Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. Evvela konuya araştırmaları ve de yanıtları ile iştirak eden kardeşlerime teşekkürü bir borç bilirim. Allah razı olsun. Yalnız karşılıklı sert atışmalara dönüşmeden ve de mezuyu daha fazla dağıtmadan bir neticeye bağlamamız yerinde olacaktır.

     

    Sualinize yanıtı geciktirmem, size daha sağlam veri sunabilmek içindi. Zira lahzada nette dolanır ve de size /kopyala-yapıştır/ pekâlâ güzel klavye kahramanlığı yapabilirdim. Hadis alanında ihtisası bulunan bir hocama danıştım ve bu hadisin kesin doğruluğu hususunda bilgimi te'kid ettim. Ebu Davud'un rivayet ettiğini sayın serdengeçti kardeşimiz de bildirmiş. Ve hatta Kutub-i Sitte'de de geçmektedir, hakkında bir çok rivayet ve de şerh vardır diye hocamın açıklaması var. Tabi kapsamlı bir araştırma gerek ama vakit de sıkıntı.

     

    Bu mevzuda sizin kaynak istemenizi doğru buluyor yalnız, talep metodunuzu ve de başta kesin bir bilgiye vakıf olmadan inkarınızı/reddinizi yanlış bulduğumu dile getirmeden edemeyeceğim. Yeni sürülen bir önermeyi kabul için nasıl hakkında bir bilgi gerekiyorsa, onun reddi yahut inkarı için iki kere bilgili olmalıdır. Hele ki burada bahsettiğimiz Efendimiz'in ulvi sözleri ise. Bildiğimiz gibi Efendimiz'in söylemediği bir lafı kendilerine isnad nasıl büyük günah ise, zikretmiş olduğu sözün inkarı ve de reddi de bir o kadar günahtır. Bu hususta üyelerimizden dini bahislerde tam vakıfiyet olmadan ali kıran baş kesen tavırlar sergilememelerini istirham edeceğiz. Bu mevcut başlık altında genel bir ifadedir, şahsınıza bir dayatmam yoktur.

     

    Daha fazla uzatmanın yersizliğini sanırım dile getirmem hata. Bu konudan herkesin üzerine düşeni almasını ve de bundan sonrası için daha ölçülü davranılmasını rica edeceğiz.

     

    saygılarımla

    • Like 3

  2. Şu Selaniklilerin Müslümanlara Ettikleri

     

    Selanikliler işi o kadar ileriye götürdüler ki, dindar ve koyu Müslüman olmayı bile suç saydılar, kötü gördüler.

     

    Halkın elbette Müslüman olmaya hakkı vardı ama bu Müslümanlığa bir sınır çizmişlerdi.

     

    Kimlik kartının din hanesine İslam yazılmasına göz yumuyorlar, ölülerin yıkanıp kefenlenmesini ve camiye getirilip cenaze namazı kılınmasına bir şey demiyorlar ama "dinciliği" ülke ve devlet için büyük hatta birinci tehdit ve tehlike olarak görüyorlardı.

     

    O kadar mantıksız, tutarsız, dengesiz idiler ki, Müslümanlığı şu veya bu kadar kabul eder göründükleri halde İslam hükümlerinin tamamı olan Şeriat'a amansız düşmanlık yapıyorlardı.

     

    Elbette din ve inanç hürriyeti vardı ama Müslümanlar devletten bağımsız medreseler açarak gerçek din alimi yetiştiremezlerdi.

     

    Müslümanlar dergah, tekke, zaviyeler açarak zikrullah yapamazlardı.

     

    Müslümanlar kızlarını tesettür kıyafetiyle okullara göndere- mezlerdi.

     

    Onlar bikini mayolarla plajlarda, mini eteklerle kamu alanlarında fink atabilirler ama başı eşarplı bir kadın doktor, yine başı kapalı bir kadın avukat mesleğini bu kıyafetle icra edemezdi.

     

    Bir ara işi o kadar azıttılar ki, imamlara bile bozuk düzene sadık kalıp hizmet edeceklerine dair resmi yeminler ettirdiler. (Halen devam ediyor...)

     

    Kadınlara haysiyet kazandıran tesettürü öcü gibi gösterirken, fahişelere TC başlıklı resmi vesikalar verilmesini, bu resmi fuhuştan KDV ve gelir vergisi alınmasını bir kere bile protesto etmediler.

     

    Namaz kılan, hanımlarının başları örtülü olan en çalışkan, en başarılı, en dürüst, en vatansever bazı memurları bile, bütün birikmiş haklarını çizerek, yargı yolu kapalı olarak işten atıp perişan ettiler.

     

    Yurt dışında tahsil görmüş, yabancı dil bilen, kültürlü bir hanımı, seçimi kazanmış olmasına rağmen sırf başı örtülü olduğu için Meclis'e sokmadılar, olmadık hakaretler savurdular, eşkıyalık yaptılar, milli iradeyi ayaklar altına aldılar.

     

    Resmi ideolojiyi İslam'a zıt bir din haline getirdiler.

     

    Yıllar boyu laiklik terörü yaptılar.

     

    Komünist Partisi kurulmasına izin verilmiş olduğu halde, İslam partisi kurulmasına izin verdirtmediler.

     

    Taksim meydanında kocaman bir kilise var, ona bir şey demediler, Müslümanlar orada münasip bir yere cami yaptırtmaya kalkınca "Taksim meydanı laik ve Atatürkçü bir meydandır, oraya cami yapılamaz!.." diye delice direndiler. Sanki Müslümanlar Moskova'da Kızıl Meydan'a cami yaptırtmak istiyorlardı.

     

    Velhasıl bu memlekette çoğunluğu oluşturan Müslümanlara ikinci sınıf vatandaş, sömürge yerlisi, parya muamelesi yaptılar.

     

    Müslümanlara gerçek demokrasiyi layık görmüyorlardı.

     

    Müslüman halk vesayet sistemi altında yaşatılmalıydı.

     

    Müslümanlara gerçek cumhuriyet hakkı verilemezdi.

     

    Dindarlığın da bir hududu vardı.

     

    Musalli Müslümanlar potansiyel tehdit ve tehlikeydi.

     

    Müslüman olunabilirdi ama musalli değil, musalla Müslümanı olunabilirdi.

     

    Masonlar localarda Mason ayini yapabilirdi ama Müslümanlar tekkelerde zikrullah yapamazdı.

     

    İhtiyar kadıncağızlar, taşra halkı, okumamışlar başlarını örtebilirdi ama dindar üniversite profesörleri, dindar avukatlar, dindar memureler, dindar öğretmenler başlarını örtemezdi.

     

    M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra resmi bir ideoloji türettiler ve Müslüman halka nefes aldırmadılar.

     

    Okullara göstermelik, aldatmalık din dersleri koydular.

     

    İslam'ı büsbütün yok edememişlerdi ya, öyleyse dinde reform, dinde yenilik, dinde değişim, Fazlurrahmancılık, BOP'çuluk, ılımlı İslam numaralarıyla işlerine gelen özel ve yapay bir İslam çıkartacaklardı.

     

    Onların maskelerini çıkartın, altından cascavlak Moiz Kohen Tekin Alp'ler çıkacaktır.

     

    Onların ana prensiplerinden biri "Benzeme benzettir".

     

    Maalesef bir kısım Müslümanları kendilerine benzettiler.

     

    Selanikliler bir yandan, benzetilmişler öte yandan Müslümanlara kan kusturuyorlar.

     

    Müslüman kesimin yüzde kaçı bu anlattıklarımı şuurlu bir şekilde biliyor.

     

    Bilenleri, uyanık olanları tebrik ediyorum.

    15 NİSAN 2011


  3. "Kara kargalar gibi bürünün"...

    Bu cümleyi hadis şerif diyerek piyasaya süren Kureyşi adlı üyeyi Allaha ve sevgilisine havale ediyorum.Yazık.

     

    Müdahale etmemiz gereken bir durum gözlemliyorum. Kureyşi kardeşimizi dediğiniz laf ile ağır töhmet altında bırakmaktasınız. Zira kendisi buraya edille-i şeriyye'ye tezat teşkil edecek herhangi bir söz nakletmemiş. Bahsi geçen "kara kargalar gibi büründüler/oldular.." hadis-i şerifi gerçektir. Bu hususu bizzat ehl-i sünnet alimlerimizden Mahmud Ustaosmanoğlu'nun şerhinden de biliyorum.

     

    "Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki; "Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber hanımlarına kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman mırtlarını yardılar onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın arkasında öyle namaz kıldılar ki sanki başlarında kargalar varmış gibi..." demiştir."

     

    Elmalı'lı M.Hamdi Yazır Ahzap 59. ayet-i kerimesinin şerhinden bir kısım yukarıda iktibas ettiğim şekilde. Ki hepimiz Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinin rüştünü ispatladığını bilmekteyiz.Bu bahiste sanıyorum soru işareti kalmamıştır.

     

    Ayrıca bir diğer konu; hani Rabiya-tül Adeviyye Hazretleri'nin vuku bulan hadisesi üzerine tesettür prensibimize yeni bir çığır kazandıran, "ne yani hakiki erkeğe mi tesettür gerek?" lafzına bir yanıtım olacak. Burada gerçekleşen mevzu kesinlikle bildiğimiz akıl sınırları dahilinde düşünülmemelidir. İdrak için tasavvufî ahlak ve de aklı perdelemek elzemdir. Aksi takdirde bunu salt akıl zaviyesiyle düşünürsek dolaylı değil, direk Kelamullah'da geçen örtünme ayetlerinin hükmünü katletmiş oluruz. Buna kimin gücü yeter? Nitekim bu konuya mura-i muhib ve de kübraa gönüldaşlarım çok muazzam açıklamalar getirmişler Allah razı olsun.

     

    Bu arada kübraa kardeşim, bu gibi konuların sukut katline uğramaması naçizane kanaatimdir. Konuşalım, mülahazasını edelim ki benim gibi fakirler de nasiplensin, bir şeyler öğrenelim. Soru işareti olan kardeşlerimizi de sağlam senetlere dayanarak iknasına uğraşırız, kani olmazsa kendi bilir. İstişarede bereket vardır. Birimizin vakıf olduğuna diğerinin kulağı sağır kalmış kalmış olabilir.

     

    Nitekim gizlemeyelim, bildiğini duyurmak ilmin zekatıdır. Bu konuda yorumları ile bizleri aydınlatan tüm kardeşlerimden Allah razı olsun.

    • Like 2

  4. Çok keyif alarak okudum teşekkür ederiz.

     

    Aslında tamam felsefe dinimizce kendine yer bulamaz, bu bir eksiklik değil meziyettir de. Ama ben severim felsefeyi. Bir takım paradoksal ifadeler, bol enigma soslu yazılar, idealar dünyası, kendini Tanrı sanan nasipsizler, Tanrı'yı öldürenler, Etna yanardağından atlayıp ölmeyeceğini sanan süpermenler falan bayağı mazisi zengindir felsefenin. Ama Yunan felsefesinin ve nadir yetişen Batı feylosofların, kimi cins kafaların haklarını yememek gerek diye düşünüyorum. Tamam felsefe diye tutundukları dal, körün adeta saklambaç oynama hevesine benzer. Ne kadar yakalamaya çalıştığı kişiyi hissetse de, bir takım sesler işitse de onu yakalasa da bizatihi fark edemeyecek ve göremeyecektir. Felsefe de öyle, bir aşamaya kadar getirir, belki bu uğurda kafaya düşüncenin zehirli tohumlarını eker ama son bit eşik vardır ki onu atlatmaya kadir değirdir. Ya intihar ettirir ya da kafayı yedirtir.

     

    Bir eşik dedik, peki orayı aşıverecek kişide olması gereken mühimmat nedir? Bizim gözünü sevdiğimiz, nur topu tasavvufumuz!

     

    İslam felsefesi, mistisizm demektense; ilm-ul mantık, ilm-ul kelam, ilm-ul fıkıh; bizim amentümüz olmalıdır.. Kafanın, düşünme hassesinin hakkını verdirtir ve de derin muhakeme gücü kazandırır insana. Her müslüman er kişi de bunların ilmini almalı, aldırmalıdır.

     

    Kamil bir müslüman ve de ideal Türk genci bence hem felsefeyi bilmeli, hem de İslamı davasını kamil idrak etmede zikrettiğimiz ilim dallarına vakıf olmalı. Bu tabii ki terazinin iki kefesine koymak değil, musavaat değildir. Biri ilmin deryasına daldırmada oksiyen tüpü vazifesi görürken diğeri öbür kefede bir kuş tüyü kadar dahi ağırlık ifade etmez. Aradaki fark budur.

    • Like 2

  5. Merhum Tevfik İleri Demokrat Parti dönemi bakanlarından, tam bir vatan aşığı, hakiki bir siyasetçi ve de samimi bir müslümandı. Türkiye adına yaptığı hizmetler yazılardan da anlaşıldığı üzre ortadadır. Hatta Üstad'ın "Benim Gözümde Menderes" eserini okuyanlar Üstad'la da yakından bağlantısını ve de dostluğunu müşahade etmişlerdir. Üstad bilindiği gibi hudutsuz şecaat ve de aksiyon adamı olduğu için çevresindeki insanlardan, muhataplarından da aynı gayreti beklemiştir. Merhum Tevfik İleri ile aralarında geçen bir diyaloğu mealen aktarayım.

     

    Tevfik İleri mizacı gereği mülayim, sakin ama meziyet dolu bir fıtrata sahip. Malumun ilanı ki Demokrat Parti'nin, Merhum Menderes'in güttüğü pasif siyaset Üstad'ı tabii ki gadaplandırıyor. Bu hususta Merhum Tevfik İleri'ye sert bir çıkış yapan Üstad, artık elini masaya vurması gerektiğini ve de daha aksiyon dolu tutum sergilemesini istemesi akabinde Merhum Tevfik İleri'nin yanıtı takdirlik;

     

    _Ne yapayım Üstad, Allah bizi de böyle yaratmış.

     

    Diyecek kadar samimiyet, edeb, mülayimlik ve tevazuda zirve insanı.

     

    Sayın Sadık Yalsızuçanlar'ın, Hüseyin Çelik'in teşvikiyle çıkarmış olduğu "VEFA" kitabı işte bu güzide şahsiyeti ihtiva etmekte. Gerçek tarihine sadık, vatanına hizmet etmiş şahıslara vefa borcunu daim sırtında hisseden bireyler ve de Üstad'a gönül vermiş gönüldaşlar olarak üerimize bir vazife düştüğü kanaatindeyim. Bu kitabı en kısa zamanda temin etmek. İnşallah burada yaptığım çağrı yerde kalmasın arkadaşlar. Alıp okuyan arkadaşlardan da burada yer yer iktibaslar yapmasını ve de bu seçkin insanımız hakkında daha geniş bilgi sahibi olmamızı sağlamasını istirham edeceğim.

     

    İş bu başlığın muradı budur.


  6. Bu başlığı neden açtım? Biraz sonra izahına girişeceğim, yalnız Tevfik İleri hakkında kabataslak bir bilgilendirmeyi evvela elzem buluyorum. Vakti zamanında Tevfik İleri ile alakalı okuduğumu bir yazı anımsadım. Biriktirdiğim makalelere bir göz attım da şükür hafızamız yanıltmadı. Sayın Mustafa Armağan'nın Merhum Tevfik İleri'yi kaleme aldığı yazıyı da iktibas ettikten sonra asıl meseleme geçeceğim.

     

    Bir memleket sevdalısı: Tevfik İleri

     

    tevfik-ileri.jpg

     

     

    "Çocuklar! Bugünkü halinize bakarak kendinizi küçük görmeyin. Yarının önemli insanları sizler olacaksınız. Sizden büyük hizmetler bekliyoruz. Bu okulları büyük ümitlerle açtık. Değerini bilin, çok çalışın; iyi bilgilerle ve geniş bir ilmî birikimle yetişin."

    1951 yılında Kayseri İmam-Hatip Lisesi'nde öğrenci olan Yusuf Karaca, zamanın Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin okullarında yaptığı şevklendirici konuşmayı böyle aktarır. Diğer okullar tarafından aşağı görüldükleri bir zamanda Milli Eğitim Bakanı'nın trenden iner inmez başka hiçbir okula uğramadan imam-hatip lisesini ziyaret etmiş olması, vefatının 49. yıldönümünde İleri'yi farklı bir yere koymamızı gerektiriyor.

     

    Oğlu Cahit İleri anlattı. 27 Mayıs'tan sonra tutuklanıp Harp Okulu'na kapatılan Tevfik İleri'nin arkadaşları, endişeyle neler olacağını tartışıyorlarmış. Bir ara odadan bir horultu sesi duyulmuş. Etraflarına bakınca sesin uyumakta olan İleri'den geldiğini fark etmişler. Derhal uyandırmışlar. Herkesin can derdine düştüğü bir sırada nasıl olup da uyuyabildiğini sormuşlar kendisine. O gayet rahat 'Tam 10 yıldır omuzlarımdaki ağır yükler sebebiyle bir gece bile rahat uyuyamamıştım. Şimdi artık o yük omzumda değil. Bırakın da şöyle rahat bir uyku çekeyim.'

