Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. kaçış

     

    Şimdi yosmaların dolaştığı kaldırımlarda, apansız çöken yorgunluğuma aldırmadan uğruna ölebileceğim bir kelebek kanadı arıyorum. Bir müebbedin duvara attığı çentikler kadar sonrasız adımlara bırakıyorum soluklarımı. Huysuz bir rüzgâr heveslerimi saçıyor etrafa. İlgilenmiyor sokak çocukları.

     

    Yıldızların oyun saati. Akrebin zehri doluyor yelkovanın üzerine. Vakti melekler sırtında taşıyor. Ellerimi gecenin yumuşak karnında gezdiriyorum. Doğmamış çocuğu hissetmeye çalışıyorum parmak uçlarımda. Bir tren garının rutubet kokan odasında, zamansız tarifelere aldanmış, tutkularımızın trenini bekliyoruz. Bir anne ölmüş ya da bir yaprak düşmüş olmalı. Duvarların soğuk yüzünden gözyaşları sızıyor. Ölümün çığlığından korkup, kahkahanın örümcek ağından mağarasına giren bir palyaço kadar çaresiz, duvarın bir köşesine sinmiş başımı ellerimin arasında saklıyorum. Yaşlı bir adamın ellerini andırıyor sokaklar.

     

    Biliyorum, gitmeliyim...

     

    Tarık Tufan


  2. nazlan

    sitem et

    kırıl bana

    beni geç vakit

    tek başıma suya yolla

    bahçede yüzünü öteye çevir

    güle hayret ediyormuş gibi yap

    gülümseyerek konuş da başkalarıyla

    somurt avluda sadece ikimiz kalınca

    kızıp en ivecen adımlarınla üst kata çık

    en sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden

    derinleşsin ben içerledikçe ruhundaki sakarlık

     

    ismet özel


  3. Endülüs Öyle bir Rüyadır ki Biz Bu Rüyayı Görmek İçin Bin Hakikati Veririz" **

    Portakal yerken aklınıza ahlar vahlar çektiren bir tarihin geldiği oldumu hiç..

     

    Veya bir ekmeğin arasına iki zeytin sıkıştırırken..

     

    Benimde olmuyordu daha ENDÜLÜS'Ü tanımazken..

     

    Omuzlarımızda 800 yıllık bir medeniyetin mirasının yükünü hissetmiyorsaktarihlerin şahit olduğu yiğitlere biz kendimizi şahit tutamıyorsak ve hala Avrupanın tek sahibi olarak batılıları görüyorsak.. omuzlarımızın böyle düşük olmasının sebebini uzaklarda aramaya lüzum yok..

     

    Afrika Fatihi Ukbe Bin Nafi;

    Afrikayı fethettiğinde önüne çıkan okyanusa bakıp şöyle diyecektir :

     

    "Ya Rabb önüme şu uçsuz bucaksız derya çıkmasaydın adını daha ötelere taşırdım"Ukbe'nin kabul olan duasıdır Endülüs..

     

    Çünkü Rabb iki yiğit kardeşinin eliyle deryaları aşıp bugün hayalini bile kuramadığımız avrupanın ortasına taşıyacaktır İslam ordularını..

     

     

    Biri savaş esirin oğlu olan Musa Bin Nusayr diğeri onun azadlısı Tarık Bin Ziyad

    Sizede garip gelmedimi bu iki isim ?

    Avrupada katı bir kast sistemi varken kölelerin hiçbir hakkı dahi söz konusu değilken Allah fethi işte bu azadlı iki esirle gerçekleştirmişti.

     

    Böyle bir medeniyetti bizimkisi esirlerden dahi fatihler çıkaran çünkü insan olmak ve islam olmak geçerliydi bizde bir zamanlar..

    Ve bu komutanlar fethi gerçekleştirdikten sonra Şam’a halifenin yanına döneceklerdi.

    Çünkü; kaygıları işgal etmektoprak çoğaltmak saltanat kurmak değil FETİH yapmak İslam ile İnsan arasındaki engelleri kaldırmak idi..

     

    Hicri 91 Miladi 711 Endülüs Fethediliyor

     

    SebteKurtubavadi lekketuleytula..

     

    Kimse zorlanmıyor İslam'a kimsenin elinden alınmıyor evi barkıkimsenin ırzına geçilmiyoraşağılama yok..kınama yok..

    Cami yaptırmak için pazarlığa girişiliyor kimi zaman gayri müslim biriyle ve her iki tarafında razı olduğu şekilde bitiyor pazarlık..Ve onlar yani Hristiyanlar tıpkı bu adalete şahit olanlar gibi "Vallahi yerler ve gökler bu adalet sayesinde ayakta duruyor" diyorlar..

     

    Tam 800 yıl Avrupa'ya medeniyet taşıyoruz..

     

    Bugün dünyada ilk üniversite kabul edilen Oxford 1215 yılında kuruluyor

    Endülüs'e açılan üniversitenin tarihi..750 gülümsetiyor değilmi..

     

    Yalnızca Kurtuba'da 28 üniversite açtırıyor Ömer İbn-i Abdülaziz..

     

    Başkent Kurtuba'ya dünyanın incisi gözüyle bakılıyor

    Dünya diplomasisinin merkezi oluyor..

     

    ~~ Portakal demiştik..Evet botanikte ilk defa aşılamayla yeni meyve üretiliyor..Portakalgreyfurdlimon yalnızca birkaçı..

     

    ~~ Avrupa zeytinle tanışıyor çünkü imalatı endülüs yapıyor..

    ~~ Ziraat tarihini ilk endülüslü bir bilgin yazıyor

    ~~Yine botanik ansiklopedisini Endülüslü bir alim olan İbnül Baytaryazıyor

    ~~Türkçe'nin en çaplı 3 eserini yazan yine bir Endülüslü

    ~~Ziryab..Endülüslü bir müzik dahisi 1o bin eseri beste ve güftesiyle icra ediyor ve ud'a 4. teli ekliyor..

     

    Kurtubileribni rüşdleribni cebirler.. Endülüs'ün bağrından çıkan daha nice alimler.

     

    Bu yapılanların ise yalnızca Endülüs Devletinin son zamanlarında olması daha şaşırtıcı

    ya öncesi diye soruyor insan..

    Sonu buysa başı nedir diyor..

     

    Batılı düşünürlerin bugün ortak kanısı "Endülüs olamasaydı batı rönesansı gerçekleştiremezdi"..

     

    Nietzsche diyecektirki: "Hristiyanlığın en büyük cinayeti Endülüs'e son vermesidir"

     

    Tam 800 yıl ayakta kalan bir medeniyetin dağılması yine çapsızliyakatsız yöneticiler ve kardeş kavgalarının nihai sonucu oluyor..

    Arap müslümanlar Afrikalı müslümanları katlediyor fitnetül kübra dedikleri büyük fitne boy gösteriyor..

    Sebebimi?

    hiç yabancı gelmeyecek size

    mezheblerinin ihtilafları ve kendi mezhepli olmak yerine mezhepçi oluşları..

     

    Ve düşman boşluktan yararlanarak endülüs’ün şehirlerini bir bir düşürüyor

    Ve Endülüs'ün ikinci başkenti Tuleytula düşüyor

     

    Yalnız tuletulayla birlikte 4 bin cami 600 hamam düşüyor..

    ve ardından diğer şehirleri bir bir gidiyor..

     

     

    Avrupalılar bugün Endülüs'ün izini kazımakla bitiremiyor

    Bir zamanlar 32 bin kişiyle namaz kılınan camilerimizde bugün bir rekat namaz kılmanız dahi zor..

     

    Endülüs'ü dinlerken gözlerimiz dolu dolu dinlemiştik..

    Ümmetin hayal kurmayı bile unutan gençlerine belkide Endülüs şöyle diyordu: "Başkalarının hayallerinin tükendiği yerde bizim hakikatimiz başlar"...

    Hayallerinizi ve umutlarınızı diri tutun diyordu

    Tarık bin Ziyad Endülüs'ü fethetmeden Fatih Sultan İstanbul'u almadan hayallerini kurmuşlardı..Bizim hayallerimize ne oldu da bugün yarının hayalini bile kuramaz olduk..

     

    Ve ben kendimle birlikte herkese soruyorum müslümanım deyip özgürlüğe teslim olanların sesinin böyle kısık çıkmasının sebebini..en çok onlar karşısında azametli olmamız gerekirken omurgalarımızın böylesine eğikliğini..

     

    Bugün iki adım ötemizdeki yüreğin fethine dahi elimiz yetmezken insanlık adına İslam adına cilt cilt eserler şöyle dursun hanlar hamamlar şöyle dursun bir çöpü dahi yerinden oynatmak zor geliyorken.. bizde olmayıp da onlarda olan ne idi ki kilometrelerce uzaklara gözlerini dikmişler ve Ya Rabbi senin adını oraya taşımak istiyoruz diye dualarını davaları edinmişlerdi ?

