Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sark

Editor
  • Content Count

    770
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    32

Posts posted by sark


  1. Korku gerek tenlere etim kalbur

    Deşer bakışın da kıyar

    Korku gerek reca gerek

    Yanlış anaşılmış olabilir

    Sesini duyuyorum kendimin/

    kelimeler kendinden emin değil

     

    Yanlış anlaşılmış da olabilir

    Aklım başımda mı! Değil!

     

    ACZ


  2. “Esselâm! “ Diye başladım ve “Esselâm” adlı kitabının, son (63.) şiirini baştan sona okudum:

    Göklerden son ilâm:

    Allah bir, bir İslâm

    Şekiller, elif Lâm:

    Ne bir harf, ne kelâm:

    Esselâm, esselâm...

     

    Yer çökük, gök soluk;

    Diz bükük, saç yoluk.

    Ne varsa korkuluk.

     

    ...

     

    Bu hayat bir ezber;

    Hayattan ne haber,

    Onunla beraber?..

     

    Ön ve ara, sağ ve sol,

    Bin yolda yol bu yol.

    Emir: Öl yahut ol!

     

    ...

     

    Elinde alâmet,

    İzinde selâmet,

    Tek isim... Muhammed...

    Ne bir harf, ne kelâm;

    Esselâm, esselâm...

     

     

     

    _İsteseniz “Esselâm! “ kitabınızla Türk şiirine getirdiğiniz İslami destan sesinin yeniliği ile “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” inizdeki İslami görüşlerinizi birbirine içirerek, bugünkü sohbetimize devam edelim üstadım, dedim.

     

    Önce bir sual: Esselâm’ı niçin yazdınız?

     

     

    _Bu eser bir “Mevlid” mi? Diye sormak istediniz. Hayır! Sadece O’na (Peygamber Efendimiz’e) olan eritici aşkımın ve gevşemez bağlılığımın vecd destanı… Vecd, imanın ilk şartı. Sevgili’nin, Sevgili’den alıp getirdiği ve canını fedaya kadar baş eğilmesi şart, ulvî aşl disiplini şeriattan başka, benim bağlı olabileceğim hiçbir ölçü hayal edilemez…

     

     

    _Bir gün Esselâm’ınızdaki bölümlerin de, Türk ruhuna sinmiş o mübarek çehreli Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki “bahir”ler gibi camilerde, evlerde, dini vecd ile okunmasını ister miydiniz?

    _Evlerde, meydanlarda, toplantı yerlerinde sırf dini tefekkür, tahassüs ve heyecan gayesiyle okunmasına… evet!.. Camilerde, ibadet şekilleri arasında yer almasına kat’iyetle hayır!

     

    _ Esselâm’da 63 parça şiir bulunuşu Peygamberimiz’in 63 yaşında göçüşlerinden kinaye bir sayı mıdır?

    _Levhaların 63 parça oluşu, mukaddes hayatın yıl sayısından alınma ilhamla, evet …Bu 63 parça içinde, vak’aları düpedüz resmetmek yerine onların ruhlarını göstermek gayesi güdülmüştür. 1700 küsur mısralık, kemiyette küçük bir destan… Fakat keyfiyette, her kelimesine mal olmuştur.

     

     

    _Ne zaman yazıldı Esselâm’ınız?

     

    _Bir ruh çilesi içinde, 1960-1961’de hapishanede iken yazılmaya başlandı… Ondan sonra haşin hayatın zalim çarkları arasında tekrar gaflet tüneline giren ruhumun kasvet ikliminde on bir yıl uyuyup 1972 ramazan ayında tamamlandı.

     

    _Yazmaktaki gayeniz? Daha başka bir deyişle: Hangi hakikatı vurgulamak istediniz?

     

     

    _Hangi hakikat, hangi doğru sözlerini anlamam. Tek başına “doğru” diye bir şey yok. O’nun (Peygamberin) getirdiği “doğru” var. Bu eser, o gayenin vecd pırıltılarından bir çakıntı ve aşk haykırışlarından bir ses… O kadar!

     

    Ben “hakikat”ten O’na giden değil , O’nu topyekûn kabullendikten sonra O’ndan hakikate gelen müminim.

     

    Hakikat, sadece Allah’ın dediği ve O’na (Hz. Muhammed’e) bildirdiğidir. .. Var olmaya bakalım! O ki varlık o yüzdendir!

     

    _Fikirlerin, prensiplerin, sistemlerin, ilimlerin, neşelerin, aşkların başlı başına hakikatı yok yani sizce?

     

    _Her şeyi mantosunun içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihaî sebep ve netice Allah’tır!.. Her şey, ama her şey bizi aşan bir alemde, bir ağacın dalları gibi üst üste bekliyor. Biz, boynumuzu uzatabildiğimiz nispette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat yemişin kendisi bizim değil, ağacın… Gölgesi ve tesisi bizim…

     

    _Buna inanmayanların hicvini, “Tanrıkulu” dediğiniz mürşidinizden, adeta maymundan olmuşlar toplumunun hicvi şeklinde nakletmişsiniz. Nasıldı? Müthiş bir tablo idi.

    “Tanrıkulundan Dinlediklerim” kitabı (sayfa 21. ‘Allah’ım Seni İstiyoruz’ bahsi) Necip Fazıl oradan yer yer okudu:

     

    “Yıllardır insanlık derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert sinirleri bozuk bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı… Lastik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor… Bu hastalık, masallardaki dünya güzeli şehzadelerin dertleri gibi bir şey. Başına bin doktor ve üfürükçü, bin hokkabaz ve falcı çare arayadursun, o, günden güne fenalaşmakta…

     

    Denizaşırı bir memlekette (bunun) birtakım kardeşleri tuhaf tuhaf bir ülke kurdu: “Yeni Dünya”… Evleri itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları üst üste binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız.

     

    Orada uzun boylu, cam gözlü, dört köşe omuzlu… Konuştuğu zaman kurbağa gibi sesler çıkaran bir insan örneği peydahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz bu tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli değil…”

     

    _Bu modern maymunun can sıkıntısı, şimdi “bunalım” adını verdikleri sahte ve çilesiz buhran, hep inanmamaktan “Allahsızlıktan” değil mi, teşhisiniz bu?

     

    _Evet, hiçbir misal, bu insanları kandıramıyor. O kadar tapındığı müspet ilimler bile tesellisini veremiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları, suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri, Londra’daki fısıltıyı Tahran’da dinleten kaşifleri var… Bunlara rağmen insanlık bunalıyor. İşte bütün dava: İnsanlık bunalıyor.

     

    _Peki, öyle de, kim kurtaracak, ne kurtaracak insanlığı?

     

    _İnanmak!.. İnanmak, insanoğluna vadedilen bütün mucizelerin anahtarıdır. İnanmaya memuruz. Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Eşya ve hadiseler de varlığını bizim inanmamıza borçlu. İnandığımız her şey var, inanmadığımız hiçbir şey yok…

     

    _İnanan yalnız insanlar mıdır?

     

    _Gerçi bu alemde insandan başka her unsur, tam ve mutlak inanma uykusunun huzuru içindedir… Fakat büyük ve sonsuz iman, inanmanın ta kendisi, ruhu ve cevheri insana mahsustur. İnsan inanacak ve bütün insanları peşi sıra götürecek…

     

    Neye ve nasıl olursa olsun insanoğlu inanmadan bir gölgedir. Su üstünde bir kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir hiç! Evvela inanmaya inan!..

     

    _Yani neye olursa olsun inanmak yetişir mi, kurtarır mı bizi? Söz gelişi maddeye, bir bâtıla , bir puta?

     

    _İnanmanın iç esası, iç yüzü, hakikati: Allah’a inanmaktır… Maddenin sür’ati bilmem ne kadara çıktığı zaman sıfıra iniyor. Ziyanın şiddeti bilmem ne olunca etraf karanlık kesiliyor. “Allah, zuhûrunun kemalinden gaiptir.” Ve bunu anlamak için insana akıl değil, aklın üstünde bir şey lâzım.”

    • Like 1

  3. Manada derya barındıran, muazzam kaide ve de ilkeler.. Üstad'ın çilesini taşıdığı ve de sancısını çektiği Büyük Doğu Gençliği'nin maddi-manevi, dahili ve harici her hücresine nakşetmesi elzem olan, derin fikir içeren üstün saptamalar.

     

    Tabi buna işaret ederken, Ulu Hakan'ın ruh ve kafa portresinin de ne kadar mukaddes fikir ve de hedeflerle işlendiğini görüyoruz. Üstad'ımız, ABDÜLHAMÎD'İ ANLAMAK HER ŞEYİ ANLAMAK OLACAKTIR! diye boşuna demiyor.

     

    - Daima şifa ve deva iddiasıyla gelen iç mikropları temizlemek...

     

    Bu; prensesin alacalı ve de parlak rengine kanıp elmayı yemesine ve de uzun bir uyuklama devresine dalmasına benzer. Bize, kendi hastalıklarına derman olmadığı, ve hatta şifası kendimizde olmasına rağmen, batı mukallitliğinde derman arayan zavallı, komik hokkabazları hatırlatır. Çevrilen oyunun ve de nizamsızlığın farkına varıp sesi yükselenin dar ağacında soluğu alması kaçınılmaz netice. Bugün bu mikroplar hala temizlenmiş değildir. Ve dava gelip alnından öpecek ve de asır süren uykusundan uyandıracak ateşin gencini beklemektedir.

     

    Sağlam bir ruh temeli üzerinde gerçek bir madde onarımına yönelmek...

