Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Achar

Admin
  • Content Count

    1,001
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    24

Posts posted by Achar


  1. Sevgili kardeşim Haklısın çok haklısın ilklerin takımıdır GALATASARAY :)

    Ama bir saniye şimdi;Elindeki Ribery gibi [Fransada] yılın ilk altın top ödülünü kazanan adamı elinden kaçırırsan.UEFA cup alırsan vede bunu bir marka haline getiremezsen...Özhan CANAYDIN 5 sene önce başkan seçildiğinde Her yıl 3 yıldız getireceğim dediği zaman...Seyrantepe projesinin tapusunu almak için Said SOM denilen sahtekara 10.000.0000$ kaptırdığınız zaman.Flavio Conceao için Real Madrit in kapısında Başkanınızın Bir gece sabahladığı zaman. [Dikkat Flavio Conceao Rela Madrid satılık listesinde vede Fiyatı 1.300$] :( İşte böyle bir şey İLKLERİN TAKIMI OLMAK :)

     

     

     

    İbraam datlısesin bir şarkısı vardı hor görme fakiri falan filan ondan abi.

     

    Hem biz fakir ama BÜYÜK takımız :(


  2. Ben de varım AcHaRTavE,GALASTASARAY gibisi var mı yaaa.....zaten dünya 2 ye ayrılmıyor mu bir noktada?

    1-GALATASARAY lılar

    2-GALATASARAYlı olduğunun henüz farkına varamamış olanlar :)

    bilim de kanıtlamış zaten...

    kanımız bir müddet beklediğinde 2 farklı renk ortaya çıkar, şahit olmuşsunuzdur:

    1-sarııııııııııııııı

    2-kırmızııııııııııııııııııııı!!!!! :)

     

    Hem bizim EN BÜYÜK TAKIM olduğumuzun bir kanıtı daha:

    Biz Dünya çapında , dünya takımlarına karşı aldığımız galibiyetlerle övünürüz.

    Febeliler ise GALATASARAY a karşı aldıkları galibiyetlerle övünürler.

     

    FARKIMIZ..


  3. En sevdiğim :)

     

    Gel Gör Beni Aşk Neyledi

     

    Ben yürürem yane yane

    Aşk boyadı beni beni kane

    Ne akılem ne divane

    Gel gör beni aşk neyledi

    Derde giriftar eyledi

     

    Gah eserim yeller gibi

    Gah tozarım yollar gibi

    Gah coşarım seller gibi

    Gel gör beni aşk neyledi

    Derde giriftar eyledi

     

    Ben Yunus-i bi-çareyim

    Dost elinden avareyim

    Baştan aşağa yareyim

    Gel gör beni aşk neyledi

    Derde giriftar eyledi


  4. yazılan çok önemli ama Ahmet Hakan çoşkun çok sevdiğim yazarlardan biri... bu yazıları okuyunca çok şaşırdım emin misiniz arkadaşlar???

     

    Bende severdim 180 derece DÖNMEden önceydi ama.

    Yıllarca kanal 7 nin ekmeğini yedi aydın doğan gel kuçu kuçu diyip parayı gösterdi hooop adam hürriyette.

    Bence araştırıp sevin :) .


  5. BİZZAT SEN!

    Bize mürteci diyen!... Sen, bizzat, zaman kadar mücerret bir şeyi kokutmuş ve kâinatı hareket noktasına kadar geriletmiş bir bedbahtsın! Hâdiseleri, basit tarih ve kemiyet sıralarına göre sınıflandırmaktan başka hiçbir teselli kalmamıştır elinde...

    Bizi, Komünist emellerine hizmet etmekle ve Komünist-lere yeni tecelli zeminleri açmakla suçlandıran!... Sen, bizzat, Stalin'e, en sadık adamı kadar değil de, öz yüreği kadar yakın bir bendesin!... Onun, en sadık adamının bile çekineceği bir taktiği, kendi kendine, candan ve cabadan yerine getirmektesin!

    Bizi "Kızıl ve kara İlticalar" tasnifi altında, artık bu memlekette hiçbir şeyi zıddından ayıklanamaz hale getirici bir karanlığa boğmak isteyen!... Sen ve yukarıdan beri gelen hepiniz, Allahsız, milliyetsiz, Yahudi, dönme, Mason ve Komünistten biri, yahut bunlardan hepsi birdensiniz!

    Vatanı misilsiz bir zulmete boğup, çocuklarımızın babası şeklinde ocağımıza yaklaştırdığınız can düşmanımıza ve can düşmanımız şeklinde gösterdiğiniz çocuklarımızın babasına karşılık, bu oyununuzu sezecek ve sizi fert fert ve topluluk topluluk teşhis edebilecek son nur kıvılcımının sadece Büyük Doğu olduğunu siz de biliyorsunuz; ve telâşınız yalnız bu bilgiden geliyor. Korktuğunuz günlerin tahakkuku yakındır!... O gün bütün renkler, en ince nüanslarıyla birbirinden ayırt edilecek ve bizden olmayanlar kezzapla silinecektir. Bundan korkuyorsun, değil mi?