    Bize ne oldu da?..

     

    SEYYID KEMERKAYA

    • Like 2

  4. Şüphesiz her tarihsel dönemde farklı “İslam”lar olmuştur ama tüm o “İslam” lar İslami corpus’un ve İslam dünyasının kendi iç-dinamiklerinin çatışma ve çelişkilerinin sonucu idiler ve varlıkları asla bir kimlik krizine işaret etmiyordu. Bugünün dünyasında ise “İslam” dendiğinde en azından dört ayrı veçheyi birbirinden ayırt etmemiz gerekmektedir. Bunlar: 1) Kuran’a ve Hadislere dayanan inanç dogma ve ayin olarak İslam dini 2) Yaşam tarzları kültürleri duyarlılık ve görüş farklarıyla Müslümanlar 3) Her tarihsel dönemde daima var olmuş olan İslami buyrukların katı olarak uygulanmasını öğütleyen kendini zamandan bağımsız kabul eden edebiyatı müziği şiiri reddeden ama devleti ele geçirmeyi asla düşünmediği gibi politikadan uzak durulması gerektiğini vurgulayan köktendinci akım 4) İslam’ın yalnızca bir din değil aynı zamanda bir ideoloji ve yönetim sistemi olduğunu söyleyen modern zamanlarda ortaya çıkan ve çoğu kere terör ile karakterize veya terörle bağdaşık olan siyasal İslam…Çağdaş Müslüman’ın kimlik krizinin hem en açık işareti hem de asıl sorumlusu bir yandan kökene duyulan siyasal arzu diğer yandan buna eşlik eden terör ile karakterize olan ve diğer Müslüman varoluşları açıkça Müslüman olmamakla suçlayan siyasal İslam’dır.

     

    İslam bir din dünya görüşü ve yaşama tarzı olarak ortaya çıkışından itibaren tarihteki en şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı bir olgu olarak zamanı ve coğrafyayı hem yeni bir renge boyamış hem de gündelik hayatı yeni baştan estetize edebilen bir uygarlığın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Ama modernlikle birlikte bu kez şaşırma sırası İslam dünyasındadır. Modernlik bir din olmasa da tıpkı İslam gibi yeni bir dünya görüşü ve yeni bir yaşama tarzıdır ve üstelik karşılaştığı tüm dünyaları cezbetmekte kendisine çağırmaktadır. Yeni İslami ideolojinin kökenlere böylesine vurgu yapmasına neden olan sıkıntı Hakikat ile Yasa Hakikat ile dil ve öznellik arasındaki geleneksel dayanışmanın bozulmasının da bir semptomudur.

     

    Kimlik, kriz, kimlik krizi

     

    Bugünün dünyasında “kimlik” en büyüleyici kavramdır; kimlik araştırmaları ve kimlik söylemi her şeyden önce gelir. Toplumsal analize konu olan yerleşik sorunlar artık kimlik ekseni etrafında yeni baştan ele alınmakta “insan hakları” dendiğinde daha çok kimlik hakkı; “hayat siyasetleri” dendiğinde kimlik oluşturmak için yapılacaklar anlaşılmaktadır.

    Şimdiki zamanların “kimlik”in yanı sıra öne çıkan yanlarından birisi de bir “kriz” dönemi olarak nitelenmesidir. Birçok farklı değerlendirmeler olsa da içinde yaşadığımız “Postmodern durum”un modernliğin yaşadığı bir kriz dönemi olduğu ağırlıklı olarak kabul edilmektedir. Modernlik Batı kaynaklı yani o bilinen Helenistik akıl ve estetik Roma hukuku ve Judeo-Hıristiyan saç ayağına oturan yeni bir uygarlaşma projesiydi. Rönesans ve Reformasyon’la uç verdi; Aydınlanma ve izleyen “Ulus Devletler Çağı” ile doruğa çıktı. Sonuçta tüm insanlığı diğer tüm uygarlık kalıntıları üzerinde yaşayan toplumları da cazibe halesi içine alarak ve etkileyerek “dünya uygarlığı” haline gelmeyi başardı. Bu başarı onu bizatihi bir “insanlık hali” konumuna yükseltti. Her toplum geç kaldığı modernleşme vagonuna bir biçimde atlayabilmenin kendine özgü modernleşmenin yollarını aramaya başladı ve yönünü modernleşme tarafına çevirdi.

     

    Ancak bu başarılar yalnızca madalyonun bir yüzüydü. Modernleşmenin diğer yüzü skandallar ve sıkıntılarla doluydu. Bilimsel ve teknolojik devrimler iyiydi iyi olmasına ama dünyanı derin bir ekolojik krizle ve dehşetengiz bir silahlanma yarışıyla yüz yüze getirdi; bir “bilim dini” yaratarak modernliğin Batı kökenli olmasının zaten yol açacağı teolojik krize çanak tuttu. Bireye ve onun rasyonalitesine dayalı yeni bir inanç sistemi oluşturulamıyor irrasyonel spritüalistik akımlar modernlik gemisinin zeminini kemiriyor su almasına yol açıyordu. Modernliğin büyük filozofu Kant “Bilime yol açmak için inancı araladım” demişti ama kendi teolojisinin gereği olarak akılla inancı bir arada barındıramayan Batılı zihin modern çağlar boyunca binbir zahmetle oluşturduğu ve gerçeği bunlar sayesinde temellük ettiğine inandığı “büyük anlatı”lardan birer birer vazgeçti. Önce dil ile gerçek arasında bir ilişki olmadığı gösterildi; dil metaforik bir yapıydı; hakikat Nietzsche’nin söylediği gibi “seyyar metaforlar ordusu”ndan başka bir şey değildi. Yorumsama gerçekliği aramaktan vazgeçmiş beşeri bilimlerin ve hatta tüm beşeri söylemlerin ortak yolu haline geldi. Dil hakikati vermiyorsa her hakikat iddiası yapıçözümüyle bozguna uğratılabilecek kof bir damara sahipti. Dostoyevski “Tanrı yoksa her şey mubahtır” demiş ve insanları ikna edebilmişti; şimdi “Tanrı varsa her şey mubahtır” diyenler de insanları ikna edebiliyordu artık hem de aynı insanları…

     

    Ve sonuçta geldik bugüne: İnsanlar büyük anlatılara inanmıyorlar ama tuhaf bir biçimde inançlara saygı göstermenin gereğine inanıyorlar. İnançlara neden saygı gösterileceğinin ise gerçekte hiçbir rasyoneli yok. “İnanç çoğulluğu” “dinlerin kardeşliği” gibi fikirler aslında kazananın inançsızlık olduğunun ya da en azından derin maneviyat krizinin üstünü örtmeye yarıyor. “Da Vinci’nin Şifresi” kitabı pagan inançlarını ululayarak insanları büyülüyor; insanlarda hepimizde tuhaf bir köken merakı ortaya çıkmış durumda. Tüm bunlar bir krizin açık işaretleridir.

     

    “Kimlik krizi” kavramı halen klinik psikiyatride kullanımda olan bir tanı; ilk kez İkinci Dünya Savaşı yıllarında psikiyatrist Erik H. Erikson tarafından ergenlik dönemindeki kargaşa halini tanımlamak için kullanılmış bir kavramdır. Ergenlik döneminde “kişisel aynılık ve tarihsel süreklilik duygusu” henüz tam kazanılmamış olabilir ve kimlik krizi beklenen bir durumdur. Ama bu hal ergenlik sonrası yetişkin hayatta da sürerse kimlik krizi artık tıbbi müdahaleyi gerektiren patolojik bir duruma dönüşür. Sağlıklı bir kimliğe sahip olan kimse kendisini öznel bir canlandırıcı aynılık ve süreklilik duygusu içinde hisseder. Yaşadığımız postmodern zamanlarda kimlik sürekli inşa edilecek bir şey gibi görüldüğünden hayat kullanılıp atılabilecek nesnelerle dolu konteynır gibi algılandığından Erikson’un sözünü ettiği aynılık ve süreklilik duygusu adeta ender olarak ortaya çıkması mümkün olan bir hale gelmiştir. Zaten aynılık ve süreklilik pek de istenen bir duygu değildir. Bunun yerine insanlar bir giysi gibi benimsenebilen ve çıkarılıp atılabilen kimlikleri tercih etmektedirler. Kimse bağlayıcı bir seçim yapmamakta iğretilik zamanımızı karakterize etmektedir. Çılgınca bir kimlik arayışı bu zamanların ve küreselleşmenin meşru çocuğu ve doğal ortağı konumundadır (Kimlik konusundaki ayrıntılı değerlendirmeler için Zygmunt Bauman’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmış olan “Bireyselleşmiş Toplum” kitabına bakılmalıdır.) Yani yaşadığımız zamanlarda “kimlik”in bu kadar öne çıkmasının nedeni aslında ciddi bir “kimlik krizi” yaşıyor olmamızın tezahüründen başka bir şey değildir.

