Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

cihat

Editor
  • Content Count

    686
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by cihat


  1. Bir Sen Eksiktin Ayışığı

     

    Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,

    Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra

    Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,

    Başımızda perensip sahibi bir başçavuş.

    Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...

     

    Bi sen eksiktin ayışığı

    Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!

     

     

    Can Yücel


  2. Selamlar,

     

    Diğer bir başlıkta da üzerinde durduğumuz gibi sitemizin bu bölümünde, herhangi bir fikriyatın propagandasını yapmamak ve itidal şartlarıyla her şiiri paylaşıp yine aynı şekilde sadece edebi cihetlerini yorumlayabilirsiniz. Bunda herhangi bir beis yoktur.

     

    Saygı ve selamlarımla...

     

     

    Ayrıca bilvesile şairin şu şiirini de ekleyelim... B)

     

    Herşey Sende Gizli

     

    Yerin seni çektiği kadar ağırsın

    Kanatların çırpındığı kadar hafif..

    Kalbinin attığı kadar canlısın

    Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...

    Sevdiklerin kadar iyisin

    Nefret ettiklerin kadar kötü..

    Ne renk olursa olsun kaşın gözün

    Karşındakinin gördüğüdür rengin..

    Yaşadıklarını kar sayma:

    Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

     

    Ne kadar yaşarsan yaşa,

    Sevdiğin kadardır ömrün..

    Gülebildiğin kadar mutlusun

    Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin

    Sakın bitti sanma her şeyi,

     

    Sevdiğin kadar sevileceksin.

    Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer

    Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın

    Bir gün yalan söyleyeceksen eğer

    Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

    Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

    Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

    Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın

    Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

    Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın

    Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

    Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

     

    İşte budur hayat!

    İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın

    Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

    Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

    Çiçek sulandığı kadar güzeldir

    Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

    Bebek ağladığı kadar bebektir

    Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,

    Sevdiğin kadar sevilirsin...

     

    Can Yücel


  3. Hac 5. ayet

     

    Ey insanlar ! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan (embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.


  4. Aysel Git Başımdan

     

     

    aysel git başımdan ben sana göre değilim

    ölümüm birden olacak seziyorum

    hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

    aysel git başımdan istemiyorum

    benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün

    dağıtır gecelerim sarışınlığını

    uykularımı uyusan nasıl korkarsın

    hiçbir dakikamı yaşayamazsın

    aysel git başımdan ben sana göre değilim

    benim için kirletme aydınlığını

    hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

     

    Islığımı denesen hemen düşürürsün

    gözlerim hızlandırır tenhalığını

    yanlış şehirlere götürür trenlerim

    ya ölmek ustalığını kazanırsın

    ya korku biriktirmek yetisini

    acılarım iyice bol gelir sana

    sevincim bir türlü tutmaz sevincini

    aysel git başımdan ben sana göre değilim

    ümitsizliğimi olsun anlasana

    hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

     

    sevindiğim anda sen üzülürsün

    sonbahar uğultusu duymamışsın ki

    içinden bir gemi kalkıp gitmemiş

    uzak yalnızlık limanlarına

    aykırı bir yolcuyum dünya geniş

    büyük bir kulak çınlıyor içimdeki

    çetrefil yolculuğum kesinleşmiş

    sakın başka bir şey getirme aklına

    aysel git başımdan ben sana göre değilim

    ölümüm birden olacak seziyorum

    hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

    aysel git başımdan seni seviyorum


  5. Seni Bana Kalp Diye Koymuşlar

     

     

    senin en güzel yerin sensizliğin

    başka birine hazır oluşun aynalarda

    bir gün başka uyanırsam yanında

    ya sen gitmişsin ya ben kaldım

    işte o zaman beni otuz yıl öldür

    otuz yerimden sürgüne gönder

     

    elbet ben nesiyim bu hayatın

    ben bu aşkın Semud kavmiyim

    ne zaman sana üşüsem

    ateşin icadı geri alınır

    kim kalır içimizdeki saat dursa

    içimdeki saat başka bir gidişin olsa

    seni yaşamak beni öldürür

    beni öldürdü kendi aklım

    benim aklım kimin aklı

    sen neyimsin benim hiç bitmeyen

     

    seni bana kalp diye koymuşlar

    beni sana bir gidiş hazırlığı

    gittin ışıklar yandı içimde

    ışıklar söndü içimde gittin

    seni gittim ben aynalara bakarken

    aynalar seni sürdü ben seni öldüm

     

