Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. ALLAH DİYENE

     

    Her şey, her şey şu tek müjdede;

     

    Yoktur ölüm, Allah diyene!

     

    Canım kurban, başı secdede,

     

    İki büklüm, Allah diyene!

     

     

    Akıl, kırık kanadı hiçin;

     

    Derdi gücü 'nasıl' ve 'niçin'...

     

    Bağlı, perçin üstüne perçin,

     

    Benim gönlüm Allah diyene...

     

    NFK

    • Like 1

  2. Anlat kızın ekmek tutuşunu

    İçimdeki soylu kişiden utanışını

    Annayı tutarken balık tutuyorum

    Ekvator ağzıyla kolumu buzdan denize indirmişim

    Kız içimde bir sarmaşık kelimesiyle büyürken

    Arada bir kanla uslayıp

    Seni anıyorum

    -ey eski sevdiklerim-

     

    Sizi şaşırtıyorum. Sanatım

    Fakat ben korkutuldum

     

    ACZ


  3. kayrakaya_1263834136.jpg

     

     

    Bir sanat eseri olsun diye veya bir zorunluluk sonucu ortaya çıkan her anlatım, anlatıcının dünyasının izdüşümüdür. Bütün anlatıcıların olaylara, olgulara bakışları; hangi objektiflik söylemi içerisinde olurlarsa olsunlar, kendilerini düşünsel olarak konumlandırdıkları penceredendir. Hatta biraz daha ileri gidecek olursak, aslında olay; nasıl, nerede, ne şekilde ve ne zaman cereyan ederse etsin onun çerçevesi tek bir noktadan çizilir: Anlatıcının yani sanatçının düşünsel ve duygusal dünyası.

     

    Konuya bu perspektiften yaklaşıldığında bir sanatçının eserlerinin değerlendirmesi sadece kendi dünyasının resminin çizilmesidir. Bu nedenle de plastik sanatlarda olsun, edebî sanatlarda ya da sahne sanatlarında olsun eserin duruşunu belirleyen sanatçının dünyasıdır.

     

    Bir sanatçının eserlerinde her hangi bir olguyu veya konuyu tahlil edeceğimizde yukarıdaki çerçeve belirleyici olacaktır. Hatta üstteki paragraflara zeyl olarak şunu da ekleyebiliriz ki, bu tür bir incelemede de kalem sahibinin bakışıdır, değerlendirmenin sınırlarını çizen.

     

    Zarifoğlu adına, konu başlığı olarak ne ele alınırsa alınsın, sonuçta onun dünya görüşünün o konu üzerindeki görüntüsü ortaya çıkacaktır. “Zarifoğlu’nda kadın ve aşk” başlığı da aslında Zarifoğlu’nun genel duruşunun bir benzeri olacaktır.

     

     

     

    KADIN

     

    “Akşam” kelimesi Ahmet Haşim için neyse ya da hangi yoğunluktaysa Cahit Zarifoğlu’nda da kadın aynı yoğunlukta. Hatta başka bir benzetme, Haşim’de “Akşam” ne kadar örtücü, gizleyiciyse; Zarifoğlu’nda da “kadın, anne, ana” o kadar aşikârdır. Cahit Zarifoğlu şiiri için, genel kanı kapalı oluşudur. Ancak bence bu kapalılığın istisna unsurları vardır: kadın ve ana kelimelerinin geçtiği mısralar. Ve onda kadın, Sezai Karakoç’un, üstün olmayan böyle bir arayışı, çabası da olmayan, ancak mutlu olan kadın, anlayışıdır.

     

     

     

    “Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı

    Günlere geldim bunu bana öğretmediniz”

     

    Sezai Karakoç

     

     

     

    Cahit Zarifoğlu’nun bütün eserlerinde kadın mutlu olmaya kodlanmıştır. Çocuk kitaplarında da Savaş Ritimleri’nde de şiirlerinde de kadın annedir, eştir, kız kardeştir ama hep kadındır. Yani evinin sahibi, çocuğunun annesi, eşinin karısı.

     

    Zarifoğlu şiiri anlatım biçim ve tekniği açısından modern bir şiirdir. Ancak tema olarak şiire can veren unsurların tamamı Maraş’ın ya da başka bir Anadolu şehrinin köyünden hayat manzaraları sergiler.

     

     

     

    “yün ören at güden kadınlar

     

    Ormanlara tepeden eğilen toprak evlerde

     

    Küçük pencereli karanlık dar odalarda

     

    Uzaktan uzayıp gelen kurt seslerinin

     

    Uzağa çekilip giden

     

    Ayazda donan gülmeler içinde

     

    Ormanlarda süt emziren anne

     

    Unuttu gittikçe uzayan çocuğunu”

     

     

     

    Evet Zarifoğlu şiirinde kadın, üstünlüğü başkalarına verip, krallığı kendi alır. Bu tutum bir anlayışın, bir dünyanın yansımasıdır. O kadın krallığını kocasının yanında çocuklarının yetişmesinde bulmuştur. şiirinin tamamında kadın mükemmeldir. Onu üstün tuttuğunu iddia eden ama her türlü desiseyi kadında gören anlayışların ötesinde, kadını “Havvalaştıran” çizgiler. T. Fikret’te ifadesini bulan “kadın deniz gibidir, güvenmek olmaz ha” diyen anlayışın zerresini bulmak mümkün değildir, Zarifoğlu külliyatında.

     

     

    “oysa babamla bir kraldı anam”

     

    Krallığını “anam yeşil hırkalar görürdü düşünde” diyerek de çerçeveye alır.

     

    “her bakışın dışında duran kadın”

     

     

     

    Ayrıca,

     

     

     

    “ve kadınları

     

    Uçlarını kaldırıp sokmuşlar kuşaklarına

     

    Kendi gölgelerinin”

     

     

     

    Kadın kendi üstünlüğünün, kendi muhkemliğinin sınırlarını, surlarını kendi çizmiştir. Zarifoğlu’nda kadın işini, eşini, anneliğini kutsal bilmiş ve onların mükemmelliğinde kendini üstlere, başlara taçlığa, yine kendi ifadesiyle krallığa yükseltmiştir. Çünkü o gölgesini bile kendisinin çiğnenemeyecek parçası bilmiş, onun korunmasını kendisine görev bellemiştir. Her halde kadının, sevgilinin telakkimizdeki ulaşılmazlığının, yüceliğinin temelinde de bu davranış olsa gerek. Hatta aşağıdaki mısralarda ifade edildiği gibi ahlakın belirleyici unsuru hayret ve hayaya yönelik tıkanma kadın adına üzüntü sebebi olduğu gibi yeni kararlarında nedenidir.

     

     

    “hayret ve var olma tıkandı

     

    Hayret ve haya tıkandı

     

    Hayret ve hayret ve hayret

     

    İlk kez geriye dönmek gerekiyor”

     

     

     

    Kadın ya da toplumun geneli adına, yakındığı ancak kendi kadınını müstesna tuttuğu yakınmalar yukarıdaki ve aşağıdaki mısralarda ifadesini bulur.

     

     

    “………

     

    Ruhumuzun kirlenmesi dolmadı mı

     

    Gövdemizin kıvranması doymadı mı

     

    ……..

     

    Bu nedir böyle gün mü günsüzlük mü

     

    Hangisine kapıldık nerelere atıldık”

     

     

     

    Zarifoğlu’nda kadın her türlü orta malı bakış ve düşünüşün dışında, anneliğin yoğunluğu dışındaki bütün arayışları boş sayan bir enginlik içerisindedir. Annelik bütün ihtişamıyla; efsanelerdeki, masallardaki, hikayelerdeki güzelliğini Zarifoğlu şiirinde ortaya kor. Hatta şu bile söylenebilir: Niçin bu kadar mükemmel? Çünkü şiirlerde kadına has her şey, muhteşem bir övgü içerisindedir. Kadın yoksulken mükemmel, eşken mükemmel, anne iken mükemmel, sıkıntıdayken mükemmel. Çünkü onda anne olma özelliğinin yıkılmaz gücü var.

     

     

     

    “çocuk boşluktayken ölüye asılı kalmak

     

    Annenin sesi her evden

     

    Şehirde her baş dönmesinden

     

    Çocuklarca çıngırak gibi duyulur

     

    Annenin elinde birden tahta kaşık kırılır

     

    ……..

     

    -hangi salıncaktasın çocuğum ipi iyi tut

     

    Annenim ben

     

    Yaklaşır kan kokusu yere vurur”

     

     

     

    Cahit Zarifoğlu’nda kadın anne olduğunda zirvelerdedir. Bütün güçlerin, bütün fedakarlıkların sahibidir. Onun artık tek bir amacı vardır, çocuğunu doyurmak, beslemek, onu bütün engellerden aşırmak, gürbüzleştirmek, ona gelecek her türlü olumsuzluğu göğüslemek. Yememek, yedirmek.

     

     

     

    “-annen ne söyledi

     

    -(elmanın yarısını kardeşin yesin)

     

    Kardeşin yesin anne yemesin mi”

     

     

     

    Zarifoğlu’nda kadın hep yoksul. Ama bu yoksulluk hiçbir mısrada çaresizlik değildir. O annedir ve bütün çarelerin sahibidir.

     

    Zarifoğlu’nun kadın kahramanlarında yoksulluğun soylu duruşunu görmek mümkündür. Bunun en somut şeklini “Yürek Dede İle Padişah” çocuk romanında görmek mümkündür. Soyluluğun yegâne kaynağı vardır, o da tevekküldür. Ve orda kadın kendine muhkem bir kale bulmuştur: Annelik.

     

     

    “ana

     

    ekmek tahtasında yufka ve bir düş

     

    kurar gibi gidip gelen el

     

    eğilen ekmeğe sıcaklığını veren beden

     

    sacın alevini alan incelik

     

    içinde tereyağı eriyen bazlamayı

     

    ana

     

    aç çocuğa bir atlı gibi yetiştirir.”

     

    Herhalde nirengi nokta bu olsa gerek. İnsanlığı yeniden doğuran, yeniden üreten varlık: kadın. Aşağıdaki mısralarda olduğu gibi buraya alınmayan bir çok mısrasında da kadının anneleşmesi dünyayı yeniden şekillendirir. Bütün unsurlar, malzemeler hülasa bütün varlık yeni anlamların sahibi olur.