    İşte böyle bir genel kriz zamanında tüm kimliklerin zaten krizde olduğu çağdaş dünyada Müslüman’ın kimlik krizinden söz edeceğiz.

     

    Müslüman’ın kimlik krizi

     

    Şüphesiz her tarihsel dönemde farklı “İslam”lar olmuştur ama yaşadığımızdan önceki zamanlarda tüm o “İslam” lar İslami corpus’un ve İslam dünyasının kendi iç-dinamiklerinin çatışma çelişkilerinin sonucu idiler ve varlıkları asla bir kimlik krizine işaret etmiyordu. “İlahi takdir”in hayat projesiyle “kader”in yapılan işle kişinin içine doğduğu “insan doğası”nın kişinin kendine biçip uyduracağı kimlikle yer değiştirdiği işte böyle bir dünyada farklı İslam’lar da artık doğrudan doğruya bir Müslüman kimlikte bir “kriz” anlamı taşımaktadır. Bugünün dünyasında “İslam” dendiğinde en azından dört ayrı veçheyi birbirinden ayırt etmemiz gerekmektedir. Bunlar: 1) Kuran’a ve Hadislere dayanan inanç dogma ve ayin olarak İslam dini 2) Yaşam tarzları kültürleri duyarlılık ve görüş farklarıyla Müslümanlar 3) Her tarihsel dönemde daima var olmuş olan İslami buyrukların katı olarak uygulanmasını öğütleyen kendini zamandan bağımsız kabul eden edebiyatı müziği şiiri reddeden ama devleti ele geçirmeyi asla düşünmediği gibi politikadan uzak durulması gerektiğini vurgulayan köktendinci akım 4) İslam’ın yalnızca bir din değil aynı zamanda bir ideoloji ve yönetim sistemi olduğunu söyleyen modern zamanlarda ortaya çıkan ve çoğu kere terör ile karakterize veya terörle bağdaşık olan siyasal İslam…

     

    Bu dörde bölünmüşlüğün kendisi bizatihi bir krizdir ama “çağdaş Müslüman’ın kimlik krizi”nden bahsedecek olmamızın nedeni özellikle bu dördüncü sırada ele aldığımız ve İslam tarihinde yepyeni bir oluşum olarak gündeme gelmiş olan siyasal İslam’dır. Şüphesiz onun kadar olmamakla birlikte siyasal İslam’ın yanı sıra çağdaş Müslüman’ın kimlik krizi görüntüsüne katkıda bulunan bir diğer yeni olgu da modernlikle uyumlu laikliği tamamen kendine özgü bir tarzda anlayan ve benimseyen bir Müslüman tipolojisidir. Ancak her dönemde tarihsel dönemin özelliklerine bağlı olarak böyle yenilikler gündeme gelmiş olduğundan doğrudan doğruya tarihsel koşullarla ilgili modern-laik Müslüman tipini “Müslümanlar arasındaki yaşam tarzları kültür duyarlılık ve görüş farklılıkları” bölümü içinde incelemek daha uygun olacaktır. Çağdaş Müslüman’ın kimlik krizinin en açık işareti ve asıl sorumlusu bir yandan kökene duyulan siyasal arzu diğer yandan buna eşlik eden terör ile karakterize olan ve diğer Müslüman varoluşları açıkça Müslüman olmamakla suçlayan siyasal İslam’dır.

     

    Krizin sorumlusu siyasal İslam

     

    Bu yüzyılın başında Mısır’da ve Pakistan’da siyasal İslamcılığın temelleri atıldığında ortaya çıkan şey İslam tarihinde yepyeni bir olaydı. Siyasal İslam (ya da İslami Hareket) iddia edildiği gibi dinin basitçe geri dönüşünün değil yeni bir ideolojinin tezahürüydü. Zira İslami Hareket İslam tarihini adeta bir “köken feshi”ne yol açacak biçimde yeni baştan yazıyor bir Asrı Saadet modeli kurgulayarak tekrar cahiliye dönemini yaşamaya başlayan sözde Müslümanları (!) yeniden Müslümanlaştırmayı hedefliyordu. İslami ideolojinin köken feshi ilk bakışta benziyor görünse de 1164’te Alamut’ta olanlarla ilgisizdi. Alamut’taki köken feshi girişimi kapsamı küçük bir harekettir; beklenti ufkunu artık Yasa’ya yer olmayan bir Mesihçilikle kurar. Oysa tersine dönmüş bir Mesihçilik olan İslami Hareket’in Mesihçilik karşıtlığının temelinde gelecekten duyulan büyük umutsuzluk vardır; Mesihçilik’in yerine ölçüsüz bir biçimde kökenlere başvurur. Kökenlere geri dönüş bir geri çekilme değildir; hayali işlevin çözüldüğü kökeni bir beden kolektif bir organ dipsiz bir politik iç sıkıntısına açılan ağız gibi görünür kılan şekilsizleşmeye doğru giden bir büzülmedir. Kökenlere dönme merakı bir yandan modern yaşamın içine batmış biçimde yaşanırken bir yandan da temiz saf ve özsel olanın geçmişte yattığına dair bir inançtır. Tarihteki yepyeni bir oluşum olan İslami ideolojinin kazanında değişik oranlarda teoloji bilimcilik ve popülizm kaynar; ortaya modern totaliter bir mit çıkar. Demek ki “bilimin olduğu yerde din geriler” şeklindeki kaba pozitivist açıklama doğru değildir. (Siyasal İslam’ın psikolojik analizinin ayrıntısı için Fethi Benslama’nın İletişim Yayınları arasından çıkmış olan “İslam’ın Psikanalizi” kitabına bakınız.)

     

    Yeni İslami ideolojinin kökenlere böylesine vurgu yapmasına neden olan sıkıntı tıpkı daha önce sözünü ettiğimiz modernliğin şimdiki postmodern zamanlarda yaşadığı sıkıntıya benzemektedir: Hakikat ile Yasa Hakikat ile dil ve öznellik arasındaki geleneksel dayanışma bozulmuştur. Postmodern zamanlarda ortaya çıkan kimlikler ve kimlik siyasetleri nasıl modernlikteki Hakikat-dil-düzen arasındaki dayanışmanın bozulmasının işaretleriyse İslam tarihinde ilk kez ortaya çıkan İslami hareket de geleneksel dayanışmanın bozulmasının bir semptomudur.

     

    İslam bir din dünya görüşü ve yaşama tarzı olarak ortaya çıkışından itibaren tarihteki en şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı bir olgu olarak zamanı ve coğrafyayı hem yeni bir renge boyamış hem de gündelik hayatı yeni baştan estetize edebilen bir uygarlığın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Ama modernlikle birlikte bu kez şaşırma sırası İslam dünyasındadır. Modernlik bir din olmasa da tıpkı İslam gibi yeni bir dünya görüşü ve yeni bir yaşama tarzıdır ve üstelik karşılaştığı tüm dünyaları cezbetmekte kendisine çağırmaktadır.

     

    Bir uygarlık dönüşümü olabilmesi için zaman haz başkalık ölüm ve hakikat alanlarında değişiklik olması ve bu değişikliklerin bir kültür aracılığıyla bireysel psikolojiye içselleştirilmesi gereklidir. İslami dünyanın dönüşümün karakteristikleri ise modernliğin başlangıcında anavatanı Avrupa’da yaşananlardan özellikle üç alanda tamamen farklıdır: a) İslam dünyasını modernliğe çağıranlar aynı zamanda ona dayatılan sömürgeci şiddetin sahipleridir. B) İslam dünyasında değişim süreçleri kendiliğinden değil zorlamalıdır; modernliğe geç kalmış olmanın açığını kapayabilmek için baş döndürücü bir hızla seyretmektedir. Değişim süreçleri ekonomik kalkınma ideolojisinin egemenliği altındadır. c) İslam dünyasında ilk modern olmaya karar verenler yöneticiler ve aydınlardır. Halka da modernleşmesi söylenmekte ama nedeni açıklanamamaktadır. Modernleşmeyle birlikte olup bitenleri aydınlatan ve geleceği öngören eserler çok azdır…

     

    Bunların sonucu olarak hızla geleneksel ortamlarından şehrin varoşlarına doğru sürülen kitleler hem şehir mekanlarının umutsuz sefaletine düşmüşler hem de kendilerine yeni dayatılan insani durumların karşısında yoksul ve yetersiz halde kalmışlardır. Büyük kentlere savrulan kır kökenli yoksullar yaşamın sertliğine ve egemen beyaz güçlerin duygusal iteklemelerine karşı çareyi kutsallarına sarılmakta bulmuşlardır. Ekonomik modernleşmeyle her şeyin hallolacağını sanan yöneticiler sağlıklı bir dinsel yaşam için gerekli bir ortamın oluşturulması yerine halkın pek doğal olarak koruduğu geleneksel inançlarına savaş açmayı yeğlemektedirler. Arap dünyasında ise egemen iki yüz aile modernliği teknoloji kılığında yalnızca kendilerine sunulmuş Allah’ın yeni bir lütfu olarak görmekte kitlelerin modernleşmesi sorunuyla ve sonuçlarıyla hiçbir şekilde ilgilenmemektedirler.