    İdris Özyol


  6. Emperyal Oteli

     

    ben hiç böylesini görmemiştim

    vurdun kanıma girdin itirazım var

    sımsıcak bir merhaba diyecektim

    başımı usulca dizine koyacaktım

    dört gün dört gece susacaktım

    yağmur sönecekti yanacaktı

    sameland seferden dönecekti

    duvardaki saat duracaktı

    kalbim kendiliğinden duracaktı

    ben hiç böylesini görmemiştim

    vurdun kanıma girdin itirazım var

    emperyal otelinde bu sonbahar

    bu camların nokta nokta hüznü

    bu bizim berheva olmuşluğumuz

    bir nokta bir hat kalmışlığımız

    bu rezil bu çarşamba günü

    intihar etmiş kötümser yapraklar

    öksürüklü aksırıklı bu takvim

    ben hiç böylesini görmemiştim

    vurdun kanıma girdin itirazım var

    sesleri liman sislerinde boğulur

    gemiler yorgun ve uykuludur

    sabahtır saat beş buçuktur

    sen kollarımın arasındasın

    onlar gibi değilsin sen başkasın

    bu senin gözlerin gibisi yoktur

    adamın rüyasına rüyasına sokulur

    aklının içinde siyah bir vapur

    kıvranır insaf nedir bilmez

    otelin penceresinde duracaktın

    şehri karanlıkta görecektin

    karanlıkta yağmuru görecektin

    saçların ıslanacak ıslanacaktı

    kış geceleri gibi uzun uzun

    tek damla gözyaşı dökmeksizin

    maria dolores ağlayacaktı

    istanbul'u yağmur tutacaktı

    bütün bir gün iş arayacaktım

    sana bir türkü getirecektim

    kulaklarımız çınlayacaktı

    emperyal oteli'nin resmini çektim

    akşam saçaklarından damlıyordu

    kapısında durmanı söylemiştim

    yüzün zambaklara benziyordu

    cumhuriyet bahçesi'nde insanlar geziyordu

    tepebaşı'ndaki küçük yahudiler

    asmalımesçit'teki rum kemancı

    böyle rüzgarsız kalmışlığımız

    bu bizim çektiğimiz sancı

    el ele tutuşmuş geziyordu

    gazeteler cinayeti yazıyordu

    haliç'e bir avuç kan dökülmüştü

    emperyal oteli'nde üç gece kaldık

    fazlasına paramız yetmiyordu

    gözlerin gözlerimden gitmiyordu

    dördüncü gece sokakta kaldık

    karanlık bir türlü bitmiyordu

    sirkeci garı'nda sabahladık

    bilen bilmeyen bizi ayıpladı

    halbuki kimlere kimlere başvurmadık

    hiçbiri yüzümüze bakmıyordu

    hiç kimse elimizden tutmuyordu

    ben hiç böylesini görmemiştim

    vurdun .... kanıma girdin ..... kabulümsün.

     

    Attila İlhan


  7. İlk dizede, Üstadın birine sıkılmaz diğerine de arlanmaz dediği ve aynı uğursuz istikamette olan iki insan cinsi vardır.

    İkinci dizede bu iki cinsi bir eş olarak kurgulayan üstad, onları kadın ve erkek olarak deşifre ederken cemiyette bu mefhumların çürümüşlüğünü de vurguluyor. Erkeklik makamında olanın idare ve iktidar güçlerinden uzak, pısırık olduğu; kadının ise ihtiraslarının pençesine düşerek fıtratına ters düştüğü vurgulanıyor..diye düşünüyorum :D


  8. Selami Çalışkan anlatıyor...

     

