Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mütereddid

Admin
  • Content Count

    625
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    70

Posts posted by mütereddid


  1. YİNE SURİYE (1-2-3)

     

    Suriye'de yaşananlar bağlamında, mazlumun yanında zalimin karşısında durmamız gerektiğini yazdıkça/söyledikçe bazı okuyucuların ithamkâr tutumlarıyla karşılaşıyorum. Suriye muhalefetini birleştiren bu mesele bizi birbirimizden ayırıyor. İçler acısı bir durum…

     

    Şu anda Suriye'de olanları "ABD/Batı oyunu" olarak niteleyenlerin hareket noktaları şunlar:

     

    1. Bölgede öteden beri bilinen ve adım adım uygulamaya konulan bir BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) var. Suriye olayları bu planın bir aşamasından başka bir şey değil. BOP'un nihai hedefi ise büyük İsrail.

     

    2. Merhum Hocamız yıllar evvel bu gerçeğe işaret etmiş ve İsrail'in Avrupa Birliği'ne üye yapılması hedefinin gerçekleşebilmesi için önce Suriye'nin bölünüp bir kısmının İsrail'e verilmesi, arkasından Türkiye sınırları içindeki bazı yerlerin de Arz-ı Mev'ûd ideali çerçevesinde İsrail sınırları içine dâhil edilmesi; böylece Avrupa Birliği'ne tam üye olmuş bir İsrail ve onun bir "vilayeti" konumunda kalacak Türkiye'nin de ona tabi kılınması hedeflerine dikkat çekmişti.

     

    3. Suriye'de yönetime kaşı ayaklananları Batı silahlandırıyor ve destekliyor.

     

    4. Suriye'de kardeş kardeşi öldürüyor. Bu bir "fitne"dir ve bu fitneye alet olmamak gerekir.

    Bu argümanları sırasıyla ele alacak olursak;

    1. Bölgede ABD tarafından hayata geçirilmeye çalışılan bir BOP olduğu, BOP'un ilk aşamada hedefinin İsrail'in güvenliğini garanti altına almak ve nihai aşamada büyük İsrail Devleti’ni kurmak olduğu da doğru.

     

    Ancak bölgedeki bütün gelişmeleri bu plana bağlamak doğru değil. Adına "Arap Baharı" denilen bu süreç ilk başladığında temkin telkin eden yazılar yazan birisi olarak diyorum ki, bilhassa Mısır'daki gelişmelerin bu çerçevede değerlendirilemeyeceği gerçeğini görmemiz lazım. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî'nin açık beyanları ve İhvan iktidarını hazmedemeyen Batı'nın Mısır'da uygulamaya koyduğu tezgâhlar ve Hüsnü Mübarek kalıntısı laikçi bürokrasinin gösterdiği direnç bunu açık biçimde gözler önüne seriyor. Tabii bu gerçeği görebilmek için, İhvan'ın da "Batıcı/Amerikancı" olduğunu söyleyen İran propagandasının etkisinden kurtulmak gerekiyor.

     

    Burada en az bunun kadar önemli ikinci bir gerçek daha var: Artık sağır sultan bile biliyor ki ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgali ayan-beyan İran'ın örtülü-açık desteğiyle olmuştur. Bunu hem İran hem ABD açık bir şekilde dile getirdi. Şu anda Irak'ta yönetimin ağırlıklı olarak Şiilerin kontrolünde bulunması da bunun açık bir göstergesi. Bunun anlamı şudur: ABD Irak'taki Şiileri Saddam'dan daha çok sevdiği için orada onları iktidara getirecek süreci kendi elleriyle hazırladı. Üstelik bu Şiiler, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimî'nin yaşadıklarının da açık bir şekilde gösterdiği gibi işbaşına gelir gelmez ilk icraat olarak oradaki Sünnileri sindirme politikasını hayata geçirdiler.

     

    İslam dünyasında mezhep kavgasını körüklemek kadar büyük bir ihanet olamaz. Aklı başında hiçbir Müslüman Sünni-Şii çatışmasını arzu etmez. Ama bu gerçek, bir başka gerçeği görmemize engel olmamalı: İran kaynaklı Şii ideolojinin, İslam dünyasında kendi hâkimiyet ve hareket alanını genişletmek gibi bir hedefi vardır ve bu da gayet normaldir. Sünni ülkeler tarafından çevrelenmiş bir İran, Sünni dünya ile birlikte hareket etmeye mahkûm bir İran demektir. D–8 Projesi’nin içinde İran'ın da yer alıyor oluşunun hikmetini burada aramak gerekir. Hem nüfusu ve imkânları bakımından istifade edilecek bir güç, hem de 7 büyük Sünnî ülke tarafından çerçevelenmiş tek başına bir İran. Bu elbette son derece akıllıca idi.

     

    Geldiğimiz noktada, bilhassa İslamî değerleri hayata aktarmak gibi bir hedefi olan ve bunu Allah’ın izniyle ve arkasına aldığı büyük halk desteğiyle yapabilecek konumda bulunan Mısır, İran’ın, “İslam dünyasında Batı’ya kafa tutan tek ülke” söylemini boşa çıkartması dolayısıyla dikkatle takip edilmelidir. Bu aşamada gerek içeriden, gerekse dışarıdan Mısır’ı köşeye sıkıştırmaya çalışan güçlerin tezgâhlarına özellikle dikkat edilmelidir.

     

    Öte yandan BOP, eğer ABD’nin bölgedeki hâkimiyet alanlarını güçlendirmesi ve genişletmesi anlamına geliyorsa şu soruyu kendimize tekrar tekrar sormamız lazım: ABD’nin, Irak’ı, İran’a yakınlığı ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar açık olan Şii yönetime bırakıp gitmesini nasıl yorumlamak gerekir? Niçin bu noktaya gözlerimizi kapatıyoruz?

     

    Ve nihayet Suriye’de olanların BOP’la ilişkilendirilmesi de büyük ölçüde İran propagandasına dayalı bir vehimden başka bir şey değildir. Suriye olaylarını BOP’un bir ayağı olarak, “Batı oyunu” olarak görmemizi isteyenlerin cevaplandırması gereken diğer bir soru da şudur: “Arap Baharı” sürecinde olaylar Suriye’ye sıçramadan önce Tunus vardı, Libya vardı, Mısır vardı… Suriye söz konusu olduğunda gösterdiğimiz tepkiyi bu ülkeler konusunda niçin göstermedik? İran, Suriye’ye verdiği limitsiz desteği niçin bu ülkelerden esirgedi?

     

    Bu soruları sorduğum zaman genellikle “Türkiye ne yaptı?” tarzında bir mukabeleyle karşılaşıyorum. Bunun “köşeye sıkışmış bir düşünce tarzının manevrası” olmaktan başka bir anlamı yok. Ben bütün bunları söylerken ne “Türkiye şunu yaptı; İran bunu yapmadı” gibi bir denklem üzerinden hareket ediyorum, ne de İran’ın tutumunu eleştirirken Türkiye’nin izlediği politikalara yaslanıyorum!

     

    Merhum hocamızın Suriye’nin bölünmesi konusundaki tespiti, Arap Baharı denilen sürecin çok öncesine aittir. Mamafih İsrail’in güvenliğinin ne şekilde sağlanacağı sorusunun cevabı bağlamında Batı ve ABD tarafından geliştirilen senaryolar bağlamında mutlaka hesaba katılması gereken bir seçenek olarak akılda tutulmalıdır.

