç’a göre; “Havva Âdem’e bir çıkmadır bir dipnotu(dur). Ama öyle bir çıkma ve dipnotu ki asıl metnin anlaşılması için kaydı gerekli.”dir.[5] Karakoç’un: “Çocukluktan çıkarken cennetten kovulan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp cennete ulaşacak olan Âdemdir insan.”[6] şeklindeki ‘insan’ tanımı; onun kadına bakışını ve dünyayı algılayış biçimini ifade eder.

    Kadın insanlığın ortaya koyduğu medeniyetlerin en önemli tanığı ve ortağıdır. Dolayısıyla kadına bakarak medeniyeti medeniyete bakarak kadını değerlendirmek bu açıdan mümkündür. Kadına bakışın en maskesiz yüzü aşk anlayışında ortaya çıkar dolayısıyla kadına bakışı değerlendirirken onu aşk gerçeğinden uzak tutmak -hele hele şiirde- çoğunlukla bu konunun eksik ve sığ kalmasına yol açacaktır.

    Konumuza hareket noktası olarak seçtiğimiz ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiiri Karakoç’un kadın hususundaki fikirlerinin âdeta çekirdeği hükmündedir. Burada öz hâlinde bulunan çeşitli fikirler diğer şiirlerde farklı zaviyelerden ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. Bu şiirdeki ‘kadın’ unsuruna geçmeden önce ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiirinin bulunduğu kitaba da adını veren ‘Şahdamar’ şiirindeki bir noktayı gözlerden kaçırmamak gerekir. ‘Şahdamar’ şiirinde “kendilerini İslâm ve Müslümanlar karşısında konumlandıran kesimle (şiirde ‘siz’) Müslümanların (şiirde ‘biz’) karşı karşıya getirilip hesaplaşması (yapılır). (Şiirde) ‘siz’ denilenler tamamıyla dünyevî çıkış noktalarına bağlı eğreti ve geçici değer yargılarıyla hayatlarını ören hakikatle bağını koparmış (kişilerken); ‘biz’ kavramı içinde yer alan müminler cemaati ise kendilerine ve dinlerine yapılan saldırılar zulümler yok etme çabaları karşısında salt dudak büküp hayret etmekle yetinen mahcup ve onurlu çocuklardır.”[7] Bu kitabın diğer bazı şiirlerinde görüldüğü gibi ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiirinde de ‘biz’ ve ‘ötekiler’ vardır. Şiirin genel havasından anlaşıldığı kadarıyla bu şiirdeki ‘biz’ bir ülkenin veya bölgenin yerli halkı; ‘Bay Yabancı’ ‘Medenî Adam’ olarak nitelenen ‘ötekiler’ ise bazı çıkarları için teknolojik güç ve kuvvetlerine güvenerek bir ülkeyi veya bölgeyi işgal etmiş emperyalistlerdir. Şiirinin yazılma tarihi (1953) ile ‘Bay Fransız’ ‘Tunusluların saçları’ ‘Matmazel Nikol’ gibi isim ve ifadeler dikkate alındığında bu emperyalist gücün Fransa; işgal altındaki halkın da Tunus halkı olduğu anlaşılır. Bu şiirde ‘biz’ ile ‘öteki’ ayrımın en bariz yapıldığı yerler iki farklı medeniyetin kadınlarının karşılaştırıldığı bölümlerdir. Şiir on yaşındaki bir kız çocuğun diliyle yazılmıştır. Şairin bu üslûbu tercih etmesi şiirde anlatılan hâdiseleri bir çocuk saflığıyla dolaysız anlatma isteğinden olabilir. Şiirde ‘yerli kadın’ ile ‘yabancı kadın’; fizikî ahlakî açıdan ifade ettikleri anlamlar ve erkekle münasebetleri açısından karşılaştırılır: Yerli kadının elleri bazı hususlarda maharetli olmakla birlikte parmakları yabancı kadının parmakları gibi ince ve uzun değildir. ‘Bay Yabancı’nın ‘kurabiye yüzlü’ ‘beyaz ve yumuşak’ bir bayanı vardır; fakat bununla birlikte ‘Bay Yabancı’ başka bir kadının beline sarılmakta onu gizli gizli öpmekte yani kadınını başka bir kadınla aldatmaktadır. ‘Bay Yabancı’ ‘öteki kadın’la farklı şeyler de yapmaktadır; fakat çocuk ilerisini söylemeyeceğini çünkü böyle şeyleri söylemenin annesi tarafından ‘ayıp’ olarak görüldüğünü belirtmektedir. Çocuğun annesi bu kadının ahlakî bozukluğunu ifade etmek için ona ‘şeytan’ demektedir. Çocuk ‘Bay Yabancı’ya ‘Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı’[8] diyerek adamdaki ahlâk zafiyetine de bir gönderme yapmaktadır.

     

    “Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel

    Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç”

     

    mısralarında fizikî bakımdan güzel lâkin ahlâkî değerler bakımından yozlaşmış ‘öteki’nin kadını ile; yabancı kadar güzel olamayan ama ‘efendi ve utangaç’ olan ‘biz’in kadını resmedilmektedir. Bu nitelendirmeler iki farklı kültürün hayat tarzlarına uygundur. Şiirde ‘biz’in aşkı

     

    “Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor

    Ben de onu seviyorum”

     

    mısralarıyla dile getirilmiştir.Şiirde ‘öteki’nin bedenî hazlara hapsolmuş ilişkisine karşılık ‘biz’in temiz aşkı bir çocuk masumiyetiyle yüceltilmektedir.

     

    “Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz

    Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor

    Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor

    Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı

    Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez”

     

    mısralarındaki karşılaştırmalar dünya hayatından çok ‘ölümden sonraki hayata’ göndermeler yapmaktadır. ‘Ölen yakınları teyzenin görmesi onlarla konuşup onlara ekmek vermesi’ ölümün bir yok oluş olmadığını ve ölülerin ardından yapılan iyilikleri çağrıştırdığı gibi ‘Matmazel öldüğünde onun bir daha görülemeyecek olması’ da ‘Bay Yabancı’nın öte dünya inancının olmadığına işaret etmektedir. Bütün bunlardan sonra iki farklı medeniyetin kadınlarının davranış tarzlarının sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Yabancı kadın hayatı bu dünyadan ibaret gördüğünden arzu ve istekleri doğrultusunda serbestçe yaşarken; yerli kadın öte dünya düşüncesiyle hâl ve hareketlerini kontrol etmektedir.

    Karakoç ahlakî açıdan yozlaşmış değerlerinden uzaklaşmış insanları ‘Şahdamar’ kitabının başka bir şiiri olan ‘Kapalı Çarşı’da da tenkit eder:

     

    “Kendi yastıklarına gölge salmasın

    Çocuklarının öpüşleri onlara anlat”

     

    mısralarında gayri meşru hayat yaşayan ‘öteki’lerin aile için kutsal olan bazı unsurları (şiirde yastıktır) yasak ilişkileriyle nasıl kirlettiklerine telmih vardır. Sezai Karakoç ‘Kapalı Çarşı’da;

     

    “Onlara anlat yağmur karşılıklı yağar

    Ruhların içindeki müzikle karşılıklı”

     

    mısralarıyla sığ ve bedenî hazlara hapsolmamış ilâhî aşka bir basamak teşkil eden temiz aşkın yüceliğinin altını çizer.

    Sezai Karakoç şiirlerinde ahlâkî açıdan yozlaşmış insanların ilişkilerini uzun uzadıya anlatmaz. Bu açıdan ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ ifadesi Karakoç’un bu husustaki genel hassasiyetini ortaya koyar. O ‘biz’e ait kadın ve aşk anlayışını şiirlerinde geniş olarak ele alırken yozlaşmış insanların ilişkilerinin ‘ötesini söylemez.’ Diğer bir ifadeyle Karakoç şiir ve yazılarında hiçbir zaman aşkı ‘cinsel’ anlamlar ve bedenî hazlar ifade edecek şekilde ele almaz. O aşkı insanın kendi dar kalıplarını aşmasına vesile olan metafizik tasavvufî ve platonik çağrışımlar yapan bir unsur olarak ele alır. Bu tavır ‘Havva’nın anlamını Âdem’in anlamı’[9] olarak yorumlayan Sezai Karakoç’un dünya görüşüne uygundur. Lakin Sezai Karakoç’un kadına bakış açısındaki farkı ve aşk anlayışındaki derinliği görmek için kendinden önceki neslin ve kendi neslinin şairlerinin -diğer bir ifadeyle ‘ötesini söyleyen’ şairlerin- kadına ve aşka bakış açısını bilmek gerekir. Ahmet Haşim’in ‘O Belde’ şiirinde ‘Melâli anlamayan nesle âşina değiliz’ mısraıyla sitem ettikten sonra;

     

    “Sana yalnız bir ince taze kadın

    Bana yalnızca eski bir budala

    Diyen bugünkü beşer

    Bu sefil iştiha bu kirli nazar

    Bulamaz sende bende bir mânâ”

     

    diyerek kadına bakış açılarını ‘sefil iştaha’ ve ‘kirli nazar’ olarak nitelediği bir nesil artık şiirde de köşe başlarını tutmuştur. Ülkenin büyük sorunlarla uğraştığı bir dönemde bütün ciddi meseleleri bir tarafa bırakan Orhan Veli vesikalı yârine

     

    “Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden

    Tabakam senin yadigârın

    İki elin kanda olsa gel diyor telgrafın

    Seni nasıl unuturum ben vesikalı yârim.”

