Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mukarrabin

Editor
  • Content Count

    744
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by mukarrabin


  1. 27 Mayıs

     

    İnsan zahmet görmezse cennetin lezzetini alamaz...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     

    28/29 Mayıs

     

    Güzelce tövbe etmeden, manevi terbiyeye ulaşmak istersen gaflet içindesin demektir...

     

    Ahmed bin Mesrûk (k.s.)

     

    .....

     

    30 Mayıs

     

    Sana marifet olarak, Allah'ın seni gördüğünü bilmen; ilim olarak da Allah'ın sana muhtaç olmadığını bilmen yeter...

     

    Bayezid-i Bistâmî (k.s.)

     

    ...

     

    31 Mayıs

     

    Marifet, akla ve hayale gelen bütün düşüncelerin dışında, Hakk'ı olduğu gibi ispat ve kabul etmektir...

     

    Ebû İshak İbrahim bin Davud Rakkî (k.s.)

     

    .

     

    01 Haziran

     

    Sizde olmayan meziyetlerle sizi metheden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün kötüleyeceğini unutmayınız...

     

    Ahmed bin Hanbel (k.s.)

     

    ...

     

    02 Haziran

     

    Bu, vakıf çalışmalarını amellerimize ortak ettik. Bu ortaklık, bu (manevi) ticaret ölünce de bitmez. Kıyamete kadar devam eder. Amel defteri kıyamete kadar kapanmaz...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    03 Haziran

     

    Gayem Allah (c.c.) içindir. Mal mülk için değildir; para için, şöhret için değildir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

    • Like 1

  2. 19 Mayıs

     

    Bu vakıf hizmetleri için gayret edin. Kim ki vakıfta hizmet ediyor, bilsin ki o, Hazreti Peygamber'e hizmet ediyor. Bu hizmet, önünüze gelen bu iş, sizin için bir devlettir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     

    20 Mayıs

     

    Bir âyet-i kerimeyi okurum, dört gece üzerinde durur, tefekkür ederim. Üzerinde iyice tefekkür etmeden, derin manaları ve murâd-ı ilâhîyi düşünmeden diğer âyete geçmem...

     

    Ebû Süleyman Dâranî (k.s.)

     

    .....

     

    21/22 Mayıs

     

    Bahar yağmurları yeryüzünü yeşillendirdiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm de kalbi canlandırır...

     

    Mâlik bin Dinâr (k.s.)

     

    ...

     

    23 Mayıs

     

    Anlayarak ve düşünerek Kur'ân-ı Kerîm okumaktan daha fazla kalpleri incelten, rikkate getirip hüzne sevkeden bir şey yoktur...

     

    Vüheyb bin Verd (k.s.)

     

    .

     

    24 Mayıs

     

    Dünyada zahid ol, dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allah Teâlâ'yı hatırla. Böyle yaparsan kurtulmuşlardan olursun...

     

    İmam Şafiî (k.s.)

     

    ...

     

    25 Mayıs

     

    Marifetin hakikati, Allah Teâlâ'yı kalp ile sevmek, dil ile anmak ve Allah Teâlâ'dan başka her şeyden ümidini kesmektir...

     

    Ahmed bin Hadraveyh (k.s.)

     

    .....

     

    26 Mayıs

     

    Size nasip olan bu vakıf hizmetinin kıymetini bilin; alın, saklayın, muhafaza edin, kapınızın, evinizin içinde tutun. Eğer bu nimeti kaçırırsanız, bir daha yakalayamazsınız. Bu hizmet nimetini eline geçiren onu asla size geri vermez...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     


  3. 11 Mayıs

     

    Bir kimse kullardan korktuğu için emr-i maruf vazifesini yerine getirmezse, kalbinden Allah korkusu sökülür...

     

    Abdullah bin Abdülaziz (k.s.)

     

    .......

     

    12 Mayıs

     

    Dünya ahiretin peşinden gelir ama, ahiret dünyanın peşinden gelmez. Siz ahiret için yani Allah (c.c) rızası için çalışırsanız dünyalık size kendisi gelir. Aynen yuları tutulan hayvan gibi o da arkanızdan gelir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    13 Mayıs

     

    Allah Teâlâ'dan korkanları gıdası, Allah Teâlâ'dan ümidini kesmemektir...

     

    Ahmed bin Ebü'l-Havârî (k.s.)

     

    ...

     

    14/15 Mayıs

     

    Allah Teâlâ'dan korkmanın alameti, başkalarının korktuğu şeylerden korkmamaktır...

     

    Ebû Abdullah bin Celâ (k.s.)

     

    .

     

    16 Mayıs

     

    Müminlerin haklarına hürmet ve saygı, Allah Teâlâ'ya hürmet ve saygıdan ileri gelir. Çünkü bu hakları emreden ve korunmasını isteyen O'dur. Kul hakları güzel korumakla hakiki takvaya ulaşır...

     

    Ahmed bin Mesrûk (k.s.)

     

    ...

     

    17 Mayıs

     

    Kur'ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın emrilerine itâat edenleri müjdeler, günahkârları korkutur. Yapılması gerekli işleri bildirir. Geçmiş ümmetlerin hikâyeleri ve haberlerini bildirir...

     

    Ebû İdris Havlânî (k.s.)

     

    .....

     

    18 Mayıs

     

    Helal kazanmak başlı başına bir ibadettir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......


  4. İşte bu durumda şu husûsa dikkat edilmelidir ki, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-ın Hızır -aleyhisselâm-dan ilim tahsîl etmek istemesi, onun hiçbir ilim ve mârifete sahip olmadığı, kendisine keşf ve ilhâmdan hiçbir nasîb lutfedilmediği mânâsına gelmez. Bu hâl, herhangi bir hususta daha kâmil olandan, o husûsun tahsîli gibidir.

     

    Meselâ Mîmar Sinanın mîmârîdeki ilmî dirâyet ve kâbiliyeti, Süleymâniye Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan hiç şüphesiz daha üstündür. Sinanın o câmîdeki bir mermerci kadar mermeri işleme sanatını bilmemesi, onun için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinanın tâlimâtı altındadır.

     

    Bu itibarla Hızır -aleyhisselâm-ın Musâ -aleyhisselâm-a belli bir müddet üstad olması sebebiyle Musâ -aleyhisselâm-dan üstün olduğu söylenemez. Haddi zâtında burada bir üstünlük mukâyesesi de söz konusu olamaz. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-, kıyas kabul etmeyecek şekilde farklı vâdîlerdedir. Buradaki hikmet, ilâhî ilim karşısında peygamberler de dâhil bütün mahlûkâtın acziyet içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa gösterilmesidir.

     

    Peygamberler de bir beşer olmakla birlikte, ilâhî vahye mazhar olmuş, seçilmiş kimselerdir. Cenâb-ı Hakkın bu müstesnâ kulları günah işlemezler. Ancak onlar da âciz birer beşer olmak itibâriyle nâdiren zelle denilen hatâlara düşerler. Cenâb-ı Hak bu sûretle onlara da, kâh ahkâm zâhir olsun diye, kâh insanlığa emsâl olsun diye beşer olmanın acziyetini tattırır ve onları çoğu kez bize meçhûl bir keyfiyette terbiye eder. Burada da Mûsâ -aleyhisselâm- ilâhî ilmin sonsuzluğu karşısında beşerin sâhib olduğu ilmin acziyetini anlayacak, kendisine bildirilmeyen daha nice ilimlerin mevcûd olduğunu görecektir. Kıyâmete kadar gelecek olan insanlık da onun kıssasından birçok ibretler alacaktır.

     

    Gerçekten Peygamberler bile nübüvvet gibi büyük bir kudret ve salâhiyete sâhip olmalarına rağmen, kendilerine bahşedildiği kadar ilme vâkıf olmuş ve Hak Teâlânın lutfettiği nisbette de gayba muttalî olabilmişlerdir. Ledünnî ilim vehbî olduğundan, onlar bile Cenâb-ı Hakkın bildirdiğini bilir, bildirmediğini bilemezler. Nitekim Şeyh Sâdînin Gülistanında geçtiği üzere bir kişi Hazret-i Yâkûba:

     

    Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsufun gömleğinin kokusunu Mısırdan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken Yûsufu göremedin? diye sorar.

     

    Yâkûb -aleyhisselâm- ise cevâben:

     

    Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı murâd-ı ilâhîye bağlı olarak gerçekler bize bâzan ayân olur, bâzan kapanır!.. buyurur.

     

    Nitekim, Mûsâ -aleyhisselâm-ın Hızır -aleyhisselâm-dan ilim taleb ederken kullandığı tâbir de, sana verilen ilim şeklindedir. Yâni ilim, kullara değil, Hak Teâlâya izâfe edilmelidir. Bütün ilimlerin mutlak menbaı Allâhu Azîmuşşândır. O, dilediğine, dilediği kadar bundan ihsân eder. Bâzı ilimlerin tahsîli için birtakım zâhirî sebepleri vâsıta kılar, bâzı ilimleri ise bizzat kulunun kalbine lutfeder.

     

    Diğer taraftan bir kul, oruçluyken sehven (unutarak) bir şey yese, orucu bozulmaz. Tıpkı bunun gibi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-ın Hızır -aleyhisselâm-a verdiği sözü unutarak ona îtiraz etmesi, beraberliklerinin devâmına mânî olmamıştı. Fakat Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilimden gelmesi muhtemel nasîbini -mecbûr olmadığı hâlde- bir mahcûbiyet heyecanıyla:

     

    Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni yanında bulundurma. (el-Kehf, 76) diyerek şarta bağladığı için, netîcede nasîbi bu kadarla mahdud kaldı.

     

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

     

    Allâh, Mûsâya rahmet buyursun. Eğer o sabredebilseydi, Allâh Teâlâ onlar vasıtasıyla bize (daha pek çok esrârengiz ve acâib) hâdiseler bildirecekti. (Müslim, Fezâil, 170; Buhârî, Tefsîr, 18/2)buyurmuştur.

     

    Demek ki bu yolda sabır ve temkin ehli olmak esastır.

     

    Tasavvuf ehlinin bu kıssayla ilgili değerlendirmelerinden biri de şöyledir:

     

    Rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-a bu seyahatinde refâkat eden genç, Mûsâ -aleyhisselâm-ın kız kardeşinin oğlu ve kendisine îmân edenlerin, yâni ashâbının önde gelenlerinden Yûşâ bin Nûn idi. Bu zât, Mûsâ -aleyhisselâm-ın vefâtından sonra da halîfesi olmuştur.

     

    Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hicret yolculuğunda, hakkında hadîs-i şerîfte üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi (Buhârî, Ashâbün-Nebî, 2) buyurulan ve ümmetinin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ı yol arkadaşı olarak tercih etmişti. Bu misâller, mânevî yoldaki Allâh rızâsı için olan hakîkî dostlukların ehemmiyetini tebârüz ettirmektedir.

