Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mütereddid

Admin
  • Content Count

    625
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    70

Posts posted by mütereddid


  1. Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in, Hayri Küçükdeniz tarafından seslendirilen 'Utansın' isimli şiiri için yaptığım video.

     

    Youtube üzerinden izlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=6Vue2owNoyM

     

    Google video üzerinden izlemek için: http://video.google.com/videoplay?docid=9075715784474232775

     

     

    eskicinar.jpg

     

    Video elinizde mevcut mu? Youtube ve google video'dan silinmiş. Bir sakıncası yoksa tekrar yüklemeniz mümkün mü?


  2. "Televizyon bir şamardır. Hem de kendi hanemizde kendi elimizle suratımıza inen büyük bir şamar. Bize neler yasak, şunlar bunlar. İşte bu yasakları, bu haramları televizyon bizim hanemizin içine kadar getirir her çeşidini, barını, umumhanesini, meyhanesini ve biz oturur Müslümanlığımızla, karımız kızımızla onu seyrederiz. Ve sonra deriz ki, nasıl oluyor da mukaddesatımız elden giderken, bize vururlarken ses etmez, vurana vurmayız.
    Düşünün bakalım televizyon karşısında muhallebi gibi gevşemiş bir Müslümanda değil cihad etmek, acaba kalkıp bir farzı îfâ edecek kuvvet ve istek kalmış mıdır?"

    -Cahit Zarifoğlu/Bir Değirmendir Bu Dünya-

    • Like 3

  3. AYASOFYA HİTABESİ (Ses kaydı dökümü)

    Bana öyle geliyor ki; yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofyanın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra her şey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

    Biz, kimden, neyi istiyoruz

    Yemenden Viyanaya, Fastan Kafkasyaya kadar en aşağı 10 milyon kilometre karelik bir zemin üzerinde Evet, böyle bir zemin üzerinde Atalarımızın Ata derken halimize bakıp başımızı dövdüğümüz nur insanların Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra Evet, bütün bunlardan sonra Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

    İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

    Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

    - Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?

    Derler böyle insanlara ve milletlere!..

    (Dinleyiciler içinden gürültü gelince: Efendim ben hep irticâli konuşuyorum, biliyorsunuz. Bunu mahsus yazdım ki, tek tek damla damla süzülsün. Hayatımın mühimce bir eseri olduğuna kaniyim. Ve mazbut olması da lazım; çünkü Ayasofya nazik bir mevzu)

    Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin, sonra ikinci bir başla onu seyretmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki; bizi, şiltesi üç kıtayı kaplayan devi cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden İşte sana lâyık özgürlük ve uygarlık budur! dediler.

    Bu bakımdan Ayasofya Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

    Bizi bu hâle getiren, annelerimizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Parisin dünya çapındaki Şabane kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 126 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, ruh ve mukaddesat odamız

    Ayasofya budur!

    126 yıl boyunca, dışardan Batı emperyalizmasının, içerden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, Yahudilerin, dönmelerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde; adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofyayı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

    Frenk kelimesinden gelen frengi veya frengi ismine dikkat ediniz. Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, frengînin ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler!

    Şairin;

    "Şâyestedir denilse,

    Alem senin mezarın"

    dedikten sonra -Abdülhamk Hamid söylüyor-

    "Hâlâ gelir zeminden

    Tekbir-i zâr-u-zârın..."

    diye belirtmeye çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezarı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve aksiyon adamı Fatih, İstanbulu fethedip onun kalbi Ayasofyada namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransada kırılmış, Viyanada Batıyı tekrar dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini eline geçirmişti.

    Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir. Onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmeddir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamayanlardadır. Fatihe düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî, bedava ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam aksiyonda en büyük hız payı, yine Fatihindir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâm, Sokollu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatihin hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzü suyu hürmetine yetişmiş büyüklerdir.

    Tarihimizde, Fatihten başka her hükümdarın aksiyonu -isterse vatana eklediği toprak Fatihinkinden bin misli fazla olsun- ulvî kemâl ve noksansızlık bakımından tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatihtedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefi, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde göze çarpıyor.

    İşte bütün bunları sembolize eden, remzlendiren de doğu ve batı dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya

    Salîbin ağırlığından kurtarılıp, hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece 20. asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu kendisiyle gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştirici, eski Bizans eseri ve yeni tekbir yuvası tarihi kubbedir

    Demek ki Ayasofya; ne taş ne çizgi, ne renk ne hacim, ne de bütün bunların madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana

    İstanbuldaki Süleymaniye, Edirnedeki Selimiye, bunlara karşılık da Romadaki Sen Piyer, Paristeki Notrdam, bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofyanın eşik taşına bile denk değildir. Zira bütün bunlardan her biri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş eserler Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki; ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil değildir

    Ayasofya, (yavaş yavaş okuyacağım bu cümleyi, hece hece) Ayasofya, bir mananın zıt manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir Öbürleri belli başlı ruh içinde birer mekân da, Ayasofya mekân içinde ruh; zıt mekânda galip ruh Yeryüzünde çok kilise camiye ve nice cami kiliseye çevrilmiştir ama böylesi, tarihi şartları bakımından tektir.

    Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi ve Ayasofyayı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

    Tarihimizde daha nice zapt ve feth hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?.. Zira Fatih, bu davanın hakikisidir, öbürleri de taklididir.

    İmdi Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, İmperium Romanum, eski Roma İmparatorluğundan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türkü, binbir tarihî saik yüzünden cüceleştiriyorlar. 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini, 700 bin kilometre kare murabba ve fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar. Fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatihin o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik, kaynaşmış ve onun içinde kalıyor. Hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor. Ayasofya Türkün öz evi ve anayurdu içinde güya Türklerin eliyle manasından koparılıyor. Duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor.

    (Dinleyicilerin nümayişi üzerine: İçimizden heyecan. Ve fikir, bize o lazım)

    Artık o, basit bir taş yığınıdır bu şekilde. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor. Üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türkün, ruhuyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu Hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, Buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin! diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofyanın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana tarafımızdan aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden tıraş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldüren, yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâketten başka bir şey değildir. Böylece, Batı dünyasının bize içimizde, içimizdeki ajanları vasıtasıyla bize yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofyanın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar İçimizden yapanlara nispetle Milyonluk bir orduda, bir emirle, silahını herkes kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

    Ayasofyanın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türke İstiklal Savaşında, Türkü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve klik zihniyeti, Ayasofya ve Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır. Manada bu böyle

    Allah diyen bu millet, mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır.

    Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına hediye edilen milli kıymetler kutusu üzerindeki fiyongolu kurdeladır. Topyekûn, şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs davası!.. O kadar Batılılaştığımızı, (mahut tabirlerle) uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor musun? Bizim, kendimizi, kendimizden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor.

    O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı benimsemiyor; ismini taşıdığı Greko-Lâtin medeniyetinin piçleşmiş unsurunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord Byronın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti Türkün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özentisinde arıyor.

    Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye ve sahabet mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

    Bütün bu manalar Ayasofyaya bağlı Daha neler ve neler

    Türk İstiklâl Savaşının temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

    Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için örtülüyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için Şahsiyetsizliğin ceremesi Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Hana, onu baş düşmanı bildiği halde, hürmet ediyordu. Almanya imparatoru Wilhelm siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens Bismark, Abdülhamid nefretiyle doluyken, onu asrın en büyük siyaset dehası gösteriyordu.

    Eğer Abdülhamid, Ayasofyayı müze yapmak karşılığında bütün dünya hazinelerini kendisine vereceklerini söyleselerdi; nefretle reddeder, devleti değil hayatını almakla tehdit etselerdi son damla kanına kadar akıtmakta çekinmezdi. Dinsiz Volterin Allah Rasulüne ait, onun mukaddes has ismini taşıyan piyesini, Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bu işin harp sebebi olacağını Fransa hükümetinin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Handan başka kim olabilmiştir?

    O Abdülhamid Han ki; bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara İstanbuldan bahsettirmek yerine Akropol önlerinde ordugâh kurmakla cezalandırmıştır. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarının hayali, İstiklâl Savaşındaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde şahlanıp duruyor da; bizde onun iki gözünü birden çıkaracak enerjiden eser görünmüyor (Geliyor, geliyor diye bir dinleyici seslenince: Yok, yok Bekle burada da gelecek)

    Sebep? Sebep açık Dedik ki bütün manalar Ayasofyaya bağlı Ayasofyanın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofyayı kilitledirler

    Nasıl bütün yollar Romaya çıkarsa, Türk manevi kurtuluş davasının bütün meseleleri de Ayasofyaya ve onu müzeleştiren ellere çıkar.