     

    Vücut melekeleri diri olmadan nasil ki beden bir et yığınından ibaretse, düşünmek hassesi olmadan nasıl ki beyin bir yumruk et demekse; ruh kavramı da kavi bir temele ve de fikre çakılmadan maddi olarak hiçbir mana teşkil etmez. İçimizdeki o ışığı zahiri kaynağa çevirip, tafsilatlı, muhkem bir hesaplaşmaya, muhasebeye gidilmezse elde boşluktan başka hiçbir şey tutulmaz. İdeal genç, mana aleminin inşası akabinde zahiri olarak bütün kapıların açılağını, birincinin ikinciye yol açacağını bilir. Bundandır ki, önce ruh alemini donatır ve de dünyaya beklenen inkılabın her yönünü bilfiil ispat eder. Ruh inşası nakıs olan, silahı olmayan nefere benzer ki, eninde sonunda bu er vurulmaya ve de sırt üstü devrilmeye mecburdur. Ruha kemal vasıfları yükleyende ise, dünyayı devirecek kudret vardır. Fark bu kadar uçurum teşkil eder.

     

    Batıyı bütün müspet bilgileriyle benimseyip kötülüklerinden ve ruhî sirayetlerinden uzak kalmak ve Doğu'lu şahsiyet kökünü sımsıkı muhafaza etmek...

     

    Merhum Zarifoğlu'nun, "batının ruhumuzdaki lekelerinden bizi ancak Allah arındırabilir!" manasına gelen bir sözünde olayın fark edilenden de ziyade nasıl bir vahimiyet taşıdığına işaret vardır.. Ama bize öyle bir devir çattı ki, tamamen özüne sırt dönen,medeniyeti ve de muasırlaşmayı Batı cephesinde sanan, bir şapka, bir eldiven ve münevver batılı çürümüşler.. Mana inceliğinden ve sezişinden tamamen mustağni kalıp, kaba hatlarda kopyalamayı marifet bilmek bize ancak "hasta adam" yaftasını yapıştırdı. Oysa ki yapılacak olan gayet basitti; bir zamanlar bırakın kendini, dünyayı ihya eden bilim, ilim ve de kültür binası varken, radikal ve de devamlı çözümler bulunmaması neticesinde adeta Batı'ya el açar hale düşen haşmetlu pehlivan, "artık yeniktir" damgasını yedi ve de kalkmamak üzere yığıldı, kaldı. Batı'nın tekniklerini Şark'ın temeli üstüne kurmak varken, Batı'yı Şark'ın temeline indirdiler. Ve orada adeta kavak ağacına sızan kurt gibi, ufacık güve bizi yedi bitirdi! Ve bugün tarihin başlangıcı, zahirde bayram manada meş'um, mel'un bir hadisenin kurbanı etti. Resmen geçmişini yok sayan, ve birden bire türeyen eksiltili, başı-sonu belli olmayan bir senaryoya hapsetti. Mücerret ruh tamamen kaybolmuş değildir, yalnız onu tarihin gizli saklı köşesinde bulup çıkaracak, "Senin yerin burasıdır!" diye baş köşeye oturtacak gözlerinde keskin zeka ve de dava parlayan gençleri beklemektedir.

     

    Devlet ve hükümet bünyesine, ahlâkî, iktisadî ve içtimaî üstünlük şuurunu başa alıcı yeni bir ruh getirmek...

     

    Hakimiyet halkındır yerine, hakimiyet Hakk'ındır sözünün hayata geçirildiği yerde iş tamam olacaktır. Meş'um tarihlerde nasıl politikalar güdüldüğünün, milletin nasıl sömürüldüğünün, ve her başa geçenin (nadiren istisnalar vardır) nasıl kendi cebini düşündüğünü hepimiz bilmekteyiz. Ne zaman ki o devlet reisi, "Vatana hizmet ibadettir." der, ne zaman ki milletin rahatını kendi rahatına tercih eder o zaman üstün nizamın çanları çalmaya başlar. Ferdiyetçi değil, cemiyetçi hareket. Bu ideal cemiyetin de, mühimmatı ahlak ve de içtima kelimeler; bunlar o hükümetin işaretleridir ki orası istikbalin güneşlerini yetiştirir.

     

    Bütün kemâlleri ve gerçek kemâl yolunu dinde ve dinin hakikatinde görmek, din vecd ve aşkını, bir kaç asırlık pas ve küfünden kurtarıp fert ve cemiyete hakim kılmak...

     

    Dini kaideleri, şer'i hükümleri geri atılmış bir toprak parçasının tabiri tam yerinde; güneşi sönmüştür! Allah'tan elini çekenin, burnunu yere sürtmesi mukadderdir. Ne zaman ki, Allah'ı unuttuk o zaman güneşi ceketimizin astarında kaybettik. O zaman "Artık hükümsüzdür!" fermanını imzalamış olduk. Ne zaman Allah'ı hatırlar ve O'nun kudret eline tutunursak, düştüğümüz yerden kalkacağız. Biliriz ki bir adım gidilse, O on adım gelir. Ve biliriz ki bu hakk dava galip gelecektir. İş ki iman ve islam kaidelerine şeksiz şüpsehiz tabi olalım ve bu uğurda harcanmayı cana minnet bilelim!

     

    İş bu yazı nezdimde bu mânâlardan ibarettir.

    • Like 1

  4. Edep bir tac imiş

     

    Edep kelimesi "zarafet, usluluk, söz ve hareketlerde güzel hal üzere bulunma" gibi anlamlar taşıyor.

     

     

    Bir tür kişilik ve karakter özelliğini anlatan bu kelimenin muhtevası insanı ar ve utanç verici hallerden muhafaza eden hasletleri içerir. Tabiri caizse o bir gen dizilimidir ki var olduğu bünyeyi maddî ve manevî huzura erdirir. İnsan bu gene sahip ise bütün hareket ve söz türevleri içinde kaçınılması gereken şeyi derhal bilir ve hatta refleks olarak ondan kaçınır. Böylece kişi maddi ve manevi (iş hayatında, sosyal hayatta veya iç dünyasında) her türlü yanlışlığa düşmekten kurtulur, utanacağı şeylerden uzak kalır. Sonuçta edepli insan güzel huy, zarif muamele ve hassas bir kişilik sahibi olur.

     

    İslamiyet'in gelişinden sonra bilim, gramer ve şiir gibi konular -sırf insanı edebe yönelttiği, ona zarafet kattığı için- ilm-i edep, bununla ilgilenen kişiler de edîp olarak anılmaya başlanmıştır. Bu isimlendirme bize, doğu toplumlarındaki edep anlayışının din kaynaklı olduğunu gösterir ki zaten Cahiliye devrine ait bir edepten bahsedilemez. Hz. Mevlânâ "Kur'an'ın manası ayet ayet edepten ibarettir" mısraını bu bağlamda söylemiştir.

     

    Edebin iki kısmı mevcuttur: Nefsî ve dersî... Nefsî olan edep, yukarıda söz ettiğimiz kişilik özelliğini teşkil eden gen yapısıdır ki bunun görünür biçimine ahlak ve terbiye diyebiliriz (Edeptir tâc-ı Rabbanî / Komazlar her başa anı - Sunullah Gaybî). Dersî olan edep ise insanın amellerini düzenler ki eskiler bunu âdâb-ı muaşeret olarak bilirler ve gerek davranışların gerekse konuşmanın hatasız ve güzel olmasını sağladığını düşünürler (Edep hoştur, edep hoştur İlahî / Edepsizlik hor eder pâdişahi - Laedrî). İnsanın tavırlarındaki nezaket, zarafet ve zevk-i selim nasıl görünür bir şey ise, sözlerindeki güzellik ve incelik de aynı şekilde edep sayesinde bilinebilen, hissedilebilen hale gelir. Nazik davranışlar nasıl hareketlerimizde bizi ayıplanmaktan, küçük düşmekten, hata yapmaktan koruyorsa (Örtermiş ayıbını insanın hep / Ne güzel elbise esvâb-ı edeb - Laedrî); binaenaleyh söz söyleyeni de küçük düşmekten ve yanlışlıktan koruyacak edep konuları mevcuttur. Gramer, etimoloji, sözlük, imla, kafiye, şiir, retorik, söz ve manaya ilişkin sanatlar olarak sayabileceğimiz bu fenlerin "edebiyat" genel başlığı altında anılmasının sebebi, söz edebini sağladıkları, ifadeyi mübtezel ve bayağı olmaktan korudukları, nezih bir üsluba büründürdükleri içindir.

     

    Eski toplumları derinden etkileyen tasavvuf, baştan sona edep üzerine bina olunmuş gibidir. Âdâb (edepler), âdâb u erkân, âdâb u usûl... Hep güzel şeylerle birlikte olma ve kendini tanımanın her tarikata göre çeşit çeşit yolları... Edebe dair pek çok batınî ve zahirî tasnif, kural, risale ve tanım... Sufilerin her birine göre önem sırası kazanan edep yolları... Semboller ve ritüeller... Eline, Diline, Beline (EDeB) sahip olma şuuru... Ve herkesin ortak söylediği bir söz: "Edeb yahû!.." Sonra da bir beyit:

     

    Edep bir tâc imiş nûr-ı Hudâ'dan

     

    Giy ol tacı emîn ol her belâdan

     

    Günümüzde edep içen "karakter disiplini" diyebiliriz. Bu disiplin, toplum içinde kişilerin birbirlerine karşı takınmaları gereken takdir edilesi tavırları düzenler. Şimdiki edebiyat her ne kadar dilin edeplendirilmesine yarıyorsa da nefsin edepli olması (güzel ahlak) dilin edebinden önemlidir. Yani dili şiirle, sanatla mecazla güzelleştirmeden evvel ahlakı güzelleştirmek gerekir. Bunun yolu iffet, vakar, sabır, merhamet gibi şahsî meziyetlere sahip olmak yanında gerçeğe saygı, adalet ve özgürlük gibi evrensel değerleri de benimsemekten geçer. Bu açıdan bakıldığında çağımız, edebini kaybetmiş bir çağdır. Herkes nefsinin hevasına uymuş; para, mal, mülk, makam sarhoşluğundan başı dönmüş gibidir. Haddini bilmek, zarafet, nezaket, terbiye, hicap, utanma... Hepsi kaybolup gitmiş edep bahisleri. "İnsanın edebi altınından hayırlıdır" veya "Edep insanın ziynetidir" sözleri unutulalı çok oldu. Belki de artık eskilerin tekke ve mektep duvarlarına astıkları şu beyti yeniden yazdırtıp sosyal mekânlara ve resmî kurumlara dağıtmanın zamanı geldi:

     

    Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep

     

    Her hüner makbul imiş, illa edep, illa edep

     

    Unutmayalım; edebini yitirmiş bir insan, toplum bünyesinde tehlikeli bir virüstür.

