Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

cihat

Editor
  • Content Count

    686
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by cihat


  1. Bir İdamlık Dışişleri Bakanı Vardı, Sessizce Asıldı

     

    Onun hakkında, “Parti arkadaşları arasında, hali, tavrı, giyinişi, konuşuşu. “R” harflerini telâffuz edemeyişi, kimseyi takmayışı, kırıcı davranışları ile sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibiydi” diyordu diplomat arkadaşı Semih Günver ve ekliyordu: “Takatinin hududu yoktu, mücessem faaliyet idi.”

    Sunday Times’a bakılırsa o, muhtemelen Türkiye’nin yetiştirdiği en yetenekli Dışişleri Bakanıydı. The Times ise bu tespite “en zeki” sıfatını da ekliyordu.

     

    Peki kimdi tam da 46 yıl önce bugün İmralı’da idam edilen bu ‘aykırı’, ‘yetenekli’ ve ‘zeki’ dışişleri bakanı? Herhalde elimizdeki tanımlara ‘idam sehpasına tekme vurarak ölümden korkmadığını gösteren merhum siyasetçimiz’ açıklamasını eklersek çoğunuz tanıyacaksınızdır onu. O, kemikleri artık İstanbul Topkapı’da Adnan Menderes ve Hasan Polatkan ile beraber dinlenmeye çekilen Fatin Rüştü Zorlu’dan başkası değildir.

     

    Peki kimdir Fatin Rüştü Zorlu?

     

    1910’da anne ve baba tarafından paşa torunu ve İbrahim Rüştü Paşa’nın oğludur. Galatasaray’dan mezun olduktan sonra Cenevre’de hukuk okur. Ardından ver elini dişişleri bakanlığı. Artık Zorlu’nun kaderi uzun yıllar boyunca Türkiye’nin kaderiyle birlikte bu renkli kulvarda şekillenecektir.

     

    “Hariciye” deyip geçmeyin, cazip görünür dışarıdan ama iç yapısı, kendisi de bir hariciyeci olan Büyükelçi Semih Günver’in deyişiyle, bir ormana (jungle) benzer. Sürekli rekabet, dişişleri mensuplarının içini yer bitirir. Dostluklar aldatıcıdır. Büyük balık küçük balığı yutar orada. Alçak gönüllülüğe yer yoktur. Kimse kimseyi gerçekten sevmez.

     

    Böylesine kıyıcı bir rekabet ortamında mücadeleye başlayan Zorlu’nun avantajları yok değildir. Paşa çocuğu ve torunu olmaktan başka, bir de göreve başladığı yıllarda Atatürk’ün değişmez dışişleri bakanı postuna ısınmış olan Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel Hanımla evlenir, üstelik nişan yüzüklerin bizzat Atatürk takar.

     

    Rüzgârı arkasına almıştır ve artık çalışma vaktidir. Zorlu hakikaten çalışır. İlk büyük deneyimini Montrö Antlaşması görüşmelerinde yaşar (1936), ikincisini Hatay müzakerelerinde (1937). Bakandan takdirnamelerle ödüllendirilir.

     

    Ancak Atatürk’ün ölümü ve İnönü döneminde kayınpederinin bakanlığı bırakması üzerine hamilerini kaybeder ve zor günleri başlar. Şifre Müdürlüğünü, Ticaret Dairesini yönetir. Görevse yapılacaktır. Bir makine gibi çalıştığı söylenir. “Makine gibi yorulmaz, makine gibi insafsız”dır. İş yüzünden etrafını kırıp döktüğü olur. Ama kişisel mesele olmaz hiçbir zaman.

     

    Takvimin yaprakları 1950’yi gösterdiğinde Türkiye’de iktidar değişir ve Adnan Menderes fırtınasıdır başlar siyasette. Türkiye’nin NATO’ya girişinde onun ciddi katkısı görülür. Şu tesadüfe bakın ki, Adnan Menderes de hanımı tarafından uzaktan akrabası olmaktadır. Siyasete girmesi için asıl baskı, bir sonraki seçimlerde, yani 2 Mayıs 1954’de gelir. Ailesi ve yakın çevresi onu siyasette görmek istemektedir. Girer.