    “Yıl 1977. Üstad Necip Fazıl'ın evinde sohbetteyiz. Takım elbiseli, kravatlı bir adam geliyor. 'Bunu filanca bey gönderdi' deyip Üstad'a bir çanta takdim ediyor ve hemen gidiyor. Üstad oğluna sesleniyor: 'Şu çantayı aç bakalım, içinde ne varmış' diyor. Çanta açılıyor; ağzına kadar banknot dolu, hepsi binlik. 'Tamam' diyor Üstad, 'Münasip bir yere kaldır'. Aradan beş-on dakika geçiyor. Yoksul olduğu hemen anlaşılan bir adam giriyor içeri. Maruzatı olduğu da hemen anlaşılıyor. 'Buyur, ne istiyorsun?' diye soruyor Üstad. 'Efendim, ben Elazığ'dan geliyorum' diyor adam; 'Evim yandı, paraya ihtiyacım var.' Üstad yine oğluna sesleniyor: 'Deminki çantayı getir' diyor. İçinden bir tanecik banknot bile almadan, para dolu çantayı mağdur misafirine uzatıyor. Adam çantayı alıyor, teşekkür ediyor ve gidiyor. Kaldığı yerden devam ediyor sohbet...”

     

     

    Kaynak


  9. Bir önceki yazınızdaki "nazımı sadece sosyalist yönunu alıpta manevi yönunu kuçumser bir tavırda eleştirisek doğruyu ıskalamış oluruz ." ibraresi ve daha önce de Nazım'a atfettiğimiz sararmış ot teşbihine vermiş olduğunuz tepkiler, sizin Nazım'ın manevi cihetine istinaden kendisine sempati duymamız, hadi bu tabir sizi rahatsız ediyor, o halde tersinden söyleyelim; kendisine düşmanlık duymamamız gerektiği yönündeydi.Kurmuş olduğunuz cümlelerde tam olarak geçmese bile düşünceniz genel itibariyle bu temayül üzerine kuruluydu. Kimse burada sizin bana karşı Nazım'ı savunma makamında olduğunuz kanısını taşımaz, çünkü aynı payda altındayız, sorun sadece sizin oyunuzu birtakım nünaslara takılarak hep menfi cihete kullanmanız ve böylece meseleyi yok yere karşılıklı atışma şekline dönüştürüp sadece aynı şeyleri daha teferruatlı anlatmama neden olmanız..

     

    'Zehri boşaltılıp kavanoza bırakılmış yılan' teşbihinde şairin sanatını ve bunun cemiyet üzerindeki etkisini göz önünde bulundurursak hiçte hakkını yiyecek bir hata etmediğimizi rahatlıkla teyit ederiz. Hem orada şahsı hedef alan bir karalama yok ki...Ben zehri boşaltılmış yılan derim, siz pençeleriyle dişleri işlevsiz bırakılmış arslan deyin. Aynı şey... Kastım, Üstad üzerine açılmış bir sitede kendisine yer verdiğimiz, fakat kendisinin cemiyet için zehirden farksız düşüncelerinin bu platformda itibar görmesinin kesinlikle mümkün olmadığı şeklindeydi..

     

    Bu yanlış anlaşılmayı düzelterek meseleyi noktalıyor, artık daha fazla uzamamasını ümit ediyorum.

     

    saygı ve selamlarımla..


  10. s.a muhterem cihat kardeşim .

    soru cevap şeklindeki bir fikir ortamından muzdarip değilim amacım itidal olmak kaydıyla muhtedil bir orta yol bulmaktır.

    manevi vasfının telakii ettiği bir rejime bağlayamamış olmak burada belirleyici bir oynamalı kanısında değilim .rejimden kastınız islam ise bu yanlış bir tesbittir. islam rejim değil rejimi insanlar mevcut hale getirirler sözluk anlamıda budur islam ise yuce allah(c.c.) tarafında olduğu inanların tarafından aşikardır.

    nazımın komunizma rejiminden etkilendiği bu dava cihetinde tabiri caizse ömur heba etiği doğrudur fakat nazımı sadece sosyalist yönunu alıpta manevi yönunu kuçumser bir tavırda eleştirisek doğruyu ıskalamış oluruz .

    ustadla kıyaslamak mevzusunda sana canı yurekten katılıyorum .gözum kapalı bu cumlenin altına imza atarım .

    selam saygı ve muhabetlerimle

    cansmmm

     

     

    A.s.