     

    Arkadaşı Atıf Benderlioğlu anlatır. Tevfik İleri Yassıada'da hapistedir. Namazını orada da bırakmayan İleri, seccadesindeyken, içeriye bir subay girer ve "O bilmem ne çocuğu Tevfik İleri nerde?" diye bağırır. Namaz kılmakta olduğunu söylerler. Subay onu namaz kılarken görünce tekmelemeye başlar. İleri istifini bozmaz. Tekmeler altında secdeye gider, rükua varır, selamını verir, duasını tamamlar. Subay attığı tekmelere zerre kadar kıymet vermeyen bu mümin karşısında çılgına dönmüştür. 'Be adam', der, 'bela mısın, nesin? Seni öldüreceğim, bir şey söyle!' Merhum İleri ağır ağır başını çevirir subaya ve 'Asıl bela, belayı gönderenden gafil olmaktır' der. Olayı aktaran Agâh Oktay Güner'in dediği gibi "velayet makamında" söylenebilecek bir sözdür bu.

     

    Tevfik İleri bir Yassıada şehididir. Zulüm adasında müebbet hapse mahkûm edildikten sonra Kayseri Cezaevi'ne götürülür, orada kansere yakalanır, yine de serbest bırakılmaz. Sonuçta Ankara Hastanesi'nde tedavi görürken vefat eder. Tarih, 31 Aralık 1961'dir. Hatta cenazesi kaldırılırken onu seven bir hemşire biraz 'fazla' ağlayınca sorguya çekilir. Neden ağladığı sorulunca "Ben mesaim ile idareye bağlıyım" der hemşire, "duygularımla değil."

     

    Türkiye'nin hızla bir darbe zeminine doğru çekildiği günlerde (15 Ocak 1960) Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri'nin basına Boğaz Köprüsü projesinin geldiği noktayı bizzat köprü maketinin önünde izah ettiğini okuruz:

     

    "Haziran ayında temel atıyoruz, en geç 3 yıl içinde ikmal olacaktır. 1963 yaz aylarından itibaren Asya-Avrupa arasında trafik bu köprü üzerinden yapılacak, DP Türk milletine devasa eserlerinden birini daha takdim etmiş bulunacaktır."

     

    Öte yandan devrin ateşli yazarı Çetin Altan, Yassıada'daki mazlumlar ve dışarıdaki aileleri kan ağlarken düşene bir tekme de kendisi atmakta üstüne olmadığını gösterir. Şöyle yazar:

     

    "Hakaret namuslu kişilere layık olmadıkları kötü sıfatı atfetmekle olur. Size hakaret etmek nasıl mümkündür ki, siz o kadar kötü idiniz ki, size hakaret sıfatı bulmak imkânsızdı. Hırsız desek, gerçekten hırsızdınız. Rezil desek, gerçekten rezildiniz. Allah aşkınıza söyleyin, sizde haysiyet var mı? Şayet size haysiyetsiz demişsek özür dileriz. Sizlerden değil, başka haysiyetsizlerden; çünkü en haysiyetsiz insan bile sizlerin yanında İsa Aleyhisselam kalır." (Milliyet, 14 Haziran 1960)

     

    Günlüklerine sık sık "Hava esmer fakat sakin" diye not düşmüş Tevfik İleri. Neyi kastetmişti acaba "Hava esmer" derken? Acaba o günlerin karamsarlığını mı?

     

    Hiç karamsar değildi. Aksine bir ümit insanıydı. Zira biliyordu ki, ümitsizlik kâfire hastır. Başlarına yağan belaların da bu dünyadaki imtihanlardan olduğuna inanıyordu.

     

    Tevfik İleri ilk olarak ulaştırma bakanlığı yaptı. Koltuğa oturur oturmaz ilk genelgesi, memurlardan halka insan gibi muamele etmelerini istemek olmuştu. Halka o kadar yakındı ki, Tek Parti devrinde milletvekilliği yapanlara acıyordu. Ne için bilir misiniz? Millet sevgisinin ne olduğunu tadamadıkları için. Şöyle diyordu: "Bu muzdarip ve mübarek millete hizmet edebilmek, ibadetlerin en kudsî olanıdır."

     

    17 yıl mühendis ve genel müdür, 10 yıl da bakan ve milletvekili olan İleri'nin, Yassıada'da ortaya çıkan "mal varlığı" kendi yüzünü bile kızartmıştı. Bir kooperatiften alınma daire ile bir arsadan başka hiçbir mal varlığı ve parası bulunamayan İleri, üstelik borçludur. Hem de ne borcu, biliyor musunuz? Sümerbank'tan satın aldığı halının 3 bin küsur lira borcu.

     

    Notlarına yazdığı şu satırlar haysiyetin ne olduğunu dosta da, düşmana da gösterecek netliktedir: "Başsavcı başımızla oynamaktan hoşlanıyor. Varsın oynasın; onun peşinde değiliz. Ama şeref ve namusumuzla oynamasına asla müsaade etmeyeceğiz. Son nefesimizde dahi namuslu olduğumuzu iddia ve ispat edeceğiz."

     

    Tevfik İleri 49 yıl önce garip ve şehit olarak bu dünyadan ayrıldı. Ancak bugün açtığı kurumlardan yetişenlerin onu dualarıyla sarıp sarmaladığını gördükçe bu milletin kendisine hizmet edenleri asla unutmadığını ve unutmayacağını bir kere daha anlıyoruz. Ölümsüzlüğün yolu, ceberutluktan değil, halka hizmetten geçiyor çünkü.

    Seçmenin pişmanlığı

     

    Biraz evvel Selahattin Akçiçek geldi. Fakir, cahil bir seçmenden aldığı mektuptan bahsetti. Diyormuş ki: "Beni affet, muhterem mukadderat arkadaşlarınız da beni affetsin. Sizi biz seçtik, onun için bu hale düştünüz. İnşallah yüz yüze gelir ve sizden af talep ederim." (Tevfik İleri, "Yassıada ve Kayseri Günlükleri", Ötüken: 2003, s. 409).

     

    Mustafa Armağan

     

    02.01.2011


  7. Tevfik İleri'ye Vefa kitabı

     

    Demokrat Parti döneminde 10 yıl çeşitli bakanlıklar yapmış, Yassıada'da yargılanıp idama mahkûm edilmiş bir isim Tevfik İleri. Eşi Vasfiye Hanım'a yazdığı mektuplarda memlekete hizmeti ilk sıraya koyan Tevfik İleri'nin Kayseri Cezaevi'nde yatarken kanserle son bulan hayatı bir romana konu oldu. Sadık Yalsızuçanlar'ın kaleme aldığı 'Vefa Apartmanı' Tevfik İleri'nin şahsında bir dönemin tarihini anlatıyor."Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine inanıyorum. Gerisi laf u güzaf. Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Size mal, mülk, servet bırakmadım. Yalnız, size, şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim, siz de bununla iftihar edeceksiniz." Tevfik İleri, vefatından 3 ay evvel Kayseri Cezaevi'nden yazdığı son mektubunda çocuklarına böyle sesleniyordu.

     

    Yakın tarihin politik figürlerinden biri Tevfik İleri. Demokrat Parti döneminde ulaştırma, milli eğitim ve bayındırlık bakanı olarak görev yapmış, Adnan Menderes'in yakınında bir devre tanıklık etmiş, Yassıada'da yargılanıp idama mahkûm edilmiş bir isim... İdam cezası ömür boyu hapse çevrilen ve yakalandığı kanser hastalığından gözlerini hayata yuman bir politikacı...

     

    Bütün bunları bize hatırlatan ise Sadık Yalsızuçanlar'ın Timaş Yayınları'ndan çıkan kitabı Vefa Apartmanı. Tevfik İleri'nin kahraman olduğu anı romanın merkezinde onun çalışma hayatı boyunca tuttuğu günceler, mektuplar, Yassıada ve Kayseri cezaevi günlükleri yer alıyor. Kitapta Tevfik İleri'nin şahsında bir dönemin tarihi anlatılıyor. Sadık Yalsızuçanlar, romanı eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in kendisini yüreklendirmesi ve aileyle tanıştırması sonucu kaleme aldığını söylüyor. Tevfik İleri'nin eşi Vasfiye İleri hâlâ hayatta. Kızları Cahide ve Ayşe Hanım, oğlu Cahit Bey Ankara'da yaşıyor ve kitaba da ismini veren Vefa Apartmanı'nda ikamet ediyorlar.

     

    vefa01.jpg

    Tevfik İleri, eşi Vasfiye Hanım ve çocuklarıyla.

     

     

    Elli kelimelik mektuplar...

     

    "Canım Vasfiyem" "Güzel Kalpli Vasfiyem" "Hayatım Vasfiyem" Tevfik İleri'nin eşine yazdığı mektuplarda kullandığı hitaplar... Çoğu Yassıada ve Kayseri Cezaevi'nden kaleme alınmış mektupların dışında henüz nişanlı iken müstakbel eşine yazdığı iki mektup da var kitapta. Bu mektuplarda 'önce memleketimize âşık olacağız, sonra birbirimizi seveceğiz' diyen idealist, yurtsever, âşık bir Hemşinli Tevfik'le karşılaşıyoruz. İTÜ'den yüksek mühendis olarak mezun olan İleri, memleket sevdasıyla 1933-1937 yılları arasında Erzurum'da karayolları mühendisliği, 1937-1942 yıllarında Çanakkale'de, 1942-1950 yılları arasında Samsun'da bayındırlık müdürlüğü yapıyor. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti milletvekili olarak Meclis'e giriyor. 27 Mayıs darbesine kadar da bakan olarak hizmet ediyor. Din derslerinin ilkokulda okutulmasında, 1930 yılında kapatılan imam hatiplerin yeniden açılmasında onun imzası var. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nün kurulması, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin açılması, İstanbul Boğaz Köprüsü'nün ihale aşamasına kadar getirilmesi, öncülük ettiği bazı hizmetlerden...

     

    ***

     

    Annem ağlayarak dinledi

     

    Cahide İleri Aksoy, kitabı alır almaz annesine bazı bölümleri okuduğunu anlatıyor: "Kitabın düşünülmesi, yapılıyor olması bize gurur verdi. Anneme okuduğumda gözyaşları içinde dinledi. Sadık Bey'e ve Hüseyin Çelik beylere emeklerinden dolayı teşekkür ediyorum. Türkiye'nin dönüşüm yaşadığı bir dönemde çıkması anlamlı oldu. Babam da yaşadığı dönemde Türkiye'nin değişimine büyük katkı sağlamıştı. Ben şuna inanırım tesadüf diye bir şey yoktur. Babamın temiz saf ruhu vardı. Hiçbir zaman hiçbir konuda kötülük düşünmezdi. Çok yönlü bir insandı. Şiir, müzik, ilahi dinlerdi. Allah'ın iyi bir kuluymuş ki, yaşadığı dönemden yıllar sonra yeni nesile onu anlatan böyle bir roman yayımlandı." Tevfik İleri'nin damadı Ayhan Aksoy da romanda Türk halkının bir dönemin nasıl yaşandığını daha iyi anlayacağını düşünüyor.

     

    MURAT TOKAY

     

     

    zaman

    • Like 1

  8. Necip Fazıl sekseninin eşiğinde, bir yandan hayret veren yepyeni güzellikle şiirler yazarken bir yandan da yeni “hapishane” ihtimallerinin kaygısındadır. Ben de bugünkü sohbetimizin onun “Zindandan mektupları”na ayırdım…

     

    “Zindan’dan Mehmet’e mektup” hapishane hayatı ve çilesi üzerine yazılmış Türkçe şiirlerin en üstünü, şaheseridir. Necip Fazıl burada, hürriyetsizlik acısını, kendi üzerinde tutmayıp, bütün insanlığa, kaderin bütün mahkûm kurbanlarına yayabilen bir üstünlük gösteriyor.

     

    Hapishaneden düşmanlık ve kalenderlik değil de, azim, imân, ruh kahramanlığı neşretmek Kısakürek’e vergi bir özellik:

     

    “……

    Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!

    Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!

     

    Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,

    Kırmızı tuğlalar altı köşeli.

    Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

    Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.

     

    Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

    Bir âlem ki, gökler boru içinde!

    Akıl, olmazların zoru içinde.

    Üstüste sorular soru içinde:

    Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?

    Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

     

    Bir idamlık Ali vardı, asıldı;

    Kaydını düştüler, mühür basıldı.

    Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.

    Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;

    Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

     

    Müdür bey dert dinler, bugün 'maruzât'!

    Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat...

    Beni Allah tutmuş, kim eder azat?

    …..

    Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;

    Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...

    Yalnız seccâdemin yününde şefkat;

    Beni kimsecikler okşamaz mâdem;

    Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!

     

    Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!

    Dakika düşelim, senelik paydan!

    Zindanda dakika farksızdır aydan.

    Karıştır çayını zaman erisin;

    Köpük köpük, duman duman erisin!

    ……

    Ses demir, su demir ve ekmek demir...

    İstersen demirde muhali kemir,

    Ne gelir ki elden, kader bu, emir...

    Garip pencerecik, küçük, daracık;

    Dünyaya kapalı, Allaha açık.

     

    ……

    Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;

    Karanlığında nur, yeniden doğuş...

    Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

    Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!

    Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

     

    Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!

    Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

    Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

    Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

    Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

     

    (1961)

     

    Şiirin tamamını merak edenler, Necip Fazıl’ın Çile kitabında bulabilirler. Kendisine:

    _Hapishaneyi böylesine derinleşmiş ıstırap ve yalnızlık gücü ile anlatan başka hiçbir Türk şiiri yoktur. Bunu okuduktan sonra, Nâzım’ın “Karıma Mektup”ları bir şakalaşma , kafiyeli bir mektup, yer yer de ıstırap taklidi espriler olmaktan fazla bir şey söylemiyor. Sahiden siz, hapishaneyi böylesine duymak, sezmek ve yaşamak için kaç defa hapse girmiş bulundunuz?

     

    _Çook, ama kimisi tevkif, kimisi mahkûmluk şeklinde, 1943, 1947, 1950, 1951, 1953 ve 1960… Bütün bunları ve bilhassa 1951 hapsimi Yılanlı Kuyudan kitabımda anlattım.

     

    _Zindan’da ilk gece mühimdir, derler.

     

    _İlk gece, kapkaranlık hapishane… Ta tepesinde, tavana yakın bir parmaklık ve menfezi bulunan, küçük bir vapur kamarası şeklinde rutubet deryası bir hücre… Ranzalarda birinin üst yatağında, bir ot şilte üzerinde soyunmadan uzanan, iki eli ensesinin altında düşünen ben. Beynim buz parçası, hiçbir şey bilmiyor, duymuyor, anlamıyorum.

     

    _Daima aynı gaye, tek gaye Yücelik uğrunda yaptığımız mücadeleden dolayı girdiniz hapse. Oraya tıkıldıktan sonra, o uzun ve boş zamanlarınızda sizi kuşatan tefekkür neydi? Pişman mı oldunuz, esef mi ettiniz?

     

    _Dediğiniz gibi tefekkür işte… Her yerde işimiz o. Acısı, ibretlisi, bıçak gibi bağrımıza saplananı, beynimizi kemireni ile tefekkür. “Romalılar, İsâ dininde, kendi bâtıl inanışlarına karşı semavî bir zuhurdu. Bizimkilerse hiçbir inanışa bağlı olmayan, kendi öz kaynağını yıkmak isteyen Müslüman isimli şahıslar.

     

    Bunlar, Neron’un aç arslanlarına karşılık, tok ve doymak bilmez sırtlanlar hâlinde üzerimize atılıyor ve kalplerimizi didik didik ediyor. Ne şuradan ne buradan üzerimize hiçbir müdafaa eli uzanmıyor. Kurucusunun dediği gibi: “Bu din garip gelmiştir, garip gidecektir.”

     

    İllet, kıllet, zillet… Ya hastayızdır, ya pulsuzuzdur, yahut dünyanın hakareti üzerimizdedir. Bu üç hassa, ufak tefek istisnalar bir tarafa, çoktan beri gerçek Müslümanların vasfı… Aslında bize değil küfre ait olan bu vasıflar, bir türlü yolumuzu bulamamaktan, hakkımızı arayamamaktan, memuriyetimizi yerine getirememekten. Allah’ın sırtımıza bindirdiği yük, belâların belâsını çekiyor, imtihanların imtihanını veriyoruz.

     

    _Zindan’da Hz. Yusuf’ kıssası, eski edebiyatımızda, çok iyi işlenmiştir. Hatta ondan kinaye, hapishaneye “makam-ı Yusuf” denilmiştir. Yusuf’u zindanda tutan da ulu “gaye” yolunda sebat etmesiydi. “Züleyha” ise onu aldatmak (iğva) için… Dünya malına ve zevkine bağlanmak için atılmış bir yemdi. Güzellik, şehvet, lüks hayat , mevki ve Mısır hazineleri, istese idi Yusuf’a açılacaktı. Fakat o, Züleyha’ya boş verdiği için Yusuf olabildi… Sizin de…

     

    _Hapishanede şunu anlamışımdır ki, her şey benim manevî tahammülüme bağlı. (Meşhur Çin işkencesinde olduğu gibi) zindan eziyeti maddî olmaktan fazla manevîdir. Yunus Emre’nin:

     

    “Yunus, miskin çiğ idik-Piştik elhamdülillâh!” dediği hâle vâsıl olmak. Zindan bende bu ruh hâline ulaşmak yolunda bir imtihan merhalesi oldu.

     

    “Bu hâl , ruhçulukta ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyor: Öyle ya, hapsedilen , edilebilen maddemizdir, ruhumuz değil ki… O, ne kilit dinliyor ne duvar, ne zincir… Bir de uyanınca : Eyvah! Maddenin bütün sefaleti ve onun üstünde tünemeye memur ruhun bütün acısı meydana çıkıyor.”