     

    Devlet Bakanıdır artık ve Kıbrıs’ın ateş topu gibi olduğu devirlerden birindeyizdir. Kıbrıs politikasında başarılı ilk adımları atar atmasına ama, bu kendini dış politikaya adamış adama ilk darbe, bizzat Demokrat Parti grubundan gelir. Altı ay süren ilk Bakanlığı, 9 Aralık 1955’de DP Grubu’nun meşhur isyanı sırasında sona erer. Bir sonraki bakanlığı için artık 2 Kasım 1957’yi beklemesi gerekecektir.

     

    Bakanlığı sırasındaki en büyük başarısı, Lozan’da muallakta bırakılan Kıbrıs meselesini yine Lozan’ın 30. maddesine dayanarak Türkiye’nin garantörlüğüne bağlamaktır. Müthiş bir müzakere maratonu içerisinde kendisine Lawrence Durrell’in Acı Limonlar adlı romanını delil gösteren Yunanlı meslektaşına Shakespeare’in Othello’sundan cevap yetiştirecek kadar birikimlidir, akıllıdır. Hatta Yunan tarafına en büyük darbeyi nerede indirmiştir, bilir misiniz? Yunan Parlamentosunun Kıbrıs zabıtlarını buldurup çevirterek ve orada, Yunanlıların gizledikleri ENOSİS, yani adanın Yunanistan’a ilhakı tezinin nasıl savunulduğunu İngilizler ve Amerikalıların gözüne soktuğu anda. İşte bu atak üzerine rakibi Averof, “Davayı kaybettik. Zorlu kazandı” demiştir.

     

    Zorlu gerçekten de kazanmış mıdır? Bilinmez. Bilinen bir şey var ki, o da Kıbrıs’ı yeniden Misak-ı Millî sınırlarına katamasa bile, en azından Türkiye’nin garantörlük haklarını dünyaya kabul ettiren bu başarılı antlaşmadan yaklaşık bir yıl sonra, 27 Mayıs 1960 darbesiyle Zorlu’nun kendisini hücrede ve bundan yaklaşık 15 ay sonra da idam sehpasında bulduğudur.

     

    Ondan geriye, “Kıbrıs’ı sattı” diye kendisine demediğini bırakmayan İsmet İnönü’nün son başbakanlığında Kıbrıs’a garantör devlet olarak müdahale etmeye kalkması (ne gariptir ki, İnönü’nün CHP’si mecliste bu Türkiye’nin yüz akı antlaşmaya red oyu vermiştir), daha da ilginci, Kıbrıs’ı sattığı için kendisine küs olan Bülent Ecevit’in 1974’de Başbakanken Zorlu’nun eseri olan garantörlük hakkımıza dayanarak adaya müdahalede bulunmuş olmasıydı. Yani onu uçuracak “Karaoğlan” unvanının arkasında 13 yıl önce ipe korkmadan uzanan başın teri yatıyordu.

     

    Zavallı Fatin Rüştü, Yassıada’dakilere bir türlü laf anlatamayınca Atatürk zamanında aldığı takdirnamelerden medet ummuştu. İşe yaramış görünüyor mu sizce? [email protected]

     

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

     

    Son mektubu

     

    Fatin Rüştü Zorlu İmralı’da abdest alarak idam sehpasına çıkan tek mahkûm oldu. Mektup yazmak için izin istedi, verdiler. Kelepçeli elleriyle yazmaya çalıştı, bir türlü beceremedi. Sonunda insafa gelip kelepçeyi çıkardılar. Her satır onu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu. Mektupta şunlar yazılıydı:

     

    Sevgili Anneciğim, Emelciğim, Sevinciğim ve Abiciğim,

     

    Şimdi, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin de sakin ve huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir.

     

    Bir ve beraber olun. Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim.

     

    Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin. Hepinizi Allaha emanet eder, tekrar üzülmenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim. Allah memleketi korusun.