     

    şeklinde şiirler yazmakta; kadını ‘kısrak’ olarak niteleyen Bedri Rahmi ‘Bahçeler Dolusu’ şiirinde bir tecavüz sahnesini âdeta haz alarak anlatmakta; Cemal Süreya ‘Üvercinka’da cinsî temayüllerle karışık olarak sevgilisinin boynuna övgüler düzmekte (Süreya birçok şiirinde cinselliği daha uç noktalarıyla ele alır); Turgut Uyar ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda bir kadının kocasını kocasının arkadaşıyla nasıl aldattığının tasvirini yapmaktadır.

     

    “Kadını yücelten ona ulvî bir yer ayıran Karakoç kadına duyulan aşkın ve sevginin alabildiğine yozlaştırıldığı ve bazı duygulara bir basamak olarak kullanıldığı bir dönemde kadının yüceliğinden safiyetinden ve güzel duygularının körletilmemişliğinden bahsetmektedir.”[10] Erkek özle dişi öz arasındaki diyaloğun yabancı düşünce ve ülkülerin tarlası olmaya elverişli olduğunu belirten Karakoç bu diyaloğu her zaman insanın Ahsen-i takvîm sırrına mazhar bir varlık olduğunu unutmadan ele almıştır. Karakoç’un şiirlerini ‘Son derece utandırılmış aşk şiirleri’ olarak tarif eden Cemal Süreya’nın yaklaşımı hatalıdır. Bu şiirlerde suçüstü yakalanmış bir insanın utangaçlığı değil kökü insanlık kadar eski bir din ve ahlâk anlayışının terbiye izleri vardır. Kadının salt vücuduyla değerlendirildiği bir dönemde Karakoç kadının ruh güzelliğini öne çıkarmıştır.”Karakoç’a göre ten insanın ayağını bağlayan bir bağdır kişiyi toprağa rapteden yücelmekten alıkoyan ruhun büyük şuuruna engel olan günahların kaynağıdır. Ruh onlardan kurtuldukça ve sıyrıldıkça ilerleyecek ve hakikate ulaşacaktır.”[11] Karakoç; sevgi aşk beden ve ruh münasebetine ‘Leyla ile Mecnun’da güzel bir yorum getirir:

     

    “Sevgi gözde değil gönüldedir

    Vücut değil ruhtur aşka kâdir”

     

    Aşka ve sevgiliye verilen değer aslında kadına verilmiş değerdir. Kadının erkek için hayatla ölüm arasına gerili bir keman olduğunu belirten ve erkeğin doğumdan ölüme kadar kadına yaklaşmalarının katılmalarının ve ondan kopmalarının sürüp gideceğini ifade eden Sezai Karakoç’un şiirlerinde kadına ruhça en temiz yaklaşma biçimi olan aşk geniş yer bulur. Erdem Beyazıt’ın ifadesiyle “Ondaki aşk evrensel bir düzeyde madde ötesi bir bölgede ölümsüz değerlerin geçerli olduğu bir dünyada soluk alır filizlenir yeşerir.” Karakoç’un ‘aşk’ı çağının aşk anlayışının çok ötesine ve derinlere taşıdığı aşağıdaki mısralarında Orhan Veli ve neslinin ‘Seni nasıl unuturum ben vesikalı yârim’ mısralarından sonra kadının yükseltildiği yer çok önemlidir:

     

    “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı

    Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum

    Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın

    Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum

    Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum.”

     

    Karakoç’un ‘Köşe’ şiirindeki;

     

    “Fabrika dumanlarında resmin

    Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun

    Hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi

    Aşka veda etmiş topraklarda doğmuşsun”

     

    mısralarını ‘kadın’ için yorumladığımızda bu mısralar eski yerleşik değerlere aşka ve kadına bir mersiye hususiyeti arz eder.

    ‘Çağdaş bir aşk mesnevisi’ diyebileceğimiz ‘Monna Rosa’da Karakoç dönemin önde gelen şairlerinin cinsel fantezilerle yaklaştıkları kadını çok müstesna belki de gerçekte layık olduğu yere taşır:

     

    “Açma pencereni perdeleri çek

    Monna Rosa seni görmemeliyim.

    Bir bakışın ölmem için yetecek;

    Anla Monna Rosa ben öteliyim”

     

    Bu mısralarda bedenî hazdan ziyade ruhî ıstırap; teşhir etmekten ziyade koruma ve sahip çıkma; hakir görmekten ziyade yüceltme söz konusudur.

    Aşkının ‘bin bir köşeli’ olduğunu belirten Karakoç Monna Rosa’da aşkın ve kalbin farklı boyutlarına dikkatleri çeker kadına (sevgiliye) verilen değeri farklı bir açıdan ele alır:

     

    “Bir tren ışığına güneşe çekmek seni

    Ve bir şehir yaratmak ruhundan Gülce diye.

    Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni

    Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.

    Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni

    Ve son vermek bitmeyen bu bitmeyen şarkıya.”

     

    Sezai Karakoç’un Arap Fars ve Türk edebiyatlarında çokça işlenen klâsik edebiyatın önemli konularından biri olan Leylâ ile Mecnun hikâyesini ele alması Leylâ ile Mecnun’daki aşkın günümüz insanının oldukça uzak kaldığı bir kültürün ürünü olması itibariyle oldukça anlamlıdır. Kendi ifadesiyle ‘çağın geçer akça konuları dururken/bu ateşten işe girişmesi’ “insanlığın uyanması hayat bulması için ilk ve son nokta ve tek hakikatin aşk olduğu”[13] düşüncesindendir. Sezai Karakoç Leyla ile Mecnun hikâyesinde aşka yeni tanımlar getirir:

     

    “Aşk ki ezelî tanışıklıktır

    Doğmadan önce başlamışlıktır

    İlk bakışta ve ilk tanışmada duyurmaz mı kendini

    Ve gün gün büyümez mi memedeki bir çocuk gibi.”

     

    Leyla ile Mecnun mesnevisinde;

     

    “Kays gecelerden bile kıskanıyordu O’nu

    Gece ki koynuna alıyordu O’nu”

     

    mısralarıyla anlatılan aşk son derece derindir. Sezai Karakoç’un klâsik edebiyatta birçok defa işlenmiş olan bu konuyu ele alma sebeplerinden biri de her şeyin temelinde aşkı görmesidir. Nitekim Karakoç ölüm hürriyet ve yaşayışla birlikte ‘aşk’ı da var olmanın dinamitlendiği noktalardan görmektedir. Karakoç ‘Monna Rosa’daki coşkun ve kabına sığmayan aşka ‘Leyla ile Mecnun’da belirli bir yön tayin etme gayretindedir. Monna Rosa’da;

     

    “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:

    Henüz dinlemedin benden türküler

    Benim aşkım uymaz öyle her saza

    En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…

    Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.”

