cihat
-
Content Count
686 -
Joined
-
Last visited
-
Days Won
4
Posts posted by cihat
-
-
-
Selamlar,
Diğer bir başlıkta da üzerinde durduğumuz gibi sitemizin bu bölümünde, herhangi bir fikriyatın propagandasını yapmamak ve itidal şartlarıyla her şiiri paylaşıp yine aynı şekilde sadece edebi cihetlerini yorumlayabilirsiniz. Bunda herhangi bir beis yoktur.
Saygı ve selamlarımla...
Ayrıca bilvesile şairin şu şiirini de ekleyelim... B)
Herşey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...
Can Yücel
-
Hac 5. ayet
Ey insanlar ! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan (embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
-
Hücum Emri
Kumtaneciği
kaçtı diye gözüne
emir veren generalin
iki dakika daha
çok yaşadı insanları
o şanslı kentin
Sunay Akın
-
Aysel Git Başımdan
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan istemiyorum
benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
dağıtır gecelerim sarışınlığını
uykularımı uyusan nasıl korkarsın
hiçbir dakikamı yaşayamazsın
aysel git başımdan ben sana göre değilim
benim için kirletme aydınlığını
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün
gözlerim hızlandırır tenhalığını
yanlış şehirlere götürür trenlerim
ya ölmek ustalığını kazanırsın
ya korku biriktirmek yetisini
acılarım iyice bol gelir sana
sevincim bir türlü tutmaz sevincini
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
sevindiğim anda sen üzülürsün
sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş
uzak yalnızlık limanlarına
aykırı bir yolcuyum dünya geniş
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
sakın başka bir şey getirme aklına
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan seni seviyorum
-
Seni Bana Kalp Diye Koymuşlar
senin en güzel yerin sensizliğin
başka birine hazır oluşun aynalarda
bir gün başka uyanırsam yanında
ya sen gitmişsin ya ben kaldım
işte o zaman beni otuz yıl öldür
otuz yerimden sürgüne gönder
elbet ben nesiyim bu hayatın
ben bu aşkın Semud kavmiyim
ne zaman sana üşüsem
ateşin icadı geri alınır
kim kalır içimizdeki saat dursa
içimdeki saat başka bir gidişin olsa
seni yaşamak beni öldürür
beni öldürdü kendi aklım
benim aklım kimin aklı
sen neyimsin benim hiç bitmeyen
seni bana kalp diye koymuşlar
beni sana bir gidiş hazırlığı
gittin ışıklar yandı içimde
ışıklar söndü içimde gittin
seni gittim ben aynalara bakarken
aynalar seni sürdü ben seni öldüm
İdris Özyol
-
Emperyal Oteli
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım
dört gün dört gece susacaktım
yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
duvardaki saat duracaktı
kalbim kendiliğinden duracaktı
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
emperyal otelinde bu sonbahar
bu camların nokta nokta hüznü
bu bizim berheva olmuşluğumuz
bir nokta bir hat kalmışlığımız
bu rezil bu çarşamba günü
intihar etmiş kötümser yapraklar
öksürüklü aksırıklı bu takvim
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sesleri liman sislerinde boğulur
gemiler yorgun ve uykuludur
sabahtır saat beş buçuktur
sen kollarımın arasındasın
onlar gibi değilsin sen başkasın
bu senin gözlerin gibisi yoktur
adamın rüyasına rüyasına sokulur
aklının içinde siyah bir vapur
kıvranır insaf nedir bilmez
otelin penceresinde duracaktın
şehri karanlıkta görecektin
karanlıkta yağmuru görecektin
saçların ıslanacak ıslanacaktı
kış geceleri gibi uzun uzun
tek damla gözyaşı dökmeksizin
maria dolores ağlayacaktı
istanbul'u yağmur tutacaktı
bütün bir gün iş arayacaktım
sana bir türkü getirecektim
kulaklarımız çınlayacaktı
emperyal oteli'nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu
cumhuriyet bahçesi'nde insanlar geziyordu
tepebaşı'ndaki küçük yahudiler
asmalımesçit'teki rum kemancı
böyle rüzgarsız kalmışlığımız
bu bizim çektiğimiz sancı
el ele tutuşmuş geziyordu
gazeteler cinayeti yazıyordu
haliç'e bir avuç kan dökülmüştü
emperyal oteli'nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
gözlerin gözlerimden gitmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı'nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
halbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiçbiri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun .... kanıma girdin ..... kabulümsün.