     

    Nazımın şiirlerindeki sathi manevi deprenişlerin herhangi bir rejime bağlı olmadığını söylemiştim.Burdaki rejim tabirinden kastım şu veya bu ideolojik veya dini yönetim biçimi değil, sadece 'düzen ve sistem' manasıdır. Yani şairdeki manevi derinlik Üstadınki gibi bir fikir etrafında sistemleşememiş, başıboş kalmıştır.

     

    Dikkat ederseniz Nazım'ın şiirleri teknik açıdan vasatın üstündedir, akıcıdır, fakat derin bir mana keyfiyetine sahip değildir. Okuyucuya sadece tek nefeslik bir coşku ve anlık bir hayranlık verir, kimseyi anlattığı şeyler üzerinde fikir yürütmeye davet etmez, edemez....

     

    Nazım'ı sadece taşıdığı manevi his istidadına istinaden mazur görmeli ve sempati duymalıyız diyorsunuz. Şuan Üstad üzerine açılmış bir sitede kendisinin şiirlerine yer vererek aslında tam bunu yapıyoruz. Kendisi burada zehri boşaltılıp kavanoza yerleştirilmiş bir yılan kadar zararsızdır... :D


  11. Ah Ölüm

     

    Yalancı dünyaya konup göçenler

    Ne söylerler ne bir haber verirler

    Üzerinde türlü otlar bitenler

    Ne söylerler ne bir haber verirler

     

     

    Kiminin başında biter ağaçlar

    Kiminin başında sararır otlar

    Kimi masum kimi güzel yiğitler

    Ne söylerler ne bir haber verirler

     

     

    Toprağa gark olmuş nazik tenleri

    Söylemeden kalmış tatlı dilleri

    Gelin duadan unutman bunları

    Ne söylerler ne bir haber verirler

     

     

    Yunus derki gör taktirin işleri

    Dökülmüştür kirpikleri kaşları

    Başları ucunda hece taşları

    Ne söylerler ne bir haber verirler

     

    Yunus Emre


  12. Nazım Hikmet, ömrünün bazı kısımlarında (gençliği ve ömrünün son demlerinde) manevi bir havayı teneffüs etmiş, bunu iyi yada kötü şiirine işlemiş olabilir. Fakat bu manevi vasfını bir rejime bağlayamamış,hep bu namütenahi alemin sathında kalmıştır. Sathında kalmıştır çünkü Üstad gibi İslam'ın kanatlarıyla yükselememiş, kendini hep bir takım iptidai fikirlerin tesellisine bırakmıştır.

     

    İlk şiir yazdığı dönemlerindeki manevi derinliği gençliğinden kaynaklanan saflık ve heyecana, ömrünün son demlerindekini ise nedamete yoralım, başka hiç bir şeye değil!..

     

    fakat koca çınar benzetmene kesinlikle diyeceğim bir soz olmaz ama sararmış ot misali biraz nazıma haksızlık gibi geliyor

     

    Efendim Nazım'ın kendi fikir alemi içindeki çapı tartışılır da, Üstad ile mukayese edilecekse sararmış ot mertebesini alıp başının üstüne koysun..


  13. REİS BEY

     

    Üstadın bu eserini en kaba tabirlerle aşk ve akıl mefhumlarının bir takım hadiselerde kutuplaşması, karşı karşıya gelerek çarpışması ve nihayet vicdan fitiliyle infilak etmesi şeklinde değerlendirebiliriz.

     

    Akıl ve gönül mefhumları arasında en çetin harp stratejileri kadar kesif bir düelloyla örülü bu eserde Üstad, Reis beyi her iki tarafında sadık bir karakteri olarak oluşturmuştur. O, hem merhamet ve hissiyattan muaf, sadece gördüğü ve bildiği üzerinden şaşmaz hükümler veren kuru akılcı, hem de en ince ruh muvazenesine malik, kişi ve hadiselere derin bir his zaviyesinden bakan bir merhamet abidesidir.

     

    Piyes hakkında fikir sahibi olmak için Reisbey'i tanımak elzemdir.

     

    Peki, kimdir Reisbey?

     

    Reisbey, hususi bir hayata, bavulu ve kitaplarından başka herhangi bir eşyaya sahip olmayan, ömrü otel odalarında geçmiş numunelik vasıflarda bir insan, tavizsiz bir kanun tatbikçisidir. Karakteri ve mesleği (hâkimlik) icabı katiyete ve neticeye öyle sevdalıdır ki, bir hadise üzerinde akıl çarkının herhangi bir şekilde müdahaleye uğramasına tahammül edemez, hissi fikirden ayrı ve mutlaka fikir buyruğunda kabul eder.

