Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mütereddid

Admin
  • Content Count

    625
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    70

Posts posted by mütereddid


  1. Veliahd kardeşim, neden ısrar ediyorsunuz anlamıyorum. Saydığım 6 maddeyi anyıyla kopyalayıp buraya yapıştırmış sayınız ve tekrar okuyunuz.

    Yedincisini de ekleyeyim, "ağzıyla kuş tutsa işinizin olmayacağı" adam hakkında ne "düşündüğünüzü" merak etmiyorum.

    Sekizincisi, mezkur şahsın ne idüğü de değildir sorduklarım.

    Dokuzuncusu, "Komünistler Moskovaya!" der sarı çizmeli mehmet ağa.


  2. Abdülhamid böyle özür diletmişti!

     

    88819.jpg

     

    Yahudi Hahambaşı, Abdülhamid'in önünde diz çökerek kendisini ve halkını affetmesi için yalvardı.

     

    İsrail'den beklediğimiz özür, askerî krize dönüşürken, Türkiyenin B ve C planlarını devreye sokacağını açıklaması ortalığı karıştırdı. Bundan böyle donanmamızın Doğu Akdeniz'de seyrüsefer halinde olacağı açıklaması da malum lobilerde "Türkiye'ye neler oluyor?" sorusunun kuyruğunu tutuşturmuş oldu.

     

    Türkiye'ye bir şey olduğu yok, uykudan uyanıyor sadece. Cüceler ülkesindeki Gulliver, uykudan uyandığında kendisini sımsıkı bağlamış bulunan urganları teker teker koparıyor, hepsi bu. Yarın öbür gün Ayasofya ve 12 Ada dosyalarının açılmayacağını kimse garanti edemez; buraya yazıyorum.

     

    Bu tarihî dönemeçte tarihimizle yüz yüze gelmemiz kaçınılmaz; daha doğrusu tarihimizle ve Sultan II. Abdülhamid'le. Abdülhamid Han'ın Yahudiler ile Siyonistleri nasıl hassas bir ölçüyle ayırt ettiğini ve teb'ası olan Yahudilerin haklarının korunmasına ne denli ihtimam gösterdiğini, öte yandan ülkesinin bir parçasını koparma planları yapan Siyonistlere karşı ne denli şiddetli davrandığını görmek için Yahudi tarihi uzmanı Avram Galante'nin "Abdülhamid ve Siyonizm" adlı makalesinden daha güvenilir bir kaynak bulunamaz. Henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olan makalede Abdülhamid'in, çok güvendiği Hahambaşı Moşe Levi'yi alışık olunmadık bir şekilde azarlayıp tehdit ettiği ve ayağına kapandırıp özür dilettiği bizzat Levi'nin torunu Yeşua Eşkenazi'nin verdiği belge ve bilgilere dayanılarak anlatılmıştır. Bu hararetli günlerde Abdülhamid'in zekâ ve dirayetinden günümüze düşecek damlalara ne denli ihtiyacımız olduğunu görüyorsunuz.

     

    Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl, yanında Moşe Levi ile kapı kâhyası olduğu halde Sultan'ın huzurundadır. Herzl, Yahudilere gösterdiği ihtimamdan dolayı Sultan'a teşekkür eder ve bir meblağ karşılığında Filistin'e Yahudi göçüne izin vermesi ve Girit'e benzer bir özerklik tanıması teklifinde bulunma cüretini gösterir.

     

    Abdülhamid'in cevabı son derece diplomatiktir: "Yahudilere güven duymuş olmam, teklifinizi reddetmeme mani değil." Ardından da topu ustaca bakanlar kuruluna atar. Böylece bir yandan Herzl'in niyet ve çapını ölçmek için zaman kazanırken, diğer yandan ilişkiyi kesmeksizin zamana yayma stratejisini izler. Tecrübesiz Herzl, bunun olumlu bir cevap olduğunu zannederek sevinecek ve yandaşlarına telgraf çekerek 'bu iş oldu' mesajı gönderecektir. Ancak bu cevap, aslında "olumsuz bir evet" demekti, zira 3 ay sonra Filistin'e ne şekilde girmiş olursa olsun bütün Yahudilerin sınır dışı edilmesini emreden iradenin altında da Abdülhamid'in imzası olacaktı. Demek ki, hayır diyemeyeceği durumlarda muhatabının içine gömüleceği bir cevap yumağı sunmak bir Abdülhamid klasiğiydi.

     

    Fakat Galante, Abdülhamid'in sanki Filistin'e yerleşme izni verdiği anlamına gelecek bu cevaptan kuşkulanmıştır. Zira tanıdığı Abdülhamid imkânı yok böyle bir şey yapmazdı. Bu işin içinde bir iş vardı ama neydi?

     

    Bu soruyu eski Ayan üyelerinden Behor Efendi'ye sorar. O da, Abdülhamid'in Herzl'e görüşmeden sonra altın bir kravat iğnesi hediye ettiğini, bundan, iğneyi hediye ettiği kişiye çok öfkelendiği ve iğneyi göğsüne saplamak istediği manasının çıktığını söyler. İlk işaret alınmıştır. Gerçekte Abdülhamid bu nezaket gösterisi halinde geçen görüşmeden hiç hoşnut olmamıştır. İç yüzünü Levi'nin torunu açıklar.

     

    Herzl Viyana'ya döndükten sonra Abdülhamid Hahambaşı'nı çağırır. Levi sabahın 9'unda Saray'a gider ve huzura girmek için izin ister. Sultan cevap verir: "Biraz beklesin". Öğleye doğru Başmabeyinci Sultan'a kaymakamın beklemekte olduğunu hatırlatır. Cevabı aynı olur. Akşam olurken Sultan bugün gitmesini ve yarın gelmesini söyler. Moşe Levi, Sultan'ın işlerinin çokluğu nedeniyle kendisiyle görüşemediğini düşünerek ertesi gün aynı saatte Saray'a gelir. O gün de huzura kabul edilmez. Levi bu kez Saray'dan ayrılırken, Sultan'ın kendisine karşı olan tutumundan kuşkulanmaya başlar. Üçüncü gün de aynı şekilde bekletilir. Bu durum Başmabeyincinin de garibine gider ve Sultan'a Hahambaşı'nın beklediğini hatırlatır. O da güneş battıktan sonra huzura getirmesini söyler. (Bu, Abdülhamid'in önemli mevkilerdeki kişileri cezalandırma yöntemiydi. Bu bir tür tutuklamaydı. Moşe Levi bu uygulamaya göre 3 gün hapsedilmişti.)

     

    Sultan, Hahambaşı'na soğuk davranır ve birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra kuru ve sert bir ses tonuyla "Hahambaşı (normalde "Hahambaşı Efendi" derdi, bu hitap şekli kızgınlığını gösterir), amcam Abdülaziz tahtta olduğu zamandan beri sizi tanırım ve birkaç gün öncesine kadar sadakatinizi takdir ederdim. Fakat Herzl'in gelişinden sonra bu sadakatten ayrılmış olduğunuzu esefle gördüm. Bir karışlık toprak parçasının bile verilemeyeceğini çok iyi bilen siz Hahambaşı, nasıl oldu da İmparatorluğumun, Müslüman ve Hıristiyan alemlerinin gözlerinin üzerinde olduğu bir parçasına ilişkin olarak benden böyle bir talepte bulunması için o adamı buraya getirebildiniz? Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi! O adamın beni ziyaret etmekteki amacından haberiniz var mıydı, yok muydu? Burada nelerin konuşulacağını bilmiyor muydunuz? Cevap veriniz!"

     

    Üzgün ve mahcup olan Hahambaşı şu cevabı verdi: "Size hep sadık kaldım. Şimdi de sadığım ve hep sadık kalacağım. Efendimiz, yemin ederim ki, burada Siyonizm'den söz edileceğini bilmiyordum; Herzl bu konuda bana hiçbir şey söylemedi. Beni onun suç ortağı olmakla suçlamayın. Ben masumum, milletim de masumdur!" Bunları söyledikten sonra, Moşe Levi ayağa kalktı, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapandı ve kendisini ve milletini affetmesini istedi.

     

    Sultan öfke ile ayağa kalktı ve şöyle dedi:

     

    "O adamın ziyaretinden haberinizin olmadığını söylüyorsunuz. Oysa mektubunuzda onun benimle Yahudi milletine ilişkin bir konuda görüşmek istediğini yazıyorsunuz! Ne demek oluyor bu?!" Moşe Levi gözleri yaşla dolu bir vaziyette şöyle cevap verdi: "Efendimiz, o adam gazeteci, zatıalinizin genel olarak Yahudi sorunu konusundaki görüşlerinizi öğrenmek istediğini zannetmiştim". Yetmişlik bir ihtiyarın karşısında ağlamasından duygulanmış olan Sultan şöyle dedi: "Şimdi sizin masum olduğunuzu anladım." Mabeyinciyi çağırdı ve Hahambaşı'nı dinlendirmesini emretti. Torununun anlattığına göre Moşe Levi bu azardan sonra 15 gün hasta yatmıştır.

     

    Son Sultan'dı gerçekten de. Şu sözünün ışıltısı bugüne kadar geliyor: "Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi!"

     

    Kabul etmediğin için başına neler geldiğini biliyoruz Sultanım!

     

    MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN

    • Like 1

  3. Hangi Günahlar Görmezlikten Gelinir?

     

    Geçen gün Kadıköy-Bahariye’de alışveriş yapmak için gezinirken Hayrettin Hoca’nın başlatmış olduğu ‘tahammül mü hoşgörmek mi?’ tartışmalarını tarttım içimde. Daha doğrusu gördüğüm manzara/lar beni bu konu üzerinde yeniden düşünmeye sevketti.