     

    Binbir sır ve hikmetlerle dolu olan Mûsâ -aleyhisselâm-ın bu kıssası bile, bize ledünnî ilmin muhtevâsından sadece birkaç misâl sergilemektedir...


  5. Mânâ üstadlarına zâhirî ilimleri değil, kalbî ilimleri tahsîl için gidilir. Çünkü onlar, Allâha ulaştıran yolların rehberleridir. Nitekim, nice büyük tefsir, hadis, fıkıh âlimleri, tasavvufa intisâb etmiş, bilmedikleri incelikler husûsunda Hak dostlarını rehber edinmişlerdir. İbn-i Âbidîn, Âlûsî ve diğerleri gibi

     

    Dünyanın en büyük hukukçularından biri olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri de, Câfer-i Sâdık Hazretlerinin sohbetinden tefeyyüz etmiştir.

     

    Ebû Hanîfe Hazretlerinin mâneviyat ehline büyük hürmetini ifâde eden şu hâdise de pek mühimdir:

     

    Anlatıldığına göre, birgün Hak dostlarından İbrahim bin Edhemin yolu İmâm-ı Âzam Hazretlerine uğradı. Ebû Hanîfenin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edheme küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve İbrahim bin Edheme:

     

    Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz! diye seslendi.

     

    İbrahim bin Edhem mahcûb bir edâ ile selâm verip geçti. İbrahim bin Edhem oradan ayrılınca, İmâm-ı Âzama etrâfındaki talebeleri sordu:

     

    Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl efendimiz der?

     

    Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu cevâbı verdi:

     

    O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgûl, biz ise işin kîl u kâliyle

     

    Öte yandan her hususta olduğu gibi ledünnî ilmin tahsîlinde de ilâhî tâyinle konulmuş olan âdâb ve erkâna riâyet etmek gerekir. Bu âdâbın en mühimlerinden biri, kulun acziyet ve hiçliğinin şuurunda olarak tevâzua bürünmesidir.

     

    Nitekim, «Kelîmullâh» şânına mazhar ve ülül-azm bir peygamber olan Mûsâ -aleyhisselâm-, Kavmimle uğraşmam lâzım, bana Tevrat kâfîdir, zâten vahye muhâtab biriyim, Cenâb-ı Haktan istesem O, bana bu ilmi doğrudan öğretmeye kâdirdir dememiş; yüksek bir tevâzû sergileyerek murâd-ı ilâhîye tâbî olmuştur. Böylece, gelecek insanlığa bu husûsta bir ölçü ve davranış mükemmelliğinden bir örnek sunmuştur.

     

    O âlimi bulmak için gerekirse yıllarca yürümeye kararlıyım. demesi de bunun açık bir delîlidir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-ın Hızıra karşı gösterdiği bu tevâzu, ilim ve mârifet tâlibi herkese güzel bir nümûnedir.

     

    Cenâb-ı Hak dileseydi Hızır ile Musâ -aleyhisselâm-ı hemen karşılaştırabilirdi. Hâlbuki onları, meşakkatli bir yolculuk sonunda karşılaştırmayı murâd etti. Demek ki bu yolda, aşk ve istiğrak içinde bir azim, kararlılık ve gayret ile lutf-i ilâhî gerekiyor.

     

    Aynı zamanda Hazret-i Mûsâ ile Hızır arasındaki bu hâller, bâtın ilminin de sebeplere ve usûle uygun olarak, bir üstaddan alınması gerektiğine işârettir. Yâni bu ilme ekseriyetle, sebebsiz, rehbersiz ve mürşidsiz olarak ulaşılamaz. Ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi Üveysî meşreb olanlar istisnâdır. Bu yolda maksada ulaşmak için büyük bir azim ve yüce bir himmete ihtiyaç vardır.

     

    Öte yandan Hazret-i Mûsânın Hızır -aleyhisselâm-dan ilim tahsîl etmek istemesi; Nasıl olur da bir velî, büyük bir peygambere ders verebilir? şeklindeki bir suâli akla getirebilir...

     

    ...


  6. Hazret-i Mûsânın ledünnî ilmi tahsîl maksadıyla Hızır -aleyhisselâm-a tâbî olması, tasavvuftaki mürîd-mürşid münâsebetlerine benzerlik bakımından da hayli dikkat çekicidir. Bu bakımdan denilebilir ki bir kimse, ilimde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kadar derin olsa dahî, kendisinde bulunmayan bir ilmi tahsîl için tevâzû ve mahviyet içerisinde mânâ sultanı Allâh dostlarının önünde diz çökebilmeli, onların irşâdını taleb edebilmelidir.

     

    Sevgili Peygamberimize:

     

    Yâ Rasûlallâh! Kurânda ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle karşılaştığımızda ne yapalım? diye sorduklarında o Varlık Nûru:

     

    Onu, fakihlere ve âbidlere (sâlihlere) sorun ve onların istişâresine arz edin. O konuda şahsî

     

    görüşünüzle amel etmeyin. (Heysemî, Mecmauz-Zevâid, I, 178) buyurmuştur.

     

    Büyük fıkıh âlimi, müctehid, İmâm Şâfiî Hazretleri, gönül ehli bir kimse olan Şeybân-ı Râî Hazretlerinden mânevî istifâde için önünde bir talebe gibi büyük bir edeple diz çöker, bâzı hususları istişâre ederdi. Talebeleri:

     

    Yâ İmâm! Sizin gibi bir âlim nerede, Şeybân nerede? Bunca hürmet ve iltifâtın hikmeti nedir? diye sorduklarında, o büyük İmâm:

     

    Evlâdlarım! Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir! derdi.

     

    Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Main de, bazı meseleleri Mârûf-i Kerhîye başvurup ondan sorarlardı.

     

    ...


  7. Bu kıssadaki hikmetli, ibretli ve esrarlı noktalara dâir pek çok şey ifâde edilmiş ve şerhler yapılmıştır. Bu mevzudaki hikmet dolu nüktelerden birkaçını şöyle ifâde edebiliriz:

     

    Ledünnî ilim, hâdisâta, zâhirî şartların, beşerî kıstasların ötesinde, keyfiyeti çoğu insanlara meçhul bir nizâmın ölçüleriyle bakıştır.

     

    Meselâ bütün ilimlerde suâl, öğrenmenin en mühim anahtarı kabul edilirken; bu ilimde ise suâl, îtiraz, münâkaşa ve münâzara yoktur. Buna mukâbil, sükût, sabır ve teslîmiyet vardır. İşlerin nihâyetine ve netîcesine bakılır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:

     

    Hak şerleri hayreyler

     

    Zannetme ki gayreyler

     

    Ârif ânı seyreyler

     

    Mevlâ görelim neyler

     

    Neylerse güzel eyler!

     

    Deme niçin şu şöyle

     

    Yerincedir o öyle

     

    Var sonunu seyreyle

     

    Mevlâ görelim neyler

     

    Neylerse güzel eyler!

     

    Kıssada geçen gemi seyahatinde sâlih gemici kardeşler, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhimesselâm-dan ücret almamışlardı. Bu sûretle Hak dostlarına yapılan küçük bir iyiliğin büyük bereketiyle karşılaştılar. Gemileri, telâfisi mümkün küçük bir zarar ile gasbolunmaktan kurtuldu. Yâni kendisiyle ihsânda bulunulan helâl sermâye, zâyî olmadı.

     

    Yine geminin kusurlu kılınarak kralın gasbına mânî olunması, işârî mânâda, kişinin ömür deryâsında yüzen gemisi mevkiindeki nefsini kusursuz gördüğü takdîrde kibir ve ucub girdabında mânen helâke sürüklenebileceği, bu sebeple de dâimâ acziyet ve kusurunu îtirâf hâliyle mânevî kayıplardan sakınması gerektiği şeklinde şerh edilmiştir.

     

    Hızır -aleyhisselâm-ın mâsum bir çocuğu öldürmesinde de hikmetler vardır:

     

    İnsanoğlu, kalbindeki çoluk-çocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi beşerî fakat mâsum sevgileri, lâyık olduğu kıvamda tutup Allâh sevgisinin ötesine geçirmemelidir. Aksi hâlde bunlar, insanı aslî maksadından alıkoyar, hattâ onu yoldan çıkarır.

     

    Cenâb-ı Hakkın yüce isimlerinden biri de er-Rakîbdir. Bu ise Allâh Teâlânın, sevdiği kullarının kalbindeki Allâh sevgisinin üstüne başka sevgilerin gölgesinin bile düşmesine râzı olmaması demektir. Yâni Allâha muhabbet, ortak kabul etmez.

     

    Hâlbuki vaktiyle Yâkub -aleyhisselâm- da, oğlu Yûsufun alnındaki nübüvvet nûrunu sezmiş ve kalbinde ona karşı şiddetli bir muhabbet akışı olmuştu. Yâkûb -aleyhisselâm-ın, oğluna aşırı muhabbet ve düşkünlüğü gayretullâha dokundu. Bu sebeple Allâh Teâlâ, ona bir iptilâ vermeyi murâd etti. Netîcede ise mâlûm olduğu üzere oğluyla arasına uzun ayrılık yılları girdi. Fazla muhabbet, ardından acı bir firâk getirdi.

     

    Bâzı büyük hakîkatler, sosyal verâset yoluyla halkın harc-ı âlem malı hâline gelir ve topluluğun müşterek kültür mahsullerine akseder. Aslında putlaştırılan sevgilerle ilgili olan bu nükte de, bir halk türküsüne çok muhabbet tez ayrılık getirir şeklinde aksetmiştir.

     

    Gerçekten çok ibretli ve hikmetlidir ki Hızır -aleyhisselâm-ın öldürdüğü çocuğun anne-babası da, elbette çocukları doğduğunda sevince garkolmuş, öldüğü zaman ise büyük bir mâteme bürünmüşlerdi. Hâlbuki çocuk yaşasa kendisiyle beraber ana-babasının dünyâ ve âhiretini mahvedecekti. Karar, anne-babaya bırakılsa ölmesini hiç istemezlerdi. Fakat merhameti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, o sâlih kullarını, bir ana-babanın evlâdına beslediği sevgiden daha çok sevdiği için, o çocuğun ölümünü takdîr buyurup yerine sâlih bir evlâd vermekle onları aslında lutuflandırdı. Ölen çocuk, mâsum olarak bu âlemden âhirete intikâl ettiği için onun fânî dünyâ hayatına mukâbil, ana-babasıyla birlikte ebedî bir âhiret hayatı da korunmuş oldu. Yâni kahır sûretinde gelen bir lutuf ile zararın küçüğü, büyüğüne tercih edilmişti.

     

    Demek ki kulların hâdiseleri değerlendirmesi, ilâhî hikmete vâkıf olamadıkları için ekseriyetle yanlıştır.