     

    Bugünün konjonktüründe ve özellikle de Suriye olaylarının nasıl geliştiğini hatırda tutarak bakıldığında bu tespitin bugüne bir şablon gibi oturtulmasının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Geldiğimiz noktada kendi içinde çatırdayan, birbiri ardından ekonomik krizin pençesine düşen Avrupa Birliği ülkeleri için İsrail’i aralarına almak doğrusu çok da akıllıca bir seçenek olarak durmuyor.

     

    Öte yandan Ortadoğu’da ülkelerin bölünmesi meselesi gündeme geldiğinde üzerinde öncelikli olarak durmamız gereken ülke Türkiye’dir. İçinden geçmekte olduğumuz “barış süreci” öncesinde PKK’yı veya daha doğru ifadesiyle PKK içindeki birtakım güçleri gerektiğinde Türkiye aleyhine devreye sokan ülkelerden birinin de İran olduğunu unutmayalım. PKK’nın İran kanadı olan PEJAK’ın, “Büyük Kürdistan”ın İran sınırları içinde kalan kısmının elde edilmesi konusunda çok da istekli hareket etmemesi bunun en önemli göstergelerinden biridir. Biri bana şu sorunun cevabını verebilir mi: İran’ın PEJAK’la mücadelesi adına bugüne kadar ortaya koyduğu pratik ile Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin PKK ile “mücadelesi” arasında nasıl bir farklılık var?..

     

    Bugün Suriye’de yönetime karşı mücadele edenler arasında “Suriye’nin bölünmesi” meselesini dillendiren kimse yok. Hatta Suriye yönetimi İsrail’e karşı kullanmadığı tankıyla, topuyla, uçağıyla kendi halkını soykırıma tabi tutmadan önce yönetime karşı mücadele edenler hiçbir yerden yardım talebinde bulunmadıkları gibi, Suriye’nin bölünmesi yönünde herhangi bir irade de ortaya koymadılar. Tam tersine bu meseleyi dillendiren birileri varsa, Esed yönetimi ve onun arkasında duranlardır.

     

    3. “Suriye’de yönetime kaşı ayaklananları Batı silahlandırıyor ve destekliyor” şeklindeki argümana gelince, birkaç kere yazmıştım, tekrar edeyim: Suriye’de bugün yönetime karşı silahlı mücadele veren halk, “Arap Baharı” sürecinin başlangıcında silah kullanmamak için hayli direndi. Sadece Esed yönetiminin yıllardır vaat ettiği reformları hayata geçirmesi talebiyle gösteri yapan insanlar vardı meydanlarda. Ancak yönetimin bu gösterilere mukabelesi kan dökmek şeklinde olunca ve bu tahammül edilemeyecek boyutlara ulaşınca silah kullanmak zorunda kaldılar.

     

     

    Suriye’de yönetime karşı direnenlerin Batı tarafından silahlandırıldığı meselesine gelince; yönetime karşı mücadele edenlere silah yardımı yaptığı doğru. Ancak silah yardımının bütün gruplara değil. Belli gruplara yapıldığını özellikle belirtmekte fayda var.

     

    Eğer denirse ki: “Bir taraftan Batı’nın Suriye’deki muhalefete silah yardımı yaptığını söylüyorsun, diğer taraftan da bu muhalefetin desteklenmesi gerektiğini söylüyorsun. Bunda bir anormallik yok mu?”

     

    Ben de derim ki: Hayır, bunda bir anormallik yok. Düşünün: Koca bir devlet tankıyla, topuyla üstünüze geliyor. Havadan rast gele şehirleri bombalıyor. Kadın, çocuk, yaşlı demeden bütün bir halkı soykırıma tabi tutuyor. Siz olsanız ne yapardınız? Elbette nereden alabiliyorsanız oradan silah alır, kendinizi müdafaa ederdiniz.

     

    İran Rusya’dan silah alırken doğru yapıyor; ama Suriye halkı nefsi müdafaa için Batı’dan silah alırken yanlış yapıyor öyle mi? Ne yapacaklardı peki? Tanka, topa, uçağa karşı sopayla mı direneceklerdi, İran’a mı yalvaracaklardı?..

     

    4. “Suriye’de kardeş kardeşi öldürüyor. Bu bir “fitne”dir ve bu fitneye alet olmamak gerekir” şeklindeki söylemin de gerçeğe hiçbir şekilde tekabül etmediğini söylemek durumundayız. Zira Suriye’de kardeş kardeşi katletmiyor; Müslümanlık iddiası İmamiyye Şiası’nın kaynaklarınca bile itibara alınmamış heretik bir grubun Müslümanlara karşı uygulamaya koyduğu bir “soykırım süreci” yaşanıyor. el-Butî’nin ve “müftü” Hassun’un, eli kanlı Nusayri katillere yönelik saçma sapan nitelemelerinin elbette hiçbir önemi ve gerçekliği yok.

     

    Bütün bunlar bir yana, halkına böyle bir soykırım uygulayan yönetimin “sünni” tandanslı olması da bir şeyi değiştirmezdi. Zira böyle bir barbarlığın Sünnilikle en küçük bir irtibatı söz konusu edilemez. Orada sergilenen o vahşet manzaralarının altına imza atanlar kendilerini “sünni” olarak dahi ifade etmiş olsalardı, ben yine sesimi yükseltirdim. Kadınlara, hatta çocuklara tecavüz eden, insanları diri diri yakan, diri diri toprağa gömen, Müslümanların mukaddes mekânlarına, evlerine, mahremlerine karşı işlenebilecek en saygısız ve vahşice cürümleri işleyenlerin bırakın şünniliğini-şiiliğini, “insanlığı” tartışmalıdır!

     

    Dolayısıyla hadisenin adını iyi koyalım: Bu, Nusyri Esed yönetiminin, İmami İran yönetiminin limitsiz desteğiyle acımasızca yürüttüğü bir “soykırım”dır. Bosna savaşında Sırpların Boşnaklara nasıl muamele ettiği hala hafızalardadır. O neyse, bu da odur!

     

    Bu itibarla Suriye’de olup bitenler konusunda “taraf olmak” değil, “tarafsız kalmak” fitnedir! Zira geldiğimiz noktada “tarafsızlık” diye bir şey söz konusu olamaz. Ben tarafsız kalıyorum dediğiniz anda, istemeden de olsa, dolaylı da olsa oradaki soykırıma destek sağlanmış olacaktır...

     

    Ebubekir Sifil

     

    Yine Suriye
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/YINE_SURIYE/14363#.UaSaUJwmOes
    Yine Suriye 2
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Yine_Suriye2/14410#.UaSaUpwmOes
    Yine Suriye 3
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Yine_Suriye__3/14447#.UaSak5wmOes


  2. Son Devrin Din Mazlumları / 31 Mart

    ...
    Yahudi, dönme ve mason telkinleriyle hâdiseyi tertipleyen İttihatçılar, bu mevzuda başlıca iki kişiyi kullanmışlardır: Malûm ve meşhur beden terbiyecisi Selim Sırrı ile filozof Rıza Tevfik...