     

    Büyük Doğu Dergisi 26 Ocak 1951 S.45, sh.2

     

    Hücum Ve Polemik'ten


  6. Devam et NFK-Fan konuşmaya azaltırsın şu günahkarın günahlarını..

    Hem yattığımı kim söylediki günde 15 saatten fazla uyuyamıyorum uykum gelmiyor uykusuz uykusuz dolanıyorum desem yalan olur :)

    Yahu insan 24 saat ders çalışamazki arada internete falan giriyoruz. Hem daha yapıcam ben :)

     

     

    Bu arada bu konuya konuyla alakasız daha fazla mesaj atmayalım.


  7. Ya sabır... Ya hazreti pir, ya sabır...”

     

    İnsana olanlar değil, o insanın içinde olanlar önemlidir”

     

    Bizim belki şer bildiğimizde hayır, hayır bildiğimizde de şer vardır. Dur bakalım. Elbet hakikat ışığı tüm karanlığı aydınlatır. Oğlum biraz cesaretli ol. Cesareti olmayan insan, keskin kenarı olmayan bıçağa benzer. Lois Mann öyle dememiş midir? “İnsana olanlar değil, o insanın içinde olanlar önemlidir.”

     

    Boyaları dökülmüş ranza demirine sırtını yaslamış, elinde siyah oltu taşından iri taneli tespih çekiyordu. İmamenin ucundaki gümüşten işleme dikkat çekiyordu: İri bir siyah tanenin etrafı, gümüşle çevrilmişti. Tespih parmak aralarından çekilirken bir anda birbirinden ayrılıp tekrar kavuşan tanelerin “şıkır şıkır” sesleri koğuşun her tarafından duyuluyordu. Sesler, ahenkliydi. Ahenkli olmasına da koğuşta kalanların neredeyse tek tesellisi de bu sesti. Burada yatan müebbetlikler de, uzun süre ye hüküm giymişler de kabullendikleri tespih sesine, arada bir “ya sabır, ya sabır” diyerek katılır olmuşlardı. Ya sabır... Ya hazreti pir... Ya sabır... Bir bakıma mapusluk onları tespih gibi bir araya toplamıştı. Yoksa kader savurmuştu onların her birini bir yere. İpi kopmuş tespih taneleri gibi sevdiklerine kavuşacakları günleri sabırsızlıkla bekler olmuşlardı. Zaten onlara kader mahkumları denilmiyor muydu? Tespih gibi bir arada tuttukları hayatları, aileleri imame kopunca dağılmıştı. Hulusi Babanın dediği gibi; “bir sabır, iki sabır, üçüncü de vur yatır.”

     

    Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!

    Baba katiliyle baban bir safta!

    Bir de, geri adam, boynunda yafta...

    Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!

    Kavuşmak mı? Daha ölmedim!

     

    Zindandan Mehmet’e mektup” şiirine herkes müptelaydı koğuşta. Necip Fazıl’dan okundu mu mısralar, hıçkırıklar gözyaşına, gözyaşı yutkunmaya karışırdı... Hulusi Baba, “hulusi kalple” tane tane okurdu şiiri: Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?/Güneşe göç var da kalan biz miyiz? Koğuşta kimler yoktu ki.... Katiller, dolandırıcılar... Namus cinayeti kurbanları... Kabadayılar... Hulusi Baba bir de gariban...

     

    Hulusi Babanın koğuşta ağırlığı vardı. Babayiğit bir adamdı. Beyaz bir yüzü vardı. Devamlı yelek giyerdi. Ara sıra kösteğine bakar saati kontrol ederdi. O da benim gibi iftira kurbanıydı. Aleyhinde yalancı şahitler çok olunca onu 35 yıla mahkum etmişlerdi. Yaşına hürmeten (tabi ki ilmine bilgisine de hürmeten) şiire devam etti: Garip pencerecik, küçük, daracık / Dünyaya kapalı, Allah'a açık.

     

    -Yeter be! Müsamere yerimi bellediniz burayı. Kimi okur, kimi zırlar. Bir kafa yaptırmıyorsunuz lan. Dışarıda rahat yok, içerde de mi yok?

     

    Sus pus olan koğuştakiler birbirine bakakaldı. Bağıran kabadayı Nizam’dı... Leşleriyle övünen, yattığı karıları böbürlenerek anlatan Nizam... Hulusi Baba ayağa kalktı ki onun tekerlemesini söyleyerek ellerine kapandı Yanık Hayrettin:

     

    -Baba bu sefer affet de geleceğe def edersin..!

