Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. Ortanın solundaki paşalar

    İdris Küçükömer

     

     

    (Yazarın Düzenin Yabancılaşması adlı kitabından alıntılar. Sorularla söyleşi)

     

     

    Hocam, şimdi ben sizin bu kitabınızı defalarca hafızladım, ama gene de anladım desem yalan olur.

     

    Bir tek şunu anladım galiba:

     

    Siz, resmî tarihi adeta tersine çeviriyorsunuz. Diyorsunuz ki, "Batılılaşma, emperyalizmin Osmanlıya sokuşturduğu bir truva atıdır ve ortanın solundaki aydınlar, aslında solcu falan değil, İttihatçı artığıdır."

     

    Peki, koskoca Osmanlı İmparatorluğu nasıl oldu da mum gibi eriyip bitiverdi 600 yıllık saltanattan sonra?

     

    İmparatorluk, üretim ilişkileri içinde tarımda azalan getiri, nüfus artışı, ihracatı kısıcı, ithalatı teşvik edici eğilimleriyle birlikte genişleyip hegemonya paradoksuna düşmekle (yayıldıkça yayılmak zorunda kalmakla), nicel genişleme nitel güçsüzlüğe dönüşmüştü.

     

    Bu durumun kime ne zararı vardı ki?

     

    Bu, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen fasit (kısır) tarihi bir kapan yaratmıştı.

     

    Osmanlı bu yıkılışı oturup seyretmedi herhalde, dii mi? Tedbir falan almadılar mı hiç? Yani, ne oldu?

     

    Aslında üretim güçlerinin özellikle sanayi alanında gelişmesi olanakları yitirilmişti. Padişahın temel Üretim aracı üzerinde ve politikada egemenliği bölünmeye uğramıştı. Koşul-sonuç-koşul devinmesi içinde, dışta ağır yenilgiler devam ederken, Batı'nın askeri, teknolojik üstünlüğü kabul edilmişti. Bu üstünlüğe karşı çıkmak Batı'nın bazı kurumlarını almakla mümkün olur sanıldı!

     

    Duyduğuma göre, bu yenileşme ve Batılılaşma girişimleri ilk önce Padişahtan gelmiş. Çok saçma değil mi bu?

     

    Devleti kurtarma çabalarının ya da yenilik hareketlerinin başlangıçta padişahtan gelmesi normaldi. Temel üretim aracının başlıca sahibi o idi. Mevcudu savunma, önce padişah için amaç olacaktı. Yenilik hareketleri, toplum açısından, üretim güçlerinde kapitalist bir gelişmeye bağlı olarak büyüyen yeni bir iç sınıf olmaksızın getirilmişti.

     

    Osmanlı'da sınıf çatışması yok muydu?

     

    İmparatorlukta temel çelişki, padişah ile reaya (Osmanlı'da vergi yükümlüsü olan sınıflar) arasında olmakla beraber, kısmen padişahın rütbe verdiği yönetici zabit, bürokrat yada kapıkulu taifesi ile reaya arasında gözükmüştü.

     

    Bunlarla gelişmeye dönük hareket gelmez miydi?

     

    Bu hal, bürokratların politik güce, bir sınıfa dayanmaksızın açıkça el açtıkları dönemlerde daha belirli olmuştu. Buna rağmen sömürülen reayadan bilinçli bir sınıf hareketi, koşullar mevcut olmadığı için gelemiyecekti.

     

    Yenileşmeye ilk olarak nereden başlanmıştı?

     

    Yenileşmeye önce ordudan başlanmak istenmişti.

     

    Aaa, süper! Orduevi falan?

     

    Oysa yenileşmeye, üretim ilişkileri içinde karşı çıkacak güçler vardı. Bunlar şunlardı: Yeniçeriler, lonca esnafı ve ulema.

     

    Niye karşıydılar? Çok ayıp!

     

    Loncalarla, tekke ve yeniçeriliğin, imparatorluğun kuruluşundan beri içiçe ilişkiler içinde olduğunu söylemiştik. Yeniçerilik, artık tarihi olumlu fonksiyonunu yitirmiş bir kuruluştu. Çünkü kısmen silahlarda ve stratejide meydana gelen değişikliklere uyamamaktan ve kısmen de eski yeniçerilik kurallarının artık uygulanamamasından dolayı eski niteliğini kaybetmişti.

     

    Nasıl kaybetmişti?

     

    Yeniçeriler artık yeni koşullara uyamıyordu. Eğer yeniçeri ocağında çağa uyan bir değişiklik yapılmak istenirse, yeniçeri ocağına mal satan esnaf (Loncalar) ve ona yaslanmış tekkeler bundan zarar görürdü. Yenilikler, orduya ve diğer eğitim alanlarına da girince, şeriatı öğreten ve uygulayan zümre olarak ulema (ruhban) sınıfının statik ve dini bilgi alanı bu yeniliklerle çelişirdi.

     

    Ordu yenileşebildi mi peki?

     

    Orduyu değiştirmek, Batı'nın merkantilist (değerli metallere dayalı zenginlik anlayışı) milli kırallık ya da sonraki meşrutiyet ordularına benzer hale getirebilmek için gerekli koşullar yoktu.

     

    Bizde niye yoktu, Batı'da niye vardı?

     

    Batı'da, bu işte genç kapitalist sınıfın doğrudan ya da dolaylı rolü olmuştu. Nitekim burjuvalar, üretim güçlerini geliştirebilmek, iç pazarı genişletebilmek için lonca sistemine karşı çıkmıştı; kilise kurallarını değiştirmek istemişti, feodal düzenin iç gümrük duvarlarının yıkılmasına çalışmış ve bunları başarmak için feodallerin egemenliğinin kırılması yolunda kıralla işbirliği yapmıştı.

     

    Bürokratlar ne oldu peki Osmanlı'da?

     

    Aslında ayan bir sınıf olmaya doğru giderken, bürokrat grup, padişahın artık bölünmüş politik gücünün bir kısmına sahip olarak, o gücün kısmi otonomisinde barınacaktı. Sonra zaman zaman iktidara el koyabilecekti. Ve bu yoldan, artık ürünÜn bir bölümünü masseden (emen) bir grup olarak kalacaktı; ta 1960 sonrasına kadar!

     

    Biraz toparlamak mümkün mü hocam? Kafam epeyce karıştı da. Niçin Batılışmamız gerekiyordu? Kim zorladı?Burada, biri içeride, diğeri dışarıda meydana gelen iki gelişmenin birbirine nasıl uygun düştüğü açıklamak lazımdır:

     

    a) İç gelişme: Ayan ve bürokratların yeni hukuki bir mülkiyet sistemi isteği ve onunla birlikte Batısal haklar sağlanması isteğidir.

     

    B) Dışarıdaki temel gelişme: Batıdaki kapitalizm (önce İngiltere) makinalı ve büyük çapta üreti sanayi devrimine ulaşınca, bunun gereği olarak pazar ve ilkel madde sağlamak üzere diğer ülkelerde istekleri, daha doğrusu emirleri olacaktı. Dış gelişme budur.

     

    Eeee?

     

    Osmanlılarda ayan ve bürokratların bazı Batı kurumlarını almak istemeleri, kapitalist alemin isteklerine uyuyordu.

     

    Peki bu elbise üstümüze uygun muydu?

     

    Sanki dünyanın ortasında imiş gibi duran geniş Osmanlı ülkelerinde, dış kapitalist isteklerin gerçekleştirilmesi için gerekli ortamın hazırlanmasına, Batılaşma hareketi, hayret edilecek bir biçimde uyuyordu.

    Ne bakımdan uyuyordu ki?

     

    Bürokrat, serveti için melce (sığınak) ve devamlı politik güç arıyordu. Ayan ise fiili büyük toprakların mülkiyetine hukuken de kavuşmaya çalışıyordu. Fakat bunların istedikleri üst yapı kurumları alınırsa, Osmanlı kapısını kapitalizme ardına kadar açacaktı.

     

    İç ve dış mihraklar mı vardı Osmanlı'yı tehdit eden?

     

    Kapitalizmin sanayi devrimi yanında, Avrupa'da romantik milliyetçi akım da gelişiyordu. Takatsız Osmanlı İmparatorluğu, Türkler yanında, çeşitli ırkları, dinleri kapsamanın bölücü, çelişik meseleleri ile karşı karşıya geliyordu.

     

    Avrupa naapıyordu?

     

    Avrupa'daki milliyetçi akım, kapitalizmin zorlamaları ile birlikte bu çelişikleri körüklüyordu. Azınlıkları korumak ve onlara bağımsızlık vermek adı altında, kapitalist ülkeler Osmanlı-azınlık ve müslüman-hıristiyan çelişkilerinden de yararlanarak Osmanlı ülkelerini önünde sonunda bölüşmek amacında idiler.

    Bu emperyalistlere kızmakta haksız mıyım?

     

    Bu akımın zamanla daha da belirli olabilecek bir özelliği de, bu tarihi süreç içinde daha da artacak olan gâvur ya da yabancı düşmanlığı (xenophobia)dır. Bu düşmanlığın temelinde, tarihi gelişme içinde, dini sebepten daha çok emperyalizmin getirdiği temel bir çelişki bulunmaktadır.

     

    Bu çelişkiyi neden görmüyor bizim aydınımız?

     

    Bilinçli olarak görülmeyen bir çelişkidir bu.

     

    Haa, bi de hocam, şu tarih kitaplarında hep kötülenen yeniçeri ocağı hakkaten o kadar kötü müydü? İkide bir "istemezüük!" diye kazan kaldırırlarmış. Sonunda bi çoğunu tepelemişler, ocağı kapatmışlar. Peki sonra noolmuş?

     

    Ocak kaldırılınca, yenilik denilen Batılılaşma yolu açılmış oldu. Fakat 18. yüzyıl sonunda acemi oğlanları ile miktarı 400.000 kadar olduğu dahi iddia edilen yeniçerilerin, cüzi bir miktarı öldürüldüğüne göre, geri kalanları ne oldu?

     

    Ne oldu?

     

    Herhalde İslâmcı cephede kaldılar.

     

    Al işte! Ama artık pek "istemezük!" demiyorlar galiba. Sanki tam tersine "ben de isterem" der gibiler. Peki hocam, şu Mustafa Reşit Paşa neyin nesidir?

     

    Yeniliğin şahsa bağlı hareketlerle olamayacağını, bunun ancak "müesseseleşmekle" olabileceğini, Batı'nın medenî denen kurumlarının alınması gerektiğini savunan ve bunu yapmaya koyulan Mustafa Reşit Paşa'yı iyi anlamak gerekir.

    Sizce neyin nesidir?

    Kanaatimce "Devleti Kurtarma" adına Batı kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası odur. (Bu arada Lâle Devri'nin Damat İbrahim Paşa'sı da hatırlanabilir).

     

    Naapmış bu Mustafa Reşit Paşa?

     

    Batılılaşma adı altında gelen yenilikler, "mal emniyeti", "servetlerin müsadere edilememesi" (zorla el konulamaması) gibi, Osmanlı mülkiyet sistemini hukuken değiştiren, teba arasında eşitlik, kardeşlik, v.s. gibi bazı değerlerin (Laikliğe doğru da adım atarak) kabul edildiği Gülhane Hattı Hümayunu, 1839'da toplar atılarak, büyük bir merasimle ilan edildi.

     

    Hocam, sıkıldım, geçelim bu mevzuları.

     

    İşte bu noktada durmak, hem de çok durmak gerekir. Çünkü Gülhane Hattı Hümayunu'ndan bir yıl önce (1838'de), bir anlaşma imzalanmıştı. Bu, sanayi devrimini geliştirmekte olan İngiltere'ye Osmanlıların verdiği en ağır kapitülasyon imtiyazlarını kapsayan İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması idi. Anlaşma, Mustafa Reşit Paşa'nın Baltalimanı'ndaki yalısında imzalanmıştı. Kanaatimce bu ticaret anlaşması, Gülhane Hattı Hümayunu'ndan, diğer adıyla Tanzimat Fermanı'ndan daha önemlidir.

     

    Hocam, valla sıkıldım. Şu emperyalizm konusuna gelsek.

     

    Batı kapitalizmi, artık bilinen her şeyiyle imparatorluğa girip onu dağıtıyor ve kendine gerekli olanı da kontrol altına alıyordu. Balolar gibi, Batılı görüntülü yaşantı yanında kültür emperyalizmi eğitim kurumlarıyla ve zorunlu olarak giriyordu ülkeye.

     

    Nasıl yani? Okullarda "emperyalist olunuz" diye dersler mi vardı?

     

    1863'de Amerikan Koleji açıldı. Anadolu'da, özellikle doğuda Amerikan misyoner okulları kurulmuştu. Robert Kolej azınlık komitecilerinin yetiştirildiği bir yer olmuştu. Daha sonra doğudaki Amerikan misyonerlerinin Ermeni-Kürt çatışmasını açıkça körüklediği görülecekti.

    Peki ya Galatasaray Lisesi?

     

    "Batıya açılan pencere" denilen Galatasaray Lisesi 1868'de açıldı. Diğer okul, kolej ve benzeri misyon kuruluşları kurulmaya devam etti.

     

    Misyoner mi yetiştiriliyordu yoksa o kolejlerde?

     

    Batı kapitalizmi, Ortaçağa da uymuş hristiyanlığı misyonerleri ile emrine almış, dünyanın dört bucağına salmış ve Osmanlı ülkelerini de bu arada ihmal etmemişti.

     

    Naapıyorlardı ki?

     

    Bu misyonerler, üretim araçları ellerinden çıkan yerli halklara sükunet tavsiye edecek, esir ticaretini tasvip edecekti.

     

    Doğuda, Afrika'da, papaz, kapitalizmin sembolü olacaktı.

     

    Vay papaz efendi vay! Demek, "istilacıların kılıçla açtığı yoldan daha sonra misyonerler ellerindeki kanlı haçlarla geçtiler" derken, neco bunu kastediyormuş.

     

    Yine bu arada, feminist hareketler de görülüyordu.

     

    Iyyyy! Bıyıklı kadınlar yani!

     

    Üretim düzeninin aşağıdan gelen gerekleri olmadığı için, Osmanlı toplumunun üst yapısında garip bir ikileşme gerekiyordu. İslâmi hukuk yanında, Avrupaî hukuk kurumları yer alıyor, medreseler yanında asrî denen okullarda eğitim yapılıyordu. Müslümanlara ayrı, azınlık hristiyanlara ayrı hukuk uygulanıyordu.