     

    İslami hareketi yaşadığımız kitlesel ümitsizlik çağının en güçlü tanığı olarak kavramak gerekir. Böyle bir ümitsizlik ortamında nasipsiz kitlelerin yaşam alanlarındaki sefalet ve yıkım giderek öznel bir cayma sürecine yol açacak bunun ardından kolektif bir tamir çağrısı ve ötekinin yüzünü silmeye yönelik saldırganlık ortaya çıkacaktır. Bu kadar hakarete aşağılanmaya uğrayan kolektif ruha hıncın ezeli değirmeninde dönmekten başka yol kalmamıştır. Kaldı ki Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte İslam dünyasında bir teolojik-politik boşluk belirmiştir. Artık merkezi ve politik bir hükümranlığı kalmayan İslam’ın tek bağdaşıklığını teolojik ve ritüel bir çekirdek oluşturmaktadır. İslam Birliği ortadan kalkınca Papası olmayan bu dinin Papası olmayı düşleyen şefler zuhur edecek; başlangıçta modern meydan okumaya karşı bir direniş odağı olan dinsel yapılar giderek ekonomik aklın ve spritüel tatmin arzusunun egemenliği altına gireceklerdir. Nasipsiz kitlelere modernlik yöneticiler beyaz güçler yabancılaşmış aydınlardan sonra bir de bu din şefleriyle uğraşmak görevi düşmüştür. Ama görevi yapamayacak kadar yorgundurlar ve üstelik onların güzel sözlerine ihtiyaçları vardır.

     

    İslam dünyasındaki bu genel kimlik krizi manzarasının ülkemizdeki görüntülerine odaklanacak olursak: Anadolu’ya gelerek kurduğumuz devletlere ve imparatorluklara İslam güçlü bir ruh üflüyor toplumumuz büyük ölçüde barış ve refah içinde yaşıyordu. Ama modern Batı’nın meydan okumasıyla birlikte hem İslam hem Türk tarihinden kaynaklanan fay hatları açılmaya Türk ve Müslüman çekirdek kimliğin içindeki birleştirici unsurlar bile bizzat merkezkaç güçleri haline gelmeye başladı. İslami kimlik mezhep farklılıklarının yanı sıra bir de gerici-ilerici farklılığıyla en temeldeki birleşme noktasından değişik yönlere doğru gerdirilirken Türk tarihi boyunca sergilediğimiz grup davranışlarının olumsuz yanları da belirginleşerek gerginliğin ciddi bir kimlik krizine dönüşmesini hızlandırdı. Bazı semboller etrafında bir araya gelen topluluk segmentlerinin kardeş kavgasına tutuştuğu; bu segmentasyonun hizmetinde din-toplum ve siyasetin ve bunların epistemolojideki karşılığı olarak felsefi-dini-ideolojik ve bilimsel düşüncenin iç içe geçerek yekpare bir bütün arz ettiği tuhaf bir durum ortaya çıktı. Hemşericilik cemaatçilik adam kayırma ve iltimasa dayalı hukukun hiçe sayıldığı mafiyöz yapıya bir de Türk grup davranışının hiyerarşi itaat ve lidere bağımlılıkla karakterize özellikleri gösterişe ve şatafata düşkünlüğü de eklenince kimlik krizi gün geçtikçe derinleşti.

     

    Krizin ötesinde

     

    Bugün dünyada modernlik de ve İslam dünyası da bir kriz yaşıyorlar. Bu krizler birbirlerinden tamamen farklı niteliktedirler. Birisi çok modernleşmenin diğeri ise gecikmiş ve hızlı modernleşmeye çalışmanın sonucunda ortaya çıkmışlardır. Dünyayı ve İslam dünyasını birleştiren tek nokta kriz yaşantısı değildir. Yaşadığımız postmodern krizden çıkmak yeni büyük anlatılar oluşturabilmek için dinler önemli bir alternatif olma imkanı sağlamaktadır. Tüm insanlık “yeniden ve doğru Aydınlanma”nın yollarını aramaktadır. Yeni ve doğru Aydınlanma’nın esaslarından birisinin de din düşmanlığı yapmamak din ve bilimi yarıştırmamak olduğu ortaya çıkmıştır. Postmodern krizden çıkışta alternatif gösterme imkanına haiz olan söylemlerden birisi de İslam’ınkidir.

     

    Şüphesiz İslam uygarlığının günümüzde artık “kalıntı uygarlık”lardan bir tanesi olduğunu modernliğin krizinin İslam dünyası için modernleşememenin sancılarıyla birleşerek birkaç misli ıstıraba yol açtığını kabul etmeliyiz. Nostaljik böbürlenmelerin kimseye faydası yoktur. Büyük anlatıların sona ermesini yeni bir büyük anlatı arayışı olarak okumak gerekir. İslam taşıdığı inanılmaz muhteşemlikte manevi cevher ile Kuranı sanki bugün vahy edilmiş gibi anlamaya çalışan aydınlara yeni büyük anlatı inşasında yol gösterici olabilir. İnsan haklarının bilimin aklın ve bireyin olduğu kadar insanlığın manevi mirasının inanç özgürlüğünün kadın haklarının ve hatta laikliğin de güvence altına alındığı üstelik bunu hiçbir ruhbanlık makamına ve “ilk günah” suçlamasına bel bağlamadan yapabilecek bir “özgürlükçü İslam teolojisi” mümkündür. Bu o kadar mümkündür ki “Devrimci İslam” lafzı şimdiden gündeme girmeye başlamıştır. Elbette bu yeni devrimcilik İran İslam Devrimi’nde bir örneğini gördüğümüz siyasal İslam tipinde değildir insanlığın manevi krizinin aşılmasına getirdiği imkan sayesinde hak edilecek bir sıfattır.

     

    Bakın dikkatle bakın entelektüellerin dünyasında olan sözüm ona tartışmaların gerçek niteliklerini görmeye çalışın. Bu tartışmalarda asıl konu hep Hıristiyanlık-Yahudilik teolojilerinden hangisinin haklı olduğudur. Dünyayı sallayıp duran İmanuel Levinas Zygmunt Bauman Jacques Derrida Yahudi teolojisinin üstünlüğünü neredeyse kanıtlamış durumda. Levinas Hıristiyan dünyasında Teslis inancı nedeniyle gerçek bir Aydınlanma ve laiklik olamayacağını yaşanan krizin nedeninin bu olduğunu söylüyor. Oysa ona göre Eski Ahid’te Tanrı ve insan apayrı varlık alanlarına sahipmiş. Gerçekten de öyle o kadar ayrı varlık alanlarına sahipler ki Yehova gelip kullarından biriyle güreş bile tutabiliyor! Bunların çok daha alasını bir gün Müslüman düşünürler niye daha tutarlı bir biçimde söylemesinler ki!...

     

    Evet “Özgürlükçü bir İslam teolojisi” mümkündür. Bu özgürlükçü İslam teolojisi de büyük ihtimalle tarihteki misyonları bugüne kadar uygarlık oluşturmaktan ziyade uygarlıklar arasında iletici arabulucu ve sentezleyici olmak şeklinde tecelli etmiş olan Türklerin coğrafyasından zuhur edecektir.

     

    Bugün toplum ve bireyler olarak ciddi bir kimlik krizinin bilinç yaralanmasının zihin yarılmasının ortasında yaşıyoruz. Ama toplumumuza şöyle bir baktığımızda da bir krizin yandığına dair bariz emareler de göremiyoruz. Bu sükunet büyük olasılıkla Türklerin uygarlıkları kolay benimseme özellikleriyle ilgilidir. Yöneticilerimiz ve aydınlarımız kimliğimizin Türk ve İslam çekirdeğine uygun kendine özgü modernleşme imkanlarının araştırılmasından ne kadar çok ve çabuk vazgeçmişlerse toplumumuz kendiliğinden bir biçimde bu temel kimlik sorununu çözmeye Türk-İslam çekirdek kimliğine uygun modern insanlık hali unsurlarını içselleştirmeye çalışıyor. Şimdi tam orta yerdeyiz. Eğer kimlik krizimiz ve bundan medet umanlar bizi parçalamayı yok etmeyi başaramazlarsa uygarlık sentezcileri olarak bilinen Türkler belki bu krizden dünyaya verecek yeni bir müjdeyle çıkabileceklerdir.