    Ayasofya açılmalıdır. Türkün kapanık bahtıyla beraber açılmalıdır

    Ayasofyayı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh. Anlattık Ayasofyayı kapalı tutmak, Yunanlıya Ben yapamıyorum, sen gel de kendi hesabına aç! demekten farksızdır. Aman ya Rabbi, bizim camiden müzeye döndürdüğümüzü, onun müzeden kiliseye çevirmek istediğini açıkça görüyoruz da, ana yurt içindeki mukaddesat sembolünü nasıl asli heyetine getiremiyoruz! Ayasofyanın manasını, Yunanlı kadar olsun idrak edemiyoruz. O bizim müze yaptığımızı müze halinde istemiyor. Biz de ona ters cami yapalım demiyoruz, elimizde camiyken Dünyanın en korkunç hikmet noktası burası Bu meselede Yunanlıya olsun uymayı, Yunanlıdan ders alarak ona karşı durmayı anlayamıyoruz.

    Ayasofyayı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletlerde Afrikanın yamyam ülkelerine kadar aleyhimizde rey verdirip, kendileri güya müstenkif görünen Batılılara Artık benim hayat hakkım kalmadı! demektir. Zaten tasdik ediyorlar kalmadığını hayat hakkının Bu kadarını olsun kestiremiyoruz.

    Ayasofyayı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türkün semaları tutan lanetine hedef olmaktır. Hissedemiyorlar

    Ayasofyayı kapalı tutmak, Allaha sövmeye, Kurana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını esir etmeye denk bir suçtur. Niçin bu yakıcı, kavurucu, kül edici gerçeği ortaya dökemiyoruz.

    Buyrun döküyoruz!

    Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem; fakat Ayasofya açılacak!.. Türkün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofyanın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

    Ayasofya açılacak Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi, ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek

    Ayasofya açılacak!.. Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici aziz bir kitap gibi açılacak

    Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını mühürlediği Ayasofya, yine onların aynı şekilde mühürlemeye yeltenip hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş, açılacak!..

    Ayasofyayı, artık önüne geçilmez bu sel açacak

    Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın Her yağmurun arkasında bir sel vardır

    Hepimiz şöyle diyelim, O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isterim.

    Gençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır. Allah, mukaddes zatının ve resulünün dostlarıyla beraberdir...

    Necip Fazıl Kısakürek


  4. Geçen hafta Necip Fazıl Saygı Ödülü yazar, düşünür Nuri Pakdil'e verildi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ondan övgüyle söz etti, konuşmasının tamamını ayakta dinledi. Peki, Erdoğan'ın bu kadar saygı gösterdiği bu adam kimdir?

    İsmini yeni duyanlar onun klasik bir sağ-muhafazakâr aydın olduğunu zannederlerse yanılırlar. Nuri Pakdil dar bir kalıba sığdırılamayacak, aykırı bir adam. Sağcılardan çok solcular tarafından takip edilmesi de, kimi zaman Ece Ayhan'a benzetilmesi de bu yüzden...

    Nuri Pakdil, 1969-1984 arasında çıkardığı Edebiyat Dergisi ile bütünleşmişti. İlk bakışta sol bir dergi gibi duruyordu ama kullandığı dil farklıydı. Dönemi için devrim niteliği taşıyordu. Metinlerde öz Türkçe kullanılıyordu. Adalet Partisi'ne yakın muhafazakârlar da İslamcılar da dergiyi benimsememiş, hatta karşı çıkmıştı.

    Zaten kendini muhafazakâr değil devrimci olarak tanımlıyordu. Klasik Batı müziği dinliyor, Dostoyevski, Balzac gibi klasikleri okuyor, Fransızca'dan tercümeler yapıyor, tiyatro oyunları yazıyordu.

    Edebiyat Dergisi 1984'te kapandı. Nuri Pakdil de ortadan kayboldu. Tek bir fotoğraf karesi yoktu. Bir nevi efsaneleşti. Ta ki yakın zamanda tekrar keşfedilinceye kadar...
    Sultanahmet Meydanı'nda buluştuğumuz Nuri Pakdil, Nuri Pakdil gerçeğini anlattı...

    Necip Fazıl ödülü almak ne anlam ifade ediyor sizin için?
    Normalde ilkesel olarak asla ödül kabul etmiyorum. Daha önce verilenleri almadım. Fakat üstat Necip Fazıl'a derin saygım ve bağlılığım yüzünden bu ödülü özel olarak kabul ettim.

    ffuIJ_1416140780_5926.jpg


    Cumhurbaşkanı Erdoğan sizi ayakta dinledi. Ne hissettiniz?
    Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kardeşimiz alicenaplık gösterdi. Gerçekten ayakta dinledi konuşmamı. Ben de yürekten alkışladım kendisini. Teşekkür ettim.

    Peki, siz ideolojik olarak kendinizi AK Parti'ye yakın hissediyor musunuz?
    Hayır, AK Parti'ye karşı özel bir ilgi beslemiyorum. Sadece Türkiye'nin genel siyasi konjonktüründe AK Parti'nin savunulması gerektiğini düşünüyorum.

    Neden?
    Türkiye'de 1923'ten sonraki dönemin en iyi muhalif temsilciliğini AK Parti yaptığı için.

    Biraz açsanız...
    Efendim ben AK Parti'yi desteklemedim. Resmi öğretiyi savunan partiler karşısındaki tek güçlü parti olduğu için onu destekler gibi göründüm.

    "İKTİDAR MEŞRU BİR YOLDAYSA, ENTELEKTÜELLERİN ONA YARDIMCI OLMASI GEREKİR"

    Entelektüeller iktidarla nasıl bir ilişki kurmalıdır Nuri Bey? Muhalif olmalı mıdır?
    Entelektüellerin iktidara her şart altında muhalif olması yanlış bir şeydir. Eğer iktidar meşru bir yoldaysa, entelektüellerin de iktidarın bu meşru yolunda ona yardımcı olmaları gerekir. Tabii bu tamamen kişisel bir seçimdir. Entelektüellik illa apolitik olmak demek değildir. Ben sapına kadar politik bir insanım.

    Bugün iktidarla aynı fotoğraf karesi içinde yer almak sizi rahatsız etmiyor, klas duruşunuza da bir etkisi yok. Böyle mi düşünüyorsunuz?
    Gayet tabii. Efendim ben klas duruşumu her zaman koruyorum ve yaşatmaya devam ediyorum.

    Klas duruş nedir?
    Klas duruş, her şeyden önce mala mülke itibar etmemektir. Vicdanlı olmaktır. İlkeli olmaktır. Yazdıklarınızla yaşama biçiminiz arasında çelişki olmamasıdır. Her koşulda, doğru bildiğiniz şeyin arkasında durmaktır.

    Kendinizden hep devrimci olarak söz ediyorsunuz. Neye karşı nasıl bir devrim?
    İslamiyet'in hükümlerini egemen kılmak için devrim yapmak gerektiğine inanıyorum. Ona vurgu yapıyorum.

    "MUHAFAZAKÂR KESİM BENİ ANLAYAMADI"

    Muhafazakâr kesime yakın bir entelektüel olarak görülüyorsunuz. Bu sizin için doğru bir tanımlama mı? Nuri Pakdil muhafazakâr mıdır?
    Hayır, Nuri Pakdil muhafazakâr değil, devrimci bir insandır! Efendim beni muhafazakâr kesimden çok solcu ve Marksist kesim izlemektedir. Onlar okumaktadır. Muhafazakâr kesim benim anlatım yeniliğimden rahatsız oldu. Anlayamadı. Eksik yorumladı. Bu yüzden benden kopuktur.

    Muhafazakâr kesim sizin Edebiyat Dergisi'nde kullandığınız öz Türkçe girişimine de karşı çıkmış...
    Evet, muhafazakâr kesim öz Türkçe'nin solcular tarafından kullanıldığını söylüyordu. Oysa biz bu dili kullanarak solcuların elinden silahını almış oluyorduk. Onları da şaşırtıyorduk. Emekçi haklarını savunuyorduk. Mülkiyeti eleştiriyorduk. Muhafazakâr kesim bizi mülkiyet düşmanı olmakla suçluyordu. Halbuki ben kirli mülkiyete düşmanım, haram mülkiyete karşıyım. Tapulu mülkiyeti olmayan Nuri Pakdil Türkiye'de tektir!