     

    22 Mart 2011


  5. Berat arkadaşımız Üstad'ın "Mümin Kafir" eserinden bahsetmekte anladığım kadarıyla. Burada sorulan "Bir Adam Yaratmak" piyesi. Ayrıca kitapta evet kafir tavrında kavi, filmde de tam anlamıyla dönmüyor zaten. Sadece, artık kafirin inadından dönmeyeceğini anladığı yerde, Müminin "Yolunuz açık olsun." cümlesi geçiyor ya, Kafir nasıl bu kadar iyi niyetli olabilirsin gibi cümlesine binaen "Cehennemi kastediyorum!" cümlesi değiştirilmişti. Filmde daha ılıman bir portre çizilmeye çalışılmış sanırım. Ben orada fark gözlemlemiştim.

     

    Ziya kardeşime gelince, başlık başlık dolanıp eserin film ile farklılıklarını araştırıyorsunuz da, size yok dediğimiz halde kani olmuyorsunuz. :)

     

    Bakın, filmi yarım bıraktığım yerden tamamladım ve de ilk yanıtımda dediğim gibi, esere uygunluğu söz konusu. Bu hususta esere aykırılık yok. Artık inanın bize.:)


  6. Sevgili ile âşık arasında

     

    -Mevlânâ'dan ilham ile...-İstanbul'da bir âşık yaşardı. Günlerden birinde bir töhmete uğradı, kasdî olmayan bir davranışı suç sayıldı, başına kastedildi ve kaçmağa mecbur oldu. On yıl boyunca yedi iklim dört bucağı dolaştı. Kah çöllere düştü, kah sahralar gezdi.

     

     

    Zaman akarken ayrılık takatini kesmiş, özlemi arttıkça artmıştı. Kendi kendisine dedi ki, "Sevgilinin hasretine artık tahammülüm kalmadı! Varayım İstanbul'a döneyim, kafir bile olmuşsam yine imana geleyim de sevgilinin ayaklarına kapanayım şöyle yalvarayım: "A gönüller sultanı! İşte canımı senin önüne attım; ister beni bağışlayarak dirilt, isten boynumu vurdur, işte koyun misali boynum. Ey ay yüzlü! Senin önünde kesilip ölmek, başka yerde dirilip sultan olmaktan yeğdir. Ey gönlümün istediği! Sur'a üfürür gibi seslen bana ki yeniden hayat bulayım."

     

    Biçare âşık hazırlandı, İstanbul yollarını tutmak istedi. "Kalbim," diyordu, "kalbim ona aktı, onun kalbi bana mermer olsa da." "İstanbul," diyordu, "benim vatanım orasıdır, çünkü sevgili oradadır." "Sakın gitme! Başından kork!" diyenlere, "Hubbü'l-vatan, mine'l-iman (Vatan sevgisi imandandır)" hadisini okuyordu. "Zincire vurulmaya, zindana atılmaya mı heveslisin?" diyenlere aldırış etmedi. Kendi ayağıyla zindana gider gibi yollara düştü. Önden bir çeken, arkadan bir iten vardı sanki.

     

    Yol... Yol... Çöllerin kumları ipek halılar gibi, çimenlerin yeşilleri kadife döşenmiş yollar gibi geliyor, âşık ilerliyordu. Üsküdar sırtlarına gelip de İstanbul'u görünce heyecanından düşüp bayıldı. Aklı, aşkın sır bahçelerine doğru aşıp gitmişti. Bir kayık tedarik edip İstanbul'a ayak bastığında herkes ona hayret etti. Kimisi "Durma kaç!" diyordu, kimisi "Allah rızası için kendi kanına girme!" diye yalvarıyordu. "Sevgilinin öfkesi dinmedi!" diyenler, "Akıl edip kaçmıştın, ahmak mı oldun?" diyenler... Âşık cevap veriyordu: "Ben susuzluk hastalığına tutulmuş bir hastayım; su beni çekti getirdi, suyun beni öldüreceğini bilsem de şimdi sudan kaçamam. Su içmekten başım ve bedenim şişse de susuzluğum azalmıyor. Geceleri tencere gibi kaynasam, gündüzleri çağlayanlar gibi aksam yine su isterim. Şimdi suya kavuşmaya gelmişim. Su benim sevgilim. Üstelik bir zamanlar onun öfkesinden kaçtığım için de çok pişmanım. Şimdi varın, deyin ona; "Ne kadar öfkeliyse benden çıkarsın öfkesini, benim aşk sarhoşu olan canıma ne istiyorsa yapsın! Şimdi kurban bayramıdır, ben de onun kurbanlığı. Bir kurban ancak bayramda kesilmek için beslenir. Ben bu canımı öyle besledim. Ruhumun haşrı, canımın dirilmesi için nefsimin kurban olması gerek. Hallac, "Öldürün beni, benim ölümümde hayat vardır!" demedi mi? Allah'tan gayrı hey şey ölüp yok olacaktır madem, öleyim ben de, kurban olayım. Kurban olayım ki ölüm, karanlıkta gizli bir bengisudur. Şimdi nilüfer gibi ölümümü suda arayayım ki sevgiliye doğru yürümüş olayım. Susuzluk hastasının ölümü sudan olacak madem, bir can korkusu ile sevgiliden kaçar mıyım artık? Suyun nehirden kaçtığı nerede duyulmuş. Ben o nehirde kendimi yok etmeye gelmişim. Kâsedeki su nehre akınca sıfattan ve addan kurtulup zatı baki kalır. İşte bu yüzden bir zamanlar Sevgili'den kaçtığım için pişmanım. Şimdi kendimi onun güzellik fidanına asmak için gelmişim.

     

    Âşıkın sevgilisine haber verdiler. Herkes merakla bekliyordu; acaba asacak mı, kesecek mi, parçalatacak mı?!.. Sevgilinin kalbine bir merhamet gelmişti oysa. Seher vaktinde şöyle yakardı: "Ey yüce Allah! Ey tek olan, ehad olan Allah!.. O bir suç işlemişti, biz de onu gördük. O merhametimizi bilmeden korkarak kaçtı. Bir korkunun içinde binlerce umut gizlidir. Ben korkmayan bir edepsizi korkuturum ama korkan birini ne diye korkutayım. Soğuk tencere için ateş lazımdır, ama ateşten, kaynayan coşan bir tencereye ne?!.. Korkusuz olanları kabahatleri ile korkutmak nasıl evla ise, korkanları da o korkudan halas etmek öyle evladır. Ben yamacıyım, yamanması gereken yeri yamarım."

     

    Sonunda o âşıkı sevgilinin huzuruna getirdiler. Getirdiler getirmesine de bedeni öyle mecalsiz düşüp bayıldı ki can kuşu kafesinde yoktu sanki. Nedimler nedimeler koştular, yüzüne gül suyu serptiler, buhurlarla tütsülediler. Sevgilisi başucuna vardı, dedi ki: "Ne garip!.. Âşık gönül ateşi ile sevgiliyi arar, fakat sevgiliyi görünce kendini kaybeder!" Sonra o âşıkın kulağına fısıldadı: "Ey âşık! Bak ben geldim. Aç eteğini, doldurmaya altın getirdim. Nefesin kesildiyse ben sana nefes vereyim, gönlün öldüyse ben onu dirilteyim. Ey can, vuslat kapısını açtık, dön geriye, gel bize!.. Bak dilsiz, dudaksız sana o eski sırları söylemekteyim, aç gözünü. Ey Zümrüdüanka Kaf dağından dön aramıza!..

     

    O zavallı âşık sevgilinin elini alnında hissedince yavaş yavaş kendine geldi. Gözlerini açtı, yerinden fırlayıp birkaç kez secdeye kapandı. Sevgili kendisini kabul etti diye şükürler eyledi. Sonra ona yalvarır gibi şöyle dedi: "Ey aşk kıyametinin İsrafil'i!.. Bana ilk şeref armağanı olarak kulağını dudağıma yaklaştır; ta ki sırları başkaları duymasın. Nice zamandır yakarışlarımı duymanı istedim. Her gece senin özleminle uykuya vardım, her sabah seni özleyerek uyandım. Bazı geceler gözüme hiç uyku girmedi. Senden ayrıldığım andan itibaren benim için ne evvel kaldı, ne âhir. Ön de gözümden düştü, son da. Çok aradımsa da sana benzer bir sevgili bulamadım. Varlık sermayem ayrılık ateşiyle yandıktan sonra varlıktan sıyrıldım, senden gayrı bir nesne bilmez oldum. Şimdi hangi diyarda, ne toprakta bir kan lekesi görürsen bil ki o bizim gözümüzden akmıştır. Şimdi söylemekle ağlamak arasında şaşırıp kaldım. Ağlasam söyleyemiyorum, söylesem ağlayamıyorum. Şimdi sen dile ne dilersen, söyleyip şükür mü edeyim, ağlayıp eşiğine inci ve mercanları şükrane mi sunayım?