Attila İlhan
-
-
İlk dizede, Üstadın birine sıkılmaz diğerine de arlanmaz dediği ve aynı uğursuz istikamette olan iki insan cinsi vardır.
İkinci dizede bu iki cinsi bir eş olarak kurgulayan üstad, onları kadın ve erkek olarak deşifre ederken cemiyette bu mefhumların çürümüşlüğünü de vurguluyor. Erkeklik makamında olanın idare ve iktidar güçlerinden uzak, pısırık olduğu; kadının ise ihtiraslarının pençesine düşerek fıtratına ters düştüğü vurgulanıyor..diye düşünüyorum :D
-
Selami Çalışkan anlatıyor...
“Yıl 1977. Üstad Necip Fazıl'ın evinde sohbetteyiz. Takım elbiseli, kravatlı bir adam geliyor. 'Bunu filanca bey gönderdi' deyip Üstad'a bir çanta takdim ediyor ve hemen gidiyor. Üstad oğluna sesleniyor: 'Şu çantayı aç bakalım, içinde ne varmış' diyor. Çanta açılıyor; ağzına kadar banknot dolu, hepsi binlik. 'Tamam' diyor Üstad, 'Münasip bir yere kaldır'. Aradan beş-on dakika geçiyor. Yoksul olduğu hemen anlaşılan bir adam giriyor içeri. Maruzatı olduğu da hemen anlaşılıyor. 'Buyur, ne istiyorsun?' diye soruyor Üstad. 'Efendim, ben Elazığ'dan geliyorum' diyor adam; 'Evim yandı, paraya ihtiyacım var.' Üstad yine oğluna sesleniyor: 'Deminki çantayı getir' diyor. İçinden bir tanecik banknot bile almadan, para dolu çantayı mağdur misafirine uzatıyor. Adam çantayı alıyor, teşekkür ediyor ve gidiyor. Kaldığı yerden devam ediyor sohbet...”
-
Bir önceki yazınızdaki "nazımı sadece sosyalist yönunu alıpta manevi yönunu kuçumser bir tavırda eleştirisek doğruyu ıskalamış oluruz ." ibraresi ve daha önce de Nazım'a atfettiğimiz sararmış ot teşbihine vermiş olduğunuz tepkiler, sizin Nazım'ın manevi cihetine istinaden kendisine sempati duymamız, hadi bu tabir sizi rahatsız ediyor, o halde tersinden söyleyelim; kendisine düşmanlık duymamamız gerektiği yönündeydi.Kurmuş olduğunuz cümlelerde tam olarak geçmese bile düşünceniz genel itibariyle bu temayül üzerine kuruluydu. Kimse burada sizin bana karşı Nazım'ı savunma makamında olduğunuz kanısını taşımaz, çünkü aynı payda altındayız, sorun sadece sizin oyunuzu birtakım nünaslara takılarak hep menfi cihete kullanmanız ve böylece meseleyi yok yere karşılıklı atışma şekline dönüştürüp sadece aynı şeyleri daha teferruatlı anlatmama neden olmanız..
'Zehri boşaltılıp kavanoza bırakılmış yılan' teşbihinde şairin sanatını ve bunun cemiyet üzerindeki etkisini göz önünde bulundurursak hiçte hakkını yiyecek bir hata etmediğimizi rahatlıkla teyit ederiz. Hem orada şahsı hedef alan bir karalama yok ki...Ben zehri boşaltılmış yılan derim, siz pençeleriyle dişleri işlevsiz bırakılmış arslan deyin. Aynı şey... Kastım, Üstad üzerine açılmış bir sitede kendisine yer verdiğimiz, fakat kendisinin cemiyet için zehirden farksız düşüncelerinin bu platformda itibar görmesinin kesinlikle mümkün olmadığı şeklindeydi..
Bu yanlış anlaşılmayı düzelterek meseleyi noktalıyor, artık daha fazla uzamamasını ümit ediyorum.
saygı ve selamlarımla..