     

    Savunma psikolojisinden kurtulduk mu?

     

    Aslında benim bu mevzuyla bağlantılı olarak söyleyebileceğim ilk şey; dindarların büyük bir oranının henüz bir çeşit savunma psikolojisi içinde olduklarıdır. Yani biz hala gerici olmadığımızı, bilakis açık düşünceli olduğumuzu, kimseye bir zararımızın dokunmayacağını isbat etmeye çalışıyor gibiyiz. Düşüncelerimizi ayan beyan ifade etmekten genellikle çekiniyoruz. Çeşitli şeyleri bahane ederek, sözümüzü eğip bükerek konuşmaktan tam kurtulamadık. (Elbette durumun bu şekilde devam etmesinde, rejimin yıllardır Müslümanlara reva gördüğü eza ve cefaların büyük etkisini görmezlikten gelemeyiz. )

     

    'Buğz' mesafesini bile hazmedemeyenler!

    26064.jpg

    Hayrettin Hoca, Müslümanların münkerle, günahla mücadele biçimlerini dile getirince bir kıyamettir koptu. Oysa Hoca’nın söyledikleri, Kur’an’da ve hadislerde yer alan bazı hükümlerin dile getirilmesiydi. Üstelik laik bir rejimde başkalarına kanunların izin vermediği şekilde müdahele edemeyeceğimizi ve Müslümanlar için zararlı sonuçlar doğurabilecek eylemlerden kaçınmamız gerektiğini de vurgulayarak yapmıştı bu çıkışını.

     

    Caddede gezinirken gencecik kızların ve erkeklerin ortalık yerde bira şişelerine gömüldüğünü gördüm. Hayrettin Hoca bir Müslüman olarak bunları hoş görmemem gerektiğini, kendimi korumak için o eylemle arama en azından bir ‘buğz’ mesafesi koymam gerektiğini söylemişti. Haksız mıydı?

     

    Hangi günahlar görmezlikten gelinir?

     

    Kur’an hakikatlerine göre düşündüğümüzde bir Müslümanın İslam’a aykırı eylemleri ve bu eylemin sahiplerini hoş görmesi nasıl mümkün olabilir? Bunlara sadece tahammül edebiliriz. Fakat bunların yanlış olduğunu, Kur’an’a ve İslam’a aykırı olduklarını uygun şekillerde dile getirmek de bizim görevimizdir.

     

    Hepimizin bazı eksiklikleri, yanlışlıkları, günahları, zaafları olabilir. Fakat Allah günahlarımızı faş etmememizi ister bizden. Hatta mümin kardeşimizin gizli de, saklı da işlemiş olduğu günahlarını setrettiğimiz, örttüğümüz takdirde O da ahirette bizim kusurlarımızı, günahlarımızı bağışlayacak, ayıplarımızı yok sayacaktır.

     

    Günahların cazip gösterilmesini engellemek suç mu?

     

    Günahlarıyla övünenleri veya pişman olmayanları ise cezalandıracağını bildirir. Günahların cazip gösterilmesi veya teşvik edilmesi insanı Allah’ın rahmetinden, affından uzaklaştırır. Çünkü kötülük; insanın hevaya düşkünlüğünden, zalum ve cehul olmasından dolayı çok çabuk yayılabilecek bir illettir. Bu yüzden şeytanın, nefsimizin ve başkalarının teşvik ve kışkırtmalarından uzak durabilmemiz; biraz da teyakkuz halinde olabilmemizle ilgilidir.

     

    Teyakkuz ve Müslümanın bitmeyen imtihanı!

     

    Teyakkuzu, Türkçeye günahlara ve kötülüklere karşı alabildiğine uyanık olmak diye çevirebiliriz. Yani bizi yanlışa ve günahlara götürecek, sokacak tüm menhiyyattan, münkerattan, vesveselerden, vehimlerden, düşüncelerden uzak durmalıyız. Ayrıca Allah’ın hoşuna gitmeyecek fiillerin işlendiği yerlerden, ortamlardan elimizden geldiğince uzak durmak da teyakkuzun bir gereğidir.

     

    Bazılarımız bu söylenenlere bakarak şöyle bir itirazda bulunabilir: Kardeşim o zaman Müslüman neyle imtihan olacak? Müslümanı imtihan etmek, ona ecrini veya cezasını vermek Allah’ın işidir. Müslümanın görevi ise kötülükleri, Allah’ın kerih gördüklerini en aza indirmek ve onlardan asla hoşlanmamaktır.

     

    Kötülüklerden uzak dur, insanlardan değil!

     

    İsmet Özel’in yıllardır söylediği teknolojiyi zihinsel olarak kabullenmeyiş ve bireysel hayatımızda ondan en asgari oranda faydalanma prensibine kısmen benzer bir şekilde, dinimizin kerih gördüklerini kalble ve bilinçle reddetmek müslümanlığımızın gereğidir.

     

    Elimizden geldiğince uzak duracağımız şey kötülüklerdir, günahlardır. İnsanlar değildir. Her zaman ve zeminde dinimizin hakikatlerini en yeni ve taze üsluplarla, kelimelerle başkalarına anlatmak boynumuzun borcudur. Bunu canu gönülden istiyoruz. Çünkü bir kişinin hidayete ermesi bizim için dünyadaki her şeyden daha değerlidir. İstemediğimiz şey kötülüklerin işlenmesinin kolaylaştırılıp yaygınlaşmasıdır. Her tür devletin de vatandaşlarını kötülüklerden alıkoyma hakkı-vazifesi vardır. Bir alimin, düşünürün, entelektüelin de bu anlamda Müslümanları, devleti yöneten iktidarı uyarması ve onlara öncülük etmesi, yol göstermesi güzel bir şeydir, bir erdemdir.

     

    İnsanın fıtratını bozan her şey kötüdür!

     

    İslam zor(balık)la gönüllere yerleştirelecek bir din midir ki bizi zorbalıkla itham etsinler. Bizim kötülükleri, günahları benimsemeyişimiz, onlardan uzak durmamız, onları kerih görmemiz ve onların yayılmasını çeşitli şekillerde önlemeye çalışmamız; hem kendimiz için hem de başka insanlar için bir rahmettir. Bazıları Allah'ın kerih gördüklerini, yasakladıklarını kendi yaşam biçimi haline getirmiş diye bizim susup bunları hoş görmemiz beklenmemeli. İnsanın fıtratına zarar veren, onu bozan her şeyin yaygınlaşmasını önlemeye çalışmak asli vazifemizdir. Her ne kadar böyle sefih bir yaşam biçimini, üzerinde konuşulmaya müsaade etmeyecek şekilde benimsemiş kişilere gerçekleri anlatmak çok zor olsa da, böyle olanların sayısı ülkemizde diğerlerine nazaran azdır. Bu yüzden her bilinçli mümin öncelikle İslam'ı elinden geldiğince kendi yaşamının her alanına yedirmeli, yaymalı ve yaşadıklarını, tattıklarını çevresine anlatma yöntemlerini, yollarını arayıp bulmalıdır.

     

    Mustafa Nezihi (dünya bizim)


  4. Dindarlık Hoşgörü ve Tahammül / Mustafa Akyol - Star

     

    Hayrettin Karaman hocanın geçen hafta Yeni Şafak’ta yayınlanan “Tahammül mü, hoş görmek mi?” başlıklı yazısı epey tartışıldı, epey tepki aldı. Benimse yazıda hem katıldığım, hem katılmadığım kısımlar var.

     

    Katıldığım kısım, Hayrettin hocanın, dindarlara sıkça dayatılan “niye bizim ahlak anlayışımızı tasvip etmiyorsunuz bakıyım” küstahlığına karşı haklı tepkisi. “Hiii, duydunuz mu, mayo giymenin günah olduğuna inanıyorlarmış; bu çağda bu kafa” tipi yorumlar, bunun Beyaz Türk medyasında hemen her gün karşımıza çıkan çiğ örnekleri.

     

    Hem “tek-kültürcü” Batılılar hem de onların yerli versiyonları arasında yaygın olan bu tutumun ardında, kendi ahlaki kıstaslarını herkese empoze eden bir totaliterlik yatıyor kuşkusuz. Oysa herkes neyi doğru neyi yanlış, neyi sevap neyi günah sayacağını kendi bilir. Herkesin, yanlış ve günah saydığı fiilleri “tasvip etmeme hakkı” da bâkidir.

     

    Ancak bu noktadan sonra, yani “tasvip etmediklerimize karşı ne yapmak gerektiği” meselesinde, biraz farklı düşünüyorum.

     

    Alan savunması

     

    Hayrettin hoca bu sorunun ideal cevabının, İslam’a göre yaşamayanlara “aykırı filleri için özel mekanlar ihdas etmek” olduğunu, ama mevcut siyasi sistemde buna imkan olmadığını belirtti. Kıyamet de buradan koptu; “ne yani, gettolar mı yaratmak mı istiyorsunuz aslında” diye soruldu.

     

    Benim, “din-dışı dünyaya karşı alan savunması” dediğim bu tutumun klasik fıkıhta kaynakları var elbette. Ama bu kaynakları aynen korumak mı, yoksa “tecdid”den mi geçirmek gerek, bir düşünmek lazım. Çünkü modern dünyadaki “alan savunması”nın geleneksel devirdeki maksadı yerine getirdiğini söylemek zor. Seyahatin, televizyonun, internetin bu kadar yaygın olduğu bir devirde, gayrı İslami fikir ve eylemleri gözlerden uzak tutma şansınız yok. Bunu en uç boyutta zorlayan Suudi Arabistan gibi baskıcı rejimler ise sahici dindarlıktan ziyade ikiyüzlülük üretiyor.