    Yarın Dergisi Sayı 41 Eylül 2005

     

    Doç. Dr. Erol GÖKA


  5. Kişinin kendisinde en değerli pek değerli çok değerli gördüğü şeyleri başkalarına göstermek için didinmesi yani zenginliklerinin (!) başkalarınca görülmesini tutkuyla arzulaması pek sıhhat alâmeti değildir. Gösteriş yapmak ayıptır. Daha doğrusu bir zamanlar gösteriş yapmak ayıptı.

     

    Gösterişin biraz abartılı formu olan "teşhir" ise bir tür sapıklıktı. Ruh sağlığının bozulduğunun alâmetiydi yani.

    Peki şimdi öyle mi?

    Hayır! Bilâkis gösteriş yapmak argo tabiriyle "caka satmak" neredeyse modern yaşamın gereklerinden.

    Eskiden bu hâllere "nisbet yapmak" denirdi. Nisbet yapmak yani "Kendini bir benimle kıyasla da ne kadar zavallı olduğunu anla!" yahut "Bir kendine bir bana bak da benim ne büyük bir adam olduğumu gör!" demeye çalışmaktı. Ve bu çok ayıptı. Çocukçaydı. Dahası kadıncaydı. Kadınların birbirlerine nisbet yapmaları nedense (!) hoş görülür ama erkek taifesinde bu tür tafralar hamlık pişmemişlik göstergesi olarak algılanırdı.

    Şimdiyse kocaman adamlar gece gündüz birbirlerine nisbet yapıyorlar; ve ayıplanmıyorlar. Sonradan görmelerin sıklıkla yaptığı işin adı 'gösteriş'. Ne garip ki artık gösteriş doğal. Show.

     

    Kibir ve tekebbür "büyüklenme" demek. Kişi kendisini büyük hissedebilmek için başkalarına ihtiyaç duyar. Başkaları ne kadar küçükse başkalarını ne kadar küçültebilirse kendisinin büyüklüğü o derece görünür hâle gelir.

    Kibir ve tekebbürün nefsin çiğliklerinden addedilmesinin nedeni bu büyüklüğün başkalarına nisbetle olmasıdır. Başkalarına nisbetle büyüklük. Başkalarına nisbetle yani başkalarının küçüklüğüne nisbetle...

    Amiş Efendi'nin yanına bir molla gelmiş "Efendim" demiş "Biz müslümanlar Allahu Ekber derken Cenab-ı Hakk hakkında "O en büyüktür" demiş yani onu başkasına nisbetle yüceltmiş büyültmüş oluyoruz. Acaba bu başkası nedir kimdir?" diye sormuş. (Büyük... Daha Büyük... En Büyük. Peki ama kime nisbetle?)

    Amiş Efendi de "Cenab-ı Hakk zatı gereği (bizatihi) en büyüktür. Başkasına nisbetle değil!" der. (Bu şerhi uzun sürecek bir bahistir.)

    Kullarına gelince insanoğlu bir damla sudan yaratılmıştır. Büyüklükleri de küçüklükleri de bizatihi olmayıp li-gayrihidir kendi kendine değil başkasına nisbetledir.

    "Nefsini bilen rabbini bilir." Yani nefsini bilen kendisinin bir rab olmadığını da bilir. Nefsini bilen her şeyden evvel yüceltmesi büyüklüğünü idrak etmesi gerektiği zatın kendisi değil Hakk olduğunu da bilir.

    Nefsi bilmek kişinin aşağıya bakıp yukarıda olduğunu bilmesi demek değildir aksine yukarıya bakıp aşağıda olduğunu bilmesi demektir. Nefsinin ne menem bir şey olduğunu bildiği için de böbürlenmemesi büyüklenmemesi demektir.

     

    Gösteriş ve teşhir ham ervahın yani pişmemiş olgunlaşmamış nefislerin şânından.

    Büyüklenme de öyle.

    Ben... ben.... ben.... diyoruz hiç durmadan. Sanki bir an dursak sanki bir an durup 'ben' diyemesek kendisine işaret ettiğimiz 'benliğin' yok olacağını sanıyoruz. Kendimizi unutmamak benliğimizin avuçlarımızın arasından kayıp gitmesini önlemek için benliğimizin hep orada durup bizi beklediğini duyumsamak için ben... ben... ben... diyoruz. Demek zorunda hissediyoruz kendimizi.

    Hâl böyle olunca elimizde neyimiz varsa ortalığa saçıyoruz gösterişimizden gösterdiklerimizden hareketle biteviye 'ben' diyor ne yapıp edip kendimize işaret etmenin bir fırsatını buluyoruz.

    Görülmeye ihtiyacımız var. Bilinmeye yani. Görülmek bilinmek istiyoruz. Sanıyoruz ki görüldükçe görüneceğiz göründükçe bilineceğiz bilindikçe varolacağız. Sessizliğe yokluğa yalnızlığa karanlıkta kalmaya tahammül edemeyişimiz bundan. Ne kadar çukurdaysak kendimizi ne kadar aşağıda hissediyorsak o denli gösterme gösteriş yapma o denli büyüklenme ihtiyacı hissediyoruz.

    Kısacası küçükler büyüklenir. Çünkü ihtiyaçları var. Büyüklerse tevazu gösterir. Evet gerçekte büyükler küçüklenir.

     

    "Dehr içinde hangi gün gördüm ki akşam olmaya..." demiş şair.

    Ey talib hiç büyüklenme en nihayet akşamı olan bir günsün sen

     

     

    Dücane Cündioğlu


  6. Pascal kendisini kıvrandıran amansız diş ağrılarına içine daldığı zor bir matematik problemiyle eğlenerek karşı koyarmış. Nikriz (Damla Gut) hastalığının krizleriyle kıvranan Kant ise dikkatini ya bir isim veya bir nesne üzerinde yoğunlaştırırmış; bunlar da ona acısını unutturmakla kalmaz uyuyabilme imkânı da sağlarmış. (Bu yazıyı bir “nikriz” krizi sırasında yazıyorum.)

    Bedenî acılar karşısında yapılacak olan ister istemez zihnî olanı yardıma çağırmaktan ibaret. Ne garip değil mi zihnî acılarda da nefs tam aksi yola sapıyor ve kimi mâlâyâni işlerle kendisini oyalamaya çalışıyor. Hani denir ya “can sıkıntısını def etmek” aynen öyle.

     

    Acıyı sevmiyoruz; acı duymayı istemiyoruz. Haklı nedenlerimiz de var. Hissediyoruz ama kabullenemiyoruz. Oysa acı gerçekte hazzın yokluğu. Hazza alışınca acının daha da acıtmaması mümkün mü?

     

    Çok garip acıya alışan nefisler bir adım sonra acıdan haz ızdıraptan zevk almaya başlıyorlar. Lâkin bir şartla: acının miktarının artması şartıyla.

     

    Alışkanlık miktarla ilişkili. Miktar arttıkça alışkanlık da artıyor. Öyle ki acının miktarı arttıkça hazza dönüşmesi kaçınılmaz hâle geliyor. Nitekim işkencecilerin işkenceye ara vermeleri kurbanlarına acımalarından veya yorulmalarından dolayı değildir; kurbanı acıya alıştırmamak içindir.

     

    İşkencecilerin değişmez ilkesi: yavaş yavaş ara ara ve fakat sürekli.

     

    Çok ağır işkenceler karşısında bile çözülmeyen insanlar vardır; acıya dayanıklıdırlar. Sadece saklamaları gereken sırrın büyüklüğü nisbetinde değil inanç ve ilkelerinin büyüklüğü nisbetinde de işkenceye dayanabilir böyleleri.

     

    Dayanıklı oluşları gerçekte bedenen dayanıklı olup olmamalarıyla alâkalı değildir. Bilâkis bu dayanıklılık ruhen ne kadar dayanaklı iseler o denli kuvvetli ve süreklidir.

     

    Bazıları yokluğa bazıları varlığa katlanabilirler.

     

    Kimileri yokluk karşısında umursamazdır. Bunlar mahrumiyetin her çeşidine katlanabilirler her türlü acıya direnebilirler: açlığa susuzluğa sıcağa soğuğa vs.

     

    Kimileri de varlık karşısında... Öyle ki kendilerine ne denli cazip nimetler teklif edilirse edilsin dönüp bakmazlar bile.