     

     

    “öyle ki kadın

     

    Günü saati dolunca doğurunca

     

    Bin yılı birden doğursun”

     

    Ya da

     

    “ey ana

     

    Parkları çocuğunla eş doğurdun

     

    Çimenleri mutlu kıldın”

     

     

     

    Aslında Cahit Zarifoğlu şiirindeki kadının bütün özelliklerini “Zeynep ve Uzaktan Fırat Üzerine İkili Anlatım” şiirinde bulmak mümkündür. Uzun bir şiir, bu nedenle de birçok unsur, şiirin mısraları arasına sinmiştir.

     

    Zarifoğlu’nda eş olarak kadın ayrı bir ulviyettedir. O aynı zamanda modern algılayışların kerih gördüğü kavramların sahiciliğini de kınayıcıların zavallılığına aldırmadan şiirinde arz-ı endam etmesini sağlar. Bu kavramlardan biri de “karı” kavramıdır. Bu kavramın aile, ev anlayışındaki belirleyiciliği Zarifoğlu şiirinde çok net anlamıyla kullanılmıştır.

     

     

    “karılarımız her asrın insan güzelleri

     

    İmkan bekçileri

     

    Ağır arabalarla taşınan sancılarımız

     

    Ağır tabanlarımız

     

    Etten değil gibi az yiyen gövdemiz

     

    Toprağın ürününe avuç açan karşı koyan

     

    Yeri var olmayan bir lisanla bağlayan

     

    Sıcağa ve nalın kıvılcımına gerçek isimler koyan”

     

     

     

    Yukarıdaki ve aşağıdaki mısralar Zarifoğlu’nun bütün eserlerindeki eş motifidir. Er’in koca olması, kadın’ın karı olması hayatın bereketlenmesi, imkanların seferber olmasıdır. Evliliğe, birbirine eş olmaya methiyeler dizilir.

     

     

     

    “ben ve kadınım

     

    Açık anlamlı şu bildiğiniz gibi

     

    Ve dünyada

     

    Yere basarak

     

    Erkekliği ve kadınlığı hükümet ettik”

     

    “Babamla bir kraldı anam”

     

     

     

    Her halde kaside yazmaktır evliliğe ve methiye bölümünün zirvesidir.

     

    Kadınlığın ve erkekliğin evlilikle hükümet olması. Ve “eş krallığı” kadın ve erkeğin birlikte yaşaması. İnsan, Cahit Zarifoğlu’nda kadını okuyunca, istemeden de olsa, şiir türünün ruhuna aykırı olarak, politik bir taraf oluyor: kadının üstünlüğü adına, ortaya çıkan ve her hal-ü karda mutsuzluk hikayelerinden birinin öznesi kişilerin akımları olan, “kadın izm’lerine” bir çift laf söyleme ihtiyacı duyuyor. Cemil Meriç’ten sonra izmlerle ilgili daha etkin ne söylenebilir ki: “izmler toplumlara giydirilmiş deli gömlekleridir, itibarları menşeilerinden gelir.”

     

    Cahit Zarifoğlu şiirinde kadın bütün modern anlatım biçimleri içerisinde köydedir, tarladadır, ormandadır. Ot yolar, ağaç kırar, yemek pişirir, yoksulluk çeker, fakirlik sürer; ama annelik yapar. O eşinin yanında krallığını kurar. Hükümetini sürdürür. Erkeğiyle yarış içerisinde değildir. Üstün olmanın dalaveresini kurmaz. Modern söylemin, bilimin, filimin çizdiği kadın portrelerinin hiçbiri, onun dünyasında yer almaz. Onun acısı çocuğunun kolundaki çiziğin derinliğindedir. Onun sevinci kızının saçının telindedir. Onun mutluluğu kocasının yanındadır. Onun aşikârlığı evinin duvarlarınadır. Onun ortalığı sedirin, serginin uzandığı yerdir.

     

    Zarifoğlu’nun kadın profili; ne kadar köyde, tarlada, bağda, bahçede olsa da o duruşuyla modern tasavvurların tamamına isyan basmaktadır. Çünkü o kalabalık sözlerin ötesinde bir kadın duruşu ortaya koyuyor. Bu duruş, bütün kalabalık söylemlere galip sükutun isyanıdır. Gandi’den ödünç olsun: “duruşum mesajımdır.”

     

     

    AŞK

     

    Cahit Zarifoğlu’ndaki kadın anne olarak cennettir, kız kardeş olarak cennettir, eş olarak cennet.

     

    Sevgili olarak ıstırap. Aslında kahramanlık.

     

     

     

    “Şimdi bir aşk sayhası salacağım havalara

     

    Derler ki bu adam isyan basıyor damarlara”

     

     

    Hayatımda iki kitabın çok başka bir yeri vardır. Aşağı yukarı ikisini de aynı dönemde okudum. Biri Durali Yılmaz’ın “Fetva Yokuşu”, diğeri Cahit Zarifoğlu’nun “Savaş Ritimleri” Fetva Yokuşu’ndan sonra ayağımın takıldığı bütün taşlardan özür diledim. Her özürden sonra da etrafıma bakıyordum, bana “deli, kendi kendine konuşuyor.” Diyen birilerinin olup olmadığına. Uzun sürdü, sonra kurtuldum. Lakin Savaş Ritimleri’nin etkisinden hala kurtulamadım: “Aşk büyüklere ait bir hastalıktır ve çokta matah bir şey değildir.” Düşüncesini ben de yıktı ve babalık kariyerimde ayrı bir çizgi oluşturdu.

     

    Savaş Ritimleri’ni aslında bütün duyarlılıklarımızın yoğunlaştığı Afgan Cihadını anlatıyor diye okumuştum; ama o roman en güzel aşk romanı olarak bende kaldı. Evet okuduğum aşk romanlarının aşkı bütün boyutlarıyla, bütün sadeliğiyle ve en saf haliyle anlatanı Savaş Ritimleri’ydi. Her şeyden öte aşık da maşuk da daha 10 yaşına varmamış ve Mecnun’u da Leyla’yı da kendilerinde mecz etmişlerdi. Kerem de ordaydı, Aslı da.

     

    Roman çocuklara bakışımı değiştirdi. Onların aşklarına saygıyı öğretti. Sonra çocuklarım büyüdüler. “Büyük adam” oldular. Okula başladılar. Oğlum ilkokul 1. sınıfta aşık oldu. Bir yıl boyu harçlığıyla okul kantininden sadece Ülker Hanımeller aldığını öğrendik. Çünkü sevdiği kız o bisküviyi seviyordu, ve ola ki kendisinden isterdi. En mutlu olduğu gün kızın kendisine alayla dil çıkardığı gündü: Çünkü o kendisini muhatap almıştı. Evet aşk buydu ve Savaş Ritimleri’nde de böyle anlatılıyordu.

     

    Zarifoğlu romanında aşk kendi varlığını sıkıntıyla, çileyle ama kimsenin farkına varamayacağı bir kahramanlıkla ortaya kor. Çünkü özellikle “sevilen”, –bu kelime özellikle kullanılmıştır. Ve belirleyicidir.- bu kahramanlığın çokta farkında değildir. Aşık kendini yer, bitirir. Ama bu sadece kendi karanlığındadır.

     

     

     

    Aşk aslında tadına doyum olmaz hüzündür.

     

    “biliyorum çok geç oldu

     

    ……

     

    Yeni atandım aşkın tırpanlarına

     

    ……..

    Eyvah hüzün bu

     

    Eyvah hüzün yine

     

    Çatında alnımın

     

    Hüznüm ağam oldu eyvah

     

    Bir şey yap silkip at.”

     

     

     

    Zarifoğlu’ndaki aşk ta -aslında belki de bütün aşklarda- şöyle sevgiliden küçük bir iz bir işaret; bütün sorunları çözecek, kapkaranlık geceleri aydınlık sabahlara taşıyacak, sızıları dindirecek, hüzünleri neşeye tebdil edecektir.

     

     

    “Hadi düşün beni

     

    İçim otursun aklım

     

    Durulsun diye”

     

     

     

    Cahit Zarifoğlu belki de aşkın en tatlı tarafına kalemini salmıştır. Orda şıp sevdilik yok. “Allıyı gördü allıya, pulluyu gördü pulluya” da yok. Kendini bütün varlığıyla hiçleyen, sevgiliye karşı hiçbir korunağı olmayan, hep sevgilinin merhametine muhtaç, kendinin çirkinliği sevgilinin güzelliği, kendinin hoyratlığı sevgilinin narinliği, hep yükseklerin sahibi sevgiliye asla ulaşamayacak olan derin bir kara sevda vardır.

     

    Aşkın kara sevda oluşu da, sevgiliye ulaşılmazlığı da; aslında yukarıda ki kadın tasavvurunun doğal bir sonucudur. Aslında bu aşk anlayışında yaşanan hayatın biçimide belirleyicidir. Zarifoğlu’nun kahramanının yaşadığı coğrafya da aşk anlayışının çok belirleyicisidir. Maşuk, aslında bütünüyle kadın; uzakların varlığıdır. Ulaşılmazlık aslında birazda uzaklıktadır. Yüceliktedir.

     

    Cahit Zarifoğlu’nda olan, bir başka yerde veya kimse de olmayan aşkın bir başka şekli de; zarifoğlu’nda aşk kalıcıdır. Yani sevgili sadece uzakta olan değildir. Yani evindeki de aşık olunandır. Ve o da uzakta olan kadar ulaşılmazdır. Bu da yine yukarıda çizilen kadın, eş portresi içerisinde anlamını bulabiliyor.

     

    Bu çerçevede üzerinde önemle durulması gereken bir diğer nokta, aşık olan sadece erkek değildir. Kadında kendi vakarı -ki bu çok belirleyici, sınırlandırıcı- içerisinde aşkını en fedakar şekilde yaşar. Bu aynı zamanda insanı anlamlandırma ile de ilintili. Bunun izlerini geleneksel kültürümüzde de o kültürden iz taşıyan kişilerde de bulmak mümkün. Hatta belirleyici: “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.”

     

    kaynak


  4. Ben Buyum!

     

    Devrimiz, ideolocyaların kıyamet günü. Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkeşçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır.

