Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mukarrabin

Editor
  • Content Count

    744
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by mukarrabin


  1. Alemin, alemlerin, onsekizbin alemin sırrına vakıf olmak isteyen kendi ile meşgul olsun!... Bir alem olan insan kendi sırrından nasipdar olursa; diğer alemlerin de esrarından yana bir nasibe erer, erer gibi olur Nasıl ki dünya alemi ile ukba aleminin çapı bir değildir O misal her insanın çapı da bir değildir Allah Rasulü aleyhisselam da bir alemdir, Allah'ın düşmanı Ebu Leheb de Ve Musa (aleyhisselam) da, Nemrud da ve sen de, ben de, o da!... İnsan, kendisi ile meşgul oldukça çapı ve marifeti artar ve Murad-ı İlâhî'yi anlar, anlar gibi olur!...

    • Like 1

  2. Buna çok benzer bir hadiseyi de, Rasim Özdenören beyefendinin Üstad'la ilgili anılarından, Rasim Özdenören'le Mavera Yolculuğu programından öğreniyoruz. Olay şöyle:

     

    Rasim Özdenören, kardeşi Aleaddin Özdenören ve Cahit Zarifoğlu ile Üstad'ın evine ziyarete gidiyorlar. Cahit Zarifoğlu o dönemde batı müziğine heveslenmiş. Üstad'ın evinde kitapları ve plakları görüyor ve onlara bakmak için Üstad'dan izin istiyor ve incelemeye başlıyor. Üstad, o esnada Rasim Özdenören ve kardeşiyle sohbet ediyorlar. Cahit Zarifoğlu, sürekli Üstad'a bir şeyler söylüyor : "Üstad, bende bu plağın Alman baskısı var, bende şu plağın diğer baskısı var, ...". Bir ara Üstad'a soruyor :" Üstad, sen hangi plağı dinliyorsun?". Üstad "Beethoven" diye cevap veriyor ve sohbetine devam ediyor ancak Cahit Zarifoğlu da sorularına devam ediyor:"Üstad bende bu kitabın Almanca'sı var, İngilizce'si var, bende şu plağın şu baskısı var derken Üstad'ın sabrı kalmıyor ve:

     

    "Artisst! Virtüöz burda konser veriyor, sen orda notalarla meşgulsün!.. diyor.

     

    Ne hoş bir hatıra!...

    Eyvallah!...


  3. (DUA!...)

     

    Hayır!...

    N'olur bana "merhamet" demeyin!...

    Yalvarırım bana kimse, kimse hem de hiç kimse merhamet etmesin!...

     

     

    İstemiyorum!...

    Allah'ım istemiyorum!...

    Allah'ım, merhametini istemiyorum!...

     

    Ve;

     

    Sana sığınıyorum!...

    Merhametinden sana sığınıyorum!...

    Başka sığınacak bir Rabbi olmayan ve senden gayrı bir Rab duymayan ve Rab olarak yalnız seni bilen (nefsimin) merhametinden sana sığınıyorum!...

    • Like 1

  4. Şiir(ler) derece derecedir ve şiirde üç derece vardır; biliş, buluş ve dalış... Hikmetin kendisi olan şiirde gaye dalış'a geçen şiire varmaktır... Şiir'in nihaî noktasına (dalış'a) ulaşan şair hikmete yani Allah'a ermiş (erer gibi olmuş) demektir!...

    • Like 1

  5. Dua

     

    Şimdi bir yakınlık bildiğimiz hal,

    Sana uzaktan da uzak Allahım.

    Zâtına âşikâr büsbütün ahval,

    Uzaklarda onca tuzak Allahım.

     

    Güneşe mesafe göze bir karış,

    Ne var ki her gören derviş sayılmaz.

    Yüzünde esrarı; yangın, yakarış,

    Sırrına ermeyen ermiş sayılmaz.

     

    Gündüz sandığımız kör gecelere,

    Adın düştü ve nûr oldu karanlık.

    Bir yâdınla vardık bilmecelere,

    Seninle gece ve gündüz seyranlık.

     

    Edilen tövbeye tövbeler olsun,

    Her günah hakîkat ve âhlar vehim.

    Herkese, herkese müjdeler olsun;

    Sevinin, Rabbiniz rahmân ve rahîm.

     

    Böyle sarılmışken köşe ve bucak,

    İnsan zalim yine, zalim ve cahil.

    Allahsız bir hale neyse ki ancak,

    Yine yalnız Allah, Allah müdahil.

     

    Şahdamarından da yakın der yakın,

    İnsan; ve âmenna, yalnız o kadar.

    İnanmak yetmiyor, yetse bu akın,

    Ne demek isyana hep damar damar.

     

    Şahidi bir Sensin her saklımızın,

    Ört bizi ebed ve ezel Rabbim!