     

    Âşık bunları söyleyip ağlamaya başlayınca, aşağıdakilerden ve yukarıdakilerden kim varsa bütün İstanbul ağladı, kadın erkek, çocuk ihtiyar birbirine karıştı. O sırada âşık, yeryüzünün gökyüzüne şöyle dediğini duydu: "Eğer kıyameti görmedinse işte gör!."

     

    ***

     

    Ey Yüce Sevgili!.. Âşıkını Sen'in ayrılığından yine Sen kurtar! Amin!..

     

    İskender Pala

     

    15 Mart 2011


  7. Üstad'ın içimize yönelik, sivri özeleştirilerinden, milli muhasebelerinden biri daha. Başlangıçta dönemin lider partisine güveni göze çarpıyor. Sağ cenahtan bir takım hiziplerin halkın sesi olarak yükselmesinde beklenen aksiyonu gösteremeyip, daha da sesin alçaldığı zamanlar olduğunu bilmekteyiz. Üstad en çok Demokrat Parti liderliği zamanlarında hapishanede yatmıştır. Bunu "Zindanın anahtarı bizde, içeride biz!" sözü çok iyi açıklıyor. Bir diğer örnek Milli Nizam, burada da aynı hezimet karşısına çıkıyor Üstad'ın. Konuşma yapmak için davet edildiği kongrede herkes kenara çekilmiş, mikrofon başında Üstad. "Herkes merakla ne diyeceğini beklerken salonda Üstad'ın sesi yankılanır: "Milli Nizam, ebedî nizam!" Ve alkışlar kopar. Fakat neticesini yine bilmekteyiz ki, Erbakan'ın; "Üstad her şeyi kendisine danışmamızı istiyor." gibisinden asıl meramı sezememiş, ulvî fikirden nakıs bir cümle. Ezcümle, bu kapıdan da Üstad ve Büyük Doğu mefkûresi eli boş dönünce iş düşmanlarımıza kalıyor. Evet, en kuvvetli silahımız hasmımız. "Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın." sözü çok güzel ifade ediyor. Bizi daim tetikte tutacak, rahatsız edecek, bir şeyler yapmaya itecek yegane güç, düşman.

     

    Dönemin düşman güruhunun başını çeken isim tabii ki Yalman. Tan'ın, Ulus'un toplumdaki tahribatını bilmeyen yoktur. Gazetecilik anlayışını, magazin ve de kadın vücudu pazarlamaktan, güzellik yarışmaları düzenlemekten, toplum ahlak ve edebini derinden sarsacak entirikalarla neşriyat yapmaktan öte gidemeyen; çifkeflik timsali bir basın kartı. Tabii ki karşı cephede Büyük Doğu. Aslında bu cümle çok hatalı. Onlar bizim karşımızda olamayacak kadar aşağıdalar, çukurlukta dahi kendini aşmışlar. Ve Üstad üstün aksiyon ve de toplum uğruna, gençlik uğruna tam bir harcanmışlık aşkıyla kendini bu mücadelenin göbeğine atmıştır. Sabahları ekmek kuyruğu gibi oluşturulan sıralar.. Ne oluyor burada? Büyük Doğu gelecek! Böyle yoğruldu bir millet, böyle kurtarıldı bir devrin imanı. Ortada dev gibi, iri bir kafa, kocaman aşk ve aksiyon yumağı.. Davasında bu kadar samimi ve de harcanmaya hazır olmasaydı, Allah Üstad'a bu muzafferliği nasip eder miydi? Etmeyecekti elbet. Bu uğurda Serdengeçtiler mi Hilmi Oflazlar mı dersiniz; kimler Üstad'a asker olamdı ki? Tüm gençlikten yükselen "Üstad" naraları belki de bunca yıl süren emeğin, feda edilmişliğin en düşük ifadesidir. Evet o yetiştirici, irşad edicidir.

     

    Gelin görün ki, günümüzde bunu tesirinin ne kadarını gözlemleyebiliyoruz, ne kadarı kaldı avuçlarda? Acı gerçek belki de hiç. Nedense kuluçkayaya yatmış tavuk bir türlü sanatını icra edemiyor. Aradan çıkan bir kaç kıvılcım da yalnızlığının ve de teşkilatsızlığın naçar kollarında eriyor.Ama inanıyoruz ki, bu kesimin, bu neslin bir gün kurtarıcısı doğacaktır. Bu genç bir gün "kalk!" borusunu çalacak ve de kulakları bu nida ile patlatacaktır. Biz bu gelecek günün aşkı ile yanmaktayız, bu düşünce ile hayata tutunmaktayız. Ümitsiz değiliz, biliyoruz ki Üstad bu mukaddes fikrin temelini yıllar öncesinden attı. Bu binayı yükseltecek, inşasını kuracak aksiyoner ruh gelecektir. Buna kendimize duyduğumuz inancın bir misli inanıyoruz. Ve dua ediyoruz. Hakk olan Rabb katında tek hakiki din olan İslam'ın diğer dinlere üstün kıldığı gibi, Hakk olan Rabb samimi, muttaki kullarını kafirlere üstün kıldığı gibi, hak olan dâvayı da öksüz bırakmayacak ve de sahte, içi boş izm'lere hakim ve de galip kılacaktır. Bu günü aşkla beklemekteyiz. İş ki Yüce Mevla ömür versin ve bu günleri göstersin. Gelecek o kutlu ruha selam olsun!


  8. NETİCENİN NETİCESİ

     

    Bütün bu din düşmanlarının hepsi bütün kâinat ile beraber, Allah'ın takdiriyle varolan ve neye hizmet ettiğini bilmeyen aletçikler... Onlar bilmeden bize, Allah'ın dâvasına, Büyük Doğu mefkûresine hizmet etmişlerdir. Artık armamız ,sade kanun yolunda muzafferiyet arayan bir ideolocya remzi olarak, bütün ufuklara hakimdir. Masumlar için zerrece korkuya mahal yok... Başımızdaki hükümetten eminiz. Kanunî ne kadar hakkımız varsa hepsiyle beraber şahlanabiliriz. İcap ederse teşkilatımızı bile kurabiliriz. Gazetemizi hemen çıkarabiliriz. Asıl bundan sonra bunları yapmamak, bir nevi mesuliyet kabulü demek olur. Büyük Doğu sembolü, sayelerinde bütün kulaklara ve gönüllere yerleşmiş, perçinleşmiştir. Türkiye'de adam başına 100 lira dağıtıp da "ismimizi ezberleyin!" deseydik yine temin edemezdik Bize bu milyarlık reklâmı onlar lûtfettiler. Zafer; Allah'ın yarattığı, inandığımız ve sevdiğimiz devleti devlet recülleri ile beraber, bizimdir. Bu da, bir gün olursa, yine düşmanlarımızın sayesinde olacaktır.

     

    Fakat sırası gelmişken, netice bahsinin en mânalı teşhisi halinde bildireyim ki, bizde, müslümanlarda, en doğrusu kendisini müslüman sanan insanlarda, herhangi bir liyakat ve zafere ehliyet hassası yoktur. Cahiliz, akılsızız, vecd ve aşk mahrumuyuz, siyaset ve zerafet öksüzüyüz, medenî dünya ve onun bütün usüllerinden gafiliz, dünyadan ve entrikalarından habersiz, kanun çevresinde müttehit hareket ve içtimaî dayanışma gibi en hayatî kıymetten uzağız; yani istenmediği gibi sürülebilecek ve alnına istenildiği gibi kara lekeler çekilecek bir sürü halindeyiz. Düşman da bu halimizi biliyor; ve kaç kişi olursak olalım üç çoban vasıtası ile bizi dilediği gibi muhafaza etmenin sırrını elinde tutuyor.

     

    Kur'an da:

     

    "Size şer gibi gelen nice şey vardır ki hayırdır; fakat siz onu bilmezsiniz..."

     

    Buyuran Allah, yardımcımız olsun; ve yalnız, daldırıldıkları asırlık uyku yüzünden düşmanlara bu cesareti veren müslümanları uyandırsın!

     

    sf/134.135


  9. Cerrah sessizce ağlıyordu, gözlerinden taşan birkaç damla yaş yanağına doğru süzüldü.

     

    Bu arada, gözyaşının nedenini açıklamaya çalıştı, uzun uzun anatomiden ve fizyolojiden söz etti.

     

    ‘Melek’ bu açıklamadan tatmin olmamışa benziyordu.

     

    “Belki de,” diye başladı cerrahın gözlerinin içine bakarak,

     

    “ruhun bedenine sığmıyordur da, dışarı sızıyordur.”

     

     

     

    City of Angels (Melekler Sehri) filminden

     

    Senai Demirci – Elde var insan


  10. Susuyorum

     

    –Üzgünüm: Bu ülkede namazını işyerinde yasaklandığı için tuvalette, evinde ise ayıplandığı için banyoda kılmak zorunda kalan kardeşlerimiz var.

     

    –Şükrediyorum: Aşağılık bağnazlığın böylesi en aşağılık biçimlerinin din adına değil de, dine karşı uygulandığı bir ülkede yaşıyorum.

     

    –Seviniyorum: Ya tersi olsaydı… Zaten gönüllüce kılacağım namaza beni zorlasaydı o yobazlar? Seve seve örtünen genç kızlara başını kapatmalarını emretselerdi o “laiklik dini” zangoçları… İnsan onurunun biricik garantörü İslam da o zorbaların elinde bir “devrim” kırbacı olsaydı… Allah’ım sen muhafaza eyle…

     

    –Utanıyorum: Bana yasak olmadığı/yasaklanamayacağı halde, ayıplanacak değil aksine alkışlanacağım halde namazıma nazlanarak giden benim gibileri de var. El bebek gül bebek nazlandığım namaza, nazlana nazlana, adeta ittire kaktıra gidiyorum ya… Ah!