     

    Tam bir beyin yıkama faaliyeti demek. Yıkayabildiler mi peki?

     

    Şüphesiz bu kuruluşlarda yer alan ve yetişenler birbirleriyle ahenk içinde birlikte olabilecek değillerdi. Mevcut koşullar altında, bürokratlar arası rekabet, iktidardaki Tanzimatçılan tenkit eden bir grup meydana getirdi. Bu muhalif Yeni Osmanlı ların, daha ileri sayılan hürriyetçi ya da meşrutiyetçi bir görünüşleri vardı.

     

    Yani, hepsi de körükörüne yabancı sermaye aşığı değil...

     

    Ayrıca Tanzimatçıların yabancı sermaye severliğini de zaman zaman eleştirdikleri görülüyordu. Hürriyet mücahidi olarak da kabul edilen grubun hareketiyle Birinci Meşrutiyet, Kanunu Esasî'yle 1876'da ilan edildi. İleri bir devinme imiş gibi anlatılagelen bu yenileşme hareketleri ile yukarıda değindiğimiz toplumca ikileşme büsbütün belirecekti.

     

    Şimdi niye böyle sıkıcı bir konuya girdiniz tekrar?

     

    Çünkü, ikileşme ya da iki cephenin artık iyice belirmesinde bazı olayların adeta eşzamanlı ya da aynı dönemde oluşması'nın oynadığı rol önemlidir.

     

    Nasıl önemlidir? Tane tane anlatır mısınız?

     

    Şöyle ki:

     

    a) Tanzimat'ın son yılları ve Meşrutiyet dönemi (kısa da olsa) Batı kapitalizminin emperyalist aşamasının kıtaları paylaşma döneminin tepe yıllarıydı. Kıtalar pazar olarak, ilkel madde kaynakları olarak paylaşılıyor ve bunun için çeşitli savaşlar oluyordu.

     

    B) Yerli sanayiin, lonca sisteminin, bu yoldan sanayi üretim güçlerinin azalması, hatta tasfiyesi ve işsizliğin yayılması kaçınılmaz oluyordu.

     

    c) Batılaşma, medenî olma adına, yeni anayasa ve parlamento kurulmasıyla Lâiklik ilkesine gidilirken, padişahın teokratik egemenliği kısıtlanmaya çalışılıyordu.

     

    Tamam, bunlar oluyordu da ne oluyordu sonuçta?

     

    Bunların eşzamanlı oluşmasının sonucu şöyle olabilecekti:

     

    Halk, üretim güçleri tasfiyesinin ve işsizliğin nedenini ya Batılaşma ile kolayca girmiş olan emperyalizme, ya da üst yapı kurumlarının, bu arada kültür kurumlarının alınışına (gâvurlaşmaya) bağlayabilirdi. Halk, olaylar yerine oturdukça kendine karşı olan bu gelişmenin yanında değil, karşısında olabilirdi. Ve lâikliğin getirilişine bu arada şahit olan halk yığınları, giderek teokratik hükümdar Sultan Abdülhamit'in, yanında yer alırdı.

     

    Abdülhamit karşı mıydı Batılılaşmaya?

     

    Sarayda büyük bir yabancı düşmanı olarak yetiştirilen Sultan Abdülhamit, 1890'da "Ne yapmalı?" diye sorduğunda, kendisine verilen iki projeden İzzet Bey (Paşa)'in İslam birliği projesini kabul etmişti.

     

    Yani bizdeki bu İslâmcılık ve Lâiklik zıtlaşması, taa Abdülhamid Han zamanında alevlendi haa? Yani memlekete nüfuz eden emperyalizm yüzünden imalâthaneler kapandı. Ve bu nedenle işsizliğe sürüklenip yoksullaşan yerli üretici sınıflar çoğunlukla anti-emperyalist safta yer aldılar; ama o zamanlar ortada sosyalist bir hareket olmadığı için, bu muhalefetin İslâmî kanat altında toplandığını anlatmak istiyorsunuz galiba. Peki sonra?

     

    Böylece, Tanzimat döneminin, Batıcı bürokrat grubu ile padişah beraberliği de bozuluyordu. Gittikçe artan yönetici bürokrat egemenliği, üretim aracı büyük toprak sahibi ayan yada eşraf egemenliği ile de iyice çatışırdı.

     

    Ya Jön Türkler? Onlar kimi tutuyordu?

     

    Jön Türkler, muhalif bürokratlar olarak, önce Tanzimat bürokratlarına, daha sonra Sultan Abdülhamit'e karşı hürriyet mücahidi olarak ortaya çıkmışlardı.

     

    Hocam, valla kafam karıştı! Neredeyse, "Batılılaşma, eşittir, emperyalizmin içeri sızma taktiği" diyorsunuz. Olur mu böyle şey?

     

    Bu grup, ortanın solunda ikinci paşa diyebileceğimiz Mithat Paşa ile iktidara gelişlerinde, yukarıda göstermeye çalıştığım eşzamanlı olaylar içinde en azından talihsiz bir rol oynamışlardı (Birinci Meşrutiyet için yapılan gösterilerde yer alan medrese talebelerinin hareketine şüphe ile bakılmakta, tertip olduğu dahi söylenmektedir).

     

    Haydaaa! Öğrenci hareketlerinde bile bir tezgâh haa? E, pes! Yani, o insanlar Avrupa'da şurda burda mektep medrese gördü, geldi memlekete, aydınlatacak bizi. Hatta sınıf bilinci aşılayacak. Öyle değil mi?

     

    Bürokratlar (Tanzimatçılar olsun, Jön Türkler olsun) Batı'da bulundukları uzun süre içinde oradaki sınıfsal hareketlerin (...) Batı demokrasilerindeki yerini (Ali Süavi hariç) sanki hiç görmemişler, böyle bir şey yokmuş gibi davranmışlardı.

     

    Ama niye? Aptal mıydı bunlar?

     

    Onlara, yalnız bu yanlarıyla dahi, Batı'yı gerçekte anlama olanağını bulamamış bürokratlar olarak bakabiliriz.

     

    Kötü niyetleri yoktu sanırım.

     

    Fakat emperyalizm için gerekli ortamı yaratan hareketleriyle ve işbirliği yaptıklan iddia edilen iç ve dış bölücü çevrelerle, İmparatorluğun dağılmasına gerçekten talihsiz tarihi bir rol oynamışlardı.

     

    Ne yaptılar ki?

     

    Bunlar, emperyalizmin Osmanlı üretim güçlerini tasfiye yolu içinde, büyük ölçüde İslâmcıların ve padişahın, daha doğrusu Abdülhamit'in karşısına düşmüşlerdi.

     

    Padişahın karşısına düşmek ilericilik değil midir?

     

    Tarihi şartlar sonucu olarak, gerçek bir ekonomik güce sahip olan bir sınıf ya da sınıf öncülüğünde getirilmemiş kapitalist Batısal dokulu bir anayasayı, tasfiyeci, istilacı Batı'ya karşı ters düşmüş, İslâmcı çerçeveye sığınmış, kökü tarihin derinliğin de halk cephesi karşısında kim savunacaktı?

     

    Çok hızlı anlatıyorsunuz hocam, zihnim durakladı. Şimdi, o zamanın aydınları halka ters mi düşmüşlerdi? Dumur oldum! Aydınlar emperyalizmin truva atı gibi davranırken, Padişah bir umut muydu?

     

    Bu gerçek görülemezse, anlaşılamazsa, Sultan Abdülhamit'in meşhur 113. maddeye dayanarak Mithat Paşa'yı sürdürdüğü ve Meclisi Mebusan'ı işlemez hale getirdiği de iddia edilecektir.

     

    Resmî tarihi tepetaklak çevirdiniz hocam.

     

    Bu yorum, biçimsel bir anayasa hukuku anlayışıyla ancak yapılabilir! Nitekim, bugüne kadar tarihlerimiz böyle yazılmamış mıdır? Eğer amaç, mevcut koşullar altında sadece imparatorluğu korumak olarak alınırsa, Batıcı bürokrat Jön Türkler karşısında büyük bir denge taktikçisi Abdülhamit'i vatan haini olarak kabul etmek imkânsızdır.

     

    Şunca yıl "hain" diye bildik biz bu herifi!

     

    Tekrar edeceğim, Abdülhamit'in imzaladığı Muharrem Kararnamesi ile gelen Düyunu Umumiye, emperyalizmin koşulları içinde, bürokrat Batılaşma olaylarının ekonomide yarattığı kaçınılmaz bir sonuçtur.

     

    Kanıtlayabilir misiniz?

     

    Burada, Sait Halim Paşa'nın başlangıca koyduğum, tutarlı ifadelerini hatırlatacağım.

     

    John Haslip, İttihad ve Terakki Komitesi'nden söz ederken şöyle yazıyor:

     

    Her ne kadar komitenin başındakiler ekseriyette Yahudi ve Arnavut asıllı kimse idiyseler de, Resne ve Manastır kışlalarında "Türkiye Türkler içindir" parolası dillerde dolaşıyordu.

     

    Yine 1908'in hemen sonrası için,

     

    "Türkiye Türkler içindir", "Boyunduruktan, kurtulalım!" sloganlarıyla iktidara gelmiş olanlar (İttihatçılar), şimdi imparatorluğu yeniden teşkilatlandırmak için tekrar yabancılardan ibaret bir heyeti davete mecbur olmuşlardı. Bu suretle maliyede bir Fransız, gümrüklerde de bir İngiliz bulunuyordu. Bir başka İngiliz de uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan deniz kuvvetlerini ıslaha memur edilmişti... Ticaret Odası'nda bir Alman, jandarma teşkilatında da bir İtalyan çalışıyordu.

     

    Olsun! Yine de Türk Ordusu rejimin ve bağımsızlığımızın bekçisidir. Bu onun tarihsel rolüdür. Hep öyle olmuştur. Hem Batılılaşma sonuçta bu memleketin yararına olmuştur. Haksız mıyım?

     

    Batılaşma hareketlerini yürütenler, mülkiyet-sınıf meselelerini, iktidar ve sınıf ilişkilerini, bunun organik bağlantılarını dikkate alamıyorlardı. Bu ise onlara, Batı kapitalizminin çemberini kırıcı, onun boyunduruğundan kurtarıcı nitelikte ve üretim güçlerinde gelişme sağlayacak başka bir yolu adeta kapıyordu.

     

    Batıcıların ne suçu var?

     

    Durum bu olunca, İslâmcıların dediği gibi, Batıcılar, kendileri asrî yaşasalar da, gâvur yaşantısının taklitçisi olmaktan ileri gidememişlerdi.

     

    Ne yani, bizi çember sakallılar mı yönetseydi? "Vurun kahpeye!" mi deselerdi yani?

     

    İslamcılar emperyalizmin, gavurluğun karşısına çıkmışlar, Batı'yı yermişlerdi. 31 Mart ve benzeri olaylar, hatta Menemen olayı, Batı emperyalizminin derine inen koşulları içinde üst yapıda İslâmcı ve Batıcılara verdirilen kavganın tek yanlı olmayan örnekleridir.

     

    Bu olayların tarihi yeniden yazılmalıdır bence.

     

    Aman hocam! Başka sorum yok. Ben sizi hiç tanımamış olayım. Bu anlattıklarınızı ortalık yerde söyleyecek olsam, birileri beni Batılılaşmayı emperyalizmin bir dayatması gibi görmekle, hatta dincileri korumakla falan suçlayabilir. Sizi sağlığınızda üniversiteden, toplumdan dışlayanların bir bildiği varmış hakkaten. Bunlar ortalık yerde tekrarlanacak görüşler değil.

     

    * * *

    İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Alan Yayıncılık 1989, (İlk baskı: Ant yayınevi, 1969)

     

     

    kaynak


  2. Bozuk Düzene İyidir Denilmez

     

    Bozuk bir düzene iyidir, hastır, güzeldir diyen bir Müslümana ne lazım gelir? El-cevab: Tecdid-i iman ve nikah lazım gelir.

     

    Bozuk bir düzen çok bozuk, orta bozuk veya az bozuk olabilir ama asla iyi, güzel, doğru olamaz.

     

    Sosyal adaletin olmadığı bir düzen bozuk bir düzendir.

     

    Hırsızlığın önünü kesemeyen bir düzen bozuktur.

     

    Vatandaşların can, mal, ırz, neseb, din, iman, inandığı gibi yaşamak haklarını koruyamayan bir düzen bozuktur.

     

    Kur'an zinayı büyük günah ve suç olarak görürken, zinayı suç görmeyen bir düzen bozuktur.

     

    Müslümanların küçük çocuklarına hafta ve yaz tatillerinde özel din ve Kur'an dersi verilmesine izin vermeyen bir düzen kötüdür.

     

    Kadınlara resmi vesika vererek yasal fuhuş yaptırtan, bu fuhuştan KDV ve gelir vergisi alan bir düzene Müslüman iyidir diyemez.

     

    Mason localarında masonik ayinlere izin veren, Müslümanların tasavvuf ve tarikat tekkesi açıp zikrullah yapmasına izin vermeyen bir düzen nasıl iyi olabilir?

     

    Uluslararası temizlik ve şeffaflık anketlerinde notu 10 üzerinden 4 olan, yani ahlak bakımından sınıfta kalan bir düzen nasıl iyi oluyormuş?

     

    Tekrar ediyorum: Kötü bir düzen çok kötü, orta kötü, az kötü olabilir ama asla iyi bir düzen olamaz.

     

    İyi düzen bir vadide, kötü düzen başka bir vadidedir.

     

    İyi düzenlerin de kategorileri vardır: En iyi düzen, iyi düzen, orta iyi düzen...

     

    Şu tehlike de var: Orta kötü bir düzenden kaçayım ve kurtulayım derken, daha beterinin kucağına düşmek.

     

    Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak.

     

    Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.

     

    Kötü düzenden kurtulup iyi bir düzene kavuşmanın şartları ve vesileleri nelerdir?

     

    Sayıyorum, lütfen dikkat buyurunuz:

     

    (1) İtikadını tashih etmek, taklidi imandan tahkiki imana geçmek... (2) Beş vakit namazı "dosdoğru" kılmak... (3) Cemaate devam etmek... (4) Zekatı "dosdoğru" vermek... (5) Kendisini, ailesini, çevresini, bütün ülkeyi ve halkı ıslah etmek için çalışmak... (5) Kur'anın yapılmasını istediği şeyleri yapmak, yapılmasın dediği şeylerden uzak durmak... (6) Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) Sünnetine yapışmak... (7) Ahlakını düzgün hale getirmek... (8) Gerçek ulemanın, fukahanın, mürşidlerin emirlerini, öğütlerini tutmak... (9) Azgınlıklardan vaz geçmek... (10) Ümmetin başına bir İmam-ı Kebir seçip ona biat ve itaat etmek... (11) Büyük ve küçük cihad yapmak... (12) Haram yememek... (13) Emanetleri (işler, vazifeler, memuriyetler, başkanlıklar) ehil olanlara vermek, ehil olmayanlara kesinlikle vermemek... (15) Dosdoğru olmak...