    Yakından habersiz şu aklımızın,

    Sen çapını daralt ey güzel Rabbim!...

     

    Ankara, Nisan 2011


  6. Sabır

     

    Bir (Var)ın önünde, kollar, bacaklar,

    Ellerle beraber dudak büzermiş.

    Hep (yok)un peşinde, başsız ayaklar,

    Bir ömür boyunca gezer gezermiş.

     

    Bir an olmayan bir hiçin ardında,

    Perişan bir halde, şu garip insan.

    Beladan da büyük (bela) adında,

    Bir isim haykırır, dudaksız lisan.

     

    İmtihansız iman, çocuğa mahsus,

    İman ettim, diyen adam hazır ol.

    Aynı şey; bir saray yahut bir mapus,

    Bir günah ve hayır, hepsi aynı yol.

     

    Sonu olmayan bir şeyin yarısı,

    Şükürle beraber sonsuza refref.

    Başına, her seven erin darısı,

    Belalı güzelden yeminle şeref.

     

    Şu işittiğinden herkes bîhaber;

    Ermiş muradına sabreden derviş.

    Kendini yoluna serenden haber:

    Sabreden kulunu Allah severmiş...

     

    Ankara, Mayıs 2011


  7. Gelenler

     

    Ne zaman aynada kendimi görsem,

    Gözümün önüne bir resim gelir.

    Bir adam, tutuşan resimde sersem,

    O sersem adamı yeresim gelir.

     

    Çare değil tuz buz olsa aynalar,

    Üstümden üstüme gelir binalar,

    Bir cam kırığında, taşta manalar,

    Maddeden manayı deresim gelir.

     

    Akıl, derdi olan için vesile,

    Mesele, aynada saklı mesele,

    Saklı da aşikar bir nur silsile

    Halkaya gönlümü veresim gelir.

     

    Bir masum bebeğin sırrı ifade,

    Şu cömert çocuklar gibi azade,

    Ne varsa, gönülden bile ziyade,

    Ruhumu yoluna seresim gelir.

     

    Ecel; diriye gam, ölüye düğün,

    Dün soldu, açmamış yarınlar ölgün,

    Bugün, olmasa da mutlaka bir gün,

    Erilmez olana eresim gelir.

     

    Bilmek yetmiyor ki bilinmez hali,

    Anlamak, anlamak lazım ahali,

    Yükseklerden uçan kartal misali,

    Alnımı, göğsümü geresim gelir.

     

    Göresim, göresim gelir bulanı,

    Yoktan bir yere bir yoku alanı,

    Her şeyin, zatına bir el olanı,

    Aynasız ve gözsüz göresim gelir.

     

    Ankara, Mayıs 2011


  8. Selam

     

    Selam edeyim pekala selam,

    Zira derler ki ey anam babam:

    Selam etmeli evvela elbet,

    Edilecekse bir kelam şayet.

    Selam, sabrın ve şükrün ehline,

    Selam, Ona ve ehl-i beytine.

    Has ümmetine Rasulden haber,

    Selamet müminlerle beraber.

    Tesbihi selam, gökte meleğin,

    Direği selam, selam feleğin.

    Ahretten yana talim dünyada,

    Hanyada selam, selam Konyada.

    Ondan sonradır büsbütün kelam,

    Selam Ondandır, Odur es-Selam,

    Selam velhasıl selam vesselam

     

    Ankara, Mayıs 2011

    • Like 1

  9. Kurban Ol

     

    Sönmeyen yangınlar canına minnet,

    Sen, bir kuduz köpek; sular, kül nefsim.

    Sana çirkin güzel; en güzel, mihnet,

    Hayat; çıkmaz sokak, ölüm; yol, nefsim.

     

    Yakınken en uzak olmak ne acı,

    Gözümde bir zehir derdin ilacı,

    Başı bir secdeye değen baş tacı,

    Firavuna kurban, kurban ol nefsim.

     

    Ankara, Mayıs 2011

    • Like 1

  10. Giderler

     

    Sabah dallarımda ötüşen kuşlar,

    Bir öğlen neşemi çalıp gittiler.

    Kuşların ardından baharlar, kışlar,

    Beni ateşlere salıp gittiler.

     

    Kah yerinde sayıp duran bir arsa,

    Kah şu boğazımdan geçmeyen parsa,

    Bir akşam, (Diri)den gayrı ne varsa,

    Benden, beni benden alıp gittiler.

     

    Ankara, Haziran 2011

    • Like 1

  11. Aman

     

    Bir sinek kanadı olan (Yakın)ın;

    Bucağına düştük amanın aman.

    Mevsimi güneşsiz hayat çarkının;

    Sıcağına düştük amanın aman.

    Yollardan habersiz bir susuz arkın;

    Kucağına düştük amanın aman.