     

    Bu yakıcı sohbetten ayrılırken , dilimde yine Necip Fazıl ‘ın mısraları vardı:

     

    “Dua, dua eller karıncalanmış:

    Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.

    Gökyüzü bir tarla , hep goncalanmış”

     

    ***

    • Like 1

  9. Nietzsche: "İslâm'ın Önünde Diz Çökmeliydik"

     

    Türkiye'de entelijansiya olmadığını söylediğimde bazı kişiler rahatsız oluyorlar. Şerif Mardin'in deyişiyle bu ülkede yalnızca "literati"nin / okumuş yazmış kişilerin olması bırakınız Türkiye'nin kendi yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini harekete geçirebilmeyi Türkiye'nin yaratıcı ruhun ve kurucu iradesini neyin oluşturduğunu bilen bilemeyen zihinsizleştirilmiş zihinler etrafta mebzul miktarda kol geziyor.

     

    Hâl böyle olunca da ne kendi medeniyet dinamiklerimizle ne de hâkim kültürün yani Batı kültürünün medeniyet dinamikleriyle yaratıcı ilişkiler kurabiliyoruz. O yüzden düşünce hayatında da sinema müzik edebiyat mimari başta olmak üzere sanat hayatında da dünyaya özgün şeyler armağan edebilecek çapta büyük atılımlar ve açılımlar gerçekleştirebiliyoruz.

     

    Türkiye'de çok berbat bir entellektüel körleşme ve kötürümleşme var: Batı kültürüyle de İslâm kültürüyle de kurduğumuz ilişkilerin yalnızca platonik aşk ve nefret ilişkilerine dayanan simülatif (sığ sahte ve sathî) ilişkilere dönüşmesi son kertede Batılılaşma / sekülerleşme macerasına sürüklenen ülkemizin mecrasını yitirmesine dolayısıyla hâkim kültürün bütün normalarını ve formlarını kölecesine taklit etmemize üstelik de karikatürize ederek tepe tepe tüketmemize yol açıyor.

     

    Karikatürize edilen belki de en önde gelen Batılı düşünürlerden biri de "ateist" ve "nihilist" diye yaftalayarak üstünü çizdiğimiz ya da duruma göre putlaştırdığımız Nietzsche'dir.

     

    Nietzsche'yi karikatürize ettiğimizi gösteren en önemli göstergelerin başında onun "Tanrı öldü" sözünü dümdüz bir şekilde anlamaya kalkışmamızdır. Nietzsche "Tanrı öldü" derken bir ateist veya nihilist olarak konuşmaz; aksine Batı'da Tanrı'nın öldürüldüğünden sözeder. Sözgelişi Putların Alacakaranlığı başlıklı kitabnda aklın putlaştırılmasına karşı tam bir savaş ilan eder. Socrates'tan başlayark bütün bir Socrates-sonrası temelde rasyonalist Batı düşüncesini yerden yere vurur.

     

    Deccal-Sahte İsa başlıklı kitabında ise Hıristiyanlığı özellikle Tanrı tasavvurundaki absürtlükten ötürü yerle bir eder. Size bugün Deccal kitabında yer alan onun İslâm'la ilgili tespitlerini aktarmak istiyorum. Okuyunca şoke olacağınızı tahmin ediyorum. (Ayrıca Nietzsche'nin bu iki kitabının bayramdan hemen sonra Külliyat Yayınları tarafından özenli bir çeviriyle -yeniden ve adam gibi bir Türkçe'yle- dilimize kazandırılacağını hatırlatmak istiyorum). İşte Nietzsche'nin "İslâm'ın önünde diz çökmeliydik" dediği o çarpıcı gözlemleri:

     

    "Eğer İslâm Hıristiyanlığı küçük ve hakir görüyor idiyse böyle görmekte bin kez haklıydı: Çünkü İslâm insanı yüceltir ama putlaştırmaz...

     

    Hıristiyanlık bizi kadim dünyanın [antik Yunan ve Roma] kültürünün mahsulünden mahrum bırakmıştı. Üstelik bununla da yetinmemiş daha sonraları bizi İslâm kültürünün mahsûlünden de mahrum etmişti. Aslında bize (insan olarak bize] Grek kültüründen de Roma kültüründe de esasta temel meseleler açısından daha yakın olan bizim [insan olarak] duygularımıza zevklerimize ve seçimlerimize daha doğrudan hitap eden İspanya'daki o harikuâde İslâm kültürü ve İslâm kültürünün eşsiz birikimi ayaklar altına alınarak çiğnenmiş ve yok edilmişti (-bunu yapan ayağın ne tür bir ayak olduğunu söylemeye dilim varmıyor ne yazık ki!-)"

     

    "İyi de neden? Nedeni şuydu: Çünkü İslâm kültürü asil bir kültürdü; çünkü İslâm kültürü kökenlerini temellerini insan fıtratına borçluydu [insanın fıtrî özelliklerini muhafaza edebilmesine borçluydu]; çünkü İslâm kültürü İspanya'daki Müslüman hayatının nâdir bulunan nefis hazinelerinin üzerinde bile hayata Evet diyordu!... Daha sonraları Haçlılar estirdikleri o toz bulutunun ortasında aslında önünde diz çökmeleri gereken diz çökmekle daha iyi bir yapmış olacakları bir şeye karşı asil bir kültüre karşı bizim bugünkü 19. yüzyıl kültürümüzle mukayese edildiğinde bizim çağdaş kültürümüzün kendisini İslâm kültürünün yanında son derece 'yoksul' ve oldukça 'geç kalmış' bir kültür olarak görebileceği böylesine asil ve yüksek bir kültüre karşı savaş açmışlardı. Haçlılar ganimet peşinde koşuşturuyorlardı hiç şüphesiz ki. Çünkü Doğu İslâm dünyası zengindi..."

     

    Yusuf Kaplan


  10. Nietzsche Ve Batının Ölen Tanrısı Üzerine

     

     

    Friedrich Nietzsche; bazılarına göre dahi bazılarına göre geleceği gören ve okuyan nadir insanlardan biri bazılarına göre din düşmanı bazılarına göre deli bazılarına göreyse şarlatanın teki... bir insan üzerine ancak bu kadar uç noktada yorum yapılabilirdi herhalde...

     

    F.Nietzsche filoloji üzerine uzun süreli çalışmalar yapmasına rağmen sonradan felsefeyle ve edebiyatla- özellikle şiirle- ilgilenmiş; ancak felsefe alanındaki çalışmalarla tanınmış bir düşün adamıdır. Felsefe alanında existansiyalist akımın önde gelen filozoflarından biridir. Nietzsche’nin felsefe tarihi içerisindeki ilginç yanı kendi dönemi içerisinde pek dikkate alınmayan anlaşılmayan dışlanan ; ancak öldükten yaklaşık bir asır sonra tüm dikkatleri üzerine çeken ve 20.yy. düşün dünyasını derinden etkilemesidir.

     

    Bu çalışmada Nietzsche’nin kendi zamanına şiddetle karşı çıkılan ve zamanın dini otoriteleri yanında bir çok kesim tarafından yerden yere vurulan bir görüşü üzerinde durulacaktır.“Ve Tanrı öldü.” sözünün arka planında yatan gelişmeler incelenmeye çalışılacaktır.İlk duyulduğunda özellikle inanan kişiler üzerinde ciddi anlamda gerginlik yaratan ve hemen tepkiye açık olan birçoklarına göre saçma sapan bazılarına göreyse doğru ve yerinde söylenmiş bir söz olarak batılı insanın tanrısının ölümü tartışılacak...Bu makalede ağırlıklı olarak bu sözün batı düşün tarihinin gidişatı da göz önünde bulundurarak cevap aranmaya çalışılacaktır.

     

    Nietzsche’nın bu sözü söylediği dönem 19.y.y’dır.Bu dönemde en temel felsefi problem insan problemidir. Tüm teknolojik gelişmelere ve refah seviyesinde maddi anlamda ciddi gelişmelere rağmen devamlı mutsuzluğu artan değerler sisteminin yerle bir olduğu hayata sürekli paradoksal pencereden bakan ve yaşadığı hayattan zevk alamayan batılı insan... Doğanın şifrelerini çözen bilimsel ve sosyal alanda çok iyi bir bilgi birikimine sahip olan; ancak kendine faydası olmayan insan...Her şeyin karar mekanizması olarak aklını gören ancak aklın da sınırlılığını bir türlü kabul etmeyen ve bunu gördüğünde aslında pek fazla inanmadığı ; başka kurtuluş yolu olmadığı için yöneldiği dinin tarihsel dönüşümü bu makalede batının temel düşünce yapısı içerisinde sorgulanacaktır.

     

    Batı düşüncesinin temel karakteristik özellikleri içinde dualistikhumaniter ve seküler yapısı sayılabilir. Bu yapının arkasında hemen her alanda bir ayrışım ve çatışmanın söz konusu olduğunu görüyoruz. Batılı insan gelişimin ancak bir çatışma ortamında gerçekleşeceğine sonsuz bir inanç vardır. Bu çatışmayı insan-tanrı insan-doğa burjuvazi-proletarya biz-öteki v.b gibi birçok alanlarda görmekteyiz; ancak bu makalede özellikle dini alandaki savaşım ya da insan-tanrı çatışması irdelenecektir.

     

    Greko-romen kültüre baktığımızda Tanrılar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir üstünlük savaşı hemen göze çarpar. Daha sonra bu savaş Promete’nin insanın mutluluğu için tanrının yanından ateşi çalmasıyla birlikte; insan-tanrı savaşına dönüşmüştür. Özellikle ortaçağda bu çatışma Tanrı lehine ezici bir şekilde sonuçlanmış gibi görünse de hiç bir şekilde tamamen ortadan kalkmamış; özellikle Galileo’nun ortaya attığı dünya görüşüyle yeniden alevlenmiş ve bu görüş temel dini kaynakla çeliştiği için-yani tanrının inciline karşı alternatif bir okuma getirdiği için-şiddetle bastırılmıştır. Martin Luther’in ve Kalvin katolik yoruma alternatif olarak öze dönüş parolasıyla yola çıkmışlardır.Protestanlık olarak bilinen bu akımiyi niyetle başlamış; ancak sonradan amacını açmış bir geleneği temsil eder.Ortaçağda dinin baskısı altında tamamen ezilen insanincile farklı bir formatta yorum getirerek ;sanki ortaçağda tanrı karşısındaki bu ezikliğini telafi etmek ve öç alma kaygısıyla kinle incile yönelmiştir.Bu yöneliş bir anlamda İncil okumalarını tanrı bakış açısından çıkartıp; insanı merkeze alan bir değerlendirme içerisine sokmuştur.Bundan dolayı da İnsan-tanrı savaşımında ibre tekrar insan tarafına dönmüştür.

     

    Çatışmacı gelenek içerisinde özelde dinin geneldeyse Tanrı’nın yavaş yavaş çeşitli alanlardan-bilimden sosyal yaşamdan dinden dünyayı algılayış ve ontolojik hiyerarşi içerisindeki yerlerin değişimi –koparıldığına ve dışsallaştırıldığına şahit oluyoruz. Bilimsel olarak R.Bacon’la başlayan bilimsel kriterlerin oluşmasında değerli olanın incelenmesi gerekenin niceliksel ve matematiksel olarak ifade edilmesine yapmış olduğu vurgu bir şekilde dini bilimden ayırmış ve onu ikinci bir konuma yitmiştir. Her ne kadar bu söylem kendi döneminde bu şekilde algılanmamış olsa da ardından gelen gelişmeler bunun yukarıda belirtildiği şekilde anlaşıldığını açıkça ortaya koymuştur. Rene Descartes Spinoza ve Leibniz’in savunuculuğunu yaptığı rasyonalizmin dini spekülatif bir bilgi olarak görmesi; özellikle Descartes’in temel paradigmasına ulaşmak için içine düştüğü solipsizmden kurtulmak ve Tanrıyı atlama taşı olarak kullanması insan-tanrı çatışmasında insan tarafının iyiden iyiye güçlenmesini sağlamıştır. Rasyonalizmle birlikte insanın ontolojik hiyerarşi içerisinde yeri de değişmiştir. Aklın bu kadar öne çıkarılması artık dünyayı anlamlandırırken yorumlarken temel referans kaynağının Tanrıdan insana kaydığının en belirgin göstergesidir.

     

    Bu yaşama en uygun olarakyaşanılan dönemin düşünce yapısına uyan Tanrı anlayışı olarak da deist anlayış benimsenmiştir. Bu anlayış insanla Tanrının hâkimiyet alanlarını da belirleyen; ancak tanrının hâkimiyet alanlarının insanın insafına bırakıldığı bir anlayıştır. Bu seküler anlayışta Tanrı dünyayla ilgili olarak yapacaklarını yapmış; doğaya ve yaşama insanın aklıyla bulabileceği belli kanunlar ve şifreler koymuştur. İnsana düşen görev sadece bu şifreleri aklını kullanarak çözmektir. Tüm diğer alanlarda olduğu gibi dine yönelik okumalar da insan aklı merkeze alınarak yapılmalıdır. Dinin bu şekilde değerlendirilmesi 2 yönelime kapı açmaktadır: Ya Tanrı insan aklına uygun hale getirilecek yani insanileştirilecek ya da tamamen akıl dışı olarak nitelendirilip bu dünyanın dışına itilecektir. Bu anlatımlar farklı anlamlar ifada ediyormuş gibi görünse de aynı anlam içeriğine sahip bir önermenin iki farklı yüzünü oluşturur.

     

    Özellikle 18.y.y’a damgasını vuran ampirizm ile birlikte Tanrı’nın ontolojik hiyerarşideki yerini bir yana bırakın; varlığı ve yokluğu ile ilgili ciddi tartışmalar- özellikle bilim ve felsefe çevresinde-başlamıştır. Özellikle D. Hume’un kötülük problemi ile ilgili görüşleri kendi çağında büyük yankı oluşturmuş ve önceleri entelektüel ortamlarda oluşan tanrının varlığına ilişkin şüpheler artık batılı normal halk içerisinde de ses bulmaya başladı. Aklın önderliğinde yapılan birçok buluş ve keşifler bir an da insanın kendine olan güvenini arttırmıştır; ancak bu güven evrenin merkezinde kendine görecek kadar pervazsızca olmuştur.

     

    18.y.y’ ın en büyük fikir hareketi hiç şüphesiz aydınlanmadır. Bu akımın özelde akla geneldeyse insana yaptığı aşırı güven artık Tanrıdan boşalan ve ontolojik hiyerarşide en üstte konumlanacak varlığın da kim olacağına cevap oluşturmuştur: insan. Ortaçağdaki Tanrının konumu neyse özellikle aydınlanma sonrası insanın konumlandırılışı da o şekilde anlaşılmıştır. Varolan ne varsa-din bilim hayat tanrı sanat ahlak v.s v.s- değerini ancak aklın ortaya koyduğu kriterlerdeki uygunluğuna bakılarak karar verilecektir. Bu insanın insani özellikleri aşarak tanrının özelliklerini de sahiplenmesi demektir ki asıl insan ile ilgili sorun da buradan kaynaklanmaktadır.

     

    Batılı insana ontolojik sıralamadaki en üst noktadaki yük çok ağır gelmiş ve bir dizi sorunlar sonucunda hemen bu yüzyılın sonunda 19.yy. en temel sorun bunalımlar içinde kıvranan ve büyük bir kaos yaşayan insanın kendisi olmuştur. Entelektüel kesimde bulunan ve topluma yol gösteren düşün adamları insanın içinde bulunduğu bu duruma çözüm arayışı içine girmişlerdir. Özellikle Schleilmacher’in dinin son noktada bireysel yaşaması gerekliliğine ortaya koyduğu görüşü dinin kapsamını ancak bireysel alanda geçerliliği olan bir alanmış gibi okunmasına yol açmış ve insan yaşamı dinsel alan-din dışı alan olarak kesin çizgilerle ayrılmasına vesile olmuştur.

     

    Tanrının tarih içerisindeki batılı dünyadaki seyri genel olarak bu şekilde özetlenebilir. Ortaçağda zirveye ulaşan Modern dönemdeyse elleri kolları bağlanmış insanileştirilmişsekülerleştirilmiştamamen geçerliliğini yitirmişhayatla ilgili söyleyecek sözü kalmamış ve hatta varlığına dair derin şüpheler duyulan bir batılı tanrı anlayışıyla karşı karşıya kalınılmıştır.Modern dönemin insana ait problemleri aşmak için bulunduğu konumu terk ederek tekrar dine yönelmesinin büyük bir tutarsızlık ve çelişki olduğunu iddia eden Nietzsche gerçekten de bu anlamda haklı görünmektedir.Yaklaşık olarak 500 yıl boyunca devamlı tanrının özerklik alanını sınırlayan ve bu alanlarda söz söyleyen insan şimdi çıkmaza düştüğü anda tekrar Tanrıya dönüşü ve oradan bir çıkış yolu aramasını Nietzsche ikiyüzlü bir durum olarak değerlendirmektedir. İnsanın bu alandaki en büyük problemiyse Tanrıdan boşalan bu alanın genişliğine karşı içine düştüğü çaresizlik durumudur.Tanrı’yı eğer bu dünyadan dışsallaştırmışsak o zaman onun yerine geçen varlık -ki bu insandır-hayatı yeniden yeni kavramlarla ve görüş açılarıyla inşaa etmek zorundadır.Tanrıyı hayatın her alanından koparmış olan batı insanı onun yerine doyurucu bir anlayış getirememiş ve varlığıyla ilgili şüphelere düştüğü Tanrıya tekrar yönelişine Nietzsche şiddetle karşı çıkmıştır.Hayatın her alanında geçerliliğini yitirmiş olan düşüncede hiç bir yönü kriter olarak alınmayan bir varlığın ölümünden bahsetmek herhalde pek de saçma olarak algılanmamalıdır.Bu konuda asıl sorun Tanrıya olan inançtan ziyade tamamen dejenere olmuş değerler sistemine yeniden bir anlam kazandırma mücadelesi olarak algılanmalıdır.