-
s.a muhterem cihat kardeşim .soru cevap şeklindeki bir fikir ortamından muzdarip değilim amacım itidal olmak kaydıyla muhtedil bir orta yol bulmaktır.
manevi vasfının telakii ettiği bir rejime bağlayamamış olmak burada belirleyici bir oynamalı kanısında değilim .rejimden kastınız islam ise bu yanlış bir tesbittir. islam rejim değil rejimi insanlar mevcut hale getirirler sözluk anlamıda budur islam ise yuce allah(c.c.) tarafında olduğu inanların tarafından aşikardır.
nazımın komunizma rejiminden etkilendiği bu dava cihetinde tabiri caizse ömur heba etiği doğrudur fakat nazımı sadece sosyalist yönunu alıpta manevi yönunu kuçumser bir tavırda eleştirisek doğruyu ıskalamış oluruz .
ustadla kıyaslamak mevzusunda sana canı yurekten katılıyorum .gözum kapalı bu cumlenin altına imza atarım .
selam saygı ve muhabetlerimle
cansmmm
A.s.
Nazımın şiirlerindeki sathi manevi deprenişlerin herhangi bir rejime bağlı olmadığını söylemiştim.Burdaki rejim tabirinden kastım şu veya bu ideolojik veya dini yönetim biçimi değil, sadece 'düzen ve sistem' manasıdır. Yani şairdeki manevi derinlik Üstadınki gibi bir fikir etrafında sistemleşememiş, başıboş kalmıştır.
Dikkat ederseniz Nazım'ın şiirleri teknik açıdan vasatın üstündedir, akıcıdır, fakat derin bir mana keyfiyetine sahip değildir. Okuyucuya sadece tek nefeslik bir coşku ve anlık bir hayranlık verir, kimseyi anlattığı şeyler üzerinde fikir yürütmeye davet etmez, edemez....
Nazım'ı sadece taşıdığı manevi his istidadına istinaden mazur görmeli ve sempati duymalıyız diyorsunuz. Şuan Üstad üzerine açılmış bir sitede kendisinin şiirlerine yer vererek aslında tam bunu yapıyoruz. Kendisi burada zehri boşaltılıp kavanoza yerleştirilmiş bir yılan kadar zararsızdır... :D
-
Ayrılış
Baka kalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.
Orhan Veli
-
Ah Ölüm
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus derki gör taktirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus Emre
-
Nazım Hikmet, ömrünün bazı kısımlarında (gençliği ve ömrünün son demlerinde) manevi bir havayı teneffüs etmiş, bunu iyi yada kötü şiirine işlemiş olabilir. Fakat bu manevi vasfını bir rejime bağlayamamış,hep bu namütenahi alemin sathında kalmıştır. Sathında kalmıştır çünkü Üstad gibi İslam'ın kanatlarıyla yükselememiş, kendini hep bir takım iptidai fikirlerin tesellisine bırakmıştır.
İlk şiir yazdığı dönemlerindeki manevi derinliği gençliğinden kaynaklanan saflık ve heyecana, ömrünün son demlerindekini ise nedamete yoralım, başka hiç bir şeye değil!..
fakat koca çınar benzetmene kesinlikle diyeceğim bir soz olmaz ama sararmış ot misali biraz nazıma haksızlık gibi geliyorEfendim Nazım'ın kendi fikir alemi içindeki çapı tartışılır da, Üstad ile mukayese edilecekse sararmış ot mertebesini alıp başının üstüne koysun..
-
REİS BEY
Üstadın bu eserini en kaba tabirlerle aşk ve akıl mefhumlarının bir takım hadiselerde kutuplaşması, karşı karşıya gelerek çarpışması ve nihayet vicdan fitiliyle infilak etmesi şeklinde değerlendirebiliriz.
Akıl ve gönül mefhumları arasında en çetin harp stratejileri kadar kesif bir düelloyla örülü bu eserde Üstad, Reis beyi her iki tarafında sadık bir karakteri olarak oluşturmuştur. O, hem merhamet ve hissiyattan muaf, sadece gördüğü ve bildiği üzerinden şaşmaz hükümler veren kuru akılcı, hem de en ince ruh muvazenesine malik, kişi ve hadiselere derin bir his zaviyesinden bakan bir merhamet abidesidir.