     

    –Mutluyum: Böylesi kahramanlar bizim aramızda, bu zamanda, bu topraklarda yaşıyor. Elif gibi dik, diri, duru ve doğru olarak yürüyorlar aramızda…

     

    –Umutluyum: Kulluğun hakkını veren her insan, tüm insanlık adına bir ümittir, bütün insanlığın gaflet kışından sıyrılıp meyveye durabileceğini ilan etmek üzere namaza durur. Bu isimsiz kahramanların içinde sessizce yaşadıkları o “kehf”, o mağara, zalimlerin hepsini gebertecek, zorbalıkların hepsinin üstesinden gelecek. Filizlenmeye durmuşsa tohum, taş da çatlayacak, toprak da yarılacak…

     

    –Susuyorum…

     

     

     

    Senai Demirci

    • Like 1

  11. "Mısır'da 11 yıl kaldım, 11 gün daha kalsam çıldırabilirdim!" diyen Akif'imizin'in Türk milletine kazandırdığı İstiklal Marşı'nı şüphesiz hiçbir söz methini ya da takdirini yapmaya kifayet edemez.

     

    "Milletler kahramanlarıyla yaşarlar. Ve bu kahramanların yaşı yoktur." demiş Karl Line. Ve Milli Şairimiz şüphesiz ki, bunlardan biridir. Her yıl vefatı ya da İstiklal Marşı'nın milli marş olarak kabulunu kutlama ile yad eder, hatırlarız. Gerçekten her okuduğumda, tüylerimi diken diken edebilmiş, sonsuz vecd ve de aşk menbaıdır İstiklal Marşı şairi.

     

    Karakter olarak mükemmelliği son derece veciz nükteleri tarihe kazandırmıştır. Baytar bahsinde, "Ne o bir yeriniz mi ağrıyor?" yanıtını bilmeyen yoktur. Hele biri vardı ki, Sayın Bülent Bakiler anlattığında ince zekasına hayran kalmıştım. O seminerden de aklımda kalanları ufakça yazayım. Sizler de istifade edin inşallah.

     

    O zamanın frenklik, alafrangalık temeyülü toprağımızda fazla, malum. Herkesde bir batı hayranlığı. Tabi bir Türk kanı taşıyan Akif'imiz bu vaziyetten son derece müteessir. Bir Paris hastası şahsiyet gezmiş, görmüş olmaktan gelen havasıyla, anlattığı şahısları adeta ezmekte, onları rencide etmektedir. En son sözlerini zıvanadan çıkarır ve "Paris'e gitmeyen eşektir!" der. Akif'imiz ayağa fırlar, der ki; "Senin baban da gitti mi Paris'e?" Adam gayet rahat "hayır" der. Akif; "Belli, otur." der. Adama dolaylı yoldan lafını yedirir yani.

     

    Bir de zamanın sıkı yazılarını kaleme alan Akif bilindiği gibi hocalık da yapmıştır. Mısır'dayken Ezher üniversitesinde Türkoloji dersleri vermiştir. Kendisini tam da Kurtuluş Savaşı olduğu zamanlarda Almanya'ya davet ederler. Bir otel ayarlanır kalması için.Ve kendisinden bir yazı hazırlamasını isterler. Gecenin ilerleyen vakitlerine doğru, Almanya sokaklarında bir festival havası eser. Akif direk savaşta lehimize bir hadise yaşandığı doğrultusunda düşünür ve hemen sokağa atar kendini. Milletin sevinci had safhada. Sorar, "Almanya cephelerde başarı mı aldı?" O zamanın Osmanlısı da Almanya ile ittifak halinde olduğu için Almanya'nın başarısı bizim, bizim başarımız da onların başarısıdır dolayısıyla. O kafir olacak ne dese; "Filistin Osmanlı'nın elinden düştü.!" Akif şaşar, donar."Buna siz neden seviniyorsunuz? Osmanlı ile Almanya aynı cephede değil mi?" Kafir sinsi sinsi güler. "Neticede siz müslümansınız. Filistin'in sizden çıkması, Hristiyanların elinde geçmesi, elbette bize zaferdir!" der. Akif odasına döner ve sabaha kadar ağlar. İttifak olur gibi görünüp arkadan kuyu kazan, murai yüzlerin de acizliğine, Osmanlı'nın yalnız kalmışlığına ağlar ağlar durur. Ve gözyaşları içinde yazısını hazırlar.

     

    Bir diğer hadise de Akif'imizin sözünde ne kadar sadık ve de samimi bir müslüman olduğunu kanıtlar niteliktedir. Yaz kış demeden okuluna maddi sıkıntıdan ötürü yürüyerek gidip gelen bir öğrencilik hayatı. Bir gün arkadaşları Akif'in yaklaşık 3 kilometre yolu yürüyerek okula geldiğini anlarlar ve aralarında onun için para toplarlar. Verme hususunda başlangıçte bir tereddüt yaşıyorlar, çünkü Akif'in vasıflı, gururlu ve de tavizsiz tavrı herkesçe bilinmektedir. En sonunda bir yolunu bulur ve keseyi uzatırlar. "Yol paran için, yanlış anlama senin her gün yorulmana içimiz el vermiyor." derler. Akif'imiz fena mahçup olur, utanır. Ve birden "Ben bunu her gün egzersiz amaçlı yapıyorum. Ben bir güreşçiyim. Vücudumu sürekli zinde tutmalıyım." der. Arkadaşları yanlış düşündükleri için özür diler ve de parayı geri alırlar. Akif haftalarca vicdan azabı çeker. Neden utandım, neden mahçup oldum durumumdan. Diye kendi kendini yer. Bir de işin ucunda yalan var tabi. Ve kısa zamanda gider ehlinden güreşçilik hususunda teknikleri öğrenir ve de güreşçi olur. Bu kadar da sözüne sadık, samimi bir müslümandır. Kış ortasında kabanını bir miskine vermesini ve de aylarca çetin kış günlerinde ceket ile gezmesini bilmeyen yoktur zaten.

     

    Velhasılı hakiki müslüman, saf kan vatan aşığı bir Türk ve de vatansever ulvi bir ruhtur. Türk tarihine, milletine kazardırdığı kahraman şiirlerini hiçbir zaman unutmayacak, Türk genci ve gelecek nesilleri bunu her daim hatırlayacaktır. Kendisini vatanımıza yapmış olduğu hizmetlerden ötürü bir daha minnetle anıyoruz. Mekanı cennet olsun inşallah. Ve umarız bu hizmetlere layık Türk gençleri yetişsin..

    • Like 1

  12. İslam Gelirse Sahte İslamcıların İşi Biter

     

     

    Türkiye'ye İslam gelirse, bundan en fazla sahte İslamcılar, din sömürücüleri, mukaddesat bezirganları, dindar görünen münafıklar, fasık ve facirler, mürailer, yarı mühtediler zarar görecektir.

     

    Bu yüzdendir ki onlar İslam İslam diye bağırır ama yürekten İslam'ın gelmesini istemezler.

     

    Yine sivri bir laf ettim değil mi?

     

    İslami bir uygulamada neler olmaz?

     

    Bir bir anlatayım:

     

    (1) İslam rüşvet almayı ve vermeyi kesin şekilde yasaklar ve yine kesin şekilde önler. Mürailer, münafıklar, fasık ve merdutlar ne yapar?... "Rüşvet haramdır!.." diye bağırırken, gözüyle yan cebime koy diye işaret eder.

     

    (2) İslam sisteminde veya düzeninde haram kazanç elde edenlere aman zaman verilmez.

     

    (3) İslam, ihalelere fesat karıştırılmasına izin ve fırsat vermez.

     

    (4) İslam ribayı ve ribaya benzer her şeyi yasaklamıştır. Allah ticareti helal, ribayı haram kılmıştır.

     

    (5) İslam, şer'i olmayan tesettüre izin vermez, yeşil ışık yakmaz. Daracık, rengarenk, parlak, alaca bulaca, yırtmaçlı, markalı lüks ve pahalı elbiseler giyecek, saçlarını deve hörgücü gibi yapıp üzerine gökkuşağı gibi bir eşarp bağlayacak, takacak takıştıracak, sürecek sürüştürecek, kırıta kırıta, arada bir çıngıraklı kahkahalar ata ata caddelerde, meydanlarda, sokaklarda, marketlerde, kadınlı erkekli meclislerde arz-ı endam edecek, fink atacak... İslam buna izin vermez. Bu memlekete islami uygulama gelirse böyle yapan bayanların işi doğrusu çok zor olacaktır.

     

    (6) İslam hırsızlığı önler.

     

    (7) İslam kara, haram, necis, pis servet sahibi olmaya izin, imkan ve fırsat vermez.

     

    Listeyi uzatmıyorum... Bugün koyu İslamcı geçinen bazıları İslam'ın gelmesini istemezler. Gelirse hoşaflarının yağı kesilir...

     

    İslamcılık yapacak, 300 bin liralık lüks otomobile binecek... İslamcılık yapacak Nemrud ve Firavun gibi israflı, şaşaalı, debdebeli, ihtişamlı bir hayat sürecek.

     

    İslamcılık yapacak malı götürecek, voliyi vuracak, az zamanda Karun gibi zengin olacak...

     

    Peki İslam gelirse ne olacak?.. Bütün bu sahtekarların takkesi düşecek keli görünecek.

     

    Onlar İslam İslam derler ama İslam'ın gelmesini ve uygulanmasını istemezler. Çünkü İslam gelirse, "Bozuk düzenlerde bozuk işler yapılır, her halt yenilir" şeytani fetvasına dayanarak haram yiyemeyecek, kara servet sahibi olamayacaklardır.

     

    Ağızlarıyla İslam gelsin diye bağırırlar, kalplerinden gelmesin derler.