     

    La havle” çekip eline yine tespihini aldı... “Ya sabır” çekmeye başladı birer birer. Tespihe bir garip bakardım oldum olası. “Ne o boncukları bir araya getirmişler, sallayıp duruyor” derdim. Neyi anlatır, ne simgelerdi. Bana göre el alışkanlığından başka bir şey değildi. Gözüm birden Gariban’a ilişti. Garibanın ağzını bıçak açmazdı. Bazen dudakları kımıl kımıl olur, içinden bir şeyler söyler sonra başını sağdan sola çevirip üfürürdü. Gözaltındayken çok dayak yemiş işkence görmüştü. Okuduğu kitaplar başına dert açmıştı. Kimseyle karşı karşıya gelip konuşmazdı. Bir şey isterken, teşekkür ederken hep meramını başını sallayarak anlatırdı. Garibanın gözleri Hulusi Babanın yatağındaydı. Bir ara Kabadayı Nazımla mı kapışacak diye huylanmıştım. Sonra baktım ki nazım elinde tespih istasyon çekiyor. Güldüm içimden “Buradan Samsun’a gidip gelmiştir yani” diyerek. Hulusi Baba tespihini yatağının üzerinde bırakmıştı. Gariban yattığı yerden siyah inci gibi parlayan tespihe doğru yöneldi. Baktı ki, tespih kopmuştu. Hulusi Baba ise tespihini dizeceği sağlam bir ip aramaya gitmişti. Gariban hemen mendilini çıkarttı. Tespihi içine koydu. Yatağının üzerine döndü. Ranzanın altında tahta bavulunu açtı. Macun gibi bir şey vardı. Bir tel bir de rengi kahverengiye çalan bir ip çıkarttı. İpi göz kararı ölçtü. Sonra elindeki macunun içinden ipleri bir kaç kere geçirdi. Sonra ipin ucuna teli sararak tespih tanelerini geçirdi. Gariban’ın balmumlu ipi kullanması futbolculuk yıllarına rastlıyordu. Futbol toplarının derisi futbol topunun kalitesini gösterirdi. Sırttan alınan deriden yapılan futbol topu makbulken, karın derisinden yapılanı ise bir müddet oynandıktan sonra kendini gösterirdi. Topun belli bölgelerinde şişkinlikler olur deri bombe yapardı. Bazen de dikişleri bu yüzden sökülürdü. İşte futbol toplarını bu halden kurtaran hep Gariban olurdu. Balmumu ipin dayanıklılığını arttırır, onu sağlamlaştırırdı. Bu hünerini göstermek ise tespihe nasip olmuştu. Onun inancına göre, tespih ipi kolay kolay kopmayacaktı.

     

    Hulusi Baba kapıdan göründü ki, Gariban hemen tespihi yatağın üzerine bırakarak çabucak yerine döndü. Elinde iplik vardı Hulusi Babanın... Ranzanın önüne gelip, kopan tespihin yeni halini görünce hayret etti.

     

    -Uşaklar benim tespihe ne oldu? Mis gibi de balmumu kokuyor.

     

    Gariban utanmıştı. Azarlanacağından korkuyordu belli ki. Ancak yatağın yanı da unuttuğu çakısından Hulusi Baba tespihin Gariban tarafından dizildiğini anlamıştı. Yanına geldi. Koğuştakiler meraklı gözlerle bakıyordu:

     

    -Gariban çakını unutmuşsun!

     

    Ne Hulusi Baba ne de Gariban elini uzattı. Birbirinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Uzun bir süre böyle kala kaldılar...Ancak beklenmeyen bir şey oldu. Gariban konuşmuştu:

     

    -Bana kızdınız mı?

     

    -Ne münasebet. Bak iki yıldır bu koğuştasın ilk defa senin sesini bu suretle duyuyorum. Tespihi dizmene, ipi balmumundan geçirmene bakılırsa bu işten anlıyorsun.

     

    Çekingenliği yavaş yavaş kayboldu Garibanın. Hulusi Baba elinden tuttu, ranzanın üstüne, kırçıllı battaniyenin üzerine oturttu Garibanı:

     

    -Nedir bu tespihin esrarı Gariban, nedir sırrı bilir misin?

     

    Gariban cevap verecekti, Kabadayı Nazım söze karıştı:

     

    -Ne olacak tespihin esrarı, çekersin, sallarsın kabadayılığın şanındandır tespih. Ne diyorlar şimdi aksesuar. Ha bir de kız tavlamada kullanılır tespih...

     

    Herkes gözlerini Kabadayı Nazım’a çevirmişti. O da koğuşun ortasındaki sandalyeye oturdu. Cebinden tespihini çıkarttı:

     

    -Bir yere oturursun karşında bir bayan, onunla göz göze gelirsin, sonra elindeki tespihi gösterip teker teker çekersin. Kıza “tek misin?” diye sorarsın böyle. O kafasını salladı mı bu kez tespihi çift çekmeye başlarsın. Kız bakarsın kafasını sallar. O zaman anla ki “Çiftleşelim, yani arkadaş olalım” teklifini de kabul etmiştir. Sonra sıra son merhaleye gelir. Tespihi sallamaya başlarsın. Kıza “hadi gidelim, hadi gidelim” dersin yani. Kız kabul ederse, çekip gidersin.

     

    Koğuş bir ağızdan gülmeye başladı. Kabadayı Nazım koğuşta olduğunu unutmuştu. Aklı sıra kabadayı olarak koğuş sakinlerine tespihin raconunu öğretmişti. Hulusi Baba havayı öksürüğüyle bozdu:

     

    -Bak havayı bozma da sen de dinle Nazım... Bu gidişle mezarının üstüne kimse tespihini atmaz senin...