  2. Bir Kadını Beklemek

     

     

    Bir kadının bana gelecek olmasi, bir rüzgarı geçerek

    Bir şarkıyı geçerek, saçlarının uçuşunda

    Bir kadının bana gelecek olması, bir ömür geçecek

     

    Aşkın buruk tadında, buluşmasi iki yalnızlığın

    Bir akşamı geçecek

     

    Belki de dağılan sesleri hüznün ve akşamın

    belki de

    Bir kadini geçecek

     

    Bir kadını bekliyorum

    Eteklerini ve saçlarini uçurarak gelecek...

     

     

     

    Ataol Behramoğlu


  3. İki Kalp

     

    İki kalp arasında en kısa yol:

    Birbirine uzanmış ve zaman zaman

    Ancak parmak uçlarıyla değebilen

    İki kol.

     

    Merdivenlerin oraya koşuyorum,

    Beklemek gövde gosterisi zamanın;

    Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,

    Bir şeyin provasi yapılıyor sanki.

     

    Kuşlar toplanmıslar göçüyorlar

    Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

     

     

     

    Cemal SÜREYA

     


  4. Ilgaz Dağlarından

     

    Siz, ağaçlar, elbet beni bildiniz,

    Ben sizden ayrılmış yürür bir dalım.

    Ey çamlar, köknarlar, ey yeşil deniz.

    Ben kendi kendini sürür bir dalım.

     

    Kırığım, içimden çıkmaz bu acı,

    Gün oldu başıma hasretin tacı,

    Düşündüğüm zaman asıl ağacı,

    İçimi yalnızlık bürür bir dalım.

     

    Ne sert kış ne gümrah ve gölgeli yaz,

    Ne ılık meltemler, ne keskin ayaz.

    Mevsimler derdime bir şifa olmaz,

    Ben kökünden kopmuş çürür bir dalım.


  5. Irvın D. Yalom- Neıtzche Ağladığında

     

    Kitap, Alman Filozof Neitzche'nin sağlık problemleriyle başlayan, fakat tedavi süecinde kendisinin bedensel hastalıklarının kaynağı olan ve onlardan daha dikkate şayan olan ruhsal ve düşünsel kavramların bilmecesine kayan sürükleyici bir roman...

     

    Neıtzche'nin oldukça katı ve zerre tavizsiz mizacının ruhsal çözümlemelerle eriyişi (Bu yönüyle Üstadın Reis Bey piyesiyle benzerlik taşıyor), sarsıcı aforizmalarla dolu, sürükleyici bir çalışma...Kesinlikle dikkate değer bir kitap..


  6. İsmet Paşa Hilafet’i Savunuyor

     

    17 Kasım 1922 günü. Lozan yolundaki Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Strazburg’daki muhteşem manzaralı Grillon Oteli’nde kabul ettiği “Muslim Standard” dergisinin müdürü Seyyid Abdülkadir Mâlik’e, ‘bütün dünyaya duyurulmak üzere’ bir mülakat veriyordu.

    Dergi, Hind Müslümanlarının desteğiyle çıkıyor ve giderek İngiltere’yi endişelendirici bir akım haline bürünmekte olan Hind Hilafet Hareketi’ni açıktan destekliyordu. Yalnız Hind Müslümanlarını değil, Hilafet’in korunmasını ‘şahsî meselemdir’ diye sahiplenen Gandi başta olmak üzere bütün Hindistan’ı ilgilendiren Lozan barış müzakereleri hakkında kamuoylarını birinci elden bilgilendirmek, hele başmüzakereci İsmet Paşa’nın ağzından Türkiye’nin Hilafet’e bakışını öğrenmek son derece önemliydi dergi yöneticileri için.

     

    Yola çıkmadan önce gerek TBMM hükümeti, gerekse Gazi Mustafa Kemal tarafından Hilafet konusunda sıkı sıkıya tembihlenmiş olan İsmet Paşa, söyleşide tabiatıyla kişisel görüşlerini değil, TBBM hükümetinin görüşlerini aktarmıştı. Ve zaten sözleri bizim için bu bakımdan önem taşımaktadır.