     

    Yüce Rabbimiz Kurân-ı Kerîmde şöyle buyuruyor:

     

    وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

     

    Hoşunuza gitmeyen bir şey çoğu kere sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de çoğu kere hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz. (el-Bakara, 216)

     

    Günahsız, mâsum bir insanın katli, pek tabî ki büyük bir cürümdür ve şeran kısas gerektirir. Fakat bu kıssadaki gibi bir örneğin, şerî hükümlerin tasvip etmediği bir şekilde ve sırf bâtın ilmine dayanılarak gerçekleştirilmesi, zâhirle mükellef olan ümmet-i Muhammed hakkında mümkün değildir. Bu yüzden kalbî ilme sâhib büyük zâtlar da, zâhirî sebepler teşekkül etmeksizin harekete geçmez, sebepler dünyâsından ayrılmazlar. Şerî hükümlerin sınırları herkes için vazgeçilmez ölçülerdir.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm- şeriat sahibi bir peygamberdir ve onu tatbîk etmekle vazîfelendirilmiştir. Hızır -aleyhisselâm- ise Allâhın bildirdiği bir ilim dâhilinde hareket etmektedir. Yâni yaptıklarını kendi arzusuyla değil, Rabbinin emriyle yapmaktadır. Mûsâ -aleyhisselâm-ın, Hızır -aleyhisselâm-a îtiraz etmesi ise, Allâhın koyduğu hudutları gözetmek içindir. Bu kıssayı Kurân-ı Kerîmde insanlara bildiren de yine Yüce Rabbimizdir. Demek ki kıssadaki hâdiseler, zâhiren şerî gerçeklere muhâlif gibi görünse de hakîkatte birbirini tamamlayan farklı tezâhürlerdir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu tecellîlerin sırrını öğrenince îtirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakîkat de rûh gibidir. Şerî kâideler herkese şâmil olduğundan, insanların ekseriyetinin bâtınî gerçeklere vâkıf olamamaları sebebiyle mükellefiyetleri de sırf zâhirî sebeplere göredir.

     

    Diğer taraftan köylülerin tardetmelerine rağmen Hızır -aleyhisselâm-ın muhatab oldukları bu kötü muâmeleye bakmadan ve hiçbir maddî menfaat ummaksızın köyde yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir etmesi, aslında yetimlerin himâyesinin ne derece mühim bir vecîbe ve yüksek bir fazîlet olduğunu tebârüz ettirmek içindir. Ayrıca helâl kazancın da zâyî edilmeyeceği hikmetinin ifâdesidir. Hakîkaten sâlih kulların helâl kazançları, Allâh tarafından korunur, zâyî olmaz.

     

    Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- duvarın altından çıkan bu hazine hakkında şu bilgileri vermektedir:

     

    Hazîne, altından yapılmış bir levha idi. Üzerinde şu yedi satır yazılıydı:

     

    1. Ölümü bilip de gülen kimseye şaşarım.

     

    2. Dünyânın fânî olduğunu bilip de ona rağbet eden kimseye şaşarım.

     

    3. Her şeyin bir kader ile tâyin edildiğini bilip de elden çıkan şeye üzülen kimseye şaşarım.

     

    4. Hesâba tâbî tutulacağını bildiği hâlde mal toplayan kimseye şaşarım.

     

    5. Cehennem ateşini bildiği hâlde günâh işleyen kimseye şaşarım.

     

    6. Allâhı yakînen bildiği hâlde, Ondan başkasını anan kimseye şaşarım.

     

    7. Cenneti yakînen bildiği hâlde dünyâda istirahat ümid eden kimseye ve şeytanı düşman olarak bildiği hâlde ona itaat eden kimseye şaşarım. (İbn-i Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 29)

     

    Yine bu kıssada işârî mânâ ile, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm-ın buluştukları iki denizin birleştiği yerden maksad, zâhir ilminde Hazret-i Mûsânın, bâtın ilminde de Hızır -aleyhisselâm-ın derin bir deryâ misâli olmalarıdır...

     

    ...


  8. Allâhu Teâlâ, peygamberleri vâsıtayla insanlara, Kitâbı, Hikmeti ve diğer bilmediklerini öğretmiştir. Bu tâlim, bazen açıktan, bazen de ledünnî olarak doğrudan kalbe gelen ilhâmlar şeklinde gerçekleşmiştir. Ancak bu hâller, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi çoğu zaman insan idrâkiyle kavranması güç bir keyfiyette tezâhür ettiğinden, insanların ekserisine meçhûl kılınmıştır. Fakat ledünnî ilmin hak ve hakîkat olduğu Kurân ve sünnetle sâbittir.

     

    Nitekim Kurân-ı Kerîmde12 ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in bâzı hadîs-i şerîflerinde anlatılan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasında cereyan eden şu hâdise, ledünnî ilmin muhtevâsından muhteşem pırıltılar aksettirmektedir:

     

    Hazret-i Mûsâ ve ona inananların peşine düşmüş olan Firavun ordusu, İsrâiloğullarının gözleri önünde Kızıldenize garkolmuştu. Bu ilâhî lutfun ardından Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- kavmini topladı. Onlara çok fasih, belîğ ve ateşli bir vaaz verdi. Öyle ki dinleyenlerin kalbleri yumuşadı, gözleri yaş döktü. Kavmi, Hazret-i Mûsânın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı. İçlerinden biri, bu sohbetin feyziyle mest olarak:

     

    Ey Allâhın peygamberi, dünyada senden daha âlim bir kimse var mı? diye sordu.

     

    Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ise hoşuna giden bu suâle Allâh bilir demeksizin:

     

    Hayır, böyle bir kimse bilmiyorum. diye cevap verdi. Bu sûretle bir zelle13 işlemiş oldu. Allâh Teâlâ bu cevâbı hoş görmedi ve o esnâda Hazret-i Mûsâya vahyederek:

     

    İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o senden daha âlimdir. Ona, husûsî bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. buyurdu.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilmi öğrenmek arzusuyla:

     

    O iki denizin birleştiği yere kadar durup dinlenmeksizin gideceğim, (gerekirse) senelerce yürüyeceğim dedi. (el-Kehf, 60)

     

    Daha sonra kızkardeşinin oğlu Yûşâ bin Nûn ile yola çıktı. Seyahat esnâsında bâzı tecellîler yaşandı. Nihâyet aradıkları şahsı buldular. Kurân-ı Kerîmde bu buluşma şöyle bildiriliyor:

     

    Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim (ledünnî ilim) öğretmiştik. (el-Kehf, 65)

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-a vahiyle işâret edilen bu zât, bir kayanın üzerinde yeşil bir hırkaya bürünmüş vaziyetteydi. Hazret-i Mûsâ yaklaşıp selâm verdi ve:

     

    Ben Mûsâyım. dedi.

     

    Hızır14 -aleyhisselâm- da:

     

    Demek Benî İsrâil peygamberi Mûsâ sensin. dedi.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-:

     

    Bana Allâh tarafından, insanların en âlimi olarak bildirilen zât sen misin? diye sordu.

     

    Hızır -aleyhisselâm- cevâben:

     

    Yâ Mûsâ, Allâh sana bir ilim vermiştir, o bende yoktur; bana bir ilim vermiştir, o da sende yoktur. dedi.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-a:

     

    Allâhın sana öğrettiği rüşdü (hakîkate ulaştıracak ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim? (el-Kehf, 66) dedi.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-dan bu ilmi tahsîl etme arzusunu böylece bildirdi. Görülüyor ki bu ilmin tahsîli için âyet-i kerîmede geçtiği üzere tâbî olmak gerekiyor. Zîrâ bu ilim sadırdan sadıra intikâl edecektir. Bunun için de bir maiyyet, yâni maddî-mânevî berâberlik mecbûriyeti vardır.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm- zâhiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâip ve garâipten görülen bâzı hakîkatlerin hikmetini Hızır -aleyhisselâm-dan öğrenmek istiyordu. Hızır -aleyhisselâm- ise Musâ -aleyhisselâm-a:

     

    Doğrusu sen benimle berâberken sabretmeye aslâ muktedir olamazsın! İç yüzünü bilmediğin bir bilgiye nasıl sabredeceksin? (el-Kehf, 67-68) dedi.

     

    Hızır -aleyhisselâm-, aslında daha bu sözüyle, Hazret-i Mûsânın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, Ona kendini anlatmış oluyordu ki, bu hâl sonunda gerçekleşecekti. Çünkü bu ilim büyük bir sabır istiyordu ve Mûsâ -aleyhisselâm- ise çok hareketli bir hayattan geliyordu. Burada Hazret-i Mûsânın alacağı ders, ilâhî hakîkat ilmi karşısında kendi mevkîini ve acziyetini görmekti.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm- ise ısrarla:

     

    İnşâallâh beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim. (el-Kehf, 69) dedi.

     

    Hızır -aleyhisselâm-:

     

    Mâdem bana uyacaksın, ben sana bir şey söylemedikçe, hiçbir konuda bana suâl sorma! (el-Kehf, 70) dedi.

     

    Bunun ardından sâhilde berâberce yürüdüler. Nihâyet iki kardeşe âit bir gemiye bindiler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerinden ücret bile almayan bu sâlih kimselerin gemisini delmeye başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- heyecanla:

     

    Gemi halkını boğmak mı istiyorsun! Niye deldin gemiyi? Bu geminin sahipleri zâten fakir kimseler, buradan ekmek paralarını çıkartıyorlar. Bu gariplerin gemisinden ne istedin? Doğrusu çok şaşılacak bir iş yaptın! dedi.

     

    Hızır -aleyhisselâm- ise evvelki îkâzını hatırlatarak:

     

    Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi? cevabını verdi.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-:

     

    Unuttuğum bir şeyden dolayı beni hesâba çekme; bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma. dedi.

     

    Tam bu sırada bir serçe kuşu gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-a göstererek şu teşbihte bulundu:

     

    Allâhın ilmi yanında senin, benim ve diğer mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.

     

    Bir müddet sonra gemiden indiler ve birlikte yürümeye başladılar. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır -aleyhisselâm-, hemen o çocuğu öldürdü.

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-:

     

    Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten çok fena bir şey yaptın! dedi.

     

    Hızır -aleyhisselâm- ise yine aynı şekilde mukâbele etti:

     

    Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?

     

    Mûsâ -aleyhisselâm-, verdiği sözde duramamanın büyük mahcûbiyeti içinde:

     

    Eğer bundan sonra da bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten, sana ileri sürebileceğim mâzeretlerin sonuna ulaştın. dedi.