     

    Bu yüzden, ben modern dünyada Müslümanlara gerekenin “alan savunması”ndan çok “bireysel ahlak” olduğunu düşünüyorum. Yani, “bizimkiler günahkarları görüp de sapıtmasın” diye bir baskı ve izolasyon ortamı kurmaktansa, o “bizimkiler”in her birine bireysel bir şuur kazandırmaya çalışmak.

     

    Esirgenen tebessüm

     

    Gelelim meselenin üçüncü boyutuna. Hayrettin hoca bu noktaya bugün için “özel mekanlar ihdas etmek” imkanının olmadığını, dolayısıyla mecburen “yan yana yaşanacağını” söyleyerek gelmiş. Ama bu yan yana yaşam içinde, “dine, ahlaka ve âdâba aykırı” yaşayan insanlardan “tebessümü esirgemek” gerektiğini savunmuş.

     

    Bu, kuşkusuz “tasvip etmeme hakkı” çerçevesinde bir tutumdur. Kimse “demokraside yeri yoktur” filan diyemez.

     

    Ancak bu “tebessüm esirgeme” ilkesinin din için ne gibi sonuçları olacağını bir düşünelim derim. Korkarım bunun bir ileri aşaması, din-dışı yaşamlara sahip insanların, bunu belli ettikleri her noktada, dindarların manevi hışmına uğramasıdır. Peki acaba bu tutum, söz konusu seküler insanları nasıl etkiler? Onları dine yakınlaştırır mı, yoksa dinden daha da mı uzaklaştırır?

     

    Küfelik vaziyette evine dönen bir adam, örneğin, kendisine “zıkkım iç emi” imasında bulunan bir çift çatık kaştan mı, yoksa sırtını sıvazlayıp “bir derdin mi var kardeşim” diyen bir kalenderlikten mi daha müspet etkilenir?

     

    Bunu soruyorum, çünkü Türkiye’de dine mesafeli duran insanların bir kısmının, aslında, Necip Fazıl’ın tabiriyle “kaba softa ve ham yobaz”dan ürkmüş insanlar olduğuna şahidim.

     

    O insanlara el uzatmanın yolu ise, sanırım biraz daha Sufi-meşrep bir dindarlıktan geçiyor.

     

    15.08.20011

     

    Mustafa Akyol'un bu yazısına Hayretin Karaman 19.08.2011 tarihli "Tebessümü Esirgemek" başlıklı yazısında cevap vermişti.

     

    ...

    Bana göre "insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlar" ile onları ıslah edecek, İslam'ı ve Müslümanları sevdirecek tavırları birbirinden ayırmak gerekir. Ben birincisinde tebessümü esirgeyin diyorum, ikincisine gelince bırakın tebessümü kucaklamaya bile varım.

     

    Defalarca şunu anlatmışımdır:

     

    Konya ulemasından merhum hocamız Hacıveyiszade Mustafa Efendi Aziziye Camii imamı idi. Yolunun üstünde bir dükkanın önünde onu bekleyen, ayakta duramayacak kadar sarhoş birisi var; Hocanın selamına ve duasına talip. Hocamız onu her gördüğünde selam veriyor, bazen yüzünü okşuyor ve "geçecek yavrum, inşallah geçecek" diyor. Gerçekten bir süre sonra bu ibtila geçiyor, mübtela şahıs içkiyi bırakıyor ve cemaate katılıyor.

     

    Hocamızın bu davranışından o sarhoşun "Hoca benim yaptığımı hoş görüyor, buna devam edebilirim" manasını çıkarması mümkün değil; çünkü hoca "geçecek inşallah" diyor, ama ondan şefkatini de esirgemiyor.

     

    Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken bir sarhoşa ceza uygulanmıştı. Bu esnada bir sahâbî sarhoşa lanet okudu, "rezil adam" diye hakaret etti. Peygamberimiz buna razı olmadı ve "ona lanet okumayın, o Allah'ı ve Resulünü seviyor, şeytana yardımcı olmayın" buyurdu.

     

    Şeytana yardımcı olarak insanları islam'dan uzaklaştırmak da sakıncalı, hoş olmayanı, haram ve günah olanı meşrulaştırmak ve önemsizleştirmek de sakıncalıdır; Müslüman tavır ve davranışında biri değil, ikisi de göz önüne alınmalıdır.

     

    "Bizimkiler günahkarları görüp de sapıtmasın" diye bir baskı ve izolasyon ortamı kurmaktansa, o "bizimkiler"in her birine bireysel bir şuur kazandırmaya çalışmak" teklifine itirazım yok. Ama ben "baskı ve izolasyon" teklif etmiyorum, bu "şuuru kazandırma"nın yollarından biri olarak iyi ile kötü, meşru ile gayr-i meşru, uygun ile aykırı olanı birbirinden ayırmanın şart olduğunu söylüyorum. Aksi halde yine şeytana yardımcı oluruz.

    ...


  5. Birincisi, ya eklediğiniz yazıda kime gönderme yapıldığını anlamadınız, yahut tezat içerisindesiniz.

    İkincisi, defaatle izah ettim, gönderme yapmaya uğraştığınız mesele değildir bizim meselemiz.

    Üçüncüsü, yapıcı bir eleştiride bulunmuyor, şahıslarla-isimlerle meşkul oluyorsunuz.

    Dördüncüsü insaflı ve mantıki olmayan, aklı selim ile yapmadığınız yorumlarınızı ya düşünmeden, yahut önceki yorumları okumadan yazıyorsunuz.

    Beşincisi, yazmış bulunayım, Ali'nin Veli'nin dediği gibi; "Ne mutlu türküm diyene!, Kahrolsun Amerika!"


  6. "...zaruri olursa, onunla selamsız sabahsız, sert bir şekilde, alacağımızı alıp, oradn ayrılmamız gerekmektedir."

     

    Bunu neye isnat ediyorsunuz? Bir gayrı müslim karşısındaki bu tavrı nerede gördünüz, hangi siyer kitabında okudunuz?

     

    Sert bir mizaç.. Sert bir bakış, sert bir ses tonu.. "Zaruri olmazsa" tarafına dahi bakmamak, yüzünü çevirmek.. Peki siz, İslam'ın alemşümul hükümlerini nasıl anlatacak, nasıl tanıtacaksınız? İslam Hindistandan Balkanlara uzanan bu coğrafyaya bu şekilde mi yayıldı? Bu dini insanlara tanıtmak vazifesi bu şekilde mi ifa edilir?

     

    "Sizler kafirsiniz, böylelikle alçaksınız! Bana bakın, beni dinleyin, beni örnek alın müslüman olun!" şeklindeki bir duruşun ismine tebliğ denebilir mi?

     

    Peki ya, Rasulullah'ın Ebucehilin kapısına defaatle gitmesini ne ile tevil edeceğiz?

     

    Yanlışları tenkid kolaydır lakin bu işin doğrusu nedir? Ölçü nedir? Rasulüllah'ın tebliğ metodu ne idi? Ashab'ın, Tabiin'inn, Tebe-i tabiiin'in mihenk taşı tavırları ne idi?

     

    (Ricam o ki, sorularımı tenkid makamında algılamayınız.)


  7. "Hoşgörü değil ancak tahammül gösterebiliriz" diyenleri tefe koyanlar bu hanım kızımızın "Çıplak poz vermemin neresi yanlış?" sorusuna da cevap vermek zorundadırlar!

     

    Hoş onlara göre de çıplak poz vermekte bir beis yoktur!

    Bahis mevzuu hanım kızımız kim? Ve onun akıl hocaları, "çıplak poz vermekte" beis görmeyenler, yani Hayrettin Hoca'yı "tefe koyanlar"dan kim kasdedilmiş?


  8. “Daha önce Babür Şah döneminde Müslümanlar Hindistan’ı yüzyıllarca yönetti. Hindistan’da Hindular ineğe taparken Müslümanlar kurban ediyordu. Hindular ve Müslümanların mahalleri ayrıldı ve Müslümanlara Hindu mahallesinde inek kesmek yasaklandı. Herkes kendi lokal alanında daha özgür ve barış içinde yaşadılar. Bu önlem toplumun bir parçasını toplumdan dışlama değildir. Evet, içki içen, eşcinsel ilişki kuran ya da nikahsız yaşayan insanlara Müslümanlar hoşgörü gösteremez ancak tahammül eder. ”

     

    Dilipak


  9. İfade ettiğiniz gibi, dün zulme uğrayan müslümanlar İslam, müslüman, müslümanlar için kaygı ve umut beslerlerken, bu işin ıztırabını çekerlerken; bugün onların güçlenen ve zenginleşen çocukları bizler liberalizmin büyülü, tatlı, rehavet verici dumanını ciğerlerimize çekmemizle birlikte başımız dönmüş, gözümüz kararmış, sistemin çarpıklıklarına karşı gayretsizleşmiş, tepkisizleşmiş, sistemle barışmış, neredeyse sistemin müdafii konumuna gelmişiz. Bırakınız ideal toplum/devlet derdini tasasını, verilmiş haklarını bile -çoğunluğu teşkil etmemize rağmen- savunmaktan aciz, pısırık, kaygısız topluluk haline gelmişiz.