    1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü'nü, kutsal üç ayların başlangıcını ve Regaip Kandili'ni aynı mesaj içinde kutlayabiliyorsunuz.
    Peygamber Efendimiz bir hadisi şerifinde "İşçinin hakkını alın teri kurumadan verin" buyurmuştur. Yeryüzünde işçi haklarını İslamiyet'ten daha iyi savunan bir düşünce yapısı yoktur.

    İşçi hakları konusunda muhafazakâr hükümetlerin eleştirilmesine ne diyorsunuz? Yeni maden kazalarında işçiler can verdi örneğin...
    Ben kendi adıma konuşuyorum, muhafazakâr hükümetler adına konuşmuyorum. Patronların işçilerin kanı ve canı üzerinden para kazanmasını şiddetle kınıyorum.

    VdaVq_1416140429_8198.jpg"NE SAĞCIYIM, NE SOLCUYUM; SADECE İSLAMCIYIM!"

    Sağdan çok sola yakın olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
    Batılı bölümlemeye göre yapılan tanımlarla konuşuyoruz. Buna göre solun beni sağdan daha çok okuduğunu söyleyebilirim. Aynı bölümlemeye göre anamalcılıkla özdeşleştirilen sağın beni kendine yakın görmemesinden ancak onur duyarım.

    Peki, siz kendinizi sola ya da sağa yakın konumlandırıyor musunuz?
    Hayır, ne sağcıyım, ne solcuyum; ben sadece İslamcıyım efendim! Özgürlükçü, emekten yana olan dinden yanayım.

    Marksizm ve komünizme yakın mıydınız?
    Yakınlık hissetmiyordum ama ilgiyle izliyordum.

    Sizi Marksistlerden ayıran neydi?
    Allah'ın birliğine iman ve onun kurallarınca mülkiyeti değerlendirme bilinciydi.

    Ne sağcılar ne de solcular anlayabilmiş sizi. Yalnız bir savaşçı gibiymişsiniz...
    Evet, hemen hemen öyleydim.

    Peki, ne oldu da İslamcılar şimdi keşfetti sizi?
    Valla bu benim dışımda oldu, bir şey diyemem ki... Belki Batılıların ve Batıcıların kültürel hegemonyasının zayıflaması bu sonucu doğurdu. Biz her zaman halkımızın kültür emperyalizminin etkisinden kurtulması için mücadele ettik.

    Nasıl karşılıyorsunuz? Biraz riyakârlık hissediyor musunuz?
    Olmamasını diliyorum.

    Tekrar popülerleşmeniz ne hissettiriyor?
    Hiçbir şey hissettirmiyor! (Gülüyor...)

    "1923, DEĞERLERİMİZDEN KOPMA DÖNEMİDİR"

    1923'ü tam olarak nasıl görüyorsunuz?
    1923 tamamıyla bir yabancılaştırma, değerlerimizden kopma dönemidir. 1923'ten 1950'ye kadarki dönem çok haşin bir şekilde yaşandı. "Allah" demenin bile yasak olduğu bir dönemdi. Çocukluğumda mahalle mektebinde hoca bize Kuran-ı Kerim öğretirken, baskına karşı biri kapıda nöbet tutardı. Korku içinde gidip gelirdik.

    Nuri Pakdil, Batılılaşma karşıtı mıdır?
    Nuri Pakdil, Batılılaşmaya ve Batı taklitçiliğine karşıdır. Batı'nın edebi değerlerinin, düşünce hareketlerinin okunması, incelenmesi taraftarıyım.

    "İSLAMCILARIN KAPİTALİSTLEŞMESİNİ KINIYORUM"

    Sık sık anti-kapitalizm vurgusu yapıyorsunuz. Bugünlerde Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın maliyeti çok tartışılıyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
    O konu eleştirildi, sanıyorum Tayyip Bey de cevap verdi, "Anlatıldığı kadar israf edilen bir durum yoktur" dedi. Ben tam bilmiyorum, mimar değilim.

    Muhafazakârların günümüzde hızla kapitalistleşmesi iddiası konusunda ne düşünüyorsunuz?
    Muhafazakârlıkla bir ilişkim olmadığı için, muhafazakârların nasıl bir serüven izlediğini de bilemem.

    İslamcıların kapitalistleşmesi desem...
    İslamcı kalarak kapitalistleşemezsiniz. Kapitalistliği İslamcılığa tercih edenleri de eleştiriyorum. Hoş bulmuyorum. Kınıyorum.

    Bu dönemdeki medeniyet ve mimari algısı sizi tatmin ediyor mu?
    Etmiyor efendim. Mimar Sinan'ın eserleri dururken taklit eserler yapılması üzüntü verici.

    "NECİP FAZIL YETERİNCE ANLAŞILMADI"

    Necip Fazıl son dönemde fazla idolleştiriliyor. İnsan olarak doğru değerlendirilebiliyor mu?
    Üstat maalesef yeterince anlaşılmadı. Sadece efsanevi bir şekilde anlatıldı. Onu sürekli yorumlamak ve anlatmak gerekiyor.

    Hiç eleştirdiğiniz bir yönü var mı?
    Çok müsrif bir insan oluşunu eleştiriyorum. Kendisine verilen maddi imkânları daha aklı başında kullanmalıydı. Har vurup harman savurmuş...

    "MUHAFAZAKÂR KESİM OKUMAZ, EDEBİYATLA İLİŞKİSİ YOKTUR"

    Öz Türkçe kullanma arzunuzun nedeni neydi?
    Dili yenileştirmek gerekiyordu. Divan edebiyatının diliyle yazı yazamazdık. Başka türlü yeni kuşaklarla nasıl iletişim kuracaktık?

    Milliyetçi refleksleriniz var mıydı?
    Hayır, bende asla milliyetçi refleks yoktur. Sadece İslami refleks vardır.

    Milliyetçi refleksiniz yok, İslami refleksleriniz var ama Osmanlı Türkçesine karşı çıkıyorsunuz... Kafamız karıştı...
    Eski dille artık yeni düşüncelerin anlatılması mümkün değildi. Ayrıca her nesil kendi dilini kendisi kurar. Yeni dil kurmazsa getirdiği edebiyatın da yeniliği olmaz. Biz de kendi dilimizi kurmaya çalıştık.

    Muhafazakâr kesim bunu bir sekülerleşme çabası olarak görüp karşı çıkmış...
    Muhafazakâr kesimin edebiyatla doğrudan bir ilişkisi yoktu ki! Hâlâ da yoktur. Muhafazakâr kesim okumaz pek.

    Peki, Sezai Karakoç'la, Mavera Dergisi'yle ilişkiniz nasıldı?
    Herkes kendi kulvarında en iyisini yapmaya çalışmıştır.

    Üzerine konuşmak istemiyorsunuz... Kırgın mısınız onlara?
    Konuşmak istemiyorum. O dönem benim için kapanmış ve bitmiştir.

    "TEK ULU ÖNDERİMİZ VARDIR, O DA HZ. MUHAMMED'DİR"


    "Küreselleşme ve kapitalistleşmeye karşı tüm yeryüzü, eninde sonunda, İslami düşünceye doğru, mutlaka evrilecektir" demiştiniz. Neye dayanarak güçleniyor bu inancınız?
    Allah'ın kanunlarına inanarak.

    Ama bugün İslam âleminin geldiği nokta ortada...
    Onların durumu önemli değil ki. Biz Ulu Önder'in söylediklerine ve İslam'ın değişmez kurallarına göre konuşuyoruz. Peygamber Efendimiz geleceğin Müslümanlara ait olduğunu vurgulamaktadır. Ben Peygamberimiz Hz. Muhammed'e "Ulu Önder" derim, bunun altını önemle çiziyorum.

    Atatürk'le karıştırılmasın sonra?
    Bizim tek ulu önderimiz vardır, o da Hz. Muhammed'dir!

    Atatürk'e karşı mısınız yani?
    Önceki sorunuzda, kimden yana olduğumu vurguladım.

    Anti-Firavunist derken de onu mu kastediyorsunuz?
    Beni okuyanlar, tanıyanlar kimi kastettiğimi bilirler.

    "ERDOĞAN YANLIŞ ANLAŞILIYOR"

    "Türkiye'de düşünce özgürlüğü hâlâ yok" demişsiniz.
    Çok daha özgürce konuşabilmeliyiz. Bir numaralı yönetici çok rahatlıkla eleştirilmeli. 5816 No'lu kanun yürürlükte olduğu müddetçe Türkiye'de düşünce özgürlüğünün olduğu söylenemez. Dünyanın hiçbir yerinde kanunla korunan adam yoktur. Her insan eleştirilebilmelidir.

    Ama bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da eleştiriye tahammül edemediği düşünülüyor.
    Hayır, o tahammül ediyor. Tamamen yanlış anlaşılıyor.