     

    Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek bir şeyler istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındığı gibi, üstelik onlara bir de kötü muâmelede bulundu. Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhimesselâm- köyden çıkarken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Hızır -aleyhisselâm-, kerpiçle o duvarı yeni baştan örüp doğrulttu. Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-:

     

    Kendilerine geldiğimiz hâlde bize ilgi gösterip ağırlamayan, açlığımızı dindirecek bir-iki lokmayı bile bize çok gören şu insanlara sen bedâva iş yapıyorsun. Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin. dedi.

     

    Hızır -aleyhisselâm- ise şöyle dedi:

     

    Artık birbirimizden ayrılma vakti geldi. Şimdi sana, sabredemediğin üç hâdisenin içyüzünü haber vereceğim:

     

    O deldiğim gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu göstermek istedim. Çünkü onların arkasında, bütün sağlam gemileri gasbetmekte olan bir kral vardı.

     

    Erkek çocuğa gelince; yarın âsî biri olacaktı. Onun ana-babası ise, sâlih kimselerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden, onlara eziyet etmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.

     

    Doğrulttuğum duvar ise, köydeki iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara âit bir hazine vardı. Çocukların babası, sâlih bir kimseydi. Rabbin murâd etti ki, o iki çocuk, güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben, bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, sabredemediğin hâdiselerin içyüzü budur...

     

    ...


  9. Allâh Teâlâ, kendisinden hakkıyla ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını ilâhî irâdeye râm edebilen kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce Rabbimiz, böyle muttakî kullarına husûsî bir ilim ve hikmet lutfettiğini Kurân-ı Kerîmde şöyle bildirmektedir:

     

    يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

     

    Ey îmân edenler! Eğer Allâhtan ittikâ ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırd edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allâh, büyük lutuf sahibidir. (el-Enfâl, 29)

     

    Ey îmân edenler! Allâhtan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lutfetsin (el-Hadîd, 28)

     

    Hadîs-i şerîfte de:

     

    Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ bilmediklerini öğretir. (Ebû Nuaym, Hilyetül-Evliyâ, X, 15) buyurulmuştur.

     

    Bir hadîs-i kudsî de şu mealdedir:

     

    Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum. (Buhârî, Rikâk, 38)

     

    Görüldüğü üzere farzları âdâb ve erkânına riâyet ederek ihlâsla edâ ettikten sonra, aşk, şevk ve vecd ile gönülden yapılan nâfile ibâdetler, Cenâb-ı Hakkın böyle muhteşem lutuf ve ikrâmlarına birer vesîle teşkîl etmektedir. Bunun için nefsin süflî arzularına karşı koyarak haram ve şüphelilerden sakınmalı, sünnet-i seniyyeyi hayat tarzı edinmelidir. Bu lutuflara nâiliyyet için bedenî hazları hadd-i lâyığında (gerektiği ölçüde) tutup, rûhî âlemi inkişâf ettirmelidir. Çünkü bu öyle büyük bir lutuftur ki Cenâb-ı Hak, insanın beşerî zaaflarıyla perdelenen idrâkini, doğruya, gerçeğe, hikmete açıverir. İnsan her hâl ve hareketinde ilâhî irâdeye göre adım atar. Teşhis ve tahminlerinde isâbet eder. Sebep ve bahâneler, zâhirî görüntüler, irâdesi Hakkın irâdesinde erimiş böyle bir kulu aldatamaz. Kul, hâdisâtın içyüzünü keşfetmeye ve ileri görüşlülüğe nâil olur.

     

    Kalbe gelen ilhâmlarla isâbetli tahmin ve teşhiste bulunmanın yanısıra bir de akla gelen ve zihne doğan hoş ve ince fikirler vardır ki bunlar kelimelerle değil, çoğu zaman işâret ve rumuzlarla ehline bildirilen, kalb ahvâline dâir rakîk mânâlardır. Bunlara latîfe veyâ bunun çoğulu olan letâif tâbir olunmuştur. Bu mânâlar, Hak Teâlânın mâneviyat yolundaki sâlih kullarına lutfettiği işâret ve rehberlerdir.

     

    Ayrıca, Cenâb-ı Hak, sâlih kullarına düştükleri müşkil durumlarda gâibden gelen seslerle îkâz etmek sûretiyle de yardımda bulunabilir. Buna hâtif denilmiştir ki sâhibinin görülmediği, gizliden gelen sesler demektir. Sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakka dâvet eden seslerdir.

     

    Şu hâdise, hâtiften ses işitmenin bir hakîkat olduğuna delâlet eder:

     

    Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra Onu gasletmek isteyen ashâb, acabâ diğer ölülerimiz için yaptığımız gibi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i elbisesini çıkarıp da mı gasledelim, yoksa elbisesi üzerindeyken mi yıkayalım, diye ihtilâfa düşmüşlerdi. Bu ihtilâf üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in, elbisesi çıkarılmadan yıkanacağı, gâibden gelen bir sesle bildirilmiştir...

     

    ...


  10. Bu ilim, ancak Allâh Teâlânın lutfetmesiyle nâil olunan tamamen Hak vergisi, vehbî bir ilimdir.

     

    Kurân-ı Kerîmde bu ilim hakkında bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim mânâsına gelen « مِن لَّدُنَّا عِلْمًا » ifâdesi kullanılmıştır. Ledünnî ilim tâbiri de buradan gelir.

     

    Esâsen, Cenâb-ı Hakkın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e bildirdiği hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ ile Onun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ etmemiştir.

     

    Allâh Teâlâ ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ edilse bile anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i şerîflerin mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

     

    Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız. (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112) buyurmuştur.

     

    Diğer bir hadîs-i şerîfte de:

     

    Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz. (Münâvî, Feyzül-Kadir, IV, 8)

     

    buyurmuştur.

     

    Cenâb-ı Hakkın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar, ancak aklen ve rûhen yükselmiş, havâs veya havâssül-havâs tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir ananedir. Zîrâ, satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla birlikte kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mesûliyeti vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.

     

    Cenâb-ı Hakkın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şerî gerçeklerdir. Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân ve amel mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî seviyedeki kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir şekilde takdîr etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini tâyin sebebine binâen, âleme ilân olunmuştur.

     

    Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.

     

    Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması güç birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi, pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle gerçekleştiği târihî bir ananedir.

     

    Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Aliye ilâveten sahâbeden İbn-i Mesûd, Ebû Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî ilme âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır...


  11. 3 Mayıs

     

    Allah peygamberlere mucizeler göstermeyi nasıl farz kıldıysa velilere de kerametleri gizlemeyi öyle farz kıldı ki halk onlarla fitneye düşmesin...

     

    Ebû Ali Rodbârî (k.s.)

     

    .......

     

    4 Mayıs

     

    Adabın muhafazasında aslan gibi olun...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    5 Mayıs

     

    Allah'ın (c.c) rızasını kazanmak niyetiyle yapılan işler, dünyalık sayılmaz; ama niyet Allah rızası olmazsa o iş dünyalıktır. Ve böyle bir kimse ne kadar çalışırsa çalışsın Rabbü'l-alemin onu affetmezse kurtulamaz. Gaye dünya olursa Allah Teâlâ o insana lanet eder...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    6 Mayıs

     

    Kerametlerin en büyüğü, kötü bir ahlâkı terkedip yerine güzel bir ahlâkı elde etmektir...

     

    Sehl bin Abdullah Tüsterî (k.s.)

     

    .

     

    07/08 Mayıs

     

    İyi amel yapmanın şartlarından biri de, yapmış olduğu amelle, Allah Teâlâ'nın yarattığı diğer insanlardan daha üstün olduğu zannına kapılmamaktır...

     

    Ali Havâs Berlisî (k.s.)

     

    ...

     

    09 Mayıs

     

    Günahlara bir defa, taatlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Yani yaptığı ibadet ve taatlere bakıp kendini beğenmek, o ibadeti hiç yapmamak günahından bin kat daha fazladır...

     

    Bayezîd-i Bistâmî (k.s.)

     

    .....

     

    10 Mayıs

     

    Büyüklük, Allah Teâlâ'ya mahsustur. İnsan, benliğini, küçüklük ve aşağılık toprağına gömmemelidir. Çünkü gömülmeden bitenin, doğması ve büyümesi düşünülemez...

     

    İbn Ataullah İskenderî (k.s.)

     

    .......


  12. Site sakinleri. Her birimiz edebiyatın bir dalı olan şiirlerden belli miktarlarda haz duyarız. Sıklıkla okuduğumuz şiirin biçimsel ve anlamsal özellikleri sizce nasıl olmalıdır?

     

    Kendisini şairlikten uzak ama şiire yakın gören ve şiire ve şaire karşı merak duyan birisi olarak diyelim ki:

     

    Bize göre şiirde bir ölçü olmalı... Zira edepsiz olan gayesine varsa da varamaz... Onca ölçüsüzlük içinde hiç değilse şiirin bir ölçü, bir nizam ve asıl dava şekil olmasa da şeklen bir intizam içinde olması gerektiğini düşünmekteyiz... Anlamsal olarak da bir anlam taşıması en azından adına şiir denmesi açısından bir şiir için yeterli olabilir... Şiir ve anlam bahsinde ilave edelim ki: Anlamdaki derinlik arttıkça şiirin de derinliği artar... Mânâ oturmaya başladıkça ve hakîkati bulmaya çalıştıkça şiir de "şiir"in ruhu noktasında mesafe kat eder... Ve nihayet anlam yerine oturduğunda şiir doğar: Has şiir...

     

    Çoğu insan ömründe bir defa olsun şiir yazmıştır. En azından yazmaya kalkmıştır. Bunu yaparken nelere dikkat ettiniz, edersiniz?

     

    Şiir yazabilmeye çalışırken şiire benzemesi yönünde gayret ederim... Yazdıklarımıza şiir denemeleri diyoruz... Ümid edilir ki zamanla deneme faslı geçer... Ve şiir yazabiliriz... Şiire benzetilmeye çalışılan şiir denemeleri için ölçü ile beraber olabildiğince (özellikle son zamanlarda) derine inme tasasını çektiğimiz söylenebilir... Anlatmak ya da anlamak istediğimiz meseleyi büsbütün anlaşılabilir bir hale getirecek birtakım bariz kelimelerle, mısralarla ortaya koymaktatan da malum meseleyi tamamen örtecek ve hiç bir şekilde okuyucu tarafından anlaşılabilmesine imkan tanımayacak bir üsluptan da kaçınmaktayız... Şiir denemesini; okuyan için bir çabaya, düşünceye sevk edecek noktalarla süsleyerek, onun, okuyucunun; anlatmak istediğimiz ve inandığımız gerçeğe ulaşması için gerekli olan ve gösterilmesi icab eden çabaya vesile olmak derdini çekeriz...

     

    Günümüzde aruz ölçüsü ile şiir yazmaya çalışmak acemi şairler için imkansız olsa gerek. Peki hece ölçüsü? Postmodern bir anlayışla, biçimsel olarak ölçüsüz, kafiyesiz şiirler ne derece şiirdir? Şiirde aranacak olan en önemli şey anlam mıdır? Neden?