    Hiçbir işkencenin çözemediği hiçbir mahrumiyetin direncini zayıflatamadığı o yokluk karşısında kahramanlaşabilen kimseler bir bardak çay bir paket sigara karşısında bülbül kesilebilirler; yokluk karşısında muhafaza edebildikleri kişiliklerini varlık karşısında korumayı beceremezler.

     

    Her türlü cazip teklifi elinin tersiyle iten gözü tok kimselere gelince böyleleri de basit maddî acılar karşısında zayıftırlar üç-beş saat uykusuz kalsalar beş-altı saat aç bırakılsalar tutuldukları yer biraz sıcak biraz soğuk olsa dirençleri çözülür; dünyayı verseler reddedecek kadar güçlü iken yani varlıkla kandırılamaz iken cüzî yokluklar karşısında ne yapacaklarını şaşırırlar.

     

    Kişiler gibi toplumlar da benzer tepkiler verirler. Nitekim David le Breton Acının Antropolojisi adlı eserinde iki büyük hastanede göz muayeneleri sırasında gerçekleştirilen bir ankete dayanarak İrlandalılar ile İtalyanları karşılaştırır. Sonuçlardan anlaşıldığına göre İrlandalılar sıkıntılarını basitleştirmeye çalışırlarken İtalyanlar dramatize etme eğilimi içindeymişler.

     

    Soru: Şikayetiniz nedir?

     

    İrlandalı: İğneye iplik geçiremiyorum gazete okuyamıyorum. (somut ve nötr)

     

    İtalyan: Devamlı başım ağrıyor. Gözlerim yanıyor ve kızarıyor.

     

    Soru: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

    İrlandalı: Yok.

     

    İtalyan: Bu ağrılar bütün gün sürmekle

    kalmıyor bazen sabahları da uyandırıyor beni.

     

    Biz Türklere gelince umumiyetle yokluğa dayanıklıyızdır; mahrumiyetlere katlanma katsayımız yüksektir; yoksulluktan şikayete pek tenezzül etmeyiz; acılarımızı bastırmayı bilir felâketler karşısında kolaylıkla kenetleniriz. Buna mukabil varlık karşısında kendimizden geçebilir nimetlere garkolduğumuzda hatta biraz rahatı gördüğümüzde gevşemekten şımarmaktan mahrumken kendimizi uzak tuttuğumuz nice olumsuz hasleti sırtımıza geçirmekten kaçınmayı pek beceremeyiz. Nitekim musibet zamanlarında iyi refah zamanlarında kötü hasletlere düçar olmamız biraz da bu vasıflarımızla alâkalıdır.

     

    Galibiyetten güçlü lezzetler devşirenlerin mağlubiyetten duyacakları elemin şiddeti de o denli yüksek olacaktır.

     

    İnanır mısınız bilmem ama Türklere yapılan işkencenin türü bu formülasyonda saklı: Sırtımızı mağlubiyetimizin şiddetini hissedemeyeceğimiz bir biçimde yere çarpıp duruyorlar; yavaş yavaş ara ara ve fakat sürekli.

     

    Dücane Cündioğlu


  7. İyi, güzel, Üstad'ımızın "Büyük Doğu Fikir Kulubü" emelini idame ettirmek adına bu yola girişmişler Allah razı olsun. Yalnız biz mi takip edemiyoruz yoksa ortada faaliyet namına akamet mi yaşanıyor? Neden gelişmelerden haberdâr edilmiyoruz? Niye gazetede, televizyonda, bir dergide ben bir şey göremiyorum, okuyamıyorum? Üstelik ta 2008 yılında İstanbul'da bir şube açılacağı söylenmiş, inşallah gerçekleştirilmiştir de biz de gitsek bir havasını, tozunu solusak. Zira bu meclislerde toplanılıp, kollektif çalışılırsa Allah'ın izniyle bir şeyler yapılır, teşkilat şart.

     

    Geçenlerde sudan bir yarışmaya katılan üniversiteli gençlerin projesi televizyonda ana haber bültenine bile çıktı! Resmen izlerken hıncımdan kanalı değiştirdim. Bu kadar mı olur yahu?! Bizim gıkımız çıkmıyor/çıkamıyor! Bu hususta her gönüldaş, her Üstad sevdalısı üzerine düşeni yapsa bugün sadece iki şubeden mi söz edilecekti? Neden "beklenen gençlik" bu kadar yavaş koşuyor?!

     

    Bu işi sırtlayacak olan, yükseltecek olan; benim, sensin, bu yuvada bulunan herkes! Herbirimiz fert olarak mesuliyetimizin farkında olsak Allah izniyle dağ gibi dururuz, dağ! Ve de şu gidişata bir "dur!" denir. Ben mi topluma farklı bir nazariye ile bakıyorum yoksa herşey yolunda mı gidiyor? Bu düş beni güve gibi kemiriyor gönüldaşlarım, güve gibi! Geçen "Büyük Doğu'yu Kınama" başlığında bir kardeşim "kimin Ankara ile bağlantısı varsa gitsin konuşsun, bir şeyler yapalım." diye yazmıştı. /Şükür ki bu derdin divaneleri çok, saadet içinde bir çok mesajı takip ediyorum./ Madem hepimizin emeli bir, madem o "beklenen gençlik"i aşk ile bekliyoruz, herkes "o benim!" desin sağına soluna bakmadan hele. Koyalım neyimiz varsa ortaya! Gerekirse Ankara'ya da çıkalım. Pek gülünç gelmesin, samimiyetim benim umman kadar! Yeter ki inanalım yürekten..

     

    Eli kalem tutanlar dergilere başvursun, iyi nutuk atanlar okullarında beş, on kaç kişiyse artık toplasın konuşsun, ne gerekiyorsa toplayalım maddi manevi herşeyin girelim altına; bir kitap, dergi falan birşey çıkaralım! Teknik işlerden anlayanlar bilgisayardan sürdürsün çalışmaları, artık bir şahlanalım! Ben her Üstad kitabını okudukça "ey gençlik!" dedikçe karşımda bana sesleniyormuş gibi tüylerim diken diken oluyor, omuzlarımda dağ taşıyor gibi eziliyorum. Ne yaptığıma gelince, başım önümde..

     

    Geçenlerde şükürler olsun ki Üstad'ımızı rüyamda gördüm.. Bir uçaktan indik, ucu bucağı görünmeyen denizin ortasında, betondan pistin üzerindeydik. Arkamızda yüzlerce genç toplanmış Üstad'ımıza doğru bakıyorlardı. Herkesin yüzü O'na dönük.. Bir lider duruşuyla çizdi rotamızı, hepimiz peşi sırayız da ne yapıyoruz kıymetli gönüdaşlarım, ne? Eminim ki o topluluk, o denizin ortasında, Üstad'ımızın ardına dizilen gençlik sizlerdiniz! Buna yürekten inanıyorum! Ama artık o denizden aldığımız, o nurdan billurlaştığımız o meşaleyi kaldıralım, cemiyete yüzümüzü hakkıyla dönelim! Bu atalet beni boğdu..

     

     

    Üstad'ımızın "Büyük Doğu Gençliği", Sezai Karakoç'un "Asya Nesli" Ve Akif'imizin "Asımın Nesli" gel artık!


  8. ***

    _Bu nedir?

     

    _Mektup doktor bey.

     

    _Kim gönderdi bunu?

     

    _Geçen gün gelen hasta var ya o!

     

    _Hangisi radyocu olan mı?

     

    _Evet o.

     

    _Tamam sağol..

     

    Sevgili doktor

     

    Beni rencide ettiniz. Ve ben açıkçası bunu sizden beklemiyordum, insanlara hasta olduğumu söylüyorsunuz. Onlarla konuşmaya çalıştım fakat hiçbiri dinlemedi. Tam konuşmaya başlarken acele laflar edip gitmeleri gerektiğini söylüyorlar. Sanırım size daha çok inanıyorlar. Önemsiyorlar da üstelik. Bir defasında şizofren dediğinizi duydum. Sonra anlayamadığım bir sürü şey. Siz anlattıkça, onlar kafalarını sallıyorlar. Sınıfta ön sıralardaki çocuklar gibi.

     

    Kahretsin!..

     

    Haklı olamazlar. Onlara nasıl zarar verebilirim? Onlar yaşamıyor doktor! Türkü söylediklerini duymadım inanabiliyor musun? Âşık olmuyorlar, uykusuz geçirdikleri bir tek gece yok.

     

    Tanrı'yı bu şehirde istemiyorlar!

     

    Bu arada iş için gönderdiğim başvuru formlarına referans olarak, IRA, ETA, HAMAS yazmamı garip karşıladınız. Ben akşam çayımı bazen Bask'ta, bazen Şili'de, Somali'de, İskoçya'da içiyorum. Bunun adı dostluktur doktor.