     

    Batılı insan tam da bu noktada Nietzsche’ye tepkisini ortaya koymuşlardır. Nietzsche topluma bu gerçeği acı da olsa tüm çıplaklığıyla ilk kez ifade etmesi bakımından ve batılı insanın çelişkisini açıkça ortaya koymasından dolayı şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. .Nietzsche’nin bu duruma getirdiği çözüm önerisi: Tüm yönleriyle hayattan kopardıkları tanrının artık bir tarafa bırakılıp değerlerinerdemlerinahlakın yeniden inşası için insanın kendini bu büyük sorumluluğun öznesi olarak görmesi gerekliliğini belirtmiştir.Nietzsche yaptığı bu teklifin ağır bir teklif olduğunun farkında; ancak bundan başka bir çıkış yolunun olmadığını düşünmektedir.Bu çok ağır bir sorumluluk ve insanın nihilizme kayması gerçekten de an meselesidir.Ancak Nietzsche buradaki nihilizmi devamlı kalınan bir durum olarak değil de sık sık içine girilen ve sıçrama olanağı veren bir alan olarak görür.19.y.y’dan bu yana insan problemine çeşitli yorumlar getirilmeye çalışılmış ve bu sorunun atlatılması için değişik çevrelerden birçok çözüm önerileri getirilmiş olmasına rağmen; ancak devamlı temel sorunun etrafında dolaşılmış kimse Nietzsche kadar sorunu açık ve net olarak ortaya koyamamıştır.

     

    Sonuç olarak Nietzsche’nin dediği gibi batının Tanrısı hayatın her alanından dışsallaştırarak işlevsizleştirilerek bir anlamda öl(dürül)müştür; ve batılı insan oradan kaynaklanan boşluğu bir türlü dolduramamıştır. Soru açık ve netken cevabı maalesef o kadar kolay değildir.Yaklaşık bir asırlık sürede en azından doyurucu bir çözüm bulunamamıştır. Çözüm önerisi iddiasında olan herkesinde bir şekilde Nietzsche’nin ortaya koyduğu bu çözüm önerileriyle hesaplaşması gerekmektedir. Çünkü batının tarihsel gelişimi içinde tam bu noktada karar vermeye mecburdur.Yoksa yarı seküler mantıkla yaşam ;yarı dinsel yaşam varolan kaosu daha da derinleştireceğini düşünüyorum.

     

    Fahrettin KORKMAZ

    __________________


  11. Ne içindeyim zamanın,

    Ne de büsbütün dışında;

    Yekpare, geniş bir anın

    Parçalanmaz akışında.

     

    Bir garip rüya rengiyle

    Uyuşmuş gibi her şekil,

    Rüzgarda uçan tüy bile

    Benim kadar hafif değil.

     

    Başım sükutu öğüten

    Uçsuz bucaksız değirmen;

    İçim muradına ermiş

    Abasız, postsuz bir derviş.

     

    Kökü bende bir sarmaşık

    Olmuş dünya sezmekteyim,

    Mavi, masmavi bir ışık

    Ortasında yüzmekteyim.

     

    Ahmet Hamdi TANPINAR

    • Like 1

  12. “ 33 sene milletim ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve benim muhakeme edecek de Resulullah’tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakkın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki, düşmanlarım bütün hizmetlerime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.”

     

    - Sultan II. Abdülhamid Han

    • Like 1

  13. Bağlantı

     

    Varlık, hudutsuz girift bir ağaçtır; ve Sen , Sen Kâinatın Efendisi, onun , hudutsuz girift köküsün!

    Bir köke bağlı gövde … Bu gövdeye bağlı kalın dal… Kalın dala bağlı ince dal… İnce dala bağlı yaprak… Yaprağa bağlı ana lif hattı… Ana lif hattına bağlı şube çizgisi… Şube çizgisine bağlı küçücük bağlı minicik böcek…

    Ben de buyum! Bütün insanlık budur! Ve böyle bir böcek olmaktan üstün pâye yoktur!

    Böcekler, böcekler! Üşüsün yapraklara! Ve küçücük çıkıntı noktalarını tutun! Şube çizgisi, ana lif hattı , yaprak , ince dal, kalın dal, gövde derken , işte kök!..

    Bu hesabı yapabilen , bu nisbeti kurabilen ; merkeze doğru namütenahi tek ve muhite doğru namütenahi dağınık bağlantı nizamına tutunabilendir ki, ebediyen kurtulmuştur!

    Böcekler, böcekler! Üşüsün yapraklara ! Âdem Peygamber ‘den Mehdî’ye kadar gelecek bütün insanlık hesabına, o mukaddes kökün beslediği ağaçta , yaprak yaprak , her ferde mahsus birer çıkıntı noktası mevcut… Güneşin doğmasıyla batması arasındaki fani ve serseri böcek hayatından kurtulmak istiyorsanız, üşüsün, üşüsün!..

     

    101 Çerçeve III


  14. Mezhebin Lüzumuna Dair

     

    Asr-ı Saadet'te dört mezheb mi vardı?.. İtikatta Eş'arilik ve Maturidilik mi vardı?.." diye soruyorlar; yoktu deyince de "Öyleyse bunlar bid'attir" hükmünü veriyorlar.

     

    A çok akıllılar, şimdi ben size sorayım: Asr-ı Saadet'te Vehhabilik var mıydı? Size göre o bid'at olmuyor da, Maturidilik niçin ve nasıl oluyor?

     

    Asr-ı Saadet'te elbette fıkıh mezhebi yoktu. Çünkü, Kur'an ceste ceste 23 yılda gönderilmiş, Din-i Mübin-i İslam 23 yılda tamamlanmıştı. Tamamlandıktan kısa süre sonra da Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz bu dünyaya veda etmişlerdi.

     

    Asr-ı Saadet'te Ashab-ı Kiram efendilerimiz dini, imanı, namazı, orucu, zekatı Efendimizden öğreniyorlardı. Bilenler bilmeyenlere öğretiyordu.

     

    Sonra İslam yayıldıkça yayıldı. Aradan 100 sene geçmeden Tevhid inancı Çin sınırlarından Atlas okyanusuna kadar ulaştı; dilleri başka başka olan nice kavim Müslüman oldu. Bunlara Kur'anın ve Sünnetin, emirlerin ve yasakların, ibadetlerin, dünya ahkamının doğru şekilde anlatılıp yorumlanması gerekti. Tabiin ve Tebe-i Tabiin efendilerimizden derin ilme, irfana, nasibe sahip olanlar geceleri kandil ışığında (varyantlarıyla) milyonca hadisi incelediler, bütün rivayetleri topladılar ve fıkıh sistemlerini kurdular. Bunların dördü kabul gördü, diğer sistemler yaşamadı.

     

    Yine İmamı Eş'ari ve İmamı Maturidi Kur'ana ve Sünnete dayanarak İslam'ın inanç hükümlerini bir araya getirdiler.

     

    Böylece zaruret derecesindeki bir ihtiyaç karşısında fıkıh mezhepleri ve inanç mezhepleri meydana geldi.

     

    Fıkıhta dört mezhep, inançta iki ekol arasında esasa, usule, temele ait hiçbir ihtilaf yoktur. Çeşitlilik teferruatla (ayrıntılarla) ilgilidir ve bu çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmet ve zenginliktir.

     

    Bu hak ve doğru mezhepler sayesinde Ümmet-i Muhammed bid'atlardan, yanlış yorumlardan kurtulmuş oldu.

     

    Sen kalkmışsın bunlara bid'at diyorsun.

     

    Asr-ı Saadet'te mezhep yokmuş... Sevsinler... Asr-ı Saadet'te sayfaları birbirine bağlı ciltlenmiş bir Mushaf da yoktu. O halde senin mantığına göre o da bid'at midir?

     

    Dört fıkıh mezhebi Müslümanlar için çok büyük bir nimettir.

     

    Onları meydana getiren müctehid imamlarımıza ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnettar olsak azdır.

     

    Mezhebe lüzum yokmuş, Kur'an yetermiş... Kur'an elbette yeter ama bir şartla: Onu doğru anlamak ve yorumlamakla...

     

    Bin küsur seneden beri şu İslam aleminin haline bakınız. Peygamberimizin haber vermiş olduğu üzere bir yığın bozuk fırka zuhur etmiştir. Bunların hepsi de Kur'an diyor ama niçin ve nasıl sapıtmışlar?..

     

    Kur'anı doğru anlayamadıkları, Resulullahın yorumuna uygun şekilde yorumlayamadıkları için...

     

    Bazı bozuk ve sapık fırkaların fanatikleri bağırıyorlar:

     

    Mezhepler bid'attir... Mezhepler sapıklıktır... Hatta çok ileri giden bazıları mezhepler puttur bile diyor.

     

    Allaha zaman, mekan, cihat, cisim, insanlar gibi el, yüz, ayak; inmek çıkmak gibi noksan sıfatlar izafe eden şu fırkacıya bakınız. Ehl-i Sünnet mezhepleri bid'attir diye niçin yırtınıyor?.. Çünkü mezhepleri yıkarsa halkın bir kısmı onun bozuk fırkasına dahil olacaktır.

     

    Aklı, firaseti ve vicdanı olan sağduyulu her Müslüman şu hususları kabul etmelidir:

     

    * Eş'ari ve Maturidi itikad ekolleri doğrudur, haktır.

     

    * Dört fıkıh mezhebi doğrudur, haktır.

     

    * Fıkıh çok şerefli, çok yüksek, çok faydalı, çok hayırlı, çok mübarek ve mukaddes bir ilimdir.

     

    * İlimleri ve irfanları Kur'anın inceliklerini doğru ve isabetli şekilde anlamaya ve yorumlamaya müsait olmayan Müslümanlar bu konuda rasih imamların, alimlerin yorum ve açıklamalarını kabul etmeli, kendi re'y ve hevalarıyla yorum yapıp, yanlış hükümler çıkartmamalıdır.

     

    * Her mukallid Müslüman, İslam dinini hak mezheplerden birini taklid suretiyle hayatına uygulamalıdır.

     

    * Bir mezhep bütünüyle uygulanır.

     

    * Telfik-i mezahip, yani mezheplerin hükümlerini ve kolaylıklarını cem etmek dini oyuncak etmek demektir.

     

    * "Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür". (Zahid el-Kevseri)

     

    * "Mezhepsizlik, İslam Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid'attir". (Prof. Said Ramazan el-Buti)

     

    * Hulefa-i Raşidin devrinden sonra Kitab ve Sünnete en uygun İslami uygulama olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye zamanında fıkha dayalı bir İslami idare vardı, devletin resmi fıkhı Hanefilikti, diğer üç mezhep de serbestti.

     

    * Fıkıh ilmi olmazsa doğru dürüst abdest alıp doğru dürüst iki rekat namaz kılamayız.

     

    * Mezheplerin yıkılmasını ve ortadan kalkmasını isteyenler bozuk bid'at fırkalarıdır.

     

    * Mezhepsizler, fıkıh mezheplerini ve Ehl-i Sünnet ve Cemaati yıkmak için Sünnete ve hadislere saldırıyorlar.

     

    * Sünnet İslam Şeriatının ikinci temel kaynağıdır: Sünnet Kur'an-ı Azimüşşan'ın doğru yorumu için en lüzumlu bilgi kaynağı ve birikimidir. Kötü niyetli müsteşrikler (doğu bilimciler, oryantalistler), misyonerler, gizli din taşıyan iki kimlikli münafıklar bir yandan, bid'at fırkaları öbür yandan Sünnet'i yıkmaya çalışıyor. Hiçbir Sünni Müslüman bunların oyunlarına gelmemelidir.

     

    09 NİSAN 2011


  15. Bahsin yeni bir cemaatler arası tartışmaya kayması kaygısını taşımakla birlikte, satıh üzeri iktibas yaptığınız kısımların bendeki intibasını dile getirmek istiyorum.

     

    Üstad'ın Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri için; "Benim kendisinde taktir ettiğim tek nokta küfre karşı mücadelesi ve düşman kutuplar üzerindeki iştirakimizdi." cümlesi aslında sualinize sağlam bir yanıt. Zira Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin kavi,iman dolu göğsünün karşılaştığı hiç bir müşkil durumda sönmediğini ve de boyun eğmediğini bilmekteyiz. Kendisine saygı duruşu için Ermeni askerinin önünde ayağa kalkmaması, sarığının çıkarılması talebine karşılık, "Bu sarık başımdan ancak kafamla çıkar!" karşılığı, zamanında resmen eritilmeye çalışılan İslam madeninin Allah'ın izniyle tekrar ihyasında rol alması, pek çok zehirlenmelere, rüşvetlere rağmen hak bellediği davasından taviz vermemesi, yattığı hapis yılları yahut sürgünleri, TBMM'de meclis kürsüsünde ve hatta Atatürk karşısında hak bildiği doğrulardan dönmemesi, siyasetin zehirli dişlilerine kendi nüfuzunu malzeme etmemiş şahsiyeti ilaahir bunlar çoğaltılabilir.

     

    Anahtar kelimesi tartışmasız İslam'a ve dine hizmet etmek olan Said Nursi Hazretleri'nin şüphesiz Üstad nezdinde de takdir toplamasına, kaba haliyle bunlar sebeptir. Yani tek nokta İslama hizmet ve tabilikteki tavizsiz tavır, ehli küfre karşı cephe alma. Burada Üstadla müşterek görünüyor. Yalnız şu "İslâmî kemâl dâvası" şimdi bunun neden "ayrı mesele" olduğu kısmı benim nezdimde naçizane şu şekildedir:

     

    Malumun ilanıdır ki, Said Nursi Hazretleri başlangıç itibariyle ehli tariktir. Manevi olarak pek çok şeyhten, mürşidden feyz ve ilham aldığı bilinir. /Bu hususta Sadık Yalsızuçanlar'ın Tasavvuf Risalesi eserine göz atabilirsiniz. Ekseriya nedense bu tarikat bahsi görmezden gelinir./ Yalnız bir vakit sonra yine bir zuhuratında hakiki mürşidin Kur'an olduğu kendisine ilham edilir ve artık kendisini tamamen İslam davasına hizmete adar, kendisini iman kurtarıcı vizyonunu yükler ve bu uğurda da binleri aşan bir cemiyete kavuşur.

     

    Öyle sanıyorum ki, Üstad'ın "Ben Nur talebesi değildim, olmama da imkan yoktu!" cümlesinin altında bu husus yani, tarikattan, ehli tarik olmaktan uzaklık yatar. Bildiğimiz gibi Üstad'ın Abdulhakim Arvasi Hazretleri'nin eteklerine tutunması akabinde tasavvufa, tarikate aşırı bağlılığı artmış ve her sahada en şedid müdafaacısı olmuştur. Ve ancak bir kamil-i mürşide tabiilikle İslam dâvasının kemâle ereceğini tasavvur etmiştir. Bir "Rabıta-ı Şerife" yahut "Tasavvuf Bahçeler" eserleri bunun delili olarak görülebilir.

     

    Demem o ki, muhalif göründüğü nokta kanımca budur.


  16. Dinde Değişim ve Ayıklama

     

    Bu konuda bazı işbirlikçilerle anlaşmışlar, bazen çok sinsice, bazen açıkça hummalı faaliyete girişmişlerdir.Aşağıda sıralayacağım güçler, İslam dünyasında ve bilhassa (özellikle) Türkiye'de büyük bir din devrimi (veya devirimi) yapmaya karar vermişler,

     

    (1) Emperyalist sömürgeci büyük devletler... (2) İsrail ve Siyonizm... (3) Katolik Kilisesi... (3) Merkezleri ABD'de bulunan üç büyük Evangelist Protestan kilisesi ve onların uyduları... (4) Türkiye'nin en büyük gizli gücünü oluşturan Sabataycılar ve Kripto Yahudiler... (5) Ülkemizde nüfusları ve nüfuzları sanılandan çok büyük olan Kripto Hıristiyanlar.

     

    Bunlar ile bilerek veya bilmeyerek işbirliği yapan zümrelerin başlıcaları:

     

    (1) Fazlurrahmancı ilahiyatçılar.

     

    (2) Dinde değişim, yenilik, reform isteyen ilahiyatçılar.

     

    (3) Mutezile inancını ve mezhebini kabul etmiş, fakat bunu gizleyen birtakım ilahiyatçılar.

     

    Emperyalist, sömürgeci, globalleşme taraftarı güçler İslam'ın hangi taraflarını beğenmiyor ve değiştirilmesini istiyor?