     

    O yazar, bu çizer; bu susar; o atar, bu tutar; nedir bu curcunanın temeli? Cızır cızır öten kelemlere:

     

    _Dünya görüşünüüz nedir?

     

    diye sorulsa acaba kaçı cevap verebilmek iktidarında? Muallakta fikir, muallakta sanat, muallakta cemiyet, anladığım nesne değil.

     

    Bunun içindir ki ben, okuyucularımın bilmece halledercesine her yazımdan kesecekleri parçaları yanyana ekleyip kafamı meydana getirmelerini beklemeden, ne olduğumu haber vereceğim. Bu haber verişler, kitaplık davalara serlevha koyar gibi, en son hulâsa hadlerine kadar indirilmiş fikir başlarıdır.

     

    Ben buyum:

     

    1. Asyacı (Kopya Avrupacılığına zıd)

     

    2. Aşırı milliyetçi-Anadolucu (Milliyet dışı telakki sistemlerine zıd)

     

    3. Ruhçu (Maddeciye zıd)

     

    4. Maverâcı (Softaya zıd, dinsize zıd)

     

    5. Şahsiyetçi, keyfiyetçi (Başıboş ferd haklarına zıd, standart ölçülere zıd)

     

    6. Mülkiyette tahdidci (Büyük ferdi sermayeciliğe zıd)

     

    7. Sanat, fikir ve ilimde tecridci-safiyetçi (Köksüz ve kabataslak teşhis sistemlerine zıd)

     

    8. Kafa ve ruh mümtaziyeti bakımından sınıfçı (Antidemokrat)

     

    9. Tek görüş etrafında müdaheleci (Antiliberal)

     

    Bugünkü dünya rejimlerine nisbetle öz:

     

    Hususi bir görüş zaviyesinden antikomünisti antifaşist, antiliberal.

     

    İşte benim ana hatlarım! Bunları fikir namusu zoruyla ve serlevha ağzıyla bildiriyorum. Tâ ki beni okumaya ve aramaya zahmet edenler, hücrelerimi bu anahtarlarla açsınlar. Böylece (Ne) olduğunu haber veren ölçülerin, (Nasıl)ın mimarisi üzerinde, mısradan destana ve fıkradan kitaba kadar hak sahibiyim.

     

    1 Mayıs 1939

     

    Çerçeve, s.21-22


  5. Petro-dolarlarla Gelen Kaos

     

    Beşer yanılır ve şaşar. İki türlü yanılma ve şaşma vardır: Samimi yanılma bile bile danışıklı yanılma. Samimi şekilde yanılanları uyarmak aydınlatmak mümkündür ama bildiği halde yanılgı içinde olanları doğru yola getirmek pek mümkün değildir.

    Bugün ülkemizdeki Müslümanlar içinde samimiyetle yanılanların yanında bile bile para veya başka menfaatler karşılığında "yanılanlar" vardır. Onlar savundukları bazı inançların görüşlerin hükümlerin doğru olmadığını çok iyi biliyorlar ama ağızlarını vicdanlarını kalemlerini kiralamış veya satmışlardır.

    Son otuz kırk yıl boyunca bu memlekette İslami hizmet ve faaliyet yapmak için dış dünyadan birtakım paralar geldi. Maalesef bu paralarla Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunda hizmet yapılmadı birtakım bid'atleri yaymak için onlara taraftar kazandırmak için çalışıldı.

    Acaba dışarıdan Ehl-i Sünnet için para gelseydi kabul edilmesi doğru olur muydu?.. Benim vicdani kanaatim Ehl-i Sünnet için bile olsa dışarıdan gelen paranın kabul edilmemesidir.

    Merhum Üstad Necip Fazıl para için "alet-i cariha" demiştir. Para iki tarafı keskin bir bıçaktır. Hizmet edenleri de keser yaralar.

    Bunun içindir ki ehlullah ve evliyaullah efendilerimiz parasız hizmet etmişlerdir. Parasız hizmet olur mu? Öyle bir olur ki...

    Himmetü'r-rical taklaü'l-cibal denilmiştir; ricalin (hak erlerinin) himmeti dağları devirir...

    Dış dünyadan gelen petro-dolarlarla:

    Bid'at fırkaları ve mezhepleri yayılmıştır.

    İhtilalci aktivist cereyanlar yayılmıştır.

    Rafizilik yayılmıştır.

    Terörizm yayılmıştır.

    Neo-haricilik yayılmıştır.

    Bundan kırk elli yıl önce ülkemizde Ehl-i Sünnet inancı Ehl-i Sünnet fıkhı Ehl-i Sünnet ahlakı yaygın ve hakimdi. Bir de bugünkü manzaraya bakınız: Onlarca hatta yüzlerce çeşit İslam anlayışı ve yorumu zuhur etmiş bulunuyor.

    Sünni Müslümanlara kafir ve müşrik diyenleri mi ararsınız

    Tarikat ve tasavvuf evliyasına evliyauşşeytan diyenleri mi

    Mezhepleri put olarak kabul edenleri mi

    İslam'da terör meşrudur ve masum sivilleri öldürmek caizdir diyenleri mi

    Mut'a nikahı meşrudur diyenleri mi?

    Ashab-ı kiramın (radiyallahu anhüm ecmain) büyük kısmının kafir ve münafık olduğunu iddia edenleri mi?

    Türkiye Müslümanları artık yüzlerce fırkayla hizbe cemaate gruba kliğe ayrılmıştır. Ümmet bütünlüğü berhava olmuştur. Allah'ın birbirlerine kardeş kıldığı mü'minler arasına düşmanlık kopukluk girmiştir.

    Ümmet birliği ve şuuru yitirilmiş hizip ve cemaat asabiyeti galebe çalmıştır.

    Bin tane İbn Sebe' gelmiş olsaydı bu kadar tahribat yapamazdı.

    Dışarıdan gelen paralarla İslam'ın cihad müessesesi de çarpıtılmıştır. İslam'da elbette cihad farizası vardır ama onun hükümleri rükünleri şartları vardır. Öyle deli dana gibi cihad yapılmaz.

    Beyimiz heyecanlı islami yazılar kaleme alacak. Bunlar için az veya çok telif ücreti yahut maaş alacak hatta bu yolla zenginleşecek sonra da ucuz tarafından mücahit olacak... İslam'da böyle bir şey var mıdır?

    İlahi İslam dininde elbette din ile dünya ayırımı yoktur ama dinimizin hükümlerinin sırası ve önemi de bellidir.

    Dini hükümlerin başında inanç ile ilgili hükümler gelir.

    Sonra başta namaz olmak üzere ibadetlerle ilgili hükümler.

    Kur'an Sünnet İslam ahlakı ile hükümler ve bilgiler.

    Dünya işleriyle ilgili muamelat hükümleri.

    Ceza ve hadlerle ilgili ukubat hükümleri.

    İslam devleti Halife ile ilgili ahkam-ı sultaniyye hükümleri.

    Dışarıdan gelen petro-dolarlarla yapılan bid'at propagandaları bu sırayı bozdu ve birinci madde olarak kendi kafalarına göre cihad anlayışını başa getirdi.

    İnançlar bozulmuş namaz kılınmaz olmuş cemaat terk edilmiş Kur'ana ve Sünnete aykırı bir yığın ahlaksızlık sergilenir olmuş onlara göre pek önemli değil.

    İslam'da elbette cihad vardır. Cihad Kur'anla Sünnetle icma-i ümmetle sabit bir farizadır. Cihadı inkar eden İslam'da böyle bir şey yoktur diyen kafir olur. Lakin:

    Cihadın tarifini hükümlerini şartlarını Ehl-i Sünnet imamları ulema ve fukahası Kur'andan ve Sünnetten çıkartarak beyan etmişlerdir.

    Müslüman mücahid masum çocukları kadınları muharip olmayanları öldürmez. İslam'ın kendine mahsus bir savaş hukuku vardır Müslüman onun hükümlerine uymakla yükümlüdür.

    Haçlılar Siyonistler Emperyalistler Filistin'de Irak'ta Afganistan'da bin türlü zulüm ve vahşet sergileyebilir ama Müslümanlar aynı şeyi yapmazlar yapamazlar.

    Haçlılar Kudüs-i şerifi aldıklarında şehrin sivil Müslüman halkını ve Yahudilerini kılıçtan geçirmişlerdi. Yetmiş bin kişi öldürdüklerini tarih kitapları yazıyor. Mescid-i Aksa avlusundaki Haçlı atları dizlerine kadar Müslüman kanına batmış... Selahaddin-i Eyyubi şehri geri aldığında hiçbir Hıristiyanın burnu kanamadı taşıyabildiklerini yanlarına alıp Kudüs'ü terk ettiler. Hatta göç edecek parası olmayanlara adil sultan para yardımı yaptı. Bazı Nasrani kadınlar yine gitmek istemediler. Onlara soruldu: Niçin gitmiyorsunuz? Kocalarımız harp esiri iken nasıl gidelim dediler. Sultan onları da salıverdi...

    Bir realite olan savaşın acı tarafları vardır. İslam bu acıları en aza indirmiştir.

    Dışarıdan gelen paralarla ülkemizde bir neo-haricilik fırkası türetilmiştir.

    Hadis-i şerifte "Ahir zamanda öyle bir taife (grup hizip) türeyecektir ki onların yaşları küçük akılları güdüktür. Onlar Kur'an okurlar Kur'an hançerelerinden yüreklerine inmez. Onlar Hayrü'l-beriyyenin sözlerini söylerler. Onlar gergin yaydan fırlayan okun avı delip o hızla avdan da çıkıp gitmesi gibi dinden çıkarlar" buyrulmaktadır.

    Dışarıdan gelen paralarla palazlanan bid'at cereyanları ve fırkaları yüzünden Müslümanlar arasındaki sevgi ve dayanışma bağları zayıfladı. Büyüklere hürmet edilmez küçüklere şefkat gösterilmez oldu. Müslümanlar arasında galiz kavgalar ve tartışmalar başladı... Birtakım cahil veya yarı cahiller Kur'anı kendi re'y heva ve batıl görüşleriyle tefsire başladı. Bid'atçilerin kimisi Sünneti bilkülliyye (bütünüyle) inkar etti bir kısmı işine gelmeyen sahih hadisleri yalanladı. Edeb erkan kalmadı. İmamı Azam Ebu Hanife de benim gibi bir insandır ben de onun gibi ictihad yapardım diyenler görüldü... Din imamları ulema ve fukaha reddedildi Cemalüddin Afgani isimli taqiyyeci Farmasonun peşine düşüldü... Şeyh-i Ekber'e Şeyh-i Ekfer diyen İbn Teymiyye imam kabul edildi. Velhasıl din konusunda söz ayağa düştü.