     

    -O niye Hulusi Amca?

     

    -Eskiden kabadayı aleminde bir üyeler ölürse hepsi cenazeye katılır, defin sırasında kefenin üstüne ilk önce kabadayının tespihi atılırmış. Eğer gelenler; onun iyi, yiğit bir kabadayı olduğuna şahadet ederlerse onlar da kendi tespihlerini mezarlarının içine atarlarmış.

     

    Kabadayı Nazım kıpkırmızı olmuştu. Bıyıklarını sıvazladı. Başını öne eğdi. Hulusi Baba anlatmaya başladı:

     

    -Yerde ve gökte olan her şey Allah'ı tespih eder. Yani sudaki semekler (balıklar), yeryüzünde melekler, insanoğlu gibi nebatat alemi de hayvanat alemi de Allah’ı tespih eder. Tespih yani şu elimde gördüğünüz doğrudan bir ibadet vasıtasıdır. 33 ve 99 taneli olarak kullanılır. 99’luk tespih daha çok ibadetlerde 33’lük tespih ise günlük yaşamda kullanılır. Her 33 tanenin arasına takılan ve bunları bir birinden ayıran taneye “nişâne”, iki ipin ucunu bir araya getiren uzunca yassı taneye de imâme denir. Aynı zamanda, bu imâmenin tepesine takılan mercimek büyüklüğündeki, ipliğe takılan nişâneye benzer, fakat deliği ikili olan parçaya da “tepecik” adı verilir. Büyük İslâm âlimi Elmalı Ham­di Yazır’a göre; “Tespih, Allah-ü Tealâyı Cenab-ı Akdesini lâyık olmayan şaibelerden gerek itikaden, gerek kavlen ve gerek kalben tespih et­mek ve uzak tutmaktır...

     

    Kabadayı Nazım, anlatılanlara şaşırmıştı. Elindeki tespih ne kadar hünerli bir şeydi. Artık sallamıyor teker teker çekmeye çalışıyordu. Koğuştakilerden biri atıldı:

     

    -Yani tespih boş çekilmez öyle mi Hulusi Baba?

     

    -Allah’ı anmaktan biz ne alı koyar ki oğlum... Subhânâllah, Elham­duli'llah, Allah-u Ekber... Bakın, teşbihçilerin piri Veysel Karânî sayılır. Vey­sel Karânî, Yemen'de Hz. Muhammed (s.a)’i bulmaya gelir. Ancak, ken­disini bulamayınca çok üzülür. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’in Uhut Savaşı'nda kırılmış olan dişini alır. Bu arada kendi dişlerinin hepsini de çek­tirip bir ipe dizer. Böylece ilk tespihin ortaya çıktığı varsayılır. Bizim geleneğimizde tespihler farklıdır. Padişah tespihleri, Vüzera (Bakan,Osmanlı’daki vezirler) tespihleri, Vükelâ (Vekiller Meclisi üyeleri) tespihleri, Zengin tespihleri, Fukara tespihleri...

     

    -Hiç böyle tespih ayrımı olur mu Hulusi Baba ya? Sen de bizi iyice kekledin! diyerek sataştı yine Kabadayı Nazım. Hulusi Baba güldü:

     

    -Arkadaşlar bir tespih ismi daha vardı da söylemeyi unuttum ya. Kusura bakmayın. Bir de Nazım gibilerin kullandığı ukala tespihi vardı.

     

    Kahkahalar birbirine karıştı. Gardiyanın düdüğü ile koğuştakiler maltada sıraya girmek için kapıya doğru yöneldiler. Tespihi öyle güzel anlamıştı ki Hulusi Baba, var olan tespihler elden ele dolaşmaya başladı. Artık günler günleri kovalamaya başlamıştı. Öğle vakti koğuşun kapısı açıldı. Gardiyan:

     

    -Arkadaşlar sana uygun yatak gösteriler. Hadi Allah kurtarsın!

     

    Sözleriyle uzunca boylu bir genci koğuş kapısından içeri sokup, kapıyı kapatarak sürgüyü çekti. Genç koğuşun daha girişinde şaşkın bakışlarıyla etrafı bir süzdü. Ayaklarını yere sertçe vurdu:

     

    -Allah kahretsin! Girişi olup, çıkışı olmayan yer burası.

     

    Genci, zor bela sakinleştirdiler. Kimi sigara tuttu, kimi tavşan kanı çayı uzattı. “Sayılı günler çabucak geçer” gibi teselliyi amaçlayan sözlerde sıralandı. Ancak ortada Gariban da yoktu. Akşam olmuş Gariban hala ortaya çıkmamıştı.

     

    Hulusi Baba merakından ranzanın yanına kadar gitti. Ranzayla duvar arasına şıkışmış bir şekilde, Gariban’ı gizlenirken buldu. Battaniyeyi başına iyice çekmişti:

     

    -Hayrola?