     

    (Bir) İslam'ın kadın konusundaki hükümlerini beğenmiyor, bu konuda işlerine gelmeyen hadislerin ayıklanıp çıkartılmasını istiyor. Onlar kadınla erkeğin mutlak olarak eşit olmasını, erkeğin aile reisi olmamasını, kadının açılıp saçılmasını, zinanın suç sayılmamasını istiyor.

     

    (İki) Faiz ve ribanın haram olmaktan çıkartılıp helalleştirilmesini istiyor.

     

    (Üç) Onları çok rahatsız eden İslami değer ve hükümlerden biri de cihad fi sebilillahtır. Cihad ile ilgili hadislerin "ayıklanmasını" istiyorlar. Onlara göre İslam'ın cihad farzı bir tür terördür ve mutlaka yürürlükten kaldırılmalıdır.

     

    (Dört) İslam'ın iffet, haya, namus mefhum ve değerleri de onları rahatsız etmektedir. Bu hususta da yumuşama olmasını istiyorlar.

     

    (Beş) Kur'andaki "Allah katındaki tek din İslam'dır" hükmünün değişmesini, bunun yerine "Dünyada üç hak ibrahimi din vardır. Hz. Muhammed'in risaletini, Kur'anı, İslam'ı inkar ve tekzip eden Ehl-i Kitab da kurtulmuştur ve Cennet'e girecektir" bozuk akidesinin kabul edilmesini istiyorlar.

     

    (Altı) İslam'ın davet ve tebliğ vazifesinin tatil edilmesini, onun yerine Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü yapılmasını istiyorlar.

     

    İşbirlikçilerin başını çeken Fazlurrahmancılar taqiyye yaparak kendilerini açık görüşlü Sünni Müslüman olarak tanıtıyor ve gösteriyor.

     

    Fazlurrahman bozuk fırkasına göre 300'den fazla Kur'an ayetinin ve hükmünün bugün geçerliliği yoktur. Bunlar tarihsel hükümlerdir ve miadları dolmuştur.

     

    Yine onlara göre binlerce sahih hadis mevzudur, uydurulmuştur, onların da ayıklanması gerekir.

     

    BOP'un (Büyük Orta Doğu Projesi'nin) iki ana gayesi vardır: (1) İslam dünyasını iyice parçalamak, Balkanlaştırmak, ortaya sürü sepet küçük İslam ülkesi ve devleti çıkartıp, bunları birbirine düşürmek. (2) İslam dinini değiştirmek ve emperyalist Siyonistlerin ve Haçlıların istediği ılımlı, uysal, evcil, kendi istedikleri manada demokrat, sömürülmeye müsait (colonisable) bir İslam dünyası oluşturmak.

     

    Bir soru: Emperyalistler İslam'da yenilik, değişim ve sekülerleşme işleri için büyük paralar harcıyor mu?

     

    Harcandığından hiç şüphe edilmemelidir. Yenilikçi, reformcu, değişimci işbirlikçilerin büyük çoğunluğu bedavaya küçük parmaklarını bile oynatmazlar.

     

    "Ayıklama" işinin bedavaya, Allah rızası için yapıldığını sanmak büyük saflık olur. Son yıllarda bu ülkedeki bütün dini hizmetlerin, yayınların, teliflerin, tercümelerin, araştırmaların, ayıklamaların, hizmetlerin veya sabotajların maddi menfaat ve ücret mukabilinde yapıldığı gerçeğini bilmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Üzülerek söylüyorum: Maalesef Sünni cephede de garazsız, ivazsız, ücretsiz, fi sebilillah, hasbeten lillah hizmet çok azalmıştır.

     

    Türkiye'de gerçekleştirilmek istenen dinde yenilik, dinde değişim, dinde reform, Fazlurrahmancılık fırka/mezhebinin yayılması, mezhepsizlik, teflik-i mezahib, sekülerleşme faaliyetleri içinde bazı islamcılar da var mıdır? Elbette vardır.

     

    Yine bir soru: Türkiye Ehl-i Sünnet mezhebi mensupları başta "hadis ayıklama" işleri olmak üzere dönen dolaplardan haberdar mıdır?.. Maalesef büyük ölçüde değildir.

     

    İlm-i Kelam alimleri bu şeytani faaliyetleri inceliyor, Müslüman aydınları ve halkı uyarıyorlar mı?.. Bu konuda çok az yayın ve reddiye vardır. Dört başı mamur bir kelam kitabı ise hiç görmedim. Bilen varsa haber versin.

     

    Fazlurrahman adlı adam Pakistan'da zuhur ve huruc ettiği zaman binden fazla icazetli ulema, fukaha, müftü onu reddeden bildiriler ve fetvalar yayınlamışlar ve ülkeden kaçmasını sağlamışlardı. Bizde ise bu konuda fazla bir şey yapılmıyor veya yapılamıyor.

     

    Peki bu işlerin, bu fitne ve fesadın sonu ne olacaktır?

     

    Tahminlerimi söyleyeyim:

     

    Kur'anı bile bile bozuk yorumlayanların, Sünneti ayıklayıp işlerine gelmeyen hadisleri çıkartanların, Fazlurrahman yolundan gidip nice muhkem ayetin bugün hükümsüz olduğunu iddia edenlerin, Müslümanları Şeriattan kopartıp sekülerleştirmek isteyenlerin, dinde değişim ve yenilik yapma işbirliğine girenlerin sonu iyi olmaz. Şu veya bu şekilde tokat yerler.

     

    Kur'anı, Sünneti, Şeriatı, sahih ve temiz itikadı, Ümmeti korumayan sorumlu Sünniler de, vazifelerini yapmadıkları için suçludur. Fitne ve fesat yangınını söndürmeye çalışmadıkları için onlar da tokat yiyebilir.

     

    Dinde değişim, dinde yenilik, dinde reform yapmak, hadisleri ayıklamak isteyen zihniyet din hizmetleri alanına kendi adamlarını sokmak için yıllardan beri sinsi faaliyet içindedir.

     

    İtikadındaki bid'at, kendisini dinden çıkartan, yahut çıkartmayıp namazının sıhhatine mani olan bir kimsenin ardında cemaat olmam.

     

    Bir örnek vereyim: Adam mezhepsiz yahut telfik-i mezahib taraftarı... Abdestli iken bir yeri kanıyor... Bu adam tekrar abdest almazsa Hanefilere imamlık yapamaz.

     

    İstitraden şu hususu da belirteyim: Adam mücessime denilen bozuk mezhebin itikadını kabul etmiş. Allah'ın cismi vardır. İnsanlar gibi eli, yüzü, ayağı vardır. İner çıkar. Ciheti vardır. Allah zaman ve mekanla mukayettir... diyor. Böylesinin de ardında namaz kılınmaz.

     

    Alevi kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız kendi inanç ve meşreblerini korumak için canla başla çalışırken Ehl-i Sünnet çoğunluk maalesef yedinci derece derin uykuda.

     

    Allah cümlemizi bir an önce hayırlı şekilde uyandırsın.

     

    *(İkinci yazı)

     

    Devlet ve Düzen

     

    1. Devletimi severim ve korurum.

     

    2. Bozuk düzene veya sisteme muhalifim, karşıyım.

     

    3. Devlet ile düzen/sistem özdeş değildir.

     

    4. Devlet kalsın, güçlensin, bozuk düzen gitsin, yerine iyi, adil, güzel bir düzen gelsin.

     

    5. Devlet devamlıdır; düzen kopukluk, arıza ve kazadır.

     

    6. Devlet insan haklarına, adil hukukun üstünlüğüne, milli kimlik, kültür ve tarihe dayalıdır; düzen bozuk bir ideolojiye dayanır.

     

    7. Düzen ile devleti özdeş görüp, ikisini birden batırmaya ve çökertmeye kalkışmak, bindiği uçağı düşürmek veya üzerinde yolculuk yaptığı gemiyi batırmak gibidir.

     

    8. Devlet cevherdir, düzen/sistem arazdır. Devlet cam sürahidir; içine su konulabilir, süt konulabilir, şarap konulabilir. Su, süt ve şarap düzendir.

     

    9. Devlet konusunda konuşup yazanların, fikir ve görüş beyan edenlerin yeterli miktarda amme hukuku bilmeleri gerekir.

     

    10. Batsın bu devlet, yerine iyisi gelsin lafı cinnettir. Devletimiz kalsın, bozuk düzen/sistem gitsin demek gerekir.

     

    07.04.2011


  17. Sayın Şevket Eygi, malumunuz ehli sünnet bir kalemdir. Yazılarının ekseriyasında bunu sezinlemek mümkün hatta şer'i olarak biraz sert çizgilere sahiptir diyebiliriz.

     

    Evlilik bahsinde kendisinin sabah gazetesine verdiği bir röportaj var. Cevabı;

     

    "- Niye evlenmediniz?

     

    - Başımdan çok macera geçti gazeteci olarak. Yurtdışında yaşamak zorunda kaldım, sıkıntılar çektim, mahkemeler, hapislerde yattık, kısmetimiz değilmiş." şeklinde. Tabi naçizane yorumumu dile getirecek olursam, sizin de dediğiniz gibi evlilik Efendimiz'in en kavi sünnetlerindendir ve de bahsedilen şekilde sebeplere isnad edilerek, terki, ihlali meşru görülemez. Yalnız biz kimseyi tenkid etme mevkiinde değiliz fakat yapılan işin keyfiyeti hakkında yorum dile getirebilirim ki kendisiyle mutabık değilim. Ama dediği gibi kısmet meselesi.

     

    Kanlı Pazar Hadisesi'nde Sayın Eygi'nin rolü var mı? Açıkcası bu husus hakkında sağlam kaynaklardan bir demeç okumadım. Fakat siyasetçilerimizden Yaşar Okuyan'ın

     

    "Şevki Eygi tahrik etti

     

    Polis bakıyor, mavi kurdela varsa dost dokunmuyor, kurdele yoksa elindeki copla girişiyor. Biz de dedik ki kurdelelerimizi takalım, çünkü uzak olmamıza rağmen bir grup da bize doğru geliyordu.

    Komünizmle mücadele dernekleri vardı. Onların birlikte organize ettiği bir şey. Bundan günler öncesinden de Mehmet Şevki Eygi diye bir gazeteci var. Gazeteden çağrılar yapıyordu. “Komünistler, Moskova uşakları geliyor, dinimize küfrediyorlar” gibi yazılarla belki 10-15 gün boyunca tahrik etmişti. Toplu olarak sabah namazları organize ediyordu. Böyle bir alt yapı oluşturulmuştu. ‘Kanlı Pazar’da, Hürriyet gazetesinde 6–7 sütunu kaplayan bir resim gözümüzün ödündedir hâlâ..." şeklinde vermiş olduğu demeç var. Şunu da bilmekteyiz ki Sayın Okuyan'nın yandaş zihniyetin adamadır. Ama şu ufak paragraftan ben şunu anladım:

     

    Sayın Eygi'nin Amerika'nın maşası olarak bu Kanlı Pazar hadisesinde yer almasını yahut zemin hazırlaması nezdimde muhal görüyorum.. İlk paragrafımda dile getirdiğim gibi, kendisi dinî prensiplere sıkı sıkıya bağlı, ehli sünnet biri olarak sanmıyorum ki böyle bir vukuata en azından Amerika maşası olarak yataklık etmiş olsun. Tabi bu iş sanı-lara bakılarak değerlendirilemez fakat kendisinin gazetesinde, "Komünistler, Moskova uşakları geliyor, dinimize küfrediyor" gibi cümlelerle belki kısmen azmettiricidir. Yalnız bunun denen cümleden de anlaşıldığı gibi tamamen vatanı, milleti küfür ehlinden yahut kan emici izm-lerden salaha kavuşturmak amacı yapıldığı gözlemleniyor. Tabi çözüm kan akılarak mı olmalıydı, burası tartışılır. Netice itibarıyla bu konuda da keskin, köşeli bir cümle kurmak istemiyorum. Yanlışıyla, doğrusuyla Sayın Eygi'nin kesinlikle okunması gereken bir isim olduğu kanısındayım, bugün kiralık kalemşörlerin akıbetini gördükten sonra..


  18. İsmail Gaspıralı’nın dilde birlik fikrini yaymasına paralel olarak bu fikre

    muhalif olanlar da vardı. Ortak edebî dil fikrine karşı olanlar, her boyun kendi

    lehçesiyle edebiyatlarını oluşturmaları gerektiğini savunuyorlar; böylece, medenî

    yönden daha çabuk yükseleceklerini iddia ediyorlardı. Böyle düşünenlerin en

    büyük destekçileri Rus misyonerleri ve Rus müsteşrikleriydi. Bunlar, her boyun

    kendi lehçesiyle birer edebiyat ve dolayısıyla birer dil oluşturmasının, Rusya’nın

    o derecede menfaati olduğunu, Rusya Türklerinin topyekûn hareket etmeleri

    hâlinde Rusya’yı karanlık bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Bunun için, her

    lehçeye ayrı birer dilmiş gibi ayrı alfabeler verilmesi teklif edildi. Bu teklifi

    yapan, “Rusya’daki Türkleri Ruslaştırmak ve Hristiyanlaştırmak için büyük

    gayret sarf eden ve İsmail Gaspıralı gibi aydınları bu yolda büyük engel kabul

    eden Nikolay İlminskiy”24 idi. 25 Mayıs 1876’da çeşitli işaretlerle genişletilmiş

    Rus alfabesinin Türklerin kullandığı ayrı lehçelere uygulanmasını teklif eden

    İlminskiy, daha da ileri giderek, ortak bir Türk dili yerine, her bir boy için boy

    lehçesinin ana dil olarak kabul ettirilmesi gerektiği fikrini ortaya attı.25 Kazak ve

    Tatar aydınlarına da tesir eden İlminskiy, onlara da kendi boy lehçelerinde alfabeler,

    gramerler ve sözlükler hazırlattı. Öte yandan, Mikola Ostroumov, Türkistan

    Vilayetinin Gazeti’ni çıkarıyor; 1883’ten 1917’ye kadar bu gazeteyle şehir

    ağzına dayanan Özbekçeyi edebî dil hâline getirmeye çalışıyordu.26

    Türkmen Türklerinde önceleri özel bir edebiyat oluşturma fikri ve teşebbüsü

    yoktu. Ancak Bolşevikler, oyunun bir parçası olarak bir de Türkmen edebiyatı

    oluşturma gayreti içerisindeydi. Bunun sonucu olarak, 1925’te Aşkabat’ta

    Emir Hacıoğlu Kakacan başkanlığında Türkmenistan Gazetesi’nin yayımına

    başlandı. Gazetenin dili, başlarda Azerbaycan Türkçesiyle Özbek Türkçesi arasındaydı.

    Daha sonraları, gazetenin başına komünistleri geçirerek dilini halis

    Türkmenceye çevirdiler.27 Bu lehçenin ağızlarından topladıkları kelimelerle

    oluşturdukları yapay dil ile Türkmen Türkçesini diğer Türk lehçelerinden uzaklaştırmaya

    çalıştılar. Bolşeviklerin bu icraatları Türkmenistan ile sınırlı kalmadı.

    Bu işleri, en büyüğünden en küçüğüne varıncaya kadar bütün Türk lehçelerinde

    uyguladılar. Böylece, hem her boyun kendisine ait bir millî(!) dili, hem de ayrı

    birer alfabesi oldu. Zamanla bu siyasete çeşitli ayak oyunları da katılarak Tatar

    Türkü, Başkurt Türküne; Özbek Türkü, Kırgız Türküne düşman edildi. Böylece,

    dilde birliğin önünü bütünüyle tıkamaya çalıştılar.

     

    Rus müsteşrik ve misyonerlerinin gayretleri bir tarafa, boyların kendi

    mensuplarından olanlar da bu çabalar içerisine girmişlerdi. Bunlardan birisi,

    Kazan Tatar Türklerinden olan Abdülkayyum Nasırî’dir. O, Kazan Tatarcasının

    edebî dil hâline gelmesinde en büyük paya sahip olan kişidir. Kaleme aldığı

    sözlükler ve gramer kitaplarıyla bu amaca hizmet etmiştir.

    Bolşevik ihtilâlinden sonra “halklara özgürlük” fikriyle birlikte, Orta Asya

    Türklüğü aydınları, bütün Türklerin ortak bir edebî dille yazıp konuşmaya

    başlayacağını ümit etmiş ve bu yöndeki çalışmalarını arttırmışlardı. Ancak, ihtilâl

    beklendiği gibi çıkmamış; bütün Türklerin ortak bir dille yazıp konuşabilmeleri

    şöyle dursun, her boya ayrı bir alfabe verilmiş; hatta, biraz daha ileri gidilerek

    bütün Orta Asya Türklüğü 3-5 lehçeye değil, yalnızca Azerbaycan 17 değişik

    lehçeye ayrılmıştır.28 Hâlbuki, ihtilâlle birlikte yaşanan hürriyet aylarında,

    Rusya Türkleri arasındaki Türkçülük cereyanının iyice artmasıyla, Moskova

    kongresinde Rusya’daki Türk-Müslüman okullarında Osmanlı Türkçesinin

    mecburî bir ders olarak okutulması bile kararlaştırılmıştı.29

    Dilde birliğin önünde zaten yeterince engel varken Bolşevik idaresinin

    adamlarıyla bu sayı daha da arttı. Artık her hususta sıkı bir denetime giren idare,

    Türklüğün tek bayrak altında buluşmasına engel olabilmek için, önce dilde birliğin

    sağlanmaması gerektiğini biliyor ve buna engel olmak için de tüm yollara

    başvuruyordu. Bu arada, yandaşları dergiler ve gazeteler vasıtasıyla bu hususta

    kaleme alınmış yazılar da sık sık sütunları işgal ediyordu.