     

    İslam gelmesin ki, eski sahte mücahitler müteahhitliğe devam etsinler.

     

    *(İkinci yazı)

     

    CHP Zulümleri

    Aşağıda CHP'nin diktatörlük, tek parti, faşist rejimi zamanına ait üç belge sunuyorum. Türkiye halkının temel hak ve hürriyetlerini, din ve inanç serbestliğini nasıl hayasızca ve merhametsizce çiğnemişlerdi. Ellerine fırsat geçerse bu gibi zulüm ve baskıları bugün de yapmaktan çekinmezler. Şu anda çoğunluğa karşı taqiyye yapıyorlar. Allah ellerine fırsat ve imkan vermesin yapmayacakları yoktur.

     

    Birinci belge:

     

    (1) 1930 yılında T.C. İçişleri Bakanlığı, yayımladığı gizli bir genelge ile valilere şu talimatı vermişti:

     

    "Türkiye'de yabancı lehçeyle konuşanların kıyafetlerini, şarkılarını, oyunlarını, düğün ve diğer geleneklerini kötü göstermek, bu kişilerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, onları hiçbir zaman Boşnak, Tatar, Çerkez, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Türkmen, Pomak v.b. diye adlandırmamak, köylerin o lehçelerdeki isimlerini değiştirmek, evlerinde ve aralarında Türkçe konuşmaya zorlayarak onlara yürekten "Türküm" dedirtmek."

     

    İskana tabi tutulanların Türkleştirilmesi uygulamasına ilişkin gizli genelge, no: 1/28, Ankara 1930 (M. Bayrak, Kürtler ve ulusal demokratik mücadeleleri üstüne gizli belgeler-araştırmalar-notlar, Ankara 1993: 506-509'dan).

     

    İkinci belge:

     

    (2) CHP Genel Sekreteri ve Kütahya Saylavı (Milletvekili) Recep Peker, CHP başkanlığına ilettiği bir tamimde şöyle dert yanıyordu:

     

    "Geçen Ramazan ve bayramda Arapça ezan okumak, sala vermek, tekbir almak... gibi geri hareketlerin geçen senelere nispetle daha çok olduğu... anlaşılmıştır.

     

    6 Haziran 935 tarihli ve 510 numaralı genelge ile de bildirdiğim gibi yurtta inkılabı ve ileri gidişi koruma ve yayma ödevini üstüne alan ve bu gibi devrim ve durumu müteessir edecek geri hareketlere karşı çok yakından ilgili ve duygulu olması icap eden partimizin bu hareketlere karşı duygulu bulunarak, hükümetle el ve işbirliği yapmalarını, alacakları haberleri vakit geçmeden hükümete bildirmelerini bu vesile ile bir kere daha tekrarlamayı değerli bulurum."

     

    Kaynak: Cumhuriyet Halk Fırkası Katibi Umumiliği'nin (Genel Sekreterliğinin) CHP Başkanlıklarına 8 Şubat 1936 tarihli ve 3/672 sayılı tamimi (genelgesi), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, Cumhuriyet Halk Partisi Kataloğu, 490/01/3/12/9 (Cemil Koçak, Tek-Parti döneminde muhalif sesler, İstanbul 2011: 241'den).

     

    Üçüncü belge:

     

    (3) CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) Basın Yayın Umum Müdürü Selim Sarper, Diyanet İşleri Müşavere Heyeti azası Prof. Dersiam Yusuf Ziya Yörükan'ın 1 Eylül 1944 sayılı Kutlu Bilgi dergisinin 2. sayısında kaleme aldığı yazıyı tehlikeli bularak alıntı yapıyor ve Başvekaleti şu şekilde uyarıyor:

     

    "... 'Kandil gecelerinde çocukların sevinçleri, Ramazan günlerinde iftar sofrasına yapılan ihtimam ve sahur yemeğinden sonra şafak ağarırken ve bütün tabiatın ıssızlığı içinde ezan seslerinin yükseldiğini dinlemek ve bayram sabahlarında yeni elbiseleriyle babasının yanında camiye gitmek, fakir çocuklara acımak, onların saadetini istemek, bütün Müslümanların aynı imanla aynı mabette bir Tanrı'ya ibadetle birleşmelerini görmek...' cümlelerinde ortaçağa has koyu bir dincilik ruhu görülmektedir."

     

    Kaynak: Başvekalet Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünden Başvekalete, 12 Eylül 1944, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Başbakanlık Muamelat Genel Müdürlüğü Kataloğu, no: 030/10/86/571/10. Cemil Koçak, Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011: 83-85'den.

     

    *(Üçüncü yazı)

     

    Milletvekili Yemini

    Seçimlere birkaç ay kaldı. Halkta bir telaş yok ama bir kısım adaylar yanıp tutuşuyor. Bazı büyük bürokratlar istifa ediyor. Medya bunlardan bahs ediyor, resimlerini basıyor.

     

    İnsan niçin milletvekili olmak ister?

     

    Bu isteğin çeşitli niyetleri, sebepleri olabilir.

     

    Birincisi: Vatanına, halkına hizmet için.

     

    İkincisi: Benliği için.

     

    Üçüncüsü: Dindar bir Müslüman ise dinine hizmet için.

     

    Dördüncüsü: Kürt milliyetçisi ise dokunulmazlık zırhına bürünüp Kürtçülük için çalışmak için.

     

    Beşincisi: Sabataycı veya Kripto Yahudi ise kendi dinine ve kimliğine hizmet için.

     

    Altıncısı: Milletvekilliği maaşından, kıyak emekliliğinden, nüfuzundan maddi bakımdan yararlanmak için.

     

    Milletvekili seçilenler, 1982 Anayasasına göre aşağıdaki yemini yapmak zorundadır. Bu yemini yapmayana mazbatası verilmez, milletvekilliği düşer.

     

    Yemin metni şudur:

     

    "Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim."

     

    Hiç şüphe yoktur ki, bu yemin ideolojik bir yemindir.

     

    İslam dininin yeminlerle ilgili hükümleri ve şartları bulunmaktadır.

     

    Böyle bir yemin İslam inançlarıyla bağdaşır mı?

     

    Yemin metnindeki "Devletin varlığını, bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumak..." ve ona benzeyen kısımlara elbette itiraz edilemez. Lakin "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağım" ibaresi kısıtlayıcıdır.

     

    Atatürk inkılaplarından biri şapkadır. Bu yemini yapanlar şapka giymemek suretiyle yeminlerine ihanet etmiş olmuyorlar mı?

     

    1928'de yürürlüğe giren Latin harfleri inkılabı ile devletimizin ve halkımızın bin yıldan beri kullandığı milli yazımız yasaklanmıştı. Bu yasak insan haklarına ve hürriyetlerine aykırıdır. Milletvekili, ettiği yemin gereğince bu yasağın kalkmasını istemeyecek midir?

     

    Tamamı için söylemiyorum, ideolojik tarafıyla böyle bir yemini yapmak bir Müslümana büyük sorumluluk getirir.

     

    M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra çıkartılmış olan Kemalizm ideolojisini din gibi benimsemiş birinin bu yemini yapması çok kolaydır ama samimi bir Müslümanın çok düşünmesi gerekmez mi?

     

    Maaş, yağlı ballı emeklilik, maddi imkanlar, şan, ün, şeref, benlik için milletvekili olmak isteyenlere bir şey demem ama hizmet için Meclis'e girmek isteyen Müslümanların bu konuda fetva ve ruhsat almaları gerekir sanıyorum.

     

    Hiç şüphe etmiyorum, birileri çıkacak benim bu fikirlerimi de laikliğe ve Atatürkçülüğe aykırı bulacaktır.

     

    Mehmet Şevket Eygi

    12.03.2011


  13. Yahu arkadaşım şimdi bu bahse girersem çıkamam ben.

     

    Dediğiniz kara sevdanın insanı ne hale getirdiğini evet, bilmem. Belki bu hususta konuşmam, ahkam kesmem; yangını kartpostalda seyretmek gibi ama hepten de böyle insanı toz duman etmek nasıl olur aklım almıyor. Tabi çok şey okudum, dinledim. Hele İskender Pala'nın seminerlerine iştirakı hususunda tam bir fanatik olan bana, kolay kolay aksini kabul ettiremezsiniz. O seminere aklı başında girer, sarhoş gibi çıkardım ekseriya. Ama bunu her zaman manevi aşk olarak telakki ettim ben ki, zaten öyle. Hele biri vardı ki, kabataslak değinecek olursam; gencin biri padişahın kızına aşık olur. Padişah durumdan haberdar olunca genci sürgün etme kararı alır hem de bir atın ardınca sürünecek şekilde. Bizim aşık genç ne dese; "bari beni kızınızın atına bağlayınız. Onun atı sürüsün,o öldürsün beni." Yani bu insana ilk bakışta garip bir duygu salıyor. Dedim ya bilmem ben. Ama aşkı inkar etmem ya da boş iş demem, gözümü kapatınca güneşin varlığını ya da ısıtması gerçeğini yok saymak gibi. Bunu Üstad'ın da bir sözünde geçtiği şekilde, "Gerçek aşka bir oyunla geçtim." ya da "mecazi aşk o kadar ilerler ki artık ilahi aşka inkılap eder." tadında laflarla olaya farklı bir zaviye kazandırabiliriz. Ve de "madem ki seviyorum, o zaman gencim." diyen yetmişlik roman kahramanı. Bu kelimeye yani aşka; her beşer düşmüştür, düşmelidir de. Aksi bir hayat nedir biliyor musunuz? " Meğer yıllarca katıra saman yerine orkide yedirmişim." diyen düşünürün dediğidir. /Bu arada sözler birebir aynısı olmasa da tema itibariyle böyleler. Anlayın işte./

     

    Ben bu kelimeden ekseriyetle insanların kafalarında uçuşan, elma şekeri ya da şehevi havasları anlamam. Bir heves değildir. Bu annemiz Hz. Aişe ve de Efendimiz'in taşıdığı "kördüğüm gibi"dir ya da Hz. Fatıma'nın Hz. Ali'ye duyduğu, o sadakat o sahiplenebilmeklik.. Zeynep annemizin boşanmış olmasına ve de kafir olamsına rağmen kervanı müstemleke edilince; "O'na dokunmayın, o benim himayemdedir!" diye eski eşini derinden müdafaa etmesi ve de hala sevmesi gibidir.. Bende bu aşk kavramını eritiyor, daha üstün bir vasıf yüklüyor hatta. Benim buna boş iş demem mümkün mü? Susmam mümkün mü deyiniz?