    Emanet uzakta, biz en yakının;

    Bacağına düştük amanın aman.

    Dilemezsen, sonu gelmez akının;

    Ocağına düştük aman da aman.

     

    Ankara, Haziran 2011

    • Like 1

  12. Ağaç Gölgesi

     

    Güneş düşmüş ağacın gölgesine kış günü,

    Ve alnında ateşle buz kesmiş bir yabancı.

    Yüzükoyun devrilmiş hakikatin sürgünü;

    Koynunda katarlarla rüyalarda kervancı.

     

    Uykusunda huzursuz bir hali var besbelli,

    Kabus görüyor gibi göğsünü tırmalıyor.

    Sanki gördüğü her şey onun malı temelli,

    Gözünü bir an açıp sonra yine dalıyor.

     

    Kolu kanadı kırık yabancı uyan uyan,

    Bu gölge yeri sana bırakmazlar bilesin.

    Aç şu gözlerini de dayan birazcık dayan,

    Ki dileyen bir arşın gölgesini dilesin.

     

    Ankara, Haziran 2011

    • Like 1

  13. Ben de "BDG" nickli yönetici kardeşim gibi ama yönetici vasfından sıyrılarak "fahri olarak" yani kendi gönlü ile kendi adına ve kendi nefsi ve ruhu hesabına kaydettiği düşüncelerinin ortağıyım (elbet kardeşim kabul ederse)

     

    Biz de kamil müslümanın hatlarını çizme, Allah'ın korunmuş kitabı "Kur'an" ve en güzel örnek Peygamber aleyhisselam'ın "Sünnet"i ile aşikar edilmiş ve ta ezelden çizilmiş olan ve ebede dek korunacağı haber edilen bu bozulmaz hattın aslını ve esasını evvela bizzat kendi öznefsinde yaşama ve yaşamakla beraber belli bir zaman sonra "ben müslümanım..." diyen her insana bu hakikati (İslam'ı yaşama ve yaşatma hakikatini) hatırlatmanın farziyyet ihtiva eden bir vecibe olduğunu düşünmekteyiz!...

     

    Yukarıda görüp okuduğumuz ve görmeyip okuyamadığımız mesele(ler) hakkında da ufuk açma, tefekküre sevketme ve latifeler sahibi ruhun hücreleri ve odacıklarını açmak noktasında diyelim ki:

     

    Allah Teala Hucurât Sûresi'nde mealen: "Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın..." buyuruyorken bir düşünün!...

     

    Düşünün ki malum haberin kaynakları neler?...

    -Amerika merkezli bir şirket!... Sonra;

    -Avrupa Dış İlişkiler Konseyi!... Ve sonra;

    -London School of Economics (LSE)

     

    Ve sonra, sonra, sonra vesaire

     

    E efendim ne olmuş!... Onlar fasık değil ehli kitap!... Öyle mi?!!!... O halde Hazreti Meryem'in babası olan İmran'a ve onun ehli beytine ve O'nun soyundan gelenlerle beraber herkese ve her mekan ve zamana indirilen Son Kitab'da yer alan Âl-i İmran Sûresi'nin 113. ayetindeki; "ehl-i Kitabın hepsi bir değildir(Al-i İmran, 113)" hitabının muhatabı kimler?!!!..."

     

    Düşünelim!... İyi düşünelim!... Çok iyi düşünelim!...

     

    Hep beraber düşünürken biz; düşünenler için, akledenler için tefekkür eden bir mümin ruhu için ziyafet noktasında bir ilahî beyan daha kaydedelim Maide Sûresi'nin 51. ayeti (mealen): "Yahudî ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez" 

     

    Bu kadar açık ve net!... Düşünmek için, düşünmek isteyenleri ve tefekkür taliplerini düşündürmek için bu kadarını kafi görmekle beraber diyelim ki: Yarın bir gün bir sel, bir deprem, bir felaket olsa ve Kâbe yerle bir olsa; sonra o Kâbe'yi inşaa için (zahiren) büyük bir aşk ve heyecanla evvela Hristiyan ve Yahudiler ve Ümmet-i Muhammed'in dışında olan; mecusi, budist, putperest, ateist vesaire onca insancık koşuştursa da bu hengameye iltifat etmeyin!... Evet, onlar için dua edin!... Zira onlar da bilmiyorlar!... Ama Hakikat'in elbisesi dışında renkli-renksiz birtakım kisvelere bürünmüş hiçbir kimsenin (gözün gördüğü kadarı ile) hayır olan, iyi olan, güzel olan işine aldanmayın!... Velev ki bu iş Mescid-i Nebî'yi imar dahi olsa!...

     

    Muhabbetle vesselam...