     

    -Hayır değil ya Hulusi Baba.

     

    -Ne oldu oğlum? Yüzün kireç gibi. Biriyle mi tartıştın?

     

    -Keşke öyle olsaydı Hulusi Baba. Birden yaşadıklarım gözlerimden film gibi şeridi gibi seçti. Koğuşa son gelen adam var ya, aleyhimde yalancı şahitlik yapıp benim buraya, mapusa düşmeme neden olan adamdır. Onu görünce çektiğim işkenceler aklıma geldi. Çok korktum.

     

    -Bizim belki şer bildiğimizde hayır, hayır bildiğimizde de şer vardır. Dur bakalım. Elbet hakikat ışığı tüm karanlığı aydınlatır. Oğlum biraz cesaretli ol. Cesareti olmayan insan, keskin kenarı olmayan bıçağa benzer. Lois Mann öyle dememiş midir? “İnsana olanlar değil, o insanın içinde olanlar önemlidir.”

     

    Gariban’ı bir telaş almıştı. Ya adam yine hapishanede ona kötülük yapmaya kalkarsa? Yastığın altına sakladığı şişle tuvalet dönüşü onun karnına saplayabilirdi. Ölümden korkusu yoktu. Yalnızca iftira sonucu yatmasını, insanların onu suçlu kabul etmesine tahammülü yoktu. Saçlarını yolacak gibiydi. Korkuları fazlalaştı. “Beh” desen ölecek gibiydi. Ölümden değildi korkusu üzerinde ki kul hakkıyla gitmek istemiyordu huzura. Babası Kunduracı Cemal Bey ona şöyle söylemişti:

     

    -Cehennemin ta kendisidir kul hakkıyla ölmek!

     

    Garibanın içinde yangınlar vardı. Teoriyle bazen hayat çarpışırdı: Bazen de benlik ideolojinin ne kadar da kifayetsiz kaldığını tartışır dururdu.

     

    Binlerce kilometrelik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlamak zorundadır”

     

    Garibanın içinde yangınlar vardı. Teoriyle bazen hayat çarpışırdı: Bazen de benlik ideolojinin ne kadar da kifayetsiz kaldığını tartışır dururdu. Hayat buydu ya! Hulusi Babanın okuduğu şiirde öyle demiyor mu? “Bir o kadar hüzünlü romanlar gibi/Galiba ben baştan kaybetmişim/Belki de ben baştan kazanmışım insanlık kaybetmiş” Garibanı en çok anlayan ben değil miydim koğuşta. Aklımda hep aynı sözler... ”Kim kadere iman ederse, kederden emin olur” dememiş miydi Hazreti Peygamber... Sonra aklına şu mısralar geldi:

     

    -Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı/ Elindeyse ayır beyazdan beyazı...

     

    Kaderi beyaz kağıda sütle yazacaksın. O da beyaz, o da beyaz... Peki yazıyı nasıl okuyacaksın? Hulusi Baba da bir tuhaftı. Verdiği örnek kendi içinde düşünmeye, beynini zonklatmaya devam ettiriyordu.

     

    Gardiyan’ın sesi duyuldu:

     

    -Gariban, seni Müdür Bey çağırıyor.

     

    Hayrola, Müdür Bey’in garibanla ne işi olabilirdi? ”Ne iş” diyerek herkes Gariban’ın gözünün içine baktı. Bu bakışın onu son görüşleri olduğunu nereden bileceklerdi. Zaten toplayacak eşyası da yoktu. Bir kazak, bir gömlek, bir de pantolon...

     

    Cezaevi Müdürü onu İstanbul Metris’e göndereceklerini, mahkemeye orada çıkacağını söyledi. Artık mapusluğa bir de gurbet eklenmişti. Koğuştaki insanlar geçti gözlerinden... Onlara veda etmek istedi. Ancak buna izin vermediler. Kısaca “yasak” dediler. Artık Metris cezaevinde siyasilerin koğuşundaydı. Herkese selam verdi. Selamı alan da oldu almayanda. Yatacağı ranzanın yanına doğru gittiğinde kendine doğru biri yaklaşarak, bağırıyordu:

     

    -Kardaş... Yusufum benim Yusuf...

     

    Kendisine üç yıldır kimse Yusuf diye hitap etmemişti. Bu bir tanıdık olmalıydı. Arkasına döner dönmez Celal’in gülen yüzünü gördü. Sarıldılar, kucaklaştılar. ”İki cana hasret/iki yitik can” diye devam eden şiirini düşündüler Ahmet Arif’in... Konuştular uzun uzun ne yaptıklarını birbirine anlattılar.

     

    -Bana cezaevinde Gariban diyorlardı biliyor musun, Celal?

     

    -Gariban mı? Sen? Gariban ha...

     

    Konuşan, tartışan, ideolojik tartışmaların baş kahramanı Yusuf’un adı Gariban olmuştu.

     

    Teoride yenilmiş, kendi benliği ideolojini zedelemiş miydi Yusuf’un... Celal hemen sordu:

     

    -Teoride yenilmek kişi benliğinde ideolojiyi zedeliyor mu be Yusufum?