    Bakın nasıl? Birinci hapsim 1947 yılında Büyük Doğu'da neşrettiğim, Rıza Tevfik'in "Abdülhamîd'in Ruhaniyetinden İstimdat" isimli şiiri yüzündendir. Ondan sonra Fransızca bir ansiklopedinin hakkımda kaydettiği gibi "Üniversitelerimi geçen zindan hayatıma" başlangıç teşkil ve 20 küsûr gün devam edici bu ilk hapse, bu şiiri yayınladığım için "Türk milletine hakaret" isnadiyle atılmıştım.

    Önce, itham yerlerini noktalayarak şiiri bir kısmiyle göz önüne serelim:

    Nerdesin şevketli Abdülhamîd Hân?
    Feryadım varır mı bârigâhına?
    Ölüm uykusundan bir lâhza uyan!
    ........................ bak günahına!

    Tarihler adını andığı zaman,
    Sana hak verecek ey koca sultan!
    Bizdik utanmadan iftira atan
    Asrın en siyasî Padişahına!

    Divâne sen değil, meğer bizmişiz,
    Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
    Sade deli değil, edepsizmişiz,
    Tükürdük atalar kıblegâhına!

    Milliyet dâvası fıska büründü,
    Rida-yı diyanet yerde süründü.
    Türkün ruhu zorla âsi göründü,
    Hem Peygamberine, hem Allahına.

    Sonra cinsi buruk, ahlâki fena,
    Bir sürü türedi, girdi meydana
    Nerden çıktı bunca veled-i zina?
    Yuh olsun onların ham ervâhına!

    İşte, ilk zamanlarda, İttihat ve Terakki'nin dolaplarına kapılıp ona var gücüyle yardım eden, sonra her şeyi gören ve anlayan ve zıt istikamete dönen Rıza Tevfik, bu şiiriyle, ihtiyarlığında çektiği vicdan azabını dile getirmek ulviyetini göstermiş ve Abdülhamîd'in büyüklüğü mevzuunda dâvamıza en büyük vesikayı hazırlamış bulunuyordu.

    Hayal ve kâbus âleminde bile Türk milletine hakaretle en küçük alâkası düşünülemeyecek olan bu şiirin hangi gayeyle yazıldığını tahkik etmek için Avukatım Abdurrahman Şeref Lâç, mahkeme kararıyle, o sırada hastahânede bulunan Rıza Tevfik'i hâkim refakatinde suale çekmeye gitmiş ve büyük bir heyecan içinde yatağından doğrulan hasta adamdan resmen şu ifadeyi almıştı:

    " - Ben bu şiiri, Türk milletine hakaret kasdiyle değil, tamamiyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamîd Hân'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart vak'asını tertiplediği isnadı altında tahtından al aşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnatla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart'ı tertipleyen ittihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım! 31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı (Tarçan) ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulağını kabartsın!"

    Bir aralık mebus ve gazeteci, Avukat Abdurrahman Şeref Lâç ile refakatindeki hâkim ve mahkeme kâtibi sağ olduklarına göre, hâdisenin içyüzünü, en çarpıcı vesika hâlinde takdim ederim.

     


  3. NELER OLDU?


     

    2000 yılında başlayan Milli Gazete yazarlığı serüvenimizin 2013 Nisan'ında sona ermesi üzerine kamuoyunda belli bir hassasiyet oluştu. Benim irademle ve bakışımla/duruşumla örtüşen-örtüşmeyen birçok yorum yapıldı, yapılıyor. Meselenin hakikatini açık ve net bir şekilde ifade etmek kaçınılmaz oldu bu durumda.

     

    Adına "Arap Baharı" denen süreç, Büyük Ortadoğu Projesi'nin metot değiştirerek, daha "soft", "rıza üretimi"ne dayalı, geniş kitleler üzerinden yürütülmeye başladığı döneme damgasını vurdu. Ancak bu gerçeğin bir başka gerçeğin üstünü örtmesine izin vermemek durumundayız: "Arap Baharı" denen süreç hakkında üretilecek yorumların, her ülkenin kendi özel şartları dikkate alınarak üretilmemesi durumunda vahim genellemeler yapmak, dolayısıyla gerçeği yansıtmayan neticelere ulaşmak kaçınılmaz olacaktır.

     

    Söz gelimi Libya ve Tunus'ta yönetimler, Batılı güçlerin açık, doğrudan ve "iştahlı" destekleriyle alaşağı edildi. Bu ülkelerin, başta petrol olmak üzere Batılı güçlerin ilgisini cezbeden potansiyelleri, sürecin bildiğimiz şekilde neticelenmesinde elbette birinci derecede belirleyici oldu.

     

    Ancak mesela Mısır söz konusu olduğunda Batı'nın, Libya ve Tunus'taki gibi açık, doğrudan ve iştahlı desteğinden söz etmek mümkün değil. Mısır'da iktidara gelen İhvan, devrim öncesinden gelen ve devrim sürecinde katlanarak büyüyen ekonomik, sosyal, siyasî… pek çok problemle boğuşuyor ve uzun bir süre bu problemlerle tek başına boğuşmak zorunda…

     

    Batılı güçlerin Libya ve Tunus'a verdiği yakın desteği Mısır'dan esirgemesi elbette son derece anlamlıdır. İktidara gelir gelmez İsrail'i ve Batılıları rahatsız eden politikaları uygulamaya koymakta tereddüt etmeyen İhvan'a bunun faturasını ödetmekte kararlı olduklarını her fırsatta gösteren Batılı güçlerin İhvan'ı "dönüştürdüğünü" söylemenin elbette inandırıcı bir yanı olamaz!

     

    Öte yandan "Arap Baharı" sürecinde Yemen ve Bahreyn'de de halk ayaklanmaları oldu. Başta Mısır olmak üzere süreç içinde iç savaş yaşayan ülkelerin hiç biriyle ilgilenmeyen İran'ın bu iki ülkede yönetim karşıtı bir pozisyon belirlemesi ve isyan hareketlerini desteklemesi konusunda neler söylemeliyiz? Eğer "Arap Baharı" başta sona Batılı güçlerin planlayıp uygulamaya koyduğu bir süreçse İran'ın Yemen ve Bahreyn'de Batılılarla iş tuttuğunu mu söylemeliyiz?

     

    Ve Suriye… Sözün bittiği yer!

     

    Suriye'de halk, yıllardır tepesinden inmeyen demir yumrukla hesaplaşmak için sokaklara döküldü. Süreç bütün dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Geldiğimiz noktada Rus yapımı silahlarla Şii katiller karadan, Nusayrî Esed'in İsrail'e karşı kullanmadığı uçakları havadan Suriye halkını katliama tabi tutuyor. Bizse oturduğumuz yerden "Suriye'de kardeş kanı akmasına karşıyız" temcidini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz! Haklı olsak bile bu söylemin son tahlilde kimin işine yaradığını düşünmeyi dahi akledemiyoruz!

     

    Suriye meselesine böyle baktığım için Milli Gazete'de bu doğrultuda yazılar yazdım. Nihayet nisan ayında üstüste yazdığım 3 yazıdan sonra Milli Görüş camiasının tabanından ve tavanından gelen tepkiler arttı. Bu konuda yazmamam istendi.

     

    Önümde iki seçenek vardı: Ya Suriye meselesinde yazmamayı kabul ederek Milli Gazete'de yazmaya devam edecektim veya yazmayı tamamen bırakacaktım. Tereddüt etmeden ikincisini tercih ettim ve 12-13 yıldan sonra Milli Gazete ile yollarımı ayırmış oldum.