    "YEDİ GÜZEL ADAM'IN AĞABEYİ NURİ PAKDİL'Dİ"

    Yedi Güzel Adam'la yollarınız neden ayrılmıştı?
    İnanç ayrılığına düşmedik. Yolda giderken bazı aksamalar oldu ama sonra yine birleştik.

    Yedi Güzel Adam dizisini seyrediyor musunuz?
    Evet seyrediyorum. İlk bölümlerinde rahmetli Erdem Bayazıt ön plandaydı, gerçeği kısmen yansıtıyordu. Yedi güzel Adam'ın ağabeyi Nuri Pakdil'di. Sonradan düzeldi.

    "EFSANELEŞME BENİM DIŞIMDA"

    Edebiyat Dergisi'ni kapattıktan sonra Ankara'da bir meydanda kitaplarınızı topluca yaktığınız söyleniyor. Doğru mu?
    Bu da yanlış biliniyor. Yakmadım, Allah rızası için dağıttım.

    "Artık kitaplara ihtiyacım yok" diye mi düşündünüz?
    Benim kitaplarımı değil, Edebiyat Dergisi yayınlarından çıkan kitapları dağıttık.

    Dergi kapandıktan sonra ortadan kaybolduğunuz, efsaneleştiğiniz söyleniyor. Doğru mu?
    Benim dışımda bir efsaneleşme olmuşsa bu beni ilgilendirmez ki...

    Elinizi ayağınızı çekmişsiniz o dönem. Neden böyle geri çekilme ihtiyacı hissettiniz?
    Dinlenmek için biraz geri çekilmek gerekiyordu. Yine halkın içindeydim, dostlarla görüşüyordum.

    Uzun bir süre hiç fotoğraf çektirmemişsiniz.
    Alışkanlık meselesi, başka bir nedeni yok.

    HAHJB_1416140319_7493.jpgKOLUNDAKİ KÜNYENİN SIRRI:

    Nuri Pakdil sağ bileğinde üzerinde "NA" harfleri yazılı gümüş bir künye taşıyor. Hiç evlenmediğini bildiğim için anlamını sordum, sonunda anlattı. 28 yaşındayken çok güzel bir kadınla nişanlanmış fakat evlenmek nasip olmamış. Adının baş harflerini hâlâ kolunda taşıyor...

    Şiirlerinizin kimilerini 200 kez yazdıktan sonra kitaba aldığınız doğru mu?
    Doğrudur. Hiçbir abartı yoktur, yanlış yoktur, çünkü Nuri Pakdil'de yalan yoktur! Edebiyat Dergisi'ni çıkarırken, bir harf yanlış dizilse tekrar bastırırdım. Basımevi sonunda bizi reddetti!

    Peki, gündelik hayatınızda da böyle çok titiz bir adam mısınız?
    Dikkatli ve titiz bir insanım.

    Acaba bu yüzden mi hiç evlenmediniz?
    Nasip meselesi efendim...

    Peki, bana kolunuzdaki künyedeki "NA" harflerinin sırrını açıklayacak mısınız?
    (Gülüyor...) Şu kadarını söyleyeyim, güzel bir kızla nişanlandık, ama evlenemedik.

    Neden?
    Nasip... Bir söz vardır, "Gökyüzünde nikâh kıyılmamışsa, yeryüzünde o evlenme olmaz"...

    Kaç yaşında nişanlanmıştınız?
    Galiba 27 yaşındaydım.

    Onu bir daha gördünüz mü?
    Birkaç defa daha karşılaştık, evet.

    "EVDE DEVAMLI BEETHOVEN DİNLERİM"

    Pek çok tercüme yapmışsınız. Fransızca'yı nasıl öğrenmiştiniz?
    Ortaokul ve lisede Fransızcam çok iyiydi. Kızılay'da Fransız Kültür Merkezi'nde Sorbonne kuruna kadar yükseldim. Fransızca süreli yayınları da takip ediyordum.

    Klasik Batı edebiyatına ve müziğine ilginiz var.
    Evde devamlı Beethoven dinlerim. Ara sıra da Mozart...

    Muhafazakâr kesime yakın görülmenize rağmen, Enis Batur, Haydar Ergülen, Doğan Hızlan gibi karşı mahallenin şairleri ve yazarları da sizden hep övgü ve saygıyla bahsediyor. Bunu neye bağlamak lazım?
    Bu arkadaşlara saygı duyuyorum. Teşekkür ediyorum gösterdikleri ilgi için.

    Sizin o cenahtan sevdiğiniz isimler var mı?
    İnsanı anlamaya, yorumlamaya çalışan hemen hemen herkesi okuyorum ve seviyorum. Özel isim vermek hoşuma gitmediği için adlarını anmıyorum.

    2uLDh_1416140482_3197.jpgNURİ PAKDİL HAKKINDA BİLEMENİZ GEREKEN 10 ŞEY

    16 TANE MÜSTEAR İSMİ VARDI. Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi'nde yazanlara müstear isimler takmakla meşhurdu. Kendisinin de 16 farklı ismi vardı. En çok "Ebubekir Sonumut" adını kullanıyordu.

    PARAYI AYAKKABI İÇİNE KOYARDI: Bir dönem öğrencileriyle aynı evde yaşıyor ve her sabah ayakkabılarının içine bir miktar para ve küçük bir pusula koyuyordu. Pusulada öğrencilerin o gün kitap, dergi, sinema vs. için harcayacakları parayı tek tek belirtiyordu. "Parayı özellikle ayakkabılarının içine koyuyordum. Maksat parayı tahkir ve tezhip etmekti" diyor.

    NURİ PAKDİL RİTÜELLERİ: Gün içinde her dakika ve saniyede ne yaptığını kimlerle görüştüğünü not ediyor. Yakında "Pakdil'in Günlük Ritüelleri" adında yayınlanacak.

    SEZAİ KARAKOÇ'UN ADINI ANMIYOR: Uzun yıllardır konuşmuyorlar. Nedenini anlatmıyor. Sadece "O dönem benim için kapanmış ve bitmiştir" demekle yetiniyor.

    DOSTOYEVSKİ: En çok etkilendiği yazarlar Dostoyevski ve Balzac.

    BİTLİS VE PARİS: En sevdiği şehirler sırasıyla Mekke, Medine, Kudüs, Şam, İstanbul, Bitlis, Paris.

    Ankara'da yaşıyor ama Ankara'dan nefret ediyor.

    İstanbul'da en çok Beyazıt, Laleli, Zeytinburnu Merkezefendi'yi seviyor.

    Düzenli olarak Le Monde okuyor.

    Tiyatro oyunları yazdı. Umut adlı oyununu bir özel tiyatro grubu sahneye koyacak.

    ____________

    Kaynak : Habertürk

    http://www.haber7.com/tarih-ve-fikir/haber/1223518-ulu-onderimiz-tektir-o-da-hz-muhammeddir

    • Like 2

  5. İŞTE BÜTÜN SIR / RAPOR 4

    Birkaç sahife içinde koskaca bir tarih sentezi görmeyi ister misiniz?

    Buyurun:

    Bu yazıda, ve daha doğrusu bu terkibi dâva (şema)sı içinde, herbiri biner sahifelik hakikatlerin sadece kitap ve mevzu başlıklarını gösterir gibi, tarihimiz boyunca gelmiş büyük ve temel hâdiselerin iç yüzünü ve ruhunu çerçeveliyeceğiz:

    1__ İslâmlığı tam bir vecd ve aşk plânında temsil ve ona temessül edip o misilsiz kaynağın şevkiyle derhal bütün cihana hâkim bir kıymete ulaştığımız devir, Birinci Osman'dan Kanunî Sultan Süleyman'a kadar süren saltanat ve şevket çığırıdır. (Bunun böyle olduğunu herkes bilir ama, kimse bu tarzda mânalandırmaz.)