     

    şeklinde sınır tanımayan ve âdeta tehdit edici bir boyuta kayan hissî coşkunluk; Leyla ile Mecnun’da;

     

    “Ruh hürdür Tanrı sevgisiyle

    Bağlı değil zaman ve yer ilgisiyle

    Artık buluşmuşlardır Tanrı katında

    Bir yersizlik ve zamansızlık saltanatında

    Bir şey değişmez gelse de gelmese de Leyla

    Fark etmez gitse de gitmese de Mecnun ona”

     

    şeklinde daha dingin ve kadere razı oluş şeklinde karşımıza çıkar. Bu değişiklik Sezai Karakoç’un yürüdüğü hedefle ilgilidir. Bu yürüyüşün hedefi kalp medeniyetidir. Leyla ile Mecnun hikâyesinde aşkın ikliminde bir ruh ve gönül terbiyesi yapılmaktadır. Fânî olandan ‘aşkın’ olana bir yükseliş vardır. Leyla’nın evlenme haberini alan Mecnun’un sergilediği tavır çok enteresandır. Normal şartlarda eserde anlatıldığı gibi büyük aşk yaşayan birinin bu olay karşısında feryad ü figan etmesi gerekir. Lakin Karakoç bu hâdiseyi sıradan bir haber gibi anlatır:

     

    “Bir gün Leyla’nın evlendiğini duydu

    İçinde bir ses dedi: ne acı düğün bu

    Başkaldırdı bu sese: hayır hayır dedi

    Kendine şeytana karşı haykır dedi

    Lekeleri gitti lekelenmez ismin

    Öyleyse alkış tut öyleyse Mecnun sevin.”

     

    Bu mısralarda başkasıyla evlenen sevgiliye karşı sergilenen tavır kendini feda ediş Nazım Hikmet’in narsizm kokan ve sevgiliyi tahkir eden ‘O Mavi Gözlü Bir Devdi’ şiirindeki aşağıdaki mısraları okuyunca daha iyi anlaşılır:

     

    “O mavi gözlü bir devdi.

    Minnacık bir kadın sevdi.

    Mini minnacıktı kadın.

    Rahata acıktı kadın

    Yoruldu devin büyük yolunda.

    Ve elveda! deyip mavi gözlü deve

    Girdi zengin bir cücenin kolunda

    Bahçesinde ebruli

    Hanımeli

    Açan eve.”

     

    Karakoç’un eserlerinde hem aşkın yönü hem de kadına verilen değer kültürel değerlerimize uygundur. Karakoç’un ‘Hızırla Kırk Saat’teki

     

    “Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı

    Günlere geldim bunu bana öğretmediniz”

     

    mısralarında dile getirilen ‘kadının üstün olmasına rağmen mutlu olmaması’ durumu çağımız aydınınca üzerinde ciddi olarak düşünülmesi ve psikolojik açıdan analiz edilmesi gereken bir husustur.

    Karakoç kadını sadece ‘aşk alt başlığı’ altında ele almaz; dinine milliyetine ve ırkına bakmadan dünya üzerinde acı çeken kadınların acısına da yer verir şiirlerinde. O Kızıl Ordu’nun Polonya işgali esnasında işkence gören Leh kadınlarının acısına ‘Kan İçinde Güneş’ şiirindeki

     

    “Elektrik lâmbalarının altında

    Kadın kanları

    Kadınlar susmuştu

    Konuşan erkekti

    Kadın gömlekleri yırtılıyordu

    Anne gömlekleri

    Ve mesut dakikaları beklemiş

    Bütün saatler

    Tırak deyip durdu”

     

    mısralarıyla ortak olurken; Cezayir’de Fransız sömürüsü altındaki Müslüman kadınların acı ve dertlerini de ‘Kutsal At’ şiirindeki

     

    “Ölüler evlerden

    Çıkmaz girer

    Gençlik açlık masalı

    Kadınlar Cezayir’de

    Fransa anlamıyor.”

     

    mısralarıyla paylaşır. Sezai Karakoç’un ‘Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine’ başlıklı şiirinin dördüncü bölümünde ‘çağdaş Kudüs’le Meryem’i; ‘sırrını gönlünde taşıyan Mısır’la Züleyha’yı zengin çağrışımlara imkân verecek şekilde özdeşleştirmesi onun hem kadına verdiği ehemmiyeti hem de buralarda ortaya çıkıp gelişen medeniyetlerin temelinde yatan kadın harcını göstermesi açısından önemlidir.

    Kadını değerli kılan özelliklerin başında annelik vasfı gelir. Hz. Peygamberin (sas); “Cennet anaların ayakları altındadır.” hadîsindeki ‘cennet’ ve ‘anne’ motifini ‘Gül Muştusu’nda;

     

    “Leylâk kadından düşen şafak

    Ve kadın Anneden çocuğa akan

    Bir şelâle belki dünya kayalıklarından

    Ta.. cennete dökülecek”

     

    şeklinde yeni bir tarzla yorumlayan Sezai Karakoç kadına yücelik kazandıran bir vasıf olarak gördüğü anneliği şiirlerinde çeşitli boyutlarıyla işler.

     

    “Bir kadını al onu yont yont anne olsun

    Her kadın acıma anıtı bir anne olsun”

     

    mısralarından da anlaşılacağı gibi Karakoç anneyi kadından daha yüce bir konumda değerlendirmektedir. Anneyi ‘çocuklara açılan mavi kırmızı pencere’ olarak tanımlayan Karakoç şiirlerinde annesiyle ilgili hatıralara da yer verir:

     

    “Annemin bana öğrettiği ilk kelime

    Allah şahdamarımdan yakın bana benim içimde

    Annem bana gülü şöyle öğretti

    Gül Onun o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

    Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus

    Ağaçlar ağlardı gök koyulaşırdı güneş ve ay mahpus.”

     

    Karakoç’un ‘Anneler ve Çocuklar’ başlıklı şiirinde anneyle çocuk arasındaki münasebeti ele alış biçimi insan ruhuna ve gerçeklere tamamen uygundur:

     

    “Anne öldü mü çocuk

    Bahçenin en yalnız köşesinde

    Elinde siyah bir çubuk

    Ağzında küçük bir leke

     

    Çocuk öldü mü güneş

    Simsiyah görünür gözüne

    Elinde bir ip nereye

    Bilmez bağlayacağını anne

     

    Kaçar herkesten

    Durmaz bir yerde

    Anne ölünce çocuk

    Çocuk ölünce anne.”

     

    Sezai Karakoç ‘anne’ motifine Leyla ile Mecnun’da da başvurur. Annesi Mecnun’da bazı değişiklikler görünce eşinin de isteği üzerine oğlunun ağzını arar. Ona evlenme yaşının geldiğini söyleyerek gönlünün kimde olduğunu usulünce sorar. “Karakoç burada anlattıkları içinde Mecnun’un annesi kişiliğinde eksiksiz bir Anadolu kadını görüntüsü çizmiştir. Oğlunun derdine ortak olmak isteyişi onun evlenme konusundaki niyeti ve evleneceği kızı öğrenmedeki tutumu bugün hâlâ devam eden bir anlayışla evlenerek çoğalmayı bir güç vesilesi görmesi annelik duyarlığı merhameti ve bütün bunların ötesinde kadınca sezgisiyle (eserde) sanki yüzyıllar önce yaşanmış bir aşk hikâyesindeki kahramanın annesinden değil de günümüzde pek çok örneği ile karşılaşabileceğimiz bir Anadolu kadınından söz edilmektedir.”

     

    Kadını bir medeniyet anlayışı içinde ele alan Karakoç’un ideal kadınını anne de tam olarak karşılamamaktadır. Karakoç ‘Samanyolu’nda Veba’ şiirinde eskinin zarif ve lâtif annelerinin kaybolduğunu anlatma babında onlara ne olduğunu sorar:

     

    “Önceden bilen ölüş şartlarını çocukların

    Elleriyle değen koklayan hazırlayan âdeta

    Sebebine ermeden erişmeden

    Korkan ilerdeki korkularla

    N’oldu zarif lâtif anneler n’oldular.”