     

    Bu soruyu bir yerden hatırlıyordu Yusuf. Bir hikaye okumuştu. Cezaevinde anlamışlardı. Kendisine benzer bir hikayesi vardı. Adam fanatik bir Beşiktaşlıydı... Bu sevdası başına iş bile açmıştı. Cezaevinde düştüğünde onu siyasilerin koğuşuna koymuşlardı. Mahkumlar kendi aralarında bu soruyu tartışıyordu. ”Teoride yenilmek kişi benliğinde ideolojiyi zedeler mi?”

     

    Çayından bir yudum aldı. Celalin sorusuna karşı adamın cevabını veriyordu:

     

    -Bir harekete taraf olmak, eğer ona aşk ile bağlanmamışsan sana kaçacak çok fırsat bırakır. İnsanın kendi dünyası bencillik üzerine kuruludur. Benlik, bencillikten türemiştir. Teori diye tanımlanan hareket,insanın bencilliğini beslemezse kaybolur gider. İşte insanoğlu harekete saygını yitirmemek için aşkı doğurmuştur, beyninde aşk olmazsa benlik yada bencillik, teoriyi zorunluluk haline getirir.Teoride yenik düşmek, eğer teorinin insana salgıladığı aşk yoksa yenilmektir. Ben sevdalarıma hiç yenilmedim

     

    Celal, sigara dumanını devamlı ciğerlerine çekiyordu. Bu sözler bittiğinde hemen konuşmak istedi ancak dumandan öksürmeye başladı.

     

    - Yusuf, her şeyi aşka bağlayı vermişsiniz?

     

    -Yaşadığımız bu hayatı nasıl yaşayacağımızı biz kitaplardan öğrenmedik veya şu doğrudur diye kimse bize destur vermedi. Hayatı eğrisiyle doğrusuyla yaşadık dibine kadar ve bizim yaşayışlarımızın bize gösterdiği doğrular oldu, yeri geldi bizim yanlışlarımızı doğru uygulaması için abi olduk. Bir felsefemiz oldu yalnız yaşanmışlıklardan. Şimdi siz başkalarının hayat deneyimlerinden türettiği felsefe ile değil kendinizinkini, bir ülkenin kaderini çizme yarışına giriyorsunuz. Peki kendinizi, yeteneklerinizi ve harekete olan aşkınızı ne kadar biliyorsunuz? Veya bu coğrafyada yaşayanlar sizin için ne ifade ediyor?

     

    Bu sözleri söylerken Yusuf yine Hulusi Baba’yı düşünüyordu. Davasıyla ilgili bilgi de verememişti. Metris’e gelmesinin nedeni yargılandığı davanın İstanbul’a alınmasıydı. Beraat edeceğine inanıyordu. Acaba koğuştaki arkadaşları ne yapıyordu? Hulusi Baba’nın tespih hikayesi de yarım kalmıştı. Peki ya kendisine iftira eden adam ne olacaktı? Yusuf onunla yüzleşmek istiyordu ancak buna zamanı kalmamıştı. Onun yapamadığı yüzleşmeyi Hulusi Baba sohbet halkasının müdavimi haline gelmiş mahkumu ikna ederek gerçekleştirecekti. Mahkum, cezaevi müdürü aracılığıyla davadaki beyanının gerçeği yansıtmadığını Yusuf Haktanır’ın masumluğuna şahitlik yapacağını belirtti. İfadesi savcılıkta alınıp, İstanbul’a gönderildi. Duruşma günü ise Yusuf da bir tutukluk vardı. Hayat boyu mapusluk kalacağını düşünüyordu. Sonra “Kim kadere iman ederse, kedere emin olur” sözleri aklına geldi. Ya nasip diyerek jandarmaya kolunu uzattı. Kelepçenin sesini son kez duyacağından habersizdi.

     

    Mahkeme heyeti gelen ifade gereğince Yusuf’un beraatine karar vermişti. İşlemler yapıldı. Metris’e gönderilen tahta bavuluyla kapıdan çıktı. Havayı soludu yıllar sonra... Gözlerinin görebildiği yere kadar baktı. Hayat devam ediyordu. Ancak daha karmaşık ancak hızlı. İçerde düşünmediğini şimdi düşünmeye başlamıştı:

     

    -Şimdi ben ne yapacağım?

     

    Ne yapabilirdi ki? Geçimini sağlayacak bir şeyler yapmalıydı. Sermaye sorun olmazdı. Atla deve değildi ya... Tahta bavulun kenarını düzeltmek için cebinden çakısını çıkaracaktı ki bir tane siyah tespih tanesi kaldırımın üzerinden yuvarlandı. Ezilmesin diyerek biraz da telaşlanarak yere uzandı. Aklına tespih yapmak geldi. Neden olmasın ki? Hulusi Baba’nın “En çok şeye sahip olan değil en az şeye ihtiyacı olan insan zengindir“ sözleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Hulusi Baba tespihçiliğin tarihi geçmişi olan bir meslek olduğunu söylemişti. Adımı böyle atacaktı. Eli de oymacılık işine yatkındı zaten. İstanbul’daki eşi ve dostunun yardımıyla sermaye oluşturup bir kaç alet aldı. Sonra da hammadde. Dükkan için hazırlığını yapmıştı. Loo-tzu “Binlerce kilometrelik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlamak zorundadır” dememiş miydi?