     

    Şimdi o ilginç konuşmadan bazı pasajları birlikte okuyalım. Aktaracağım kısımlar, 1923 yılında Ankara’da Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nce bastırılan “Hilâfet ve Millî Hâkimiyet” başlıklı bir derlemeden alınmıştır. Yani şüphe edilecek bir tarafı olmayan resmi bir yayındır. Maalesef “Muslim Standard”daki İngilizce metne henüz ulaşamadım. Bir hayır sahibi fotokopisini bulup da gönderirse sevinirim.

     

    Son bir not olarak belirtelim ki, muhtemelen mülakatın gerçekleştiği saatlerde Sultan Vahdettin, İstanbul’u terk etmektedir; ama Strazburg’dakilerin henüz bu kritik olaydan haberleri yoktur.

     

    Peki İsmet Paşa bu konuşmada neler diyor?

     

    Neler, neler demiyor ki? Şöyle bir hatırlayalım söylediklerini öyleyse:

     

    “Size ve sizin vasıtanızla bütün Müslümanlara diyebilirim ki, Hilafet’e her zaman olduğu gibi, dinen pek sıkı merbut [bağlı] olduğumuz gibi icap ederse onun müdafaası için son damla kanımızı dökmeğe her zaman hazırız.”

     

    “Hilafet uğruna kanımızın son damlasına kadar savaşırız.” diyen Paşa, sözlerine şöyle devam ediyor:

     

    “Türk milleti İslamiyet’in kılıcı olmakla müftehirdir [övünür].”

     

    Türkiye’de kurulacak devletin ‘İslamiyet’in kılıcı’ olduğunu beyan eden Lozan baş delegemiz, burada da durmaz ve bütün hızıyla devam eder. Hilafet’in sahibi yalnız Halife değil, bütün Türk milletidir ve böylesi İslamiyet için daha hayırlıdır:

     

    “Bütün Türk milleti diyorum, yalnız fert değil. Fert yerine yekvücut bütün bir milletin Hilafet’i müdafii [savunucusu] olması müreccah [tercihe şayan] değil midir?.. Asırlardan beri Hilafet’in mücahidi olan Türk milleti yekvücut olarak onu müdafaada devam edecektir. Hilafetin kuvvetini kayb eyleyeceği korkusu tamamiyle esassız ve nâbecâdır [yersizdir].”

     

    Lozan yolcusu İsmet Paşa’nın ‘İslamcı söylemi’ bu kadarla da kalmaz. İslam âlemine vereceği başka mesajlar da vardır. Ne gibi mi? Kendisine kulak verelim o zaman:

     

    “Türk teşkilât-ı esâsiyesinde [anayasasında] bütün kuvvâ-i tedâfuiyyenin [savunma kuvvetlerinin] Hilafet uğrunda istimali [kullanılması] vardır. Böylece Hilafe’ti maddî vesâitten [vasıtalardan] mahrum bıraktığımız nasıl iddia olunabilir? Hilafet Türkiye’dedir ve Türkiye’ye istinâd eder [sırtını dayar]. Hukuk-ı Hilâfet masundur [Hilafet’in hakları güvence altındadır] ve onun müdafaası için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır.”

     

    Paşa’nın buraya kadarki sözlerinin özetini çıkaracak olursak şu başlıklarda karar kılmalıyız:

     

    - Türkiye halkı Hilafet’i kanının son damlasına kadar savunacaktır.

     

    - İslamiyet’in kılıcı olmakla iftihar eder.

     

    - Bütün bir millet yekvücut olarak Hilafet’i savunacaktır.

     

    - Hilafet 1921 Anayasası tarafından güvence altına alınmış olup onun korunması vatanın korunmasıyla eşdeğerdir.

     

    Yazıyı alıntıya boğduğumu düşünen okurlarıma şu kadarını söyleyeyim ki, İsmet Paşa’nın sözleri alıntılanmayacak gibi değil. Çok çok hayatî mevzulara bodoslamasına giriyor ve hükmünü cepheden veriyor. Dolayısıyla böyle bir metni bulmak pek kolay değil. Türkiye’nin 1922 Kasım’ında ‘Hilafet meselesi milli savunma konseptimiz dahilindedir’ söyleminden 1924 Mart’ındaki ‘Hilafet’i kaldırmak İslamiyet’e yapılacak en büyük hizmettir’ söylemine nasıl geçildiğini görmek için bunları bilmek zorundayız.