     

    Burada”N’oldu zarif lâtif anneler n’oldular” şeklinde ortaya çıkan sitem Karakoç’un kadının özünde aradığını tam olarak annede de -en azından günümüz annesinde- bulamadığını göstermektedir. “Bir kadını al onu yont yont anne olsun” şeklinde öze doğru yapılan yolculuk ideal kadın olarak ‘Meryem’ sembolünde müşahhaslaşır. Anneden Meryem sembolüne uzanma anne sembolüne bir halel vermez tam tersine ona derinlik kazandırır; çünkü Meryem de her şeyden önce bir annedir. Karakoç’un ideal kadının remzi olarak gördüğü Hz. Meryem’in İslâm’da önemli bir yeri vardır adına bir sûre[15] bulunan ve Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen tek kadın (otuz altı defa) olan Hz. Meryem Hz. Peygamberin “…Fatıma İmran kızı Meryem dışında cennet kadınlarının seyyidesidir.” gibi hadîsleriyle Müslümanların kalbinde devamlı kendine has yerini korumuştur. Hz. Davut’un soyundan İmran’ın kızı olan Meryem doğumundan itibaren Hz. Zekeriya’nın terbiyesi altında yetiştirilir. Genç kızlığında Allah’ın çeşitli lütuflarına mazhar olan Hz. Meryem bir gün Cebrail tarafından eteğine üflenerek Hz. İsa’ya gebe kalır. Bu hâdise bir mucizedir. Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya bu mucizevî hamile kalış biçimi tarih boyunca şairlerin dikkatini çekmiş ve bu durum şiirde çeşitli özellikleri itibariyle kendine yer bulmuştur. Klâsik edebiyatımızda da Hz. İsa’yla birlikte çeşitli çağrışımlarıyla kullanılan Meryem sembolü

     

    “Yankı yapan kutlu kadın muştu sana

    Bir meleğin bir sözünden gebe kalan kutlu kadın

    Ayrılığın şiddetinden gebe kaldın

    Aydınlığın artışından oldu İsa”

     

    gibi mısralarla Sezai Karakoç’la âdeta yeniden dirilmiştir. Karakoç’a göre “İsa’nın doğum şekli babayı (pater) putlaştıran Roma’ya karşı ilâhî bir ironidir.”[16] Sezai Karakoç Hz. İsa’ya hamile kalış şekline gönderme yapacak şekilde de kullandığı Meryem motifini genellikle saflığın temizliğin ve duruluğun sembolü olarak ele alır. Hz. Meryem dünyaya bir çocuk getirmekle birlikte saflığından duruluğundan hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu açıdan o bütün annelerden ayrılmaktadır. Karakoç Meryem sembolüne de belirli bir anlayışın penceresinden bakar. Karakoç’a göre diriliş Meryem gibi temiz ve masum kadınlar vesilesiyle olacaktır:

     

    “Sonra Kur’ân okudular ayıldık

    Öyle aydınlandık ki

    Doğudan da batıdan da

    Birden gün doğmuştu sanki

    İki güneş dört ay dede

    Birden doğmuştu sanki

    İşte o vakit kadınlar belirdi

    Hepsinin adı Meryem’di

    İlk defa evlendiler bizimle.”

     

    Bu mısralarda ‘diriliş nesli’nin kaynaklarına gönderme yapılarak bu misyonda vazife alacak kadınların masumiyeti nazarlara sunulmak istenmektedir. Yukarıdaki mısralarda geçen ‘güneşin batıdan doğması’ sembolü İslâm inanışındaki kıyamete yakın bir zamanda güneşin batıdan doğmasıyla ilgili olabilir. Nitekim ‘hepsinin adı Meryem olan’ kadınların ‘biz’le evlenmesi de yine bu inanışı kuvvetlendirmektedir. Çünkü Müslümanlar arasında kıyamete yakın bir zamanda Hıristiyanların İslâm’ı kabul edeceği inanışı yaygındır. Bütün bu çağrışımlar Karakoç’un ‘Diriliş Tezi’ne uygundur. “Karakoç’un ‘Diriliş’in kadınlarının hepsinin adını ‘Meryem’ olarak kaydetmesi kendi idealiyle ilgilidir. Bir temenniyi de barındıran bu yaklaşım Hz. Meryem’in masumiyeti üzerinde yükselmektedir.”[17]

     

    Karakoç; ‘an’ın içinden perdeleri aralaya aralaya öze yolculuk yapan bir medeniyet yolcusudur. O kendi şiiriyle uzaklarda kalan bir medeniyetin özlü cevherlerine ulaşmaya çalıştığı gibi ötelerden damıttığı özle de şiirini billurlaştırmaya çalışır. Karakoç’un şiirinde derin mânâsıyla aşk bütün köşeleri tutan hayatî bir hususiyet taşır. ‘Aşk’ın kadına bakan yönüyle birlikte onu aşan mahiyetine de Karakoç’ta sık rastlanır. Onun hem Allah hem de peygamber sevgisine yorumlanabilecek olan

     

    “Bütün şiirlerde söylediğim sensin

    Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin

    Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın”

     

    mısraları aşkının yönünü itiraf özelliği arz eder. Dolayısıyla Karakoç’un kadına bakışını tam olarak anlayabilmek için onun ‘Diriliş’ adını verdiği ‘uygarlık tasarımını’ bilmek gerekir.

     

     

    [1] Lekesiz Ömer. “Diriliş ve Uygarlık” ‘Hece Dergisi’ s. 21 Ank. Ocak 2003.

     

    [2] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 16 Diriliş Yay. İst. 1979.

     

    [3] Lekesiz Ömer. “Diriliş ve Uygarlık” ‘Hece Dergisi’ s. 21 Ank. Ocak 2003.

     

    [4] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 16 Diriliş Yay. İst. 1979.

     

     

    [5] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 15 Diriliş Yay. İst. 1979.

     

    [6] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s.. 17 Diriliş Yay. İst. 1979.

     

    [7] Sönmez Murat. “Şahdamar” ‘Hece Dergisi’ s.147–148Ank. Ocak 2003.

     

    [8] Sezai Karakoç’un şiirleri ‘Gün Doğmadan’ isimli kitabın Ocak 2003 basımlı nüshasından alınmıştır.

     

     

    [9] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 14 Diriliş Yay. İst. 1979.

     

    [10] Diclehan Şakir. ‘Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç’ Piran yay. s. 46 İst. 1980.

     

    [11] Diclehan Şakir. ‘Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç’ s. 49 Piran yay. İst. 1980.

     

    Beyazıt Erdem. “Sezai Karakoç’un Şiirine Giriş” ‘Deneme Dergisi’ s.13 Ank. 1972.

     

    [13] Kaplan Ramazan. “Çağdaş Bir Leylâ ve Mecnun Hikâyesi: Sezai Karakoç’un Leylâ ve Mecnun’u” ‘Hece Dergisi’ s. 252 Ank. Ocak 2003.

     

     

    Kaplan Ramazan. “Çağdaş Bir Leylâ ve Mecnun Hikâyesi: Sezai Karakoç’un Leylâ ve Mecnun’u” ‘Hece Dergisi’ s. 246 Ankara Ocak 2003.

     

     

    [15] Kur’ân-ı Kerîm’in 19. sûresi Meryem Sûresi’dir.

     

    [16] Karakoç Sezai. ‘Yitik Cennet’ s. 111 Diriliş Yay. İstanbul 1979.

     

     

    [17] Coşkun Sezai. “Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Hz. Îsâ-Hz. Meryem” ‘Yağmur Dergisi’ 20. sayı Temmuz-Ağustos-Eylül İzmir 2003.

    • Like 1

  8. Ötesini Söylemeyeceğim

     

    Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor

    Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz

    Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır

    Suyun içinde gürül gürül yanan

    Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları

    Bekçi Halil’in kız kardeşinin oğluna ait

    Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan

    Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum

    Hiç kimsenin bilmesine imkân yok

    İmkân ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı

    Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum

    Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili

    Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum

    Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil

    Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil

    Annemi babamı karıştırmayın işin içine

    İnanmazsınız ama onların şuncacık

    Şuncacık evet şuncacık bir alâkaları bile yok

    Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar

    Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor

    Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?

    Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz

    Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi

    Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de

    Kirli çamaşırları tahta döşemelerin

    Üzerinde bırakmamanızı yalvararak isteyeceğim

    Yalvararak isteyeceğim diyorum Medenî Adam

    Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem

    Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir

    Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi

    Hatta Matmazel Nikol’un o kırmızı ipekli gömleğini

    Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya

    Bile giymek istemem istemeyeceğim

    Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz

    Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan

    Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok

    Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler

    O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı

    Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi

    Ben ve kardeşim Ali’nin anlayabileceğinizi umarım

    Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi

    -Ben bunu ispat edeceğim-

    Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya

    Beyaz ve yumuşak

    Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var

    Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz

    Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu

    Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz

    Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz

    Siz bizi görmüyordunuz

    Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk

    Siz onu çok öpüyordunuz

    Ötesini söylemeyeceğim Bay Yabancı

    Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım

    Annem böyle konuşmak ayıptır dedi

    Annem o kadına şeytan diyor

    Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar

    Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı

    Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz

    Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel

    Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç

    Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor

    Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum

    Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı

    Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum

    Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız

    Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız

    Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor

    Sizin o kadını sevmiyor Süleyman

    Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor

    Ben de onu seviyorum

    Onu ve bizim evi seviyorum

    Bizim evin her tarafı tahtadandır

    Ayrıca matmazelin üzerine

    Bir akrep atabileceğimi de düşünün

    Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz

    Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar

    Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz

    Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor

    Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor

    Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı

    Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez

    Onun için gidin şapkalarınızı da beraber götürün

    Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar

    Her biri bir damla atıyor aşağıya

    İşte yağmur bunun için yağıyor

    Ben bunun için yağmuru seviyorum

    Yağmur bizim için yağıyor

    Çalılar için Süleyman’ın tabancası için

    Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine

    Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor

     

    Sezai Karakoç


  9. Meseleyi anladım kardeşim, demek ki söylemek istediğiniz şeyi yanlış anlamışım, öyle bir yazmışsınız ki Üstad'ın bu husustaki görüşünü tam bilmiyorsunuz zannettim. Şimdi mesele anlaşıldı :) Selametle kalınız.