  14. Iraklı Nurun Ebu Garib hapishanesinde çektikleri acıları anlatan mektubu!

     

    Halkıma, Ramadinin, Halidiyenin ve Fellucenin insanlarına; erdem ve onurlarını kaybetmeyen tüm dünyadaki insanlara...

     

    Bu size, Amerikan-siyonist hapishanesi Ebu Garibten kardeşiniz Nurun mektubudur.

     

    İnanın buradaki aşağılanmayı, sefaleti ve haysiyetsizliği size nasıl anlatacağımı, kelimelere nasıl dökeceğimi bilemiyorum.

     

    Siz sıcak evlerinizde karınlarınızı doyurup sevdiklerinizle bir arada otururken bizim maruz kaldığımız aşağılanma ve çektiğimiz açlığı, sizler su içerken çektiğimiz susuzluğu, sizler derin uykuda iken Amerikalıların bize yaşattığı uykusuz geceleri, sizler giyinikken bizim yaşadığımız çıplaklığı, bizi soyup önlerinde sıraya dizmelerini nasıl anlatabilir, nasıl kelimelere dökebilirim...

     

    Ey kardeşlerim; kamyonlarınızı ve arabalarınızı Amerikan malları taşırken gördüğümüzde kalbimiz sıkışıyor. Çünkü o araçlar benim halkıma ve ülkeme ait.

     

    Yüreğim kan ağlayarak şöyle diyorum: Allahım! Benim insanlarım, haysiyetlerini ve şereflerini bir avuç Amerikan Dolarına satmış. Yaşadıklarımızı ve kirletilen onurumuzu düşündükçe gözlerimden yaşlar boşanıyor.

     

    Ey kardeşlerim;

     

    Amerikalıların elinde ne ızdıraplar çektiğimizi, neler acılar yaşadığımızı, Allah aşkına, nasıl anlatıp nasıl kelimelere dökeyim.

     

    Kardeşlerim;

     

    Allaha yemin ederim ki, yaşadıklarımızı dile getirmekten acizim. Bundan ar ediyorum. Ama yine de kelimelere sığınarak size olanları anlatacağım. Amerikalıların bizlere yaptığı haysiyetsizlikleri, çektirdiği eziyeti, işkenceyi ve aşağılanmaları elimden geldiğince anlatacağım...

     

    Hayvani zevklerinin aracı olmadığımızda, kendimizi şehvetlerine teslim etmediğimizde bizi nasıl öldüresiye dövdüklerini ifade etmeme izin verin...

     

    Siz ey bizim dini liderlerimiz olarak ortalarda tozup gezenler!

     

    Amerikalıların bize reva gördüğü bu cinsel ve hayvani eziyetler karşısında hâlâ nasıl oluyor da açık alınla ortalarda görünebiliyorsunuz?

     

    Peygamber Efendimizin en değerli hazineniz buyurduğu haysiyet ve şerefinizi çiğnetmekten pek sıkılmış gibi görünmüyorsunuz.

     

    Bizi ve kendinizi birkaç dolar kırıntısı karşılığında pazarlardaki köleler gibi Amerikalılara ve Siyonistlere mi sattınız? Haysiyet ve şerefinizi ne çabuk kaybettiniz?

     

    Allahın bizi sizlere bir emanet olarak verdiğini ne çabuk unuttunuz?

     

    Hani bizleri koruyacak, besleyecek ve namusumuzu asla çiğnetmeyecektiniz? Ne oldu size, verdiğiniz söze?

    Amerikalılar, Ebu Garibte namusunuzu her gün ayaklar altına alıyor. Mektubumu okuyanları, Allah adına, Ebu Garib Hapishanesindeki vahşiliklere dur demeye çağırıyorum. Buradaki insanlığa sığmayan işkenceleri durdurmak için sesinizi yükseltmeye davet ediyorum. Burada yapılanlar, Siyonistlerin hapishanelerde Filistinli gençlere ve kadınlara yaptıklarından daha berbat.

     

    Orada fiziki işkence yapıyorlardı. Oysa burada her gün ırzımıza geçiyorlar. Vahşi, kana susamış hayvanlar gibi bedenlerimize saldırıyorlar. Avazımız çıktığı kadar çığlıklar atıyoruz ama kimsenin bizi duyduğu yok!

    Eğer kalbinizde, ruhunuzda bir zerre insanlık, haysiyet, onur ve şeref varsa, birleşin ve bu hapishaneye saldırın. Gelin ve kurtarın bizi!

     

    Elinize geçen bütün silahlarla bu hapishaneye saldırın! Hem onları hem de bizleri öldürün!!!

    Biz çoktan ölüme razıyız. Burayı yerle bir edin!

     

    Hepimizin karnında onların ***leri var! Çoğumuz hamileyiz! Biz dünden ölüme razıyız!