    2— Kanunî Süleyman, haşmet çığırının en zengin hengâmesine rastgelmiş büyük bir talih sahibi olduğu halde, selefleri ayarında büyük bir şahsiyet değildir. Onun devleti, Türk cemiyetinin en büyük devlet ânına tesadüf etmiş olmaktan ibarettir. Kanunî, muazzam bir hazır bulucu ve hazır yiyicidir. Nitekim onun, dünya çapındaki büyük dâvaya, keyfiyette ayrıca bir hamle katmaktan âciz, müstakil bir fatihlikten mahrum şahsiyeti, her türlü şatafat akınlarına ve kemiyet nailiyetlerine rağmen, Viyana önlerinde kakılıp kalması ve bu can noktasını fethedememesiyle de sabittir. Dâva, bu noktadan derinleştirilip merkezî ve esasî sebebe doğru götürülür ki, aşk ve imanımızın donmaya kabuk tutmaya başlaması, (Dekadans) devrinin açılması ve ruh küsufunun ilk defa görünmesi, Kanunî'den sonra değil, Kanunî ile beraberdir. Şeyhülislâmları ilk defa tâyinle makamlarına getiren ve her işi padişahın keyif ve iradesine bağlayan Kanunî devri, her türlü aldatıcı şaşaasına rağmen, hakikatte inhitat tarihimizin başıdır. (Bu noktayı ise kimse bilmez ve anlamaz. Tafsilâtı girift ve uzundur.)

    3— Kanunî'den sonra inhitat devrimizi, zatî seciye ve mizaciyle de örnekleştiren Şâh-ı Âlemin oğlu Sarı Selim, babasiyle başlamış inhitatımızı sadece fâşedici bedbaht ve hasta sultandır. Artık her sahada şanlı taarruz devrimiz kapanmış, mahzun ve perişan müdafaa çığırımız açılmıştır. Askerlikte müdafaa, hars ve irfanda müdafaa, fen ve marifette müdafaa... Avrupada teşkilatını bitirmek ve ilk mahsullerini devşirmek vaziyetine geçen (Rönesans) ve Hıristiyanî yeni ruh, her sahada üzerimize çullanmak ve intikamını almaya savaşmak üzeredir. (Bu nokta da tam bilinen tarihî hususiyetlerden değildir.)

    4— Artık inhitat ve müdafaa devrimiz, arada bir müstesna şahısların; dibe batan bir dalgıç nasıl topuğunu kumlara vurup bir lâhza için su yüzüne çıkmak isterse, öylece, münferit ve neticesiz olarak gösterdikleri hamlelere rağmen her devrede biraz daha derinleşe derinleşe, bundan tam 140 yıl evveline, yani «Tanzimat-ı Hayriye» ismini verdikleri harekete kadar devam eder. Tanzimat hareketi, bir türlü mânası kavranamayan Batı dünyasına karşı, bizim kaybolmuş veya kaybettirilmiş, mânalarımızın nereye gittiğini gizlemeğe memur o cereyanın ismidir ki, cellâdımızın evine ve merhametine sığınıp ve kendi Öz elimizle onun baltasını bileyip nefsimize hayat hakkı arayışımızı, böylece en feci iflâsımızı ihtar ve ilân eder. Hiçbir mütefekkir ve büyük sanatkâra mâlik olmayan bu devir, basit, sığ ve sadece ahmakvârî hayran politika adamlarının elinde, kuru bir bayrak muhafaza edip garba ruh sancağımızı teslim edişimizi çerçeveler. Bu devrin Mahmud-u Adlî, Abdülmecit, Abdül'aziz gibi sultanları birer zarif ve safdil kukla: Reşit paşa, Âli Paşa, Mithat Paşa, Şinasi, Namık Kemal gibi siyasî ve edebî şahsiyetleri de, adamına göre birer enayi veya hain oyuncaktır. Ayrıca hiçbir müsbet zekâ ve eser sahibi olmayan bu şahsiyetlerin hemen hepsi (Mason) dur; ve garp kapitalizma-Emperyalizma şebekesinin, memuriyetlerini bilen veya bilmeyen (piyon)larıdır.

    5— Bu felâketli gelişi ilk defa olarak görmüş, sezmiş ve ona göre her sahada muazzam bir müdafaa hareketine girişmiş olan ilk büyük Devlet Reisi İkinci Abdülhamit'tir. Kanunî Süleyman, kısacık boyuna rağmen nasıl Türk cemiyetinin zirve noktasına bastığı için en uzun boylu görünüyorsa, Abdülhamid de tasfiye günü yaklaşan cemiyetin en çukur yerine tesadüf ettiği için, dev cüsseli olduğu halde kısa boylu duruyor; ve onu tersinden uzun boylu göstermek isteyen hain propagandayı defaten tekzip edici bir eser ve şahsiyet sahibi görünmüyor. İşte bu harikalar harikası ince ve girift nasip, hakikatte Abdülhamid'in Türk Padişahları arasında, belki en büyük üç şahıstan biri olduğunu gizlemektedir. Mazhariyeti mahrumiyet, sadakati hiyanet ve bunların tam tersi olarak Öldürücülüğü ihya edicilik diye gösteren tarih ve ruh kalpazanlığından da Abdülhamid'e ayrı bir fazilet payı biçilecek olursa, o vakit kendisini Türk tarihinin en ulvî Devlet reisi olarak değerlendirmek icap eder. (Büyük Doğu'nun 40 yıllık tarihî tezi olan ve hudutsuz vesikalara istinat eden bu hakikat ise, meçhul olmak şöyle dursun, tam tersiyle öğretilmekte ve altı üstüne getirilmeğe muhtaç bulunmaktadır. Ulvî ve mazlum Abdülhamid'in şahsiyetinde öyle bir düğüm gizlidir ki, bu düğümün çözülmesiyle beraber, sahte inkılâplarımızın ve millî kahramanlar şeklindeki vatan hainlerinin baştan başa iç yüzleri meydana çıkacaktır. İşte bu yüzdendir ki, bu dâvadan, Yahudisi, Masonu, Avrupalısı, züppesi, şahsiyetsizi, dinsizi, imansızı, lâfta terakkiperveri, sözde hürriyetçisi, eyyamgüderi, dalkavuğu, şusu, busu; hâsılı mahrum ve münzevi hak âşıklarından başka herkes, müştereken gocunur ve bu bahsi açmayı yasak eder.)

    6— Bütün sebep ve neticeleriyle ilerleye ilerleye devam eden Tanzimatın ikinci hareketi Meşrutiyet inkılâbıdır. Bu inkılâbı yapan İttihat ve Terakki Komitesi de, içlerinden her nükteden habersiz bazı sâf idealistlere rağmen, baştan başa (Mason) ve Yahudinin uşaklarıdır. İkinci Abdülhamid'in haliyle ve sırf bu velî çapındaki kan dökmek istemeyişinden faydalanarak inkılâbını yapan İttihat ve Terakki, bütün siyaset, fikir, sanat ve edebiyat kadrosiyle bu vatanı (Kaos) a götürmenin memuriyetini birkaç sene içinde tamamlamış; ve kendisini bu imha işine gizlice memur kılan Avrupanın, bilâhare onu düşman safında yer almaya zorlayıp Türk vataniyle beraber yok etmek istediğini fark etmeden, son vazifesini, Almanya safında Birinci Dünya Harbine girmekle mükemmelen yerine getirmiştir. (Bu hakikat de, topraklarımızın altındaki madenler ve kalblerimizin mihrakındaki sesler kadar meçhulümuzdur.)