     

    Bunların bahsini dahi ettiğinizde vatandaştan "herşeyin fazlası zarar" gibi ağızlarda sakızlaşmış, bilinçlere yerleşmiş, kemikleşmiş cümleleri işitebilirsiniz.

     

    Tek başına "Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait değildir" şeklinde bir cümle de pekala bu türden sayılabilir. Lakin yazarın "Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait olmadığına göre bunu yapamayacaktır." cümlesi için "bu yazının yazılma gayesin bu cümledir. Bu cümleyi söyleyip, müslümanların bu fikre inanmasını sağlamaktır." eleştirinize katılamayacağım çünkü, yazar "İslam'a inanmayanların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas etmek"ten bahsederken bu cümleyi sarfetmiş.

     

    Açıkçası bu yazılar benim için beklenmedik yazılardı. Çokları içinde öyle olmuştur. Zira, "sevdirerek öğretmek", "nefret ettirmemek", sabretmek, zaman vermek gibi günahkara karşı "hoşgörü" ile adlandırılan tutumlar, tuhaf bir biçimde günaha karşı kayıtsızlık, günahın normalleşmesi yani günahın "hoş görülmesi" şeklinde anlaşılmaya başladı.

     

    Bu yazı ise bu duruma dikkat çekmiş, "hoşgörü"nün değil ancak "tahammül"ün söz konusu olabileceğini dile getirmiş.

     

    Nitekim kendisi de belirtmiş: "benim meselem laik-çoğulcu sistemlerde yaşayan Müslümanların zaman içinde ötekine benzemeleri, farklılığın vazgeçilmez çizgilerini kaybetmeleri tehlikesine dikkat çekmek ve bu konuda hassas olan müminlerin tedbir almalarını hatırlatmaktır."

     

    Yani, şahsen bu yazının, "Yapacak birşey yok" tarzı düşüncelere "kapı araladığını" değil; müslümanın vazifesinin "müdahale" olduğunu dile getirerek bilakis "yapacak şey"i hatırlattığını düşünüyorum.

     

     

    Yazarın "Aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıyla- müdahale"yi hudutlandırdığı "Şartların müsait olması, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmaması, daha büyük sakınca doğurmaması" esaslarına gelince..

     

    İşte benim de meselem bu.

     

    Tamam, "Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait değildir" diye mırıldananlara, kılıncımızı çekip "sizler güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız!" diye haykılarım, haykıralım da, sonra ne yapalım?

     

    Nedir, ne kadardır, nasıldır bu müdahale?

     

    Veliahd arkadaşımın itirazı nedir burada?

     

    İyide arkadaşım Üstad Necip Fazıl döneminde şartlar çokmu müsahitti? şartlar nasıl müsahit olur bana bi söylermisin? sen yanmazsan ben yanmazsam bu şartları kim müsahit hale getirecek! Allah kukuma kuşu gibi pinekleyen Müslümana yardım edermi sanıyorsun! etseydi bu halde olurmuyduk biz?

     

    Acaba zihnimizdeki üstad, sokakta gördüğü her günaha ötesini berisini düşünmeden müdahale eden bir profil mi; yoksa bu ehemmiyetli vazifeyi kılı kırk yararcasına titizlikle icra eden bir profili mi?

     

    "Pineklemek"ten yahut pineklememekten kastımız nedir acep?

     

    "Aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa" pineklemeyen müslümanın müdahalesi nedir, ne olmalıdır? Neden aklıma bu örnek geliyor bilmiyorum ama, mesela rastladığı ilk tesettürsüz bayanın suratına mı tükürür, kafasına örtü mü geçirir, kolundan tuttuğu gibi evine mi yollar?

     

    Ermenisi, Rumu, Yahudisi ile Müslüman'ı yüzlerce yıl dipdibe yaşatabilen ecdat, Osmanlı bu müdahale işini hangi çerçevede yaptı? Onların, eskiyen kiliseleri tamir eden, gayrı müslimlerin müslüman köyünde, müslüman mahallesinde domuz çiftliklerine müsade eden anlayışı(*) nereye konulmalı?

     

    Nedir güzel kardeşler, bildiğimden sormuyorum, nedir pineklemeyen müslümana düşen? Tebessüm ne zaman esirgenir, kimden esirgenir?

     

    _____

    Böyle olduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Hatam varsa düzeltiniz.


  10. Sayın kardeşim, bir kere şunu netleştirelim ki, mevzumuz "hoşgörmek" değil, "hoş görmemek"tir.

     

    Bu konuyu açmaktan maksadım/muradımı da "Aslında, günah ve günahkar karşısında olması gereken tavır üzerine ne zamandır bir konu açmak istiyordum." cümlesi ile beyan etmiş, forum sakinlerinin cevaplarını merak ettiğim birkaç suali de girizgah makamında sıralamıştım.

     

    Lütfen okuma zahmetine girmeden peşin hükümde bulunmayalım. Aksi halde ezber cümleler, hazır yaftalar, niyet okumalar, ithamlar, sınıflandırmalar havada uçuşur da göz gözü görmez, münazara münakaşaya döner. Gaye ve netice ürker, kaçar gider. Zaten bundan musdaribiz, bırakalım da hiç olmazsa bu forumun farkı olsun değil mi?

     

    Hayırlı günler.


  11. Mavi Marmara Raporu Yine Ertelendi

     

    Diplomasi kaynakları Mavi Marmara raporunun bir kez daha erteleneceğini belirtiyor. Yarın yayınlanması gereken rapor 10 gün daha ertelendi.

     

    Erteleme talebi ise açık sularda 9 vatandaşımızı katleden İsrail'den geldi.

     

    Türkiye ısrarla Mavi Marmara baskını ve öldürülen vatandaşlarımız için özür dilenmesini istiyor. İsrail ise özür dilememe konusunda direniyor.

     

    İsrail hükümeti , Türkiye'den özür dileme konusunda görüş birliğine varamadı. Bu yüzden de Mavi Marmara raporunun yayınlanmasını istemiyor.

     

    Bağış Ertelemeye Tepkili

     

    Erteleme kararına Avrupu Birliği Bakanı Egemen Bağış tepki gösterdi. Bağış, şöyle konuştu:

     

    "İstedikleri kadar geciktirsinler ama gerçekler saklanamaz. Türkiye'nin bu konudaki tavrı çok nettir. Sayın Başbakanımız 3 tane çok net koşul koymuştur. Eğer İsrail Türkiye ile ilişkilerinin normalleşmesini istiyorsa özür dilemelidir. Hayatını kaybeden kardeşlerimizin yakınlarına tazminat ödemelidir. Ve Gazze'ye uyguladıgı haksız kanunsuz saçma ambargolara da son vermelidir."

     

    habervaktim


  12. Hangi tahammül? (Ali Ünal/Zaman)

     

    Amberin Zaman, Galata Kulesi civarında yuvalanan ve alkol alıp, müzik yaptığını iddia eden bir güruhtan dolayı kendi evini terk edip, bir başka semte taşınmak mecburiyetinde kalmış.

     

    Demek ki, rahatsızlık duymuş. Ama her rahatsızlık duyan, rahatsızlık sebebini yerinde bırakıp giderse bu, nereye varır? Fakat ne yazık ki, Türkiye'de bilhassa Sünnî çoğunluk, bu ülkenin en az yüzde yetmişi, miskin bir sindirilmişlik içinde rahatsızlığını bile dile getirmekten çekiniyor. Bir sokağı, bir mahalleyi birkaç yeni yetme, her türlü rahatsız edicilikleriyle teslim alıyor, kimseden ses çıkmıyor. Şoför, otobüste, minibüste sigara içiyor, arabayı dilediği gibi kullanıyor, kimseden "Ne yapıyorsun?" diye bir uyarı gelmiyor.

    Halkın büyük çoğunluğunun paylaştığı İslâmî inanç, düşünce, dünya görüşü, ahlâk ve hayat tarzına aykırı her düşünce, her inanç, her uygulama, her davranış, ne kadar uç ve birkaç kişi tarafından bile sahiplenilip temsil edilse özgürlük kapsamına alınıyor; buna karşılık, özellikle İslâm ibadetine, ahlâkına ve hayat tarzına ait herhangi bir düsturu, kaideyi savunmak ise özgürlüklere, "yaşam tarzı"na müdahale olarak derhal mahkûm ediliyor ve medya lincine tâbi tutuluyor.

     

    Meselâ, oruca ve oruçluya saygısızlık, özgürlük; saygı beklemek ise özgürlüğe ve "yaşam tarzı"na müdahale. Yatak odasını sokağa, toplu taşıma araçlarına taşımak özgürlük, buna karşı çıkmak ise özgürlüğe ve "yaşam tarzı"na müdahale.

     

    Her davranışın bir yeri vardır, zamanı vardır, usulü vardır. Evlerde bile yatak odası ayrıdır, oturma odası ayrıdır. Bir anne-baba bile aynı davranışı evde çocuklarının yanında salonda sergilemez. Öyleyse kimin halkın en az yüzde doksanının kabûllenemeyeceği bir davranışı onca çocuğun, gencin, yaşlının, kadının, erkeğin, ailenin yanında sergileme ve onları rahatsız etme hakkı olabilir?

     

    Bir ülke, bir millet, ordusuyla, rejimiyle, ekonomisiyle ayakta kalmaz; hepsinden önce değerleriyle ayakta kalır; varlıklar içinde insan olmanın gerektirdiği ahlâkî düsturlarıyla ayakta kalır. Ve her ülkenin, her milletin benimsediği değerler vardır ve kanunlar, anayasalar, bu değerler üzerine oturur. En azından halk çoğunluğunun değerleri üzerine oturmayan kanunlar, ancak zora dayanarak uygulama imkânı bulabilir; bu da, hem kalıcı olmaz hem de kaos ve anarşi doğurur.