     

    Benim ifademdeki eksiklikten kaynaklandı. Neticede yanlış anşılmayı izale etmiş bulunmaktayız, anlaştık. :) Saygılarımla


  10. Öncelikle bir yanlışı düzeltelim kardeşim. Üstad başlangıçta Erbakan hakkında müspet bir kanaate sahip. Erbakan'ın hatalarını ve doğruyu kabul etmez tavrını gördükçe kanaati menfiye dönüyor. Ciddi ağır laflar dediğiniz o sözleri de başta değil, Erbakan'ın ruh portresini gördükten sonra söylüyor. Lütfen tarihi süreci yanlış yansıtmayalım.

    Üstad, Erbakan'ın siyaset sahnesine girdiği ilk dönemini desteklemiştir, ki İskender paşa cemaati de (M.Zahid Kotku, Esad Coşan hocaefendiler) desteklemiştir (tıklayınız) Lakin hem Üstad, hem İskender paşa cemaati Erbakan'ın davaya zarar veren tutumlarını görünce desteklemekten vazgeçmişlerdir.

     

    Ben de siz gönüldaşlarımla Kadir Mısıroğlu'nun Erbakan hakkındaki yorumlarını paylaşayım. Buyrun izleyiniz:

     

     

     

    Kadir Mısıroğlu Milli Görüşü Yorumluyor:

     

    Kıymetli gönüldaşım, başlangıç itibariyle derken sözümün başlangıcını kastettim. Sanırım imla yüzünden yanlış anlama söz konusu. Tabii ki Üstad'ın bidayette Erbakan Hoca'yı tasdik ettiğini biliyoruz. Öyle olmasa davet ettiği konferanslara katılmazdı değil mi? Büyük Doğu'ya hizmetini ya da mensubiyetini istemezdi Erbakan Hoca'dan. Bu hususta yanlış bilgiye sahip değilim. Yanlış anladığınız için yanıtınız yanlış olmuş. Üstad elbette durup dururken Erbakan Hoca'yı ağır sözleriyle töhmet altında bırakmazdı. Demek ki bir evveliyatı var kendi prensiplerine uymayan. Bu hususta benim havadan bu cümleyi yazmış olmamı düşünmemeliydiniz; burada çarpıtma yahut yanlış aksetme kesinlikle muradım değildir emin olunuz.

     

    Paylaştığınız nick için de teşekkür ederiz, istifade ettik.


  11. Nette Sayın Erbakan Hoca'nın bu videolarıyla karşılaştığımda siz gönüldaşlarımla da paylaşma gereği duydum. Buyrun izleyiniz:

     

    Milli Görüş/ Erbakan Hoca

     

    Milli Görüş / Erbakan Hoca

     

    Kabul Üstad'ın başlangıç itibariyle Sayın Erbakan hakkında kanatleri menfi doğrultudadır. Kendi değer yargısıyla Sayın Erbakan'ı Büyük Doğu ideolocyasına hizmette akim ve de samimiyetsiz buluyor. Hatta ciddi ağır lafları var; ben bunları dile getirmeyeceğim. Yalnız farklı bir perspektiften bakacak olursak, videoda da izlediğiniz gibi Sayın Erbakan adeta bir vaiz konumunda hakikatları dile getiriyor. (Kabul, ekseriya güldüm) En azından zamanın politik hakimi Demirel'e karşı kütür kütür tenkidlerini haykırıyor ve de o zamanki Türkiye halini çarşaf çarşaf seriyor.. (Zavallı Demirel de yanda not almakla meşgul.) Netice değil de bidayeti ile ele alırsak fazla da menfi görüş dile getirilip yerin dibine batırılmaması kanısındayım. Evet su götürmez gerçek ki evvel provasını yaptığı, sonra ele geçirdiği koltuğun hakkını veremedi belki, ama zamanında sol cenahının ensesinde lafları patlamış görüldüğü üzere. Şimdiki milli görüş hakkında zaten yorum yapmama lüzum yok. Ama hulasa demek istediğim, bir CHP zihniyetine çatar gibi ağır tenkidlere maruz bırakılamaz, bırakılmamalı.


  12. TEFERRUAT MEDENİYETİ

     

    Şu medeniyet sözü çıkalı rahatımız bozuldu doğrusu. Nereye varsan, ne yapsan bir medenîlik sıkıntısı, adabımuaşeret üzüntüsü. İstediğin gibi giyinemezsin, istediğin gibi yiyip içemezsin! Hatta istediğin gibi yürüyemez, konuşamazsın. Meselâ şu pantolon denilen kör olasıyı ütülemeden giyemezsin!.. Giydin mi ona esir oldu gittin. Artık bağdaş kurup oturamazsın. Merdivenden dimdik çıkacaksın. Aksi hâlde diz yapar! Ya o kolalı yakalar. Mermer gibi.. Gırtlağını bir sıktı mı, başını ne sağa çevirebilirsin ne sola!.. Hâşâ kara canavar gibi başını bir yere çevirmek istersen, kendin de dönmek zorunda kalırsın! Hele o kravat!.. Halkın medeniyet yuları dediği bu nesne, neye yarar acaba!.. Bir ziyafete gidersin.. Sofra kurulur. Önüne yemekten çok bir yığın çatal, kaşık, bıçak konur. Hangi yemeği ne ile yiyeceğini bir türlü bilemezsin!.. Meselâ, sofraya bir kızartma konulmuştur. Bıçakla keseceğim, çatalla parçalayacağım, derken insanın canı çıkar.. Suyu, beyaz masa örtüsüne, peçetelere sıçrar. Utanırsın, üzülürsün, bitersin, tükenirsin.. Bunun en kolayı, en tabiîsi ve zevklisi, et parçasını eliyle alıp ağzını şapırtada şapırtada yemektir. Amma böyle yaptığın an, medeniyetten çıktın demek!.. Nerede bir sofraya oturup bağdaş kurup kemiklerin iliklerini somura somura, içlerine sindire sindire yemek yiyen, çorba içen ecdadımız!.. Herkes önüne küçük bir tabak koyuş, tıpkı kediler gibi birbirlerine yan gözle baka baka çatır-mıtır tıkır-mıkır medenîce yemek yiyoruz! diye kendimizi aç bırakıyoruz!..

     

    Sonra efendim, şu günaşırı hatta her gün tıraş olmak da ne oluyor!.. Kadınlar gibi yüzümüzü cascavlak bırakıyoruz! Mademki yeryüzümüzde kıl çıkıyor, elbette bir hikmeti var. Yaratan, abes şey yaratmaz!.. Onu öyle bırakmak, ecdadımız gibi 15 günde bir berbere düzelttirivermek yeter. Jiletler, sabunlar, fırçalar, tıraş makineleri, pudralari kremler.. Bunlara verilen paralar, kaybedilen kıymetli zamanlarımız.. Hepsine, hepsine yazık!.. Ya kadınlarımızın çu medeniyet hastalığından çektikleri?!.