     

    Bütün detayların ötesine geçerek şu yalın soruların cevabını dürüst bir şekilde vermek bu ülkede İslamî hassasiyete, tarih şuuruna ve itikat bilincine sahip olduğunu söyleyen herkesin vicdan ve iman borcudur:

     

    1. İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık bakımından ABD-Batı-İsrail troykası ile Rusya ve Çin arasında nasıl bir fark var? Çeçenistan'da bir halkı soykırıma tabi tutan Rusya değil mi? Doğu Türkistan'da bir halkı soykırıma tabi tutan Çin değil mi? Bu iki emperyalist ülkenin elinde de Müslüman kanı yok mu?

     

    2. Nusayrî Esed katilini kayıtsız-şartsız-limitsiz destekleyen İran'ın bunu, Ümmet'i ABD ve İsrail'in zulmünden korumak için yaptığını düşünmek doğruysa, 1979 devrimi esnasında ve sonrasında İran'da katledilen Sünnîler için ne söylemeliyiz?

     

    3. Hizbullah'la birlikte uyduruk bir "mukavemet hattı" söylemi üzerinden, mevhum ve muhayyel ABD ve İsrail karşıtlığı üzerinden İslam coğrafyasındaki etki alanını hızla genişletmekte olan İran'ın asla samimi olmadığını ABD'nin Irak işgali esnasında izlediği tutum yeterince açık biçimde göstermedi mi? İran'ın yanıbaşında ABD 1 milyon insanı katlederken, bir coğrafyayı yağmalayıp kimliğini değiştirirken bu "mukavemet hattı" neredeydi? Bu ne menem bir "mukavemet"tir ki, ABD burnunun dibine kadar sokulduğu halde kılını kıpırdatmamıştır?

     

    4. Bir önceki maddenin son cümlesi yanlış oldu; düzeltiyorum. Bu "mukavemet" kılını kıpırdatmıştır: Irak topraklarında ABD ile birlik olup Sünnî katliamı yapmıştır!! İşin en can yakıcı yanı nedir biliyor musunuz: Şia bütün bu icraatları öyle ustaca kamufle etmiştir ki, ben ve benim gibi tekil birkaç ses bu katliamlara dikkat çekerken "mezhepçi/bölücü" oluyoruz; Şia ise birleştirici oluyor, ümmetçi oluyor! Bunun insafala, iz'anla, firaset ve basiretle bağdaşır yanı var mıdır?

     

    5. Ali Şeriati gibi, Muhammed Hüseyin Fadlullah gibi zatların dikkat çektiği bir gerçek var: "Ali taraftarlığı" anlamındaki Şiilik ile Safevi Şiiliği birbirinden farklıdır. Bugünkü İran'da yaşatılan ve yayılan Şia, "Ali Şiası" değil, "Safevi Şiası"dır. Safevi Şiası'nın diğerinden farkı itikadî, siyasî ve kültürel anlamda ayrıştırıcı, kin ve nefret üzerine kurulu kurgusal bir millî din anlayışına sahip olması ve en az bunun kadar önemlisi, bu tutumu bir "ideoloji" olarak yaşatıp propaganda etmesidir. Bugün Suriye coğrafyasını ateşe veren ideoloji budur ve Ali Şiası nezdinde "heretik" olan Nusayrîlik, Safevi Şiası'nın "kankası"dır. Bütün bu gerçekler gün gibi ortadayken, bugünkü İran'ı bu ümmetin "hamisi" olarak görmek en hafif tabiriyle "gaflet" değil midir?

     

    6. Küresel ve bölgesel problemlerin İran Şiiliğiyle karşılıklı güven ve "kardeşlik" anlayışı içinde çözülmesi ancak bir şekilde mümkündür: Ya Sefevi Şiası tarihî, kültürel ve ideolojik saplantılarından vaz geçtiğine Ümmeti ikna edecek veya Ümmet Safevi Şiası'nın takiyyesine aldanarak onun dümen suyunda yürüme basiretsizliğine düçar olacak! Safevi Şiası itikadından ve ideolojisinden vaz geçmediğine göre Suriye meselesinde İran'ın yanında durmak, ABD ve İsrail'in bölgeyle ilgili projelerinin karşısında durmaktan çok, Safevi Şiası'nın Ümmet'le savaşında Ümmet'in karşısında durmak anlamına gelmeyecek midir?

     

    7. Suriye'de Nusayrî Esed yönetimine karşı savaşan gruplar içinde ideolojisini, siyasetini, ilişkilerini doğru bulmadıklarım var. Selefi çizgiyi benimseyenlerden Batı yanlısı sekülerlere kadar birçok grup Esed'le mücadelede yan yana gelmiş durumda. Esed'in zulmüne karşı çıkmak, Esed'in zulmüne karşı çıkanları desteklemek, otomatik olarak bunları da desteklemek olarak algılanıyor. Bunlar içinde Batı'nın bilhassa destekledikleri de var, kara listeye aldıkları da. Zaten Esed sonrası "İslamcılar"ın iktidarı ele geçirmesinden endişe ettiği için ABD ve Batı Suriye meselesinde ayak sürüyor. Bu durum bütün çıplaklığıyla ortadayken Esed'in karşısında yer almak niçin ABD ve Batı yanında yer almak olsun?

     

    8. Suriye meselesinde tutum belirlerken Suriye'de canını dişine takarak topyekün bir direnç ortaya koyan Müslümanları dinlemek, onların meseleye bakışını esas almak yerine Batı medyasının veya İran'ın dezenformasyonunu esas almanın inandırıcılığı olabilir mi?

     

    9. Suriye'de kardeş kardeşi öldürmüyor; seyrettiğimiz, Müslümanlara karşı içinde yüzyıllardır biriktirdiği kini mazlum bir millet üzerine boşaltan Safevi torunlarının katliamıdır. Kadın-çocuk demeden, cami-hastane demeden, sivil-asker demeden her yeri, her şeyi, herkesi bombalayan, eline geçirdiği insanları en vahşi muamelelerle inleten canavar ruhlu sadistler söz konusu. Hani biz mazlumdan yanaydık, zalim "kardeşimiz" bile olsa?

     

    10. En kötü senaryo, Esed'in gitmesi halinde bunun Batı'nın ve İsrail'in işine yaraması. O zaman safların belirginleşmesini sağlayacak en önemli soruyu soralım: Bizim hariçten gazel okurken gördüğümüzü orada fiilen savaşan Müslümanlar göremiyor mu?

     

    Ve son söz: Ben İran'ın ve Hizbullah'ın ve Rusya'nın ve Çin'in yanında yer almaktansa, Suriye'de canını dişine takmış bir kurtuluş savaşı yürüten Sünnî Müslümanların yanında yer alıyor ve fiilen olamasa da dualarımda onların yanında yer almayı adalete, hakkaniyete, tarihe ve vicdana saygının gereği olarak görüyor, bütün benliğimle Suriye'deki kardeşlerimin muvaffakiyeti için dua ediyorum.

    Ebubekir Sıfil

    http://www.ebubekirsifil.com

     

     

    • Like 1

  4. "Büyük Doğu Gençliği" isimli 10.000 küsur takipçisi olan facebook sayfası, üstad imzası ile -kim bilir kaç zamandır- bir yığın uyduruk söz paylaşıyor.

    Deryadan inciler...