    Bolşevikler, bu mesele hakkında çok hassastılar. “Türk dil birliği” düşüncesine

    tahammülleri yoktu. Bu konuda Kırım Eyalet Komitesi kâtibi Çagar,

    Komünist Partisinin 17. kongresinde,

    “Burjuva emeli taşıyan unsurlar, bilinçli olarak Tatar

    dilini, Arap ve Türk kelimeleriyle doldurmakta, Rusça

    kelimelerden kaçınmaktadırlar...”30

    diyerek, dilde birlik gayesinde olanları suçlamakta, onları Bolşevik idareye âdeta

    ihbar etmektedir.

     

    Aynı kongrede söz alan Kırım Halk Eğitim Müdürü Aleksandroviç, İsmail

    Gaspıralı’yı fakir Tatar halkını Çarlık rejimine satmakla suçlamış, onun bir

    inkılâpçı olmadığını ve Kırım’daki dil birliği destekçilerinin -ki başında Hasan

    Sabri Ayvazof vardır- Türkiye’ye meylettiklerini, yani pantürkist olduklarını,

    Kırım Tatar dilini ve edebiyatını Rus dili ve edebiyatının etkisinden kurtarmaya

    çalıştıklarını31 söyleyerek, bunlara karşı önlem alınması gerektiğini ifade etmiştir.

    Bolşevikler, Türk dil birliğine karşı takip ettikleri siyaseti hiç bir zaman

    değiştirmediler. Türk dil birliğini, başka bir deyişle Türkçülüğün bu en sağlam

    temelini ve emelini kökünden baltalamaya devam ettiler. Komünist Partisine

    mensup Türklerden ve Rus müsteşriklerden bazıları, gerek mahallî lehçelerin

    güçlenmesi ve gerekse her lehçeye ayrı ayrı alfabeler yapılması meselesinde her

    boyun kendi kararıyla hareket ettiğini iddia ederler. Ancak bu iddianın doğru

    olmadığı, 1926 yılında Bakû’da toplanan I. Türkoloji Kurultayı’nda alınan kararlarla

    apaçık ortadadır. Bu kurultaya her boydan ilmî alanda yeterli ve resmî

    olarak yetkili kişiler katılmış ve önce ortak bir alfabe, daha sonra da ortak bir

    edebî dil oluşturulması kararlaştırılmıştır. Çok geçmeden toplantıya katılan boylar,

    birbirinden fazla farklı olmayan ve Lâtin esasına dayanan yeni alfabeye

    geçmişlerdir.

    Kurultayın ardından, ortak bir alfabede karar kılan ve alfabelerini değiştiren

    Orta Asya Türklüğü, faaliyetlerini bundan sonra da sürdürmeye çalışmışlar;

    ancak Bolşevik idarenin başına Stalin’in geçmesiyle bu çalışmaları durdurmak

    zorunda kalmışlardır. Çünkü, Bolşevik idare eli kalem tutan bu aydınları

    pantürkistlik, turancılık fikirleri güttükleri için hapishanelere attırmış, sürgünlere

    göndermiştir. Cezasını çekip de hayatta kalmayı başaranlar, tekrar bu fikirler

    için çalışabilirler düşüncesiyle, kaza süsü verilen cinayetlere kurban gitmişlerdir.

    Çeşitli Türk boylarına mensup edebiyat ve fikir adamlarının hayatları incelenirse,

    hep 1937-1941 yılları arasında öldükleri görülür. Stalin, eli kalem tutanları

    ortadan kaldırarak dil birliğinin kısa vadede gerçekleşmesini imkânsız hâle

    getirmiştir. Bu aydınların ortadan kaldırılmasının akabinde, çok zaman geçmeden

    bütün Türk boyları için ayrı ayrı Kiril esasına dayanan alfabeler hazırlatılarak

    bu alfabelerin kullanılması mecburî tutuldu.

    1990’da bağımsızlığına kavuşan Türk cumhuriyetlerinde ortak edebî dil

    oluşturma çabaları, Türkiye Türklüğü bilim adamları önderliğinde, özellikle de

    Türk Dil Kurumunun gayretleriyle yeniden başlamakla birlikte, bunun gerçekleşmesi şu güne kadar mümkün olmamıştır. Yapılan toplantılarda, prensipte

    böyle bir uygulamaya geçilmesinin gerekli olduğu kararı alınmış; fakat uygulamaya

    geçilememiştir. Çünkü, uygulamaya geçilebilmesi için hükûmetlerin adım

    atması gerekmektedir. Aydınlar tarafından tartışılan bu husus, nedense devletler

    tarafından gündeme getirilememektedir.

     

    Bazı cumhuriyetlerin Lâtin esaslı alfabeye geçtikleri görülmekle birlikte,

    bu alfabeler birbiriyle önemli farklılıklar göstermektedir. Türkmenistan ve

    Azerbaycan bugün fiilen Lâtin alfabesine geçmişlerdir. Ancak, bu cumhuriyetlerin

    alfabeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kullandığı alfabeden, özellikle ünlü sesler

    için kullanılan harfler açısından farklıdır. Yine de Kiril esaslı alfabe kullanmalarındansa

    böyle bir alfabe kullanmaları, bu iki cumhuriyetle Türkiye Cumhuriyeti’nin

    yakınlaşmasını biraz daha kolaylaştırması açısından faydalı olmuştur.

    Gaspıralı’nın dilde birlik davası, onun ölümüne kadar ulaşmaya çalıştığı

    gayelerden biri oldu. O öldüğü zaman bu gayeye ulaşılamamıştı. Ancak onun bu

    fikri, şüphe yok ki hem Rusya Türkleri arasında, hem de diğer Türk yurtlarında

    çok büyük ilgi ve kabul gördü. 1905-1925 yılları arasında Rusya İmparatorluğu’nda

    yayınlanan Türk lehçelerindeki pek çok gazete ve derginin Tercüman

    Türkçesini, yahut ona çok yakın bir dili kullanmaları ve bunun ancak Sovyet

    döneminde mecburî olarak son bulması, Gaspıralı’nın ortak edebî dil konusundaki

    bir ömür boyu süren gayretlerinin hiç de boşa gitmediğinin delilidir.

    1911’den itibaren Tercüman’ın başlığının altında yer alan meşhur, “Dilde, Fikirde,

    İşde Birlik” sözü ise, günümüze kadar Türk dünyasındaki en yaygın

    uran(slogan)lardan biri hâline dönüşmüştür.

     

    Gaspıralı’nın bu yoldaki gayretleri, bütünüyle sonuçsuz da kalmamıştır.

    Ölümünden sonra, 1920’lerde dahi çeşitli bölgelerdeki Türk yazı dilleri arasındaki

    farklılıkların günümüzdekilere ve Gaspıralı’dan önceki dönemlere göre

    çok daha az olması bunun en güzel göstergelerinden biridir.32

    Bugün de gayreti içinde olunan dilde birlik fikrini ortaya atan İsmail

    Gaspıralı’yı, doğumunun 150. yılında bir defa daha hatırlamak, şüphesiz ki hâlâ

    tek bir dille konuşup yazmak heyecanını duyan herkes için ödenmesi gereken

    bir vefa borcudur. Onun açtığı çığır, birtakım iç ve dış düşmanlar tarafından engellenmeseydi, öyle tahmin ediyoruz ki bugün başarıyla sonuçlanmış olacaktı.

    Türk milleti için hayırlı olan her işte, nedense dahilî ve haricî bedhâhlar olagelmiştir,

    bundan sonra da olacaktır. Bize düşen, İsmail Gaspıralı azmi ve sebatını

    göstererek bu oyunun tezgâhçılarını, ilmin ve aklın yardımıyla bertaraf etmektir.

    Ruhu şâd olsun!

     

    Mustafa TOKER

    • Like 1

  19. Hayatını kısaca özetlediğimiz İsmail Gaspıralı’nın bütün hayatı boyunca

    yılmadan savaştığı ana gayesi, bazı ilim adamları tarafından bir ütopya olarak da değerlendirilen ve “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” cümlesinde ifadesini bulan,

    dünya üzerindeki bütün Türklerin tek vücut hâline gelmesidir. O, dünya üzerindeki

    Türklere ayrı birer milletmiş gibi (Azerî, Başkurt, Kazak, Karakalpak, Kırgız,

    Özbek Tatar, Türkmen... vs.) adlar verilmesinin, Türk milletini bölüp parçalama

    oyununun ilk perdesi olduğunu; oyunun ikinci perdesinde de Türk milletinin

    yok edilmesinin sahneleneceğini daha genç yaşlardayken fark etmiş, bu

    oyuna karşı nasıl davranılacağı hususunda fikir yürütmeye başlamıştır.

    Gaspıralı, daha Tercüman gazetesini kurmadan önce çıkardığı Tonguç’ta (Yukarıda

    sözü edilen varaklardan birinin adıdır.), bütün Türklerin aynı dili konuşması

    meselesini gündeme getirerek, Türk dünyasının tümü tarafından anlaşılabilecek

    bir Türk dili kullanmıştır.6 Gaspıralı, Tonguç’un mukaddimesinde bu hususta

    şunları söyler:

     

    “Milletimizin eseri olan lisanımız, edebî olarak işlenmemiş

    ise de, eğitime ve kaidelere uyabilecek bir dildir.

    Gayet nâzik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden,

    Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki, eğer

    dilimiz usta bulup, kelime alınıp işlenirse, şimdikine

    göre çok daha fazla parlak ve kullanışlı olur.”7

    Mukaddimenin devamında, yirmi beş yıllık hayatı boyunca ne yaptığını

    ve bundan sonra ne yapacağını şu sözlerle anlatır:

    “Yirmibeş seneden beri dediğim, yazdığım, çalıştığım

    budur. Çare açmak, yol açmak, başka bir şey değildir.

    Çünkü, kavi, necip, ömürlü, sabırlı ve cesaretli olan

    Türk milletinin, perakende düşüp, Sedd-i Çin’den Akdeniz’e

    kadar yayıldığı hâlde, nüfuzsuz, sessiz kaldığı

    lisansızlığından, yani lisân-ı umumî (ortak dil)ye sahip

    olmadığından ileri gelmiştir. Bu inanışla ömrettim (yaşadım),

    bu inanışla mezara gireceğim.”

     

    Daha bu yayınıyla rejimin şüphesini çekmeden, ince bir üslûp kullanarak,

    düşmanın amacını gizliden gizliye milletine hissettirmeye çalışan Gaspıralı,

    Tercüman gazetesinin kurulmasıyla birlikte, bu fikirlerini, o zamanki otorite

    boşluğunu da iyi değerlendirerek açıkça ifade etmeye başlamıştır.

    Gaspıralı, Bakû’da Hayat gazetesini çıkaran Ali Merdan Topçubaşı’na

    gönderdiği mektubunda, edebî dilin önemini şu sözlerle ifade eder:

    “İnsanları tefrik eden üç şey vardır. Biri mesafe uzaklığı,

    biri din başkalığı ve biri dilsizliktir. Bundan 25 sene

    evvel, ahvâl-i milliyemizi mülahaza ederek zayıf başımla

    dertlerimize derman izlemekte gördüm ki, dinimiz

    hep bir ise de mesafe ile dilsizlik bizleri tefrik ediyor.

    Medeniyet eserlerinden olan vapurlar, demiryolları ve

    telgraflar, sene be sene mesafelere galebe geldikleri

    dahi görülüp, ayrılığımızın sebebi ancak “dilsizlik”,

    yani edebî dilimizin olmadığı baş sebep olduğu, gün

    gibi ortaya çıktı.”Gaspıralı, konuşulduğu ve yazıldığı zaman, İstanbul’daki hamal ve kayıkçı

    ile Doğu Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanının dahi anlayabileceği

    bir dil istiyordu.10 27 Haziran 1914 tarihli İkdam gazetesinde, kendisiyle

    yapılan İbret Alınacak Sözler başlıklı söyleşide,

    “Eğer Türkler (Anadolu Türkleri) dillerini biraz daha

    sadeleştirmiş, okumayı ve imlayı öğretecek şekilde ünlü

    harfleri kullanmaya başlamış olsalardı, 5-6 seneye kadar

    Rusya Müslümanlarıyla dilleri kesinlikle birleşmiş

    olurdu. Bundan doğacak faydaları izah etmeye gerek

    yoktur sanırım.”11

    diyerek Anadolu Türklerinin dilde sadeleşmeye önem vermediklerini, bu yüzden

    de Türkistan Türklüğü ile aralarında dil açısından uzaklaşmalar meydana

    geldiğini ifade etmektedir.

     

     

    Gaspıralı, Tercüman gazetesinde, bütün dünya Türklüğünün anlayabileceği

    ortak bir edebî dil geliştirmeye çalışmış, bu edebî dilin de Osmanlı Türkçesi

    olmasını istemişti.12 Bunun başlıca iki sebebi vardı. Birincisi, Osmanlı Türkçesinin

    bir imparatorluk dili olmasıdır. İkincisi ise, 19. yüzyılın başlarından

    itibaren Çarlık hükûmetinin Türkler arasına Rus göçmenler yerleştirmeye başlaması

    ve bunun neticesinde her Türk boyunun mahallî bir dil ve edebiyat oluşturmak

    için gayret etmeye başlamasıdır. Ancak, Osmanlı Türkçesinin Arapça,

    Farsça terkip ve ibarelerle dolu olması, diğer boyların bu Türkçeyi anlamalarını

    zorlaştırıyordu. Gaspıralı bu terkip ve ibareleri attı, yerlerine Kırım ve diğer

    coğrafyalardaki lehçelerden alıntılar yaptı. Böylece, Anadolu ve Rusya Türklüğü

    tarafından anlaşılan -bu görüşü paylaşmayan yazarlar da vardır13- ortak edebî

    dili oluşturdu.

     

    İsmail Bey’in ortak edebî dil gayretlerinin yanı sıra, yukarıda da ifade

    edildiği üzere, Rus göçmenlerin Türklerin yoğun olduğu bölgelere iskân edilmeye

    başlanmasıyla, benliğini korumak isteyen Türk toplulukları kendi lehçeleriyle

    gazete ve dergi yayınlama gayreti içine girdiler. Bu çabalar, 1905 yılında

    Rusların Japonya karşısındaki yenilgileri sonucunda, Rus yönetiminin meşrutî

    idareye geçmesi ve Müslüman tebaaya bazı haklar vermesiyle giderek artmaya

    başladı. Türklerin bulunduğu büyük şehirlerin çoğunda Türkçe günlük gazeteler

    ve haftalık dergiler yayınlandı. Bunlar içinde mahallî lehçeler kullanılarak çıkarılanlar

    İsmail Bey’in tepkisini çekiyordu. O, Kazan’da çıkan bu tip dergi ve

    gazetelerin çok sığ ve yerli diline çatıyor, bunların Türk diline ve Türk milletine

    zarar verdiklerini söylüyordu. Bu hususta Gaspıralı’yı haklı bulup destek çıkanlar

    olduğu gibi, haksız bulup ona muhalif olanlar da vardı. Hatta Müslüman

    Türk cemaati içinden bazı tutucu çevreler, yaptığı faaliyetler ve sarf ettiği sözler

    yüzünden onu halkı dinden çıkarmakla suçluyor; hükûmet içerisindeki pek çok

    nüfuzlu Rus da Panislâmcı, Pantürkçü düşünceleriyle Rus imparatorluğunu parçalamaya

    çalışmakla itham ediyordu.Gaspıralı, bütün Türklerin birlik olabilmesi için, öncelikle cemaat olma

    fikrinden kurtulup millet olma fikrine sahip olunması gerektiğini düşünüyordu.

    O, ayrı ayrı lehçeler kullanmanın dilde birliğe engel olduğunu, millet olabilmek

    için ortak bir edebî dil olması gerektiğini savunuyordu. Onun bu hususta yazdığı

    yazılar, birliğe giden yolda ne kadar gayret ettiğini açık şekilde ortaya koymaktadır.

     

     

    15 Mart 1906 tarihli Tercüman gazetesinde, dilde birliğe karşı olan ve ayrı

    lehçelerin edebî diller olarak geliştirilmesini savunanlara şu şekilde cevap

    verir:

    “Umumî edebî dili olmayan millet, millet sayılmıyor.

    Türk evlatlarından olan Tarançı, Sart, Özbek, Kırgız,

    Kazak, Kumuk, Nogay, Azerbaycan vesair tayfalar,

    Türkçe konuştukları hâlde, şiveleri başkadır. Birbirlerini

    güçlükle anlarlar. Bu hâl, birleşmeğe, birliğe, bilgilerin,

    ilimlerin herkese duyurulmasına, terakkiye

    (ilerlemeye), edebiyata, dostluğa ve kaynaşmaya engeldir.

    Binaenaleyh, en evvel, en ziyade, hepimiz için ihtiyaç

    ve lüzumlu olan, umumî lisan, edebî Türkçe dildir... Bu

    iş pek o kadar yengil (hafif) değilse de, çaresi bulunmaz

    müşkil de değildir. Tercüman gazetesi, Bahçesaray’dan

    tâ Kâşgar’a kadar okunduğu, yani anlaşıldığı,

    lisanen birleşmenin mümkün olduğuna büyük delildir.”