     

    Şiir için olmazsa olmaz olan şey elbet mânâdır... Mânâsız hiç bir şeyin olmadığı akıl üstü bir sistemde şiirin, Allah Rasulü aleyhisselam'ın işaret buyurup, sır bahşettiği "Şiir, hikmettir..." hakîkatince bir hikmete, bir sırra, bir mânâya bürünmesi icab eder... Bu yüzden, ölçüsüz yazılan ve adına serbest şiir denilen şiirlere karşı olan önyargımızın da yıkıldığını belirtelim... Serbest yahut hece; ne olursa olsun her şiir hakîkatten haber verdiği ve Hakk'a yol gösterdiği derecede şiirdir...

     

    Ve hikmetten habersiz her ne varsa adına şiir denen, işte onlar da şiir hatta miir bile değildir...

     

    Evet...

     

    Şimdilik kısa bir ara verirken örnek olarak sunduğunuz şiirlere olan hayranlığımızı da belirterek "az sonra" yazdığımız şiiri de beğenilerinize arz edelim... Ama şu an için en nihayet deriz ki şiir işte bizim yazdığımız gibi olmalı.. Ki şiir olsun... Ve her şey yerli yerine otursun...

     

    Ne hasta bekler sabahı,

    Ne taze ölüyü mezar.

    Ne de şeytan bir günahı,

    Seni beklediğim kadar.

     

    Geçti, istemem gelmeni,

    Yokluğunda buldum seni,

    Bırak vehmimde gölgeni,

    Gelme artık neye yarar...

     

    Ankara, Nisan 2011


  13. 25 Nisan

     

    Allah için kardeşini ziyaret etmeye gidecek bir kimsenin yürümeye gücü varken binecek bir vasıta bulmak için ziyareti geciktirmesi doğru değildir...

     

    Ali Havâs Berlisî (k.s.)

     

    .......

     

    26 Nisan

     

    Ziyaretçinin, ziyaret ettiği kimseyi ziyareti, Allah Teâlâ ile meşguliyetine mâni olacaksa, gitmemesi, Allah Teâlâ'ya karşı edeptendir...

     

    Ali Havâs Berlisî (k.s.)

     

    .....

     

    27 Nisan

     

    Bir mümin kardeşine ait sevmediğin bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısı araştır. Bulamazsan, belki benim anlayamadığım bir özrü vardır, de ve kapa...

     

    İmam Cafer-i Sadık (r.a.)

     

    ...

     

    28 Nisan

     

    Çalışmak vaciptir. Niyet, Allah (c.c.) rızası olursa çalışmak ibadet yerine geçer. İnsana dünya da lazımdır. Mesleği neyse gidip çalışmalıdır; zira dünya işi de şarttır. Fakat Allah Teâlâ dünyalığımızı şer yerlerde değil hayır yerlerde aramamızı emretmiştir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .

     

    29 Nisan

     

    Peygamberimiz'in gölgesi Hakk'ın gölgesidir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    30 Nisan / 1 Mayıs

     

    Birbirine muhabbet ve dostlukları çok kuvvetli olan iki kardeşten birinin, diğerinden az da olsa çekinmesi, mutlaka birinin kusuru sebebiyledir...

     

    Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)

     

    .....

     

    2 Mayıs

     

    Bir kimseyi Allah için sevdiğin zaman, onunla dünya işlerini azalt, kendisiyle dünyalık işlerde fazla içli dışlı olma; çünkü bu, muhabbetinizi zedeler...

     

    Ebû Bekir-i Ebherî (k.s.)

     

    .......


  14. 18 Nisan

     

    Biz bu hizmette ortağız...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ... ...

     

    Tarikat (tasavvuf) bozulmaz, insan bozulur...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    19 Nisan

     

    Hakk'ın nazar ettiği yer bâtın, halkın nazar ettiği yer zahirdir. Şu halde halkın baktığı yerden çok Hakk'ın baktığı yeri temiz tutmak daha münasiptir...

     

    İbn Ata (k.s.)

     

    ...

     

    20 Nisan

     

    Alemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefis, dışının güzelliğine, kalp, içinin ibretlerine bakar...

     

    İbn Ataullah İskenderî (k.s.)

     

    .

     

    21 Nisan

     

    Zikir öyle bir şeydir ki, insanın ahlakını değiştirir, sofiliğe yaklaştırır, imanını güçlendirir. İnanın hiç birimiz imanın tam ne demek olduğunu bilmiyoruz. Hakiki iman ancak gafletsiz zikirle olur. Sen nefeste bir kere Allah diyeceksin, öyle öleceksin, iman bu...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    22 Nisan

     

    İnsanoğlu ne zaman kalbini Allah Teâlâ'dan başka bir şeye bağlarsa zelil ve rezil olur. Çünkü kölesine köle olmuştur (Kendi emrine verilen şeylere köle olmuştur)...

     

    İbn Vefa (k.s.)

     

    .....

     

    23/24 Nisan

     

    Kanaat, elde bulunmayana talip olmamak ve elde bulunana da ihtiyaç duymamaktır...

     

    İbn Hafîf (k.s.)

     

    .......


  15. 09/10 Nisan

     

    Hak Teâlâ bir insanı, gaflet içinde bulunmak ve taş kalpli olmaktan daha beter bir şeyle imtihan etmemiştir...

     

    Ahmed bin Ebü'l-Havarî (k.s.)

     

    .......

     

    11 Nisan

     

    Kalp yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyanın sohbetlerine devam etmekle aramalıdır. Kalp nurunu da, sohbete olan gayreti devam ettirmede aramalıdır...

     

    Hayat bin Kays el-Harrânî (k.s.)

     

    .....

     

    12 Nisan

     

    Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, salihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara ulaştır...

     

    Ahmed bin Ebü'l-Havarî (k.s.)

     

    ...

     

    13 Nisan

     

    Kafir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalp kırmak, Allah Teâlâ'yı incitmek demektir...

     

    Ahmed Yesevî (k.s.)

     

    .

     

    14 Nisan

     

    Vird ile latifeler arş-ı alâdaki makamlarına çıkarlar. Nefis yalnız kalır. Hizmetçisiz kalan padişah gibi olur. (O da diğerlerinin peşine takılıp arşa çıkar.) Burada Rabbü'l-âlemin onların sıfatlarını değiştirir. Nefis müslüman olur...

     

    Gavs-ı Sânî

     

    ...

     

    15 Nisan

     

    Gözler bakmakla görür. Kalplerin mükaşefesi, görüp açılması ise her an Cenâb-ı Hakk'ı zikredip onu bir an unutmamakla olur...

     

    Ebü'l-Abbas Dîneverî (k.s.)

     

    .....

     

    16/17 Nisan

     

    Eğer kulun başına bir bela gelecekse, bunun alameti kalbin Allah Teâlâ'yı anmaya başlamasıdır. Artık kalp bundan sonra gaflete dalar...

     

    Hâris el-Muhâsibî

     

    .......


  16. 01 Nisan

     

    Hiç kimsenin elinde bir şey yoktur. Allah Teâlâ dilerse olur, insanın güç yetirip yetirmemesi önemli değildir. Bize düşen, çalışıp neticeyi beklemektir. Ölmeden önce ölmek gerekir...

     

    Osman bin Merzûk el-Kureşî (k.s.)

     

    .......

     

    02/03 Nisan

     

    Kadir gecesi, o senenin kalbidir. İman dolu bir kalpte, içinde bulunduğu cesedin kadir gecesidir...

     

    Ebû Süleyman Davud-i İskenderî (k.s.)

     

    .....

     

    04 Nisan

     

    Niyetinizi Hz. Peygamber'in ümmetini ateşten kurtarmak için yapın ve çalışın...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    05 Nisan

     

    Harama bakmak unutkanlık verir...

     

    İmam Şafiî (r. aly)

     

    .

     

    06 Nisan

     

    Kalp, ancak niyeti Allah Teâlâ için sıhhatli hale getirmekle, beden ancak evliyaya hizmet etmekle safvet bulur...

     

    Ebü'l-Hayr Aktâ (k.s.)

     

    ...

     

    07 Nisan

     

    Nefsi bunca sene büyütmüşüz şimdi de ayaklarını toplaması için uğraşıyoruz. Bu nefisle başka türlü baş etmesi yok. Onun tek terbiyesi zikir ve mürşidi ziyarettir. Yani mürşidin nazarından geçmektir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    08 Nisan

     

    Kalbi Allah Teâlâ'nın sevgisi ile diri olanın ölümü hayattır. Kalbi nefsin arzuları ile dolmuş olanın hayatı ölüdür...

     

    Abdürrezzâk Ali Efendi (k.s.)

     

    ......


  17. 24 Mart

     

    Ölüm anında akıl baştan gider, hiç kimsenin aklı başında olmaz. Ölüm anında kalp ne söylüyorsa dil onu söyler. Kalp Allah derse, dil de Allah der...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     

    25 Mart

     

    Tövbenin icabı, ibadettir. Bir büyüğe bağlanmanın icabı ise, ona itaattir. Kulluğun icabı, tövbe etmek, daima Allah Teâlâ'yı anıp, ibadet üzere olmak ve mürşide itaatten ayrılmamaktır...

     

    Vecihüddin Ömer Efendi (k.s.)

     

    .....

     

    26/27 Mart

     

    İyiliği tamamlamak, iyiliğe başlamaktan iyidir. Çünkü başlamak hevâdır, tamamlamak ise sabırdır. Sabır ise hevâdan zordur...

     

    Ahmed bin Ebü'l-Havârî (k.s.)

     

    ...

     

    28 Mart

     

    Allah (c.c.) yolunda sadık olan menfaat görür...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .

     

    29 Mart

     

    Bir mezarlığa uğrayıp da, oradakilere dua etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine hem de kabirdekilere ihanet etmiş sayılır...

     

    Rebî bin Haysem (k.s.)

     

    ...

     

    30 Mart

     

    Mümin, kabre konduğu zaman, dünyada yapmış olduğu salih ameller, onu kuşatır...

     

    Sabit bin Eslem (k.s.)

     

    .....

     

    31 Mart

     

    Sadat-ı kirâmın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli bir müddet sonra yavru meydana gelir. Sadat-ı kirâmın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazarı, ilahi bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......


  18. 16 Mart

     

    Üç haslet sahibinin, imanı kemale ermiştir. Bu hasletler huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği halde haddi aşmamaktır...

     

    Muhammed bin Kâ'b (k.s.)

     

    .......