Piyes hakkında fikir sahibi olmak için Reisbey'i tanımak elzemdir.
Peki, kimdir Reisbey?
Reisbey, hususi bir hayata, bavulu ve kitaplarından başka herhangi bir eşyaya sahip olmayan, ömrü otel odalarında geçmiş numunelik vasıflarda bir insan, tavizsiz bir kanun tatbikçisidir. Karakteri ve mesleği (hâkimlik) icabı katiyete ve neticeye öyle sevdalıdır ki, bir hadise üzerinde akıl çarkının herhangi bir şekilde müdahaleye uğramasına tahammül edemez, hissi fikirden ayrı ve mutlaka fikir buyruğunda kabul eder.
Kafasında merhameti öldürmüştür. Onun için 'ağızların iğrenç sakızı' yakıştırmasını yapar. Onun açısından merhamet isteği, iradedeki aciziyetin gayriihtiyarî bir aksülamelidir ve merhamet etmek idamlık çapta affedilmeyecek bir suçtur.
İşte şahıs ve hadiselere bakışı kabaca bu vasıflarda olan, 'Kanun, gizli eşyayı bulmaya mahsus bir fal kitabı değildir. Olana, gördüğüne, bildiğine göre hükmeder ' diyecek kadar gözükara bir kanun makinesi olan Reisbey, evinde öldürülüp mücevherleri çalınan bir kadının zanlı olarak sanık sandalyesine oturtulan oğlunun davasına bakar.
Davanın bütün seyri mahkûmun idamını kaçınılmaz olduğu yönünde gelişir. Çünkü Reisbey'in deyimiyle "annesinin mezardan çıkıp; -beni oğlum öldürdü- diyecek kadar" bütün deliller sözbirliği etmişçesine aleyhinde toplanmıştır. Masumdur, fakat bu masumiyeti ispatlayacak hiçbir somut delile sahip değildir. Kendini savunmak için kullandığı her yol, bir noktadan sonra şu veya bu sebeple akli metotlarla tespit edilemeyecek kadar mücerretleşir, gözden kaybolur, sırf his ve merhamet gözlükleriyle görünebilecek bir vasfa girer. Ama karşısında Reisbey gibi kalp gözünü perçin perçin kuru akıl metotlarıyla kapayan, mahkûmun savunmasını peşinen his istismarı olarak yaftalayan, en tesirli hissi manzaraya bile otopsi yapan bir hekimin metanetiyle bakan bir yargıç olduğundan masumiyetini ispat edemez ve eli mahkûm idam gömleğini giyer...
Yazının başında belirttiğimiz, yani kuru bir akılcı ve merhamet hissinden mümkün mertebe yoksun olan Reisbey'i bir merhamet abidesine, gözyaşı kurnasına çeviren hadise; infazın hemen ardından ölen mahkûmun masum olduğu gerçeğinin anlaşılması ve gerçek katilin yakalanarak suçunu itiraf etmesiyle başlar.
Verdiği idam kararının hatalı olduğunu anlayan Reisbey, kendini amansız bir vicdan azabında, o güne kadar toz kondurmadığı fikir, dünya ve infaz görüşlerini topyekyun muhasebe etme makamında bulur.
Bu olay onu öylesine müteesir kılar ki, hakimliği bırakır, pişmanlık ve vicdan azabıyla paramparça olmuş yüreğini bir parça teselli etmek için, idam ettiği mahkumun zehir kuyusuna düştüğü kumarhaneye atar kendini, oradaki insanlara merhamet ve af hislerini aşılamaya çalışır. Bir zamanlar merhamet için 'ağızların iğrenç sakızı diyen Reisbey, artık ' Affedin! Affı anlayınca kendinizden başka her insanı mazur göreceksiniz' diyecek kadar samimi bir değişikliğe tabii olmuştur.