    15

    Cafer Seydahmet Kırımer, “Gaspıralı’nın, ortak bir edebî Türk dili oluşturmak

    için tutulacak yolu açıkça ortaya koymamasına rağmen, Tercüman gazetesinde

    kaleme aldığı makaleler gözden geçirilince, aşağıdaki sonuçlara ulaşılabileceğini

    -Bekir Sıtkı Çobanzade’nin Türk-Tatar Lisaniyatına Medhal adlı eserinden

    naklen- ifade etmektedir:

    1. Mümkün olduğunca Türkçeye girmiş olan yabancı kökenli kelimeleri

    çıkarmak.

    2. Okuryazarlar tarafından dahi anlaşılamayan Arapça, Farsça terkip ve

    ibareleri kaldırmak.

    3. Bütün lehçelerdeki çok kaba olmayan kelimeleri, Osmanlı Türkçesinin

    yapısına uydurarak kullanmak.” 16

    Gaspıralı, eserlerinde ve Tercüman gazetesinde anlaşılır bir dil kullanmıştır.

    Bu da onun dilde birlik fikrini kuru kuruya savunmadığını, aynı zamanda

    uygulamasını yaptığını da gösterir. Rizaeddin Fahreddin, Til Yarışı adlı kitabında,

    İsmail Gaspıralı ve eserlerinde kullandığı dil hakkında şunları söyler:

     

    “Ana dilimizin bugün yaşamakta olan en büyük hizmetkârını

    göstermek gerekirse, hiç şüphe yoktur ki, bu

    kişi Tercüman gazetesi yazarı İsmail Bey Gaspıralı’dır.

    Herkesin anlayacağı şekilde, açık ifadeli ve ruhlu kısa

    cümlelerin, güzel ve edebî ifadelerin usulünü o ortaya

    koymuştur. Onun anlatımında, garip kelimeler, çıkışı

    olmayan cümleler, bir anlam için birden fazla eşanlamlı

    ifadeler olmaz. Türk dilinin birinci ıslahçısı Ali

    Şir Nevâî ise, ikincisi hiç şüphesiz İsmail Bey’dir.”17

    Tercüman’da kaleme aldığı yazılarında, dil birliği konusunda mümkün

    olduğunca açık bir Türkçe kullanan Gaspıralı, meslektaşlarını da daima arı dil

    kullanmaları yolunda teşvik etmiştir. 1906 yılında Azerbaycan’da çıkarılmaya

    başlanan Füyûzât dergisinin yayın müdürü Hüseyinzâde Ali Bey’e, derginin

    dördüncü sayısında yayınlanan mektubunda,

    “Füyûzât’ın birinci sayısını aldım. Düzeni ve baskısı

    güzel olmuş, hayırlı olsun. Dilini biraz daha sadeleştirirseniz

    halk arasında da daha fazla yaygınlaşır, sanıyorum.”

    18

    demek suretiyle, Füyûzât’ın sade dille çıkarılmasını istemesi bu fikrinin tezahürüdür.

    Aynı şekilde, Mehmet Emin Yurdakul’un gönderdiği mektuba cevaben 12

    Mart 1889’da kaleme aldığı mektubunda, sade Türkçeyle yazılan şiirlerinden

    duyduğu memnuniyeti,

    “Şiirlerinizin dilinden başka, fikirleri de İstanbul’un

    ‘ay yüzlü’ ve ‘kara saç ile mavi göz’den ibaret şiir

    eserlerinin hepsinden üstündür. Cübbeleri kıyamet

    olan efendilerin; bastonları, ceketleri alamet olan şık

    beylerin tarzına zıt, sade ve kaba(!) Türkçe’yle yazmak

    büyük cesarettir. Mensur ve manzum eserler arasına

    böyle sistemli bir eser kazandırmak, Türk âlemine büyük

    bir hizmettir. En içten tebriklerimi sunuyorum.

     

    Türk âlemine dediğim abartı sanılmasın. Abartmayı ne

    severim, ne de ederim. Çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa,

    Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetle

    okuyabilecekleri gibi; Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan,

    Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve

    Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzûlî ve

    Nâbî bile nail olamadılar. 40-50 milyonluk ve 30 asırlık

    âleme ilk kez bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz

    ki, bu sizin için bir şeref, bizim içinse bir saadettir!

    Tekrar tebrik ediyorum.

    Tercüman gazetesinin çabası da bu yolda hizmettir.

    Sade ve kaba(!) Türk dilidir ki, Dersaâdet’in hamal ve

    kayıkçılarına, Doğu Türkistan’daki Türk devecilerine

    ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan ve Sibirya’da

    olduğu gibi, Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray

    dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur. İstanbul edebiyatının

    sistemsiz devamından ve dudu kuşu dilinden

    usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu.

    Bunun için Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine

    gazetemi takdim ediyorum...”19

    satırlarıyla dile getirmiştir.

    İşte Gaspıralı’nın bu çabaları sonucunda, dünyanın diğer bölgelerindeki

    Türkler arasında bir kıvılcım parlamış oldu ve bu kıvılcım alevlenerek büyüdü.

    Onun “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” düsturu, diğer Türk boylarına mensup pek

    çok Türk aydınını da etkiledi. Bunun neticesi olarak da Kazan’da, Kafkasya’da,

    Türkistan’da ve Kırım’da yayınlanan pek çok gazete ve dergi, hikâye ve romanın

    da bir kısmı, ya Tercüman gazetesinin dilinde veya buna yakın bir dilde

    çıktı.

    Kazan yazarlarından Akyiğitzade’nin 1886’da basılan Hüsamettin Molla

    hikâyesi, Zahir Bigiyef ’in 1896’da çıkan Güzel Hatice romanı, Alime Tilbanat

    Hanım’ın 1898’de ikinci baskısı çıkan Muaşeret Âdâbı, daha sonraları yayınlanmış

    olan Sadri Maksudî ’nin Maîşet hikâyesi, Ayaz İshakî ’nin bazı eserleri,

    Fatih Kerimî ’nin bütün yazıları, Abdullah Tukay’ın bazı şiirleri, Tercüman

    Türkçesinin etkisindeydi. Kırım’da Osman Akçokraklı’nın 1899’da basılan

    Hikâyet-i Minkecan Hanım Türbesi ve daha sonra yayınlanan Kırım Koncaları,1901’de Seyit Abdullah Özenbaşlı’nın Olacağa Çare Olmaz ve Hasan Sabri

    Ayvazof ’un Neden Bu Hâle Kaldık? piyesleri ve Nasıl Tedris? adlı eseri, Tercüman

    Türkçesi kullanılarak kaleme alındı.20 Ayrıca, Hâdi Atlasî ’nin

    Süyümbike, Kazan Hanlığı ve Sibir Hanlığı eserleriyle, Zahir Bigiyef ’in

    Maveraünnehirde Seyahat ve Günah-ı Kebâir eserleri de yine bu Türkçe esas

    alınarak yazıldı.

    1905’ten sonra, bütün Rusya Türklerinde olduğu gibi Azerbaycan Türkleri

    arasında da milliyetçilik fikri kuvvetlendi ve dilde sadelik, yalnız edebiyatta

    değil, matbuatta da canlanmaya başladı. Gaspıralı’nın başlattığı ortak edebî dil

    çalışmaları, Kazan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da karşılık buldu. XX. yüzyılın

    başlarında Azerbaycan edebî dilinin durumunun ne olacağı sorgulanmaya

    başlandı. Osmanlı Türkçesi tarafında olanlarla Azebaycan lehçesi taraftarları

    arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Hasan Bey Zerdabî, daha 1876 yılında

    Ekinci gazetesinin on dördüncü sayısında, Türk dil birliğini savunmuştu.21

    1900’lü yıllarda, Osmanlı-Türk edebî dilini savunanlar, Hüseyinzade Ali Bey’in

    idare ettiği Füyûzât’ta bu yöndeki fikirlerini kaleme almaya başladılar.22 1906

    yılında neşredilmeye başlanan Füyûzât dergisi, yalnız Azerbaycan’da değil,

    bütün Rusya Türkleri arasında milliyetçilik fikrinin güçlenmesinde önemli işler

    yaptı. Füyûzât, sadece dilde sadeliğe önem vermedi, aynı zamanda dil konusundaki

    pek çok tartışmaya sütunlarında yer açarak bu husustaki görüşlerin olgunlaşmasına

    da yardım etti.

    Böylece, İsmail Gaspıralı’nın ortak edebî dille ilgili gayretleri oldukça

    geniş bir sahada karşılık buluyor; sadeliğin, ortak edebî dilin anlamı ve önemi

    anlaşılıyordu. Bu akım, Türk birliği fikrini de gün geçtikçe kuvvetlendiriyordu.

    Bununla ilgili olarak Revue du Monde Musulman dergisinin Kasım 1906 tarihli

    sayısında Mr. Bouvat, Rusya Müslümanları Matbuatı adlı makalesinde, “Bütün

    bu gazetelerin ortaklaşa takip ettikleri fikir ve gaye, Tatarca’nın birleştirilmesi

    ve mümkün olduğu ölçüde İstanbul şivesine yaklaşmasını sağlamaktı. Bu gazeteler,

    Rusça kelimelerin istilasından mümkün olduğunca kaçınarak, yerlerine bu

    kelimelerin Osmanlıcasını kullanmaktaydı.” diyerek bu dergi ve gazetelerin

    ortak amacını izah etmektedir.

    • Like 1

  20. İSMAİL GASPIRALI VE “DİLDE BİRLİK” FİKRİ ÜZERİNE*

     

     

    ÖZET

    Bu çalışmada, Rusya’daki Türkçülük hareketinin babası olarak kabul edilen İsmail

    Gaspıralı’nın kısa bir hayat hikâyesi verildikten sonra, temel olarak “dilde birlik”

    fikri üzerinde durulmuştur. Onun bu konuyla ilgili amacı, “bütün Türklerin birbirlerini

    kolaylıkla anlayabilecekleri ortak bir Türk dili oluşturabilmek” şeklinde özetlenebilir.

    Bu yolda çok çetin mücadeleler vermiş; konunun uzun süre gündemde kalmasını sağlamıştır.

    Ancak, zaman içerisinde ortaya çıkan çeşitli engeller, bu mücadelenin tam anlamıyla

    başarıya ulaşmasını engellemiştir. Ancak, bütün Türklerin ortak bir Türkçeyle

    konuşmaları fikri onun ölümüyle birlikte yok olmamıştır. Onun yolundan giden aydın

    bilim adamları bu fikrin yılmaz savunucuları olmuşlar ve bu uğurda mücadeleye devam etmişlerdir.

     

     

    Rusya’daki Türkçülük ve yenileşme hareketinin en önde gelen temsilcisi

    olarak kabul edilen İsmail Gaspıralı, 21 Mart 1851’de, Kırım’ın Bahçesaray

    şehri yakınlarındaki Avcıköy’de doğdu. Gaspıra, İsmail Bey’in babasının doğduğu

    yerin adıdır. İsmail Bey’in babası, Çarlık ordusundan emekli bir teğmen

    olan Mustafa Alioğlu; annesi, Kırım asilzâdelerinden İlyas Mirza Kaytafoz’un

    kızı Fatma Hanım’dır. İsmail Bey, ilk öğrenimini Bahçesaray’da bir Müslüman

    mektebinde aldıktan sonra, on yaşlarındayken Akmescid Erkek Ortaokuluna

    başladı. Burada iki yıl okuduktan sonra, önce Voronej’de bir askerî okula, ardından

    da Moskova’daki Harp Okuluna girdi. İsmail Bey, tabiî olarak bu şehirleri

    ve okulları kendisine yabancı gördü. Bu okullarda okumakta olan çok az sayıdaki

    Müslüman Türk çocuklarla arkadaşlık kurdu. Bunlar içinde de aslen Kırımlı

    olan ve Litvanya’da yaşayan Mustafa Mirza Davidoviç’le candan dost oldu.

    Moskova, bu devirlerde Slavcılığın, aşırı Rusçuluğun merkeziydi. Özellikle

    Türk düşmanlığını gaye edinen Slavcılık, bu iki Türk çocuğunun

    biribirlerine daha sıkı şekilde yaklaşmalarına ve düşünce dünyalarında milliyetçilik

    fikrinin filizlenmesine sebep oldu. Rusların Türk düşmanlığı, bu çocuklar

    üzerinde öyle derin izler bıraktı ki, 1867’de daha altıncı sınıftayken, Girit isyanında

    Rum asilerine karşı mücadele eden Osmanlı güçlerine katılmak üzere

    İstanbul’a gitmek için teşebbüse bile geçtiler. Bu gayeyle Kırım’a geldiler. Buradan

    gizlice Odesa’ya geçen gençler, pasaportları olmadığı için İstanbul’a gidemeden

    yakalandılar.

     

    Bu olay, Gaspıralı’nın askerî öğrenciliğinin sona ermesine sebep oldu.

    Moskova’ya tekrar dönemedi ve 1868’de, daha 17 yaşındayken Bahçesaray’daki

    Zincirli Medresede Rusça öğretmenliğine başladı. Öğretmenliği esnasında Rus

    edebî ve felsefî eserlerini okudu. 1872’de Kırım’dan ayrılarak İstanbul, Viyana,

    Münih ve Stuttgart üzerinden Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu iki yıl zarfında,

    meşhur Rus edebiyatçısı İvan Turgenyef’in yanında yardımcılık ve bunun yanı

    sıra tercümanlık yaptı. Daha sonra, uzun zamandır hayalini kurduğu Osmanlı

    zabiti olma hevesiyle 1874’te İstanbul’a gitti. İstanbul’da bulunduğu esnada

    Şemseddin Sami, Mehmed Emin, Ahmed Mithat ve Necip Asım Beylerin fikirleri

    ile tanıştı.1 Ama, İsmail Gaspıralı üzerinde özellikle, Namık Kemal, Şinasi

    Efendi ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlılar (Jön Türkler) akımı

    derin etkiler bıraktı.2 İstanbul’da kaldığı yaklaşık bir yıllık zaman zarfında, çok

    istediği zabit olma fikrini gerçekleştiremedi ve Kırım’a geri döndü.

     

    1878 yılında Bahçesaray belediyesine başkan yardımcısı seçilen İsmail

    Bey, bir yıl sonra da başkanlığa getirildi ve 1884 yılına kadar, beş yıl boyunca

    bu görevde bulundu.

     

    Gaspıralı’nın Kırım’daki ve diğer gezip gördüğü yerlerdeki tecrübeleri,

    onu hemen hepsi kabuğuna çekilmiş bir hâlde yaşamakta olan diğer Kırım Tatarlarından

    ayırıyordu. Elde ettiği bu tecrübelerin de yardımıyla mensubu olduğu

    milleti uyandırıp harekete geçirebilmek için yayın yoluyla faaliyete başlamak

    istedi. Ancak Ruslar, İsmail Bey’in gazete çıkarmasına izin vermedi. Bunun

    üzerine, 1881 yılında Akmescid’de çıkarılmakta olan Tavrida gazetesinde Genç

    Molla takma adıyla, daha sonraları kitap hâline de getirilen Rusya Müslümanlığı

    adını taşıyan yazılarını tefrika hâlinde yayımladı.

     

    Gaspıralı, bu yazılarında çok zekice bir üslûp kullanmış, böylece yazılarının

    yasaklanmasının önüne geçmiştir. Ancak o, fikirlerini ihtiyatlı şekilde ortaya

    koyabileceği Türkçe bir yayın organı çıkarmak istiyordu. Bunun için yaptığı

    resmî girişimlerin reddedilmesi üzerine, Tiflis’te her biri başka ad taşıyan ve

    bir çeşit bildiriye benzeyen varaklar yayımladı. Bir yandan çıkarmak istediği

    gazete için izin almaya uğraşırken, diğer yandan da İdil boyundaki Müslüman

    Türkler arasında dolaşarak aboneler bulmaya çalıştı. Sonunda, 1883 yılında

    gazetenin bütün muhteviyatının Rusçasıyla birlikte yayınlanması şartıyla Türkçe

    bir gazete çıkarma izni aldı. İlk sayısı 22 Nisan 1883’te Bahçesaray’da çıkan ve

    haftada bir gün yayınlanan bu gazetenin adı, Şinasi Efendi’nin Tercüman-ı Ahvâl’inden

    esinlenilerek konulan3 Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman’dı. Daha sonra,

     

    1903 yılında haftada iki gün çıkmaya başlayan gazete, 1912’den itibaren günlük

    olarak yayınlanmaya başlandı. Gaspıralı, bir yandan gazete çıkarmaya gayret

    ediyor, bir yandan da usûl-i cedîd okulları üzerinde çalışıyordu. Bu yolda, yurt

    içi ve yurt dışı pek çok ziyaretlerde bulundu. Bütün bu faaliyetler esnasında

    sağlığı iyice bozuldu. 63 yaşındayken 24 Eylül 1914’te Bahçesaray’da öldü.

    • Like 1

  21. MATERYALİZMA VE KOMÜNİZMA

    15 Nisan 1949’da, Beyazıt’ta, Marmara Üniversiteliler Lokali’nde…

     

    Türkiye’de materyalizma ve komünizma, birkaç asırdır süren inhitat tarihimizin sonunda, Cumhuriyetle beraber faaliyete geçer. Başlangıçta, Cumhuriyetin yıktığı müesseselere karşı onunla işbirliği yapmak ister gibi görünen, onu tutar. Fakat sonra, bütün faaliyetini, Türk mânevî bütünlüğüne tevcih etmeye başlar. Vâkıa derhal kanun dışı sayılır ve takip mevzuu olursa da, karşısına, hiçbir zaman mükemmel mücadele şartları ve ruh techizatıyla çıkıldığını gösteren, sistemli ve himayeli bir imha hareketine hedef tutulmaz.