    539666_454573537954943_569276529_n.jpg

    Sinirlerinize hakim olabilecekseniz buyrun diğerlerine de bir göz atın, 800 küsur resim paylaşılmış: https://www.facebook.com/buyukdogugencligi/photos_stream

    Bu asılsız sözler nasıl yayılıyor diyoruz, işte böyle yayılıyor! Şu kadar takipçisi olan bir sayfa NFK imzası ile bu paylaşımı yapınca yüzlerce kişi her biri yüzer kişiyle bir anda paylaşmaya başlıyor..

    Sayfa yöneticilerinin uyarılması gerekiyor.

    • Like 1

  5. - "Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım" sözünün üstada ait olmadığı iddia edilmişti fakat Mirzabeyoğlu Necip Fazıl'la Başbaşa'da üstadın ağzından şöyle naklediyor:

    ...
    Büyük Fransız romancısı Balzak'ın bir sözü var ki bayılırım; "Devler gibi eser vermek için, burjuvalar gibi çalışmalı" der... Biz daha doğrusunu şöyle ifadelendirebiliriz; "Devler gibi eser vermek için, karıncalar gibi çalışmalı!" (syf 66)


  6. Aşağıdaki sözleri bir yerlerden gözü ısıran var mı? Kaynak göstermek mümkün mü? Sosyal medyada üstad imzası ile paylaşılıyorlar. Aralarında sıkletsizlikleri sırıtan sözler gayet aşikar olsa da, katiyyet açısından "üstada aittir / değildir" sınıflandırmasını yönetim yapabilir mi?

    Yenileri ve önceden gündeme getirdiklerimi bu mesajda topladım. Şüpheli olup çokça paylaşılanları rastgeldikçe burada paylaşacağım inşallah.


    - "Kadın Mezarlığa Girerken Başını Kapıyor, Dışarı Çıkarken Açıyor, Ölüye Karşı Kapayıp, Diriye Karşı Açmak Akıl Almaz."

     

    - "Bu ülkede biri size; çağdışı, yobaz, gerici, eski kafalı, deli, aşırıcı diyorsa emin olun ki doğru yoldasınız."

    -"Moda, Cehennemde bir oda.."

    - "Arsızlığa cesaret, zinaya aşk dediler. Bir neslin ahlakını, işte böyle yediler!"

     

    - “Geminin tek kaptanı olur, gerisi mürettebattır. Kalbin de tek sahibi olur, gerisi teferruattır…”

    - "Her kahkahanda Allah'a teşekkür etmiyorsan, Neden her ağladığında O'na kızıyorsun?"

    - "Çok sıkıldıysan hayattan, bir mezarlığa git. Ölüler iyi bilir ; Yaşamak güzeldir."

    - "Herşeyin İlacı Zaman Diyenler... Bir de Bu Kelimeyi Tersten Okumayı Deneseler..."

    - "Tanrı sizi korusun, bizi Allah korur."

    -"Denildi mi bir yerin adına "Türk" beldesi, Gözüm al bayrak arar,kulağım ezan sesi..."

    -"Ben Konuşmaktan Değil, Dinlemekten yoruldum"

     

     

    ____

    Önceden gündeme getirdiklerim:

    - "Sakın ola köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı deme, olurya tam yarı yolda köprü yıkılıverir. Öteki tarafa ayının yeğeni olarak gidersin."

    - "İki Çeşit İnsan Vardır ! Zaman Geçtikçe Hatalarıyla Yüzleşen, Zaman Geçtikce Yüzsüzleşen !"

     

    - "Başörtüsü Bilime Engelmiş.! Siz Uzaya Mekik Gönderdiniz de, Başörtüsüne mi Takıldı?"

     

    - "Dünyada bin yıllık tarihi silinen ve o günü bayram olarak kutlayan başka bir millet daha yoktur."

     

    - "Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım"

    - "Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiçbir şey bizim değil"

     

    - "Var mı Allah'tan yukarı, kabirden aşağı..?
    Toparlan ruhum gidiyoruz; sen yukarı, ben aşağı..!"

     

    __________
    ilk sayfada ebkem adlı üyenin mesajındaki üstada ait olduğu kesin olarak bilinen sözler silineilirse makbule geçecek.


  7. Necip Fazıl ile Topçu nasıl barışmışlar?
    Maurice Blondel Nurettin Topçu’ya ‘Senin ülkende, senin
    düşünüp araştıracağın konular ancak yüz sene sonra konuşulmaya başlanır.
    Senin devlete olan borcunu biz kapatalım, sen burada kal.’ diye bir
    teklifte bulunmuş. Peki Nurettin Topçu nasıl cevap vermiş?
    575495-575544789144694-804624571-n-1.jpg

    Nurettin Topçu, cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde,
    yurt dışında felsefe alanında doktor unvanını alan ilk kişi. Bu yönüyle
    bile başlı başına önemli. Ama o, sadece bu akademik unvan ile
    yetinmemiş, düşünüp öğrendiklerini harekete geçirmek için çabalamış,
    düşüncelerini anlatmak için dergi çıkarmış, bir kuşağı derinden
    etkilemiş ve hâlâ da etkilemeye devam eden bir önemli şahsiyet. Doç. Dr.
    Emin Işık da, Nurettin Topçu’nun önce öğrencisi, sonra dava arkadaşı
    olarak hep onun yanında bulunmuş.


    Doç. Dr. Emin Işık, 27 Nisan gecesi Emir Buhari Kültür Merkezi’nde düzenlenen Cumartesi Sohbetleri’nin konuğuydu. İsyan Ahlakı’nın
    yazarı Nurettin Topçu’yu anlattı konuklara. Nurettin Topçu, bir
    huzursuz ruh… Kanayan bir vicdan ve en önemlisi de söylediğini yaşayan
    bir dava adamı. İşte Doç. Dr. Emin Işık’ın ağzından bir Nurettin Topçu
    portresi…


    Nurettin Topçu nasıl bir hayat yaşadı?


    Doç. Dr. Emin Işık, önce Nurettin Topçu’nun hayatından bazı kesitleri
    aktardı dinleyicilere: “Nurettin Topçu, çocukluğunda çok hasta olan
    biridir. Ailesi onu durmadan doktora götürüp çare arar ama uzun süre
    derdine çare bulamazlar. En sonunda, yaşadıkları şehir olan
    İstanbul’da bir Ermeni doktora götürür annesi onu. Doktor Topçu’yu iyice
    muayene eder ve önemli bir hastalığının olmadığını, sadece bünyesi
    hassas bir çocuk olduğunu, bu hassaslıktan dolayı yemeklerden sonra
    midesinin huzursuz olduğunu söyler ve ona yemeklerden sonra ıhlamur
    içmesini önerir. Bu tedaviyi ona, yıllar sonra eğitim için gittiği
    Paris’te bir doktor daha önerecektir.”


    Doç. Dr. Emin Işık, Vefa Lisesi öğrencisi olan Nurettin Topçu’nun
    eğitim hayatı boyunca hep başarılı bir öğrenci olduğunu şu sözlerle
    anlattı: “Nurettin Topçu, lisedeyken tüm sınıfları birinci olarak
    bitirir. Yalnız son sınıfta Sıfırcı Salih Hoca diye bir hocası onu
    Arapçadan bütünlemeye bırakır. Topçu, bu olaya çok içerler ve kaydını
    Vefa Lisesi’nden İstanbul Lisesi’ne aldırır ve oradan mezun olur. Lise
    eğitimi sırasında, hocalarından biri olan Sarıklı Osman Efendi,
    Topçu’nun babasına özel bir ziyarette bulunur ve ona ‘Oğlun büyük adam
    olacak.’ der.