    7— Millî Kurtuluş Hareketi, artık tasfiye saati çalan Türk cemiyet ve şahsiyetinin, her şeye rağmen bütün bir tarih boyunca gelen iman ve hayat şevk ve iradesiyle kendi kendisini kurtarmak için ruhunda hazır tuttuğu bir hamledir. Bu hamleyi nefslerine mal edenlerse, onun ruhuna tam zıt bir seciye belirten ve Tanzimattan beri hiçbir zaman misline rastlanmamış mikyasta ruhumuzun Garba teslim etmek kararını besleyen bir hiziptir. Bu hizbin, yüzlerine bir «suret-i hak» maskesi takıp dâvayı aziz gösterdiği ilk devirlerin gerçek kahramanlarından Mersinli Cemal Paşa, Ordu Kumandanı Nureddin Paşa gibi şahsiyetler ve daha nice isimli ve isimsiz hüviyet, hakikatte, Millî Mücadeleyi bizzat ve ilk defa olarak hazırlamış olmanın da şeref hissesine mâliktirler. Nihayet, sadece Allah'ın lûtfu ve Türk milletinin yok olmamak cehdiyle muvaffak olunan hareket, semeresini vereceği zaman derhal bu hizip vaziyete hâkim olmuş; İsviçre'de Türk mukadesatını ve iman kökünü Batı hegemonyasına satmak suretiyle her vasıf dışı bir istiklâl sağlamış; ve ondan sonra güya madde plânında kurtarılmış olan Türk, ruh plânında ve doğrudan doğruya sayelerinde imha edilmek istenmiştir. Kurtaran ve ilk defa kurtarmayı düşünen ve ona teşebbüs eden kendileri olmadığı halde, faraza kendileri olsa, bu kurtarıcılığı takip edici devrede gayenin büsbütün öldürmek için kurtarmak olduğu meydana çıkınca bu kurtarıcılığa, kurtarıcılık mı, öldürücülük mü ismini takmak lâzımdır? Böyleyken, tam 27 yıl boyunca, Allah'tan esirgenen saygı ve korku, birtakım put şahıslara ve mefhumlara karşı zorla besletilmiş, yeni nesiller bütün bir tarih ve hakikat tahrifçiliği metodiyle yetiştirilmiş, insanlık hayatının hiçbir devrinde görülmedik bir hak ve hakikat zalimliği edası altında, (Tabu) şahıslar ve mefhumlara dair ne lâf söyletilmiş, ne de Allah ve Peygamber, din ve ahlâk, tarih ve an'ane, millet ve dâva, lisan ve irfan gibi, çingenelerin bile en aziz meseleleri olan dâvalara el sürdürülmüştür. Böylece Tanzimat, üstelik ona ve onun devrelerine güya zıt bir plânda, hem de bütün bir kurtarıcılık, yoktan var edicilik ve aksini düşüneni idama sürükleyicilik cüretiyle, bir asır evvelki gizli müessirinin gayesini, 1923'ten itibaren nihaî mikyasta devşirmeye başlamış ve bunun ismine «el sürülmez ve dil uzatılmaz inkılâp» denmiştir. Daima sahte ve köksüz, binaenaleyh olması olmamasından daha zararlı birkaç madde donatımından başka, 1923-1950 arası ne yapılmışsa, Türk milletini, ruhta, ahlâkta, irfanda, tarihte, fikirde, sanatta, sıhhatte, millî benlikte, şahsiyette, bir daha dirilmemecesine vurmak için yapılmıştır. (Ve bu hakikat, idrakiyle beraber Türk milletine gerçek inkılâp yollarını bir lâhzada açacak kadar feyizli ve o nisbette uzaklara ve meçhullere kaçırılmış ana gerçektir.)

    Bu teşhis ve tespitlerin hedefi Atatürk değil, onu halkalayan ve yorumlayan hiziptir... Atatürk apayrı bir mâna belirtir. O, bu dairenin dışındadır.

    8— Nihayet, tek gayesi bizi bu hale getirip bütün tarih ve ruh şahsiyetimizle yerin dibine geçirmek olan Batı dünyası, kendisinin de tahmin edemediği ve zaten edemiyecek olduğu siyasî ihtilâtlardan sonra, ruh ölüsünün de bu derecesine tahammül edemiyeceği için, sonunda bir istibdat emriyle bize cebrî ve kısmî bir hürriyet (ültimatom)u vermiş; ve o yüzden, bildiğiniz son 19 yılın, simsiyah bir rengi kahverengiye ve buz kütlelerini çamura döndüren imkân ve istidat şartları doğmuştur. Peşinden bugünkü (kaos)...

    9— Ama sıra (Büyük Doğu)ya gelmiştir! Onun yoğurduğu yeni kuşağa......


  6. FİLİSTİNLİ SEVGİLİ

    Gözlerin bir diken
    yüreğe saplanmış,
    çıldırasıya sevilen,
    işkencesine dayanılamayan.
    Gözlerin bir diken,
    rüzgârdan koruduğum,
    ötesinde acıların, gecelerin,
    derinlere sapladığım.
    Kandiller yanar ışığınla,
    geceler dönüşür sabaha.
    Bense unuturum birden,
    – göz rastlar rastlamaz göze-,
    yaşadığımız bir vakitler
    kapının ardında
    yanyana.

    *
    Şakırdın sanki konuşurken.
    İsterdim konuşmak ben de.
    Dudaklarda hayır mı kalmıştı ki,
    O bahar gibi dudaklarda!

    Sözlerin
    güvercin gibi
    yuvamdan
    uçtu gitti.
    Kapımız,
    sonbahar kadar sarı
    basamakları ardından
    fırladı gitti
    canının çektiği yere.
    Aynalar oldu paramparça,
    yığıldı içimize
    acı üstüne acı.
    Topladık sesin küllerini
    getirdik bir araya.
    Böylece söyler olduk
    acılı türküsünü yurdumuzun.
    Hep birlikte sazın bağrına
    ektik bu türküyü,
    evlerin damlarına taş fırlatır gibi
    fırlattık attık bu türküyü,
    alın, dedik,
    sancıdan kıvranan kalplere.
    Oysa her şeyi unuttum ben şimdi.
    Ya sen, ya sen, sevgili,
    sesini kimselerin bilmediği!
    Belki de gidişindir senin
    ya da susmandır
    sazı paslandıran.

    *
    Dün seni limanda gördüm,
    yapayalnız, yolluksuz yolcu.
    Bir yetim gibi sana doğru koşuyordum,
    arıyordum sanki yaşlı anamı.

    Nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı
    kapanır bir hücreye ya da bir limana,
    nasıl saklanır gurbet elde
    ve yemyeşil kalır?
    Yazıyorum not defterime:
    Limanda durakaldım…
    En dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya,
    doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz.
    Ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım.

    *
    Seni yalçın dağlarda gördüm,
    kuzularınla, kovalanan çoban kızı.
    Sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında.
    Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.
    Ey gönül! Ey gönül!
    Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,
    pencere, taşlar ve çimento
    Kalbimin üzerinde.

    *
    Seni su testilerinde gördüm,
    buğday başaklarında,
    yıkık dökük, parça parça, unufak.
    Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
    sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.
    Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.
    Dudaklarıma ses olacak yel sen.
    Ateş ve akarsu sensin.
    Gördüm seni bir mağaranın ağzında
    yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

    Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,
    kaynayan kanında güneşin.
    Ve ahırlarda…
    Ve bütün tuzlarında denizin.
    Ve kumlarda…
    Toprak gibi güzel,
    yasemin gibi,
    ve çocuklar gibi.

    *
    Ve ant içerim ki,
    bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
    gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
    ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
    “Bir Filistin vardı,
    bir Filistin gene var!”

    *
    Gözleriyle Filistin,
    kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
    adıyla sanıyla Filistin.
    Düşlerin Filistin’i ve acıların,
    ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
    sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
    ve çığlıkların.
    Ölümün ve doğumun Filistin’i,
    taşıdım seni eski defterlerimde
    şiirlerimin ateşi gibi.
    Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
    Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
    inlettim senin adına koyakları:

    Sakının hey
    kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!
    Benim gençliğin yüreği!
    Benim beyaz kanatlı atlı!
    Benim yıkan putları!
    Kartalları tepeleyen şiirleri benim eken
    tüm sınırlarına Suriye’nin!
    Zalim düşmana bağırdım, ey Filistin, senin adına:
    “Ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!”
    Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,
    yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!
    Ben barbarların atlarını iyi bilirim.
    Bir ben dururum onların karşısında,
    bir ben,
    gençliğin yüreğiyim her daim,
    yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların.

    Mahmud DERVİŞ


    Erdoğan, Filistin'li Büyük Elçiler Konferansı'nda bir kısmını okumuştu:

    https://www.youtube.com/watch?v=qP8ZJjfL1O0


  7. Bizim eksikliğini gördüğümüz ve hasretini çektiğimiz hareketse, herhangi bir rejimi kanun dışı yollarla devirmeyi hedef tutan bir iş ve aksiyon çalışması değil,ona, her an, her şeye muktedir bir “Efkar-ı umumiye” yaşadığını hissettiren,asla nöbet yerini bırakmayan ve ancak kanun tepelendiği zaman kanun yollarını düşünmeyecek olan içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasya, getirdiği prensiplerle ,icap ederse kendi kendisini tepeletmek yolunu da açık bırakan ve bu yolu hiçbir pahaya ve hiçbir fert ve zümreye kapattırmayan telakki ve teşkilatın ismidir ve sadece içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasyanın tam hakkını isteyerek, kanun yoluyla, fakat sonuna kadar tam hareket ruhunu elde etmedikçe, “ukde-i hayat” ımızda bütün canımız emilecektir!Biz, kanuna aykırı şekilde “İslamı getirin!” demiyoruz; “Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!” diyoruz.

     

    Soru şu: 'Milli İrade', 'her şeye muktedir bir Efkar-ı Umumiye'yi doğurabilecek mi?

     


  8. ÖLÜ VAKİTLERİ YAŞAMAK İHTİYAR EVLERDE

    Duvarları çatlak
    Tavanı dökülmeye hazır
    Temelinde bitlerin karıncaların ince bacaklı böceklerin
    gezindiği
    İhtiyar evlerde
    Zamanı çekip üstümüze
    Örtüyoruz kirli ve açık yerlerimizi.