     

    Değerler, eğitim sistemi ve kanunlar ittifak ettiği zaman zora gerek kalmaz. İşte İslâm, değerleri koruma adına "Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker" düsturu getirmiştir ve Kur'an, bunun üzerinde ısrarla durur. Bu düsturu yerine getirmek, İslâm'da farz-ı kifayedir.

     

    "İçinizde hayra çağıran, ma'rufu emredip münkerden nehyeden bir topluluk bulunsun." (Âl-i İmran Sûresi/3: 104) Bu topluluk, öncelikle âlimlerdir: "Mürşidleri ve âlimleri, onları büyük günah olan sözler sarf etmekten ve haram yemekten alıkoysalardı! (Ama heyhat!)" (Maide Sûresi/5: 63)

     

    Bir ülkede bu görev yapılmazsa herkes sorumlu olur. Devletin lâik olması, bu görevin ifasına mâni değildir. Çünkü halkımız, Müslüman'dır; ayrıca lâik de olsa, İslâmî de olsa, her ülkenin ve devletin elbette korunması gereken değerleri olacaktır ve devlet, halkının da değerlerini koruyacaktır. Bu görevin yerine getirilmemesi, toplumları da, ülkeleri de çökertir. Kur'ân-ı Kerim, bu görev yerine getirilmediği için İsrail Oğulları'nda bir topluluğun helâk edildiğini, helâke sürüklendiğini ve nasıl "insanlıktan çıktıklarını" anlatır (A'râf Sûresi/7: 163-165)

     

    Bu görevin ifa edilmemesinin bir toplum için nasıl bir felâket olduğunu anlatır: "İsrail Oğulları'ndan küfre düşenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi, onların isyan etmeleri ve sürekli taşkınlıkta bulunup haddi aşmaları idi. Hangi türde çirkin bir fiili işlemeye dursalar, bundan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlar, bilakis onu işlerlerdi. Ne de kötüydü yapıp durdukları bu şey!" (Maide Sûresi/5: 78-79)

     

    İslâmî ve ahlâkî değerlere savaş açanlar, bir gün onlara en fazla ihtiyaç duyanlar olacaktır.

     

    22.08.2011


  13. Kınamaya hakkın yoktur!

     

    Nagehan Alçı diyor ki: "Ancak onun Müslüman görmediklerini aykırı olarak etiketlendirip yaşam tarzlarına müdahale etme isteğini sonuna kadar kınıyorum."

     

    Bu kınamaya önce demokrasi ve insan hakları yönünden bakalım.

     

    Anayasa'nın 24. maddesinde bir paragraf şöyledir:

     

    "Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz."

     

    Ben bir Müslümanım, dini inanç ve kanaatimi açıklıyorum, laik-demokrat-çoğulcu bir şahıs beni veya inancımı kınarsa çelişkiye düşmüş, bindiği dalı kesmiş olur.

     

    Yazarın cümlesini bir de islamî yönden değerlendirelim:

     

    Ben bir Müslüman olarak bağlayıcı kaynaklara bakarım; burada dinim neyi emrediyorsa onu –gücüm yettiği kadar- yerine getirmeye çalışırım. Durum böyle olunca sayın yazar beni değil, dinimi kınamış oluyor; çünkü İslam'a göre:

     

    1. Peygamberimiz (s.a.) İslam'ı tebliğ ettikten sonra insanlar ikiye ayrılmış oluyorlar: iman edenler ve etmeyenler. İman edenlere mümin, etmeyenlere kafir deniyor ve ilke olarak müminler kafirlerden üstün oluyorlar. Ayrıca kafirlik kesin olarak İslam'a (Müslümanlığa) aykırıdır. Müminler kafirleri -zorlamadan, ikna etmeye çalışarak- İslam'a davet ederler (etmeleri gerekir). Bir insanın erdemli, insanlara faydalı olması güzel olmakla beraber bunlar, hak dine iman etmeme kusurunu telafi etmez, onun yerini tutmaz.

     

    2. İman edenler de ikiye ayrılıyorlar: İnandığı gibi yaşayanlara "salih mümin", günah işleyenlere de "fasık mümin" deniyor. Fasık olmak kesin olarak Müslümanlığa aykırı oluyor. Ama buradaki aykırılık mümini dinden çıkarmıyor, kafir yapmıyor; kusurlu, günahkar yapıyor. Allah katında salih mümin, fasık müminden daha değerli oluyor. Bir islâmî toplumda, zahir hali salih olan bir mümin, açıkça, bilinecek şekilde günah işleyen, dinin yasaklarını çiğneyen, buyruklarını yerine getirmeyen müminden daha üstün, değerli ve itibarlı oluyor. Bir benzetme yapmak gerekirse "fasık mümin" laik sistemlerdeki sabıkalı şahıslar gibi oluyor ve bazı haklardan yararlanamıyor. Ayrıca İslam'a aykırı davranışlarını kamuya açık alanlarda yaparsa -İslamî olan, laik olmayan toplumlarda- müminlerin buna bir şekilde (en iyi sonuç alacak, insanları dinden uzaklaştırmadan ıslah edecek şekilde) müdahale etmeleri gerekiyor. Buna "emir bi'l-maruf nehiy ani'l-münker" deniyor.

     

    Sayın yazar,

     

    Eğer laik demokrat isen beni ve müdahale etme isteğimi kınayamazsın, mümin ve Müslüman isen yine kınayamazsın; böyle bir hakkın yok. Yalnızca bana katılmadığını, yolumu, inancımı ve görüşümü benimsemediğini söyleyebilirsin. Söylersin ama ya birilerine göre beni de hoş görürsün ya da benim teklifime göre birbirimize tahammül ederiz.

     

    Ben ne İslami toplumda ne de laik toplumlarda farklı olanları ayırmaktan, gettolaştırtmaktan söz etmiyorum; İslam'ın böyle bir talebi yok; benim meselem laik-çoğulcu sistemlerde yaşayan Müslümanların zaman içinde ötekine benzemeleri, farklılığın vazgeçilmez çizgilerini kaybetmeleri tehlikesine dikkat çekmek ve bu konuda hassas olan müminlerin tedbir almalarını hatırlatmaktır.

     

    Hayrettin Karaman/Yenişafak

    21 Ağustos 2011 Pazar


  14. Bilmiyorum ben mi abartıyorum ama küçük aklımca bu mesele, çağımızın baş meselelerimizden biri.

     

    Şahıslardan ziyade meseleye dair fikir beyan edilirse, burada bulunmaktan, bu başlığı açmaktan, bu başlık altında fikir alış-verişinde bulunuyor olmaktan muradımız hasıl olur inşallah.

     

     

    Tebessümü esirgemek

     

    İslam ahkâm, ahlak ve âdâbına aykırı davranışlar sergilenirken bunları yapanlara karşı Müslüman tavrı nasıl olmalıdır?

     

    Bu soruya şu cevabı vermiştim:

     

    "... dine, ahlaka ve âdâba aykırı davranışı çekinmeden, gözünün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlardan sakınır. Onlar kötü halleri içinde iken en azından tebessümünü esirger."

     

    Bir dost yazar, bu teklifime şöyle itiraz ediyor:

     

    "Peki acaba bu tutum, söz konusu seküler insanları nasıl etkiler? Onları dine yakınlaştırır mı, yoksa dinden daha da mı uzaklaştırır? Küfelik vaziyette evine dönen bir adam, örneğin, kendisine "zıkkım iç emi" imasında bulunan bir çift çatık kaştan mı, yoksa sırtını sıvazlayıp "bir derdin mi var kardeşim" diyen bir kalenderlikten mi daha müspet etkilenir?"

     

    Bana göre "insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlar" ile onları ıslah edecek, İslam'ı ve Müslümanları sevdirecek tavırları birbirinden ayırmak gerekir. Ben birincisinde tebessümü esirgeyin diyorum, ikincisine gelince bırakın tebessümü kucaklamaya bile varım.

     

    Defalarca şunu anlatmışımdır:

     

    Konya ulemasından merhum hocamız Hacıveyiszade Mustafa Efendi Aziziye Camii imamı idi. Yolunun üstünde bir dükkanın önünde onu bekleyen, ayakta duramayacak kadar sarhoş birisi var; Hocanın selamına ve duasına talip. Hocamız onu her gördüğünde selam veriyor, bazen yüzünü okşuyor ve "geçecek yavrum, inşallah geçecek" diyor. Gerçekten bir süre sonra bu ibtila geçiyor, mübtela şahıs içkiyi bırakıyor ve cemaate katılıyor.

     

    Hocamızın bu davranışından o sarhoşun "Hoca benim yaptığımı hoş görüyor, buna devam edebilirim" manasını çıkarması mümkün değil; çünkü hoca "geçecek inşallah" diyor, ama ondan şefkatini de esirgemiyor.

     

    Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken bir sarhoşa ceza uygulanmıştı. Bu esnada bir sahâbî sarhoşa lanet okudu, "rezil adam" diye hakaret etti. Peygamberimiz buna razı olmadı ve "ona lanet okumayın, o Allah'ı ve Resulünü seviyor, şeytana yardımcı olmayın" buyurdu.

     

    Şeytana yardımcı olarak insanları islam'dan uzaklaştırmak da sakıncalı, hoş olmayanı, haram ve günah olanı meşrulaştırmak ve önemsizleştirmek de sakıncalıdır; Müslüman tavır ve davranışında biri değil, ikisi de göz önüne alınmalıdır.