     

    Kafasında merhameti öldürmüştür. Onun için 'ağızların iğrenç sakızı' yakıştırmasını yapar. Onun açısından merhamet isteği, iradedeki aciziyetin gayriihtiyarî bir aksülamelidir ve merhamet etmek idamlık çapta affedilmeyecek bir suçtur.

     

    İşte şahıs ve hadiselere bakışı kabaca bu vasıflarda olan, 'Kanun, gizli eşyayı bulmaya mahsus bir fal kitabı değildir. Olana, gördüğüne, bildiğine göre hükmeder ' diyecek kadar gözükara bir kanun makinesi olan Reisbey, evinde öldürülüp mücevherleri çalınan bir kadının zanlı olarak sanık sandalyesine oturtulan oğlunun davasına bakar.

     

    Davanın bütün seyri mahkûmun idamını kaçınılmaz olduğu yönünde gelişir. Çünkü Reisbey'in deyimiyle "annesinin mezardan çıkıp; -beni oğlum öldürdü- diyecek kadar" bütün deliller sözbirliği etmişçesine aleyhinde toplanmıştır. Masumdur, fakat bu masumiyeti ispatlayacak hiçbir somut delile sahip değildir. Kendini savunmak için kullandığı her yol, bir noktadan sonra şu veya bu sebeple akli metotlarla tespit edilemeyecek kadar mücerretleşir, gözden kaybolur, sırf his ve merhamet gözlükleriyle görünebilecek bir vasfa girer. Ama karşısında Reisbey gibi kalp gözünü perçin perçin kuru akıl metotlarıyla kapayan, mahkûmun savunmasını peşinen his istismarı olarak yaftalayan, en tesirli hissi manzaraya bile otopsi yapan bir hekimin metanetiyle bakan bir yargıç olduğundan masumiyetini ispat edemez ve eli mahkûm idam gömleğini giyer...

     

    Yazının başında belirttiğimiz, yani kuru bir akılcı ve merhamet hissinden mümkün mertebe yoksun olan Reisbey'i bir merhamet abidesine, gözyaşı kurnasına çeviren hadise; infazın hemen ardından ölen mahkûmun masum olduğu gerçeğinin anlaşılması ve gerçek katilin yakalanarak suçunu itiraf etmesiyle başlar.

     

    Verdiği idam kararının hatalı olduğunu anlayan Reisbey, kendini amansız bir vicdan azabında, o güne kadar toz kondurmadığı fikir, dünya ve infaz görüşlerini topyekyun muhasebe etme makamında bulur.

     

    Bu olay onu öylesine müteesir kılar ki, hakimliği bırakır, pişmanlık ve vicdan azabıyla paramparça olmuş yüreğini bir parça teselli etmek için, idam ettiği mahkumun zehir kuyusuna düştüğü kumarhaneye atar kendini, oradaki insanlara merhamet ve af hislerini aşılamaya çalışır. Bir zamanlar merhamet için 'ağızların iğrenç sakızı diyen Reisbey, artık ' Affedin! Affı anlayınca kendinizden başka her insanı mazur göreceksiniz' diyecek kadar samimi bir değişikliğe tabii olmuştur.

     

    Gönlü öylesine hassas bir hale gelir ki, alemdeki her fenalıktan kendine bir sorumluluk payı biçer, günah verir gibi af dağıtırken, bir dilenci gibi insanlardan af diler. Artık o, gönlünü kasıp kavuran merhamet hissini kafasında fikirleştirip, " Başaşağı bir cemiyeti baş yukarı edecek kudret, her tarafın birbirini affetmesindedir." anlayışıyla cemiyet çapında manevi bir af ve merhamet tesisi kurma sevdasına girer.

     

    İşte Üstadın Reisbey adlı eseri, bütün olmazları mümkün kılan, madeni çelik kadar sert bir mizacı, vicdan örsüyle döve döve bir böceğin sırtı kadar yumuşak bir hale gelişini anlatan, kah ruhu okşayan hissi, kah okuyucunun içini ürperten sert aforizmalarıyla, bir bünyeye aşılanan hem zehir hem de panzehirin o bünye üzerindeki tesirini gözlemleyen kütüphane çapında bir piyestir...