     

    17 Mart

     

    Kalp bir çocuk gibidir, kalbe ne öğretirsen o da onu söyler, yeni dillenen çocuğa nasıl mama, baba demeyi öğretiyorsan kalbe de "Allah Allah" demeyi öğretmen gerekir. Onun ağzının olduğunu düşüneceksin ve Allah dediğini düşüneceksin, Allah demeye zorlayacaksın. Çok değil üç ay, beş ay sonra kalbin Allah demeye başlıyacaktır. Gayret etmek lazım...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    18 Mart

     

    Allah'ın (c.c) huzuruna beyaz bir yüzle gidelim...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    19/20 Mart

     

    İslâm, insanı iman nimetiyle süsler. İnsanın; imanını, takvasıyla; takvasını, ilmiyle; ilmini, hilmi, yumaşaklığı ile; hilmini de rıfk, tatlılık ile süslemesi ne kadar güzeldir...

     

    Reca bin Hayve (k.s.)

     

    .

     

    21 Mart

     

    İnsan ile Allah Teâlâ arasındaki en büyük perde, insanın Allah Teâlâ'ya değil de, kendisi gibi aciz olan birine güvenmesidir...

     

    Ebû Muhammed er-Râsibî (k.s.)

     

    ...

     

    22 Mart

     

    Bir kalp, insanları kötülükten çekmek ve onları faydalı olmak için çırpınmıyorsa, o kalp viranedir...

     

    Bekâ bin Batû (k.s.)

     

    .....

     

    23 Mart

     

    Sen istikamet sahibi ol, sakın keramet peşine düşme! Hiç şüphesiz nefsin keramet hevesiyle çırpınıp durur, halbuki yüce Rabb'in senden istikamet ister...

     

    Ebû Ali Cürcânî (k.s.)

     

    .......


  19. 08 Mart

     

    İbret alınacak hadiseler pek çok, bunlardan ibret alanlar ise çok azdır...

     

    Yahya bin Muaz (k.s.)

     

    .......

     

    09 Mart

     

    İhlâs, bir amel yaparken, halkı dikkate almaktan çekinmektir. Sıdk, nefsine bakmaktan kalbini temiz tutmaktır. Muhliste gösteriş, sadıkta kendini beğenme bulunmaz...

     

    Ebû Ali Dekkâk (k.s.)

     

    .....

     

    10 Mart

     

    Gerçek sofi devamlı zikir halindedir. Böylelerine zâkir denilir. Onlar istese de gaflete düşemez. Biz şimdi nasıl gafletsiz zikrinizi çekin diyorsak onlar da tam tersi olur. Onlar isteseler de gaflete düşmezler. Bütün letaifleri çalışır...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    11 Mart

     

    Allah Teâlâ'nın sana istediğin şekilde lütuf ve ihsanda bulunmasını istiyorsan, kullarına O'nun istediği gibi davranman gerekir...

     

    Salih bin Beşîr (k.s.)

     

    .

     

    12/13 Mart

     

    İlmin evveli niyet, sonra anlatmak, sonra yapmak, sonra muhafaza etmek, sonra da yaymaktır...

     

    Abdullah bin Mübârek (k.s.)

     

    ...

     

    14 Mart

     

    İlim, kadrini (ve haddini) bilmenden ibarettir. Kim ki değerini bilirse kulluk ona kolaylaşır...

     

    Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)

     

    .....

     

    15 Mart

     

    Aklın nuru iman nurundan azdır. Sebebine gelince, akıl kuşu hikmet kanatları ile uçar. Hikmet ise delillerden ibarettir. Deliller ise ancak eseri belli şeylere götürür...

     

    Abdülkerim Cilî (k.s.)

     

    .......


  20. BİR İKİNDİ GÜNEŞİ YAVUZ SULTAN SELİM HAN

     

     

     

    I. Selim (yani Yavuz Sultan Selim) tahta oturduğunda her yerden kaynayan Anadolu bir patlamanın eşiğindedir. Şah İsmail siyasi ihtirasla Anadoluda isyanlar ve karışıklıklar çıkartmaktadır.

     

    Osmanlıyla aynı dine ve ırka mensup olan Safevîler kendilerini farklı gösterebilmek için mezhep olgusunu öne çıkarmışlardır. Şiiliği o zamana kadar olandan farklı yorumlayarak bir devlet mezhebi haline getirmişlerdir.

     

    Safevîlerin yaptığı Şia mutaassıplığının çok ötesindedir. Çünkü Safeviler köken olarak şii değildirler. Safevi ekolünün kurucusu Şeyh Safiyüddin, Halvetî tarikatı mensubudur.

     

    Safevîler ve Şah İsmail, ümmetin şiî kesiminin bastırılmış duygularını harekete geçirirler. Ehl-i Sünnetin saygı duyduğu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi sahabilere sövme hareketini yaygınlaştırıp, Anadolu ve Ortadoğuda Emevilerden sonra uyumaya yüz tutmuş fitne hareketini yeniden alevlendirmeye başlarlar. Politize olmuş Safevîler şiî halka şirin görünmek ve samimiyetlerini ispat etmek için, hiç biri de Kerbelâ ve Sıffînde bulunmamış olan masum sivil sünni halkı Kerbelâ ve Sıffîn aşkına boğazlamaya, Şahkulu gibi eşkiya liderlerinin başkanlığında Anadoluda terör estirmeye başlarlar.

     

    Şiiliği İran topraklarında kendilerini ayakta tutacak bir meşruiyyet zemini olarak gören Safevîler, Osmanlıyla aralarındaki siyasi rekabeti Şiî-Sünnî savaşına dönüştürerek, işi sanki inançla ilgili bir meseleymiş gibi göstermeye çalıştılar. Bartholdun tesbitiyle Şiiliği devlet dini olarak ilan eden Safeviler, batıdaki komşusu Osmanlılara ve doğudaki komşusu Özbeklere karşı yaptığı savaşları bir din savaşı gibi gösterme imkânı buldu. (İslam Medeniyeti Tarihi, s. 77)

     

    İşte Yavuz Sultan Selim, bu tehlikeli gidişe dur demek için kendinden sonra geleceklerin İslam bayrağını ta Viyana önlerine kadar güvenle taşımalarını sağlayacak olan adımı atarak, Çaldıran Seferine çıktı.

     

    Osmanlı düşmanlığı yapanların büyük ekseriyeti, günümüzde bile olaya Şah İsmailin perspektifinden bakmaktadır. Anadoluyu kana ve ateşe bulayan Safevî terörünü, bir direniş hareketi olarak lanse etmeye çalışanlar Fuat Köprülü gibi tarihçilerin tesbitlerini görmezlikten gelmektedirler. Bu konuda Fuat Köprülünün tesbiti şöyledir: Osmanlı-Safevî kapışmasının temeli inanç farklılığından değil siyasi rekabettendir. Din boyası altında şahlanan bu hareketler hakikatte siyasi menfaatlere dayanan tarihi zaruretlerden başka bir şey değildir. İranda da Türkiyede de saray, idare ve menfaati bunlara sıkı sıkıya bağlı olan ruhanî sınıf, bu taassubu imkan mertebesinde körüklemeye çalışmıştır. (Fuat Köprülü-W. Barthold. İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 245-246)

     

    Çaldıran zaferiyle Anadoluya hakim olan Yavuza bağlılıklarını bildiren Kürt Beyleri bir dilekte bulunurlar. Bu dileği, Akkoyunlu divan katiplerinden büyük âlim ve tarihçi Bitlisli İdris şöyle aktarıyor:

     

    Can-u gönülden İslam Sultanına biat eyledik. İlhadları zâhir olan âsilerden teberri eyledik. Âsilerin neşrettiği dalâlet ve bidatleri kaldırdık ve Ehl-i Sünnet mezhebi ve Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanının nâmı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâd etmeye başladık. Cihada gayret gösterdik Bâki ferman yüce dergâhındır.

     

     

    Hedef: Hicaz-Kudüs-Kahire

     

    Anadoludaki mezhebî görünümlü âsi terörünü ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, İslâm âleminin kalbi sayılan Hicaz-Kudüs-Kahire üçgeninde yerleşmiş bulunan Memlûkler üzerine yöneldi.

     

    Şeyhülislam Ali Cemalî Efendinin sefer fetvası ile Sefer-i Hümâyun başladı.

     

    Tarihler 24 Ağustos 1516yı gösterirken Merc-i Dâbıkta Sultan Kansu Gavrinin ordusu sekiz saatte imha edilmişti. Halife III. Mütevekkil esirler arasındadır.

     

    Yavuzun Merc-i Dâbık zaferinin yankıları Avrupaya aksettiğinde Papa telaşa kapılarak Fransa Kralına şu mektubu yazar:

     

    Eğer Selimin ebedi düşmanları olan Mısır Memlûklerini yendiği doğru ise, uyku esnasında yok edilmememiz için uyanmamızın zamanı geldiği de o kadar doğrudur. Yok, eğer Selim Mısırlılara galip gelmedi ise, o taktirde biz Tanrı tarafından verilmiş olan bu fırsatı niçin kaçıralım? Sıkışık duruma düşmüş olan Osmanlıya neden hücum etmeyelim? Onlara karşı mukaddes Haçın sancağını neden açmayalım?

     

    Şanlı Sultan, sırayla Hama, Humus ve Şam şehirlerini ele geçirir. Selahaddin Eyyûbinin türbesini ziyaret eder. Büyük velî Muhyiddin-i Arabînin türbesini ortaya çıkartarak tamir ettirir. Mısır seferinin son hazırlıklarını yaparak Sina yarımadasındaki korkunç Tih çölü yolunu hedef alır. Bu çölü tarihte geçebilen iki hükümdar vardı. Pers İmparatoru Kambiz ve Makedonyalı İskender Her şeyi göze alan Yavuz, ordusunu Tih çölüne vurur ve Kansu Gavrinin yerine Memlûk tahtına oturmuş olan Tumanbayı Ridaniyede arkadan vurur. 25 bin kayıp veren Tumanbay hazinesini bırakarak kaçar.

     

    Büyük İslam âlimi İbn-i Haldunun daha Yıldırım Bayezid devrinde söylediği Mısır için Osmanoğlundan başka büyük tehlike yoktur. sözü tecelli eder.

     

    Yavuz Sultan Selim Mısırı alınca, şu kıtayı söyler:

     

    El-mülkü lillahi men biz aferin yenîlü metâ

    Yerdâ kahren yehyâ nefsuhu derekâ

    Levkâne lî ligayr-i kadrü ümmiletün

    Fevkat-tûrâbü lakâel-emrü müşterekâ.

     

    Bugünkü anlatımla: Mülk Allahındır. Bir kimse zafere ulaştığı zaman gururlanarak zulmü arttırıyorsa, Allah onu çok aşağı mertebelere indirir. O kimse neye gururlanır ki? Şayet benim veya başka bir kimsenin yeryüzünde bir parmak ucu kadar toprağı olsa bu Allahla ortaklık değil midir?