     

    Sınırlar yürümesini bilmeyenler içindir.

     

    Kabul, bunlar gibi iyi bir vatandaş olamadım. Ama siz bürokrasi kuyruklarının mutsuz kölelerisiniz.

     

    Zavallılar! Şimdi yerlerinizi değiştirin, yeni oyunlara hazırlanın.

     

    Geveze tanrılarınız yeni bir perde istiyor.

     

    Sizi elimde simitle izleyeceğim. Gazoz içeceğim koşuşturmalarınıza. Seçmeme hakkınız aklınızdan bile geçmeyecek.

     

    Evet bayım bazı şeyleri anlayamadığım doğru...

     

    Haftanın üç günü, iş dönüşü uğrayıp kuaförden aldığınız karınızın yanında duran, avlanmayı, sürü beklemeyi şu küçük tüylü yaratığı niçin yanınızda tuttuğunuzu anlamıyorum örneğin. Bir gecelik aşkun, kirli şehvetin, sarhoş sevişmelerin genç kızların rahimlerinde bıraktığı ceninlerin, yaşlı bir kokananın kırışık cidine sürülmesini anlamıyorum. Tayland'lısekiz yaşındaki yoksul köylü kızların kasıklarındaki Batılı sancıyı anlamıyorum. Ağızlarında Tanrı sözleri, emek sömürücüsü, ucuz işgücü avcısı insanların Tanrı'yı mali danışman olarak görmelerini de anlamıyorum. Ve bunları anlamadığım her gün büyük şölene biraz daha yaklaşıyoruz. Apaçiler'in, Güney Afrikalılar'ın Harlemli zencilerin, Lübnan ve Peru'lu gerillaların katılacağı devrim şölenine.

     

    O gün orada olacaksınız doktor. Avuçlarınız terleyecek, saygıyla titreyeceksiniz. Ezilmiş halkların ağırbaşlı düğün çoşkusunu göreceksiniz.

     

    Sizi reddediyorum doktor!

     

    Hakkımda hiçbir yargıda bulunma hakkına sahip değilsiniz. Akademik kariyeriniz değil, yürreğiniz yetmiyor. Kıçınızı serdiğiniz o deri koltuğunuzu ve bağıl değerlerini reddediyorum! Hayatı tanımlamaya ilişkin ortaya koyduğunuz ekonomik temelli yaklaşımların tümünü reddediyorum!

     

    Kapital ahlâk kahrolsun!

     

    Geride kalanları beklemeliyiz doktor, düşenleri kaldırmak zorundayız.Banka mevduatlarına hapsedilmiş umutlar ancak ihanettir.

     

    Biz varlığımızı armağan paketlerine koyanlarız. Düşünsenize, küçükken anlamadığımız yeminler savurup, varlığımızı varlığınıza, Türk varlğına armağan ettik. Ağabeylerimize, efendilerimize, vakıflara, derneklere, sonra bütün kente.

     

    Tüketildik bayım, çarçur edildik. Film izlerken yenilen patlamış mısırlar gibi.

     

    Şimdi reddediyoruz.

     

    Sahte kutsalları, kudurgan şehvetleri.

     

    Ben bir iç tehditim doktor, dış ülke parmağıyım, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacınız olduğu dönemde ortaya çıkan belayım, fitneyim. Artık kâbusunuzum doktor. Arabaniza üşüşen selpakçı çocuğum, büronuza gelen, leş gibi kokan işçiyim, mahallenize nereden dadandığı belli olmayan deliyim.

     

    Bir gün buradan çıkacağım. Yüz yüze geleceğiz. Bakışlarınızı kaçıracaksınız. ben size alaylı gülümsemeyle bakacağım. Sizi umursamayacağım, denildiğinizi fark edeceksiniz.

     

    Şimdilik bu kadar, yine yazacağım. Meryem'in oğlu İsa geldi. Sanırım şoktan yeni çıkmış, çok sessiz.

     

    Hoşçakalın bayım.

     

    Beni unutmayın.

     

    Tarık Tufan/ Kekeme Çocuklar Korosu

    • Like 3

  9. Kendini bir an için, konuştuğun dilden, yazılı olduğun nüfus kütüğünden, hafızandan, hatırandan, bütün müşahhas alakalarından, tecrit et! Böyle yap ve bütün insanlık kadrosuna şâmil mücerret bir akıl ve idrakten ibaret kal! Ve böyle yaptıktan sonra elini, mevzu olarak Türk cemiyetine uzat!

     

    Ne görüyorsun?!

     

    Tanrı Kulundan Dinlediklerim


  10. karanlıktı...

     

    Düşüncelerim, yağmurda kimselerin yürümediği dar sokak gibi ıssız ve karanlıktı. Siyah düşlerimi kimse aydınlığa yormuyor. Burada olsaydın anlatacak çok şeyim vardı. Belki de susardım saatler boyu. Konuşmam gereken hiçbir yerde konuşamadığım gibi. Sokak lambasının odaya vuran yarım yamalak ışığında, birkaç dize şiir okurdum yorgun gözlerimle. Odanın lambasını açmıyorum. Sessizliği fark etmemek için. Ya da kendimi kaybetmek için soğuk odada.

     

    Tarık Tufan/ Kekeme Çocuklar Korosu


  11. 11.jpg

     

    08.jpg

     

    İş bana geldi mi ya gök gürültüsünü pamuk çuvallarına gömüp duyurmayacaklardır; yahut sivrisinek vızıltısını hoparlöre bağlayıp gök gürültüsü haline getireceklerdir.Bu kadar cüce arasında onlara ciğerlerini kusturacak kadar kıskançlık telkin eden bir dev olmak bana mı kaldı?

     

    10.jpg

     

    . Onlar için tehlikeli benim biziz! Zira biziz ki onların sahte dünyalarını bizzat o sahte dünya içinde yetişmiş çile doldurmuş nihayet havasızlıktan patlamış en halis tipler olarak ifşa ve iptal edebiliriz. Biziz ki bu mukaddes davayı tamamiyle kanun yolundan kırçıl sakallar kazma dişler dar alınlar vahşi bakışlar ve kapkara cehaletler elinden alıp onu nurani yüzler inci dişler geniş alınlar derin ve tatlı bakışlar ve ebedi güneşler ikliminde yepyeni bir gençliğe teslim edebilir yepyeni bir vecd ve aşk nesline devredebiliriz.

    Ya sonra ne olur; ne olur bu adamların halleri dünyaları inkılapları sahte reçeteleri yalancı ilimleri kalpazan sanatları zinaları içkileri kumarları dalavereleri hırsızlıkları ticaretleri istismarları herşeyleri herşeyleri?

     

    13.jpg

    Bugünün şartları hususiyle son basının namussuz ve hayasız esası karşısında gerçek Türk'e düşen vazife kanun dairesinde şahlanıp yeri göğü titretici bir heybetle şöyle bağırmaktadır:

    - Artık annelerimizin ak bulutlardan daha temiz ve Kur'an kokulu başörtülerine domuz necaseti atarcasına edilen hakaretlere kimden nereden ve nasıl gelirse gelsin tahammül etmeyeceğimiz gün gelmiş ve bu hale paryalardan daha zavallı bir tavırla katlandığımız günler geçmiştir.

     

    Yağma yok! Hiçbir sahteliği ve sahtekarlık tertibini yutmuyor üstün idrakte gerçek ve mübarek Türk Gençliği kumaşının örgüsünü tutturmuş bulunuyor. Ve işte kanunun müsaadesi nispetinde karşınıza dikiliyoruz! Kanun dairesinde neler yapacağımızı müdafa hakkımızı yine kanundan alıp gösterdiğimiz gün mekanlarınızın camlarını biz değil korkunuzdan hergün ağzınızdan çıkardığınız nesneler donunuzu doldurmuş olarak imdat istemek için siz kıracaksınız!

    • Like 1

  12. 06.jpg

    Benim bu entipüften şahsıma tarihte nadir kimseye nasip olmuş efsanevi bir kıymet ve kuvvet bağlayarak edilen hücumların yalnız iki saiki vardır:1- Herşeyden evvel naçiz şahsımı aşan mukkaddes davaya yani islamiyete karşı duydukları nefret.

     

    17.jpg

     

    2- Bu nefrete rağmen naçiz şahsımdan ödleri patladığı için şu anda elimde bir neşir vasıtası bulunmayışından istifade...Kalemimden yediği darbeler ta kuyruk sokumuna kadar işlemiş bir gazete hiçolmazsa biraz eter koklayıp acısını belli etmeyen bir eda takınacağı yerde benim bahsim oldu mu bir trauma tesiriyle çığlık bastığının ve saçlarını yolduğunun farkında olmadan sözümona bu lakap oyununa girişir ve bana şöyle der:

     

    02.jpg

     

    03.jpg

     

    "- Süper Mürşid!"