    İş o raddelere vardı ki Kur'andaki birtakım kesin hükümler tarihseldir bu devirde geçerli değildir diyen Fazlurrahman'ı önder kabul eden ilahiyatçılar zuhur etti.

    İsmini vermeyeceğim bir ilahiyatçı "İslam'da tesettür yoktur tesettür bize Yahudilikten ithal edilmiştir" diyecek kadar zıvanadan çıktı.

    Ehl-i Sünnet Müslümanlığını "İlmihal Müslümanlığı" diyerek tahkir tezyif ve tahfif eden bir ilahiyatçı kendi çıkardığı mezhebe Kur'an Müslümanlığı adını verdi.

    Ümmetin bölünmüşlüğü ve birbirine düşmesi Ehl-i Sünnet'in sarsılması yüzünden bu ülkede ezici çoğunluğu oluşturan Müslümanlar ikinci sınıf vatandaş durumuna düştü. Haklarını koruyamaz oldu. Liselere giden kızlarımızın başlarını örtmesi yasak... Dindar hanım avukatlar dindar memureler başları örtülü olarak mesleklerini icra edemiyor. On beş yaşından küçük yavrularımıza hoca tutup din ve Kur'an dersi verdiremeyecek kadar esir zelil ve kepaze durumdayız. Kendi vatanımızda ikinci sınıf vatandaş parya sömürge yerlisi statüsüne düştük.

    Dıştan gelen paralarla beslenen palazlanan bazı bid'atçiler bize Arabistan'daki Vehhabiliği model ve ideal olarak gösteriyor. Hiç Vehhabilik Osmanlı modelinden ve uygulamasından üstün olabilir mi? Bir Osmanlının kuruluş ve yükseliş devirlerindeki maddi ve manevi fütuhata bakınız bir de Vehhabilerin yaptıklarına.

    Bu işler düzelir mi?

    İnşaallah düzelir ama çok zor düzelir. Hak tealadan ümit kesilmez.

     

    Mehmet Şevket Eygi

     

    26.02.2011


  6. Ahh gönüldaşım, kıymetli kardeşim; mücerret ruhunuzdan o ulvî ideal nasıl da tütüyor!

     

    Biz önce kendi içimizde kavrulmaktan kevgire döneceğiz, bu ıstırap ile yoğrulacağız, bizi cemiyetin hali ısıracak, rahatsız olacağız ve artık ferdiyete sığmaz olup yönümüzü cemiyete çevireceğiz! Bunu yapacak olan bizleriz!

     

    Geçen gece Üstad'ın resimleri karşımda bakıp bakıp düşünüyordum. Sizin içinizden ağlamak geçiyor ben ise ağladım. Evet ağladım. Gözlerinde öyle bir hüzün vardı ki üstad'ın.. Yahu dedim Üstad garip mi öldü?! Yüzüne işlediği onca derdin, çilenin sebebi bizleriz, beklenen nesli yetiştirmek değil miydi tek gayesi?! Niye bu kadar hantal ruhluyduk?! Dedim dedim, baktım baktım ağladım.. Böyle böyle, pekleşe pekleşe büyüyeceğiz gönüldaş! Ve vakti zamanı geldiğinde merhum Zarifoğlu'nun teşbihiyle; olgun bir incir gibi patlayıp balımızı yeryüzüne saçacağız!

     

    Amerikan rüyası görmüyorum ben! Allah bu gençliğe yol versin!

    • Like 3

  7. Halis muhlis bir dadaş olarak bu başlığa katkı sağlamayı vazife bilirim. Çok hoş paylaşımlar olmuş, teşekkür ederiz.

     

    Şiirden önce biraz muhteviyata ters olacak ama hafif reklam yapalım. Bir yaygın görüştür, Erzurumlu er kişi fazla bağlıdır toprağına, sanki vatanda ayrı bir toprak parçasıdır Erzurum. Hatta anlatılır; "Nerelisin? diye sorulsa; "Erzurumluyum elhamdülillah!" :) diyecek kadar hafif enaniyeti kabarık olmak alışkanlıktır. En azından bende var ne yalan söyleyeyim. Aşağıdaki şiir de bu yüzden beni cezbetmiş olacak. Ayrıca dipnot düşelim Sayın Türk'öne bir yazısında;

     

    "Erzurum, Türkiye'nin tapu kaydının muhafaza edildiği yer. Erzurumlu dediğiniz, Erzurum dışında her yerin yükünü sırtında taşır. Bu yüzden ilk sözü de son sözü de burası söyleyecek. Erzurumlunun aklına yattıysa Kürt sorunu çözülür. Kürt sorunu kışkırtılan gerginliklere, körler sağırlar diyaloğuna konu ediliyor. Halbuki sabırlı, tahammüllü ve müstağni olmalıyız. Ülkeyi rahatlatmak için biriken basıncı düşürmek lâzım. Bunun için de biraz Erzurumlu gibi hayata ve Türkiye'ye bakabilmeliyiz." Görüldüğü üzre Sayın Türk'öne de bizi teyid eder niteliktedir efendim. Evet bu kadarı yeter deyip, ben de aşağıdaki şiiri paylaşmak istedim, tam Doğulunun hele de Erzurumlu'nun saf kanına yaraşır bir şiir, buyrun.

     

     

    Çözer Erzurum

     

    İki güzel insan seslenmiş bana,

    Arife ne tarif çözer Erzurum.

    Yeter ki söyleyin can gelsin cana,

    Sözde inci mercan dizer Erzurum.

     

    Erzurum sevdanın bağı bahçesi,

    Fakir mazlum için dolu kepçesi,

    Öz Türkçeyi söyler güzel lehçesi,

    En güzel türküyü yazar Erzurum.

     

    Vatanın bağrında açan bir çiçek,

    Dadaşlar diyarı başka bir gerçek,

    Biçilmez pahası olmadı ölçek,

    Çelikten bir yaydır çizer Erzurum.

     

    Hainin testisi çeşmeden dolmaz,

    Bu cennet vatanın çiçeği solmaz,

    Tuzak kuran asla hiç iflah olmaz,

    Düşman oyununu bozar Erzurum.

     

    Bu dadaş sesidir çağlarsa durmaz,

    Mertçe söyler sözü tuzaklar kurmaz,

    Hiç bir zaman asla olmadı kurnaz,

    Önde yalın kılınç tozar Erzurum.

     

    Vatan destanını Erzurum yazdı,

    Moskof’a, Yunan’a mezarlar kazdı,

    Bölücüler yine iyice azdı,

    Tipi boran olur tozar Erzurum.

     

    Yaren Ali, Pınar Abla can katar,

    Tekirdağ’dan gelir dosta el atar,

    Kayseri meşhurdur pastırma satar,

    Alır selamını süzer Erzurum.

     

    Fakir Nurullah’ım kurban vatana,

    Layık olmalısın şanlı atana,

    Bir çift sözüm vardır toprak satana,

    Gerekirse mezar kazar Erzurum.

     

    Nurullah ÖZKILIÇ

    • Like 4

  8. Hiçbir misal ve tecrübe insanlığı kandıramıyor. O, kifayetsizliği ve delaleti hemen seziyor. Menfiyi, çürüğü, günübirliği sezmek işten bile değil. Fakat müsbeti, sağlamı, devamlıyı bulmak davaların davası.

    Niçin o kadar tapındığı müsbet ilimler ona tesellisini vermiyor? Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları, suyun altına havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri, Londra’daki fısıltıyı Tahran’da dinleten kâşifler var. Bütün bunlar içinin yıkıntısına niye ilaç değil?

     

    Ruhunun bütün nizamı çöktü. Müzisyenin kulağına, eski vecdin yerine, saralı kadın çığlıkları ve Afrikalı vahşi tepinmeleri geliyor. Ressamın gözün, eski ahenkli yüzler yerine, yedi başlı zebaniler ve kemik hastalıkları kliniğinden hilkat galatları görünüyor. Mimar, gökyüzüne bağırsak gibi şeyler çekiyor. Şairin şiiri, daha içini okumadan, uzaktan bakıldığı vakit koca karı ağzı gibi yıkık dökük. Üstünde oturduğumuz eşya, taş devri aletleriyle yontulmuş, işsizlik, ümitsizlik ve bedbinlik teneşirleri.

     

    İnsanlık sıkılıyor.

     

    Zamanın en ince çizgisine dokunan filozof ormanlarda geziyor ve “Angstphilosophie” başlığı altında korku ve sıkıntıyı bestelemeye çalışıyor ve insanlığın beklediği yeni ve büyük metafizikten bahsediyor.

     

    ***

     

    Artık anlıyoruz. Allah dünyamızdan çekilmiştir.Bu Allah ilmihal kitaplarındaki Allah değildir. Bu Allah basit ve tabiinin üstünde alem sezen bir “fevkalâde”, bir “merveilleux” telakkisidir. Bu Allah kaz kümeslerine sığmayan üstün ruhun istikbale ve maveraya iştiyakıdır.

     

    Niçin yıllarca güneşe, ateşe, öküze ve ağaca taptık? Ne diye bu adi maddeleri ruhumuzun esrar gömlekleriyle giydirdik? Hep bu dört köşe şeklin dışındaki ruhu, hep bu yaşadığımız günün ilerisindeki anı, hep bu geçiciliğin üstündeki bekayı ifade için.

     

    Dünya ilk defa olarak Allahsızdır. Artık ne “harikulade” telakkisi, ne bir sonsuzluk duygusu, ne de gizlilik idraki, ne de bir istikbal iştiyakı.

     

    Hızını büyük imanlardan alan müsbet bilgilerimiz, lokomotifi bozulmuş vagonlar gibi ilk hızıyla yürüyor ve hep inişlerden istifade ediyor. Yokuş göründü. Vagonlardan çığlıklar geliyor. Nasıl tırmanacağız?