     

    Öyleyse son bir cümle daha:

     

    “Biz sizinle aynı aile efradındanız [fertlerindeniz]. Sizin teveccüh, muhabbet ve müzâheret-i maddiyenizi [maddî açıdan kol kanat germenizi] isteriz.”

     

    Evet, Hind Müslümanlarının gönlünü kırmaya gelmezdi, zira Milli Mücadele’ye ciddi miktarlarda maddî katkıları olmuştu.

     

    Nitekim bu tarihten çok sonra bile, 1923 ortalarında, Rauf Orbay’ın başbakanlığı sırasında Antalya milletvekili Hoca Rasih Efendi başkanlığında bir Kızılay heyeti Delhi’ye para toplamaya gitmiştir. Muazzam bir sevgi selinin ortasında kalan Rasih Hoca, cuma namazında hutbeye çıkmış ve halktan Hilafet’in koruyucusu Türkiye’ye yardım etmesini istemişti. Gelin görün ki, İngilizler cami çıkışında Türklerin Hilafet’i kaldırdığı haberini yaymışlar ve bunu belirten afişlerle meydanları donatmışlardı. Amaçları, tabii ki, halkı galeyana getirerek Türkiye’nin Hindistan Müslümanları üzerindeki nüfuzunu kırmaktı.

     

    İngilizlerin endişelenmesine gerek kalmadı. Bundan sadece 6-7 ay sonra Türkiye, uğruna savaşma sözünü verdiği Halife’yi kovuyordu… İşin ilginç yanı, Hilafet’in kaldırılmasının hemen ardından (Temmuz 1924) ‘kör parmağım gözüne’ der gibi Hind Müslümanlarının gönderdiği yardım paralarıyla İş Bankası’nın kurulmasıydı.

     

    Şimdi ‘İş Bankası’nı Hilafet sayesinde kurduk’ desem yine birilerini kızdıracağımı biliyorum.

     

    Mustafa Armağan


  7. Asıl adı da Cemalettin Seber'dir.

     

    Adam

     

    Adam şapkasına rastladı sokakta

    Kimbilir kimin şapkası

    Adam ne yapıp yapıp hatırladı

    Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz

    Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar

    Bir kadın kimbilir kimin karısı

    Adam ne yapıp yapıp hatırladı.

     

    Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda

    Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı

    Adam bulut gibiydi, hatırladı

    Adamın ayaklarının altında

    Yıldızların yıldız olduğu vardı

    Adam yıldızlara basa basa yürüdü

    Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı.

     

     

    Cemal Süreya


  8. Bir listede ben oluşturayım bari. Bedava nasıl olsa :rolleyes:

     

    En Aktif: Serdengeçti

    En Alçak Gönüllü: Gulistan

    En Ciddi: Kılıçkıran

    En Çalışkan: Reyhan

    En Düzenli: Reyhan

    En Geyik: Achartave

    En Gıcık: -

    En Gizemli: Yazanel

    En Gözü Kara: Trradomir

    En Havalı: NFK-Fan

    En İçten: Nevbahar

    En İlginç: Rembo

    En İyi Avatar: Tutsak

    En İyi İmza: Nedamet

    En İyi Nick: BDG

    En Karizmatik: Abdulhamit

    En Komik: Trradomir

    En Kültürlü: Reyhan

    En Popüler: NFK-Fan

    En Sakin: Mürid

    En Samimi: Nevbahar

    En Sevilen: Mehmet

    En Uçuk: Sami.denizci

    En Yardımsever: Reyhan


  9. Sizin Hiç Babanız Öldü mü?

     

    Sizin hiç babanız öldü mü?

    Benim bir kere öldü, kör oldum.

    Yıkadılar, aldılar, götürdüler.

    Babamdan ummazdım bunu kör oldum.

    Siz hiç hamama gittiniz mi?

    Ben gittim lambanın biri söndü

    Gözümün biri söndü kör oldum.

    Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak

    Söylelemesine maviydi kör oldum

    Taşlara gelince hamam taşlarına

    Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi

    Taşlarda yüzümün yarısını gördüm

    Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü

    Yüzümden ummazdım bunu kör oldum

    Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

     

     

    Cemal Süreya


  10. Salkım Söğüt

     

     

    Akıyordu su

    gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

    Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!

    Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

    koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

    Birden

    bire kuş gibi

    vurulmuş gibi

    kanadından

    yaralı bir atlı yuvarlandı atından!

    Bağırmadı,

    gidenleri geri çağırmadı,

    baktı yalnız dolu gözlerle

    uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

     

    Ah ne yazık!

    Ne yazık ki ona

    dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,

    beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

     

    Nal sesleri sönüyor perde perde,

    atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

     

    Atlılar atlılar kızıl atlılar,

    atları rüzgâr kanatlılar!

    Atları rüzgâr kanat...

    Atları rüzgâr...

    Atları...

    At...

     

    Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

     

    Akar suyun sesi dindi.

    Gölgeler gölgelendi

    renkler silindi.

    Siyah örtüler indi

    mavi gözlerine,

    sarktı salkımsöğütler

    sarı saçlarının

    üzerine!

     

    Ağlama salkımsöğüt

    ağlama,

    Kara suyun aynasında el bağlama!

    el bağlama!

    ağlama!

     

    N.Hikmet


  11. Ceviz Ağacı

     

    Başım köpük köpük bulut,

    içim dışım deniz,

    ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,

    budak budak, serham serham ihtiyar bir ceviz.

    Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

     

    Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,

    Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.

    Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.

    Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil

    Yapraklarım ellerimdir tam yüz bin elim var,

    Yüz bin elle dokunurum sana, Istanbul'a.

    Yapraklarım gözlerimdir.Şaşarak bakarım.

    Yüz bin gözle seyrederim seni, Istanbul'u.

    Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

     

    Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,

    Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

     

    N. Hikmet


  12. 'Dinde zorlama yoktur' E.Bekir kardeşimiz malesef bu cümleyi istismar etmiştir.Şöyle ki; dinde zorlama yoktur derken, din seçiminde bir zorlama yoktur manasındadır o. Yani hiçkimse her hangi bir dine zorla itaat ettirilimez veya ondan dışlanamaz. Kişi dinini hür vicdanıyla seçer ve kalbiyle tasdik eder.Siz bunu Din mefhumu için kullanırsanız çok dehşet bir hata yaparsınız. Dinde tabiki zorlama vardır. Onun temelinde değişmez kaideler olduğu için ihlali ve ihmali durumunda yaptırıma açıktır. Aradaki nüansa dikkat etmek iktiza eder. Hiçkimse böylesine açık bir cümleyi alıpta 'Efendim dinde zorlama yoktur.O halde istediğimizi yapalım' diyerek nefsine kılıf yaratamaz!..

    • Like 1

  13. Lozan, Sevr’in hafifletilmişi miydi?

     

     

    Kafalarımız Sevr’i bir utanç belgesi, Lozan’ı ise zafer anıtı olarak gören bir değirmende öğütüldüğü için yıllar yılı korku duvarının ardında yaşamaya mahkûm edildik. “Sevr sendromu”nun 87 yıl sonra dahi işe yaraması, onun etrafında örülen mitolojinin çarpıcı bir göstergesi değil mi?

    Sevr Antlaşması 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır imzalanmasına ya, biz dahil hiçbir taraf ülkenin parlamentosunda onaylanıp yürürlüğe girmemiştir. Ve aslında daha ilk günden uygulanamaz olduğu anlaşılmıştır. Sevr’in hedeflerinin asıl onayı Lozan’da gelecektir.

     

    Gerçi Churchill Lozan için “Sevr’in sürpriz bir tezadı” demiştir. Lakin Avusturya Deakin Üniversitesi tarih bölümünden Marian Kent’in tespitiyle söylersek, Lozan’ın İngiliz politikaları bakımından fazla sürprizli bir tarafı yoktur. Kurt İngiliz diplomatları bazı ufak tefek tavizler dışında Lozan’da temel hedeflerine ulaşmış, daha 1919 başlarında İngiliz Genelkurmayı’nın Osmanlı topraklarında hedefledikleri şartları Lozan’da bize kabul ettirmeyi başarmışlardı.