     

    Size yalvarıyoruz; gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerimize ve ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz! Bizi öldürün! Size yalvarıyorum; Allah için bizleri, Amerikalıları ve onların ***lerini öldürün!

     

    Allah rızası için! Size yalvarıyoruz....

     

    Bacınız Nur. (10 Nisan 2004)

    • Like 1

  15. İkinci Kısım...

     

    (Sahi biz neden biraraya gelmiştik?!!!... diye soran gencin başı yerde!... Genç adam, elleri birbirine geçmiş bir halde Ve başı öne doğru eğilmiş bir vaziyette... Bu hal içinde olmayan başındaki görünmeyen gözleri; bir hiç olan yerdeki hep yok bir zemini süsleyen hiç yaratılmamış bembeyaz mermerleri mıhlı; ve düşünüyor Neden biraraya geldik ve nasıl uzak düştük?... Bizi birleştiren ve ayrıştıran kim?.... Ve ne?... Şu bir mekanı olmayan en münasip yerdeki birliktelik kimin için?... Ve ne için?... Niçin, niçin, niçin?... Onca korku ve tasa, onca emek ve gayret, onca söz ve sükuttaki sır da ne?... Niyyet, niyyet, niyyet!... Her şeyin başı!... Her işin sebebi?... Şu anın ve her anın ve mekanın; mekanla beraber zamanın ve mekan ile zamanda olup biten bir şeyin, çok şeyin, her şeyin aslı ve esası Evet, Evet, Evet!...)

     

    Genci yukarıdan yukarıdan süzen Vali, birkaç dakikalık sessizliğin manasını anlamaya çalışıyor Ama nafile Vali bey anlamak için düşünür gibi yaparken; yere eğdiği başını kaldıran genç adam mermere işleyen bakışları ile tekrar Valinin gözlerine dönüyor... Yüzünde aynı eda; şefkat, merhamet ve hikmet ifadesi ile tekrar sesleniyor:

     

    -Nedenler ve Hallac bir kenarda dursun sayın Vali!... Ama siz durmayın ve dinleyin!... (Valide dikkat!...) Hem de iyi dinleyin!... (Valide daha da bir dikkat!...) Bir köşede duran nedenlerin ve Hallac-ı Mansurun şahitliğinde çok iyi dinleyin!... (Ve Vali pürdikkat!... Genç adam gözlerini, Valinin gözlerine dikmiş bir halde gözünü hiç kırpmadan devam ediyor) Hüseyin bin Mansur hakkında verilmek istenen kararı yani ortadan kaldırılmasını, öldürülmesini, kısaca temizlenmesi kararını, tabiri caizse demiyorum caizdir; işi kılıfına uydurma sanatını bir şekilde icra etmiş zamanın idaresi ve yapılması gerekenler yapıldıktan sonra hükmün icra günü gelmiş çatmış Hükmü de hatırlatalım ki herkes ayağını denk alsın ve ayaklarını davasına göre uzatsın!... (Genç; hükmü tane tane, hece hece ve nokta nokta nokta ifşa eder) De-ğil mi sa-yın Va-lim!... (Vali, gencin imasını anlamaya çalışır!... Ama nafile, yine ve hep nafile!...) Zamanın Abbasi Halifesi ve Halifenin emrindeki mahkemenin Maliki Kadısı tarafından verilen hüküm: "Öldürülmek, çarmığa gerilmek, el ve ayaklarının koparılarak öldürülmesi veya müslüman ülkelerin dışına atılmak" (Valide haşyet ve dehşet) Hüküm bu sayın Valim (Hayret içindeki yüzünde bir başka ifade; buyur, devam et!...) İşin daha vahşet salıcı bir tablosunu gözler önüne serelim mi?... (Vali Bey hayretle kuşatılmış yüzünü ve o yüzü tutan başını hafifçe öne arkaya hareket ettirerek; lütfen, der gibi) Evet, işin daha da garibi Allahın dostu ve Onun ve Rasulünün aşığı, Kuran ve Sünnet sevdalısı Hüseyin bin Mansur Hazretleri için verilen hükmün dayanağı yani Hallacın suçu?... (Valide hala hayret, nedir ki, der gibi) Suç, suçu: Zın-dık-lık! (Valinin gözlerini büyür) Yok Vali bey yok!... Bu kadar hayrete gerek yok!... İnanın şu zamanda olanlar çok daha hayret verici!... (Valinin gözlerinde ani bir küçülme Genç bu zamanın üstünde şu an durmak istemez gibi her an bebeğine değin kontrolü altında tuttuğu küçülen gözlerle ilgilenmez ve hatta hiç görmemiş gibi devam eder) Yani Hallac bir zındık!... Cezası da malum Hakkında verilen bu cezanın sonrasına gelince Hükmün yürürlüğe gireceği gün gelir ve Hallac zindandan çıkarılarak hakkında verilen kararın icra mahalli olan Bağdatın meşhur meydanına; Bâbüt-Taka doğru görevliler ve sokaklara dökülen dost-düşman onbinlerce Bağdatlının eşliğinde yürür Hani yeri mi bilmem amma Bâbüt-Takın nesi meşhur imiş bilir misiniz sayın Vali!... (Valinin yüzünde; bilmem, nerden bileyim, hem nereden bilebilirim ifadeleri) Bunu, bu soruyu ben, neden sordum diye düşünürken; siz de ne diye sordu gibisinden belki düşünebilirsiniz!... Düşünür gibi dahi yapmamış iseniz düşünün, düşününüz, düşünmelisiniz!... Şayet; nerden bileyim gibisinden birtakım düşüncelere dalmışsanız onun ve benzeri onca düşüncenin ve soruların yerine neden bilmeyeyim ve bilmeliyim diye cevaba yakın soruların peşinde koşun!... Meşhur Bâbüt-Tak Helvasını ne diye bilmeliyim, diyerek sorun, sorgulayın ve düşünün?!...