     

    "Bizimkiler günahkarları görüp de sapıtmasın" diye bir baskı ve izolasyon ortamı kurmaktansa, o "bizimkiler"in her birine bireysel bir şuur kazandırmaya çalışmak" teklifine itirazım yok. Ama ben "baskı ve izolasyon" teklif etmiyorum, bu "şuuru kazandırma"nın yollarından biri olarak iyi ile kötü, meşru ile gayr-i meşru, uygun ile aykırı olanı birbirinden ayırmanın şart olduğunu söylüyorum. Aksi halde yine şeytana yardımcı oluruz.

     

    Sözün özü:

     

    Benim derdim yetişen neslin hayatında İslam'ı korumak, kötü örneklerin yükselen değer haline gelmesini engellemektir.

     

    Hayrettin Karaman

    19 Ağustos 2011 Cuma


  15. Hoşgörü ve tahammül

     

    Hayrettin Karaman Hoca'nın, İslami açıdan makbul olmayan hayat tarzına sahip insanlarla ilişkiler konusunda yazdığı yazı günlerdir tartışılıyor.

     

    Türkiye'de farklı toplum kesimleri arasında usule uygun bir tartışma ve müzakere geleneği olsaydı verimli bir tartışma olurdu bu. Ramazan ayının bereketiyle herkes bundan istifade ederdi. Ne var ki, kendi müzakere, düşünme ve çözüm bulma geleneğimizden kesin bir kopuş hali yaşadığımızdan arzu edilen sonuç elde edilemedi. Benim başıma birkaç defa geldiği için Hayrettin Hoca'nın ruh halini en iyi anlayanlardan biri benim.

    ...

    Batı aydınlanması içinden dünyaya bakanların söz konusu hassasiyetleri bilmedikleri açıktır. Bu hassasiyetleri bilmedikleri gibi, iş din ve Müslüman alimlere geldiğinde büsbütün terbiye ve nezaket kurallarını bir kenara bırakıp kabalaşmayı, mütecaviz olmayı, hakaret etmeyi aydın olmanın gereği sayarlar. Bir kendini bilmezin Hoca'mızı "Gülhane'ye göndermeyi önermesi" hepimizi derinden incitmiştir. Aynı gelenek içinden eleştiri yapan sol, Kemalist veya liberal yazarlar da hakaret etmese de anlama sorunu içinde oldular. Usul bilmediklerinden ne lafzı anladılar ne lafız ile hüküm ilişkisini, ne hükmün illetini ve maksadını araştırdılar. Bu zaten onlara yabancı bir zihin ve bilgi elde etme yöntemidir.

     

    Ancak asıl ibret verici olan, dindar bazı yazarların Hoca'ya yönelttikleri eleştiri ve bu sayede sergiledikleri garabettir. Bence ileride bu "aydınlanmış dindar-muhafazakâr yazar"ların eleştirileri, Türkiye'deki "Müslüman aydınlar"ın nasıl bir zihinsel dönüşüm yaşadıklarını, farkında olmaksızın paradigma değiştirip kendi köklerinden kopup postmodern "ne olsa gider!" felsefesi içinden artık hudutları zihinlerinde ve elbette giderek hayatlarında önemsizleştirdiklerini göstermesi bakımından çeşitli tez çalışmalarına konu olmalıdır.

     

    Bunlar da seküler aydınlanmacılar gibi bir zihin ve yöntem içinden dünyaya bakıyorlar, eleştirileri, çoğulculukları, bir arada yaşama düşünceleri, "öteki" algıları kendi düşünce kaynaklarıyla ilişkisizdir.

     

    Hoca'yı eleştiren seküler çevreler, İslam'ın neredeyse akidesi ve ana hükümleriyle ilgili rahatsızlıklarını açığa vuruyorlar. Onlara göre dinin ma'ruf ve münkeri olmamalı. Dinin, kendisiyle mücadele edilmesini emrettiği münkerler -mesela alkollü içki, zina, eşcinsellik, avret yerinin açılması vs.- hem eleştirilmeyip hoşgörülmeli hem hiçbir Müslüman kendini ve ailesini bu münkerlerden koruma çabasına girmemeli.

     

    Bir arada yaşamayı, diyalog ve ihtiramı bu ülkede ilk gündeme getiren, bu fikri geliştiren bizleriz. Hâlâ bu fikirdeyiz, ama bu helal ve haramın, maruf ve münkerin birbirinin içine girdiği, hudutların kaldırıldığı, ne olsa gider felsefesinin egemen olduğu ve elbette dinin akide ve ana hükümlerinin ortadan kalkıp herkesin homojenleşerek birbirinin fotokopisi olduğu modele evet dememiz demek değildir. Birbirimizi hoş da göreceğiz, birbirimize tahammül de edeceğiz, ama bunun önşartı herkesin kendisi kalma hakkına sahip olması.

     

    Hoca'nın özel alanlar fikrine gelince. Bu ayrıca İslam'ın tarihî tecrübesi ve bugün bir arada yaşamayı, çokkültürlülüğü bir türlü beceremeyen Batı'daki deneylerle birlikte ele alınarak tartışılmalıdır. Batı'nın çokkültürlülük projesi çökmüş bulunuyor, yeni referans kaynaklarına ve tecrübelere bakmaya ihtiyacımız var.

     

    Ali Bulaç


  16. "Türkiye'nin turizmde atağa çıktığı yıllardatatilbölgelerimizde bir anda peşpeşe orman yangınları çıkmaya başladı. Sonra tesadüfen (!) Yunanistan'da da orman yangınları çıkmaya başlayınca Türkiye'deki orman yangınları durdu. Ekonomik ve siyasi olarak güçlü olmanın yanında değişik enstrumanları da devreye sokabilecek bir irade sahibi olmalısınız. Eğer birileri Türkiye'yi karıştırıyorsa Türkiye'nin devlet olarak onların içinde parmağı olmalı "

     

    Tayyar

     

    http://www.kure.tv/haber/490-ogle-arasi/turkiyenin-diger-ulkelerde-parmagi-olmali/664-Bolum/95944/


  17. Tahammülsüzler

     

    Sözde demokrat olan, çoğulculuğu savunan, aykırı düşünceleri de kapsayan "düşünceyi açıklama özgürlüğü"nden yana görünen baylar ve bayanların gerçek yüzlerini teşhir için bir yazı yetti ve arttı.

     

    Şunların içine düştükleri çelişkiye bakın!

     

    Ben Müslümanlar için, hoş olmayanı hoş görmek yerine "tahammül"ü teklif ettim, buna karşı hoşgörüyü savunanlar ise kendilerine aykırı gelen bir yazıma tahammül bile edemiyorlar. Hakaretin, beni sürgüne gönderme, kafese kapatma... tekliflerinin haddi hesabı yok!

     

    Bir yazı, sözde aydınların, yazarların ve çizerlerin ne kadar sığ, dil bilmez, söz anlamaz, bağnaz olduklarını da ortaya koyuverdi.

     

    Bir kısmı yazıyı okuma zahmetine katlanmadan, birilerinin attıkları başlıklara bakarak hükme varıyor, ağır sözler söylüyor ve eleştiriyorlar. Bir kısmı ise yazıyı okuyor, ama üstünkörü okuyor, anlamıyor, anlamak istemiyor veya peşin hükmü anlamasına mani oluyor.

     

    Ciddi bildiğimiz bazılarının davranışları daha da şaşırtıcı. Mesela Mehmet Barlas "...Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman'ın 'Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından' söz etmesi" diyor.

     

    Peki bu "söz etme", benim yazımın neresinden çıkıyor?

     

    "İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse –İslam toplumunda- "onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi" tedbirlere başvurulur" diyorum.

     

    "İslam toplumunda", "...aykırı fiilleri için" diyorum.

     

    Demokrasilerde bazı fiiller için özel mekanlar tahsis edilmiyor mu?

     

    M. Barlas gibi bir kafa bu ifadeyi anlamaktan aciz olabilir mi?

     

    Ya okumadı, ya da öyle anlamak istedi!

     

    Bu yalnızca bir örnek.

     

    Bir dosya açtım, ulaşabildiğim yazıları ve yorumları buraya topladım, bugün (16- 8 -2011) itibariyle 118 sayfayı buldu.

     

    Genel olarak baktığımda şunu görüyorum:

     

    Hoşgörü şöyle dursun tahammül bile yok.

     

    Saptırmalar var.

     

    Okumadan, anlamadan, düşünmeden kaleme sarılmalar var.

     

    Çok az sayıda insaflı değerlendirmeler, eleştiri denebilecek yazılar da –çok şükür– var.

     

    Sonuç olarak "iyi ki yazmışım" diyorum. Yazı bir laboratuar oldu, gerçek yüzler burada daha iyi, daha yakından görüldü. Çağdaşlık, hoşgörü, çoğulculuk... maskeleri altında meğer ne kadar çirkin ve sahte yüz varmış!

     

    18.o8.2011


  18. Müstehcen Seks ve Şehvet Azgınlıkları

     

    1970'Li yıllarda medyada bu kadar müstehcen yayın, seks ve şehvet yoktu ama o günlerde Müslümanlar o müstehcen yayınları protesto ediyorlardı. Hattâ bu konuda ağır kitaplar yazılıyor, iktidara telgraflar çekiliyor, dilekçeler veriliyordu. Müslümanların gündeminde bu konu vardı.

     

    Bugün 70'li yıllara göre korkunç, iğrenç, rezil bir seks, şehvet, müstehcenlik patlaması var ama çoğunluktaki Müslüman kesim bu konuda bir reaksiyon göstermiyor.