     

    Zavallılar her an, her gün azap içindedirler. Dar, bir karış ökçeli ayakkabılarıyla yürüyebilmek kolay iş midir? Ya o korseler! Biçimli, endamlı gözükeceğiz diye, sıkmadık yerlerini bırakmazlar. Ya saçlar! Ondüle yaptıracağız diye ne hâllere sokulur. Azap melekleri, kabirde bile günahkâr bir insana bu kadar işkence yapmazlar!.. Sonra her zaman kim bilir günde kaç kere saçlarına muhtelif şekiller vermek, kaş yolmak, kirpiklerin beş altı tanesini bir araya getirip, kirpi dikeni gibi bir hâle sokmak... Ya, dudak, göz boyamak gibi işler!.. Bunlara ayrılan bunca zaman?.. Bunca para!.. Acaba hangi hayatî, zarurî ihtiyacın neticesidir?! Asrî bir kadının günlük hayatını tetkik edecek olursak, sabahtan akşama kadar zamanının kısm-ı âzamını aynalar karşısında geçirdiğini görüyoruz. Her şeyden evvel asrîlik-sosyete-modernlik gibi kelimelerle bize giren Avrupa medeniyeti, doğru söylemek lazım gelirse hazır rahatımızı da bozdu.. Kimimiz bir pantolonun , kimimiz bir kravatın esiri. Kimimiz sosyetenin, kimimiz ondülenin esiriyiz.. Şekilperestlik ve teferruat içinde bulanıyoruz. Medeniyet icabı, muaşeret icabı diye ne yaptığımızı bildiğimiz yok!.. Millet ve idare demokrasisi lazım.. Bunun için de yine halka dönmemiz icap ediyor. Ecdadımız ne kadar rahat ve sade yaşamışlar, ne uzun ömürler sürmüşler. Onları bir düşünelim. Avrupalılar ne yaparlarsa yapsınlar, biz kendimize, rahatımıza bakalım. Varsın bize bu bakımdan medenî demesinler. İnsanı aynaya, görünüşe, cekete, pantolona, korseye esir eden medeniyeti ben ne yapayım?

     

    Böyle medeniyetin Allah belâsını versin!..

     

    Osman Yüksel Serdengeçti

    • Like 1

  13. Üstad bugün yaşasaydı onu sevenlerin yüzde sekseni sevmekten vaz geçerdi.

     

    Ne münasebet efendi ne münasebet!

     

    Tam kitabın ortasından konuşmuş yine Üstad! Zamanın batıya kapılmış kuklarına müspet cevabı tokat gibi vermiş ve taşı gediğine koymuş! Ne müslümanlığın ne de Türklüğün en ufak bir çizik almasına, hor görülmesine katlanamayan Üstad gerekli mercilere yine lafını esirgememiş. Bu gün olsa aynı tavrı muhafaza eder hatta daha şedid olurdu ki, zamane daha azılıdır. Ve şuna da emin olun ki sevenler sevgilerinden zerre eksiltmez, bilakis bu kurtarıcımızı aşkla omuzlarımızda yükseltir, bağrımıza basardık ve hala basıyoruz!! Yok çünkü, bu davayı omuzlayacak, bu gidişe dur diyecek bir kafa ve ruh yok!

    • Like 1

  14. Dünya ve Ülkemiz çok bozuldu

     

    Zamanımızda Kur'ân-ı Kerîm'e, Peygamberimizin (Salat olsun ona) Sünnetine, Şeriat'a, evrensel İslâm ahlâkına, hikmete (bilgeliğe), vicdana, adalet ve insafa uymayan kötülükler genel ve yoğun şekilde dünyayı ve insanlığı sarmıştır.

     

    Böyle kötülükler her devirde olagelmiştir ama bu seferki durum gerçekten kaygı ve dehşet vericidir. Sanki dünyanın çivisi çıkmış gibidir.

     

    Bundan bin sene önce uzak doğuda bir savaş olduğu vakit Avrupa'ya bunun haberi gelmiyordu. Günümüzde Kamçatka yarımadasında bir yanardağ patlasa birkaç dakika içinde haberini ve hattâ resmini bütün dünya öğrenip görüyor. Gerçekten, globalleşmiş bir dünyada yaşıyoruz.

     

    Eskiden insanlar sakinleşmek için azı zararsız afyonlu macunlar tüketirmiş. Zamanımızda uçaklarla, gemilerle, motorlu vasıtalarla, hattâ denizaltılarla, afyona nispetle bin misli zararlı uyuşturucu ticareti yapılıyor.

     

    Şirk, küfür, dinsizlik, ahlâksızlık, merhametsizlik, adaletsizlik dünyayı sarmıştır.

     

    Yer küresinin akciğeri durumunda olan Amazon ormanları cayır cayır yakılıyor, kazınıyor.

     

    Cahil ve akılsız milletlerin zenginlikleri talan ediliyor.

     

    Avrupa'dan insanlar akın akın bazı Asya ülkelerine seks turizmi yapmak için büyük paralar harcayıp masraflar yapıp uçaklarla seyahat ediyor.

     

    Zalimler en modern vasıtalarla kuzeyin buzlu bölgelerine gidip fok yavrularını (kürkleri için) sopalarla vurarak vahşice öldürüyor.

     

    Her sene binlerce hayvan ve bitki türü yok oluyor.

     

    Eski şeriatlarda ve bugün tek geçerli şeriat olan İslâm Şeriatında kesinlikle yasak kılınmış zulümler, ahlâksızlıklar alenen, hiç utanıp arlanmadan yaygın şekilde icra ediliyor. Batı ülkelerinin bazısında eşcinsel evlilikler kiliselerde kıyılıyor.

     

    Altın Buzağı dini insanlığı pençesi içine almıştır.

     

    Eskiden bir İslâm ülkesinde veya bir vilayetinde zulüm olabiliyordu ama zahiren de olsa orada Kur'ân, Sünnet, Şeriat vardı. Zalim sultanlar Cuma namazına gidiyordu, medreselerde İslâmî ilimler okutuluyordu, mekteplerde çocuklara ve genç nesillere islâmî terbiye veriliyordu, muhadderat-ı islâmiye hicaplı idi.

     

    Bozukluk, fısk ve fücur, nifak ve şikak, harp ve darp, azgınlık, fuhşiyyat bugünkü gibi yaygın değildi. Terazinin maslahat ve mefsedet kefelerinde iyi kötü bir denge vardı.

     

    Evet, Kur'ân, Sünnet, Şeriat gözlüğüyle bakılırsa dünya ve ülkemiz çok bozulmuştur. Camiler olmasa, ezanlar okunmasa, İslâm cenazelerinin namazı kılınmasa nice şehirlerimizin Müslüman şehri olduğunu söylemek zorlaşacak.

     

    İslâm'ın, Kur'ânın, Sünnetin, şeriatın yasaklamış olduğu belli başlı kötülükler nelerdir, izninizle bunların kısa ve eksik listesini aşağıda vermek istiyorum:

     

    1. İtikatta yani inançta büyük eksiklikler, bozukluklar, kopukluklar olmuştur, bu konuda bid'atler ve hurafeler toplumu sarmıştır. Ortaya bir sürü bozuk, sapık bid'atçi fırka çıkmıştır.

     

    2. Beş vakit namaz büyük ölçüde terkedilmiştir.

     

    3. İnsanlar kütleler halinde şehvetlerine uymuştur. Şehvet denilince sadece cinsel azgınlıklar hatıra gelmesin. Para, mal, zenginlik şehveti... Lüks şehveti... Aşırı tüketim, israf, gösteriş şehveti... Nefsaniyet şehveti... Lisan afetleri veya şehvetleri...

     

    4. Toplumda zina ve bina almış yürümüştür.

     

    5. Bir kısım kadın ve kızlar beyinsizlik selleri içinde sürüklenip gidiyor. Bu gidiş nereyedir?

     

    6. Müslümanlar 1924'ten beri başsızdır, İmam'sızdır, Emîr'sizdir.

     

    7. Bir tek Ümmet olması gereken Alem-i İslâm paramparça olmuştur, dehşetli bir kopukluk vardır.

     

    8. Darülislâm kimisi büyük, kimisi küçük bir yığın ülkeye ayrılmıştır. Nice İslâm ülkesinden öteki İslâm ülkesine pasaportla gidilmektedir.

     

    9. Faiz bütün insanlığı ve İslâm dünyasını kesif ve zehirleyici bir sis gibi sarmıştır. Faizden nefret eden ve kaçınan bir Müslüman bile dolaylı şekilde bu harama ve pisliğe bulaşmıştır.

     

    10. Bir kısım muhadderat-ı islâmiye iffet ve hicap perdelerini ve örtülerini parçalamış, yırtıp atmıştır. Buna da kadın özgürlüğü denilmektedir.

     

    11. Müslümanların şeairinden olan merhamet, mürüvvet ve fütüvvet, yardımlaşma ve paylaşma ahlâkı çok zayıflamıştır.

     

    12. Emr-i mâruf ve nehy-i münker farzı neredeyse tâtil edildi denilecek kadar azalmıştır.

     

    13. Dünya, İslâmî ölçülere göre iyi ve adaletli bir şekilde imar edilmiyor, şeytanî ölçülere göre dengesiz bir şekilde imar ediliyor.