    Bir şey mi var
    Sandık diplerinde saklanan merdiven altlarında
    unutulan
    Ahır köşelerine atılmış paslı çivilerine asılmış duvarların
    Nedir bizi bağlayan bütün bunlara ve geçen zamana.
    Siz oturdunuz mu hiç kıldan ince uçurumlarda
    Biz yatıyoruz her gün beli bükülmüş duvar diplerinde
    Uykumuz ürkek ceylanlara benziyor
    Bazan yorgun taylara.

    Biz sessiz ve kaygan zaman üstünde
    Unutmuş ve aldırmaz görünüyoruz
    Gıcırtılı merdivenlerden çıkan ölümü.

    Biliyoruz işliyor saat tıkır tıkır
    Her yerde ve her şeyde
    Sesini çizerek sonsuzluğa
    Tıkırtıların kımıltıların ve uzayan ağaçların.

    Ve aklın dar yalnızlığında.

    Erdem Beyazıt
    Maraş , 1958


  9. Mahmud Derviş'in kendi sesinden "Ey Eğreti Sözcükler Arasında Yürüyenler!" şiirinin tamamı ve tercümesi:



    Ey Eğreti Sözcükler Arasında Yürüyenler!

    I
    Ey yürüyenler
    Eğreti sözcükler arasında!
    Sırtlanın isimlerinizi, çekip gidin
    Saatlerinizi çekin zamanımızdan, çekip gidin
    Denizin maviliğini, belleğin kumlarını
    Çalın dilediğinizce çalın
    Dilediğinizce fotoğraf çekin ki anlayın
    Anlayamayacağınızı
    Toprağımızdaki bir taşın
    Nasıl öreceğini göğün çatısını...

    II
    Ey yürüyenler
    Eğreti sözcükler arasında!
    Sizden kılıç, bizden kan
    Sizden çelik ve ateş, bizden et ve can
    Sizden yeni bir tank, bizden taş
    Sizden gaz bombası, bizden yağmur
    Bizim üstümüzde de sizinki gibi gök ve hava
    Hissenizi alın kanımızdan, çekip gidin
    Danslı yemekli bir akşam partisine gidin
    Bize düşen korumaktır şehitler gülünü
    Bize düşen yaşamaktır dilediğimizce

    III
    Ey yürüyenler
    Eğreti sözcükler arasında!
    İğrenç tozlar gibi dilediğiniz yerden geçin ama
    Uçan haşarat gibi dolaşmayın aramızda!
    Yapılacak işlerimiz var toprağımızda
    Buğdayımız var yetiştireceğimiz
    Bedenimizin teriyle sulayacağımız
    Sizi hoşnut kılmayacak şeylerimiz var burada:
    Bir taş ya da bir keklik
    Alın maziyi, dilerseniz çıkarın elma pazarına
    Dilerseniz sedef bir sini içinde
    Mabed-i Süleyman’ı geri verin Hüdhüd’e
    Bizimdir sizi hoşnut kılmayacak şeyler: Bizimdir yarınlar
    Yapılacak işlerimiz var toprağımızda

    IV
    Ey yürüyenler!
    Eğreti sözcükler arasında!
    Yığın kuruntularınızı boş bir çukura, çekip gidin
    Ayarlayın akrebini zamanın
    Kutsal buzağının meşruiyetine
    Ya da tabanca müziğinin vaktine!

    Bizimdir sizi hoşnut kılmayacak şeyler, çekip gidin
    Bizimdir sizde olmayanlar: Halkı kan ağlatan bir vatan
    Nisyâna ya da belleğe yaraşan bir vatan
    Ey yürüyenler!
    Eğreti sözcükler arasında!
    Nerede isterseniz orada oturun
    Ama oturmayın aramızda.

    Geldi artık çekip gitme zamanınız
    Nerede isterseniz orada ölün ama ölmeyin aramızda
    Yapılacak işlerimiz var toprağımızda
    Burada bizimdir mazi
    Bizimdir hayatın ilk sesi
    Bizimdir bugün, bizimdir gelecek
    Burada bizimdir dünya ve ahiret

    Çıkıp gidin toprağımızdan
    Denizimizden, karamızdan
    Buğdayımızdan, tuzumuzdan, taşımızdan
    Defolun her şeyimizden!
    Defolun
    Belleğimizdeki anılardan
    Ey yürüyenler eğreti sözcükler arasında!

    Mahmud Derviş

  10. Üstada ait olduğu kesinleşenler:

    -Biz, içimizden bu kadar perişan hale getirilmeseydik, dışımızdan bu hürmetsizliğe uğramıyacaktık.

     

    -Atomu çatlatan fizikçinin madde üzerinde çektiği çile, bizim, ruh atomunun infilâk noktasını bulmak için çektiğimiz çilenin yanında çocuk oyuncağı...

    -Gel beri, kurtuluş ordusunun tuğu ol!

    Hürriyet mi dileğin, Allahın tutuğu ol!

    -Allah, ızdırabını çektirmediği şeyin, nimetini vermez!

    -Ferhat'ın sevgilisine kavuşmak için deldiği dağ,

    Benim devirmek borcunda olduğum nefse göre bir kum tanesi...

    -Sabır çekilen şeyi duymamak değil, ona dayanmayı bilmektir.

     

    -Bakarsanız yüzde doksan dokuz Müslümanız. Ben bunlara musalla taşı Müslümanları diyorum. Evet, musalla taşında yüzde doksan dokuzumuz Müslüman...

     

    -Kalk arkadaş, gidelim!
    İnsanın unuttuğu
    Allah'ı zikredelim... (Şehirlerin Dışından şiirinden)

    -Öyle insanlar vardır ki, lağıma düşseler lağımı pisletirler.

     

    -Çatla, patla, kudur, tepin! Zira sen bugünü kazansan bile biz yarını mutlaka fethedeceğiz.

    -Ne İran'ı örnek bil, ne Libya'yı, ne Fas'ı ! Gereken petrol değil, gerçek İslâm kafası (Öfke ve Hiciv)

     

    -Harcadınız İslam'ı, yerde sürüklediniz!

    Yıkıldınız ve suçu kadere yüklediniz! (Öfke ve Hiciv)


  11. Yönetimin onayladığı, ilk sayfadaki Ait Olmayan Sözler Listesi'ne eklenen yeni asılsız sözler, buyrunuz:

    -Biz; ayakları şişene kadar namaz kılan Peygamberin, gözleri şişene kadar uyuyan ümmetiyiz...

     

    -Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için,

    dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir.

     

    -Gençliğine güvenip vakit çok erken derken

    Belki elveda bile diyemezsin giderken...

     

    -Ne gelirse başımıza Hakk'tandır...

    Fakat geliş sebebi Hakk'tan ayrılmaktandır...

    -"Bir "hoşçakal"a sığdırdı beni, yere göğe sığdıramadığım."

     

    -"Sakın ola köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı deme, olurya tam yarı yolda köprü yıkılıverir. Öteki tarafa ayının yeğeni olarak gidersin."

     

    - "İki Çeşit İnsan Vardır ! Zaman Geçtikçe Hatalarıyla Yüzleşen, Zaman Geçtikce Yüzsüzleşen !"

     

    - "Başörtüsü Bilime Engelmiş.! Siz Uzaya Mekik Gönderdiniz de, Başörtüsüne mi Takıldı?"

     

    - "Dünyada bin yıllık tarihi silinen ve o günü bayram olarak kutlayan başka bir millet daha yoktur."

     

    - "Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiçbir şey bizim değil"

     

    - "Var mı Allah'tan yukarı, kabirden aşağı..?

    Toparlan ruhum gidiyoruz; sen yukarı, ben aşağı..!"

     

    - "Kadın Mezarlığa Girerken Başını Kapıyor, Dışarı Çıkarken Açıyor, Ölüye Karşı Kapayıp, Diriye Karşı Açmak Akıl Almaz."

     

    - "Bu ülkede biri size; çağdışı, yobaz, gerici, eski kafalı, deli, aşırıcı diyorsa emin olun ki doğru yoldasınız."

     

    -"Moda, Cehennemde bir oda.."

     

    - "Arsızlığa cesaret, zinaya aşk dediler. Bir neslin ahlakını, işte böyle yediler!"

     

    - “Geminin tek kaptanı olur, gerisi mürettebattır. Kalbin de tek sahibi olur, gerisi teferruattır…”

     

    - "Her kahkahanda Allah'a teşekkür etmiyorsan, Neden her ağladığında O'na kızıyorsun?"

     

    - "Çok sıkıldıysan hayattan, bir mezarlığa git. Ölüler iyi bilir ; Yaşamak güzeldir."