     

    Yani arkadaşım, bu hangi zaviyeden baktığınıza bakar. Size elbette dillere pelesenk olmuş aşkları yok saymanızı, görmemenizi öneririm. Ama bu aşkın suçu değil, faillerinin çifkefliğidir. Ve ben onların inadına, aşkı temiz tutacağım. Her samimi müslüman bunu düşünmeli; alemde her ne varsa aşk imiş, gerisi kîl-u kâl ve vesaire...

     

    Aman, akşam akşam bu bahis de çok hazırlıksız yakaladı.. Neyse bari biz de susalım, derin mevzu..

    • Like 1

  14. Geçtiğimiz günlerde tamamını değil de bir kısmını izledim. Karelerde, kitapla tenakuz içinde kalan ya da esere tabiliğinde herhangi bir nakıs yer görmedim. Tabi geneli adına bu yorumu yapamam. Eğer tamamını izleyen arkadaşlar varsa size daha net bilgi verecekleri kanısındayım.

     

    Bu arada sitemizin download bölümünde "Bir Adam Yaratmak" piyesi bulunmakta. Kendiniz de bizzat izleyip eser ile mukayesesini yapabilirsiniz.


  15. _Bu sefer, kendiniz üzerinde ve kendi dünyamız üzerinde hükümlerinizi, en keskin hatlarla, fakat hayli karamsar olarak dile getiren Muhasebe şiirinizden başlayalım Üstad dedim.

     

    _Evet, bir "nefis muhasebesi" ve bir "varlık muhasebesi" fakat aynı zamanda bir "hesaplaşma" derdinde olarak düşüncelerimin bir çeşit azaplı hülâsası olan şiirimi 1947'de "mücadelemin" en hareketli bir devrinde yazdım.

     

    _Bazı bölümlerini okuyalım mı?

     

     

     

    Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri!

    Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!

     

    Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâlide!

    Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide.

     

    ...

     

    Evet, kafam çatlıyor, gûya ulvî hastalık;

    Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.

     

    Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;

    Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.

     

    ...

     

    Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;

    Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle...

     

    Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!

    Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!

     

    İşte bütün meselem, her meselenin başı,

    Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!

     

    ...

     

    Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

    Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,

     

    Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,

    Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;

     

    ...

     

    Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!

    Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...

     

    ...

     

    Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

    Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!

     

    Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;

    Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.

     

    Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?

    Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!

     

    _Şimdi efendim, hayatınızı koyduğunuz ve şiir, nesir dünyanızı içine yerleştirdiğiniz ahlak, fikir, sanat davanızın, başlıca ipuçları bu şiirde bulunuyor. Buradaki üç katlı ev tasavvur ve teşbihiniz bana piyesinizi de hatırlattı.

     

    _Evet, evet Ahşap Konak piyesim... Nesli tükenen konaklar malûm. Orada üç kat vardır. Yukarda yetmiş-beş, seksenlikler, orta kattakırk-elli yaşında olanlar, en aşağıda üsttekilerin torunları, günün gençleri...

     

    _Şiirinizdeki "ev"in ve piyesinizdeki konağın o katlardaki nesil farkından da öte, adeta ayrı milletler gibi yaşayan birbirinden kopuk üç nesli sembolleştiriyor. Hakikaten, bir sır içinde, ne korkunç hızla ve herşeyimizi de yele vererek değişmişiz, dehşet...

     

    _Öyle! "Ahşap Konak"ta yukarı kat, namaz ve dua katıdır. Orta kat, olgun yaştaki hanımların kumar oynadıkları, içki içtikleri bilmem ne yaptıkları kattır. En altta, nebatlaşmış gençler... Şimdi olsaydı konağa bir de bodrum katı ilave etmem gerekirdi.

     

    Bu üç kat arasında nesillerin kavgaları sürüp gider. Nihayet piyesin kahramanı olan Recai, bu konağı yakar. En sevdiğim eserlerimdendir bu Ahşap Konak.

     

    _Şimdi de aynen şiirinizdeki ve Ahşap Konak'ınızdaki meseleler içindeyiz. Sizin açınızdan da öyle değil mi? Değişen bir şey yok.

     

    _Bahsimiz, umumiyetle tek: Türkiye'nin dünü, bugünü, yarını. Başka bahsimiz yok. N'olacak hâlimiz! Sadece edebiyat sahasında bile bir gayret olsa, ne gezer... Edebiyattaki kısırlığı görmüyor musunuz?

     

    Tanzimat'tan düne kadar hiç olmazsa inhitat (çöküş) hâlinde idik. İnhitat dahi yine kademe kademedir ve bir şeydir. Bugün koma hâlindeyiz.

     

    Prof. Süleyman Yalçın, Üstad'a sordu:

     

    _Müsade ederseniz, Kafa Kağıdı adıyla bir ser hazırlamakta olduğunuzu biliyorum. Kafa Kağıdı'ndaki ruhî hareketlerinizin küçük bir aksi şeklinde kendinizi ele alsanız... Bahriye'deki talebelik devreniz var... Aileniz, anneniz... Osmanlı'dan gelme bir havanız, hayatınız var... "Şair olacağım" diye verdiğiniz bir karar... Sonra, Bahriye dışında bir tahsil ve Avrupa'ya gidişiniz var...

     

    Avrupa dönüşü hercaî, haşarı ve herkesin el üstünde tuttuğu müstesna şair hüviyetiniz var... Ondan sonra maddi bakımdan bütün bir istikbal vadeden Necip Fazıl, hepsine tekmeyi vurarak ortaya çıkıyor ve "Durun Kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak!" feryadını koyveriyor... Ben yukarıdaki Muhasebe şiirinizde bu muhtevayı da buldum.

     

    _Uzun zaman alır.. Yarım kalır... Bilmem ama, bir kaç kelime söyleyebilirim:

     

    Bir gün (İş Bankası'nda müfettişim) oturuyorum odamda. Büyük konfor içindeyim. Öyle sırmalı esvaplı hademeler filân... Bir ayağa kalkışım var orda: "Nedir bu! Bu mu gayem? Böyle herkesin dört ayak üstünde gittiği muayyen ihtisaslar var... Bunlardan ne elde edeceğim?" diye hemen umum müdürün karşısına bir çıkışım var...

     

    Ve orada işte bildiğiniz hayata atıldık. Kısa bir zaman sonra "Büyük Doğu" çıktı. Gerisi malûm: Hapishaneler, şunlar bunlar. Şimdi hala, seksen yaşımın arifesinde o tehlikeyi yaşıyorum. Gerisini "Kafa Kağıdı"nda yazmaya çalışacağız. Allah bu fırsatı da verir inşallah...

     

    _Efendim, Kafa Kağıdı'nız da "Muhasebe" şiirinizde en veciz ifadesini bulan hayat ve fikriyatın bir aynası olacağa benziyor?

     

    _Kafa Kağıdı'nda tasarladığım ruhî mouvement (hareket, davranış) bizde yok. Yalnız (Fransız romancısı) Marcel Proust'ta var. Kafa Kağıdı tasavvurumda kendimi derinliğine görüyorum... Şimdi söylenmez onlar. Ancak masa başında düşünülebilir. Çünkü yazıda, kendi kendimizle imtihan halindeyiz. Beğenmeyiz, çizeriz, yazarız...

     

    Farkında olmadığımız haller oluyor hayatımızda. İçimizde bir şey pişiyor bir farkında olmuyoruz. Pişiyor, pişiyor, birden küçük bir detay gibi görünen şey, bir vesile ile patlayıveriyor.

     

    İşte Kafa Kağıdı'nda düşündüğüm o... Patlama anlarının maziye doğru psikolojik pırıltıları...

     

    İş Bankası'ından istifam sıralarında ben 1000 liraya yakın gelir sahibiydim. Korkmadan üç sıfır daha koyabilirsiniz. Demek, o vedrin yaşama şartlarına göre (bugünün parasıyla) bir milyon aylık. Ama bütün bunları tepen bir hareker sardı beni.

     

    Ahmet Taşgetiren sordu:

     

    _Afedersiniz Üstad'ım böyle bir davayı üstlenmeye karar verirken, insan sonunun nereye varacağını düşünüyor mu?

     

    _Biz kahraman filan değiliz... Kahramanlık ahlakında ancak mücerret kahramanlığı konuşabiliriz. Kahramanlık ahlakında şunu, bunu, sonunu hesap etmek diye bir şey yoktur. Şu Şark'ın Bizans ve İran tesiri, bizi "Virân olası hânede evlâd u ıyâl var" tesellisi ve vesvesesi vermiştir. Bu tamamen İslam'a zıttır. Hânenin yıkılmasına razı olmadan "umrana" (imar edilmeye, kurtulmaya) imkan yoktur.

     

    Ama "tedbir" hususunda da büsbütün enayi olunacak değildir. "Sonu nereye varır?" En sonu Allah'ın takdirine varır...

     

    Ben, bu giriştiğim zaman, bütün tarihî hata hâline gelen şeyini alıp zemini hazırlamak, onun "kült" denilen kültürünü, irfanını, imanını vermeyi, sonra aksiyonunu düşündüm... Fikir-sanat-aksiyon... En sevdiğim şeyler onlardır.