     

    Bozuk bir düzene iyi diyen ve o bozuk düzenin haram, kara, necis nimetlerine, laşeye talip olan köpekler gibi talip olanların akıbeti iyi olmaz.

     

    Müslüman her hal ü karda küfre, fıska ve fücura, zinaya, fuhşiyata, ribaya, irtişaya (rüşvete), işrete (alkollü içkiler içip sarhoş olma), kadın ve kızların seks aleti haline düşürülmesine razı olmaz.

     

    Kötü ve bozuk bir düzen iyi bir düzen haline çevrilebilir mi?

     

    Allah'ın izniyle mümkündür, lakin bunun şartlarına, sebeplerine ve vesilelerine yapışmak gerekir.

     

    İtikadı bozulan, imanı zayıflayan Müslüman bir toplum iflah olmaz.

     

    Namazı terk eden ve şehvetlerine uyan bir toplum necat bulmaz.

     

    Çeşitli fırka ve hiziplere ayrılıp birbiriyle çekişip tepişen bir toplum iflah olmaz.

     

    Ahlakı bozuk bir toplum iflah olmaz.

     

    Bina ve zinanın yaygın olduğu bir toplumun sonu kötüdür.

     

    Sabah namazlarını kılmayan Müslüman bir toplumun geleceği karanlıktır.

     

    Lüks, israf ve sefahat bataklıklarına batmış bir toplum kurtulamaz.

     

    Şu anda halkın yüzde onu beş vakit kılıyor. Yani durum çok kötü.

     

    Yüzde ellisi kılmaya başlarsa kötülük orta derecede olur. Yüzde yetmişte az kötü olur. Nispet yüzde doksana çıkarsa o zaman namaz açısından iyi olur.

     

    Sadece namazla da iş bitmez ama namaz dinin direğidir. Müslüman bir toplum namaz kılmazsa ağzıyla kuş tutsa yine iflah olmaz, necat bulmaz.

     

    Adamın oğlu iyi bir iş bulmuş, kısa zamanda köşeyi dönmüş...

     

    Damadının veya kızının durumu iyiymiş, işler tıkırında gidiyormuş...

     

    Haram helal demeden malı götürmüş...

     

    Rant kemikleri çok yağlıymış...

     

    Nemalar çok tatlıymış...

     

    Bu gibi şeytani gerekçelerle bozuklukları iyi gösterenler, ayaklarını denk alsınlar, imanlarını yitirebilirler.

     

    Kur'an, Sünnet, fıkıh, Şeriat, ahlak-ı islamiye bir şeye iyi diyorsa o iyidir.

     

    Kötü diyorsa o kötüdür.

     

    Lüks bir evi varmış, yazlığı da lüksmüş. Giyimi kuşamı, yemesi içmesi, gezip tozması hep lüksmüş. Eh ezanlar okunuyor, camilerde fakirler ve yaşlılar namaz da kılıyormuş. Camiler klima, vantilatör, soğuk su sebilleri ile donanmışmış. Kış aylarında zeminden ısıtma da yapılıyormuş. Hoparlörler o kadar gür ses çıkartıyormuş ki, sabahları çocuk ağlamaya başlıyor, bilcümle binamazlar uyanıp verip veriştiriyormuş. Mankenler, türkücüler bile umreye gidiyormuş. Ramazanda Feshane'de sahura kadar vur patlasın çal oynasın etkinlik ve şenlik yapılıyormuş... Binaenaleyh düzen iyiymiş, daha da iyiye gidiyormuş...

     

    Bu geri zekalıca gerekçeleri bırakın da Kur'an, Sünnet, fıkıh, Şeriat ve İslam ahlakı ölçü, değer ve kıstaslarıyla hüküm verin.

     

    (İkinci yazı)

    Bin Yıllık Milli Yazımız Hala Yasak

     

    Türkçeyi Osmanlı alfabesiyle yazma yasağı bir insan hakları ihlalidir. Bu ülke, bu halk, bu devlet bin yıldan fazla bir müddet içinde Türkçeyi İslam-Kur'an yazısıyla yazmış ve okumuştur. Devlet arşivimizdeki belgeler bu yazı ile kayıt altına alınmıştır. Eski mahkeme sicilleri bu yazıyladır. Atalarımızın mezar taşları bu yazıyladır.

     

    1928'te bu milli yazı yasaklanmış, onun yerine Latin yazısı alınmıştır.

     

    Bugün ülkemizde her çeşit alfabe ile yayın yapılmaktadır ama bin yıllık milli yazımızla Türkçe yayın yapmak yasaktır.

     

    Sadece yayın değil, eğitim yapmak da yasaktır.

     

    Ortada korkunç bir kültür kopukluğu vardır.

     

    İnsan haklarına aykırı, milli kimlik ve kültüre zararlı bu yasak artık kaldırılmalıdır.

     

    Devletin resmi yazısı Latin yazısı olarak kalsın ama bin yıllık milli yazımız da yasak olmasın.

     

    Geleneksel kültüre ve tarihi devamlılığa taraftar olan bendeniz Osmanlı yazısı ile gazete, dergi, kitap yayınlayabilmeliyim.

     

    Böyle bir gazete, dergi ve kitaplar okuyucu bulur mu, tutunur mu, bu ayrı meseledir.

     

    Türkçe tarih boyunca on beş kadar yazı ile yazılmıştır. Anadolu Rumları Türkçeyi Grek alfabesiyle yazmışlardır.

     

    Anadolu Ermenileri Türkçeyi Ermeni alfabesiyle yazmışlardır.

     

    Anadilleri Türkçe olan Karaylar Türkçeyi İbrani yazısıyla yazmışlardır.

     

    Müslümanlar da İslam/Kur'an yazısıyla yazmışlardır.

     

    Bu konudaki yasak genç nesilleri hafızasızlık illetiyle malül etmiştir.

     

    Bir Fransız genci Balzac'ın 1928'den önce basılan kitaplarını okuyabiliyor ama bir Türk genci, o tarihten önce basılmış kitapları okuyamıyor.

     

    Üniversite bitirmiş bir gencin eline bundan yüz yıl önce basılmış bir Fuzuli divanı veriniz, Çince veya Tibetçe bir kitaba bakar gibi aval aval bakacaktır.

     

    İslam/Kur'an yazısı zormuş, Latin yazısı kolaymış, binaenaleyh kültür ve eğitimde büyük kalkınma olmuş... Bunlar boş ve mesnetsiz laflardır.

     

    Dünyada Çin yazısı kadar zor bir yazı var mıdır?.. Çince bir gazeteyi okumak için binlerce ideogram ezberlemek lazım diyorlar. Hele aynı dilde felsefi, derin bir kitabı okuyup anlamak için on binden fazla eciş bücüş şekil bilmek gerekiyormuş. Japonca da öyle.

     

    Zor bir yazı bir toplumu geri bıraksaydı, Çinliler ve Japonlar geri kalırdı.

     

    Tam aksine, zor bir yazı bir toplumu ilerletir, güçlendirir.

     

    Okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunun bir lisan zekaları, akılları tembelleştirir, dumura uğratır.

     

    Osmanlı yazısı mı üstün, bugünkü Latin Frenk yazısı mı üstün, bu konu tartışılır ama milli yazımız üzerindeki yasak mutlaka kaldırılmalıdır.

     

    Bendeniz Osmanlıca bir dergi çıkartsam, mahkemeye verilsem, mahkum edilsem, en sonunda Strasburg'taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvursam, o mahkeme beni haklı çıkartacak ve Türkiye'yi tazminata mahkum edecektir.

     

    Sovyetler Birliği çok zalim, çok kanlı, çok amansız bir diktatörlük rejimiydi, bilhassa Müslümanlara ve Türklere kan kusturmuştu ama orada Stalin zamanında bile İslam yazısıyla Türkçe edebi kitaplar basılabilmiştir. Kütüphanemde 1950'li yılların başlarında Azerbaycan'da İslam yazısıyla yayınlanmış Leyla ile Mecnun ve Hophopname kitapları var.

     

    Zulmün her türlüsü olur. Siyasi zulüm, iktisadi zulüm, kültürel zulüm.

     

    Osmanlıca, liselere mecburi ders olarak konulmalıdır.

     

    Bu dersi istemeyen ana babalar yazılı olarak müracaat ederek çocuklarının bu konuda cahil kalmasını isteyebilir.

     

    Selaniklilerin ve onlara benzemişlerin, milli yazı ve alfabe konusundaki taassuplarına (bağnazlıklarına) artık son vermelerini bekliyoruz. Bülbülderei'ndeki Dönmeler mezarlığında onların atalarının mezar taşları da bu yazıyladır.

     

    Mehmet Şevket Eygi

    03 HAZ 2011 CUMA


  3. Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. Tanımadığımız bir dünya bu. İthal mali mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.

     

    Ne güzel tarif; "Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeye çalışan (kimse)” (Meydan – Larousse). Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi.

     

    Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.

     

    4. Murad’a, Süleyman devrine dön! diye haykıran Koçi Bey'den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gerici. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac eserini iki ezelî hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşık. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici!

     

    Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.

     

     

    (Bu Ülke)


  4. Bugün Necip Fazıl’ın “Poetika” dediği, şiir ve sanat hikmeti üzerinde konuşaçağız. Ta Yeni Mecmua’dan okuyup ezber ettiğim “Kafiyeler” şiiri ile lâfa girdim:

     

    Kafiye

    Mantığı

    O mantık,

    Hediye

    Sandığı

    Bu sandık.

    O mantık

    Bu sandık-

    Ta sandık.

     

     

    Sanatsız

    Papağan

    Neden çok?

    Ve atsız

    Kahraman

    Niçin yok?

     

     

    Türbeler

    Meleksiz.

    Tövbeler

    Gerçeksiz.

    Cübbeler

    Yüreksiz.

    Cezbeler

    Şimşeksiz.

     

     

     

    Ve o nûr

    Bulunur.

    Geliniz!

    Toprak post,

    Allah dost…

     

    Çile 1941

     

    _İlk okuyuşta alt alta dizilmiş kafiyelerle oynuyorsunuz hissini veren, aynı zamanda Türkçe’yi kullanmaktaki ustalığınızı gösteren bu şiir, üst üste örülmüş mana incelikleri taşıyor. Bu şiiriniz bana “Poetika” diye özetlediğiniz şiir anlayışınızın bir uygulanışı gibi geldi. Ne dersiniz?

     

    _Şiirin iç nefesi mutlaka dış kalıbı arar… Fakat şekil kalıbı halı gibi ayağı altına alıp çiğneyemeden şair olmanın imkanı yoktur. Şekil ve kalıp, mananın iskeletleridir. İnsanların güzel ve çirkinine bakarken iskeletlerini göremeyiz.

     

    Şair, mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan, fakat onu aştığı manayı ve edayı onun ötesinden devşirebildiği ölçüde nadirleşen büyük ustadır. Şiirde ruh, şekli gizlemiyorsa, o şiir midir ki?

     

    _Yani efendim “Perdeler” şiirinizdeki:

     

    “Gönülde asıl perde

    Onu hangi göz deler?

    Surat maske altında

    Sis altında beldeler

    Perdeler hep perdeler.

     

    Bir tohumda bin gömlek

    Giyim giyim fideler.”

     

    _Bu “perdeler” şiirde ve eşyada şekli temsil ediyor. Şair ise bu “görünüş”ün ruhunu, özünü bulup söyleyebilecek. Perdeyi de korumak şartı ile onun ötelerini görecek ve gösterecek.

     

    _Şiir arşı arayan ses…Solmaz bir renk, ölmez bir ahenk. Bunu “Çile”nin son bölümündeki Poetika’mda ortaya koydum:

     

    “Bizce şiir, mutlaka hakikati arama işidir… Hülasa bütün alemin; akan su, uçan kuş ve düşünen insanla beraber bilerek veya bilmeyerek cezbesine sürüklendiği mutlak hakikati aramak yolunda çocukça, cambazca ve kahramanca bir usul… Şiir, Allah’ı, sır ve güzellik yolunda arama işidir.”

     

    _Şiirlerinizi okuyanın anlayışına bırakmak varken, “Poetika”nızı yazarak okuyucuyu kendi anlayışınızın “telkini” altında bırakmayı neden uygun gördünüz?

     

    _Bir Fransız edebiyatçısı, şairi; “sanatı üzerinde düşünen” diye çerçeveliyor. Yani ona göre, sanatı üzerinde düşünmeyen şair, kuyruğuna basılınca inleyen hayvancıktan farksız… Şair ne yaptığının yanı sıra niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaçtır.

     

    _Sizce şiir (sizin şiiriniz de diyebilirdim) bir tebliğ mi yoksa telkin işi midir? Yani bir fikri, ideolojiyi açıkça söylemeli, öğretmeli mi? Yahut dinleyenin (okuyanın) ruhuna işleyerek duygu ve düşüncenin mistiğinde onu eritmeli, sarmalı, kuşatmalı mı?

     

    _Şiir dışında mutlak hakikat arayıcılığını apaçık temsil eden müessese eğer ilimse… İkisini kıyaslamalı:

     

    İlim, mutlak hakikati polis tavrıyla arar. Beldesi, mahallesi, karakolu, nöbet kulübesi, geçtiği sokaklar, çaldığı kapılar, iş bölümü… vs.

     

    Ya şiir? O, mutlak hakikati hırsız gibi arar. Hiçbir şeyi belli değildir; hatta ismi ve cismi bile. Karanlık gibi şeffaf camlardan sızacak; dumanların asansörüne binip bacalardan inecek… (Bazıları) şiire davulculuk zanaatı göziyle bakarlar. Bütün kaba meddahlar, didaktik ve politik şiirler bu soydandır.

     

    Şiirde tebliğ kaba davulculuk, telkin ise sihirli kemancılıktır. İlmin usulünde “tebliğ”, şiirin usulünde “telkin” vardır.

     

    _Bu anlatışınıza göre şiirin bir gayesi yok mudur? Varsa nedir? “Tebliğ” usulü kullanmadan gayeye nasıl varacak?