     

    Zaten tespih yapımı da kolay bir iş değildi Tanelerin hepsinin aynı boyda olması ve delinmesi gerekiyordu. Küçük taneli tespihlere ise en çok kadınlar rağbet ediyordu. Beyazıd Kütüphanesinden tespihçilik hakkında kitaplardan fotokopi de çektirmişti. Tespih nasıl yapılır, nasıl işlenir bunu soruşturup dururdu. ‘Nerede iyi bir tespih ustası var, onun yanına gider, kendini tanıtır, ders almak istediğini’ söylerdi. Anlatılanları hafızasından daha sonra kağıda aktarırdı. Yazardı. Tespih çeşitleri şöyledir: Yuvarlak, Beyzî, Şalgâmî, Armudî,Yarım Beyzî, Yassıca...

     

    Öğrendiklerini de harfiyen not ediyordu. Madeni ve hayvani tespih hammaddeleri: Akik, Amber, Bağa (kaplumbağa kabuğu), Cam, Lüle Taşı, Fil Dişi, İnci, Kan Taşı. Kehribar. Mercan, Narçin, (Hindistan cevizinden yapılır) Necef, Sedef, Şah Maksut, Yeşim, Yıldız, Yüzsürü (siyah Erzurum taşına gümüş kakma), Zergerdan (gergedan boynuzundan)

     

    Ağaç tespihler de şu cins ağaçlardan yapılmaktadır: Abanuz, Demir Hindi, Düveydari, Fethipaşa, Gül Ağacı, Kelenbek, Ku­ka, Maverd, Nebik, Odağacı, Pelesenk, Sandal, Sırçalı Kuka, Yılan Ağacı ve Zeytin Ağacı.

     

    Yusuf bu işi sevmişti... Artık tezgahın başına geçmek istiyordu. Dükkan işini tamamen halletmişti. Levhacıya verdiği siparişte gelmişti. Nasıl takılacağını tarif etti:

     

    -Tavandan sarkıtacaksın levhayı, uzaktan bile okunsun şöyle...

     

    Uzaktan dükkana alıcı gözle baktı: Gariban Tesbih evi... Kemaneyle çalıştırılan ağaçtan yapılmış özel bir torna kullanmaya başladı. "Çarguşe" denilen delici bölümle, "malafa" denilen kalıp sol elindeki kemeneyle dönüp, puntalar arasını sıkıştırmayı sol ayakla sağlıyordu. Sağ ellindeki "rende" ve "arda" denilen kesici aletlerleri kullanarak tespih çekerdi. Birbirinden zarif tespihleri bu tezgahtan yapmaya başladı Yusuf... Hulusi Babanın tasnifini hiç aklından çıkartmamıştı. Tespihin tüm aksesuarlarını yerli yerine koyacak böylelikle “Yusuf Usta” namını almaya bir adım daha yaklaşacaktı.

     

    Yusuf, nam-ı değer Gariban, artık tespih siparişleri de almaya başlamıştı. Yüksek bir itina ile tespihleri sahiplerine ulaştırıyordu. Tespih imamesi, tane, nişane ve pulları iki uç halinde bir araya getirerek ipliklerin içinden geçirildiği, sanatçının yeteneğini gösteren en önemli parçalardandı. Tespihe imameden sonra kamçı denen bir kordon bağlanırdı. Kamçının üst tarafına ise, Türk başı denilen, dört zincirin ucuna bağlanan taneler takılır, tepelik veya hatime ise, kamçının üst ucunda bulunurdu. Yusuf Usta’nın yaptığı tespihlerin özel şifreleri de anlatılan imame, nişane, kamçı gibi tespihi güzelleştiren bölümlerdi.

     

    Aklından hiç çıkmayan kişi ise Hulusi Babaydı. Onun için bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Ona özel olarak 500 taşlı bir tespih yapmaya karar verdi. Böylesine büyük tespihler (500, 1000 adet) tekke ve dergahlarda tasavvuf ehlinin kullandığı özel imalatlardı. Özellikle Kelime-i Tevhid Hatmi için bu tespih en büyük yardımcıydı. 70 bin adet Kelime-i Tevhid çekildikten sonra Tevhit Hatmi yapılır sonra geçmişlerin ruhuna bağışlanırdı. İlk tespih tanesi için ‘Bismillah’ dedi. İlk yüz çekimi Armudi sonraki her yüz çekim için; Servi, Şalgami, Beyzi, Üstüvane gibi stilleri kullandı Tespih bittiğinde onu itinalı bir şekilde paketlemişti. Üstüne bir not yazıp cezaevine gönderdiğinde ise hediye sahibi Hulusi Baba hastaydı.