     

    Bugünkü sohbetimiz noktalanırken... Kulağımda "Büyük Doğu Marşı"nın şu mısraları çınlıyordu:

     

    "Yürü altın nesli demir Oğuz'un

    Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

    Nur yolu izinden git Kılavuz'un!

    Fethine çık, doğru, güzel sonsuzun.

    Yürü alrın nesli demir Oğuz'uz

    Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun..."

     

    Bu şiirleri yazmak için her şey değerdi, diye düşünüyorum.

     

    ***

    • Like 1

  16. Kitap, kitap, kitap; insanlardan ziyade onların sayfalarıyla meşgul olurum, onlarla konuşurum. Benim için yeri doldurulmaz. Net hatırlamıyorum ama ta ilkokul sıralarına dayanır benimki. Ne bileyim Çocuk Kalbi, Balık Çocuk falan bir sürü şey geçti elimizden, tabi bunlar düşünce ve de fehm mefhumlarımızı daha kavi kılmak adına çerezlerdi tabiri caizse.

     

    Ortaokul sıralarında daha da arttı bu tutku, sınıf kütüphanesindekiler yetmiyor ver elini lise. Şükür burada bir kütüphane. Raf raf kitaplar, aralarında kendimi rüya aleminde sanıyorum. Bir yıl büyükçe olan ablamla adeta okuma yarışındayız, gecesi, gündüzü fark etmiyor. Bir de böyle liseye yeni başlamış çömezlik havası vardır ya, bir heyecan bir potansiyel. Ne yapsak? Hocaların gözlerine girmek esas tabi. Okulun duvarlarında iri iri afişler gözüme çarpıyor. Ne o, ben kitap okuma yarışması diye bir şey mi okudum? Evet, bir ay müddet ve kitap adedi 15. Ablamla bakıştık.

     

    _Evet hocam biz bu yarışmaya katılmak istiyoruz!

     

    _Kızlar emin misiniz, daha 3/4 tanesini ancak okumuşsunuz? Nasıl yetiştireceksiniz? (Tabi seviye liseler arası olunca hiç bilmediğim kitap isimlerini gördüm.)

     

    _Hocam kararlıyız.

     

    Ama ne zamanlarda Rabbim.. Neyse hallettik şükür, iyi de bir netice gelmişti. Fakat karşılığında gözlerimizi kaybettik. Hipermetrop kelimesini ilk o zaman tanıdım. Artık birer gözlüklü vatandaş olmuştuk. Neden gözlüklüsün kalıtsal mı diyenlere, kitap okumaktan diyorum, inanmıyorlar. Doktor da inanmamıştı ya neyse.

     

    Kitap okumak artık bir hobi olmaktan çıktı, hayat tarzım haline geldi. Ders çalışmak, arkadaşlarla iki sohbet etmek hak getire. Artık okula nasıl reklam yayıldıysa, yeni gelen öğrencilerden; abla sen bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumuşsun doğru mu? Gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Ne?! Yahu şehir efsanesi bunlar inanmayın. Gel zaman git zaman şükür beynimizi, kalbimizi kitaplarla genişlettik, büyüttük.

     

    Bir hadise yaşamışım ki, onu da iliştiriverdikten sonra keseyim artık. 2009 senesi paldür küldür birden yurtdışında okuma işi çıkınca bir hafta içinde neyim var neyim yok ekseri eşyamı Türkiye'de bırakarak /daha doğrusu bırakmak zorunda kaldım/ kendimi Kahire havalimanında buldum. Elimde bir bavul. Kitap adına daha çok ders olarak işime yarayacak eserler. Okumalık tek eser dahi yok. Ben ne yaptım?!

     

    Aylar geçiyor, ekmek arar gibi kitap arıyorum. Misafirliğe gittiğimiz yerlerde kütüphenelere direk yöneliyorum artık. Türkçe kitap okumaya hasret kalmıştık. Duyduk ki kitap fuarı açılacak. Arkadaşlarla toplandık, gittik. Her yer arapça eserlerle dolu. Burada ne işimiz var bizim? Neyse bakınıyoruz standlara. Bizim nur cemaatinden abiler stand açmışlar. Genelde yaklaşmak yasaktır ama :) hiç düşünecek halde değilim. Sırayla raflara bakınmaya başladım. Hiçbiri cazip gelmiyor. Kafamı şöyle bir yukarıya kaldırdım, en üst rafta, en köşede beyaz kapaklı, eskimsi bir kitap. Elimi attım, aldım; görür görmez resmen tiz bir çığlık attım. Şöyle sigara dumanları yüzünden yukarıya doğru çıkar şekilde bu Üstad'dı.. İdeolocya Örgüsü! Direk satın alıyorum. O günü hala unutamam.

     

    Evet ta nerelere süren bir kitap serüvenim var ve hala sürmekte. Tam bir kitap militanı olarak inşallah bu hal üzere de devam ederiz. Velhasılı okumak güzel şey, cidden güzel. Yani ifadesi güç ne bileyim, kitap okuyun işte.

    • Like 1

  17. Öncelikle gönüldaşımızdan Allah razı olsun diyerek başlayalım. Ciddi bir samimiyet taşıyor, safiyâne bir muradı olduğunu sanıyorum yani maksad mürşid yarıştırmak değil. Allah muvaffak eylesin.

     

    Ben de mucize kelimesinden keramet kastettiği kanısındayım, sanırım ufak bir sürçme yaşanmış. Yoksa kardeşimiz bu hususlara vakıf biri görünüyor. Zannetmiyorum ki kelâmı hududu kasti olarak aşmış olsun.

     

    Diğer meseleye gelince, zamanın tamam olduğunu, sırası geldiğini nasıl anlayacağız?

     

    Ben şöyle bir görüş taşıyorum;

     

    Yazgı; bilirsiniz, o mürekkep ne yazdıysa odur kişinin başına gelen. Herşey nasip meselesi. Kimi mizaçlar farklıdır. Allah'u Teala her beşere muhtelif yaratılışlar kesbetmiştir. Her insanoğlu bence tarikat, tasavvuf ya da manevi yol işçisi olamaz. Bu irade dahilinde olduğu kadar, Allah-u Teala'nın mürekkebinden damlamayı da beraberinde getirmiş olmalıdır. Nitekim bildiğimiz üzre, tarikatta "murad kul" tabiri vardır. Cenab-ı Hak o kişiyi tarikat ehli kılmıştır elest bezminde. O ne kadar keçilik edip kaçsa ya da kendi nefsinde kusur bulup, "kamil bir mürşide layık değilim ben" gibi nefsten gelen vesveselere kulak assa da, Allah-u Teala onun boynuna kemendini sardıysa nereye gitse, yine o ilahi kapıya döndürülür. Bu mezkezkaç kuvveti gibi insanı kendine çeker. Ondan müstağni kalınamaz. Ve Cenab-ı Hak öyle vakıalar döndürür ki nasıl, nerede, ne zaman olduğu anlaşılmadan o pirin etekleri altında bulur kişi kendini. Bu kadercilik gibi görünebilir. Fakat yalnız buna istinad edip kişinin yan gelip yatması ve de "Ben Allah'tan işaret bekliyorum, dokunman bana" gibi bir cümle bir o kadar da abesle iştigaldir. Kişi bu tarikat bahsinde içinde bir aşk taşımalıdır. Mevcut sistemde onu hepbir şeyler rahatsız edecek, ruhu doymayacak, ne etse ne elde etse hep bir şeyler eksik kalacak ve de dervişlerin dediği gibi "hel min mezîd?" "Yok mu daha?!" diyecek. Bu noktada kulu hiçbir gıda yahut besini bırakın ibadet dahi doyurmaz, doyuramaz. Onun içindeki buhranı, manevi karıncalanmayı giderecek olan bir hakiki mürşid nazarıdır. O mürşid ki, baş parmağı tepesinde tüm müridleri temaşa eder ve de her halinden haberdar olup, tüm can sıkıntısını gidermeye evelAllah kâdirdir. Burada rabıta-ı şerife mihenk yol tabii ki. Elhamdülillah buradaki her gönüldaşım bu bahislere vakıftır, şüphesi olmaz ve de inkarcı yaklaşmaz.

     

    Ben şuna şaşar idim vakti zamanında. Diyorlar ki; "Bir tesbihat, yahut okuduğumuz kitap, dinlediğimiz ses bize yetiyor, ben bunlarla tatmin oluyorum." Şaşkınlık içinde karşılıyordum bunu. Yahu derdim nasıl olur, denize akacak olan nehirden bir damla almak ile denize dalmak hiç aynı mesabede olur mu? O denize koşsana!" Ve celalli bir şekilde bunun münadiliğini yapar idim. Fakat zamanla büyüdü fikirlerim ve herkesin bu yükü kaldıramaz olduğunu anladım. Adam girse belki devam ettiremeyecek. Başlayıp da bırakmak daha kötü. Zita tarikata girildi mi vacip olunur ve de bırakılması halinde mürid bir güne karşılık 40 gün aşağı indirilir. Çünkü orada Allah indinde bir ahid verilir. Sen kimi oyuna getiriyorsun diye sormazlar mı adama? Yani dedim ki, kimsenin vebaline girmeyeyim. Ama elbet güzellikleri, gerekliliği anlatılır ama cebri bir durum olmamalı.

     

    Hulasa; Rabbim her samimi ve de mümin müslümana inşallah hakiki bir mürşidin peteğinden tadmayı nasip eder. Ne varsa onların himmetlerinde ve de şefaatlerinde vardır, zira bize kalsa halimiz pek yaman.

     

    Allah'ın selamı ve de rızası üzerinize olsun gönüldaşlarım

     

    saygılarımla

×
×
  • Create New...