     

    Yine 70'li yıllarda Müslümanların bir Ayasofya hassasiyeti (duyarlılığı) vardı. Şimdi o da yok.

     

    Müslümanlar hassasiyetlerini niçin yitirdiler, niçin kötülüklere ve münkerlere gereği gibi tepki göstermiyorlar?

     

    İslam dininin temel kurallarından biri de iyiliği desteklemek, emr etmek, kötülüğü kösteklemek, yasaklamaktır.

     

    Müslümanlar bu işi üç şekilde yapar:

     

    (1) Emir sahipleri fiilen, (2) Ulema, fukaha, ziyalı Müslümanlar lisan ve kalem ile, (3) Halk tabakası kalben.

     

    Seks ve şehvet azgınlıklarını kışkırtan, toplumun ahlakını bozan, bilhassa gençleri dejenere eden müstehcen yayınlar Kur'ana, Sünnete, Şeriata, hikmete, ahlaka aykırıdır. Tarihte nice toplumlar, kavimler, şehirler seks ve şehvet azgınlıkları yüzünden batmışlar, batırılmışlardır. Müslüman halkın bu kötülükle elinden geldiği kadar mücadele etmesi gerekir.

     

    Dinî cemaatler, tarikatlar, vakıflar, dernekler, grup ve topluluklar; İslamî dergiler ve gazeteler; İslamî baskı ve güç grupları yasal sınırlar içinde müstehcen yayınlarla savaşmazlarsa toplumun bozulması kaçınılmaz olur.

     

    Ülkemizde müstehcen yayınlardan bin kere daha korkunç ve yıkıcı bir kötülük vardır. O da genel, yoğun, yaygın kokuşmadır. Futbol şikeleri bunun en son örneğidir.

     

    Müslümanların kokuşma konusunda da çok duyarlı olmaları ve bu kötülüğü protesto etmeleri gerekir.

     

    Sevgili Peygamberimiz haber vermiş, uyarmıştır: Bir Müslüman toplum emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmazsa, yani iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak için çalışmazsa onun üzerine azab iner.

     

    Müslümanları bu konuda haddim olmayarak uyarıyorum.

     

    (Müstehcen kelimesi: Cinsel bakımından açık saçıklık, edebe ve ahlaka aykırılık; insanların şehvetlerini gayr-i meşru şekilde tahrik eden, bireylerin ve toplumun azmasına sebep olan, bir yığın sosyal kötülüğe ve ahlaksızlığa yol açan resimlerin ve yazıların yayınlanmasıdır. İslam medeniyetinin temellerinden biri iffettir. Bu kavram ve değer Avrupa medeniyetinde çok zayıflamış, hattâ kalmamıştır. İslam'da zina ağır bir günah ve suç iken Avrupa Birliği'nde değildir. Bugün ülkemizde homojen bir halk yaşamamakta, halklar yaşamaktadır. Bunların hepsi müstehcen yayınlar konusunda aynı çizgide değildir.)

     

    12.08.2011

    • Like 1

  19. Arkadaşım, dikkat çektiğim husus, yanlızca, mezkur şahsın "iyiliği emredip kötülüğü yasaklamaktan bahsetmediği" haksız iddianıza karşı bir haklı itiraz kabilindedir.

     

    *

    Müslümanın içerisinde bulunduğu, İslam hukukunun, emir ve cezalarının -şeriatinin- tatbik edilmediği bir toplumda, günahın aşikare işlenebilmesi ve hatta düzen müesseselerinde bangııır bangır günah propagandası yapılabilmesi karşısında, dehşetli reaksiyonsuzluk, gevşeklik, 'light'lık, laçkalık ve neticelerinde günahın sıradanlaşması, benzeşmek, aynileşmek, 'fark'sızlaşmak hali hepimizce malum.

     

    Burada mesele, şahısların ötesinde asıl mesele, bir Müslüman'ın, başkasının alelen işlediği bir günah karşısında yahut bir gayrı müslimle aynı zaman mekan dairesinde iken, duruşunun, bakışının, sözünün, halinin, tavrının ne olduğu/ne olması gerektiği..

     

    Emir ve nehiy... En nazik ellerce icra edilesi bu çok büyük ve çok mühim işin işin, edebi haddi nedir? Bu nazik iş, kırıp döken, hakikate değil, nefse hizmet eden 'ham softa ve kaba yobaz'ın kalın ellerine bırakılabilir mi?

     

    "Ham ve kaba softa, günahı hikmet cephesiyle görmeden şiddet cephesiyle eie alıp kalbleri tılsımiamanın san'atından anlamaz, rahmete nazar etmez; üstelik günah uydurur, ibâdet kibri içinde kesip kavurur ve bütün bu ölçüleri dinden değil, kör nefsinden devşirir." (üstad)

     

    Gaye, bu tanıma dahil olmamak.

     

    Peki müdahale nedir? Mesela, 'yazmak'tan mı ibarettir?

     

    Daha açık; elle, olmaz ise dille men, hiç olmazsa kalp ile buğz çerçevesinde bize yüklediği vazife; sokak ortasında içki içen adama, bankta yanyana oturmuş iki gencin utandıran hallerine veyahut misal, başı açık müslüman kadına karşı ne yapmayı gerektirir?

     

    Suç sayılan hallere tebessüm ederek günahı -hoş olmayanı- hoşgörme, meşrulaştırma ve ondanan rahatsızlık duymama çukuruna düşmeden, çevrenizdeki milyon suç sahibi ile irtibat nasıl/ne şekilde olmalı?

     

    Bir kapı komşusu, bir bakkal, bir hoca, bir işveren olan müşrik ve münkir ile münasebetin dairesi nedir?

     

    Bu meselelerin, asr-ı saadetten yolumuza ışık tutan projektör misaller nelerdir?

     

    Vaktin ve mekanın şartlarına göre müslümanın üzerine düşen nedir?


  20. Hatrıma düştü.. Üstat Said-i Nursi'den..

    Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsâmaha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı te'min edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düşer boğulursunuz.

     

    Mesnevi-i Nuriye, s. 107


  21. Hem cahil hem cesur oluyorlar

     

    Sonhaber.com adresli bir site benim pazar günü çıkan yazımı polemik konusu yapmış. Her konu bilenler tarafından tartışılabilir; buna bir diyeceğimiz olmaz. Ama iki şeye itirazım var: 1. Ağzı olan herkesin bilir bilmez konuşması, tartışması ve ahkam kesmesi. 2. Bir kimsenin söylediğini olduğu gibi vererek değerlendirmek ve tartışmak yerine çarpıtmak, değiştirmek, işine geldiği gibi şekillendirmek. Bu site işte bu ikincisini yapmış. Bakın benim yazımı nasıl değiştirerek, çarpıtarak veriyor

     

    "Bizden olmayanlara gettolar yapılsın. Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ın dün yazdığı "Tahammül mü hoş görmek mi" başlıklı yazısı İslami kesim tarafından eleştirilmişti. Karaman, yazısında "Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından" söz etti".

     

    Okuduğunu anlamayacak kadar cahil isen önce öğren sonra konuş. Anladığın halde saptırıyorsan, değiştiriyorsan senin ahlakla ilgili problemin var demektir.

     

    Ben yazımda ne "gettolar yapılsın" dedim, ne de "Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından" söz ettim. "İslam toplumunda –ki, İslamî devleti kastediyorum- bu, ahlaka ve dine aykırı fiiller için ayrı mekanlar ihdas edilebilir" dedim. Bunun demokrasilerdeki örneği, ayrılmış yerlerdeki genelevlerdir.

     

    Hadi gazeteci ve cahil veya bağnazlıktan kör olmuş kimseler bu saptırmayı yapmış, ya okumuş yazmış bazı kimselerin yazıma bakmadan yorum yapmaya kalkışmalarına ne demeliyim bilemiyorum!

     

    En iyisi aynı sitede verilen yorumlardan ikisini buraya taşıyarak "benim ne demek istediğimi anlayanların bulunduğunu" ortaya koymak olacak:

     

    "Sayın arkadaşım okuduğunu anlamamışsın, benim yorumumu da anlayacağını sanmasam da (Hayrettin hocayı anlayamayan beni nasıl anlasın) seviyene inerek anlatmaya çalışayım. Üstad diyor ki, sen ibadetini elbette yapacaksın, ama sayacağım şeyleri meslek haline getirmiş ve bunu yaymaya çalışan "eşcinsel, zani, alkolik, lezbiyen vs" tarzı hayatı yaşam felsefesi yapmış, bunu bir de savunup hatta normalleştirmeye çalışan insanlara şimdiki kısım hocama ait "İslam'a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- 'onların aykırı fiilleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi' tedbirlere başvurulur." Burada anahtar kelime İslam toplumu, öncelikle biz islamî bir toplum değiliz, belki "Müslümanların çoğunlukta olduğu topluluk" denebilir; dolayısı ile yukarıdaki kavram bir islamî gerçeği söylerken bizim Türkiye'deki sistem içinde uygulanabilir değil; zaten yazar da bunu ifade etmiş. Bir de madalyona şu tarafından bakın: Karşı komşunuz eşcinsel ve iki erkek aynı evde, alt komşunuz lezbiyen ve iki kadın hatta bazen kadınlar aynı evde, üst komşunuz da alkolik ve her gün başka hatunla, sizin de 16-17 yaşında kız ve oğlunuz var ise giderken onları evde bıraktığınızda gözünüz arkada kalmadan emin olur musunuz? Ha zaten sorun yok derseniz bu yazı sizi bağlamıyor, hayatınıza devam edin, eleştirmenizin de bir anlamı yok, hocam letafetinden az bile söylemiş."