    Ah cevabı ne basit ne basit: Ayol siz benim kendi kendime mürşid dediğimi ne vakit duydunuz ki bir de buna (süper) ilave ediyorsunuz? Estağfirullah efendim mürşid olmak kim ben kimim!..Mürşid islamiyette fertleri büyük ıstıfaya ve İlahi marifete götüren Allah'da fani olmuş ve nefsaniyeti kalmamış muazzam kahramanlık gibidir. İnsanoğlunun yaradılış sırrının tahakkuk ettirmiş olan bu kamil kimseler yanında ben mürşid değil mürid bile olamam.

     

    04.jpg

     

    Benim yaptığım bu ebediyet suvarilerinin büyük kervanına topal ayağiyle katılmış bir köpekcik rolüdür. Fakat bu köpekcik rolü okadar üstün bir makamdır ki onu çerçevelemeye küfür yobazlığının beyninde müsamaha yoktur.Ben büyük marifete ulaşmış ve ummanlardan geniş ruhları içinde namütenahiliği bulmuş büyüklerin yolunda ve insanoğlunun en büyüğünün emrinde sadece sokak meydan şehir ve dünya muharebesi yapan bir savaşçıyım.

     

    01.jpg

     

    15.jpg

    Yani büyük marifetin dünya ve cemiyet davalarında mütehassıs kalemini tefekkürünü tahassüsünü şiirini sanatını yalnız ona tahsis etmiş bir gonk vurucusuyum! Estağfirullah mürşidlik benim neme? Fakat bilin ki hakiki mürşidlerin benim gibi köpekcikleriyle sizin kahramanlarınız arasında hakiki mürşidle hakiki köpek arasındaki fark vardır!Herşey ne kadar sade: Çünkü elimde bir neşir vasıtası yok! Büyükdoğu kapalı olduğuna ve kimse benim cevabımı neşredemeyeceğine göre vaziyetleri emin...

     

    07.jpg

     

    İşte do re mi fa sol la si her perdeden haykıran yalama sanatkarı salon köpeklerinin cesaret kaynağı! Bunlar böylesine merttir; kelimenin Türkçe değil de Fransızca manasiyle mert...Bunlar hep bir arada birkaç yüzbin nüsha satsalar da benim elimde karamela kağıdı boyunda bir neşir vasıtası olsa hemen kuyruklarını apış aralarına sokarlar susarlar ve güya beni görmemezlikten duymamazlıktan tanımamazlıktan gelirler. Zaten benim bu memlekette nasibimdir bu hal...

    • Like 1

  13. Artık ben gideceğim ata eyer vuruyorlar

    Hatıralarımı birer birer yakacağım

    Entarimi parça parça edip

    Zehirli kirpilere bırakacağım

    Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp

    Göğsüme siyah bir gül takacağım

    Batan güneşe doğru kurşunlar sıkıp

    Kendimi boşluğa bırakacağım

     

    Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz

    Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım

    Siz beni ne anlarsınız... siz...

    Artık ben gideceğim atım kişniyor

    Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor

     

    Sezai Karakoç


  14. Yaşamak çarpısı derlerdi buna, yaşamak çarpıntısı.

    Ne acelemiz vardı? Kime kavuşacaktık?

    Yokuşu göze almak mı? Niçin?

    Bir geçit nereye açılmak için gerekti bize?

    Susmak bilmiyordu tepemizde ses, saklı ve açık:

    Tamamla çabuk! Çabuk bitir! Hadisene!

    Sese bühtan etmedi aramızdan hiçbiri

    Değil mi ki hepimizin

    İşaretli ve yarım

    Dünyaya sarkık.

     

    İsmet Özel


  15. Bilemiyorum Rabbim, maksadını, kararını.

    Hepimiz işte dünyadayız,

    Yataktaki hastamız, topraktakı ölümüz;

    Neyiz, ne olacağız?

    Birşey bilmiyorum... Nefes almaktayım yalnız.

    Rabbim! beni yaratmışsın,

    İnsan şeklinde görünüyorum,

    Terlerim yazın, üşürüm kışın,

    Düşünüyorum, düşünüyorum...

     

    Ziya Osman Saba


  16. Benim geçmiş zaman içinde yan gelip yattığıma bakma

    Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim

    Bir tek köşen bile ayrılmamışken bana

    Var olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim

    Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim

    Sen kaç köşeli yıldızsın

     

    Sezai Karakoç


  17. Demişsiniz de önümüzde Osmanlı gibi bir örnek var, devletin resmi dili belli olur elbette. Bunun dışında insanlar istedikleri dili kullanırlar, istedikleri dilde eğitim görürler. Laz Lazca eğitim görmek istiyorsa görsün, Kürt Kürtçe görmek istiyorsa görsün, Arap Arapça görmek istiyorsa görsün, bunlar devleti bölecek şeyler değildir. Aksine insanlara bu imkanları sağlayan bir devlete o insanlar daha çok bağlanır.

     

    Evet Osmanlı "istihmalet politikası" ile ülke topraklarında birlik ve beraberliği sağlamıştır. Dini yahut sosyal yaşamda farklı kültürden milletleri ancak taleplerini karşılayarak aynı payda altında barındırabilirsiniz. Mesela şimdi hala püsküllü belamız /"sözde Ermeni Soykırımı"/ Ermeniler "Sadıka-ı Millet" olarak anılıyordu bildiğimiz gibi. İp nerede kopuyor biliyor musunuz, devletin bekasını istemeyen kafaların bu muhtelif etnikten milletleri bizlere karşı vaktiyle maşa/silah olarak kullanmalarında. Zira o zamanlar Osmanlı hüükümetinde bulunan ortodoks, patrik ya da diğer dini akidelere bağlı olan milletlerin egemenliğini kendi boyunduruklarında bulundurmak isteyen batılı ülkeler oldu. Bunların birine elimizi versek kolumuzu kurtarabilir miydik? İnanış olarak tabi ki serbestiyet olmalıydı ki oldu da ama bu adamlar bunu dahi siyasete alet ettiler.

     

    Elbet arz talebi karşılamalı, ırkçı tutum müşterek bir hal doğurmaz. Emeviler'in sürdürdüğü sert, taraf siyaseti ile kısa ömürlü oluşu; Abbasiler'in hoşgörülü devlet politika gütmesiyle devamlılığı buna misal. Yani dediğim, bir takım hususlarda esneklik elzemdir.

     

    Bildiğimiz gibi biz bu adamlara kendi dillerini, dinlerini öğretecekleri okullar da sağladık, verdik.. Onlar ne yaptılar? Bizim toprağımızda kalenin içinden güya yıkmaya çalıştılar; buyrun Robert Koleji başı çeker. Adnan Menderes'in vaktiyle Maarif Vekili Bayar'a gidip; "okulda misyonerlik yapılıyor, genç beyinler yıkanmak isteniyor." diyaloğu da bilinir. Öte yandan Ermenisine barın, tarım yap diye toprak verdik, bugün kalkmış hala "benim olacak oralar" diye inliyor, sayıklıyor. Yani iyilikten maraz doğarmış ve de doğmuştur.

     

     

    Dil bahsi de bence hakkında "hadi okusunlar bari" gibisinden ipin ucu serbest bırakılacak bir durum değildir. Kabul ilk olarak "hött" dedi mi devleti yıkmaz görünür ama bence bir ulusun ortak olması gereken kaidelerinden. Bugün neden devlet o kadar kıvrandı bir kürtçe mevzusunda? Nitekim resmi devlet dili Türkçe midir? Evet. Bir gün kalksaydık ki, bir grup kürt öğrenciler bir yanda, Türk öğrenciler bir yanda biri kürtçe selamlaşıyor, biri Türkçe. Biri hocasına Türkçe ödev sunuyor biri kürtçe. Tam bir kaos! Hadi diyelim bunları ayrı okul binalarında toplayalım. O zaman da tamamen farklı/zıt kutuplaşmalar meydana gelecek. E bu ülkenin 75 milyonunun 20 milyonu kürt, adamlar "eziliyoruz" diyecekler. Yani amiyane tabirle iş zıvanadan çıkacak.

     

    Eğer bir vatansa, bir bayraksa, bir dilse, aynı marşsa, aynı dinse; bir takım esneklik sağlarsın (mesela bugün açılan TRT 6/okullara seçmeli ders olarak kürtçenin konması..) geri kalanında yine düdüğünü öttürürsün. Ha diyeceksiniz ki onlar insan değil mi? Empati kuruyorum , kabul zor durum ama başka fikir yürütemiyorum. Faşist değilim ama başka bir yol göremiyorum devlet bekası adına.

×
×
  • Create New...