     

    Valinin gözlerinde bir parlama!... Sanki olmayan bir dağın görünmeyen bir yamacında hayali bir harita ile varlığında binbir delil ve ispat bulunan bir defineyi arayan, onca zahmete rağmen yine de yılmayan ve en nihayet araya araya aradığını bulan adamın hali!... Ve bir sevinç, bir ferahlık ve rahatlama!...


  16. İyi düşünün!... Bir düşünün!... Düşünün! Ama düşünmeden evvel iyi bilin ki; neyi düşünürseniz ondan ibaretseniz, düşündüğünüzle alakadar ve düşündüğünüz kadarsınız Yani düşündüğünüzsünüz Yemeği düşünüyorsanız; yemek ve yemekten bir zaman sonra olanlardan ibaretsiniz Dünyayı düşünüyorsanız; dünyanın içiyle-dışıyla, aslıyla-astarıyla, önüyle ve sonuyla alakadarsınız Güzeli düşünüyorsanız; güzel kadarsınız Ve bir sır... Bir Nebevi (aleyhisselam) nida!... Bir ezelî ve ebedî tavsiye: "Allahın yarattıkları hakkında düşününüz. Fakat Allahın zatı hakkında düşünmeyiniz. Gerçekten siz buna hiç güç getiremezsiniz" Düşünün!... Bir düşünün!... İyi düşünün!...

    • Like 1

  17. Mekansız Buluşma...

     

    Birinci Kısım...

     

    Genç adam ve Vali Bey bir zaman sonra malum bir zaman ve meçhul bir mekanda bir araya gelir... Mütebessim çehresi ile genç adam gözlerini Valinin gözlerinin bebeğine diker ve Vali beyin yüzüne, ruhuna doğru seslenir:

     

    -(Valinin bir şey söylemek için dudaklarını kıpırdatır gibi olduğunu görünce elini kendi dudaklarını götürür ve): Susss!... (der ve ciddi fakat şefkat üfleyen bir sen tonu ile devam eder...) Senin olmadığın bu yerde şu an için sana konuşmak yasak!... Dün benim yaptığım gibi sen de bugün dinleyeceksin!... Ve ben de dün senin konuşmadığın gibi konuşacağım!...

     

    Genci işiten ve duyar gibi olan Valide mahcubiyet!... Peki, der gibi başını göğsüne, kalbinden tarafa düşürür... Başı düşerken baş gözleri kapanır... Ve belki de başka gözler açılır... Allah bilir!... Allah hep bilirken genç devam eder:

     

    - Hallacı duydunuz değil mi Valim!... (Validen başı ile onay... Valinin başı aşağı yukarı hareket ederken gencin başında da hareketlenmeler.... Fakat sağa ve sola ve sağa... Valinin sessiz cevabından yana bir memnuniyetsizlik ve baş ile verilen cevabı inkar... Genç adam bir yandan sağa ve sola ve sağa doğru başını hareket ettirerek Validen duyduğu cevabı hali ile beğenmediği imasına sesiyle doğrudan eşlik eder...) Hayır Vali Bey hayır!... Ben Hallac-ı Mansuru bilirim, okurum ve belki de severim, deyin ama Onu duydum, anladım, anlarım demeyin!... (Valide sendeleme!... Gencin ne dediğini anlamaya çalışıyor... Üstelik genç anlayamazsın derken...) Anlayamazsınız sayın vali!... (Bir an Valinin göğsünde olan başı kalkar ve gözler temasa geçer... Genç adam ile Vali bir an bakıştıktan sonra şaşkın çehresi ile Vali; neden, neden anlayamam dercesine kaşlarına bir emir gönderir... Valinin kaşları hafifçe yukarı doğru kıvrılır... Şaşkın yüzü ve gözleri ile neden, der neden?... Genç devam eder...) Neden, diyorsunuz öyle mi?... Ebu Cehilin; Allah Rasulü aleyhisselamın hiçbir zaman yalan söylemeyeceğini adı gibi bildiği, Onun (aleyhisselam) doğruluğuna bebekliğinden beri şahit olduğu ve; "evet biliyorum ki o bir peygamberdir" dediği halde Ona, Allahın Biricik Sevgilisine, Rasulullaha neden iman etmediğini ve Onun şanlı sancağı altına girerek Allaha teslim olmaktan neden, neden, neden kaçtığını bilmekten ziyade anlarsanız, anlar gibi olursanız ve anlamak isterseniz belki Hallacı da anlayabilirsiniz Anlayabilirseniz anlarsınız, anlar gibi olursunuz!... (Valide aynı hal!... Şaşkınlık)