    Topçu, 1928 yılında liseyi bitirir. O sene ‘Dil Devrimi’ yapılır.
    Nurettin Topçu, bu devrim yapıldığı için sevinçlidir çünkü bu devrimle
    birlikte ülke Batılı olmuştur, artık kendileri de Avrupa gibi
    kalkınacak, hatta onları geçeceklerdir.”


    Doç. Dr. Emin Işık, Nurettin Topçu’nun devlet bursuyla Fransa’ya
    gittiğini ve orada felsefe eğitimi aldığını söyleyerek bu günleri şöyle
    anlattı: “Topçu, 1928-1934 yılları arasında Fransa’ya felsefe eğitimi
    almak için gitmiştir. Eğitimine Paris’te başlayan Topçu, çocukluğunda
    başlayan rahatsızlıklarının nüksetmesi üzerine okulun doktoruna çıkar.
    Doktor onu tepeden tırnağa muayene ederek ciddi bir sağlık sorununun
    olmadığını ama Paris ikliminin de kendisine uygun olmadığını söyleyerek
    onu Bordeaux’a yönlendirir. Tedavi olarak da kendisine her yemekten
    sonra ıhlamur verir ve bunu reçeteye yazar.


    Bordeaux’taki okulunda tüm hizmetleri kilise mensupları
    vermektedir. Dosyasındaki reçeteyi okuyan okul müdürü, bir hemşire
    çağırarak reçeteyi ona verir. Nurettin Topçu, Türkiye’deki gibi bu
    tedavinin birkaç gün devam edip sonrasında ihmal edileceğini düşünür ama
    hemşirenin çok ağır hasta olduğu bir gün hariç her yemekten sonra bir
    bardak ıhlamuru hazırdır yıllar boyu. Topçu bu olayı, ahlaklı olmaya
    örnek olarak gösterirdi her zaman.”


    Topçu’nun hocaları ve hocalarıyla ilişkisi


    Topçu’nun düşünce hayatında dönüm noktası olan kişilerle ilişkisini
    şöyle anlattı Doç. Dr. Emin Işık: “Topçu’nun hocalarından biri Maurice Blondel’dir.
    Blondel, Kant üzerine dünyada otoritedir ve bir düşünürdür. Blondel
    aynı zamanda bir katedralde başrahiptir. Topçu, laikliğe aykırı gördüğü
    bu durum karşısında Blondel’i uyarır. ‘Efendim, siz hem kilise
    mensubusunuz, hem de devlet okulunda hocalık yapıyorsunuz. Bu durum
    laikliğe aykırı.’ der. Blondel Topçu’ya ‘Siz, yeni tür laiklik icat eden
    ülkedensiniz demek. Ama bu durumu size ben anlatamam. Sizi birine
    gönderiyorum, o size anlatsın.’ der ve onu Louis Massignon’a gönderir.


    Massignon, ömrünü Hallac-ı Mansur araştırmalarına
    adamış biridir. Topçu’nun Türkiye’den geldiğini öğrenince onu saatlerce
    kendi dillerini, kendi kültürlerini, kendi medeniyetlerini tahrip
    ettikleri için azarlar. Bu azardan iyice aciz olan Topçu, bir daha onu
    ziyarete gitmemeye karar verir ama Massingnon, öfkesinin ona değil, bir
    zihniyete olduğunu söyleyerek yanına gelmeye devam etmesini ister ve
    ondan söz alır. O yıllarda Fransa’da bulunan Adnan Adıvar,
    Massignon’a Türkçe öğretmektedir. İşleri yoğunlaşan Adıvar, bu işi
    Topçu’ya havale eder. Böylelikle Topçu ve Massignon arasındaki ilişki
    daha da sıkılaşır.”


    Fransa’da felsefe sınavı nasıl yapılıyormuş?


    Emin Işık Hoca, Topçu’nun bir sınavını anlatarak eğitim
    sistemimizdeki bir çarpıklığa da dikkat çekti: “Nurettin Topçu, felsefe
    dersinden sınava girer. Oradaki sınavlar, bizdeki gibi kitabî bilgi
    sınavı değildir. Öğrendiklerini uygulama sınavıdır. Dersin hocası
    ‘Ölümün insanlar üzerinde uyandırdığı etkiler’ konulu ödev verir. Topçu
    da, konu hakkında düşüncelerini yazar. Bir hafta sonra hoca sınıfa
    geldiğinde, Topçu’ya, hazırladığı ödev için teşekkür eder ve herkese,
    ‘Ödev böyle hazırlanır.’ der.”


    Emin
    Işık Hoca, ilk kez bir Türk gencinin Fransa’da doktora unvanı almasının
    o zamanlar için çok önemli bir olay olduğunu söyledi. Ama bu önemli
    olaya Fransa’da Türkiye Cumhuriyeti devletini temsille görevli kişilerin
    kayıtsız kaldığını, oysa diğer ülkelere mensup birisinin doktora
    savunmasına o ülkenin üst düzey bürokratlarının, arkadaşlarının vb.
    katılarak o savunma sonucunda kazanılan doktoranın büyük bir coşkuyla
    kutlandığını söyleyerek Topçu’nun doktora savunmasını şöyle anlattı:


    “Topçu’nun doktora konusu ‘İsyan Ahlakı’dır. Jüride bulunan herkes
    savunmayı kabul eder. Yalnız bir Katolik papaz ‘Ahlak, uyum ve itaat
    isterken ahlakın yanında isyan tavrının tuhaf kaçtığını’ söyleyerek
    biçimsel bir itirazda bulunur. Topçu da ‘İslam ahlakının sadece iyiliği
    emretmediğini, aynı zamanda kötülükler karşısında uyarıcı olmak
    gerektiğini’ söyler bu itiraz karşısında. Fransa’da doktora
    savunmaları önemlidir ve savunmayı yapan kişinin yakınları, o ülkenin
    devlet görevlileri, öğrenciler vb. herkes bu savunmayı dinlemeye gelir.
    Ama Topçu, felsefe alanında doktora alacak ilk Türk olmasına rağmen,
    sadece Halide-Adnan Adıvar çifti onu dinlemeye gelir. Topçu savunmasını
    yaptıkça Halide Edip duygulanıp ağlar. Sonra Topçu doktor unvanını alır.
    Hocası Blondel bunu bir yemekle kutlar. Topçu’ya ‘Senin ülkende, senin
    düşünüp araştıracağın konular ancak yüz sene sonra konuşulmaya başlanır.
    Senin devlete olan borcunu biz kapatalım, sen burada kal.’ diye bir
    teklifte bulunurlar ama Topçu bunu ‘Benim ülkeme borcum sadece para
    değil ki!’ diye reddeder.