Gönlü öylesine hassas bir hale gelir ki, alemdeki her fenalıktan kendine bir sorumluluk payı biçer, günah verir gibi af dağıtırken, bir dilenci gibi insanlardan af diler. Artık o, gönlünü kasıp kavuran merhamet hissini kafasında fikirleştirip, " Başaşağı bir cemiyeti baş yukarı edecek kudret, her tarafın birbirini affetmesindedir." anlayışıyla cemiyet çapında manevi bir af ve merhamet tesisi kurma sevdasına girer.
İşte Üstadın Reisbey adlı eseri, bütün olmazları mümkün kılan, madeni çelik kadar sert bir mizacı, vicdan örsüyle döve döve bir böceğin sırtı kadar yumuşak bir hale gelişini anlatan, kah ruhu okşayan hissi, kah okuyucunun içini ürperten sert aforizmalarıyla, bir bünyeye aşılanan hem zehir hem de panzehirin o bünye üzerindeki tesirini gözlemleyen kütüphane çapında bir piyestir...
( Bu yazı, bir süre önce açılan 'Üstad' sınıfının ilk ferdi ürünüdür. )
- 1
-
Başlıklar birleştirilmiştir.
-
İş Bankası Hilafet Bankası mıydı?
Hafızamızı tazeliyoruz durmadan. Üzerindeki külleri üfleyip eşeledikçe altından görünen yüz şaşırtıyor hepimizi. Hem tanıdık geliyor, hem yabancı. Büyüsü biraz da burada gizli galiba yakın tarih araştırmalarının. Yabancı bildiklerimizin aşina, aşina bildiklerimizin ise yabancı çıkması merakımızı tahrik ediyor.
Onun için tarihte dikkatli olmak gerek. Sloganlardan ve yaftalardan olabildiğince uzak durmak ve ‘Gerçekten de tarihte neler olmuş?’ sorusunu kulak arkası etmemek gerekiyor.
Alın size çarpıcı bir örnek: İş Bankası nasıl kuruldu? İçinizden, ‘Bunu bilemeyecek ne var? Atatürk kurdu işte’ diyenler çıkabilir. Bu ne acele efendim? Sakinleşin biraz. Bir kere İş Bankası’nın bir devlet bankası olmadığını unutmayalım. İki… Neyse. İş epeyce karışık. Baştan anlatalım öyleyse.
İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar Mayıs 1982’de çıkan İş Dergisi’ne verdiği bir mülakatta, “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Atatürk ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi” şeklinde anlatmıştır İş Bankası’nın kuruluş hikâyesini. Burada sorulması gereken soru, ‘İyi de Osmanlı Bankası’ndaki o 250 bin lira nereden gelmişti?’den başkası olursa tarih ofsayttan başını kurtulamaz. Nitekim Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap vermekte ve ‘böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini’ söylemektedir.
4 nolu hesabın dökümünde Makbule Hanım, Hafız Yaşar ve İsmet İnönü'ye ödenen meblağlar.
Tuhaf gerçekten de. Merak damarları mı kurumuştur aklımızın acaba?
Bu konuda bize yardımcı olacak bilgiyi Atatürk’ün yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde buluyoruz.
Soyak’a göre Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir (yaklaşık 1 Sterlin = 7 TL). Paşa, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’dan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla Atatürk’e iade edilmişti. Atatürk bu paranın “en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini” düşündü ve sonunda 250 bin lirasını İş Bankası’nın temel sermayesi olarak tahsis etti. (Soyak’ın eksik bıraktığını biz tamamlayalım: Yardım parasından 207 bin lirayı da aynı bankadaki 2 nolu hesaba yatırmıştı.)
"Türkiye İş Bankası Merkez-i Umumi" levhası.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Soyak’ın hatıralarından paranın kaynağını öğrendik ama yine de boşluklar kaldı.
Bir kere resmi olarak bilinen rakam, 125 bin sterlindir. Bu miktar, http://www.measuringworth.com adlı sitedeki hesaplamalara göre 2006 rakamlarıyla 11,7 trilyon TL’ye tekabül etmektedir. (Yardımları için Mustafa Özel ağabeye teşekkür.)