     

    14. Ahiret kaygısı unutulmuştur. İnsanların büyük bir kısmı cep telefonuna, otomobile, müzeyyen meskenlere, fâhir giysilere, israflı yemeklere, lüks yaşama verdikleri önemi din ve ibadet işlerine vermiyor.

     

    15. İslâm bir müjdeleme, uyarma ve öğüt verme dinidir. Bunlar gereği gibi ve yeteri kadar yapılmıyor.

     

    16. Ülkemizde, Müslümanları olgunlaştıran, onların dindar ve ahlâklı olması için çalışan, insanları imana, Kur'âna, Sünnete, ahlâk ve fazilete, zikrullaha çağıran tasavvuf tarikatları seksen küsur yıldan beri yasaktır. Bunca hürriyet ve serbestlik olmasına rağmen Müslümanlar (Hiç olmazsa en azından tasavvuf Müslümanları) bu yasağın kalkması için canla başla çalışmıyor.

     

    17. Ahlâk bozulduğu için haram yeme yaygın hale gelmiştir.

     

    18. Yalan, emanete hıyanet, rüşvet, irtikab gibi toplumun temellerini dinamitleyen kötülükler çok yaygın ve yoğun hale gelmiştir.

     

    19. Beşerî irade planında büyük, genel, etkili bir ıslah hareketi yoktur.

     

    20. Fani dünya meşgaleleri, dünyanın aldatıcı zenginlik ve oyuncakları, lüks hayat büyük sayıda insanı sanki sarhoş ve sersem etmiştir.

     

    Yukarıda yirmi büyük kötülük saydım. Bunlar böyle artarak devam ederse hem bütün insanlık, hem de bizim halkımız bir felâket uçurumuna yuvarlanabilir.

     

    İnşaallah kopmaz ama koparsa Üçüncü Cihan Savaşı dünyayı ve insanlığı, şimdiye kadar görülmemiş acılara, tahribata, felâketlere, kan ve gözyaşına, ateşe, kıyıma sürükleyecektir.

     

    Durumumuz, hızla akan bir nehirde şelaleye doğru sürüklenen gemide zevk ü safa, içki ve çalgı, sarhoşluk ve eğlence içindeki gafil bir taifeye benziyor.

     

    1914 dünyası, bu kadar olmamakla birlikte böyleydi. 1939 dünyası da bugünküne benzeyen bir durum içindeydi. O tarihlerde de derin ve koyu bir gaflet dumanı ortalığı sarmıştı.

     

    1939'da Fransa'nın gafilleri ve azgınları vur patlasın çal oynasın eğleniyordu. Sonra kendilerini İkinci Dünya Savaşı'nın felâketleri içinde buluverdiler.

     

    Bir İslâm ülkesinde adaletsizlik, azgınlık, maddî ve mânevî sarhoşluk, fuhuş ve zina, faiz ve riba, merhametsizlik, fısk ve fücur, nifak ve şikak, haram yeme çok yaygın olursa, oradaki çivilerin hemen hepsi yerinden oynarsa, ahlâk ve faziletin pabucu dama atılırsa aldatıcı refah ve zenginlik ilelebet sürmez.

     

    Büyük felâketten, büyük tokattan kurtulmak istiyorsak akıllarımızı başımıza toplamamız ve elbirliğiyle, bir İmam-ı Kebir'in riyaseti altında Kur'ânın, Sünnetin, Şeriatın, İslâm ahlâkının gösterdiği şekilde iyilik, hayır, maruf için var gücümüzle çalışmamız gerekir. Bunu yaparsak cüz'î beşeri iradelerimizle yatay kurtuluş ve ıslah yoluna girmiş oluruz. Aksi takdirde dikey küllî iradenin tokadına hazır olalım.

     

    14 OCAK 2011 Mehmet Şevket Eygi


  15. Derviş konuşuyordu. Herkes ağlıyor, bir delikanlı gülüyordu. Derviş sordu; "Niçin gülüyorsun?" Delikanlı şöyle dedi; "Bu insanların tümü cehennem korkusuyla kullukta bulunuyorlar. Ateşten kurtuluşu büyük bir mutluluk sayıyorlar. Oysa bende ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu var. Ben aşkıma karşılık istemiyorum çünkü!"

     

     

    Allah kendisi için sevenlerin kalbini öylesine yarmıştır ki, gönüllerin nuruyla, onlar Celâl'inin büyüklüğünü görürler. Böylece bedenleri dünyada kalır, canları ise perdeyle örtülür, akılları göğe yükselir. Onlar, meleklerin arasında dolaşır ve hep bu gerçeğei bizzat görürler. Sadece Allah'a sevgi duyarak, cennet arzusu ve cehennem korkusundan kurtularak kulluk ederler.

     

     

    En güzel anlar insanın kendisiyle geçirdiği anlardır. Ama insanın bunun değerini kavrayabilmesi için başkalarıyla zaman geçirmesi gerekir.

     

     

    Niçin, diline geleni hemen ağzından çıkarıyorsun? Neden coşkunu açığa vuruyorsun? Allah'ın abdallarında böyle hâller çok olur. Bunlardan yoksun kalmamak için, kendini her şeyden yoksun kılmalısın. Kim sırrını saklarsa, işlerinin hâkimi olur.

     

    İnsanlar duygularını birbirleriyle değişmez, sadece birbirinin yalnızlığına dokunurlar.

     

    Eyvah!

    Apansız kopup gelen bu belâ! Ne korkunçtur apansız bu belâ! İnsanların, şaşkın durumda uçuşan pervanelere benzeyeceği gün ve dağların yumuşak yün topaklarını andıracağı günde olacaktır. O zaman tartısı ağır basan kendisini mutlu bir hayat içinde bulacak; tartısı hafif gelen ise, bir uçurumun girdabına sürüklenecektir. Bilir misin nedir o? Dağlayan bir ateştir!

     

     

    Kendisini, kavurucu ama bir o kadar da iyileştirici bir yalnızlığın beklemekte olduğunu hissetti. "Seni" dedi, "Kimi zaman bulmadan yitirdiğimi düşünüyorum." "Bizim" dedi, "Aramızda zaman ve mekan engeli olmaz. Dilediğimiz zaman görüşebiliriz."

     

    Kimi ölülerin sohbeti için, bazı dirilerinkini terk et.

     

    ***Dünya ve ötesine ilişkin tüm gayb bilgilerini edinmeden bu denizden karşıya geçmeyeceğim!!

     

     

    Sadık Yalsızuçanlar/ Gezgin


  16. Akıllı olan, kuyu dibini seçmiştir; zira halvette gönül safâsı vardır. Kuyu dibinin zifiri karanlığı, halkın zulmetinden iyidir. Halkın ayağını tutan kimse baş alıp getirememiştir; yani nihayete erip sırra muttali olamamıştır. Halvet ağyâra karşı lazımdır, yâra karşı değil; kürk kış için gereklidir, bahar için değil!..

     

    Mevlânâ

     

     

    "Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyuruz."

     

    Süfyan Bin Uyeyne

     

    "Hüzün bir hükümdâr gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez.."

     

    el-Kuşeyrî

     

     

    "Allah buyuruyor ki: Bizim nazarımız kalbedir, sudan balçıktan sûrete değildir. Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül, Arş'ın yücesindedir, aşağılarda değil."

     

    Mevlâna

     

    "Dünya nedir? O Hudâ'dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızası için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: "İyi insan için iyi mal ne güzeldir!" buyurmuştur.Geminin içindeki su geminin helâkına sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir."

     

    Mevlâna

     

    Benim bu hâlimi gören garipler, bir gün gelip benim mezar toprağıma otursunlar; zira garipleri ancak garipler anlar. Evet garipler birbirlerine yâdigâr ve emanettirler. Ey Rabbim, Sen çaresizlerin çaresisin, benim de başkasının çaresini de ancak Sen bilirsin. Geceden apaydın gündüzü çıkardığın gibi, bu kederden de benim neşe ve sürûrumu çıkarabilirsin...