    Allah dünyamızdan çekildi. Bu çekiliş, bir insandan cesaretin çekilişi, bir çehreden muhabbetin uçuşu, bir bahçeden baharın gidişi gibi kaba madde üzerinde takibi mümkün bir iş değil.

     

    Ve işte sıkılıyoruz, sıkılıyoruz. Günün en ince çizgisi bu. Rahatsızız. Mahduda sığamıyoruz, hudutsuzu dolduramıyoruz.

     

    Bu hal, her vasfı ihmâl edilen ruhun göze görünmez bir planda, kâinat kadar büyük şahsiyetini teklif edişinden geliyor.

     

    Perişan ruhumuzu düzene sokacak iman! Dâvamız seninle!

     

    Ağaç, N.2, s. 1-2


  9. "bir kalbiniz vardır onu tanıyınız.

    bir şehir kadar kalabalıktır bazıları

    bir dehliz kadar karanlıktır bazıları

    konuşurlar

    isterler

    susarlar

    dinlememişseniz nice yıl kalbinizi

    ev meslek iş para geçim diyerek

    düşünün şimdi bir de

    şehirlerde kasaba ve köylerde

    başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu."

     

    ACZ

    • Like 1

  10. Silahlara veda

    Geceye rüyaya ve sana

    Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden

    Düzenlerin çıkmazına

     

    Çizdiğim resmin

    Saat kulesi ağlıyor

    Ağzım o çeşit yok

    Şişe bu çeşit var

     

    Sen bir gece gelsen

    Güneş doğmasa

    Gitmeden yine gelsen

    Bu yeni geleni

    Bu bize bakanı

    Sana bir anlatsam

    Güneş doğmasa

    Sandıkların içini göstersem sana

    Çizdiğim resmin

    Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde

    Bir rafa koyabilsen

    Olup biteni ve onları

    Sabaha kadar konuşsak

    O ürkek ürkek bakanı sana bir anlatsam

    Ateşi karı tüfeği çeksem

    Ocağa pencereye kapıya

     

    Kemana veda

     

    Yağmurda şeytan ve şapkası

    Silahın ölümünü kutluyorum

     

    Tren kaçırmış gibiyim

     

    Sana veda

     

    Sezai Karakoç

    • Like 1

  11. Abdurrahman Dilipak "Basra Körfezi" adlı eserinde öyle dehşet bilgiler ile karşılaştım ki karşımda Teksas filmi dönüyor sandım. Ve dedim biz uyanmayız, uyanmayız..

     

    Malum Humeyni Devrimi; İran ile Irak'ın kanlı bıçaklı olmasının adıdır. İran yani Humeyni kendini imam tayin ederken ve Filistin'i siyonist İsrail'in elinden almak isterken arada Irak'ı engel görüyor, ortadan kaldırmak adına savaşa giriyor. Çok geçerli hitabeleri var, okurken Humeyni'ye hak da verdim bilmem hata ettim mi? Biz diyor Irak'taki Müslüman kardeşlerimizle değil, Amerikay'la savaşıyoruz. Malum sonradan ipte sallandıran Amerika o zaman muhafaza altında bulunduruyor Saddam'ı. Amerika, İsrail, İngiltere, Fransa zamanın tam bir zehirli çomağı. Irak savaş stratejisinde İran'ı hezimete uğratmaya yakın araya girip barış sağlıyorlar. Irak sonra kendi kendine feshediyor anlaşmayı. O İran'a saldırdı mı bu barışçı zihniyet sükut kesiliyor. Bizim müslümanlar böyle birbirini yiyedursun, arada muazzam bir polisiye filmi dönüyor ki bu Amerika'nın çevirdiği filmler için aşırı kafa zonklatmadıklarını o zaman anladım. Zira kanları bozuk.

     

    İran zaten dolaylı olarak savaştığı İsrail'e karşı silah alımı yapmak ister. Çok uzun süren, çetin bir savaştır bu. Velhasılı Humeyni karşı cephesinde olduğu Amerika'dan yahut İsrail'den silah satın almamak için, Basra Körfezi'nde bir mafya, örgüt ile anlaşıyor. Milyar dolarlık masraf. Ve İran bunu gizli kapaklı yapıyor, hani mühimmattan kimsenin haberi yok güya. Velhasılı Humeyni Batı'nın o muazzam barış yanlısı güzel insanlarının da zorlamasıyla barış paktını imzalayınca ortaya çok sonraları şu hakikat çıkıyor. Meğer bizim İran'ın Amerika ve siyonist İsrail'e para kazandırmamak için anlaştığı örgüt bizzat Amerika tarafından, geçici olarak kurulmuş. Yani burada İran tuzağa düşürülmüş."Hem gelsin paralar ticaretimi yapayım, hem adamlar birbirlerini yemekten bizle uğraşamasınlar, kah ben durdurayım savaşı, kah dalın birbirinize" ile tam bir içler acısı vaziyet. Adamlar hem insan kanı dökerek paza kazanıyor, can üzerinden pazarlık yapıyorlar hem de ortaya çıkıp, dur diyor ve barış sağlıyorlar. Bu pek çok tekerrür etti, açmama gerek yok hepimizin malumu.

     

    Ne demek mi istedim? Biz uyanmayız, adam da olmayız!

    • Like 1

  12. Bocalayan Müslümanlar

     

    Dindar Müslümanların büyük kısmı tesettür konusunda büyük bir bocalama içindedir. Bu benim şahsi fikrim değildir. Kur'an'daki, Sünnetteki, Şeriattaki, fıkıhtaki, tesettür hükümlerini bilen her Müslüman bu bocalamayı kabul edecektir.

     

    İki türlü tesettür vardır: (1) Şer'î tesettür (2) Şer'î olmayan, belki biraz ağır kaçacak şeytanî tesettür...

     

    Müslüman bir hanım veya kız, daracık, vücut hatlarını gösteren, bazısının eteği yırtmaçlı elbiseler giyiyor, başına rengârenk parlak bir kumaşı sarıyor, kimisi saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapıyor, topukları yüksek ayakkabılar, bazısı makyajlı, birtakım açıkgözler de makyaj yapıyorlar, sonra biraz siliyorlar. Böyle kadınlar, erkeklerin şehevî bakışlarını açıklardan daha fazla çekiyor. Olur mu böyle tesettür?..

     

    İslamî tesettürün ölçüleri vardır.

     

    Birincisi: Erkeklerin şehevî nazarlarından saklanıp gizlenecek.

     

    İkincisi: Elbiseler vücut hatlarını belli etmeyecek, bol olacak.

     

    Üçüncüsü: Renkler cırtlak ve parlak olmayacak. Sade, pastel renkler...

     

    İslam kadın ve kızlarının yabancı erkeklerle ihtilat etmemeleri, onların arasına karışıp onlarla laubali şekilde görüşmemeleri gerekir.

     

    Tesettürlü üniversiteli kız, kantinde beş altı arkadaşıyla oturmuş, çay içiyorlar, bir laubalilik, bir serbestlik ki sormayın. Kahkahalar, gülüşmeler, mimikler, el kol hareketleri, böyle şeyler tesettürlü bir öğrenciye kesinlikle yakışmaz.

     

    Tesettürlü bir İslam hanımı sokakta, çarşıda, pazarda, toplu taşıma vasıtasında, şurada burada bırakın çıngıraklı kahkahalar atmayı, dişlerini gösterecek şekilde gülmez bile. İslam ahlâkında bir kadının namahrem erkekler arasında gülmesi çok ayıptır, kötü şeylere dalalet eder.

     

    Tesettürlü İslam hanımı veya kızı, iffetin, ciddiyetin, vakarın, ismetin mücessem heykelidir.

     

    Her şeyde olduğu gibi tesettür konusunda da din ile ticareti, mukaddesat ile rantı birbirine karıştırdık. Aklı fikri para kazanmak olan birtakım sözde modacılar, tesettür yoluyla büyük servetlere sahip oldular ama tesettürün de canına okudular, cılkını çıkarttılar.

     

    Bir tesettür defilesi... Kulakları sağır eden çılgın ve cehennemî bir müzik... Podyuma genç mankenler, sözde tesettür kıyafetleriyle çıkıyorlar, maşaallah hepsi boylu poslu, endamlı, çekici hanımlar. Özel bir yürüyüşleri var, hızlı hızlı, tak tak, yeri titretircesine çalımlı bir şekilde yürüyorlar. Bütün kıyafetler Avrupaî... Tayyör, pardösü, tunik, pantolon... Başlarında birer örtü... Bu defilenin ismi de İslamî tesettür defilesi. Yahu kimi kandırıyorsunuz siz? Bu kıyafetlerin içinde bir tek İslamî, yerli, millî kıyafet yok.

     

    Merzifon, Gümüşhane ve civardaki bazı şehirlerde Müslüman hanımların büründüğü ihramlar vardır. Niçin tesettür ticareti yapanlarımız ihramı gündeme getirmiyorlar?

     

    Şu 73 milyonluk Türkiye'nin uleması, fukahası, meşayihi, âkil Müslümanları, muhteremleri, hazretleri tesettür konusunu gündeme getirseler, ümmeti uyarsalar ne iyi olur?

     

    Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, sahih bir hadis-i şerifinde "Saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınlar cennetin kokusunu alamayacaklardır" buyurmuşlardır. Bari bu konuda kadınlar ve kızlar uyarılsın.

     

    Çok yazık... Müslümanlar başıboş kaldılar... Karanlık gecede fırtınaya yakalanmış, yağmura tutulmuş, kurtların hücumuna uğramış çobansız bir koyun sürüsü gibi... Müslümanların başında bir İmamü'l-müslimin, bir Emirü'l-müminin olmazsa olacağı budur.

     

    Yaz aylarında Sultanahmet Meydanında başı örtülü, kolu açık kızlar görüyorum. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu...

     

    Yine sakallı genç bir erkekle, başörtülü kız el ele tutuşmuşlar, herkesin arasında laubali şekilde yürüyorlar. Böyle bir şey Sultan Abdülhamid zamanında görülseydi, çift birbiriyle nikâhlı olsa bile, erkek tutuklanır, kız da ağır şekilde azarlanırdı.

     

    Allah sonumuzu hayreylesin!