Şimdi bu ciddi meblağ sırf Milli Mücadele’ye yardım için mi gönderilmişti yoksa başka bir amacı mı vardı? O İcra Vekilleri Heyeti, yani Bakanlar Kurulu kararı neden bugüne kadar bulunamamıştır ve Mustafa Kemal Paşa’nın Bayar’a “Git, çek” dediği Osmanlı Bankası’ndaki hesabına ilişkin herhangi bir kayda niçin rastlayamıyoruz? Bu bir ‘sırdaş hesap’ mıydı? Öyleyse neden gizliydi? (Bu soruları benden önce sağolsunlar bizzat İş Bankası’nın yayınladığı “Türkiye İş Bankası Tarihi” adlı kitabın yazarları sormuşlar. Kıskandım tabii ama objektiflikleri için de kendilerine minnettarım.)
Solcu aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ dediler ama biz sustuk nedense. İslam dünyasından ve Hindistan’dan gönderilen yardımlar konusunda dedikodulara veya savunma psikolojisiyle yazılmış eserlere değil de, analitik bilimsel çalışmalara ihtiyacımız var. Yine de bazı eserlerde bölük pörçük bilgilere rastlıyoruz.
1929’da İş Bankası Yenicami şubesinde çalışan kadın memurlar. Başlarının kapalı oluşuna dikkat.
Mesela sahasında ilk çalışma olan Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşı’nın Malî Kaynakları”nda Hint Müslümanlarının yardımlarına ayrılan özel bölüm epeyce aydınlatıcı bilgiler veriyor.
1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. (Başka yardımlar da yapıldığı ve yollarda heder edildiği sır değil.)
İşin ilginç yanı, bu para yardımının Maliye Bakanlığı kayıtlarına yansımamış ve Hazine’ye girmemiş olması. Daha da ilginci, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiş ve Osmanlı Bankası’nda 1922 Ağustos’una kadar ‘faiz işletilmeden’ tutulmuş bulunmasıdır. “Kurtuluş Savaşı’nın büyük hazırlık döneminde çekilen türlü malî sıkıntılara rağmen, bu paraya el sürülmemiştir.”
Soruyoruz hep birlikte: Neden? Bu para İstiklal Savaşı’nda kullanılmak için gönderilmemiş miydi?
Nitekim zafer kazanıldıktan sonra kendisine iade edilen parayı yine Osmanlı Bankası’na yatıran Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1924’te İş Bankası kurulana kadar da orada tutmaya devam etmiştir.
Şimdi gelelim meselenin bam teline.
Bu para amacı doğrultusunda kullanılmış mıdır? Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.
Üstelik de Halifeyi kurtarmak üzere gönderilen bu paralar kuzu kuzu bankada yatarken Halife Abdülmecid bütçeden kendisine ayrılan ödeneğin azlığından şikayet edince kıyameti koparanlar, dahası Halifeyi apar topar yurtdışına sürenler de bizlerdik. Halifeyi ve hanedanı yurtdışına sürdük, güzel. O zaman Hint Müslümanlarına paralarını iade etmemiz gerekmez miydi? Ağa Han’ın yazdığı mektup meselesini bir de bu açıdan değerlendirmek uygun olmaz mı?
Müderrisoğlu, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında yardım parasına dokunmamış olmasını, gerektiğinde onu geri göndermeyi düşündüğüne yorar. Diyelim ki, öyle. Peki 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırdığında neden geri göndermemiştir de, kız kardeşi Makbule Hanım’a oradaki bir hesabından maaş bağlatmıştır? Nokta mı, virgül mü? Siz karar verin.
Mustafa Armağan
-
9-10 yaşlarındayım..