     

    "Hoca onlar ayrı yerde yaşasın dememiş. Yani burada öyle yazmıyor. "Biz ayrı yerde yaşamayı istiyoruz ama imkan yok buna" demiş. "O zaman iç içe yaşamaktan mutluluk duymuyorum" demiş. "Sadece tahammül ediyorum" demiş. Ben de böyle düşünüyorum. Keşke bizi ayırsalar ama imkan yoksa yarı çıplak, gayri ahlaki yaşam süren insanlarla Müslüman mutlu mesut yaşam süremez. Bu gerçeği kabul etmek lazım."

     

    Siz yine de yazımı baştan sona bir okuyun.

     

    Hayrettin Karaman

     

    11.08.2011


  22. Aslında, günah ve günahkar karşısında olması gereken tavır üzerine ne zamandır bir konu açmak istiyordum. Bu yazıysa bu konuyu gündeme oturtmuş, tartışma odağı haline getirmiş. Öyle ki birilerini acaip ürkütmüş, bizim camiadada da yeni bir tartışma başlatmış.

     

    Karaman'ın Yazısından PKK da Rahatsız Oldu

     

    İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman`ın laikçi çevreleri rahatsız eden "Tahammül mü, hoş görmek mi?" başlıklı yazısına bir tepki de PKK`nın yayın organından geldi. Prof. Karaman gündemdeki yazısında "İslam`a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- 'onların aykırı fiilleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi` tedbirlere başvurulur" yorumunda bulunmuştu. Karaman`ın bu yazısı "Müslüman gibi yaşamayanlara özel bölge tavsiyesi" yollu yorumlar üzerinden tartışma konusu olmuştu.

     

    Hürriyet`ten Ertuğrul Özkök gibi isimlerden gelen tepkilerin ardından PKK`nın yayın organı da Karaman`ın bu yazısından rahatsız oldu.

     

    PKK`nın yayın organı FHA`da yayınlanan Mehdi Atay imzalı analizde, Karaman`ın bu yazısı "taammüden provokasyon" olarak değerlendirildi. Yazıda "Karaman`ın soyunduğu toplum mühendisliği. Hem de Hitler, Musolini, 12 Eylül faşist rejimi tarzı bir toplum mühendisliği. Karaman, 'İslamiyet` üzerinden 'mümini`, onun 'ideal` hayatı üzerinden de kendi toplum mühendisliğini inşa ediyor" denildi.

     

    EŞCİNSELLİK SAVUNMASI

     

    Yazıda ayrıca şu yorumda bulunuldu: "Tahammül mü hoş görmek mi?" ikileminde "tahammülün" sınırını da kendisinin belirleyeceği çok açık görünen Karaman, kumar ve içki kullanımı ile aynı "zararlı" kategoride algıladığı eşcinselliği de "geneleve" kapatmak istiyor. AKP`li Selma Kavaf gibi eşcinselliği, "zararlı" bir durum olarak addeden Karaman`ın, bugüne kadar değinmediği bu konuyu bugün dillendirmesinde AKP`nin aldığı yüzde elli oyun etkisi unutulmamalıdır. Açıktır ki, iktidarın çirkin, rijit, biçimlendirici dili, "İslami kesimin" mazlum dilini yok ediyor."

     

    YENİ AKİT

     

    Hürriyet'ten Ahmet Hakan:

     

    Süper tehlikeli bir yazı

     

    "HAYRETTİN Karaman Hoca Yeni Şafak'ta bir yazı yazdı.

     

    Yazının özellikle şu bölümü önemli:

     

    “Bir Müslüman imkânlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm, ahlak ve adabının hâkim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister. Yine imkân bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, adaba aykırı bir davranışa engellemek veya ıslah etmek maksadıyla müdahale etmekle yükümlüdür”.

     

    Açıkça söylüyorum:

     

    Hayrettin Hoca'nın bu yaklaşımı, “süper tehlikeli” bir yaklaşımdır.

     

    Oruç tutmayana kötek atıldığının emarelerinin görüldüğü bir toplumda yaşıyoruz.

     

    Böyle bir toplumda...

     

    Saygın bir din âlimi, “Her Müslüman dine, ahlaka, adaba aleni olarak aykırı bir davranışa müdahale etmekle yükümlüdür” diye yazarsa...

     

    O toplumda ortalığı “durumdan vazife çıkaracak” müminler kaplar.

     

    Bu müminler, Hayrettin Hoca'dan “kapı gibi” fetvayı kapmış olmanın gönül rahatlığıyla raconu keserler.

     

    Hem de kendilerine göre bir din, kendilerine göre bir ahlak, kendilerine göre bir adap tanımı yaparak...

     

    Kimine göre mini etek adaba aykırıdır, kimine göre oruç vakti sigara içilmez, kimine göre erkeğin kulağına küpe takması dine terstir, kimine göre cuma vakti sokakta dolaşılmaz, kimine göre eşcinsel kovalamak ibadettir.

     

    Ayrıca...

     

    “Müdahaleyi gerektiren aykırılıklar” meselesi de gayet belirsizdir.

     

    Mesela Hayrettin Hoca “müdahaleyi gerektiren aykırılıklar” diye bir liste çıkarsa bile işin içinden çıkamaz.

     

    Çünkü o liste, “İslam’ın listesi” değil, “Hayrettin Hoca’nın listesi” olur.

     

    Hayrettin Hoca yazısında “Nasıl bir müdahale?” sorusuna da yanıt vermemiş.

     

    Bu durumda...

     

    Müdahalenin biçimi de kişiden kişiye göre değişecektir.

     

    Mesela adam...

     

    - Munisse kibarca ikaz eder...

     

    - Hafif sertse kaşlarını çatar.

     

    - Ağır abiyse sopayla saldırır.

     

    - Bitirimse bıçak çeker.

     

    - İş bitiriciyse kurşun atar.

     

    Hayrettin Hoca bize söyleyebilir mi acaba?

     

    Hangi müdahale daha İslami?

     

    Hayrettin Hoca şimdi çıkıp da “İyi ama ben "düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında' diye bir çekince koydum” demesin.

     

    Çünkü...

     

    “Düzelteyim derken bozma ihtimali bulunup bulunmadığı” meselesi de fena halde belirsizdir.

     

    Adamın biri “bozma ihtimalinin bulunduğunu” düşünür, diğeri ise düşünmez. Adamın biri sakınca görür, diğeri ise görmez.

     

    Ne yani?

     

    “Aykırı durumla karşılaşan mümin birey”, Hayrettin Hoca'yı arayıp “Hocam aykırı bir durumla karşılaştım, müdahale etmem halinde düzelteyim derken bozmuş olur muyum?” diye fetva mı isteyecek?

     

    Peki tam da fetva istenirken “aykırı duruma yol açanlar elden kaçarsa” ne olacak?

     

    Hayrettin Hoca “Ama ben İslam'da var olan "emri bil maruf', yani "iyiliği emretme' anlayışından söz ediyorum” diyebilir.

     

    Bu tür bir savunma, işaret ettiğim belirsizliklerin doğuracağı sakıncaları ortadan kaldırmaz."

     

    *

     

    Özkök de bayağı korkmuş. "Müslümanları gettolara kapatalım" diye başlık atmış. Ayrıca Taraf'tan Ayşe Sözen "Müslümanca yaşamak üzerine düşünmek", Yenişafak'tan Ayşe Böhürler "Hangi tahammül", Fatma Barbarosoğlu da "Tahammül ile hoşgörü arasında Müslüman kimliği" başlıklarını köşelerine taşımışlar.




  23. BİR RAMAZAN HATIRASI

    Çocuktum. 6-7 yaşlarında var yoktum. Bir RAMAZAN günüydü. Çemberlitaşta oturduğumuz büyük Konaktan sokağa çıktım. İleride, bir sehpaya oturttuğu tablasından çoluk çocuğa şeker meker satan birini gördüm. 10 para mı, 20 para mı, ne verdiğimi hatırlayamadığım bir horoz şekeri satın aldım. Şekeri eme eme Konağa dönmek üzereydim ki, üzerime hamal kılıklı bir adam çullandı. Yarı ciddi, yarı şakacı bir edâ ile haykırdı:

    -Şu bacaksıza da bak! Sokakta, elâlemin karşısında yiyor!

    Ödüm patlamıştı sanki... Şekeri yere attım ve evime doğru koşmaya başladım.

    Adam beni kapıya kadar kovaladı. Konağın açık kapısını bu herifin suratına çarparcasına kapatıncaya kadar adeta baygınlık geçirdim.

    Şimdi, masum çocuklara değil, RAMAZAN günü açıkça ve iftihar edercesine sigaralarını tüttüren her vasıf dışı insanlara o hamal kılığı içindeki saffet ve hassasiyetle hitap etmek istiyorum:

    -Günahınızı niçin Allahla aranızda bırakmıyor ve sanki onun reklâmını yaparcasına, zedelediğiniz Allah hakkına kul hakkını da ekliyorsunuz? Eskiden Ermenisi, Rumu, Yahudisi bu kul hakkına tecavüz etmemek için Ramazanlarda müslümanların karşısında oruca aykırı bir harekette bulunmazlardı. Düşünün, sizin derekeniz ne olmalı!

    Hamalın kovaladığı çocuk bugün 75 yaşında ama, kovalayanın soyundan kimse kalmadı.

    21 Temmuz 1980
    • Like 4
×
×
  • Create New...