     

    *(İkinci yazı)

     

    HİKMETSİZ CUMHURİYET ve DEMOKRASİ OLMAZ

     

    Bazıları durumu toz pembe gösteriyorlar ama Türkiye'de büyük krizler, bozukluklar vardır. Vaktiyle CHP başbakanlarından Dr. Refik Saydam "Bu memlekette A'dan Z'ye kadar her şey bozuktur" demişti. Bu bozukluklar azaldı mı, yoksa artarak mı devam ediyor, bu husus tartışılabilir ama ülkemizde bozukluk, kopukluk, kokuşma, her çeşit kriz olduğu gerçeği tartışılamaz.

     

    Bizdeki bozuklukların ana sebebi nedir acaba? Bendenize sorarsanız hikmetsizliktir. Hikmetin uyduruk Türkçede karşılığı, bilgeliktir. Hikmet sahibi kimselere, hakim bilge denir.

     

    Yusuf Kamil Paşa'nın söylediği şu beyit devlet ve ülke idaresinde hikmetin ne kadar önemli olduğunu ifade ediyor:

     

    "Hükümet hikmet ile müşterektir,

     

    Vezir olan hakim olmak gerektir."

     

    Devlet ve ülke idaresiyle ilgili ne kadar fazilet/erdem varsa bunların hepsi hikmetin içindedir.

     

    Hikmet adaleti, doğruluğu, dürüstlüğü, insafı, güvenliği, disipline zarar vermemek şartıyla halka şefkat göstermeyi tavsiye eder.

     

    Bir ülkenin idarecileri hikmet sahibi olursa, asla yalan söylemezler, iftira etmezler, halkı aldatmazlar.

     

    Hikmet sadece idareciler için gerekli değildir. İdareye, sisteme, düzene, rejime muhalif olanların da bilge olması gerekir.

     

    İktidar hikmetli, muhalefet hikmetli... Böyle bir ülkede derin ve vahim krizler olmaz.

     

    Hikmetli bir muhalefet hiçbir zaman yıkıcı hareket etmez.

     

    Hikmet sahibi bir iktidar ülkeyi nasıl idare eder?

     

    1. Kendisini ülkenin ve halkın efendisi olarak değil, hizmetkârı olarak görür.

     

    2. İktidarın imkân ve fırsatlarından yararlanarak zengin olmayı düşünmez.

     

    3. Büyük veya küçük hiçbir işin mevkiin, makamın başına ehliyetsiz kimseleri geçirmez. Emanetleri ehil elemanlara verir.

     

    4. Faaliyet ve hizmetlerin şeffaf olmasını sağlar.

     

    5. Büyük bir yanlışlık yaptığı vakit iktidardan çekilir.

     

    Demokrasi, cumhuriyet deyip duruyoruz. Hikmet olmadan demokrasi de, cumhuriyet de dejenere olmaya mahkûmdur.

     

    Son yüz yıllık tarihimize bakalım: İkinci Meşrutiyet ve 31 Mart darbeleri... Jön Türklerin devleti batırmaları... Milli mücadeleden sonra Milli kimliğe ve kültüre ihanet edilmesi... Tek parti diktatörlüğü... Akla ve mantığa aykırı yenilikler... 1946 seçimlerinde hile yapılarak milli iradenin ayaklar altına alınması... 1950-60 arasında Celal Bayar'ın kraldan daha kralcı, Atatürk'ten daha Atatürkçü fanatizmi ile statükoculuk yapması... 27 Mayıs 1960 darbesi... Bir yığın zulüm, rezalet, kepazelik, soytarılık... 12 Mart 1971 darbesi... 12 Eylül 1980 darbesi... Beyinsizce zulümler, halkın temel haklarının ve hürriyetlerinin zorbaca çiğnenmesi... 28 Şubat post-modern darbesi... Ergenekonlar... Yeni darbe planları... Güneydoğu'da bir köy halkına insan pisliği yedirilmesi... Yargısız infazlar... PKK terörünün gölgesinde, tozu dumanı içinde 100 milyarlarca dolarlık uyuşturucu kaçakçılığı... Diz boyu hıyanet, rezalet, kepazelik, cellâtlık, gaddarlık...

     

    Türkiye'de kriz mriz yok, her şey yolundadır, pembe ufuklara dörtnala koşuyoruz diyenlere soruyorum: Her sene dünya çapında temizlik ve şeffaflık anketleri yapılıyor, Türkiye şu ana kadar hep 5'in altında not almıştır. Yani sınıfta kalmıştır. Buna ne buyurursunuz?

     

    Türkiye'deki bütün bozuklukların sebebi hikmetsizlik; hikmetsizliğin ana sebebi İslam'a cephe alınmış olmasıdır.

     

    Türkiye bir İslam ülkesidir. Orada İslam'ı yıkmaya çalışırsanız, ülkeyi, devleti, halkı yıkmış olursunuz.

     

    İslam doğru anlaşıldığı, doğru yorumlandığı, doğru uygulandığı takdirde devlete, ülkeye ve halka adalet, güvenlik, medeniyet sağlar.

     

    Medeniyet sağlar dedim, şu anda dünya üzerinde 10'dan fazla medeniyet türü vardır. İslam'ın sağlayacağı medeniyet kendi medeniyetidir. Batı medeniyeti dünyanın ve insanın yapısına, fıtratına, boyutlarına uygun bir medeniyet değildir.

     

    Medeniyet denilince Batı medeniyetini anlayanlar ve İslam medeniyetini istemeyenler farkında olmadan bir intihar hareketi içindedirler.

     

    Türkiye, nasıl hikmetli bir ülke olacak? Hem iktidar, hem muhalefet nasıl hikmetli olacak? İdare edenler ve idare edilenler nasıl hikmetli olacak? Hikmetli bir eğitim sistemi nasıl kurulacak?

     

    En hayati soru: Türkiye Müslümanları nasıl hikmetli Müslümanlar olacak?

     

    10.02.2011

    Mehmet Şevket Eygi


  13. Osmanlı Sultanları ve Halifeleri

     

    Bazı İslamcılar; Osmanlıyı, Osmanlı Padişahlarını, Osmanlı Halifelerini sevmezler. Onlarda İranî tesirler, esintiler vardır.

     

    Vehhabîler, Osmanlıdan nefret ederler. Osmanlıları Müslüman bile saymazlar. Osmanlı Şeriat ile tasavvufu ve tarikatı birlikte yaşamış bir sistem kurmuştur. Vehhabilere göre, tarikat, tasavvuf şirktir, küfürdür; tarikat evliyası evliyauşşeytandır.

     

    Bir kısım Arap aktivist İslamcıları da, Osmanlıdan hoşlanmaz.

     

    Ehl-i Sünnet Müslümanları Osmanlıyı, Osmanlı Sultanlarını ve Halifelerini çok sever ve onlara rahmet okur. Bilhassa Halife-i Müslimîn Sultan Abdülhamid-î Sanî Hazretlerini şükran ve minnetle anarlar.

     

    Türkiye'deki Sünnî çoğunluk Osmanlıyı, Padişahları, Halifeleri, Osmanlının İslam uygulamasını beğenir ve tutar.

     

    Selanik Dönmeleri, Osmanlıdan nefret eder. Müslüman ve Türk postuna bürünmüş Sabataycılar, Osmanlı İslam sistemine, Devlet-i Aliyyeyi Osmaniyeye, Selatin-î Osmaniyeye, Hulefa-î Osmaniyeye kin, düşmanlık, nefret kusarlar.

     

    Dünyada, Ehl-i Beyt'i Mustafa'dan (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra hiçbir aile, Osmanlı ailesi kadar İslam'a, İmana, Kur'an'a, Sünnete ve Şeriata hizmet etmemiştir.

     

    Selanik Dönmeleri Osmanlıdan ne kadar nefret ediyorsa, biz Ehl-i Sünnet Müslümanları da Osmanlıyı bu nefretin bin kat misli sevmeli ve tebcil etmeliyiz.

     

    19'uncu miladî asırda Mekke-i Mükerreme, Şafiî Reisululeması olan Ahmet Zeynî Dahlan Hazretleri Fütühat-ı İslamiye adlı eserinin Osmanlılar bölümüne şu cümleyle başlıyor:

     

    "Hulefa-i Raşidîn'den sonra Kur'an'a ve Sünnete en fazla bağlı devlet, Osmanlı devletidir."

     

    Birkaç hafta önce Macaristan devlet büyüklerinden biri, bir konuşmasında şu cümleyi sarf etti:

     

    "Biz Macarlar 150 sene boyunca Osmanlı Türklerinin hâkimiyeti altında kalmasaydık, millî kimliğimizi kaybedecek ve tarihten silinecektik."

     

    Sabatay Sevi'yi Mesih kabul eden bir Selanik Dönmesinin, Osmanlı Sultan ve Halifelerine düşman olmasını anlamak kolaydır da, bir İslamcının düşmanlığını anlamak zordur.

     

    Osmanlıyı değerlendirirken onun çökme ve yıkılma devrindeki hastalıklarına, zaaflarına, olumsuz taraflarına bakmak insafsızlık ve adaletsizlik olur. Osmanlı kuruluş ve yükseliş devrine bakılarak değerlendirilmelidir.

     

    Osmanlı nedir?

     

    1. Kur'an'ı, Sünneti, Şeriatı esas alan bir İslam Devleti ve nizamıdır.

     

    2. Ehl-i Sünnet ve Cemaat üzeredir. Sevad-ı Azam ve Cumhur-i Ulema dairesi ve yolundadır.

     

    3. İslam'ın Şeriat ve tasavvuf boyutlarına bağlı kalmıştır.

     

    4. Beş vakit namazı emr ve teşvik etmiştir.

     

    5. Müslüman kadın ve kızları tesettüre sokmuştur.

     

    6. Adalet ve güvenlik sağlamıştır.

     

    7. Osmanlı idaresinde yaşayan Hıristiyanlara ve diğer ehl-i kitaba din, kimlik, kültür hürriyeti sağlamıştır.

     

    8. İslam dinini yaymış, İ'la-i Kelimetullah yapmıştır.

     

    9. Başka ülkelerden gelen Müslümanlara yabancı muamelesi yapmamış, onlardan pasaport istememiştir. Yani Osmanlı mülkü bütün Müslümanların mülkü olmuştur.

     

    10. İspanya'da Hıristiyanların zulmünden kaçan Yahudilere kucak açmış, onlara yaşama, kazanma, kimliklerini koruma hürriyetini sağlamıştır.