    Topçu’nun sürgünleri


    Doç. Dr. Emin Işık, felsefe doktorasına sahip olan Nurettin Topçu’nun
    Türkiye’de yaşadıklarını birkaç cümleyle şöyle anlattı: “Yurda dönen
    Nurettin Topçu, Vefa Lisesi’ne öğretmen olarak atanır. Sene sonunda,
    başarısız birkaç öğrenci bütünlemeye kalınca okul müdürü Topçu’ya, bu
    öğrencileri geçirmesini söyler. Topçu, böyle bir şey yapamayacağını
    söyleyince müdür ‘Ben bunu öğrenciler için değil, sana zarar gelmesin
    diye söylüyorum. Bu öğrenciler CHP’nin güçlü kişilerinin çocukları. Sana
    zarar verirler.’ der ama Topçu yine bildiğini yapar. O sıralarda
    evlenmek üzeredir. Tam evlilik gecesi İzmir Lisesi’ne tayininin çıktığı
    tebliğ edilir kendisine. Apar topar İzmir’e giden Topçu’nun bu durumdan
    dolayı evliliği olumsuz etkilenir ve kısa süre sonra da eşinden boşanır.


    İzmir’de öğretmenlik yaparken de, yazdığı bir makale yüzünden Denizli’ye sürülür. Denizli’de Bediüzzaman’ın mahkemelerini izler ve bu yüzden fişlenir. Eski hocası Hasan Âli Yücel
    bakan olunca da, tayinini tekrar İstanbul’a çıkartır. Hizmetlerine
    İstanbul’da devam eder. İstanbul’da öğretmenlik görevine başlayan Topçu,
    yeni açılan İHL’lerde derse girer ve derse girdiği üç yıl boyunca da bu
    derslerden hak ettiği ücreti, tüm ısrarlara rağmen almaz. Okul müdürü Mahir İz bunun sebebini sorduğunda da ‘Ben buraya para için değil, ibadet niyetiyle geliyorum’ der.”


    Nurettin Topçu’nun tasavvufî yönü


    Doç. Dr. Emin Işık, Nurettin Topçu’nun özel hayatında,
    anlattıklarından on kat daha titiz yaşadığını söyleyerek şunları
    anlattı: “Topçu için en önemli şey dürüstlük, ikinci olarak da sözünde
    durmaktı. Ölümünden bir hafta önce bana: ‘Kırk yıl boyunca öğretmenlik
    yaptım. Okula, mabede gider gibi gittim. Hiçbir derse abdestsiz
    girmedim.’ dedi.


    Emin Işık Hoca, Nurettin Topçu’nun Abdulaziz Bekkine’ye
    bağlanmasını şöyle anlattı: “Topçu, 1945’li yıllarda okul arkadaşı da
    olan Sırrı Bey’e, kendisine manevi bir hoca aradığını söyler. Sırrı Bey
    onu Celal Ökten Hoca’ya götürür. Celal Hoca’yı üç saat dinlerler,
    çıktıktan sonra Topçu ‘Hoca âlim biri, bir derya ama bana tasavvuf
    âleminden biri gerek’ der. Bekkine hazretlerini tanıyan Sırrı Efendi,
    ilk önce Topçu’yu Bekkine hazretlerine götürmeye çekinir. Önce Bekkine
    hazretlerine durumu anlatıp izin ister. İzin çıkınca da, birlikte
    Bekkine hazretlerini ziyarete giderler. Bekkine hazretleri onları bir
    odaya aldıktan sonra izin isteyip çıkar. Bu arada Topçu, Bekkine
    hazretlerinin nereli olduğunu Sırrı Bey’e sorar. Sırrı Bey, bilmediğini
    söyler. Kısa süre sonra elinde bir yemek tepsisiyle içeri giren Bekkine
    hazretleri ‘Biz Kazan Türklerindeniz, bizim geleneğimiz budur.’ der
    gülümseyerek. Sonra saatlerce süren bir sohbet başlar. Yatsıdan
    sonra başlayan sohbet, gece üç civarı biter. Evlerine giderlerken Topçu,
    Sırrı Bey’e ‘Hocanın sohbetine geri dönsek ayıp mı olur?’ der. Bekkine
    hazretlerine ilk anda böyle bağlanır.”


    Necip Fazıl’la barışmaları nasıl oldu?


    Ömrünün son dönemlerinde “İslami Sosyalizm”, “Milliyetçi Sosyalizm” gibi kavramlar yüzünden Necip Fazıl
    ile Nurettin Topçu’nun arası bozulur. Emin Işık Hoca, bu iki dev ismin
    küsme ve barışma sürecini şöyle anlatır: “Necip Fazıl, İslam’ın başka
    hiçbir sözcüğe ihtiyaç duymayacağını söyleyerek Nurettin Topçu’yu
    eleştirir ve araları bozulur. Bu durumdan hoşnut olmayan her iki tarafı
    da seven kişiler onları barıştırmak isterler ve hasta yatan Topçu’ya,
    ‘Necip Fazıl seni ziyarete gelecekmiş ama tepkinden çekiniyor.’
    derlerken Necip Fazıl’a da Topçu’nun, ‘Herkes ziyaretime geldi ama Necip
    Fazıl gelmedi, acaba hastalığımı duymadı mı?’ dediğini söylerler. Necip
    Fazıl, hemen Topçu’yu ziyarete gider. Topçu’nun odasına girdiğinde
    coşkuyla ‘Nurettin, senin ruhunun ıstırabının yanında bedeninin ıstırabı
    nedir ki? Hiç kimse Allah diyemezken biz Allah dedik. Şimdi orasının
    (Cennetin) kapısını tekmele de dal içeri!’ der. Nurettin Topçu, Necip
    Fazıl’ın gelmesinden memnun bir şekilde ‘Onu ancak sen yaparsın Necip!’
    der.”


    Sohbetinde güncel konulara da değinen Emin Işık Hoca, Çamlıca’ya cami
    yapılması konusunda da şunları söyledi: “Çamlıca’da insan yok ki cami
    yapılsın. Oraya çam dikilmeli, orasının ihtiyacı bu. Şu anda camilerin
    insana ihtiyacı var. İnsandan yola çıkmayan hiçbir hareket başarılı
    olamaz. İslam, insanı öncelediği için kısa sürede başarılı oldu. O
    yüzden Çamlıca’ya cami yapmakla değil, camileri dolduracak insan
    yetiştirmekle uğraşmak gerek.”

     

    http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=13246

    • Like 1

  8. Sosyal medyada Üstad'a ait olmadığı halde ona aitmiş gibi gösterilen birçok söz mevcut. Bunlardan bazıları öylesine basit ve bayağı ki.. Ne yazık ki bu facebook sayfalarında paylaşılan bu tür sözler üstadın ismine yapışıp kalıyor ve belki insanları üstaddan soğutuyor.

    Canımız sıkılıyor, kızıyoruz fakat elimizden pek birşey gelmiyor. Altında NFK imzası olan asılsız allı pullu kallavi sözleri paylaşanları uyardığınızda, "şukadar üyesi olan Necip Fazıl sayfası paylaştı", "sen nereden bileceksin" tarzı itirazlar alıyorsunuz. Bu işin ferdi gayretle aşılabilecek tarafı kalmadı. Abartısız, yüzbinlerce üyesi olan sayfalarda paylaşılıyor bu sözler.

    Birşeyler yapmak gerekiyor. Şahsen, Facebook'da sadece üstada ait olmayan sözlerin yayınlandığı, üstad takipçilerine kaynak teşkil edebilecek, n-f-k.com facbook sayfasına bağlı bir "Necip Fazıl'a Atfedilen Asılsız Sözler / İftiralar" sayfası faideli olabilir kanaatindeyim.