     

    Bunları niye yazıyorum? Küresel tarih açısından Lozan “zafer” mi yoksa “hezimet” mi tartışmasının anlamlı olmadığını belirtmek için. Her iki halde de Lozan, dünya sisteminin Birinci Dünya Savaşı sonrasında aldığı yeni şekli, Yeni Dünya Düzeni’ni aksatmayan, aksatmak ne kelime tahkim eden, güçlendiren bir antlaşmaydı. Zaten böyle gerçekçi bir temele dayandığı içindir ki, ömrü Sevr gibi kısa olmadı ve ABD hariç taraf ülkelerce onaylanabildi.

     

    Neydi o Yeni Dünya Düzeni’nin şartları? İngiltere’nin kaygıları, 1) Petrol alanlarını denetimine almak, 2) Hindistan yolunu garantilemek, 3) Akdeniz ve Karadeniz’deki ticaretini köstekleyebilecek rejimleri ortadan kaldırabilmekti. Bir de milyonlarca Müslüman nüfusu yönettiği için kendisine potansiyel bir tehlike arz eden Hilafeti kontrol etmek istiyordu.

     

    Türkiye Hilafet kozunu ancak 1924 Mart’ına kadar elinde tutabildi. Lozan’da İsmet Paşa’nın Hilafeti İngiltere’ye karşı ciddi bir kart olarak nasıl kullandığını “Muslim Standard” dergisine verdiği o coşkulu ‘İslamcı’ demeçten anlayabiliyoruz. Burada “Hilafetin hakları güvencemizdedir ve onu savunmak için bütün Türk milleti kanını dökmeye hazırdır” diyen İsmet Paşa’nın, aslında Lord Curzon’a aba altından sopa gösterdiğini görmemek için kör olmak lazımdır.

     

    Şu pazar günü vertigomuz tavan yaptı, yeter gayrı, bunaldık, demeyecekseniz bir iki kelam da Misak-ı Milli üzerine edeceğim.

     

    Misak-ı Milli ABD Başkanı Wilson’un ilkelerine dayanarak Arapların kendi kaderlerini belirlemeleri tezini savunuyordu. Fakat sonradan bir el Misak-ı Milli metninde ufak bir ‘rötuş’ yapmıştır. 1. maddenin Mebusan Meclisi’nde kabul edilen asıl şeklinde Mondros Mütarekesi hattının “içi ve dışında” aralarında din ve amaç birliği bulunan ve birbirlerine saygılı ve özverili Osmanlı-İslam çoğunluğun yaşadığı toprakların bölünmesi kabul edilemez, denilmekteydi. Sonradan Yeni Dünya Düzeni’ni tehdit eder gözüken, belki de Osmanlı yayılmacılığını hatırlatan “dışında” (haricinde) kelimesi metinden jiletle temizlendi (inanmazsanız inkılap tarihi kitaplarınıza bakın).

     

    Sonuçta Misak-ı Milli hedeflerine tam olarak varılamadan Lozan’da masaya oturuldu. Ancak biz Lozan’ın hemen yalnız Türkiye sınırları içindeki kısmıyla ilgilendiğimiz içindir ki, yüzyıllar boyu yönettiğimiz toprakları nasıl bir çırpıda bıraktığımızın hesaplaşmasını henüz yapmış değilizdir.

     

    Mesela Filistin toprakları için Lozan’da ne yapılmıştır? Hiç… Hatta görüşmeler sırasında Filistinli kardeşlerimiz TBMM kapısında günlerce, ‘Bizi İngiliz kurtlarına teslim etmeyin’ diye yalvar yakar dolaşmışlardı. Aldıkları cevap, önce oyalama, sonra da kendi başınızın çaresine bakın, olmuştu.