     

    _Hiçbir şiirde “ne söyledi?” yok, “nasıl söyledi?” vardır. Söylenen bir remzdir. Her remz’de, “gizli” bir haber, her gizlilik işaretinde “sır”dan bir haber vardır.

     

    En büyük “gizli” Allah’tır. Şiir, üstün manasıyla Allah’ı arayan alet… “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir” buyuran İlahi vahiy bunu söylüyor.

     

    _Peki üstadım, o zaman şairin cemiyet içindeki rolü ne olacak? Şair bir gazeteci, politikacı veya fikir adamı gibi “tebliğ” etmez elbette, ama hehalde seyredilen bir vitrin çiçeği veya ferdî ıstıraplar yumağı da olmasa gerektir?

     

    _Evet, şiir hakkında “Cemiyetin rüyasını ayrı bir rüya üslubuyla anlatan bir tabirname” diyebilirsiniz.

     

    Cemiyet, iç ve gizli hayatı ile uyur ve rüyasını şair görür, sayıklamalarını şair zapt eder… Allah’ın kendisine bahşettiği nurla cemiyetin gerilere ve ilerilere doğru manasını temsil edebildiği nispette itibar kazanır.

     

    Şiir ve şair, cemiyetlerin en mahrem ve sadık, en gerçek ve en emin münadileridir.

     

    _Tamam efendim, sizin gördüğünüz “cemiyet rüyasından” ve zapt ettiğiniz “sayıklamalar”dan birkaç mısra naklederek bugünkü sohbetimizi bitirelim:

     

    “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak…

    Alevler içinde ev, üst katında ziyafet.

     

    Öttür yem borusunu öttür öttür borazan

    Bitpazarında sattık kalkamaz artık kazan!

    Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul

    Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

     

     

    Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;

    Tartılan vatana bak, dalkavuk kafesinde…

    Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,

    Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?”

     

    Destan, 1947, Çile

    • Like 1

  5. "Özellikle milliyetçi-muhafazakar kesim/yani biz/ Nazım Hikmet’in “beni Stalin yarattı.” sözünü sıkça hatırlatır. Nazım bir dönem için Stalin’i sevdiği de doğrudur. Ama.. Kazın ayağı görüldüğü gibi değildir."

     

    Hadi canım sen de! Kazın ayağı öyle değilmiş. Bir kere şu yukarıdaki maşallahlık laf ve de "hıfzılkapital" /ki burada hıfzılkuran tabirimize atıf var/ Nazım'ın hüviyeti netlik kazanır. Çoğu memleket edebiyatı yapar, yok hasret gitti, yok memleket sevdalısıydı. Hangi toprak parçasıydı memleketimizin tam hatırlamıyorum ama, bir gün Türkiye'ye deniz yolu ile gelmiş ama vatandaş tarafından taşlanmış. Hak etti mi? Yukarıdaki lafızları dikkate alacak olursak hafif kalmış. Ha, edebiyatı hoştur ya da değildir;

     

     

    Trrrrum,

    trrrrum,

    trrrrum!

    trak tiki tak!

    Makinalaşmak

    istiyorum!

     

    Ama durunuz bunun hakkını yememeli!

     

    Bir de Üstad'ın karşısına dikilen rakip isim olarak hala bilinir ya; sindiremiyorum.

     

    Neyse umarım şimdi öteki dünyada kıymetli Stalin olsun yahut Lenin kendilerine eşlik ediyordur, ve "kavgamı kafamda götürüyorum" dediği çürük izminin içine doldurur. Ne diyelim, herkes taşıdığı dâvânın kurbanıdır.


  6. Nazım Hikmet Stalin hakkında ne düşünüyordu?

     

    Özellikle milliyetçi-muhafazakar kesim Nazım Hikmet’in “beni Stalin yarattı.” sözünü sıkça hatırlatır. Nazım bir dönem için Stalin’i sevdiği de doğrudur. Ama.. Kazın ayağı görüldüğü gibi değildir.

     

    1961 yılında Nazım Hikmet Sovyet Komünist Partisi’nin yayın organı olan Pravda’da Stalin hakkında oldukça sert bir şiir yayımlar. Pravda (Rusça, “gerçek”.) Sovyetlerin iki büyük gazetesinden biridir. Sovyetlerdeki diğer bir büyük gazete Kızılordu’nun çıkardığı İzvestiya’dır (Haber.) Hatta halk arasında “İzvestiya’da (haberde) Pravda(gerçek) yok, Pravda’da İzvestiya(haber) yok.” şeklinde bir söylence bile oluşur zamanla.

     

    Nazım Hikmet, bu şiirinde Stalin’in diktatörlüğünü sert bir şekilde eleştirir. Aynı zamanda Nazım Hikmet’in şiirleri diğer bir sosyalist ülke olan Çin’de tıpkı Pablo Neruda’nın şiirleri gibi kültür devrimi sırasında yakılır!

     

    Nazım Hikmet’in bu şiiri başına dert açar. 1963 yılında Sovyetlerin Nobel ödülüne rakip olarak verdiği Lenin Barış Ödülü’nü bu şiiri nedeniyle alamadığı söylenir.

     

    Nazım’ın Pravda gazetesinde yayımladığı şiiri ise şöyledir;

     

    taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.

    taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.

    parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,

    taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın

    odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.

    yok oldu bir sabah!

    yok oldu çizmesi meydanlardan,

    gölgesi ağaçlarımızın üstünden,

    çorbamızdan bıyığı,

    odalarımızdan gözleri,

    ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın”

     

    Nazım Hikmet

     

    kaynak


  7. Yaşayan ölü

     

    Geçenlerde övgü makamında "yaşayan ölü gibi" tabirini kullanmıştım. Bazıları itiraz etti. Yaşayan ölü tabirini Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz Hz. Ebubekir'i (radiyalluhu anh) için kullanmıştır.

     

    Yaşayan ölü "Ölmeden önce ölünüz" sırrına mazhar olmuş kişidir.

     

    Yaşayan ölü, nelere ölmüştür?

     

    * Bu fani dünyaya ölmüştür.

     

    * Dünya şehvetlerine ve hırslarına ölmüştür.

     

    * Nefs-i emmaresini öldürmüştür.

     

    En diri kişi, yaşayan ölüdür.

     

    Ölmeden önce ölenler ölüm kaygısı çekmez.

     

    Zaten yaşarken ölmüş, ölümden korkmaz o.

     

    Yaşayan ölülerin mal mülk, para pul sevgisi ve ihtirası olmaz.

     

    Bu dünyaya ölmüş bir kere, riyaseti ne yapsın?

     

    Riyaset ona teklif edilirse ve o buna ehilse kabul eder ama ateşten bir gömlek giydiğini bilerek.

     

    Yaşayan ölünün gurur, kibir, nefret, haset, gıybet, mal iddiharı nesine gerek.

     

    Yaşayan ölü dünyayı iki ayağının altına almıştır.

     

    Övgülerle sövgüler onun nazarında birdir.

     

    Salahaddin Eyyubi dünyaya ölmüş bir İslam büyüğüydü. Vefatında özel kasasını açtılar, bir altın dinar ile birkaç gümüş dirhem çıktı. Bu para cenazesini kaldırmaya yetmediği için cenaze masraflarını yakınları ve dostları verdi.

     

    Büyük şeyh, büyük imam, gerçek mücahid Şamil hazretleri de ölmeden önce ölenlerdendi. Bir keresinde Moskoflarla cihad ederken ağır yaralanmış, onu dağlardan, uçurumlardan aşırarak kartal yuvası bir avula götürmüşler, orada günlerce komada baygın kalmıştı. Nice zaman sonra kendine gelince ilk sözü "Namaz vakti geçti mi?" olmuştu.

     

    Şair ne demiş:

     

    "Siz hayat süren leşler!.. Sizi kim diriltecek?.."

     

    Peygamber-i Zişan öğüt veriyor: Mutu en kable temutu=Ölmeden önce ölünüz.

     

    Yaşayan ölü olmak... En büyük rütbe...

     

    İkinci Yazı

     

    Anadolu Rumları ve Ermenileri

     

    YIL 1918, Osmanlı devleti yenilgiyi kabul etmiş, Mondros mütarekesi imzalanmış. Osmanlı coğrafyasında birkaç milyon Rum yaşıyor. Bunların nüfus cüzdanında (kimlik kartında) Osmanlı vatandaşı oldukları yazılı.

     

    Rumlar, tebaası oldukları devletin yenilmesini fırsat bilerek düşmanlığa başlıyor. Yunanistan İzmir'i işgal ettiğinde Rum metropoliti Hrisostomos düşman ordusunu merasimle karşılıyor ve onu kutsuyor.

     

    Sonunda ne oluyor? 1922'de Türk ordusu Gazi Sakallı Nureddin Paşa'nın kumandasında İzmir'i geri alıyor.

     

    Bir yığın facia yaşanıyor.

     

    En son 1924'te Lozan anlaşmasının mübadiller maddesi uyarınca Türkiye topraklarındaki bütün Rumlar (İstanbul Rumları dışında) Yunanistan'a gönderiliyor.

     

    Şöyle bir senaryo düşünelim:

     

    Birinci dünya savaşında

     

    Milli mücadele yıllarında

     

    Türkiye Rumları Türk devletinden yana olsalardı.

     

    İzmir'in işgalini protesto etselerdi.

     

    Biz Türkiye Rumları Müslümanlarla birlikte barış içinde yaşarız deselerdi.

     

    Kimlik kartını taşıdıkları devlete hıyanet etmemiş olsalardı.

     

    Bugün ne olurdu?

     

    Seksen milyonluk bir Türkiye'de beş milyon Rum yaşardı.

     

    Milli kimlikleriyle, kiliseleriyle, okullarıyla...

     

    Bir topluluk için en önemli şey hayatta kalmaktır.

     

    Onlar Osmanlı bayrağı altında yaşamayı tercih etmiş olsalardı şimdi hayatta olacaklardı.

     

    Ters yolu seçtiler, megali ideacılık yaptılar ve silindiler gittiler.

     

    Bir kısım Ermeniler de misyonerlerin, emperyalistlerin, sömürgecilerin propagandasına kandılar ve onlar da silinip gittiler.

     

    Rus ordusu Van'a saldırdığında, Ermenilerin Türklerle birlikte olması gerekirdi. Onların büyük kısmı maalesef işgalci düşman ordusunu kurtarıcı gibi karşıladı.

     

    Rumlar ve Ermeniler "paylaşma, birlikte yaşama" zihniyetine sahip değildi.

     

    Ermeniler, tarihte olduğu gibi Türk devletinden yana olmuş olsalardı, bugün bu topraklarda beş milyon Ermeni olacaktı. Kiliseleriyle, okullarıyla, kimlikleriyle...

     

    Önemli ve hayati olan şey, var olmaktır, yaşamaktır. Rumların ve Ermenilerin varlığı, yaşamaları bu topraklarda Müslümanlarla birlikte barış ve uzlaşma içinde olmalarındaydı.

     

    Kumar oynadılar ve kaybettiler.

     

    Yanlış ata oynadılar, kaybettiler.

     

    Bugün birtakım ihtilalci Kürtler çok yanlış işler yapıyor.

     

    Ülkemizde Türk, Türkleşmiş nüfus ile Kürt nüfusu birbirine karışmış şekilde yaşamaktadır.

     

    Bu yüzden bağımsız veya özerk bir Kürdistan kurulması mümkün değildir, böyle bir şey ütopyadır.

     

    Bozuk düzen sadece Kürtlere zulmetmemiştir.

     

    Müslüman Türkler de zulümden paylarını almışlardır.

     

    Rum megali ideacıları Rumlara,

     

    Ermeni teröristleri ve ihtilalcileri Ermenilere büyük zarar vermiştir.

     

    Kürt ihtilalcileri ve teröristleri de Kürt halkına büyük zarar veriyor.

     

    Bağımsız veya özerk Kürdistan kurulduğunu düşünelim... İstanbul'da yaşayan milyonlarca Kürt kökenli vatandaş ne olacaktır? Ege bölgesindeki milyonlarca Kürt ne olacaktır?

     

    Kürt vatandaşlarımızın menfaati bu memlekette insan hakları ve Müslümanlık üzerine kurulu bir düzen için çalışmaktır. Kürt milliyetçiliğinin Kürtlere yararı olmaz, zararı çok olur.

     

    Bağımsız veya özerk Kürdistan değil, herkesin rahatça güven içinde yaşayacağı adil bir düzen...

     

    02 HAZİRAN 2011


  8. Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli

    Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli

    Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin

    Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı

    Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu

    Kuklalar titremesin ne yapsın

    Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın

    Kuklaların kukla olmadığı besbelli

    Lilinin çekip gideceği besbelli

    Lilinin dönüp geleceği besbelli

     

     

    Ben konuşmasını bilmem Lili

     

     

    Sezai Karakoç

    • Like 1

  9. Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

    Bu sorunun karşılığını bulamıyorum

    içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz

    köylüleri öldürmesek de olur

    hatta onların kalın suratlarını

    görmezlikten gelebiliriz

    yapılacak çok şey var daha

    sözgelimi ben, kendim

    hiç hayat ağacı görmemişim

    görmeden ölürüm diye korkum da yok

    değil mi ki albatrosu Baudelaireden

    Yves Bonnefoydan semenderi öğrendim

    bir gün bakarsınız

    şu güzelim bilgiç beynimi kırıp

    teneşir tahtası olarak kullanabilirim.

     

    İsmet Özel

    • Like 1

  10. Kimlerin Ardında Namaz Kılmam?

     

    Kemalist bir imamın ardında namaz kılmam. Tarikat ve tasavvuf Müslümanlarına kafir ve müşrik diyen bir Vehhabinin ardında namaz kılmam.

     

    İslam'ı, Kur'anı, Hz. Peygamberi inkar ve tekzib edenler de Cennetliktir diyen birinin arkasında namaz kılmam.

     

    Üç yüzden fazla muhkem ve kesin Kur'an hükmü bugün geçerli değildir, onlar tarihseldir diyen birinin mezhebindeki kişinin arkasında namaz kılmam.

     

    Müctehid olmadığı halde müctehidlik taslayan mezhepsiz birinin ardında namaz kılmam.

     

    Fıkıh mezheplerinin kolaylıklarını karışık şekilde uygulayan bir telfik-i mezahib taraftarının ardında namaz kılmam.

     

    Buhari'de mevzu hadis vardır diyenin ardında namaz kılmam.