     

     

     

    ( Bu yazı, bir süre önce açılan 'Üstad' sınıfının ilk ferdi ürünüdür. )

    • Like 1

  14. İş Bankası Hilafet Bankası mıydı?

     

     

    Hafızamızı tazeliyoruz durmadan. Üzerindeki külleri üfleyip eşeledikçe altından görünen yüz şaşırtıyor hepimizi. Hem tanıdık geliyor, hem yabancı. Büyüsü biraz da burada gizli galiba yakın tarih araştırmalarının. Yabancı bildiklerimizin aşina, aşina bildiklerimizin ise yabancı çıkması merakımızı tahrik ediyor.

    Onun için tarihte dikkatli olmak gerek. Sloganlardan ve yaftalardan olabildiğince uzak durmak ve ‘Gerçekten de tarihte neler olmuş?’ sorusunu kulak arkası etmemek gerekiyor.

     

    Alın size çarpıcı bir örnek: İş Bankası nasıl kuruldu? İçinizden, ‘Bunu bilemeyecek ne var? Atatürk kurdu işte’ diyenler çıkabilir. Bu ne acele efendim? Sakinleşin biraz. Bir kere İş Bankası’nın bir devlet bankası olmadığını unutmayalım. İki… Neyse. İş epeyce karışık. Baştan anlatalım öyleyse.

     

    İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar Mayıs 1982’de çıkan İş Dergisi’ne verdiği bir mülakatta, “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Atatürk ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi” şeklinde anlatmıştır İş Bankası’nın kuruluş hikâyesini. Burada sorulması gereken soru, ‘İyi de Osmanlı Bankası’ndaki o 250 bin lira nereden gelmişti?’den başkası olursa tarih ofsayttan başını kurtulamaz. Nitekim Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap vermekte ve ‘böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini’ söylemektedir.

     

    isbankasi-2.jpg

    4 nolu hesabın dökümünde Makbule Hanım, Hafız Yaşar ve İsmet İnönü'ye ödenen meblağlar.

     

    Tuhaf gerçekten de. Merak damarları mı kurumuştur aklımızın acaba?

     

    Bu konuda bize yardımcı olacak bilgiyi Atatürk’ün yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde buluyoruz.

     

    Soyak’a göre Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir (yaklaşık 1 Sterlin = 7 TL). Paşa, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’dan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla Atatürk’e iade edilmişti. Atatürk bu paranın “en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini” düşündü ve sonunda 250 bin lirasını İş Bankası’nın temel sermayesi olarak tahsis etti. (Soyak’ın eksik bıraktığını biz tamamlayalım: Yardım parasından 207 bin lirayı da aynı bankadaki 2 nolu hesaba yatırmıştı.)

     

    isbankasi-1.jpg

    "Türkiye İş Bankası Merkez-i Umumi" levhası.

     

    Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Soyak’ın hatıralarından paranın kaynağını öğrendik ama yine de boşluklar kaldı.

     

    Bir kere resmi olarak bilinen rakam, 125 bin sterlindir. Bu miktar, http://www.measuringworth.com adlı sitedeki hesaplamalara göre 2006 rakamlarıyla 11,7 trilyon TL’ye tekabül etmektedir. (Yardımları için Mustafa Özel ağabeye teşekkür.)

     

    Şimdi bu ciddi meblağ sırf Milli Mücadele’ye yardım için mi gönderilmişti yoksa başka bir amacı mı vardı? O İcra Vekilleri Heyeti, yani Bakanlar Kurulu kararı neden bugüne kadar bulunamamıştır ve Mustafa Kemal Paşa’nın Bayar’a “Git, çek” dediği Osmanlı Bankası’ndaki hesabına ilişkin herhangi bir kayda niçin rastlayamıyoruz? Bu bir ‘sırdaş hesap’ mıydı? Öyleyse neden gizliydi? (Bu soruları benden önce sağolsunlar bizzat İş Bankası’nın yayınladığı “Türkiye İş Bankası Tarihi” adlı kitabın yazarları sormuşlar. Kıskandım tabii ama objektiflikleri için de kendilerine minnettarım.)