     

    TBMM her ne kadar Misak-ı Millî’ye Arap halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını ilke olarak koymuşsa da, bu yönde bir yapılanmaya gitmeden sorunu, Hilafet meselesinde olduğu gibi, rakiplerin manevra alanlarını daraltmaya ve işbirliklerini baltalamaya dönük bir strateji olarak ele almıştı.

     

    Lozan’ın asıl tartışmamız gereken boyutu, Ortadoğu’nun paylaşılması ve sınırların yeniden çizilmesi karşısında aldığı uysal tavırdır. Ancak can yakıcı gerçek feryatta: Lozan zaferiyle diğer Arap topraklarında olduğu gibi Filistin’de de Sevr’in bütün istekleri olduğu gibi kabul edilmiştir. Üstelik Sultan Vahdettin Sevr’i imzalamadığı için o zamana kadar onaylanmamış olan Filistin’deki İngiliz manda rejimi İsmet Paşa’nın Lozan’daki imzasıyla resmiyet kazanmış, böylece İsrail’in kuruluşuna giden yolda en büyük engellerden biri daha bertaraf edilmişti.

     

    Bir de Lozan’da Sevr’i paramparça ettik demiyorlar mı, neden bahsettiklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Kabul edelim ki, Misak-ı Milli’yi tam olarak gerçekleştiremeyen Lozan, artık yabancısı olduğumuz Osmanlı toprakları konusunda Sevr’in hafifletilmiş bir versiyonudur. Zaten ilk ciddi muhalefet partisi Terakkiperver Fırka’nın bir hedefi de, Lozan’daki başarısızlıkların hesabını sormak değil miydi? Rauf Orbay’ın deyişiyle “Misak-ı Millimizin tamamen tahakkuk edemediğini millete açıkça söylemek civanmertlik ve hakikatçiliğine sahip olacaktık… Bir tahammülsüzlük ve sebepsiz endişe, halledilmemiş milli meselelerimizin üzerine nisyan örtüsünü çekti ve bu meselelerimiz geçen zamanla halledileceği yerde gözlerden ve dikkatlerden uzak olarak kangrenleşti.” (Bu konuşmanın tamamı “Yakın Tarihin Kara Delikleri” (Timaş) adlı kitabımda mevcut.)

     

    Terakkiperver Fırka, topluma Lozan’ın bir Pirus zaferi olduğunu anlatacak, kazandırdıkları kadar kaybettirdiklerinin muhasebesini yapacak ve telafi yollarını arayacaktı.

     

    Kapatıldı. İyi mi oldu? Kangren artık beynimize ulaşmak üzere. Misak-ı Milli diye diye Türkiye sınırlarını kendimize bir arslan kafesi haline getirdik. Düşünün ki, bu ülke tam 4 yıl Dışişleri Bakanlığı yapıp da sadece 3 kez yurtdışına çıkan siyasetçiler görmüştür.

     

    Hesaplaşma kaçınılmaz görünüyor. Er veya geç…


  14. Yani özetlersek; Akif'in dönemi ile Üstad'ın dönemi farklıdır. Akif'in döneminde vatan işgal altındadır ve Atatürk'ün de dediği gibi ''Söz konusu vatansa gerisi teferruattır''. Tekrarlıyorum kim Allah için birşeyler yapmışsa elinden ayağından öperim.

    Tabiki güzel kardeşim :( Bu platformdaki her üye seninle bu noktada aynı hissiyatı taşıyor.Fakat bazı nüanslar var ki onları görmezden gelmek maalesef meseleye at gözlükleriyle bakmak oluyor..


  15. TOPRAĞA DÜŞEN

     

    Ona "Haydi

    Savaşa dediler

    Başkaca birşey

    Söylemediler

     

    Aldılar köyünden

    Davulla zurnayla

    Geride üç çocuk

    Bir eş ve bir ana

     

    Eline bir silah

    Tutuşturdular

    Ve karşılaştı

    Düşman ordular

     

    Vurulup düştü

    İlk çatışmada

    Göğsünde bir oyuk

    Üç delik alnında

     

    "Ey bu topraklar için

    Toprağa düşen"

    Bir karış toprağın

    Var mıydı yaşarken?

     

     

    Ataol BEHRAMOĞLU

×
×
  • Create New...