     

    Allah'a zaman mekan, cihet, cisim, insanlardaki gibi el, ayak, yüz izafe eden mücessime mezheplinin ardında namaz kılmam.

     

    Şefaati, Münker ve Nekir'i, kabir hallerini inkar eden kişinin ardında namaz kılmam.

     

    Secdede ayak parmaklarının alt kısmını yere değdirmeyenin ardında namaz kılmam.

     

    "Ehl-i Kitab ile aramızda Amentü konusunda ittifak vardır, Tevhid ve Teslis inancı birbiriyle uyuşur" diyen kimsenin ardında namaz kılmam.

     

    Kimlerin ardında kılarım:

     

    Günahı ve bid'ati kendisini küfre götürmeyen kimsenin ardında namaz kılarım.

     

    Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadında olan herkesin ardında namaz kılarım.

     

    Bu devrin büyük bid'atlerinden biri, imamların bir kısmının namaz kıldırma memuru haline düşürülmüş ve dönüştürülmüş olmasıdır.

     

    İmam cami cemaatinin ve civarının önderi demektir.

     

    İmam alim, fakih, ahlaklı, faziletli olmalıdır.

     

    İmamın bilgisi, kültürü, ahlakı, fazileti cemaatin üzerinde olmalıdır.

     

    Camiler mahalle ve semt şuraları olarak çalışmalıdır.

     

    Mahallede bir ailenin başına felaket mi geldi, sıkıntıya mı düştü?.. Cami bunu en kısa zamanda duymalı ve yardım etmelidir.

     

    Mahallede ahlaksızlık mı oldu. Cami bunu önlemek için yasal yollardan harekete geçmelidir.

     

    Cami imamı cemaat içindeki iş yeri ve dükkan sahiplerine, Cuma ezanı okununca ticarethanelerini kapatmalarını söylemelidir.

     

    Cami, o semtin bütün lise ve üniversite gençlerini cezb eden bir mekan olmalıdır.

     

    Semt halkı sabah namazlarında seve seve camiye gelmelidir.

     

    Cami din ile hayatın merkezi, kalbi olmalıdır.

     

    * (İkinci yazı)

    Küçük Çocuklara Özel Din ve Kur'an Dersi Verdirmek

     

    Ana babaların küçük çocuklarına din eğitimi vermeleri ve verdirmeleri temel insan haklarındandır.

     

    15 yaşından küçük çocuklara özel din ve Kur'an dersi verdirmemek zulümdür, haksızlıktır, insan hakları ihlalidir.

     

    Müslümanların bu zalimane yasağı, yasal sınırlar içinde kalarak delmeleri gerekir.

     

    Birileri kalkıp "Zaten bütün okullarda mecburi din dersi verilmiyor mu?" diyebilir.

     

    Kemalist eğitim sisteminin din dersleri bir aldatmacadan ibarettir.

     

    Devletin okuttuğu din dersi kitabının başında M. Kemal Paşa'nın tam sayfa bir fotoğrafı bulunmaktadır, onun karşısında da Atatürk'in gençliğe hitabesi yer almaktadır.

     

    Böyle din dersi olur mu?

     

    Bizdeki din dersleri bir tür Ekberizm anlatıyor.

     

    Küçük çocuklarımız bu yaz Kur'an, Sünnet esaslarına dayalı gerçek din dersleri almalıdır.

     

    Çocuklara Allah'ın sıfatları, peygamberler, ahiret inancı öğretilmelidir.

     

    Kurtuluşun Kur'ana uymakla olacağı kesin şekilde anlatılmalıdır.

     

    Bu da, ehliyetli din hocalarının özel ders vermeleriyle olur.

     

    Müslüman çocuklar için yaz kampları tertip edilmelidir. Bu kamplarda şuculuk, buculuk, oculuk değil Müslümanlık terbiyesi verilmelidir.

     

    Müslümanların pedagoji ilmi tahsil etmiş yeterli miktarda ehliyetli din hocaları var mıdır?

     

    Çocuklar ve gençler için kamp kuracak paramız var ama aklımız, birikimimiz, teşkilatımız var mıdır?

     

    Çocuklarımız büluğ yaşından itibaren namaza başlatılmalıdır.

     

    Müslümanlık, dindarlık şekilden, ism ve resmden ibaret değildir.

     

    Bir çocuğa on beş yaşına kadar din ve Kur'an eğitimi verilmezse, onbeşinden sonra dindar olması çok zordur.

     

    Çocuklarımıza İngilizce, matematik, bilgisayar öğretmek için çırpınıyoruz ama din ve Kur'an öğretmek konusunda o kadar hararetli ve gayretli değiliz.

     

    Çocuklarını dindar, iyi Müslüman olarak yetiştirmeyen anne ve babalardan hesap sorulacaktır.

     

    Ebedi saadet dindarlıkla kazanılır.

     

    Ebedi saadetini yitirmiş... Hayatta başarılı olsa, zengin olsa, iyi bir hayat sürse ne faydası olur?

    * (Üçüncü yazı)

    O Zat Fazlurrahmancıdır

     

    İsim vermeyeceğim... Sadece şunu söylüyorum: O zat Fazlurrahmancıdır. Lakin böyle olduğunu açıkça söylemiyor. Niçin?.. Taqiyye yapıyor.

     

    Fazlurrahmancı olmak suç mudur? Laik bir rejimde elbette suç değildir.

     

    Taqiyye yaparak Fazlurrahmancılığını gizlemek ayıptır.

     

    Ehl-i Sünnet mensubu Sünniliğini,

     

    Vehhabi Vehhabiliğini,

     

    Tarikat ve tasavvuf taraftarı Müslüman, bu özelliğini...

     

    Saklamamalı, gizlememelidir.

     

    Müslümanları aldatmak çok vahim bir günahtır.

     

    Madem ki, sana göre Fazlurrahmancılık iyi bir yol, göğsünü gererek "Ben Fazlurrahmancıyım!.." diye haykırmalısın.

     

    Bendeniz naçiz bir Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanı olarak Fazlurrahman'a karşıyım.

     

    Onun tarihsellik teorisine karşıyım.

     

    Kur'andaki, Sünnetteki, Şeriattaki kesin emir ve yasakların Kıyamet'e kadar yürürlükte olduklarına inanırım.

     

    Fazlurrahman mezhebi, bin kadar Pakistanlı ulema, fukaha ve müftünün fetvalarıyla çürütülmüştür.

     

    Fazlurrahman merdut bir kimsedir.

     

    Pakistan'dan hicret etmiş, ABD'ye sığınmıştır.

     

    Bir ilahiyat fakültesi Fazlurrahmancıların kalesi haline gelmiştir.

     

    ABD, AB, Siyonizm ve Haçlılar Şeriat temelleri üzerine dayalı Ehl-i Sünnet İslamlığını istemiyor; Şeriatsız, hafifletilmiş, ılımlı hale getirilmiş, BOP prensiplerine uygun, ilahi din olmaktan çıkartılmış, bir tür beşeri ideoloji ve hümanizma haline getirilmiş, tabiri caizse Protestanlaştırılmış yepyeni bir İslam istiyor.

     

    Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) hadislerini ayıklama çalışmalarını biliyorsunuz. AB standartlarına, Feminizm sapık ideolojisine, Batı medeniyetine uymayan hadisleri ayıklamak istiyorlar.

     

    Bendenizin iddiası şudur: Fazlurrahmancılık Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslamlığı ile bağdaşmaz.

     

    Fazlurrahmancılık yasak değildir.

     

    Fazlurrahmancı olan bu özelliğini açıkça söylemelidir.

     

    Bendeniz Sünni bir Müslüman olarak bir Fazlurrahmancının arkasında namaz kılmam.

     

    Fazlurrahmancılık firak-ı dalleden bir fırkadır.

     

     

    2011-06-01


  11. Türkiye Nereye Gidiyor?

     

    Seçimlerden sonra bu çalkantı, bu fırtına, bu toz duman biter, ortalık sükunete kavuşur mu?.. Hiç sanmıyorum. Daha kötü olmasından korkuyorum.

     

    Türkiye'de iki cephe var:

     

    STATÜKO cephesi: Kemalist askeri vesayet rejiminin devamını istiyor.

     

    MİLLİ KİMLİK cephesi: Bunlar ideolojik vesayet rejiminin sona ermesini, tam ve gerçek bir demokrasi olmasını (Ne kadar olabilecekse) istiyor.

     

    Bu iki cephe kendi içlerinde homojen midir, birlik ve uyum var mıdır?

     

    Yoktur.

     

    Nazik soru: Bu iki cephe temiz ve şeffaf mıdır?

     

    Maalesef hayır.

     

    Uluslararası temizlik ve şeffaflık anketlerinde Türkiye'nin notu, 10 üzerinden 4'tür, yani kirlidir, sınıfta kalmaktadır.

     

    Türkiye toplumunun yapısı sağlıklı mıdır?

     

    Değildir.

     

    Türkiye'nin halkı (veya halkları) arasında sosyal barış ve uzlaşma var mıdır?

     

    Maalesef yoktur.

     

    Türkiye maddi bakımdan kalkınmakta mıdır?

     

    Akıllara durgunluk verecek şekilde maddi kalkınma vardır. Komşumuz Yunanistan iflas ediyor, biz ise ortaya harikalar koyuyoruz, dünya kıskanıyor, dünya hayran.

     

    Bu kalkınma bir keramet midir?

     

    Benim cevabım: Keramet değil, bir tür istidractır.

     

    Türkiye zenginleşiyor mu?

     

    Zenginleşiyor, bunu kimse inkar edemez. Lakin bu zenginlik sağlık mıdır, değil midir, bu husus tartışılabilir.

     

    Bir gerçek: Zengin kesim daha zengin olurken, fakir kesim daha fakir oluyor diyorlar, bu iddia doğru mudur?

     

    Cevap: Bendeniz iktisat uzmanı değilim. Bilenlere, uzmanlara sormak gerekir.

     

    Türkiye'nin halkı mı vardır, halkları mı?

     

    Cevap: Bence halkları vardır.

     

    Türkiye'nin dominant unsuru hangisidir?

     

    Cevap: Çoğunlukta olan Sünni Müslümanlardır.

     

    Sünniler son yetmiş beş sene içinde ezilmişler, ikinci sınıf vatandaş statüsüne itilmişler, çok haksızlıklara ve zulümlere maruz kalmışlardır.

     

    Şu anda oldukça hürriyet, imkan, fırsat var, Sünniler bunlardan yararlanarak haklarını arıyor mu?

     

    Maalesef arayamıyorlar.

     

    Niçin?

     

    Vesayet güçleri ve din sömürücüleri Sünnileri bölmüş, parçalamış, birbirinden kopartmış, sersemletmiştir.

     

    Sünni kesimde yeteri kadar şuur, uyanıklık, birlik, plan program, hizmet ve faaliyet yoktur. (Hiç yoktur demedim, yeteri kadar yoktur dedim.)

     

    Türkiye'nin düzeni bozuk bir düzen midir?

     

    Hasta ve militan statükocular dışında herkes bu konuda ittifak halindedir. Şeriatçi Müslüman da bozuk diyor, Marksist de bozuk diyor.

     

    Türkiye'nin bozuk düzenini tenkit etmeyen, bu bozuk düzenini haram rantlarını ve nemalarını yiyen Müslümanlar veya İslamcılar da var...

     

    Cevap: Ben onlara Müslüman demem!..

     

    Türkiye'de siyasi partilerin üzerinde güçler var mıdır?

     

    Vardır ve en güçlü partilerden daha güçlüdürler.

     

    Mesela ordu.

     

    Mesela dini bir cemaat.

     

    Türkiye'de sadece siyasi çekişmeler mi yaşanıyor?

     

    Hayır... Siyasetten önce kimlik, kültür, menfaat çekişmeleri yaşanıyor.

     

    Türkiye'de şu anda ne kadar Yahudi var?

     

    Bir buçuk milyon kadar Gizli Yahudi olduğu iddia ediliyor. 20 bin kadar Musevi vatandaş, Sabataycılar, Alevi Bektaşi görünen Yahudiler, Kürt Yahudileri vs.

     

    Bizde ne kadar Ermeni var?

     

    Resmi istatistiklere göre açık Ermenilerin sayısı 100 binin altındadır. Ermeni kökenlilerin ise bir buçuk milyon olduğu iddia ediliyor.

     

    Kripto Yahudiler ve Kripto Ermeniler bilinçli midir?

     

    Hepsinin bilinçli olduğunu sanmam. Entegre olmuş, erimiş olanları az değildir.

     

    Gizli Kürt Yahudisi var mıdır?

     

    Olmaz olur mu? Sürü sepet vardır.

     

    Türkiye'de iki dinli Gizli Rumlar var mıdır?

     

    Olduğu söyleniyor, hatta bu konuda kitap bile yayınlandı. (Belge yayınları, Mare Nostrum dizisi içinde.)

     

    Türkiye'de kaç etnik köken mevcut?

     

    78 diyenler var.

     

    Bunların hepsinde ırk ve köken asabiyeti var mıdır?

     

    Hepsinde yoktur. Bir kısmında vardır.

     

    Türkiye bugünkü haliyle huzura, iç barışa, istikrara kavuşabilir mi?

     

    Bu haliyle kesinlikle kavuşamaz.

     

    Nasıl kavuşabilir?

     

    Cevap: (1) Kemalist ideolojiye dayalı vesayet rejimine son verilecek. (2) Milli kimlik ve kültür esas alınacak. (3) Temel insan hak ve hürriyetleri çoğunluğa tanınacak. (4) Hukuk adil bir hukuk olacak ve bu adil hukukun üstünlüğü kabul edilecek. (5) Bugünkü iflas etmiş ideolojik eğitimin yerine Singapur, Japonya, Tayvan, Güney Kore, İsviçre, Norveç, Almanya eğitimleri gibi güçlü bir eğitim getirilecek. (6) Halkımızın, devletimizin, ülkemizin bin yıldan fazla kullanmış olduğu milli yazı, alfabe, lisan üzerindeki yasaklar ve tabular kaldırılacak. (7) Sünni çoğunluğa, İngiltere'deki gibi din hürriyeti verilecek. Diğer çeşitliliklerin ve azınlıkların din ve inanç hürriyeti de garanti altına alınacak. (8) Kokuşma bataklıkları kurutulacak, Türkiye'nin notu en az 7'ye çıkartılacak. (9) Ahali arasında toplumsal barış ve uzlaşma sağlanacak.

     

    Sünni Müslüman çoğunluğun sizce en büyük zaafı ve eksikliği nedir?