     

     

    Hadim-ül Haremeyniş Şerifeyn

     

    Yavuz 20 Şubatta Kahirede Melik Müeyyed Camiinde ilk cuma namazını kılar. Hatibin minberden, namına hutbe okurken kendisini, Hakim-ül Harameyniş Şerifeyn (Mekke ve Medinenin hâkimi) diye tavsif etmesine karşı ruhunda fışkıran kulluk şuuruyla ve Resulûllah (A.S.) aşkıyla, hatibe müdahale ederek: Hayır biz Hakim-ül Harameyniş-Şerifeyn değil, Hadim-ül Harameyniş-Şerifeyniz der. Bu muhteşem cevap Mısır halkının kalplerinin fethine vesile olur.

     

    Memlûk Sultanlığının ortadan kalkması Avrupayı alt üst etti. Dünya dengeleri değişmeye başlamıştı. Artık Baharat Yolu da Osmanlının eline geçmişti. Yavuzun emriyle kuvvetlendirilmesi istenen Osmanlı Filosu, Akdenizde de egemen gücün Osmanlı olacağını gösteriyordu.

     

    Çaldıran zaferi ile Harput, Bitlis, Hasankeyf, Urfa, Mardin gibi eyaletleri ele geçiren Yavuz, Suriye ve Mısırı da fethederek İslam birliğini sağlamış, Kuzey Afrikaya doğru yayılarak İslam İmparatorluğunun sahibi olduğunu göstermiş oluyordu.

     

    Yavuzun izlediği politika, önceki padişahların Doğu-Batı politikası yanında Kuzey-Güney politikasına da el atıldığının, Osmanlının Mısır ve Akdeniz üzerinden kuzey-güney eksenli olarak yeni bir stratejiye yöneldiğinin göstergesiydi. Ancak 20. yüzyılda SSCBnin ve ABDnin ele geçirebildiği bu bölge, daha o günlerde Türkün siyasi ve stratejik başarısını gösteren bu fetihler ile bölgeye huzur ve barış getirirken, SSCB, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri İngiltere ve Fransa bölgeye ancak sömürü, kan, gözyaşı, zulüm ve çatışma taşımışlardı.

     

    Yavuz Sultan Selimin Mısırı ele geçirmekle elde ettiği avantajlar Osmanlı Devleti açısından en az İstanbulun fethi kadar önemliydi.

     

    Mısırın ele geçmesiyle Osmanlı Devleti yeni tarım alanlarına sahip olurken, gümrüklerden ve vergilerden de hazinesine yeni kazançlar elde etmiş oluyordu. İstanbul İpek Yolunun nasıl son merkezi idiyse, Süveyş de Baharat Yolunun son merkeziydi. Kızıldeniz yoluyla Hind Okyanusuna inme fırsatı yakalayan Osmanlı, Akdeniz ticaretini de tamamen ele geçirmenin avantajına sahip olmuştu.

     

    Stratejik açıdan da önemli bir üs olan Süveyş limanının ele geçirilmesi, Hristiyan aleminin Şarka ve Ortadoğuya taarruzlarının da önünü kesmiş oluyordu.

     

    Mısırın ele geçirilmesiyle Hicaz, Bingazi, Nubya ve Cezayir savaşsız ve kansız Osmanlı hâkimiyetine girdi.

     

    Mekke şerifi Şeyh Berakat kendi oğlu Ebu Numayyyı, Yavuzu tebrik ve itaatini arz eylemek için Mekke ile Medinenin anahtarları ve Emanet-i Mukaddese denilen Hz. Peygamberin (A.S.) Uhuddaki kırılan dişleri, Kadem-i Şerif, Naleyn-i Saadet, Peygamberin kılıçları, asâsı, yayı, seccadesi, gasl-ı nebevi suyu, Hz. Fatımanın gömleği, Hz. İmam Hüseyinin gömleği, 4 halifenin kılıçları, Hz. Osmanın üzerinde şehid edildiği Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamberin Hırka-i Şerifi ve Sancak-ı Şerifi gibi kıymetli eşyalarıyla birlikte Sultana gönderdi.

     

    Yavuz Sultan Selim büyük bir şan ve şerefle İstanbula döndü

     

    1520 yılında vefat ederken, kendinden sonrakilerin Batıya yönelmeleri sırasında arkalarında güvenli bir Anadolu ve Ortadoğu bırakmıştı.

     

    Saltanatı kısa sürdü. 8 yıllık saltanatı içerisinde Osmanlı Devletine yeni politikalar ve stratejiler çizmişti. Büyük âlim Kemal Paşazade onun için yazdığı mersiyesinde şöyle demişti:

     

    Şems-i asr idi, asrda şemsün

    Zilli memdûd olur zamanı kasîr

     

    (İkindi güneşi gibiydi; nitekim ikindi vakti güneşin gölgesi uzun olmakla birlikte, zamanı kısadır, çabucak geçiverir.)

     

    Allah rahmet eylesin.

     

    (Muzaffer TAŞYÜREK, Tarihten Sayfalar, sayfa; 137-142)


  21. BİR MANEVİYAT BAŞKENTİ: SEMERKAND

     

     

     

    Asyayla ilgilenen sosyal bilimciler, yolculuklarında uğradıkları Semerkand için, dünyanın başkenti ifadesinin kullanıldğını yazarlar. Ve şöyle derler: Orta Asyanın diğer şehirleri arasında Semerkand, eski yapıları, pırıl pırıl camileri ve fevkalâde türbeleriyle mümtaz bir şehirdir.

     

    Anadolu için İstanbul ne ise, Asya için de Semerkand aynıdır. Coğrafi konumu, verimli toprakları ve ticaret yollarının kavşağında yer alması sebebiyle, tarih boyunca büyük orduların hedefi olmuş bir şehirdir.

     

    Bu mümtaz şehrin tarihine baktığımızda, Orta Asyanın en eski şehirlerinden biri olduğunu görüyoruz. Kuruluşu Milattan önce 400 yıllarına kadar gidiyor. O zamanlarda adı Marakan.

     

     

    Büyük Orduların Büyük Hedefi

     

    Milattan önce 329da Büyük İskenderin eline geçen Semerkand, Milattan sonra 6. yüzyılda Orta Asya Türklerinin, 8. yüzylda ise müslümanların egemenliğine girmiş ve en parlak dönemini yaşamıştır. Semerkandı daha sonra Sâmânoğulları, Karahanlılar, Selçuklular ve Harzemşahların egemenliğinde görüyoruz. Bu devletlerin sultanlar ve devlet adamları tarafından yaptırılan abide eserlerle ilim, irfan ve ekonomi merkezi olmuş, Doğu Türkistanın en büyük yerleşim birimi haline gelmiştir. Kaynaklar, Cengiz Hanın istilasından önce şehrin nüfusunun 500 ilâ 600 bin kişi arasında olduğunu bildiriyor. Bu sayı günümüz şehirleri için mütevazi sayılabilir belki, ama o devirler için olağanüstüdür.

     

    Moğol istilasıyla ateşe verilip, tahrip edilen Semerkandın yeniden hayat bulması, Timur zamanına rastlar. Timur, bu şehri 1365te devletinin başkenti yaparak, imar eder.

     

    1499da Özbeklerin, 1868de de Çarlık Rusyasının eline geçen Semerkand, komünist ihtilalden 1930a kadar Özbekistanın başkentidir. Bugün, Özbekistanın başkentini Taşkente taşımasına rağmen, Semerkand öneminden bir şey kaybetmiş değil.

     

    Bir Kültür Merkezi

     

    Semerkand, medrese, türbe ve külliyeleriyle İslâm medeniyetinin açık hava müzesi görünümündedir. 1980de yapılan kazılarda, 1437de Ulu Bey tarafından yapılan uzay gözlem evinin kalıntılarının ortaya çkarılması, bu şehrin tarihte çok önemli bir ilim ve irfan şehri olduğunun büyük kanıtlarından biri sayılmakta.

     

    Semerkandı anlatırken kısaca Uluğ Beyden de söz etmek gerekir. 1394-1449 yılları arasında yaşamış büyük bir Türk devlet adamı olan Uluğ Bey, bilimle de yakından ilgilidir. Otuzsekiz yıl saltanat sürmüş, zamanında çevresine topladığı alimlerle Semerkandı tam bir bilim merkezi yapmıştır. Astronomi ile ilgili çalmalarını topladığı Ziyc adlı eseri onyedinci yüzyılda Avrupada basılarak, üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

     

    Müsbet bilimlerde böylesine önemli yeri olan Semerkandı, bizim için çok önemli kılan başka yönleri de var: Bu belde maneviyat erleri ve Allah dostlarının da güzergâhı ve tasavvufun önemli merkezlerinden biridir. İmam Buharî, Ahmet Semerkandî, Hace Ubeydullah Ahrar, Yakub-u Çerhî ve Timurlenk gibi tanınmış birçok büyüğün kabirlerini bünyesinde barındırıyor.

     

    Hâce Yusuf, Ahmed Yesevî, Baba Semmasî, Hace Bahaeddin Nakşibend, Alaeddin Attar, Abdülhalık Gücdevanî ve Mevlâna Cami gibi (Allah onlardan razı olsun) yüzlerce gönül sultanı, Semerkandı da içine alan bölgenin insanlarıydılar. Ehl-i sünnet inancı ve Ehl-i Beyt sevgisininin sarsılmaz bekçileri ve takipçileri, İslâm tasavvufunun mimarları, Nakşiliğin nakkaşları, maneviyat kutupları, Semerkand ve çevresinden bütün dünyaya aktı.

     

    Mevlânayı, Yunus Emreyi, Hacı Bektaşı, Hacı Bayram Veliyi, Şeyh Edebaliyi, Ak Şemseddini, kısaca Anadoluyu İslâm toprağı olarak yoğuran irşad erlerini, pirleri, dervişleri, alperenleri, altın silsile olarak anılan Allah dostlarını Anadolu topraklarına salan, onların elleri ve nefesleriydi. Bu sebeple Semerkand ve çevresinin maneviyat hayatımızda unutulmaz yeri, büyük bir hatırası var.

     

     

    Timur Diye Bir Hükümdar

     

    Her ne kadar tarihimiz Timuru, Yıldırım Bayezid ile yaptığı Ankara Savaşının acı hatırasıyla ansa da, bu savaş o zamanların şartları içinde değerlendirilmesi gereken siyasi bir olaydı. Timur da en az Osmanl Padişahları kadar Ehl-i Sünnet yoluna bağlı, İslâm büyüklerine saygılı bir devlet adamıydı. Bunun en güzel örneği hayatını anlattığı ve oğullarına öütler verdiği Tüzükâta koydurduğu vasiyetidir. Orada şöyle diyordu:

     

    Kim ki, Peygamberimizin yakınıdır, başımın üzerinde yeri vardır. Onlardan kim benim idaremdeki yerlere gelirse maaş bağlarım, ikram ederim, baş tacı yaparım. Vasiyet ederim ki, evliyaların mezarlarını koruyun. Peygamberimizin yakınlarının ve ona hizmet edenlerin kabirlerini imar edin, saygı gösterin.