     

    11. On altıncı asırda Osmanlı bir Cihan Devletiydi. Onun enkazından 40'a yakın irili ufaklı devlet çıkmıştır.

     

    12. Osmanlı Müslümanların birliğini sağlamıştır.

     

    13. Osmanlıda din ile devlet özdeşti. Devlet, İslam'ın ve Ümmet-i Muhammed'in hizmetindeydi.

     

    Her kavim kendi büyükleriyle, kendi tarihinin zaferleriyle iftihar eder. Biz Müslümanlar da Osmanlı Devletiyle, Osmanlı Padişahlarıyla, Osmanlı Halifeleriyle, Osmanlı zaferleriyle, Osmanlı nizamıyla haklı olarak iftihar ediyoruz.

     

    Kanunî Sultan Süleyman aleyhi rahmeti ve'l-gufran Hazretleri büyük bir Padişahımız ve Halifemizdir. Dini Mübin-i İslam'a, Ümmet-i Muhammed'e çok hizmet etmiştir. Onun bize miras olarak bıraktığı Süleymaniye Camii bile, kendisine ebediyen minnettar ve müteşekkir olmamız için yeter de artar.

     

    İnsanlar hatasız ve günahsız olmaz. Peygamberler dışında hiç kimse masum değildir. Kanunî Sultan Süleyman Hazretlerinin de, hataları, kusurları, günahları olabilir. Vefatından 400 küsur sene geçtikten sonra biz onun günah ve kusurlarını görmeyiz. Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Geçmişlerinizi hayırla yad ediniz" buyuruyor. Sultan Süleyman bir mü'mindi, beş vakit namaz kılardı, mücahitti, gaziydi, Hadimü'l-Haremeyn idi. Çok hayır hasenat yapmış, geriye çok vakıflar bırakmıştır. Onun zamanında Türkiye, Avrupa içlerine, Macaristan'a, Ukrayna'ya, Cezayir'e, Sudan'a ve daha nice ülkelere kadar uzanan bir genişliğe, enginliğe sahipti. Tuna ve Nil o devletin iki iç nehriydi. Akdeniz bir İslam gölü haline gelmişti. Yeryüzünde zulme uğrayan herkes, Müslüman olsun Hıristiyan olsun Osmanlı ülkesine iltica ediyordu.

     

    Bu saydıklarım Selanikli Dönmelerin hoşlanmadığı şeylerdir. Biz Müslümanlar ise bunlardan çok hoşlanır, fahr ederiz.

     

    Kanunî Sultan Süleyman Hazretlerine saygısızlık eden soysuzları lanetliyorum; bütün Müslümanları atalarımıza, millî mefahirimize sahip çıkmaya davet ediyorum.

     

    09.02.2011

    Mehmet Şevket Eygi


  14. Milli Diktatör İsmet Paşa

     

     

    Selanik Dönmelerine göre, Türkiye'nin tarihi 1923'te başlar, ondan öncesi karanlıklar devridir. Osmanlı Padişahlarını zalim gösterirlerken yakın tarihimizdeki milli ve kendilerince kutsal diktatörleri göklere çıkartırlar.

     

    Yakın tarihimizin büyük zalimlerinden biri, Millî Şef İsmet Paşa'dır. 1938'den 1945'e kadar mutlak diktatörlük yapmış, 45'le 50 arasında "meşrutî" diktatörlük...

     

    İsmet Paşa'yı demokrasi kahramanı olarak gösterenler ne kadar ayıplansa ve kınansa yeridir. Bu zat, 1938-45 arasında Tek Parti oligarşik rejiminin başıydı. 1945'te, İkinci Dünya Savaşını kazanan ABD ve diğer Batı ülkelerinin baskısıyla istemeye istemeye çok partili rejime geçmek zorunda kalmıştır. 1946 seçimlerinde hile, baskı, ikrah (korkutma) ile seçimleri CHP kazanmış, 1950'ye kadar bu şaibeli seçimin galibi olarak iktidarda kalmıştır.

     

    Milli Şef İsmet Paşa neler yapmıştır?

     

    1. Türk Ceza Kanununa 163'üncü maddeyi koyarak Müslümanların inanç, düşünce, görüş hürriyetlerine zincir vurmuştur.

     

    2. Ülke sathında binlerce camiyi kapatmış, kimisini satmış, kimisini kiraya vermiş, kimisini yıktırmıştır.

     

    3. İman-İslam ve Kuran hizmetkârı Bediüzzaman Saidi Nursî'ye zulmetmiştir.

     

    4. Meşayih-i Nakşibendiyeden, hadim'ül-ümme ve'd-din Abdülhakim Arvasî Hazretlerine zulmetmiş onu İstanbul'dan Ankara'ya sürmüştür.

     

    5. İsmet Paşa zamanında Türkiye Müslümanlarının gerçek mânâda din, inanç, inandığı gibi yaşamak, çocuklarına dini eğitim vermek hürriyeti olmamıştır.

     

    6. Millî Şef İsmet Paşa hazretleri zamanında Müslümanlar Ezan-ı Muhammedi'yi bile okuyamıyorlardı. Gerçek ezanın yerini tutmayan ve "Tanrı Uludur" diye başlayan tercüme ezan okumak zorundaydılar.

     

    7. İsmet Paşa'nın mutlak diktatörlüğü zamanında matbuat (gazeteler, dergiler) dinden bahsedemezler, dinî konulu yayın yapamazlardı. Bu konuda, basın yayın genel müdürü yardımcısı İzzettin Nişbay'ın gazetelere gönderdiği resmî bir uyarı vardır.

     

    8. İsmet Paşa zamanında, kendi halinde Müslüman bir vatandaş, camiden çıkarken başındaki takkeyi cebine koymayı unutsa tutuklanabilirdi.

     

    9. Açıp gazete koleksiyonlarına bakın, bir tarihte Ticânî tarikatına mensup iki Müslüman Büyük Millet Meclisi dinleyici locasında Arapça ezan okudukları için yakalanmışlar ve kendilerine işkence edilmişti.

     

    10. İsmet Paşa zamanında müftü, vaiz, imam, hatip yetiştiren bir tek okul yoktu.

     

    11. İsmet Paşa'nın başbakanlarından biri "Bana otuz sene mühlet verin, dinin kökünü kazıyıp ortadan kaldırayım" mealinde bir laf etmişti.

     

    12. Bir başka İsmetî başbakan, "Komünizmi dizginlemek için dinden yararlanalım" diyenlere, "Ben kızıl zehri önlemek için yeşil zehri panzehir olarak kullanmam" cevabını vermiştir.

     

    Diktatör İsmet Paşa zamanında Türk halkının büyük kısmı sefalet içinde yaşıyordu. 40 bin köyün 40 bininde de elektrik yoktu... Çoğunda içme suyu sıkıntısı vardı... Verem ve sıtma ülkenin tamamını pençesi altına almıştı... Batı Karadeniz bölgesinde frengi yaygındı... İşçilerin hiçbir sosyal hakkı yoktu... Çoğunluğu oluşturan Müslüman halkın temel insan hak ve hürriyetleri ayaklar altındaydı... İkinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul'da sıkıyönetim vardı... Üniversiteler Tek Parti rejiminin çiftliğiydi... 1944'te, Milliyetçi ve Türkçülerin ileri gelenleri tutuklanmış İstanbul'da Sansaryan Hanındaki tabutluklarda akla ve hayale gelmeyen işkencelere maruz bırakılmıştı... Halkın bir kısmının pabuç alacak parası olmadığı için çarıkla dolaşıyordu. Çarık alacak imkânı olmayan da yalınayak geziyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında karaborsacılar, istifçiler, muhtekirler büyük paralar vurmuşlardı. Birader Kambur Rıza milyarder olmuştu... İsmet Paşa zamanında yargı, rejimin emrindeydi...

     

    Şimdi kalkmışlar Selanik Dönmeleri bu diktatörün demokrasi havarisi olduğunu iddia ediyorlar.

     

    Yalanlarından biri de şudur:

     

    Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa sıkı fıkı can ciğer dost ve arkadaşmış. Yalan, yalan, yalan...

     

    Bir tilki kadar kurnaz olan İsmet Paşa, Atatürk'ün onulmaz bir hastalığa yakalandığını öğrenince bir senaryo hazırlamış, "Ben rakı sofrasından emir almam!" diye rest çekmiş ve M. Kemal'den sonra rejimin başına geçmek üzere harekete geçmişti. Futbol maçı seyretmeye gitmiş, halka kendisini alkışlatmıştı.

     

    M. Kemal Paşa vefatından önceki günlerde İsmet'in vefat etmiş olduğunu biliyordu. Hatta, engin servetinden onun çocuklarına burs verilmesini vasiyet etmişti. Acaba Paşa Hazretleri İsmet'in öldüğünü nereden öğrenmişti?

     

    O tarihlerde bir gece, zamanın büyük gazetelerinden birinde bir kalıp değişikliği yapıldığını, "vefat eden İsmet Paşa'nın cenazesi resmî devlet töreniyle kaldırıldı" başlıklı bir haber konulduğunu bendenize merhum Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu söylemişti.

     

    İsmet Paşa ve yakın tarihimizin öteki diktatörleri, Selanik Dönmelerinin; kahramanları, çok sevdikleri ve beğendikleri büyükleri olabilir ama Müslüman Türkiyeliler onların bu sevgilerini ve görüşlerini asla paylaşmazlar.

     

    Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş...

     

    35 Milyar Dolar...

     

    Parayı Kenz Yapmak

     

    Ortadoğu'da bir kral ölmüştü. Gazeteler 30 küsur milyar dolar miras bıraktığını yazmıştı... Tunus diktatörünün de büyük miktarda serveti/parası olduğu söyleniyor. Hüsni Mübarek'in serveti 35 milyar dolarmış. İslam devletlerinden birinin büyük bir hocasının 67 milyar dolarlık bir servete sahip olduğunu geçen hafta bir internet sitesinde okudum.

     

    Bugünkü İslam dünyasında, İslam'a uymayan çok yolsuzluk yapılıyor. Yüce dinimiz kenzi yani para istiflemeyi, yığmayı yasak ve haram kılmıştır.