     

    Cevap: Başlarında ehli bir başkan, bir İmam veya Emir bulunmaması ve Müslümanların bu zata itaat ve biat etmemesidir.

     

    Sizce nereye gidiyoruz?

     

    Cevap: Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete.

     

    Ümitsiz misiniz?

     

    Hiç Allah'tan ümid kesilir mi? Allah'tan ümidini kesmek küfürdür.

     

    * (İkinci yazı)

     

    Yangın Var!

     

    BİR Müslüman düşünün... İtikadında bid'atler ve bozukluklar var... Namaz kılmıyor... Doğru dürüst zekat vermiyor... Oğlu züppe mi züppe, kızı hoppa mı hoppa... Kendisi ticaretle uğraşıyor ama dine ve ahlaka aykırı bir sürü muamelesi var... Riba ve faize batmış bir vaziyette... Haram yiyor... Bazen rüşvet veriyor... İhalelere fesat karıştırıyor... Dolaylı şekilde saçı bitmedik yetimlerin haklarını yiyor.

     

    Bu adamın bazı hayırlı işleri de var: Az çok sadaka veriyor, hayır hasenat yapıyor... Köyündeki camiyi tamir ettirdi... Hacca gitmedi ama senede bir umre seyahati... Ramazan'da namaz kılmaz ama oruç tutar... Belediyenin iftar çadırında bir gece 300 kişiyi doyurdu...

     

    Biz bu adamı tenkit etmeden, uyarmadan översek ne yapmış oluruz? Ona zarar vermiş oluruz.

     

    Böyle bir kimsenin öncelikle uyarılması gerekir.

     

    Kendisine karşı olumlu tenkitler yapılmalıdır.

     

    İtikadını tashih etmesi, namaza başlaması, zekatı dosdoğru vermesi, çoluk çocuğunu zabt u rabt altına alması konusunda ona etkili nasihatler edilmelidir.

     

    O, böyle iyi nasihatlere, olumlu tenkitlere, uyarılara son derece muhtaçtır. Onlar kendisi için şifa verici ilaç gibi olacaktır.

     

    Bunlar, ona yapılabilecek en büyük iyiliklerdir.

     

    Çünkü o bu nasihatleri tutarsa kendisini doğrultmuş ve ebedi saadetini inşaallah kazanmış olacaktır.

     

    Bendenize şimdiye kadar belki yüz kere şu tenkit yöneltildi:

     

    Be adam, bu memlekette hiç iyi iş yok mu ki, hep tenkit edip duruyorsun? Yahu biraz da iyi şeyleri, beğenilecek şeyleri yazsana!..

     

    Türkiye'nin durumuna bütünüyle bakıldığında İslam'a, Kur'ana, Sünnete, fıkha, İslam ahlakına, Şeriata aykırı çok büyük ve yaygın kötülükler görülmektedir.

     

    Ülkemiz bir tür darülharb haline gelmiştir.

     

    Halkın itikadında büyük bozukluklar başlamıştır.

     

    Beş vakit namaz kütlevi olarak terk edilmiştir.

     

    Seherlerde halkın yüzde 90'dan fazlası gaflet içinde uyumaktadır.

     

    Fısk ve fücur, nifak ve şikak, günah ve isyan yaygın haldedir.

     

    Kur'an ve Sünnet hükümleri ayaklar altına alınmıştır.

     

    İçki çok yayılmıştır ve yayılıp durmaktadır.

     

    Açık ve gizli putperestlik yaygındır.

     

    Zina artık suç sayılmıyor ve yayılıp duruyor.

     

    Müslümanlar üzerinde ağır baskılar var.

     

    15 yaşından küçük çocuklara tatillerde özel din ve Kur'an dersleri verdirmek yasaktır.

     

    Bir İslam ülkesi olan Türkiye'nin uluslararası temizlik ve şeffaflık notu 10 üzerinden 5'in altındadır.

     

    Müstehcen yayınlar milli bir afet ve felaket haline gelmiştir.

     

    Bu manzara içinde ülkemizde bazı iyi işler yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor ama yukarıda anlattığım gibi binanın her yerinde korkunç yangınlar başlamıştır. Bina siyasi, sosyal, kültürel depremlerle sarsılmaktadır. Milyonlarca Müslüman yanmaktadır. Fitne ve fesat korkunç boyutlara ulaşmıştır.

     

    Böyle bir devirde uyarmadan, yangın var diye bağırmadan övmek çok yanlış olur.

     

    İslami ve şer'i vazifelerini yapan iyi Müslümanları, iyi cemaatleri, iyi tarikatleri, iyi grupları elbette tebrik ediyorum.

     

    Benim vazifem ve misyonum, onları övmekle vakit geçirmek değildir.

     

    Aklımın erdiği, gücümün ettiği derecede "Yangın var, volkan patlayacak, zelzele yaklaşıyor... Uyanalım, tedbir alalım, doğru yola girelim, azaptan kurtulmak için gerekenleri yapalım!.." diye nida etmekle yükümlüyüm.

     

    Dini bir cemaat Kazakistan'da Kur'an kursu açmış... Başka bir cemaat Jamaica adasında İslam Kültür Merkezi açmış... Bir ötekisi Ruanda'da okul açmış... Müslüman bir grup her hafta bir camiye gidip sabah namazı kılıyor, ardından kahvaltı yapıyormuş... Filan şeyh veya cemaat başkanı çok muhteremmiş... Filan muhterem kuşlar gibi uçuyormuş.. Bendenizden bu gibi şeylerin övgüsü beklenmemelidir.

     

    Türkiye ahir zaman fitneleri içinde yanmaktadır.

     

    Deccaliyet topluma hakim olmuştur.

     

    Günah isyan fısk fücur tuğyan korkunç boyutlardadır.

     

    Din ve Şeriat elden gitmiştir.

     

    Evinden sabah Müslüman olarak çıkanların bazısı akşam mü'min olarak dönmüyor.

     

    Halkın imanı tehlikededir.

     

    Gaflet ve cehalet karanlığı çok koyudur.

     

    Hizmetlerimin, uyarılarımın, tekliflerimin etkili olduğunu iddia etmiyorum. Aczimi ve zaaflarımı itiraf ediyorum. Hazret-i Süleyman aleyhisselama hediye olarak bir çekirge bacağını bin zahmetle sürükleyerek götürmeye çalışan bir karınca gibi olmak isterim.

     

    Evimizde, vatanımızda yangın var!.. Bu yangının telaşesi içinde bazı salih kişi ve cemaatlerin övgülerini yapamıyorum. Kerem edip beni bağışlasınlar. Onlar bize dua etsinler.

     

    Zaten iyilerin övgüye ihtiyacı yoktur.

     

    30 MAYIS 2011


  12.  

    Necip Fazıl'ın şiirimizdeki yeri

     

    Her büyük şairin şiir anlayışı ve şiirden beklediği farklıdır. Mesela Mehmet Âkif şiirde aruz veznini asıl kabul eder; sanatı sanat için yapmayı lüzumsuz bulur; yararlı olmasını ister.

     

    Sanatını milletimizin ayağa kalkmasında, kültür ve medeniyetimizin inşasında kullanır. Büyük bir tevazu ile "Şiirimde sanat arayan bulamaz." der ve ilave eder: "Benim mecazla, hayalle işim yoktur." Elbette ki şiirini kalıcı kılan sanatıdır; "Çanakkale Şehitleri", "İstiklal Marşı", "Bülbül" şiirlerindeki mecazları, hayalleri, şiirdeki diğer bütün unsurları kullandığını nasıl görmezden gelebiliriz. Fakat şiirinde en önemli gaye milletini, ümmetini dertlerinden kurtarmaktır: "Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir / Davransana! Bak el de senin baş da senindir."

     

    Yaşadığı yıllar gerçekten milletimizin en dramatik dönemidir; ama imanı ümitsizliğe engeldir. Bundan dolayı onun şiir anlayışını faydalı olmak ve ümit aşılamak tarzında özetlersek yanlış olmaz. Milletimizin ceddimize layık bir yere gelmesinde doğru olarak iki unsurun meczolmasını zaruri görüyor; ilim ve faziletli insan: "Çünkü milletlerin ikbali için evladım / Marifet bir de fazilet, iki kudret lazım."

     

    Ahmet Haşim'e göre şair, Mehmed Akif'in tam zıddında duran insandır: "Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatlı insan, ne de bir kanun koyucudur. Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında sözden ziyade musikiye yakın, ortalama bir dildir." Kanaatince şiirde önemli olan ahenktir; mana değildir, hatta bir adım daha atarak anlamı şiirin katli sayar: "Mana araştırmak için şiiri deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını ürperme içinde bırakan kuşu (bülbül) eti için öldürmekten farklı olmasa gerek."

     

    Yahya Kemal'in dünü, bugünü, yarını hakkında düşüncelere sahip olduğu bir medeniyet anlayışı vardır. Bu yönünü gerektiği gibi analiz etmeyen şiirini anlayamaz. Medeniyetin vatanda kurulduğunu belirttikten sonra fikrini şöyle açıklar: "Vatan hiçbir zaman bir nazariye değil, topraktır. Toprak ceddinin mezarlarıdır. Camilerin bulunduğu yerdir." Medeniyetteki devamlılık unsurunu ünlü Süleymaniye şiirinde şu benzetmeyle anlatır: "Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu bu nefer miydi?" Osmanlı'da doruk noktasına varan medeniyetimiz gücünü yitirdi. Şiirinde o medeniyete özlemini derin bir hüzünle ifade etmektedir. Âkif'teki ümit, onda hüzne dönüşür.

     

    Nazım Hikmet'in hamurunda güçlü bir şiir özelliği bulunmaktadır. Çok genç yaşlarda ideolojinin dar kalıplarına girdiğinden maalesef lirizmini yeterince eserlerine yansıtamamıştır. Hayatını verdiği komünizm milliyeti, dini reddeder; her şeyi emekle, madde ile açıklar. Ne gariptir ki bu noktada ideolojisine ters düşmüştür: "Oğlumuzun gözleri böyle kuzey mavisi / Belki de bu yüzden bu ova bana / bizim ovaları hatırlatıyor / yahut da bu yüzden bu Leh türküsü / içimde, derinde, yarı aydınlık / uyuyan bir suyu kımıldatıyor / Lehistan'dan gelmiş dedelerimizden biri / gözlerinde karanlığı yenilginin / Saçları al kana boyalı." Milleti milletinden, dini dininden olmayan bir cemiyet ceddine kucak açmış. Ondan aldığı "Ran" soyadını bırakıp "Borzenski" soyadını almakla, ırkçılığı aşamadığını göstermiştir. Irkçılığı aşamayan, insanlığın türküsü olan şiiri gerektiği gibi söyleyemez.

     

    Necip Fazıl ise şiir anlayışını şöyle açıklar: "Şiir derin bir çiledir... Üstün bir nizamın sırrına ermeyenler onu başaramazlar. Bizce şiir mutlak hakikati arama işidir. Mutlak hakikat Allah'tır." Bu aynı zamanda kâinatın sırrına erişme gayretidir; söz konusu husus ne akılla, ne ilimle başarılabilir; akıldan ve ilimden öte bir şey gerekli olduğunu şu dörtlüğünden anlıyoruz: "Yalvardım gösterin bilmeceme yol / Ey yedinci kat gök esrarını aç / Annemin duası düş de perde ol / Bir asa kes bana ihtiyar ağaç."

     

    Bütün sanat dalları gibi şiirin de samimiyet istediğini üstadın şu çarpıcı ifadelerinde net bir şekilde görüyoruz: "Sırtına bal sürüp tavus tüylerinin üstünde yuvarlanan ve sonra tavuslar meclisine girmeye yeltenen meşhur karganın talihine güven yoktur. Böyle talihler, malik bulundukları hilkat ve tabiat ifadesinin dış planda taklitçisi sahte özenişlerle bilhassa şiir sahasında hemen enselenmeye mahkumdur."

     

    Üstadın yolu çetindir. Ne çare ki elindeki asa, sırtındaki heybeyle bu yolu aşmak zorundadır. Bütün engelleri aşması, ancak bütün zıtları bir araya getirerek ifadesini güçlendirmesiyle mümkündü. Dünyada şu zıtlarla bir vakıayı izah edebilen bir başka şair var mıdır: "Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, / Minicik gövdeme yüklü Kafdağı / Bir zerreciğim ki arşa gebeyim / Dev sancılarımın budur kaynağı."

     

    30 Mayıs 2011

     

    Mehmet Niyazi


  13. Necip Fazıl bir iman adamıydı

     

    Yılın bugünleri gelince yüreğime bir sızı dolar; Necip Fazıl'ı ve onun 'metafizik evladı' Hilmi Oflaz'ı hatırlarım. Hilmi Oflaz'ın Necip Fazıl'a sevgisini, bağlılığını düşündükçe, Mevlânâ'nın Şems'e olan muhabbetini idrak edebiliyorum.

     

    O ne yürekten bağlılıktı; hiçbir artniyete, hesaba dayanmazdı. Necip Fazıl, Hakk'ın rahmetine kavuştuktan yıllarca sonra bile onu her anışında Hilmi Oflaz'ın gözleri yaşarırdı. İkisinde de öyle hassasiyetlere şahit oldum ki, daha dün fani âlemimize veda eden bu kişilerin yaptıkları anlatılsa, günümüzün insanı inanmakta güçlük çeker.

     

    'Büyük Doğu'nun yazıişleri müdürlüğünü yapan bir dostumdan dinlemiştim: "Bir han odasında dergiyi çıkarıyorduk. Kahveci çırağı elinde bir kâğıtla içeriye girdi; Necip Fazıl üstad'a, 'Bunu size dışarıda dikilen birisi gönderdi' diyerek uzattı. Kâğıdı okuyan Üstad'ın yüzü değişti; çekmeceyi çekti; bir miktar para alıp kahveci çırağına verdi; 'Ona götür' dedi. Sonra da Aziz Nesin'in gönderdiği şiiri buruşturup çöp sepetine attı." Bu olay 1940'lı yılların sonlarına doğru cereyan eder. O zamanlar meşhur olmayan Aziz Nesin'in şartları çok ağırdı; belki de bir dilim ekmeğin hasretini çekiyordu. Dilenemiyor, kendisine yakışmayacak yollara başvuramıyor, telif almak ümidiyle bir şiirini Necip Fazıl'a gönderiyor. O da şiiri dergisine girecek kıratta bulmamasına rağmen gerekeni yapıyor. Birisi kimin kapısını çalacağını biliyor, diğeri de halden anlıyor.