     

    İbn Arabî/ Nurlar Risalesi eserinden


  17. Şeyhi Ekber (Muhyiddinî Arabî) Hazretleri anlatıyor:

     

    _Hicri 602 yılında, Şeyh Evhadüddin Hâmid (Kirmâni) Konya'da yatmaktadır. Bana Yusuf Hamedani'den bahseden ilk defa bahseden odur. Kendi memleketinde, Yusuf isimli büyük bir zatın gelip geçtiğini söyledi. Altmış yıldan fazla irşat postunda kalmışlar.. Bir gün dergâhda otururken, gönlüne dışarıya çıkmak arzusu düşmüş. Halbuki Cumadan başka günlerde dışarıya çıkmak adetleri değilmiş. Çıkmışlar.. Bir müridi bu halden alınarak onu takibe başlamış.. Yusuf Hamedani Hazretleri, bindiği hayvanın başını kendi haline bırakıp o nereye götürürse gitmek üzere, hiçbir niyet belirtmemiş.. Şehirden çıkan hayvan, kırlar.. Uzaklarda viran bir mescid.. Hayvan bu mescidin önünde durmuş.. Mescidin içinde heybetli bir delikanlı.. Başını önüne eğmiş, ruhuna dalmış, öylece duruyor.. Şeyh manzaraya bakarak bir saat kadar ayakta beklemiş.. Nihayet genç başını kaldırıp şeyhi görmüş..

     

    Gencin ilk işi, kalbinde ukde olan bir meseleyi şeyhe sormak.. Sormuş ve cevabını alınca yüzü şevkle aydınlanmış.. Genç ferahlamış.. Bunun üzerine Yusuf, gence demiş ki; "İçine böyle ukdeler düşünce daima bana gel ve sor; şehire kadar yorulmaya katlan, beni buralara çekme, bana zahmet verme!" Genç, bu sözleri söyleyen Yusuf'a dalgın dalgın şu karşılığı vermiş: "İçime bir ukde düşünce sana kadar gelmek mi? Böyle anlarda dağların, kırların her taşı benim için bir Yusuf'tur!" ve şeyh gencin karşılığına hayran kalmış...

     

    Şeyh Ekber ilâve ediyor:

    _Sâdık ve candan mürid, sadakat ve samimiliğiyle, şeyhini ayağa kadar cezbeder.

     

     

    Büyük Kapı'dan


  18. Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;

    İşte yakalandık, kelepçelendik!

    Çıktınız umulmaz anda karşıma,

    Başımın tokmağı indi başıma.

    Suratımda her suç bir ayrı imza,

    Benmişim kendime en büyük ceza!

    Ey dipsiz berraklık, ulvî mahkeme!

    Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!

    Nur topu günlerin kanına girdim.

    Kutsî emaneti yedim, bitirdim.

    Doğmaz güneşlere bağlandı vade;

    Dişlerinde, köpek nefsin, irade.

    Günah, günah, hasad yerinde demet;

    Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!

    Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:

    Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

     

    Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.

    Bakamam, aynada, aynada vicdan;

    Beni beklemeyin, o bir hevesti;

    Gelemem, aynalar yolumu kesti.

     

    1958

     

    Dirseklerin dizine dayalı, başın avuçlarının arasında, parmakların eline gelen bir tutam saçı sıkma gayretinde.. Yüz hatların.. İşte.. Deminden beri uğraşıpta tarif edemediğin o halde.. Ve ağlayamayacak kadar kötü bir durumdayken.. 'Suratımda her suç bir ayrı imza, Benmişim kendime en büyük ceza.' dizelerini özellikle vurgulayarak bu şiiri defalarca oku..

     

    Nefes alırken bile inkisar ve pişmanlık

    Kimse edemez bana benim kadar düşmanlık. diyerek Üstad'ın 'Halim' şiirinde geçen bu dizeleri de hayatın kadar karanlık gecene ekle.. Ne kadar tuhaf.. Biraz sonra yine boş hevesler dünyasına, o beş para etmez arzulara döneceksin.. Bunu biliyorsun değil mi?

     

    Biliyorum.


  19. OSMAN YÜKSELLER

     

     

    Osman Yüksel'ler bu milletin ruh, iman, gelenek köklerine bağlı taşkın zekâlı çocuklarıdır! Yolsuzluklara, kötülüklere, dinsizliklere, saçma sapan yeniliklere, nursuzluk ve dönekliklere karşı içlerinde mukaddes bir isyanla İstanbul ve Ankara'ya giderler.

     

    Çoğunlukla "taşra"dan, bir kasabadan veya köyden gelirler. Gönüllerinde memleketi ve dünyayı bir anda düzeltecek ateşler yanar. Taklitçi çıkar kulüplerini, iman ve fazilet ocaklarına döndürmek azmimdedirler.

     

    İyi ve yüce zannettikleri her şeye bir anda hayran; maskaralık, gösteriş ve düzmece bildikleri her şeye bir anda amansız düşman olacak bir ruh hâli ile gelmişlerdir. Oysa çok yerde fazileti gibi rezaleti de sahte ve temelsiz nice muhitler onları beklemektedir. Kendi gölgesinden korkan, öz şüpheleri içinde boğulmuş, kürsüde başka, minder sohbetlerinde başka, kitaplarında ise çok başka tür sayıklayan hocalar, üstatlar ve ağabeyler onları ürpertir. Kekeleyen mantıklar, günü gelince papucu dama atılan "dâva,ideal mefkûre" lakırdıları Osman Yüksel'leri hayal kırıklığından intihar iştihasına kadar sürükler. Kendi inançlarının, mevki, siyaset veya para hırsı için harcandığını görmek onları can evinden vurur.

     

    Öte yandan züppeliğin, sahte düzenin, cahiliyet putperestliğinin, sömürge halkçılığının güçlü ve zalim pençesinde "ruh burkuntuları" geçirirler. Mânevi her varlığımızı inkâr ile imanımızı, tarihimizi aşağılatan "hâkim zümrelerin" bütün çarkları Osmanların derisine geçen testere dişleridir!

     

     

    Onlara telkinler elvermezse tuzaklar kurulur. Tuzağa düşünce arenaya atarak parçalatılırlar.

     

    Taşradan kalp hulûsu, zekâ asaleti, fikir namusu, iyilik aşkı ile gelmiş, bir fakülteye, yüksek okula güç belâ yazılmış olan Osman Yükseller önce şaşkınlık, sonra yalnızlık ve tükenmişlik hissine düşerler.

     

    Kendi nükte, benlik ve cesaretlerinden başka, hiçbir destekleri ve hiçbir güvenceleri kalmamıştır.

     

    O güne kadar, ata ecdattan, muhitten, birkaç iyi öğretmenden, hocadan, tarihin güzelliklerinden, Kur'an azametinden ve Peygamber nûrundan edindikleri ne varsa hepsi artık tehlikededir: Osmanlar buna razı olamazlar!

     

    Kocaman kültür merkezlerinin sözde üniversiteleri ve "yüksek ilim muhitlerinde(!)" dudak bükülen hatta "geriliğin simgesi" diye yerilen bu değerler, onlarca yaşamanın öz mânâsıdır: Vazgeçemezler!

     

    Osmanlara daha da ağır gelen, bu kutsî inançların, bu millî değerlerin bazı siyasetçi, ikbalci ve bezirgân ayaklara basamak ve onların kazançlarına, mezat malı gibi kullanılmasıdır.

     

    Osman Yükseller, gönül kişizâdeliğini, inanç şerefini muhafaza ettikleri için... Ve artık gerçekleri de görmeye başladıklarından, bu kirli muvazene derneğinin bir ucuna düşman gözüyle bakmakta, öbür ucundan tiksinmektedirler. Kendi kendilerine:

     

    "GÂYE BİZE DÜŞTÜ!" diyerek mücadele meydanına atılırlar. Hazırlıksız bir saldırıştır bu. Hiç eğitim görmemiş veya ancak sağına soluna bakmayı öğrenip de sipere yatmayı dahi talim etmemiş Mehmetçiğin yiğit asaleti ile gâza meydanına atılmasıdır.

     

    Artık ya şehittirler, işleri bitirilmiştir. Ya gazilerdir, yara almış, sakat bırakılmışlardır. Üstelik hiçbir taktik taşımayan atılış ve cesaretleri, daima başlarına kakılmış, onlara kusur olarak söylenmiştir.

     

    Sömürge kültürü düzeninin dişlileri onlara zaten düşmandır. Sözde fazilet yakasının içine gömülerek uygun zaman kollayan beylere ise, Osman Yükseller'i acemice, taşkın ve atak bulmuşlardır. "Oyunbozanlar, damdan düşenler" gözüyle bakmışlardır.

     

     

     

    Ahmet Kabaklı/ "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler" eserine takdim yazısı

×
×
  • Create New...