     

    Genç adam olmayan köşede bir yok olan bomboş koltukları işaret ederek Vali Beyin oturmasını rica eder!... Kendisi de hemen karşısındaki bir boşluğa oturur Dizler temasta!... Gözler, yüzler ve sesli-sessiz sözler gibi Genç adam yüzüne sinen merhamet içinde devam eder:

     

    -Ama şimdi Ondan başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin olmadığı şu anda konuşulacak olan konu bu değil (Genç adam asıl konu bu iken ve hep bu olacakken konunun bu olmadığını söylerken düşünceler içinde bir başka düşüncededir Valinin sezemediği bu kendi iç halinde Valiye ama daha çok kendine sorar...) Sahi biz neden biraraya gelmiştik?!!!...


  18. "Yolumuz aşk ve muhabbet yoludur..."

    Bu yüzden aşık ve muhib olmalıyız...

    Olmadı, aşıklar ve muhibler gibi olmaya niyyet ve gayret etmeliyiz...

    Olmadı, aşıkları ve muhibleri sevmeliyiz...

    Olmadı, aşıkları ve muhibleri sever gibi yapmalıyız...

    Olmadı, aşık ve muhib ol(a)madığımız ve aşıklar ile muhibleri sev(e)mediğimiz için üzülüp ağlamalıyız...

    Olmadı, üzülüp ağlamadığımıza üzülmeli, ağlamalı, ağlar gibi olmalı ve ağlamaya çalışmalıyız...

    O da olmadı, ölene kadar hep gülmeli, gülmeli, gülmeliyiz...

    • Like 1

  19. YOLUMUZ "AŞK VE MUHABBET" YOLUDUR

     

     

    Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri (k.s), Bizim yolumuz aşk ve muhabbet yoludur derdi. Bu yolda, insanın seyrü sülûkü muhabbet ile oluyor. Yolumuzun en başındaki büyük zat, Ebû Bekir-i Sıddık Efendimizdir (r.a). O, bütün sahabenin içinde derecesi en büyük olan idi. Neden? Diğer sahabeden daha mı çok amel yapıyordu? Daha mı çok ibadet ediyordu? Daha mı çok namaz kılıyordu? Hayır

     

    O, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ne kadar öğretmişse o kadar yapıyordu. Diğer sahabiler ne kadar yapıyorsa o da o kadar yapıyordu. Hatta bazı sahabilerden daha fazla yapanlar da vardı. Öyle olduğu halde o hepsini geçti. Hepsinden daha kıymetli oldu. Bunun hikmeti ne idi?

     

    Allah ve Resûlünü, en çok Hz. Ebû Bekir Efendimiz (r.a) seviyordu. Onu görmeyince dayanamıyordu. Onu sık sık görmek isterdi. Ne zaman Resûlullah Efendimizden (s.a.v) birkaç saat ayrılsa hemen gider, arar, sorar, onu bulur, onunla beraber olmak isterdi. Bu yüzden aşkı, muhabbeti vardı. Demek ki insanı sevdiren beraber olmaktır. Devamlı beraber olabilmek için de bu zamanın insanı çok vakit bulamıyor. Ziyarete gidebildiğimiz zaman mürşidimizle beraber olabiliyoruz.

     

    Sâdât-ı kirâm efendilerimiz de kendi mürşidlerinin yaNında amel ederken, mesela Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisi hazretleri, mürşidi Şah-ı Haznenin (k.s) yanında hizmet ederken her sene üç defa gider, mürşidinin yanında bir buçuk iki ay kalırmİş. Biz, hafta sonu gidiyoruz, pazartesi dönüyoruz. Fazla kalamıyoruz. Onun için, bizim istifademiz o zatların istifadesine göre çok daha az oluyor. Muhabbet de gidip gelmekle, beraber olmakla arttığına göre bu firsat bizim elimize az geçiyor demektir. Onun için önümüze çıkan fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. Göreceksiniz ki o zaman muhabbetimiz daha fazla artacaktır.