     

    Gün geldi, üne kavuşan Aziz Nesin çiftlik sahibi oldu. Necip Fazıl'a "Aziz üstadım"la başlayan nefis ve nezih bir mektup yazdı; arabasıyla aldırarak onu çiftliğinde birkaç gün misafir etmek istediğini bildirdi. Ne yazık ki Necip Fazıl'ın son günleriydi, bu davete icabet edemedi. Biri İslamcı, diğeri Marksistti; ama ikisi de insanlığının farkındaydı. Fikri ne olursa olsun, böyle kişileri takdir edebildiğimiz gün biz de insanlığımızın şuuruna ereriz. Hatta böyle meziyetli kişilere değil, sokakta, bakkalda rastladığımız her ferde verdiğimiz değer ölçüsünde biz de insan oluruz.

     

    Necip Fazıl değişik yeteneklerle doğmuştu; şair, tiyatro yazarı, gazeteci, hatipti... Her şeyden önemlisi mütefekkirdi; bütün meziyetleri derinliğini buradan alıyordu. Henüz yirmi yaşına basmamışken Ahmet Haşim, "Çocuk, bu sesi nereden buldun?" diyerek dahi bir sanatkârı selamladığının farkındaydı. İlk gençlik yıllarında şiirleri dilden dile dolaşıyor, Falih Rıfkı, bir mısraının bir millete şeref olacağını yazıyor, henüz otuzuna basmadan okul kitaplarında yer alıyordu.

     

    Mevlânâ, Yunus gibi mistik yanları ağır basanlar hariç, bütün dahi sanatkârların hafakanları vardır. Herhalde Necip Fazıl, dünyada Hölderlin, Kleist, Baudelaire, Rimbaud ile mukayese edilebilir. O yılanlı kuyudan hiçbiri çıkamadı. Hölderlin, dramatik bir hayatta perişan oldu. Kleist, intihar etti; Baudelaire mevsimini şaşıran çiçek gibi baharında soldu; Rimbaud, ruhunu kaybedip bir damla ışık için diyar diyar dolaştı. Necip Fazıl ise Abdülhakim Arvasi'nin sarkıttığı iman urganına sarılıp çıktı; fakat bu ona pahalıya mal oldu. Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki hocalığı elinden alındı, banka müfettişliği görevine son verildi, okul kitaplarından çıkarıldı... Aslında Abdülhakim Arvasi'ye yaklaşırken başına nelerin gelebileceğini biliyordu, ama kişi ve toplum için maneviyatın ne demek olduğunun da farkındaydı; asıl olan hesap adamı değil, iman adamı olmaktı.

     

    İslamî bir yola girdiği için sanat ve fikir çevreleriyle de bağı koptu. Yazdıklarını görmezlikten gelirlerdi; "Üzerime sükut külü döküyorlar" derdi; bugün de öyle. "Bir Adam Yaratmak" piyesinin kapağındaki 'Necip Fazıl' adına bir bant çekilip yerine Shakespeare yazılsa, Shakespeare uzmanları bile fark etmezler. Hatta, "Ondaki bu metafizik derinliği nasıl sezmedim" diye de hayret ederler. Değerli eserleri tanıtılsa, geniş kitleler tarafından okunsa, iyi olmaz mı? Neyleyelim; "Baht utansın"dan başka ne diyebiliriz?

     

    08 Haziran 2009

     

    Mehmet Niyazi


  14. "Menderes'in yüzüne tükür, bu cehennemden kurtul!"

     

    Demokrat Parti (DP) milletvekili M.Sait Göker'in kızları Hayriye ve Emine Göker, yaşadıklarını gözyaşlarıyla anlatıyor.

     

    Göker kardeşler, darbeden bir gün önce evden alınan babalarının akıbetini sormak için ulaştıkları Genelkurmay Başkanlığı'ndan, "Bin yıl geçse de bulamazsınız, boşuna aramayın!" cevabını alır. Dört ay sonra da babalarının Yassıada'da olduğunu radyodan öğrenirler. 3 yıl sonra hapisten çıkan babalarından yaşadıklarını dinlediklerinde ise acıları katlanır: "Babama, 'Menderes'in yüzüne tükür, bu cehennemden kurtul!' demişler. Ama o 'Burada yıllarca kalırım ama böyle bir şeyi asla yapmam.' diye cevap vermiş."

     

    27 Mayıs günü yaşananlara bizzat tanık olan Hayriye Göker, o dönem yaşadıklarını Zaman'a gözyaşları içinde anlattı. Göker ailesinin fertleri, darbeden bir gün önce Bingöl'den karaciğer hastası bir yakınlarını Elazığ Devlet Hastanesi'ne götürür. Durumu ciddi olan hasta Ankara'ya sevk edilir. Aynı gün Ankara'ya getirilen hastaya M. Sait Göker'in kızı Hayriye Göker refakat eder. Sait Göker, onları Ulus'ta bir otele yerleştirir ve milletvekillerinin kaldığı Afkan Apartmanı'na döner. Uyumaya hazırlanan Hayriye Göker, dışarıdan geçenlerin gürültüsünü duyar ve korkuyla pencereye koşar. Ulus Meydanı, bir felakete ev sahipliği yapmaktadır. Gözlerine inanamayan Göker, gençlerin, "Menderes, Bayar çalsın sen oyna!" sloganıyla sokakta bağrışmalarını duyunca bir şeylerin yolunda gitmediğini sezer.

     

    Henüz 13 yaşında olan Göker, gençlerin sağa sola saldırarak milletvekillerinin makam araçlarını yakmalarına kadar her şeyi en ince ayrıntısıyla izler. Göker, büyük bir korkuyla askerlerin ite kaka götürdüğü birkaç kişiye bakarken telefon çalar. Babasına benzeyen bir ses, pencereye bakmamasını ve şehirde darbe olduğunu söyler. Şokun etkisiyle konuştuğu kişinin abisi olduğunu daha sonra fark eden Göker, paniğe kapılarak, "Babam nerede? Neden sesini babama benzettin?" diye ağlamaya başlar. Abisi, babasını askerlerin götürdüğünü söyleyince dışarıda olanları kavramaya başlar. Aynı gece hastalarını tedavi ettirmeden sabaha karşı apar topar Bingöl'e giderler. Göker, ailesi baba Sait Göker'den haber alamayınca Genelkurmay Başkanlığı'na gider ancak en acı haber oradan gelir. "Bin yıl geçse de bulamazsınız, boşuna aramayın!" denilir ve aile büyük bir sarsıntı yaşar.

     

    Hayriye Göker, aradan geçen 51 yıl içinde en büyük üzüntülerinin ise yaşadıklarından dolayı kimsenin kendilerinden özür dilememesi olduğunu söylüyor. Hayriye ve Emine Göker kardeşler, "Bin yıl geçse de 27 Mayıs'ı unutmayacağız!" diyor.

     

    Bediüzzaman Saidi Nur-si'nin talebesi olan M. Sait Göker, bölgedeki azınlıklar tarafından çok sevilen bir isimdir. Herkes azınlıkları dışlarken Göker, onlara yer yurt sahibi olmaları için yardımcı olur. Onun bu hoşgörüsünü asla unutmayan azınlık vatandaşları zamanla Müslüman olur ve birçoğunun çocuğu, Göker'in evinin altında hafızların yetişmesi için yaptırdığı medresede hafızlık eğitimi alır. Göker onlara bölge halkı gibi muamelede bulunur. Doğuyu su, elektrik, yol ve okul gibi imkânlara kavuşturan Sait Göker, Yassıada zulmünden kurtulduktan sonra yeniden milletvekili olur. 21 Haziran 1977'de Dünya gazetesinde bir yazısı yayımlanan Göker şu ifadeleri kullanır: "27 Mayıs darbesi, bence memleketi ve demokrasimizi en az 50 sene geriye götürmüş, o gün aşılan bugünkü bunalımların nedeni ve rejimin bu hale düşmesinde en büyük etkendir."

     

    Babamızın sağ olduğunu radyodan öğrendik

    Radyodan 27 Mayıs'ta tutuklananların 'Yassıada' diye bir yerde olduklarını duyan aile, Sait Göker'in hayatta olduğunu öğrenir. Hayriye Göker, "Babamın hayatta olduğunu öğrenince dünyalar bizim oldu, aşirette kurbanlar kesildi." cümleleriyle anlatıyor o günkü sevincini. Aşiretin ileri gelenleri toplanır ve Yassıada'ya giderler, ancak Sait Göker ile görüştürülmezler. 19 Eylül 1961'e kadar ailenin hiçbir bireyi baba Sait Göker ile görüşemez. Bu tarihte Kayseri'ye nakledilen babaları ile 5 dakika görüşebilen küçük kardeş Emine Göker, babasının tanınmayacak kadar çöktüğünü ve hapishanedeki o halini küçük olmasına rağmen hiç unutmadığını söylüyor. Yassıada'da çekilen filmin ne kadar yalan olduğunu babaları hapisten çıktıktan sonra öğrenen aile, Sait Bey'in bozulan sağlığı ile büyük üzüntü yaşar. Sait Göker, hapishaneden çıktıktan sonra 12 kez ameliyat olur. Göker, Yassıada'da başından geçenleri arkadaşlarına anlatırken ailesi de yaşanan dramlara şahit olur. Aile bireyleri, Sait Göker'e "Menderes'in yüzüne tükür bu cehennemden kurtul!" diyen bir müdüre, "Burada ömür boyu kalacağımı bilsem de bunu yapmam!" diye karşılık verdiğini öğrenirler.

     

    ZAMAN

    • Like 1

  15. Hangi kelimeye,ne mânâ yükleyeyim? Hepsi hepsi o denli kötürüm ve de ifadeden aciz ki.. Karşımda koskoca bir dağ; bir yanı bu denli sert ve katı öte yanı zemheri gibi üşütücü, bir demde har ile hemhal kanlı idrak, bir yanda "Beni çok çabuk kandırabilirler." kadar safiyane çocuksuluk, diğer yanda kafayı fikir ile doyurmanın, ruha gökyüzünün kapılarını aralamanın, gence hakiki insan ve de müslüman olmanın kaidelerini aşılayıcı sanat adamı, mütefekkir, mutasavvıf, büyük sanatkâr; Üstad!

     

    Ölmedi yüreğimizde yaşıyor safsatalarını geçiniz! Üstad'a ancak ortaya koyduklarımızla, ölmez, tükenmez eserlerimizle, tarihin yüzüne tabanımızı basabildiğimiz ölçüde O'na sadığız, o ölçüde gönüldaşız, ancak o zaman hakiki bir Üstadseveriz..

     

    Kafa, ruh ve de gönlümüzü O'nunla beslediğimiz, O'nunla dünyamızı büyüttüğümüz gerçeğini sıralamamız tekrarın tekrarından ibarettir. "Gençler bu adam yolunuza fedadır!" cümlesiyle ruhu vecd, aşk ve de davayı omuzlamak ile dolup taşaçak hal, evet ancak bu hal bizi paklayacaktır!

     

    Şöyle düşünmüştüm eskittiğim vakitlerden birinde;

    "Allah davasına tutunan, onu yerden kaldırmaya uğraşan adamı işte böyle ölümünden sonra da amel defterini kapattırmaz, sevap hazinesini genişletir. İşte karşısında rakibi olarak gösterilen Nazım, Akif'e inat yükseltilen Tevfik.. Hani nerde onların adamları, nerde yetiştirdiği nesiller?! Arkalarından bşr fatiha gönderen yüzü ay gibi parlak, imanı yanardağ gibi coşkun, fatihası ana sütü gibi helal.. Nerdfe o adamların yetiştirdiği nesil?! Yok, yoklar.. Ancak bir zamanın küfür cephesinin sönmüş yıldızları olarak kaldılar.. Ama Üstad ve O'nun gibileri yaptıkları hizmetle bizler gibi pırıl pırıl gençletr yetiştirmiş ve de vatana, millete hiç tükenmeyecek bir hazine bırakmışlardır. Ve bunun vefa borcunu da birer fatiha, yasin yahut fetih ile de öderiz. İşte nurun, imanın küfre galibiyeti en basit şekliyle budur. Salt bu dünyaya değil, ahirete de yatırım..

     

    Evet gönüldaşlarım diyelim, Allah bizim gibilerden razı olsun!

     

    Emeğini her bir cümlesi, her bir kelimesiyle mükemmel bir edada akıl ağımıza ören Üstad'a "medh-i nakış nakkaşa racidir." usûlunce kendisinden biliyor vede bünyemizdeki her bir aksiyonun, inancın, davanın evelAllah kendi kaleminden olduğunu söylememiz üzerimize vazife.. Rabbim kabrini nur ile donatsın ki emin'e yakın his içindeyim ki, inşallah Cemalullah'a ve de Peygamberimiz'in komşuluğunu nasipdârdır!

     

    Burada bulunan her gönüldaşım inşallah üzerimize düşen görevimizi ifa etmede, yani burayı muazzam bir akademi hem de mektep gibi telakki etmede herkes bu kutlu vazifenin en cüz'i kısmını gerçekleştirmiş olacaktır. Yüce Mevlam ellerimizden tutsun ve de daha büyük işler yapabilmemizi nasip etsin.

     

     

    Selam O kutlu ruha

    Selam O'na hakkıyla gönlünü verene


  16. Cemiyete kanıyla canıyla hizmeti borç bilen ve de karşılık bulamadığı kadar bunda kesinlikle gözü de olmayan büyük insan, Üstad! Bunun manevi ve de zahiri yalnızlığını elbette duydu, belki zaman zaman sitem de etti; zira Miyasoğlu'na bir kere telefon görüşmesinde:

     

    _Cenazemi mi geleceksin be adam?! diye serzenişte bulunduğu bilinir.

     

    Bu belki de ideal insanların, cins kafaların zaruri kaderidir, kaçınılmazdır. Etrafındaki halis, hakiki dostlarını kötü demlerde anlamak belki de en acı olan. Üstad'ın Malatya Hadisesi kendisi için ciddi bir aşamaydı her açıdan. Yukarıda geçen hamalın getirdiği ücret ve de bir karpuz vakası vardır ki beni her okuduğumda hüzünlendirir. Cinnet Mustatili eserinde geçmektedir. Bir ramazan günüdür, ve Üstad'a ulaştırması için kendisine verir karpuzu, onu tanımaz. Üstad gözyaşlarına boğulur, onun da manevi hassasiyetini daim duymuştur.