Cıvıl cıvıl bir bahar günü..:) Yılın o vakitleri ve günün o saatlerinde evde pek kimse olmaz, her kes artık yaş grubuna göre bahçede, şurda burda vaktini mutlu mesut geçirmeye bakar..Neyse efendim ben artık oyun oynamaktan yoruluyor, soluklanacak bir gölgelik arıyorum.Kapının eşiğinde bir müddet soluklandıkta sonra eve girip mutfağa atıyorum kendimi...Suyumu içiyor, biraz dinleniyorum.Ardından bakıyorum ki yerde düdüklü tencereden büyük, kazandan küçük, kapağının üzerinde kalın bir örtü olan bir çeşit kap...Artık kokusunun cazibesinden midir nedir beni önce bir merak ardından karşı konulmaz bir iştah sarıyor.Kabın üzerindeki örtüyü kaldırıp elimi yakmasın diye kılıf olarak kullanıp kapağını kaldırıyorum.ve karşımda bir tencere dolusu gül reçeli...:)
Kapağı açmamla birlikte o mükemmel renk ve koku cümbüşü bir buhar halinde yüzümü yalıyordu...Bir reçel değildi bu, bir sanat eseriydi sanki :) Neyse efendim biraz içimi didikleyen hınzırlık dürtüsüyle birazda nefsimin aklımı çelmesiyle kendime hakim olamadım.Gözümü yumup parmağımı batırıverdim.Hatta gözüm o denli dönmüştü ki etrafta çatal veya kaşık aramaya fırsat bulamamıştım. Efendim işte o gün,hayat bana her gördüğüm güzele şeye itimat etmemem gerektiğini belletmişti. Hemde öylesine acı bir tecrübeyle oldu ki bu, bir daha unutmam mümkün olmadı. Parmağım o gül suretli alev deryasına dokunur dokunmaz öylesine yandı ki, çığlığım, şiddetinden boğazıma çığ düşmüş gibi yığılıverdi.Parmağımı bir hışımla geri çekip ayağa kalkarken tencereyi devirdim, üzerime doğru lav gibi gelen reçelden koşarak kurtuldum. :lol:
-
Efendim nafile çabalıyoruz. Adam gizemden haz alıyor baksanıza, mahşere kadar yaşasak yine de açıklamasına şahit olamayacağız.:)
-
Birkaç anlamlı ismin en leziz yerleri doğrandıktan sonra tencerede iyice karıştırılıp kaynatılmasıyla oluşmuş bir rumuz..:rolleyes:
-
Bir davaya verilen ehemmiyet ve duyulan samimiyetin tartıldığı terazinin iki ayrı kefesi gibidir aşk ve nefret...Bir şeyi ne kadar seviyorsak, aleyhinde olan her şeyden o nispette nefret ederiz. Buradaki nefret mefhumunu tiksinti veya hınç hislerinden ziyade, onları da barındıran, aşık olduğumuz şeyin temel dinamikleriyla çakışan, onun için doğrudan ya da dolaylı olarak tehlike arz eden her şeye karşı bir tepki ve savunma mekanizması olarak düşünmeliyiz.
Şurda burda 'tarafsızlık' adındaki iptidai bir erdemin taşeronluğunu yapan kimselerce nefret hissi ahlaki normlarla bağdaşmayan, duyulmaması gereken nahoş bir his olarak yaftalanıyor.Ne saçmalık..! Sen bir babasın, kızının hayatına müdahil olmayacaksın ama namusundan sorumlusun kabilinden bir önerme bu..
Nefretimiz, aşkımızın ateşiyle hep fokur fokur kaynamalı...
Onun içindir ki Üstad muhtelif yerlerde ve bilhassa Vasiyetinde bunun üzerinde ısrarla duruyor :
*10-Allah'ı,Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!...
Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!
*Üstad'ın Vasiyeti'nden
-
İstanbul'u Dinliyorum
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.
Orhan Veli Kanık
-
Üstadın ilk şiirlerinde olduğu gibi bunda da kadın mefhumuna aşırı bir hayranlık, hatta ilahi bir merhaleye yerleştirme var. (O dönemde) Varlık ve nefs muhasebeselerinin henüz sathında olan Üstad, teselliyi kadın karşısındaki benlik istismarında aramış olsa gerek.
Şiire teknik ve ruh olarak söz yok.Dolayısıyla şu veya bu şairin başyapıtı olarak gösterilirse her hangi bir beis aramak olmaz da, Üstad gibi kafa ve ruh olarak iptidai bir konumdan, iman ve inancıyla bedahet merhalesine erişmiş birine mal etmek, O'na yapılmış olan affedilmez bir suç ve hatta vasiyetine ihanettir.
- 1
Can Yücel
in Diğer Şairler
Posted · Report reply
Bir Sen Eksiktin Ayışığı
Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda perensip sahibi bir başçavuş.
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...
Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
Can Yücel