     

    Birbirimizi tanıyoruz; sofi kardeşler içerisinde kim daha çok sâdât-ı kirâm efendilerimizden bahsediyor, kim sık sık ziyarete gidip geliyorsa onun muhabbeti çok oluyor. Bu kardeşler, nereye gitse sohbet etmek istiyor, firsat buldukça ziyarete gitmek istiyor. Bu onların içindeki muhabbetten geliyor. Onun için bu tür kardeşlerimizi kendimize örnek alıp, bu muhabbeti onlar nasıl kazanmışlar, öğrenmeliyiz. Onlar da bizim gibiler. Fazla mı tesbih çekmişler, hayır, fazla mı namaz kılmışlar, hayır. Peki, nereden kazanmışlar o halde? İşte biz de onların yaptığı gibi yapmaya çalışacağız demek ki O zaman hepimize aynı nimet hâsıl olabilir.

     

    Kardeşler!

     

    Bu yolda bütün sâdât-ı kirâm efendilerimiz, muhabbetin üzerinde durmuşlar. Muhabbeti kazanmanın çaresine bakmışlar. Bunun için biz de elimizden geldığı kadar mürşidimizin verdiği vazifeleri yapıp kendimizi Rabbimiz Teâlânın ve Resûlünün (s.a.v) emir ve yasaklarına uydurmalıyız.

     

    Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri Ankaradaydı, hastaydı. O zaman onun hizmetine bakan, merhum Seyda hazretlerinin halifesi Molla Ahmed hazretleri idi. O vakit, Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretlerinin bütün gece hizmetine bakıyordu. Ona dedim ki:

     

    - Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretlerine sorsana, ne yapmış da böyle bu muhabbeti kazanmış? Durmadan mürşidi Şah-ı Hazneden bahsediyor, hiç ondan bahsetmediği zaman yok!

     

    Hatta Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri, bir gün çok hastaydı. Yine hasta yatağında yatıyordu. Hiç kalkacak hali yok. Namaz için camiye gelemıyordu. Bu vaziyette iken Şah-ı Haznenin bir sofisi geldi. Ziyaret etmek istedi. İçeri girdi ve yanına oturdu. Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri, sofiyi görür görmez kalktı oturdu; Şah-ı Hazne hazretlerinin sofisi gelmiş diye Saatlerce onunla konuştu, keyif etti, güldü, rahatladı. Öyle sevindi ki rahatsızlığı yok oldu. Ancak o sofi gidince, mübarek yine rahatsızlandı. Yine aynı hastalık tekrar başladı.

     

    İşte kardeşler!

     

    Muhabbet olursa insan vücudundaki hastalıkları bile unutuyor, hiçbir şeyi kalmıyor. Çünkü muhabbet ruhun gıdasıdır. Ruhun aldığı zevk hepsinden fazla oluyor. Cesedin aldığı zevk, onun yanında hiçbir işe yaramıyor. Onun için muhabbet ehlinin etini de kesseler canı bir şey hissetmıyor, ağrı sızı hissetmıyor. Bu mübarekleri işte bu şekilde yakından gördük. Merak ettik, acaba ne yapmış da bu muhabbeti kazanmış, diye

     

    Bir gece Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri, teheccüd namazı için kalktığı zaman, daha biz hiçbir şey sormadan kendisi Şeyh Ahmed Cezeri hazretlerinin sohbetini yapmaya başladı. Şeyh Ahmed Cezeri hazretleri, bundan 800 sene kadar evvel Cizre tarafında Onun Divan-ı Aşk adında büyük bir eseri var. Kasidelerinin hepsi aşk üzerine; Allah Teâlânın aşkı üzerine. O bölgede çok meşhur bir zattır.

    İşte Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri, o gece durmadan onun sohbetlerini anlatmış. Nihayet sohbet bitince Molla Ahmed hazretleri,

     

    - Kurban, demiş. Siz de Şah-ı Hazneyi böyle seviyorsunuz. Sizde de aynı muhabbeti görüyoruz. Siz ne amel yaptınız da bu muhabbet size ikram edildi, diye sormuş.

     

    Gavs Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri de,

     

    - Biz, bize verilen vazifeleri yaptık, fırsat buldukça ziyarete gittik, Allah ve Resûlünün emir ve yasaklarına uyduk. Bunun üzerine Allah Teâlâ da bize bu lutfu ihsan etti, buyurmuş.

     

    (Yar ile Şimdi Dr. Ahmet Çağıl; sayfa 32-36)

    • Like 1
×
×
  • Create New...