    Timur ve soyundan gelenler, Asya tarihinde, Osmanlıların Avrupada bıraktıkları izler kadar derin izler bıraktılar. Semerkandın önemli eserlerinden Gur-i Mir, Bibi Hatun, Ulubey camileri ve bölgenin en muhteşem yapısı Ahmed Yesevî türbesi Timur döneminin yadigârlarıdır. Semerkand onun zamanında çinicilikte, dokumacılıkta, resimde ve ciltçilikte de altın çağını yaşamıştır.

     

    Timurun soyundan gelenlerden Şahruk, tarihe meraklı; Baykara şair; Babür Şah ise hem şair, hem de doğunun en büyük hatıra yazarıydı. Afganistan, Pakistan ve Hindistan topraklarına İslâmın girişi ve yayılışı, bu topraklarda Babür Şahın, Büyük Babür İmparatorluğunu kurması sayesinde olmuştur.

     

    İstanbula gelerek Osmanlı sarayında dersler veren Ali Kuşçu da, Ulu Beyin talebelerindendi.

     

     

    Feyz Ordusunun Otağı

     

    Esaslar, Hz. Ebu Bekr R.A. ve Hz. Ali R.A. vastasyla, Hz. Peygamber A.S. Efendimize ulaşan sufiliğin, Semerkand bölgesinde yayılması ve kuvvet bulması, bölge hükümdarlarının ve devlet adamlarının, büyük mürşidlere tabi olmasıyla gerçekleşti. Bölgede yayılma istidadı gösteren çeşitli sapık düşünceler, Türkler arasında geleneksel olarak yaşayan şamanizmin kalıntıları ve Hindistan kökenli mistik hareketlerin yayılışı, başta Nakşibendiyye ve Yeseviyye tarikatlarına mensup irfan ordusunun gayretleriyle etkisiz hale getirildi.

     

    Hacegân yolunun, yani nakşiliğin prensiplerini, esas ve usüllerini, adab ve erkânını ortaya koyan irfan ordusu bu topraklarda yetişti. Yusuf Hemedanî, AbdülhaIık Gucdevanî, Mahmud İnciriyyil Fanevî, Ubeydullah Ahrar, Baba Semmasî, Bahaeddin Nakşibend, Muhammed Semerkandî K.S. gibi Silsile-i Aliyyenin başbuğ velileri ve onların yetiştirdiği irfan orduları, bu bölgedeki dalâlet ve bidatlarla mücadele edip, insanlara tebliğ ve irşad hizmeti götürdüler.

     

    Semerkand, bu nur deryası insanların bereketlendirdiği topraklardı. Onların feyzleri buradan tüm dünyaya yayıldı. Mekke ve Medineden sonra, İslâmın bütün güzelliğiyle, tadıyla yaşandığı bir merkez oldu. İlim, fikir, zikir, feyz, dua, bereket ve rahmet kaynağı, cennet bahçelerinden bir bahçeydi Semerkand.

     

    Evet, Semerkand bir toprak parçası olarak değil, ama damarlarımızda dolaşan ilâhi sevgiye menba olmuş büyüklerimizi bağrında yaşatan bir şehir olarak, hâlâ bizim için sevgili ve önemli. Ve hep öyle olacak...

     

    (Muzaffer TAŞYÜREK, Tarihten Sayfalar, sayfa; 59-63)


  22. 28 Şubat

     

    Hürriyet, kalbin hür olmasından başka bir şey değildir...

     

    Ebû Bekir Şiblî (k.s.)

     

    .......

     

    01 Mart

     

    Perhizi olmayan bir vücut, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücut, sahipsiz bir köle gibidir...

     

    Şems-i Tebrîzî (k.s.)

     

    .....

     

    02 Mart

     

    Bir kimse gözümün önünde bir hata işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında kötü zanda bulunmam...

     

    Ebû Abdullah bin Celâ (k.s.)

     

    ...

     

    03 Mart

     

    Nakşibendiler örtü altına girip zikir çekmekle beraber yerken, içerken, otururken, yürürken, hatta uykularında bile Rabbü'l âlemîni zikrederler. İşte gerçek zikir ehli bunlardır...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .

     

    04 Mart

     

    Sâdâtların himmetinin yanında okyanuslar bir zerredir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    05/06 Mart

     

    Hüzün bir melik (padişah) gibidir; bir yerde yerleşince orada kendisinden başka kimsenin durmasına razı olmaz...

     

    Bişr-i Hâfî (r.a)

     

    .....

     

    07 Mart

     

    "Selef şöyle derdi: Her şeyin bir zekâtı vardır; aklın (kalbin) zekâtı da uzunca hüzündür...

     

    Fudayl bin İyaz (k.s.)

     

    .......


  23. 19/20 Şubat

     

    Allah Teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeyi emretmiştir. O halde insanlar, Allah Teâlâ'nın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp, teklif ettiği şeylere, yani O'nun dinine hizmete koşmalıdır...

     

    Hakim-i Tirmîzî (k.s.)

     

    .......

     

    21 Şubat

     

    Şeyhlere hizmeti ve hürmeti terkeden, asılsız davalar peşinde koşma belasına tutulur ve bu yüzden rezil olur...

     

    Muhammed Şeybânî (k.s.)

     

    .....

     

    22 Şubat

     

     

    Hizmet, gönül hürriyetidir...

     

    Ebû Bekir Şiblî (k.s.)

     

    ...

     

    23 Şubat

     

    "Huşû nedir?" diye sorduklarında, "Kalplerin bütün gaybları, gizlilikleri ve sırları bilen yüce Allah'a karşı zillet içinde bulunmasıdır" demiştir...

     

    Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)

     

    .

     

    24 Şubat

     

    Bu sadatlar Allah'ın dostudur. Onların nazarı dağları yerinden kaldırır. Hz. Resulullah sallallâhu aleyhî vesellemin hayatını yaşamak için ulu sadatlara uymak gerekir. Hz. Peygamber'e hakkıyla uymanın en güzel yolu da sünnet üzere yaşayan sadatları takip etmektir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    25 Şubat

     

    Önceki büyükler, bir kimsenin dışındaki huşûnun içindeki huşûdan daha fazla olmasını hoş bulmazlardı...

     

    Fudayl bin İyaz (k.s.)

     

    .....

     

    26/27 Şubat

     

    Kim hürriyetin tadını tatmak ve varlıkların esaretinden rahata kavuşmak isterse, Allah Teâlâ ile arasındaki gizli hallerini (niyet ve kalbini) temizlesin...

     

    Bişr-i Hâfî (r.a)

     

    .......


  24. 11 Şubat

     

    Allah Teâlâ'dan zenginlik istiyorsanız, kendinizi hırs ve kıskançlıktan koruyun...

     

    Feridüddin-i Genc-i Şeker (k.s.)

     

    .......

     

    12/13 Şubat

     

    Hizmete devam etmek değil, hizmetin kendisi edeptir. Çünkü hizmette edep, hizmetten daha üstündür...

     

    Abdullah bin Menâzil (k.s.)

     

    .....

     

    14 Şubat

     

    Kul odur ki, hiç kimseden şikâyetçi olmaz, hizmette ve huzurda kusuru terkeder, kusuru takdirde değil, tedbirde arar...

     

    Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)

     

    ...

     

    15 Şubat

     

    Hizmette olanlar bize dua için gelmesinler. Onlara özel dua ediyoruz...

     

    Gavs-ı Sâni (k.s.)

     

    .

     

    16 Şubat

     

    Bir mürid bir dervişin bir tek hizmetini görürse, bu onun için fazladan kıldığı yüz rekât namazdan daha iyidir ve yine o eğer bir lokma daha az yerse, bu onun için gece boyu namaz kılmaktan daha iyidir...

     

    Ebû Abbas Kassab (k.s.)

     

    ...

     

    17 Şubat

     

    Bir evin yapımında temelde kullanılan demir-beton eksik olursa bina sağlam olmaz, çabuk göçer. Tarikatın temeli de şeriattır. Temeli sağlam olmayan tarikat ehli çabuk yoldan çıkar...

     

    Gavs-ı Sâni (k.s.)

     

    .....

     

    18 Şubat

     

    Kendisinden ilim ve edep öğrendiğin üstada hizmet, babaya hizmette önce gelir. Çünkü baba, senin, bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesile oldu. O kıymetli üstad ise, seni safa âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî saâdetine vesîle olmaktadır...

     

    Ebû Süleyman Davud-i İskenderî (k.s.)

     

    .......


  25. 03 Şubat

     

    Tasavvuf, Kur'an ve sünnetin kendisidir. Tasavvuf, Allah'ın emirlerine uymak, günahlardan kaçmaktır. Öyle günahlar vardır ki insanın bütün iyiliklerini, ateşin odunu yaktığı gibi yakar bitirir...

     

    Gavs-ı Sâni (k.s.)

     

    .......

     

    04 Şubat

     

    Bazı peygamberler kavimlerine şöyle derler: Hayâsızların çokluğundan hayâ etmez misiniz?...

     

    Seri es-Sakatî (k.s.)

     

    .....

     

    05/06 Şubat

     

    Ağzıma lüzumsuz bir lokma koyduğum zaman, oradan lüzumsuz bir söz çıkar...

     

    Ahmed b. Ebü'l-Havârî (k.s.)

     

    ...

     

    07 Şubat

     

    Her şeyi yiyen, her şeyi konuşur. Her şeyi konuşan her şeyi yapar. Her şeyi yapan cehenneme gider...

     

    Safiyüddin Erdebilî (k.s.)

     

    .

     

    08 Şubat

     

    Kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Bunu, iyi biliniz. Helâl lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrafa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifade edilir...

     

    Seyyid Emir Külâl (k.s.)

     

    ...

     

    09 Şubat

     

    Bütün dünya bir adamın elinde toplansa, bunun ona zararı dokunmaz, yeter ki, kalbinde hırs bulunmasın. Ama eğer kafasından bir hurma tanesi için hırs bulunsa, bu ona ziyan verir...

     

    Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)

     

    .....

     

    10 Şubat

     

    Tarikat, şeriatın üstünde kurulmuş takva makamıdır. Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriat kök, tarikat gövde, amel ise meyveleridir. Bu üçü şarttır. Kök olmazsa gövde ayakta duramaz. Gövde olmazsa meyve olamaz. Yalnız kök ve gövde olsa meyve olmasa, ancak kesilip yakacak odun olur...

     

    Gavs-ı Sâni (k.s.)

     

    .......

×
×
  • Create New...