     

    Komünizma bu memlekette, tıpkı kapısı örtülü evlere, açık pencerelerden, bacalardan, tahta aralarından, delik ve deşiklerden giren cereyanlar gibi, her türlü gizli hulûl yollarını tecrübe etmiştir. Fakat, her şeye rağmen tam ve gerçek bir hulûl temin edememiştir.

     

    Niçin?

     

    Karşısında idrâkli, sistemli, teşkilatlı bir mânia bulunduğu için mi?

     

    Hayır!Böyle bir mânia maalesef mevcut değildir.

     

    Sadece şunun için:

     

    Himayesiz ve başıboş bırakılmış olsa da hakikatte nüfuzu imkansız bir Türk ruhu yaşadığı için!..

     

    Hani “işimiz Allah’a kaldı” derler ya… Her iş Allah’a kalmıştır. Fakat Allah’ın, vesileye bağladığı veya doğrudan doğruya tecellisini gösterdiği işler vardır. Doğru; bu mevzuda tek tedbirsiz bu iş, Allah’a kalmış ve bizi yalnız Allah korumuştur. Komünizmaya, dışarıdan ve tepeden inme gelmekten başka yol kalmamıştır.

     

    Memleketimizde sayısı, 50-60 bini geçmediği söylenen komünistler, ütün insan çeşitleri içinde bu dünyanın en sefil ve ucuza kazanılmış örnekleridir. “Ucuz kazanılmış” tâbiriyle maddî menfaati kasdetmiyorum. Tek fikir ve nefs muhasebesi çilesine meydan bırakmayan bir elçabukluğu içinde, şahsiyetlerini teslim etmelerindeki ucuzluk… Maddî menfaat de cabası…

     

    Bunlar hem ruhlarını, hem de vatanlarını satmakta, tükenmez bir istismar mâdenine sahiptirler.

     

    Bakınız, bu mâden nedir:

     

    Memlekette, iç dâvaların ve iç idarenin uyandırdığı umûmî bezginlik ve küskünlük… En basit sahtekârlıkla ele geçirilmiş bulunan bu basit sahtekârlar, Üsküdar’a son vapur kalktıktan sonra binmeye mecbur kaldığımız dolmuş motörleri gibi bütün iç ümitsizliğin teselli istikametini kendi üzerlerine çekmek taktiğini kullanırlar. Madem k Türkiye’nin iç vaziyeti bu kadar bozuktur, binaenaleyh çareyi komünizmada aramak gerekir!.. İşte, demagocya sırları bundan ibaret… Bilen bilmeyen birçok zavallı da, iç ümitsizlik adına çareyi bir dış ölüm merkezinde aramaya kalkacak kadar şaşırtılır. Komünistliğe sempati besleyenlerin çoğu, bu ahmak demagocya öksesi vasıtasıyla enselenmiştir.

     

    Bunların, yüz hâneli bir kerrat cetveli gibi kılıkları, tavırları, edâları, sözleri, hareketleri, Moskova’da mühürlenen bellibaşlı ve aşağılık bir barem tablosu çizer. Hepsi de aynı kaşığın kalıbından çıkma un helvaları şeklinde birbirlerine benzerler. (Homongolos)lardan daha sun’î ve daha az beşerîdirler. Kafa vokabülerleri, niyet çeken kuşların önündeki kâğıtlardan daha fakirdir. Her defa, herkes için, eğilip aynı kâğıtları çekerler. Söverken de, severken de, kullandıkları kelimeler, daima aynı damgayı basar. Sayılarını çoğaltmak için, kendileri gibi, ilk açılışında avını enseleyen şu sinek kâğıdı reçetesini açarlar ve beyinsiz kafaların tepesine asarlar:

     

    _Sağda ölüm, önde felâket, arkada esaret; kalan tek yön sol!..

     

    Tahtakurusu, pire, kene, güve, bit gibi çalışırlar. Musallat oldukları vücûdun, kendi mevzûlarından, hiçbir zaman hamama gidip topyekûn soyunmaya, ayıklanmaya hevesli olmadığını da pek güzel çakarlar. Yani, hükümetten pek fazla korkuları yoktur!..

     

    Bunların ağabeyleri, onların da ağabeyleri, büyük ağabeylerinin de ağabeyleri vardır; ve nerede diye sorulsa gösterilmeleri pek mümkün değildir. Büyük ağabeyler, kendilerini pek güzel maskelerler, arâziye uydururlar ve çevirmedikleri dolap bırakmazlar. Kendilerinden daha büyüklerin bilgisizlik ve budalalıklarından faydalanırlar. Nitekim aşağı tabaka propagandacılarının da, kendi öz (tez)lerinden değil, iç bunalımın belirttiği (anti tez)den faydalanmaları gibi…

     

    Artık sözlerim btiyor!.. Dikkat etmişsinizdir ki, bu konuşmamda, kendi tarafımı, materyalizma ve komünizmanın aks-i dâvası olan cepheyi fazla konuşturmadım. Materyalizma ve komünizmanın zıddı olan Allah, Peygamber, kâinat, insan, ruh, vatan, millet, cemiyet, ideâl, ahlâk, aile gibi esaslar, bu âdi fikir karmanyolacılığının önünde fazla konuşmaya tenezzül etmezler. Onlar, müstakil, mücerret, muazzez ve mukaddes bestelerdir ve sadece vecd üslûbiyle görünmeyi tercih ederler.

     

    Genç adam!

     

    Göklerin rahminde, kan renkli şafaklara bürülü bir yeni gün doğmak üzere bulunduğuna inan! Bu yeni gün, bu gün bâtılı iptal edeceğini haber veren Hakk’ın bütün manevi değerlerle tecellisini çerçeveleyecek; ruhçu insanoğlunu yepyeni bir nizamla eşya ve hâdiselere hakim kılacaktır.

     

    Genç adam!..

     

    Böyle bir günün ilk şafak pırıltısını veren şu anda, çok defa gâfil, yıkanmak ve ayıklanmak şuurundan mahrum bu vücûdu artık hamama göndermenin zamanı gelmemiş midir?

     

    Genç adam!..

     

    Ortada başıboş gezen kirliliğe rağmen Allah’ın ezelden temiz ve bulaşmaz yarattığı senden başka güvenimiz yoktur!..

     

    Hitâbeler

    Syf. 27. 28. 29


  22. SELÂM

     

    *Birçok farz, sünnet, mendup ve müstehap ve onlara bağlı selim duygu ve zevk melekelerinin renklendirdiği ve çizgilendirdiği "Edep" dâvasının esasî değerlerin başını "Selâm" tutar. Selâm müminlerin karşılıklı değiştirdikleri hüviyet kartı, birbirlerinde aradıkları iman parolası, selâmet ve teslimiyet işareti...

     

    *Selâm vermek sünnet, almaksa farz...

     

    *Aynen klişesiyle alınıp verilmesi gereken selâmı iki heceli aslî kelimesiyle söylemek de yeter.

     

    *Selâmın taşıdığı mana ve delalet önünde "günaydın!" ve "merhaba!" çocuk oyuncağı... "Merhaba"dan nefsanî sevgi, "selâm"dan insanî birlik dileği tüter. "Günaydın", (bonjur) ve benzerlerinden tüten yalnız marsık...

     

    *Selâmı takip eden musâfaha, el sıkma veya öpme hareketlerinin İslâmî ölçüleri, malûm el sıkışlarından bambaşkadır. Sağ eller birbirleriyle karşılaştırılır, iki baş parmak birbiri içinde yuvarlanıp, öbür parmaklar da bilekleri kavrar. Bu vaziyet kopmaz ve çözülmez bir rabıtayı ihtar eder. Saadet Devrinde mevcut olmayan el öpme ve alına götürme hareketi güzel olsa da kadar mübalâğaya uğratılmaması ve ender insanlara, anaya, babaya, büyük mürşitlere tahsisi lazım bir hareket...

     

    *Kadın elini öpmeye, hatta sıkmaya aklımız ermez.

     

    *"Temennah" dedikleri, eski nesillerin yerlere eğilerek ve ellerini çeneye, gözlere ve alına götürerek yaptıkları, palyaçoluk...

     

    *Sağ elini kalb üzerine götürerek selâm, güzel, millî ve hususî bir şekle bağlanabilir.

     

    *Askeri selâm da ancak kapalı başla verilir ve milletlerarası teamül olduğu için makbul sayılır.

     

     

     

     

    BESMELE

     

    *Besmele farzının edep aynalarında tecellisi, haram olmayan her işde onu anahtar diye kullanmaktır.Her işde, her işde, haram ve galîzi olmayan her işde... Saymakla bitmez. Besmelesiz ne sokağa çıkılır, ne eve girilir. Eskiden Bahriyemizde şöyle bir adet vardı: Geminin demir atma kumandası güverteden "Bismillâh fundo!" diye verilirdi. Zincir boşaltma kolunu çeken vazifeli de aynen mukabele ederdi: "Bismillâh fundo" ...

     

    *Hırsızın, kaatilin, ayyaşın, kumarbazın, falcının, faizcinin ve bütün haram işleyicilerin hareketlerine "Besmele"yle davranmaları küfür; iyi faaliyetlerde onu kullanmaları hali de Hak'tan uzaklık...

     

    *"Besmele" Kur'an'a dahil... Mutlak çilingir elinden çıkma ve belli kapıları açma işine mahsus bu altun anahtar da fâtih... Onu dükkânına veya evinin göz göre göre unutulmuş bir noktasına asmış olanlardan değil, kalbine nakşedenlerden olmakta bütün iş...

     

    İMAN VE İSLÂM ATLASI


  23. Güzel paylaşımınız için teşekkürler. Yıllar önce ben de bir şey duymuştum. Bediüzzaman'ın N.Fazıl'ı talebeliğe çağırdığı, onun ise "Bana da Üstad diyorlar...'' diyerek bunu reddettiği şeklindeydi. Ne derece doğru, bilmiyorum. Ama yukarıda verdiğiniz örnekler İki Üstadımızın birlikteliğini göstermesi açısından çok önemli. Sultanüş Şuaraya da Bediüzzaman'a da Allah gani gani rahmet eylesin. Türkiye'nin ve İslâm dünyasının yeniden ayağa kalkmasında çok önemli rolleri var...

     

    Bu linkten daha geniş bilgi sahibi olacağınızı umuyorum. Üstad'ın risale-i nur talebesi olmayı bahsettiğiniz cümle ile reddi söz konusu değildir. Takdir edersiniz ki böyle bir cümle, Üstad'a yaraşacak bir gerekçe değildir..


  24. birgarip-osmanli-halife-abdulmecid-efendi2.jpg

     

    Son Halife Abdülmecid efendi

     

    Halife Abdülmecid’in 23 Ağustos 1945′te Paris’te vefat edişinin 45 yılı dolayısıyle Nokta dergisi “Bir garip Osmanlı ölmüş diyeler” başlıklı bir yazı- röportaj yayımladı. Sürgün Halife’nin gurbetteki hayatını anlatan bölümü o dergiden aynen alıyorum. (Nokta Ağustos 1989)

    İstanbul valisi Haydar Bey’in getirdiği TBMM kararını gören Abdülmecit “Nasıl olur Vali Bey?” diyor. İslâmiyet’i siyaset vasıtası olmaktan kurtarmak için hilafet makamını yıkmak Allah Peygamberi’nin halifesini memleket dışına atmak mı gerekir? Hayır Vali Bey Millet Meclisi’nin böyle bir karar aldığına inanmıyorum…”

     

    birgarip-osmanli-vali-haydar-bey-.jpg

     

     

    İstanbul valisi Ali Haydar bey

     

    Dolmabahçe Sarayı’nın camlarına çarpan yağmurun tıkırtıları arasında tarihi bir an yaşanıyor. Boğaz’ın sularıyla birlikte Abdülmecit’ın mavi gözleri de buğulanmıştı. Dile kolay altı yüz yıl süren bir egemenlik döneminden sonra kendilerine “kapı gösteriliyor…” Perdeleri kapalı bir otomobille saraydan uzak­laştırılırken Abdülmecit hâlâ Mustafa Kemâl’den gelecek bir telgrafla yapılan yanlışlığın düzeltileceği umudundadır…

     

    birgarip-osmanli-halifenin-dunuru-Azam-cah--262x300.jpg

     

     

    Haydarabad nizamı Halifenin dünürü Asaf Cah VII

     

    Saraydan sürgüne.

    Kötü bir yolculuktan sonra gelinen Çatalca’da Sirkeci’den yola çıktığı bildirilen tren bekleniyor. Bir Musevi olan istasyon amiri konukların kim olduğunu öğrenir öğrenmez koşup Abdülmecit’in ellerine sarılıp Musevilerin Osmanlı’ya duyduğu sadakati dile getiriyor…

    Nihayet trene binilir. Vali içinde iki bin sterlin ve pasaportların bulunduğu bir zarf uzatır Abdülmecit’e. Pasaportlarda İs­viçre vizesi vardır. Ne ki İsviçreli sınır görevlisi gelenin Halife olduğunu öğrenince tereddüt geçirir ve ne yapacağını telefon­la Bern’e sorar. Bu sırada tren sınırda bekletilmektedir.

    Abdülmecit ve maiyeti Leman Gölü kıyısındaki Territet Oteli’ne yerleşir. Otel yönetimi hiç vakit yitirmeden kapı önündeki gönderlerden birisine Türk bayrağı çekmiştir. Ertesi gün bütün Avrupa basını oteli işgal edecektir.

     

    birgarip-osmanli-halife-abdulmecid-kizi-durrusehvarin-dugunu1.jpg

     

    İsviçre’den Paris’e

    Bu arada iki bin sterlin su gibi eriyip girmektetir. Abdülmecid özel kalem müdürü Salih Kerameti yardım sağlaması için Paris’teki müslüman ülke elçilerine gönderir sonuç olum­suzdur. Sadece Londra’da bulunan Haydarabad Nizamı ayda üç yüz sterlinlik bir ödenek sağlar. Sağlığı bozulan Abdülmecit Fransa’ya yerleşmek için izin ister. Talep kabul edilince Nice’e doğru yola çıkılır.

    Ankara aleyhindeki hiçbir faaliyete katılmayan Abdülmecit maddi sıkıntısının had safhaya ulaşması üzerine kızı Dürrüşehvar’ı Haydarabat Nizamt’nın büyük oğlu Azam Cah’a verir. Böylece durum bir parça düzelir. Daha sonra ise Paris’e yerle­şen Abdülmecit resim şiir ve musiki dolu günler geçirir. Sade­ce Cuma günleri Paris’in Place Manchat’taki camiine giderek cemaatla namaz kılar.

     

    birgarip-osmanli-halife-abdulmecid-efendi22-150x150.jpg

     

     

    Halife Abdülmecid efendi

     

    Bu arada II. Dünya Savaşı başlamış ve Paris Almanlar tarafından işgal edilmiştir. Alman işgali herkes gibi Abdülmecit’i de bir hayli sarsmıştır. Hastalanır ve Almanlar Paris’i kaçarcasına terk ederken; Müttefiklerin top sesleri arasında 23 Ağus­tos 1945′te hayata gözlerini kapar.

    Paris’ten Hicaz’a

    Abdülmecit’ın ölümünü haber alan Ayşe Osmanoğlu yanı­na oğlu Osman’ı da alarak o günün Paris’inde yollara düşer. Cenazenin kaldırılması başlı başına bir sorun olur. Çünkü Abdülmecit İstanbul’a gömülmeyi vasiyet etmiştir. Ankara’dan yanıt gelene kadar Müttefiklerden izin alınarak cenaze cuma namazlarını kıldığı camideki küçük bir odaya konulur. Salih Ke­ramet Bey çoktan Ankara’ya gelmiş ve gerekli girişimlere baş­lamıştır ama bir netice alamaz.

     

    birgarip-osmanli-kroki-150x150.jpg

     

    Mezarın krokisi

     

    Durumu gören Abdülmecit’ın kızı Dürrüşehvar da Türkiye’ye gelerek devrin Cumhurbaşkanı İnönü ile Savanora’da görüşmüş babasının Paris’te bekleyen cesedinin Türkiye’ye nakli için izin talep etmiştir. İnönü’nün verdiği söze rağmen bu nakil işi gerçekleşmez. Üstelik Abdülmecit öleli tam 10 sene geçmiştir…

     

     

    birgarip-osmanli-halife-abdulmecid-imza-150x150.jpg

     

    Halife Abdülmecid'in tuğra şeklindeki imzası

     

    Sonunda cenazenin Türkiye’ye naklinden ümit kesilir ve Abdülmecit’ın cenazesi Paris’ten alınarak Medine’ye götürülür. 30 Mart 1954 tarihinde kılınan akşam namazından sonra da defnedilir. Vehhabi inançlarına uygun olarak mezar dümdüz edilir ve üzerine kitabe dikilmesine de izin verilmez…”

    [ Vehhabi inancına göre mezarın yeri belli olmaması gerekiyordu ama halife Abdülmecid’in mezarı kaybolmadı. Halifenin katibi ve umumi vekili Salih Keramet Nigar mezarın bulunduğu yerin bir krokisini çizdi ]

×
×
  • Create New...