     

    Solcu aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ dediler ama biz sustuk nedense. İslam dünyasından ve Hindistan’dan gönderilen yardımlar konusunda dedikodulara veya savunma psikolojisiyle yazılmış eserlere değil de, analitik bilimsel çalışmalara ihtiyacımız var. Yine de bazı eserlerde bölük pörçük bilgilere rastlıyoruz.

     

    isbankasi-3.jpg

    1929’da İş Bankası Yenicami şubesinde çalışan kadın memurlar. Başlarının kapalı oluşuna dikkat.

     

    Mesela sahasında ilk çalışma olan Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşı’nın Malî Kaynakları”nda Hint Müslümanlarının yardımlarına ayrılan özel bölüm epeyce aydınlatıcı bilgiler veriyor.

     

    1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. (Başka yardımlar da yapıldığı ve yollarda heder edildiği sır değil.)

     

    İşin ilginç yanı, bu para yardımının Maliye Bakanlığı kayıtlarına yansımamış ve Hazine’ye girmemiş olması. Daha da ilginci, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiş ve Osmanlı Bankası’nda 1922 Ağustos’una kadar ‘faiz işletilmeden’ tutulmuş bulunmasıdır. “Kurtuluş Savaşı’nın büyük hazırlık döneminde çekilen türlü malî sıkıntılara rağmen, bu paraya el sürülmemiştir.”

     

    Soruyoruz hep birlikte: Neden? Bu para İstiklal Savaşı’nda kullanılmak için gönderilmemiş miydi?

     

    Nitekim zafer kazanıldıktan sonra kendisine iade edilen parayı yine Osmanlı Bankası’na yatıran Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1924’te İş Bankası kurulana kadar da orada tutmaya devam etmiştir.

     

    Şimdi gelelim meselenin bam teline.

     

    Bu para amacı doğrultusunda kullanılmış mıdır? Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.

     

    Üstelik de Halifeyi kurtarmak üzere gönderilen bu paralar kuzu kuzu bankada yatarken Halife Abdülmecid bütçeden kendisine ayrılan ödeneğin azlığından şikayet edince kıyameti koparanlar, dahası Halifeyi apar topar yurtdışına sürenler de bizlerdik. Halifeyi ve hanedanı yurtdışına sürdük, güzel. O zaman Hint Müslümanlarına paralarını iade etmemiz gerekmez miydi? Ağa Han’ın yazdığı mektup meselesini bir de bu açıdan değerlendirmek uygun olmaz mı?

     

    Müderrisoğlu, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında yardım parasına dokunmamış olmasını, gerektiğinde onu geri göndermeyi düşündüğüne yorar. Diyelim ki, öyle. Peki 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırdığında neden geri göndermemiştir de, kız kardeşi Makbule Hanım’a oradaki bir hesabından maaş bağlatmıştır? Nokta mı, virgül mü? Siz karar verin.

     

     

    Mustafa Armağan


  15. 9-10 yaşlarındayım..

     

    Cıvıl cıvıl bir bahar günü..:) Yılın o vakitleri ve günün o saatlerinde evde pek kimse olmaz, her kes artık yaş grubuna göre bahçede, şurda burda vaktini mutlu mesut geçirmeye bakar..Neyse efendim ben artık oyun oynamaktan yoruluyor, soluklanacak bir gölgelik arıyorum.Kapının eşiğinde bir müddet soluklandıkta sonra eve girip mutfağa atıyorum kendimi...Suyumu içiyor, biraz dinleniyorum.Ardından bakıyorum ki yerde düdüklü tencereden büyük, kazandan küçük, kapağının üzerinde kalın bir örtü olan bir çeşit kap...Artık kokusunun cazibesinden midir nedir beni önce bir merak ardından karşı konulmaz bir iştah sarıyor.Kabın üzerindeki örtüyü kaldırıp elimi yakmasın diye kılıf olarak kullanıp kapağını kaldırıyorum.ve karşımda bir tencere dolusu gül reçeli...:)