     

    Para geçinmek, ticaret yapmak, üretmek, hizmetleri yürütmek, istihdam etmek, halka iş ve aş sağlamak için bir vasıtadır.

     

    Para amaç değildir.

     

    Para ana değer değildir.

     

    Parayı kenz etmek yani yığmak, istiflemek ve çalıştırmamak günahtır.

     

    İki türlü kenz yapılabilir:

     

    (1) Helal para kenz yapılır. Bu büyük günahtır.

     

    (2) Haram ve kirli para kenz yapılabilir. Bu, birincisine nispetle bin misli günahtır.

     

    Müslüman büyük tacirlerin, Müslüman sanayicilerin, Müslüman iş adamlarının elbette büyük paraları olacaktır ama bu para sermaye olarak kullanılacaktır. Bu sermaye ile insanlar çalıştırılacak, onlara iş ve aş temin edilecek, ülke ve toplum kalkındırılacaktır. Bu para ile çeşitli hizmetler yapılacaktır.

     

    Para bu işlerde kullanılmaz da İsviçre veya Basra Körfezi bankalarındaki gizli hesaplara konulursa kenz yapılmış olur.

     

    Adamın gizli hesabı yok, aileden, babadan kalma büyük parası var ve bunları bankalara koymuş, faizini yiyor. Bu hem kenzdir, hem de riba/faiz yemektir ki, iki büyük günah bir araya getirilmiş, katlandırılmıştır.

     

    Bundan on beş yıl kadar önce muhterem bir şeyh efendinin aracılığı ile 15 bin liralık bir hayır parasının bir yerden alınması mevzuubahis olmuştu. Bendeniz "Bu para güvendiğimiz dostlarımızdan filancanın nezdinde emanet olarak dursun" demiştim. Şeyh efendi "Böyle bir şey kenz olur" diyerek reddetmişti. Çok şükür, o para alınmamış ve biz de kenz günahından kurtulmuştuk.

     

    Müslümanların çoğu kenz nedir bilmezler, belki nicesi hayatları boyunca kenz kelimesini bir kere bile işitmemişlerdir. Ümmet-i Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) para, riba, kenz konularında aydınlatılmalıdır.

     

    Bugün ülkemizdeki Müslümanların büyük çoğunluğunun dini İslam'dır ama paraya kapitalist gözlüğüyle bakmaktadırlar.

     

    Allah'ın bize en güzel örnek ve model olarak göndermiş olduğu Resulullah efendimiz parayı sevmezler, nezdinde para tutmazlardı. Şu hadis-i şerifini hepimiz ezberlemeliyiz:

     

    "Uhud dağı kadar altınım olsa, borç ödemek için alıkoyacağım birkaç dinar dışında, bu paranın bir gece bile nezdimde kalmasından hoşlanmam, hepsini tasadduk ederim (Allah rızası için sadaka olarak dağıtırım)."

     

    Hayırlı ve helal işlerde kullanılan parada, sermayede hayır vardır.

     

    Hapsedilen, istiflenen, yığılan kenz parada hayır yok, günah vardır.

     

    Bir Müslüman, öldüğünde cenaze masraflarına harcanmak için beş on bin lirayı bir yere koymuş. Bu kenz sayılır mı, bilemem. İcazetli ve takvalı para-sevmez müftülerden fetva alınmalıdır.

     

    Adı "MÜSLÜMANIN PARA TALİMATNAMESİ" olacak bir talimatname çıkartılmalı, bunda para konusunda Kur'anın, Sünnetin, Şeriatın, fıkhın, tasavvufun ve İslam ahlakının temel kuralları, emirleri, yasakları, öğütleri maddeler halinde Ümmet-i Muhammed'e bildirilmelidir.

     

    İslam'da parayı israf etmek büyük günahlardan ve haramlardandır. Bazı şımarık zenginler "Biz helalinden kazandık, zekatımızı veriyoruz (sahiden veriyorlarsa yahut verdikleri zekat sayılıyorsa), canımızın istediğini yaparız" mealinde konuşuyorlar. Yanılıyorlar, çok yapılıyorlar. Onlardaki para (helal olsa bile) emanettir. Bu parayı Allahın rızasına, Peygamberin öğüdüne ve Sünnetine, Şeriata ve ahlaka uygun şekilde kullanmak, çalıştırmak, harcamak zorundadır. Dinimiz israfı kesin şekilde, farz-ı ayn olarak haram kılmıştır. Kur'an israf edenler için "Onlar şeytanın kardeşleridir" buyuruyor.

     

    Adamın parası var, 100 bin dolara lüks araba alıyor. Haram haram harammm!.. Çünkü israf ediyor, çünkü bu araba onu gurur ve kibre götürüyor, çünkü bu lüks araba onu azdırıyor...

     

    Ne yapmalı?..

     

    50 bin liralık güzel bir oto almalı, artan 100 bin lira ile işini genişletip, yahut bir dükkan, küçük bir iş yeri açıp birkaç işsiz ve aşsız vatandaşa ekmek parası kazandırmalıdır.

     

    Çağımızda Müslümanların para ile olan muameleleri feci ve dehşet verici şekilde kötüdür. Genelde para imtihanını kaybetmiş durumdayız.

     

    Hele şu Mübarek'lerin 35 milyar dolarlık servetleri...

     

     

    Mehmet Şevket Eygi

    08.02.2011

    • Like 1

  15. Savcılarımız hakimlerimiz bi­lirkişilerimiz... yel-yepelek işe koyulmuşlardı.

     

    Değerli tarihçimiz Yılmaz Öztuna geçen cumartesi sohbetinde yazdı: “Mustafa Kemal Paşa Vah­deddin’in hayır duasını alarak Samsun’a çıktı...” Öztuna dosdoğru yazan tarihçilerimizdendir.

     

    Öztuna’nın açıklamasından sonra sevgili Rahim Er kardeşim de kendi köşesinde hepimize bir soru yöneltti. “Necip Fazıl’ın suçu neydi?. Çünkü Necip Fazıl 35 yıl kadar önce Sultan Vahdeddin üze­rine bir kitap yazmış orada aynen Yılmaz Öztuna’nın tespitiyle demişti ki: “Mustafa Kemal Sam­sun’a Vahdeddin’in izniyle çıktı!”

     

    Hatırlıyorum: Birtakım çevrelerde âdeta küçük kıyamet kopmuştu. Savcılarımız hakimlerimiz bi­lirkişilerimiz... yel-yepelek işe koyulmuşlardı. Sonunda Necip Fazıl Atatürk’ün aziz hatırasına neş­ren hakaretten bir buçuk yıl hapse mahkûm edilmişti. Olur muydu? Necip Fazıl nasıl böyle bir iddi­ada bulunurdu. Atatürk gibi bir büyük vatanperver Vahdeddin gibi bir vatan haininin izniyle-em­riyle Anadolu’ya çıkar mıydı? Gerçekten de Prof. Dr. Ayhan Songar’ın Necip Fazıl’ın sağlığıyla ilgi­li raporu olmasaydı Necip Fazıl ömrünün son aylarını hapishanelerde geçirecek zindanda ölecek­ti.

     

    Peki bu neden böyle? Necip Fazıl’ın suçu var mıydı? Elbette yoktu. Suç bizim eğitim sistemimizde­dir. Resmî tarih anlayışımızdadır. Şimdi bir hadiseyi bütün canlılığıyla hatırlıyorum: Sivas’ta Ziya Gökalp İlkokulunun son sınıfında öğretmenimiz demişti ki: “Çocuklar hain Vahdeddin vatanımızı üç çuval altına İngilizlere satmak istiyordu. Fakat Atatürk buna razı olmadı. Bir sabah pusulası bile olmayan bir gemiye gizlice binerek Samsun’a çıktı. Bizi hem o hain padişahtan hem de düş­manlarımızdan kurtardı.”

     

    İnanmayacaksınız ama gerçek: Ben lise sıralarına kadar hep bu safsataları duyarak ve onlara ina­narak okudum. Rahatlıkla diyebilirim ki Necip Fazıl’ı mahkum eden savcılar hakimler bilirkişiler hep o “Hain Vahdeddin” kıskacında kaldıkları için okumadıkları bilmedikleri öğrenmek istemedikle­ri için yüz karası bir kararla cüceleşip kalmışlardı. 2008 yılında bile koca koca birtakım adamlar hâlâ sanıyor ve inanıyorlar ki Atatürk’ün kahramanlığı ve vatanseverliği Vahdeddin’in korkaklığı ve vatan hainliğiyle orantılıdır. Yanlıştır! Yanlıştır! Yanlıştır! Atatürk’ün hiç kimsenin korkaklığına ve hainliğine zerre miskal ihtiyacı yoktur. Çünkü o noksansız bir vatansever ve kahramandır.

     

    Acaba bu konuda Atatürk ne söylemiştir? Onun neler söylediğini Falih Rıfkı Atay’ın ÇANKAYA isim­li kitabının 174-175. sayfalarından aynen alarak dikkatinize sunuyorum. Atatürk F.R. Atay’a diyor ki: “Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdeddin’le âdeta diz dize denecek kadar yakın otur­duk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinde gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları. Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş. Manzarayı görmek için oturduğu­muz yerlerden başlarımızı sağa-sola çevirmek kâfi idi. Vahdeddin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: “Paşa! Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilâve etti): Tarihe geçmiştir. O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum. “Bunları unu­tun!” dedi. “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa! Paşa! Devleti kurtarabilir­sin!”

     

    Merak buyurmayın efendimiz dedim. Nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. Bana emir buyurduklarını­zı bir an unutmayacağım.” “Muvaffak ol!” hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım. Naci Paşa padişahın yaveri fakat benim hocam derhal benimle buluştu. Elinde ufak mu­hafaza içinde bir şey tutuyordu.

    “Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası” dedi. Kapağının üzerine Vahdeddin’in inisiyalleri işlemiş bir sa­atti. “Peki teşekkür ederim dedim.”

    Şimdi sormak sırası bendedir. “Mustafa Kemal Vahdeddin’in izniyle ve duasıyla Samsun’a çıktı” demek Atatürk düşmanlığı ise Atatürk’ün Falih Rıfkı’ya anlattıkları nedir?

    Acaba Atatürk de mi Atatürk düşmanıdır?

     

    Yavuz Bülent Bakiler

    • Like 1
×
×
  • Create New...