     

    Revirden koğuşa dönerken gardiyan, “Hulusi Baba” sana hediye var” dedi. Paketin üstündeki gönderen bölümünde “Yusuf” yazıyordu. Kimdi bu Yusuf? Koğuştakilerde oluşan merak Hulusi Baba’da yoktu. Tespih paketten çıkarıldığında herkes ne olduğunu tam olarak anlayamadı. Hulusi Baba teker teker taneleri elinden geçirdikten sonra imamenin kenarındaki imzaya baktı. Güldü. “Aferin sana oğul” dedi. Sonra paketin içinde kenara konulan rulo yapılmış iki kağıttan birinin kurdelasını açtı. Şöyle yazıyordu:

     

    -Zirvelerde kartallar da bulunur, yılanlar da.. .Ancak birisi oraya süzülerek, diğeri ise sürünerek gelmiştir. Önemli olan nereye gelmiş olduğunuzdan çok, nereden ve nasıl geldiğinizdir. (Cenap Şahabettin)

     

    Baba kim göndermiş sana bu hediyeyi?“ diye sordu koğuştakilerden birisi.

     

    Hulusi Baba öksürerek yatağından doğruldu. İkinci kağıt ruloyu açanlar ise düz beyaz kağıt karşısında şaşkına döndüler. Topal Fevzi en çok kızanlardandı.

     

    -Baba bu kağıdı neden göndermişler ki?

     

    Kağıdı yırtmak için hamle yaptı ki Hulusi Baba eline yapıştı. “Bana mum getirin hemen” diye bağırdı. Hemen demir dolabın tozlu rafları arasından mum arandı. Topal Fevzi mumu çakmağıyla yaktı. Hulusi Baba ranzadan kalkacak gibi oldu. Düz beyaz kağıdı yanan mum ışığına doğru tuttu. Gülümsedi...

     

    -Gariban... Bizim Gariban...

     

    -Hayda baba ya. Beyaz kağıdın neresinden okudun garibanı... Yoksa bizim Garibanı mı özledin?

     

    Kabadayı Nazım bile merak edip gelmişti. Hulusi Baba’ya böyle seslendi.

     

    Hulusi Baba keyifliydi. Kağıtta daha önceleri koğuşta okuduğu şiirin diğer bir mısrası yazıyordu. Okudu:

     

    Ana rahmi zahir, şu bizim koğuş;

     

    Karanlığında nur, yeniden doğuş...

     

    Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

     

    Sen bir devsin, yükü ağıdır devin!

     

    Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

     

    Hulusi Baba’nın, kağıttaki şifreyi nasıl çözdüğünü herkes merak ediyordu. Gariban çok zekiydi. Baba’nın kader ile ilgili söylediği bir şiirden etkilenerek, ilginç bir şifre hazırlamıştı. Şiir “kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı elindeyse ayır beyazdan beyazı” şeklindeydi. Çarlık dünyasında Rusların gizli haberleşme yöntemiydi bu... Balina sütü de kullanılırdı, Jersey isimli İnek gibi hayvanların da. Yağlı süt beyaz kağıda sürüldüğünden hemen okunmazdı. Kuruduğu zaman mum ışığına tutulduğu zaman yağın rengi nedeniyle yazı okunabilirdi.

     

    Bu şiir neredeyse Hulusi Baba’yı diriltmişti. Keyiflendi. Şiirin son kıtasını da ben okuyayım diyerek ayağa kalktı. Koğuştaki her bir kişinin gözlerinin içine baktı. Yüreğine bakar gibi. Gözleri güldü. Sonra yıllar önce meme emerken hasrete mahkum olan oğlu Mehmet geldi aklına. “Ha o mapus, ha ben” dedi. Gözleri doldu. Gözlükleri buğulanmıştı. Okumaya başladı. Zaten mapus olan, çileye talip olan ehl-i beyten herkes Mehmet değil miydi ?

     

    Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!

     

    Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

     

    Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

     

    Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

     

    Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!


  8. "Bu ülkedeki insanları siyah-beyaz diye ayırmak, vatansever veya vatan sevmeyen hain diye ayırmak kimin haddine"

     

    Bunu söylerken kendisiyle çeliştiğinin farkında değil.

    Konuşmasında sık sık geçen yapan yaratan falan da filan dan inancının ne olduğu az çok belli oluyor.

    Buna ve türevlerine yapılacak tek şey :)


  9. Bence de deme trradomir ayıp olur, hem bakarsın duyulur rezil olur hakancık :P

     

    Düzelme var galiba eskiden bevledermiş yattığı, büyüdüğü yere şimdi tükürmeye çalışıyor :) , hem bir insana (!) bu kadar da yüklenilmez ki sen neden söylersin 14 yaşına kadar yattığı yere şeyettiğini :D

     

    Hem hakancığın cihadını (!) hafife almamak lazım, her kesime hitap etmek açısından o da

     

    o kesimin tebliğcisi olur

     

    Din adamları ne kadar cihad cihad deseler malum o kesime hitap edemezler nabza göre şerbet misalini şeyettiriyor hakancık :)

×
×
  • Create New...