    Burada paylaşılanlar orada paylaşılabilir. Sözler, altına belirgin şekilde kalın punktolarla "Bu söz Necip Fazıl'a ait değildir" yazılıp üzerine büyük, kırmızı bir çarpı ile resim formatında paylaşılabilir, çarpıcı olur. Hatta resimlere forumun adresi de iliştirilip sitenin tanıtımına katkıda bulunulabilir. İlgi çekeceği, resimlerin paylaşılacağı kanaatindeyim.

    Bu iş için vakti müsait olan, bu işle ilgilenebilecek, sayfada paylaşım yapabilecek olan kimse var mı?

    Sayfa ulaşmak için tıklayınız.

    • Like 3

  9. "Necip Fazıl'a Ait Olmayan Sözler" adlı bir facebook sayfası açtım. En azından burada paylaşılanlar orada paylaşılabilir. Reklamı yapılırsa faydalı da olur inşallah. Sözler photoshoptan resim formatında oluşturulup altına "Bu söz Necip Fazıl'a ait değildir" yazılıp üzerine büyük, kırmızı bir çarpı konulabilir, çarpıcı olur. Bu iş için vakti müsait olan var mı?

    https://www.facebook.com/NecipFazilaAitOlmayanSozler?skip_nax_wizard=true

    • Like 1

  10. Ne sanıyorsunuz T.C kalkınca islam yahud şeriat devleti mi olacağız? Mısır'a ziyaretinde laikliği tavsiye eden, laiklikten korkmayın diyen bir lderimiz var. Kaç dönemdir hükümet başta böyle bir yaptırım şimdiye kadar neden olmadı? Bu söylem biz islam dinine tabi olalım şeriatle anılalım diye değil. Perde arkasında gizli anlaşmalar var, sen ödün ver ben çekileyim mantığı var. Bana öyle geliyor ki sadece T.C ile de kalmayacak.

     

    Ben Anadolu'mda dağda Ne Mutlu Türküm Diyene yazısını okumaktan mesudum, Türk vasfından mesudum. Osmanlı zamanında fetihler sonrası insanlar islama girdiğinde müslüman oldum değil Türk oldum diyorlardı. Bu kimlik böyle birbirini özümsemiştir. Allah bizi islam kimliğimizle yargılayacak o ayrı. Ama düşünsenize Türkiye Cumhuriyeti kalktı ya hu senin devletinin rejimi ne sen ne devletisin? Yok ortada etiket yok. Hem Türkiye demesiyle sadece bu toprak türklere has kılınmamış ki, senin ta ilk Anadolu'ya giriş tarihine bak myle bir güzel yaşanmış ki.. Bunu çizgiden çıkaran kürtler oldu.Daha ilerlemiş hali PKK. Belki de bir düşünürün dediği gibi devletin tek hatası kürtleri asimile etmemesş oldu.

     

    Nevruz kutlamalarında o haller neydi? Ben kesinlikle bu hususta musamahalı düşünmüyorum. Siyasi bir ataktır ve kesinlikle İmralı ile görüşmelerinin neticesi alınan bir karar. Ve halk tepkisinde haklıdır bu halk kendini bildi bileli Türk'tü. Cumhuriyet yeni yetme gayr-ı meşru..Savunmam ona değil umarım anlıyorsunuz.

     

    "T.C kalkınca islam yahud şeriat devleti olacağımızı sandığımızı" nededen çıkartabildiniz bilmiyorum ama, helal olsun yani. :)

     

    Ben de kardeşim, dağımda taşımda "Ne Mutlu Türküm Diyene" yazısını okumaktan da, Kemalist rejimin Kürtlere karşı uyguladıkları asimilasyon politikalarından da nefret ediyorum.

     

    Her okuduğumda bu acı acı faşizm kokan cümle bana Anadolu'nun nasıl Osmanlı şuurundan koparıldığını, nasıl Arap düşmanı, Frenk mukallidi edildiğini anımsatıyor. Ben kürt olsam, bana 8 yıl boyunca her sabah bunu söyletene düşman olurdum herhalde.. Hele durun, iki yıla kalmaz Ağrının tepesine yazarlar bunlar, "Ne mutlu Kürdüm diyene!" O zaman kıyamet kopar herhalde.. Memleket elden gidiyor, vay halinize...

     

    Size tavsiye, "Ne mutlu Türküm diyene" demeyenlerin varlığına ve "Ne mutlu Türküm Diyene" demenin mecbur olmadığı bir Türkiyeye alışınız.

     

     

    "Hem Türkiye demesiyle sadece bu toprak türklere has kılınmamış ki.."

     

    Kim kime has kılıyor, kim kime yaşama hakkı tanıyor? Anadoluyu benim ırkım mı kurtardı ki bir başka ırka yaşama hakkı tanıyayım, yaşadığı ve canı-başıyla uğruna savaştığı toprağına isim vereyim?

     

    Anadolu coğrafyası Türk ırkının değil, Osmanlı tebasının mirasıdır. Ecdaddan Allah razı olsun, küçük enaniyetler, küçük hesaplar peşinde koşmadılar, yediyüz yıl müslümanları birlik altında tuttular. Dikkat ediniz, "Osmanlı" ismi hiçbir etnik gruba ait bir "etiket" değildir. Ecdad kendisine "Büyük Türkistan İmparatorluğu" demeyi bilmiyor muydu?

     

    Osmanlıyı ağzınıza alıyorsanız bir kere gözünüzün önüne haritayı getirin de hangi ırkı türkleştirmiş, hangi toprakları müslümanlaştırmış bir bakın. Ne güzel yahu.. Elhamdülillah Türküz!

     

    Ve hiç kusura bakmayın, işi "çizgiden çıkaran" kürtler değil, kemalist devletin nazilere taş çıkaracak savunduğunuz ırkçı asimile politikaları olmuştur. Dersim katliamı daha taze duruyor. Malkom X Türkiyede yaşasaydı diinden asardınız siz! Allah izan versin, elinize de düşürmesin diyorum.


  11. "Kraldan çok kralcılık" yapan müslüman, yani resmi ideolojinin biçtiği resmi din anlayışını benimsemiş ve "muhafazakarlığı" bu resmi ideolojinin muhafazasına dönüşmüş olan müslüman komik bir haleti ruhiye içerisinde. Kemalizmin oklarını -hususiyle milliyetçilik ve laikliği- benimseyen ve hatta savunabilen "muhafazakar" gülünç bir durumda değil mi?

    Süreçte yaşananlar eleştirilebilir. Bayrak meselesi, apo resimleri eleştirilebilir. Neticede ne bu bayrak sadece Türke ait, ne de cumhuriyetin ürünü. Onun reddinin müsamahaya açık bir tarafı yok. Bebek katilinin posterini taşıma haysiyetsizliği ve şımarıklığı da hakeza öyle...

    Ancak mızrak artık çuvala sığmıyor. Dağlara, taşlara, boş duvarlara "ne mutlu türküm diyene" yazan ve bu sapık ideolojinin acımasız uygulamalarını her alanda ortaya koyan çarpık mantık, "türk" kelimesini sopaya çeviren kemalist anlayış aynı oranda suçludur.

     

    Bizse ne şiş yansın ne kebap, ne Osmanlı'dan ve İslami devlet anlayışından kopuyor, ne de resmi ideolojinin bize giydirdiği türkçülüğümüzden ve onun devlet anlayışından ödün veriyoruz.

     

    Bunun bir de liberalizmle yasak aşk yaşayanı var ki ismi bile korkunç tezat: "Liberal-Muhafazakar"

    • Like 1
×
×
  • Create New...