     

    Üstad kendisine yapılanların, verilenlerin karşılığını bin misliyle ödemiştir. Ve bunun karşılığını ölmek üzereyken bile hüküm yiyerek aldı. Ne acı! Kendisine teklif edilen rüşvetleri reddetmesi yahut verilen bir çuval parayı gözü kapalı gelen, tanımadığı birine vermesi ne kadar yüce bir gönle sahip olduğunun ve de gayesinin Hakka'a hizmet İslam'a, davayı yükseletmek olduğunun emaresidir. O'na layık talebeler olmak bize düşen yegane vazife..

     

    Ve ben bu büyük idealin ufak hamalı.

    • Like 1

  17.  

    Davasını iki kelimeye sır, iki kutba sınır saydı: Sevgi dorukları ve nefret gayyaları.

     

     

     

    Evet,diğerleri de çok veciz olduğu kadar, bu cümle mühimiyet arz etmekte. İki kutupta ittihad ve hareket bize ilk olarak şarttır. Bir, nefret kutbu, iki sevgi. Bu minval üzre dostu düşmanı ayırdedip ona göre tavır takınma ve de harekete geçme.

     

    Üstad bunun özellikle nefret kutbunun vazifesini kalemini adeta Zülfikar yapıp muazzam derecede ifa etmiştir. 1934 sonrasu müthiş bir dönüş yaşayan kafa ve ruh yapısı adeta kasırga etkisi meydana getirdi. Allah demenin yasaklandığı bir dönemde BD'de yayınladığı bir ankette soru aynen şu şekilde; "Allah'a inanıyor musun?" İsmi net aklıma gelememekle birlikte hücrelerimi dolduran bir yanıt;

     

    "Bal gibi de inanıyorum!"

     

    Bir durum üzerinde ya malayani olduğu yahut kesin doğruları, hakikati olduğu için durulmaz.. Yahu "Allah'a inanıyor musun? diye bir soru sorulur mu?! Bu adama edilen küfür kadar ağırdır, kanına dokunur insanın! Ama zaman o denli kafirleşmeye durmuş ki Üstad bir yerden ateşi yakmak için çok vurucu bir darbe ile olayı fitillemeliydi. Zira BD'de yayınlanan bu anketinde yankısı da devrinde büyük omuştur. Sonra onlarca sayıyı aşan BD dergileri yahut eserleri Üstad'ın ateşlediği ülküyü, dâvayı bizlere kadar ulaştırdı elhamdülillah.

     

     

    Harita ortada, bize düşen "ya hep ya hiç" "ya siyah ya beyaz" çerçevesinde, Allah'ta ve Sevgilisi'nde, va ashabı güzinde ve dahi o yola hizmeti olanların ayakkabı tozuna hayran olunacak denli muhabbet hastası olmak; O'na ve Sevgilisi'ne dil uzatana cehennem ateşi gibi öfke ve de nefret beslemektir! Yahu müslümana nefret yakışır mı? Yakışır!

    • Like 1

  18. Vaktin yaklaşması hasebiyle tekrar gazete manşetleri meş'um hadiseye değinecek. Her yıl olduğu gibi 27 Mayıs İhtilali'nin sene-i devriyesini anacağız. Yine gazeteler Merhum Menderes'in iki asker koluna girmiş dar ağacına giderkenki resmini gösterip içimizi dağlayacak. Kimileri bununla alakalı kitaplar yazıp aynı dönemde piyasaya sürecek ve imzalayacaklar. Bilinmedik kaynaklara ulaşılacak, daha tarihin kara deliğine gömülmüş ne hakikatlerin olduğunu fark edecek; "Bu da yapılır mı, bunlar (afbuyurun) hayvan dahi olamaz!" diyeceğiz. Zira yakın zamanda elimden geçen bir eserde dehşet satırlara rastlamış ve de resmen donup kalmıştım. Bir şey biliyorum ki, olanların hepsini bilmiyoruz.

     

    Tarihimizin nur yüzünde kara bir leke olarak ilelebed sürecek olan bu hadise, Üstad'ımızın "Benim Gözümde Menderes" eserinde de kapsamlı, geniş hatlarla ele alınmış ve de muazzam tahlillerle eşsiz görüş ve de fikir süzgecinden geçip bizlere ulaşmış vaziyette. Kesinlikle her Türk gencinin, kimlerin, neden ve de nasıl bu tarihe hainliğini, mazisine, vatanına bağlı soylu kahramanları neden ipe çektiğini, yaptıkları bu zulmü bilmeli, okumalı ve de asla unutmamalıdır. Bizler mazisinden ders alıp atisini inşa edecek gençler olarak bunu kendimize vazife bilmeliyiz.


  19. Bizzat şahit olmadığım, ama, sevgili Üstadımdan, Yerebatan Caddesi ile Alayköşkü Caddesi’nin kesiştiği köşede, şimdi yerinde bir işhanının yükseldiği iki katlı küçük binanın, birinci katındaki Büyük Doğu idarehanesinde dinlediğim bir anıyı nakledeceğim.

     

    Bir yandan, aylık, BD-RAPOR kitapçıklarını “Necip Fazıl ve Dostları” imzasıyla yayına hazırlarken, bir yandan Büyük Doğu’nun günlük gazete olarak neşrinin altyapısı ile meşgulüz… Sanırım, “Aynadaki Yalan” isimli romanının ilk basımı için gelen dizgilerin tahsisi ile meşgulüz… Masasında oturuyor, ben masanın önündeyim… Masada dizili formalar… “Geçerken uğradım…” tarzında gelen ve Üstadımın sohbeti kısa keserek uğurladığı bir ziyaretçinin arkasından; gözlüklerinin üzerinden bana bakarak:

     

    “-Yalçın…” dedi.

    -Buyur Üstadım…

    -Biliyor musun, bana, mesele denebilecek bir mesele ile gelecek insanların hasreti içindeyim… Ben geldim!.. Hoş geldin!.. O kadar… Bana bir meseleyle gel… Meselesi olan adam gelsin bana…

    -…………….

    -Bir gün, sabah erken saatlerde, evimin kapısı çalındı… Hayırdır inşallah…

    Açtım… Karşımda bir adam…

     

    -Selamünaleyküm… Aleykümselam… Ben falanca… Evet?.. Sizi görmeye geldim. Mesele neydi? Hiç… Sadece görmeye geldim. Sadece görmeye mi?.. Evet. (Yüzünü sağa dönerek sol profilden, sola dönerek sağ profilden ve sonra cepheden adama gösterişini tarif ederek) Gördün mü?.. Evet… Haydi uğurlar olsun!.. Bana, benim için değil, meselem için gelsin, gelecek olan!..

    Sesi, bugün gibi kulaklarımda…

    Ve, 18 yıldır, “mesele”sini soluyanlar hariç; bir sürü adam, her yıldönümü, “ömrünü verdiği mesele” yerine O’nu konuşuyor, O’nu anlatıyor, kendilerini pazarlıyorlar…

    Mekanı cennet olsun.

     

     

    Yalçın Turgut BALABAN

    Vakit Gazetesi

    25 Mayıs 2001

     

    İçimden klavyeye şiddetli şiddetli basmak ve burada bir mesele çıkartmak geçiyor. Yazıyı neresinden ele alayım diye düşünüyorum ama yok, kafam mânâsı ile dumur olmuş vaziyette. Üstad'ın dilinden dökülen bir cümleye tafsilatlı yorum getirebilmek adına ciltlerce kitap devirmek gerekliymiş. Şimdi bir iki cümle yanyana dizdirsem "mesele"ye ne kadar yakın ya da ne kadar "mesele"?

     

    Bir keresinde merhum Zarifoğlu Üstad'ı ziyarete gidiyor. Aradan yirmidört saat geçmemesine rağmen aklımda bir kaç cümle kaldı diyor. Bir ara:

     

    _"Yalnızım!" demiş.

     

    İçim o denli burkuldu, yüzüm bu denli düştü. Düşünsenize, kapısını aşındıran potinlerin haddi hesabı yok. Üstad ise "Yalnızım!" diyor. Çünkü diye başlamayacağım zira kafada olmayan muhabbetin, birlikteliğin zahirde hiçbir mânâ teşkil etmediğini biliriz. Ve her zaman sivri zekası, derin muhakeme ve de idrak kapasitesi etrafındakilerce tam karşılık bulamadı. O yüzden bulunduğu toplulukta ekseri kendisi konuşur, diğerlerine dinlemek düşer. Muazzam bir mütefekkir ve onu ekmek değil fikir, insan değil dâva doyurur. Bir insanı ancak bu kıstas ile mutmain kılar ve de güvenini kazanırsınız. Seri malı heveslerin ve de fikirlerin hakiki bir fikir insanına, dâva adamına kalabalık ve de gürültüden başka bir şey gelmediğini bilmelisiniz. Bu o ihtiyacın karşılanmadığı yerde insana zorunlu bir yalnızlık biçer. Cemil Meriç de bu ahlakın adamıdır. Sanırım fildişi kulesine çekilmenin sebebi bu, "mesele denebilecek bir mesele" nin ve de bu fikrin sahibinin yokluğu.

     

    Ama biliriz ki Üstad bu yolda hepten de yalnız değildi. Hilmi Oflaz ve de Serdengeçti benim hayranı olduğum isimlerdir. Bunlar sadece şu an aklıma gelen iki misal. İnsana ruh akrabası, candan öte ciğer olup, eli kolu gibi olması. Birinin düştüğünde diğerinin sağlamlığı ikisini ayakta tutar. Bu aynı ideallerde mutabıklıkla mümkündür. Fikirde, tasavvurda, aksiyonda ittihad ve hareket; ,işte bütün mesele bu!

    • Like 1

  20. **Hayat duraksadığı yerde ölüm başlıyor demektir. İslam dini, kaç asırdır duraksamakta olduğundan tehlike büyüktür. Bu tehlikeyi önliyecek olan, asırlarca İslam'ınn ruh ve adalet mefkûresini her kavimden daha samimiyet ve daha büyük bir kuvvetle yaşatmış olan Tütk milletinin ve Anadolu'da hiçbir zaman ölmeyen İslam ruhunun, bu memleketin şuurlu çocuklar elinde İslam'ın ruh ve ahlâkını, bir fikir ve felsefe hareketinin temelleri üzerinde tekrar canlandırmaya çalışmaları onu kalp ve düşünce mevzuu yapıncaya kadar bu yolda cihad açmaları olacaktır.

     

     

    **Bir taraf ruhtan habersiz, öbür taraf aydınlığa düşman.

     

     

    **Ömürleri; aklın "nizam"ına bürünmedikçe, hürriyet dâvaları "mesuliyet" mefkûresi haline gelmedikçe bu insanlara kurtuluşun imkânı yoktur!

     

     

    **İnsan denen varlığımızın bu vatanla, bu cemiyetle ilgisi nedir? Neden böyle sefil bir hayatın mahkûmlarıyız? Sefaletimizin asıl sebebi ne olsa gerek? Bu insanlara ve bu toprağa ne verebiliyoruz?

     

     

    **Din ile fikir ve kültür birbirlerine sırt çevirmiştir.

     

    **Uzun uzun ve derin düşünmenin böyle bir şehirde, yolsuz bir beldede mümkün olmayacağını anladım. Zira bitkindim, bedbaht ve harap olmuştum. Ömürlerinin yarısı mânâsız kalırdılar, dedikodu ile geçen kadınlarımızın düşünmeye vakitleri var mı? Onlar rönesansımızı yapsalar bari!

     

    **Hiçbir çarem, hiçbir kuvvetim, hiçbir silâhım kalmamıştı. Nereye gideceğimi bilmeksizin kendimi sokağa attım. Arabaların sanki hiç yol bırakmayarak şehri tıka basa dolduran bu evlerde nasıl dinlenirler, nasıl düşünürler, nasıl yaşarlar? Bu evlerde hiç kafaları çalışan yok mudur? diye sayıklıyor, bir yandan da:

     

    "Yol evden belâlı, ev yoldan beter!"

     

    mısra-ı bercestesini mırıldanıyorum. Ne kadar mırıldandım bilmiyorum..."

     

     

     

    Amerika Mektupları

    • Like 1

  21. Bu mukaddes ölçüyü islamdan başka hiçbir akide ve de din bozmalarında bulamazsınız. Adeta yırtıcı hayvanların birbirinin yemini kapmaya çalışması gibi hayvani havas ile boğuşan bir takım izm'lerin ağzına vurulacak ne büyük tokat! İslamî kanun ve de şer'î idare.. Biricik devamız ve de göz nurumuz.. Hayatın her hayatına nüfûz eden ilahî kanunun insana nimet üzerinde biçtiği rol, mahdut bahiste resmediliyor.

     

    Bulunca dağıt, bulamayancı şükret!

     

     

    Bizim servetimiz budur ki, en büyük zenginliğimiz fakirliğimizdir.


  22. Üstad çok ince hatlarla yine olayı çerçeveliyor. Kamil inanmayana göz dağı veren ölümü, Üstad altın tepside sunulan bir ikram kabilinden mütebessim ve de itminan ile karşılayanladan. Havf ce reca arasında;

    hani Hz. Ömer'in de dilinden dökülen o altın hikmetleri anımsayınca;

     

    Kim der ki cennete son bir kişi girecek o benim diye ümitlenirim

    Ve dahi kim yine derse cehenne bir kişi girecek olsa, benim diye korku duyarım. Bu ölüm ahlakı böyle zindelik ve de hassas bir tutum gerektiriyor.

     

    Daim komutanın önünde selam duran, asker gibi disiplin ve de nizam üzre olmak ve de zerre tavizsiz eda içersinde bulunmak. Ne hal üzere yaşarşa kişi, ölümü de o halde karşılıyor. Nitekim daim Allah'ın huzurunda bulunma, o makam-ı âliden müstağni olmama ve tir tir titreme ile umulur ki Allah'ın adl değil de rahm ismi ile muamele edinilinden oluna.

     

    "Bizim gibiler" derken Üstad bir de "öteki gibiler" kıstasını getiriyor akla. Ayette geçen "gazaba uğramış ve sapmışlar" gibi. Ki onların ölümü, cesedi toprağa eza verir. Ondan bir parça olurlar ama kabul görülmezler. Ki onlara ebedi yuva gayya kuyusu olur.

     

     

    Hakk bizleri hayatı ve de ölümü rızası dahilinde eylesin.

     

    Sonunda Üstad'ın dediği gibi,

     

    "Demek böyle ölünürmüş." şerefine nail olmak umarım cümleten nasip olur.

×
×
  • Create New...