     

    - "Herşeyin İlacı Zaman Diyenler... Bir de Bu Kelimeyi Tersten Okumayı Deneseler..."

     

    - "Tanrı sizi korusun, bizi Allah korur."

     

    -"Denildi mi bir yerin adına "Türk" beldesi, Gözüm al bayrak arar,kulağım ezan sesi..."

     

    -"Ben Konuşmaktan Değil, Dinlemekten yoruldum"

     

    -Makyajı abdest olan bir kadının hayatıda güzeldir, hayasıda..

     

    -Secde görmemiş alnın alınyazısı olmak istemem.

     

    -Örtü şuuruyla takılmadığında da Allah katında bir değeri olsaydı, Cennetin baş köşesine rahibeler otururdu.

     

    -Öz anne-babasını huzurevine gönderip, evde kedi köpek besleyen insanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz...

     

    -Yaprak sıkılmıştı ağaçtan, bahane idi sonbahar...

     

    -Bak da ibret al yere düşen yaprağa,

    eskiden o da yukardan bakardı kara toprağa...

     

    -İnsan namaz kılarsa,

    Namaz da insanı insan kılar.

     

    -Parası olan pazardan,

    İmanı olan mezardan korkmaz!

     

    -Hayatta üç çeşit insandan korkacaksın;

    Dağdan inme, dinden dönme, sonradan görme!

     

    -Bazı insanlar alçak gönüllüdür, bazıları ise alçak olmaya gönüllüdür.

     

    -Ya İslâm'da erirsin
    Ya inkârda çürürsün
    Yol mezarda bitmiyor
    Girdiğinde görürsün. (Abdurrahim Karakoç'a aittir)

     

    -İnsan, büyük bulmaca, çözmeden öleceğim…

    İnsan bulsam inan ki , alnından öpeceğim!

     

    -İnsanın sevdiğini kaybetmesi, dişini kaybetmesi kadar ilginçtir.

    Acısını o an yaşar, yokluğunu ömür boyu.

     

    -Kişiye göre davranacaksın, küçükle küçük olacaksın hatta;

    Ama seviyesizin seviyesine inecek kadar düşmeyeceksin hayatta...

     

    -İnsanlar ikiye ayrılır: vaktini "beşe" ayıranlar, vaktini "boşa" ayıranlar...

     

    -"Şah" damarına bakmayı "akıl" edemeyenler Allah'ı hep gökyüzünde aradılar.

     

    -Hayvandan insana dönen yoktur ama,

    İnsandan hayvana dönen çoktur.

     

    -Dualarımda özgür biri olduğumu hissediyorum... Bir ben, bir de beni bilen...

     

    -Hayat dediğin Allâh için değilse,

    Ne çıkar hayat önünde eğilse.

     

    -Bir lastik yuvarlak, 3 manyak, 22 dangalak, bir yığın avanak...

     

    -Benim dünyam namazımı kıldığım yer kadardır.

     

    -Batı'ya özene özene, özümüzü kaybettik. Oysa biz, Batı'nın hayranlıkla izlediği, gıpta ettiği bir medeniyet idik...

     

    -Dün çimen benim ayaklarımın altında idi. Bu gün üstümde bitiyor, Görüyor musun? Toprak günahlardan başka herşeyi örtüyor!

     

    -Sonunda 'eyvah' diyeceğin şeylere başında 'eyvallah' deme. Pişman ol, fakat pişman ölme.

     

    -Öyle birine Ata de ki Peygamber övgüsü almış olsun.

     

    -Güzele bakmak değil, güzel bakmak sevaptır.

     

    -Savaşın ortasında komutansız kalmaktır Babasız kalmak...

     

    -Helal ile beslersen çocuğunu hürmet ile öder borcunu,

    Haram ile beslersen o'nu hakaret ile öder borcunu!

     

    -Konuşsam dilim yanar... Sussam kalbim…

     

    -Dostlarımı hiçbir zaman satmadım, çünkü hepsi beş para etmez çıktılar.

     

    -Ömrün ilk yarısı; ikinci yarısını beklemekle,

    İkinci yarısı da; ilk yarısının hasretiyle geçer.

     

    -Yalan söylemek beceri ister. Biz de becerikli insanlara aşık oluruz.

     

    -Ölümüz dirimiz. Her gün birimiz.

    Bir gün hepimiz. Hakk'a gideceğiz...

     

    -Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen;

    Hem yolunu kaybedersin, hem dostunu!

     

    -Armut deyip geçmeyin, onun ilk hecesi çoğu kişide yoktur!

     

    -Uygarlığa engelmiş takke, türban, cübbeler...

    Bize yobaz diyor hippi, ayyaş, züppeler!

     

    -Hayatımda biri yok,

    Birinde hayatım var diyebilmektir Aşk.

     

    -Ne senden rüku artık, ne de benden kıyam...

    Bundan sonra.. Selamun aleyküm, Aleyküm selam.

     

    -Namaz; adım bile atmadan 'Sevgili'ye yürümektir.

     

    -İnsanın kazandığı paradan değil,

    Paranın kazandığı insandan kork!

     

    -Benim bir tanrım yok Allah'a çok şükür.

     

    -Orta Doğu'nun gayri meşru çocuğu; İsrail! Döktüğün kanda boğulacaksın!

     

    -İnsanı olgunlaştıran yaşı değil, yaşadıklarıdır...

     

    -Gerçek bir dosta sahipsen, dünya'nın geri kalanına ihtiyacın yoktur.

     

    -Tövbe kapısı açık dediysek, yeni günahlara koşman mı gerek?

     

    -Ali! hoca as,

    Sabiha bomba at,

    Kazım rahat dur,

    Fethi partiyi kapat,

    İsmet tuzu uzat,

    Öyle işte...

     

    -Evdeki hesabımız bile çarşıya uymuyorken, ahiret hesabımızın vay haline!

     

    -Ne gariptir ki toplum olarak, yüreği kör olana değil de gözü kör olana acırız.

     

    -Şimdi Fatih kalksa mezarından, Ne ben O'nu tanırım ne O beni tanır.

    Ama İstanbul'u Bizanslılar almış deyip bir daha savaşır.

     

    -Japonlar kendi alfabeleri ile 3000 yıl önce yazılmış bir kitabı okuyabiliyorlar. ... İngilizler kendi alfabeleri ile 1200 yıl önce yazılmış olan bir kitabı okuyabiliyorlar. ... Bizler 100 sene önce ceddimizin yazdığı bir kitabı okuyamıyoruz !?

     

    -Ölüden mektup gelmiş, diri okur anlamaz.

    Sorsan herkes Müslüman! Ne şükür var ne Namaz...

     

    -Haram kazanılan aş, aştan sayılmaz.

    Hak için akmayan yaş,yaştan sayılmaz.

    Kişi başım var diye övünmesin;

    Secdeye varmayan baş, baştan sayılmaz

     

    -Kafire karşı ELİF gibi dimdik ,ALLAH'a karşı VAV gibi eğilirim.

    -Kadın Olmak ” Her erkekte bir parça bırakmak değil,bir erkekte bütün olabilmektir.” Erkek Olmak” Mükemmelliğini bir çok kadında ispat etmek değil,tek bir kadına mükemmeli yaşatabilmektir.

     

    -Rabbin huzuruna biçare giden, bin çareyle döner.

     

    -Veren de O, alan da O, nedir senden gidecek?

    Telaşını gören de can senin zannedecek.

     

    -Ölüm bir saniye kadar yakınken, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın alemi ne?

     

    -Ey şehr-i Ramazan, geldinde gidiyorsun öyle mi?

    Seni tutmayanlar, sana tutunamayanlar düşünsün sonunu..

     

    -"KARINCAYI BİLE İNCİTMEYECEĞİM" DEME. "BİLE" SÖZÜNDEN KARINCA İNCİNİR

     

    - Uğruna ölmekse eğer seni yaşatmak, bin defa ölürüm de adına leke sürdürmem. Gururdur, namustur 'BAYRAK' Aksa da kanım korkma; haini güldürmem...

     

    -"Ezanları Duyduğunda şükretmeyen bir Gönül taşıyorsan yüreğine bir Sela Oku !"

     

    -"ÜSTADA Sormuşlar...AŞK'la SEVDA Arasındaki Fark Nedir...? Üstad Cevap Vermiş AŞK Hevesin Bitene Kadar... SEVDA Nefesin Yetene Kadar."

     

    -"Yıkılasın ey israil ! Enkazını göreyim . Sana ülke diyenin yüzüne tüküreyim."

    • Like 1
×
×
  • Create New...