    Kapağı açmamla birlikte o mükemmel renk ve koku cümbüşü bir buhar halinde yüzümü yalıyordu...Bir reçel değildi bu, bir sanat eseriydi sanki :) Neyse efendim biraz içimi didikleyen hınzırlık dürtüsüyle birazda nefsimin aklımı çelmesiyle kendime hakim olamadım.Gözümü yumup parmağımı batırıverdim.Hatta gözüm o denli dönmüştü ki etrafta çatal veya kaşık aramaya fırsat bulamamıştım. Efendim işte o gün,hayat bana her gördüğüm güzele şeye itimat etmemem gerektiğini belletmişti. Hemde öylesine acı bir tecrübeyle oldu ki bu, bir daha unutmam mümkün olmadı. Parmağım o gül suretli alev deryasına dokunur dokunmaz öylesine yandı ki, çığlığım, şiddetinden boğazıma çığ düşmüş gibi yığılıverdi.Parmağımı bir hışımla geri çekip ayağa kalkarken tencereyi devirdim, üzerime doğru lav gibi gelen reçelden koşarak kurtuldum. :lol:


  16. Bir davaya verilen ehemmiyet ve duyulan samimiyetin tartıldığı terazinin iki ayrı kefesi gibidir aşk ve nefret...Bir şeyi ne kadar seviyorsak, aleyhinde olan her şeyden o nispette nefret ederiz. Buradaki nefret mefhumunu tiksinti veya hınç hislerinden ziyade, onları da barındıran, aşık olduğumuz şeyin temel dinamikleriyla çakışan, onun için doğrudan ya da dolaylı olarak tehlike arz eden her şeye karşı bir tepki ve savunma mekanizması olarak düşünmeliyiz.

     

    Şurda burda 'tarafsızlık' adındaki iptidai bir erdemin taşeronluğunu yapan kimselerce nefret hissi ahlaki normlarla bağdaşmayan, duyulmaması gereken nahoş bir his olarak yaftalanıyor.Ne saçmalık..! Sen bir babasın, kızının hayatına müdahil olmayacaksın ama namusundan sorumlusun kabilinden bir önerme bu..

     

    Nefretimiz, aşkımızın ateşiyle hep fokur fokur kaynamalı...

     

    Onun içindir ki Üstad muhtelif yerlerde ve bilhassa Vasiyetinde bunun üzerinde ısrarla duruyor :

     

    *10-Allah'ı,Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!...

     

    Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!

     

    *Üstad'ın Vasiyeti'nden


  17. Başlıklar birleştirilmiştir..

     

     

    İstanbul'u Dinliyorum

     

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı

    Önce hafiften bir rüzgar esiyor;

    Yavaş yavaş sallanıyor

    Yapraklar, ağaçlarda;

    Uzaklarda, çok uzaklarda,

    Sucuların hiç durmayan çıngırakları

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

     

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

    Kuşlar geçiyor, derken;

    Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.

    Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

    Bir kadının suya değiyor ayakları;

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

     

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

    Serin serin Kapalıçarşı

    Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa

    Güvercin dolu avlular

    Çekiç sesleri geliyor doklardan

    Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

     

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

    Başımda eski alemlerin sarhoşluğu

    Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;

    Dinmiş lodosların uğultusu içinde

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

     

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

    Bir yosma geçiyor kaldırımdan;

    Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.

    Birşey düşüyor elinden yere;

    Bir gül olmalı;

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

     

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

    Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;

    Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;

    Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;

    Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından

    Kalbinin vuruşundan anlıyorum;

    İstanbul'u dinliyorum.

     

     

    Orhan Veli Kanık


  18. Üstadın ilk şiirlerinde olduğu gibi bunda da kadın mefhumuna aşırı bir hayranlık, hatta ilahi bir merhaleye yerleştirme var. (O dönemde) Varlık ve nefs muhasebeselerinin henüz sathında olan Üstad, teselliyi kadın karşısındaki benlik istismarında aramış olsa gerek.

     

    Şiire teknik ve ruh olarak söz yok.Dolayısıyla şu veya bu şairin başyapıtı olarak gösterilirse her hangi bir beis aramak olmaz da, Üstad gibi kafa ve ruh olarak iptidai bir konumdan, iman ve inancıyla bedahet merhalesine erişmiş birine mal etmek, O'na yapılmış olan affedilmez bir suç ve hatta vasiyetine ihanettir.

    • Like 1
×
×
  • Create New...