Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mukarrabin

Editor
  • Content Count

    744
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by mukarrabin


  1. Akla yol açan sofralar

     

     

    İsmet Bozdağın Atatürkün sofra anılarını derlediği kitabı şu ismi taşır: Atatürkün Fikir Sofrası. Gerçekten de Atatürkün sofrası dönemin her konudaki uzmanlarının davet edildiği ve her türlü kültürel, bilimsel konunun tartışıldığı, konuşulduğu sofralardır. Bu yönüyle eskiçağ filozoflarının evlerinin bahçelerinde diyalog yöntemiyle düşünce üretmelerini andırır. Maksat yemekten, içmekten çok sohbet etmek, fikir alış-verişinde bulunmaktır. Yine de Atatürkün bu sohbetler esnasında rakıyı tercih etmesi bizim için anlamlıdır. Bu sofralarda her zaman yanında bulunan birkaç kişi dışındaki konuklar her zaman değişir. Gazeteciler, bilim adamları, milletvekilleri, komutanlar, elçiler davet edilirdi.

     

    Bu konuda yine Falih Rıfkı Atayın tanıklığına başvuruyoruz:

    Dostları ile akşamları sofra başında buluşmak ve geç vakitlere kadar konuşmak adeti idi. Pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. Bunlar da, hani okullarda tatil saatleri vardır, öyle bir şeydi...

    Bilmediklerini sofralarında bilenlerden öğrenirdi. Davetliler daima pek çeşitli olmuştur...

    Türk dili ve Türk tarihi meseleleri, Onun sofrasında tam bir fakültelik zaman tutmuş olduğunu tahmin ediyorum. Tebeşirli kara tahta, karşısında idi. Bakanlar, profesörler, milletvekilleri hep o tahtaya kalkmışızdır...

    İş başından artan ömrü, sofrada geçmiştir. Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile, hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi...

    Sofra bir imtihan meclisi idi de! Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağı adamları, içki aleminin pek elverişli ortamında türlü yönlerden yoklardı...

    (Çankaya, s. 510)

     

    Kılıç Ali de bu sofradan şöyle bahseder:

    Sofrasının karşısında daima büyük bir karatahta, üzerinde tebeşiriyle, silgisi ile hazır bir halde bulunurdu. Bu sofradan iç politika, dış politika, iktisadi politika, tarih, dil, coğrafya vb. çeşitli ilmi mevzular, günün önemli sorunları, inkılâp hareketleri ve her çeşit milli meseleler tartışılır idi...

    Bununla beraber sofra, bazılarının sandığı ve telkin ettirmek istedikleri gibi, bütün devlet işlerinin müzakere yeri değildi. Bu mühim noktayı fark edemeyerek sofrada devlet işleri hallolunuyor! diye günün birinde Atatürke karşı gelenler, ağır mesuliyetlerle etekleri tutuştuğu zaman, o sofraya içinden çıkamadıkları devlet işlerini getirirler ve onları orada Atatürke hallettirerek sofradan ferahlık ve neşe içinde çekilirlerdi...

    Atatürke sofralarında konuşulmayan, konuşulmasına müsaade etmedikleri tek şey, dedikodu mevzuları idi...

    (Atatürkün Hususiyetleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, s. 100)

     

    Hasan Soyak da yukarıda bahsettiğimiz anılarında davet edilen müzisyen ve şarkıcıların uzayan konuşmalar yüzünden sanatlarını icra edemeden gittiği gecelerin olduğundan bahseder.

     

    Bu sofraları zaman zaman şarkılarıyla süsleyenler ise Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Denizkızı Eftelya, Hafız Saadettin Kaynak ve Münir Nurettin Selçuk'tur. Bu ses sanatçılarına Selahattin Pınar, Necati Tokyay, Mesut Cemil, Nubar Tekyay, Vecihe Daryal ve Aleko Bacanos gibi ünlü müzisyenler eşlik ederdi.

     

    Büyük Keyif (Editör)


  2. Keşke daha dikkat etseydi

     

     

    Buraya kadar aktardıklarımızın tamamı içki içen herkese örnek olabilecek, uygulanabildiği oranda rakı sofralarının seviyesini yükseltecek davranışlar. 2002 yılında Gülhane Askeri Tıp Akademisinde görevli Dr. Aytekin Ertuğrul, Dr. Şakir Coşkuner, Prof. Dr. Sait Kapıcıoğlu ve arkadaşları, Atatürkün alkole bağlı sirozdan değil savaşlar sırasında yakalandığı sıtmanın tedavisinde kullanılan ilaçların bir komplikasyonu neticesinde vefat ettiğini ıspatladılar.

     

    Tanıklıklardan Atatürkün bırakın alkolden siroz olmayı, sarhoş olacak kadar bile içmediğini biliyoruz. Fakat yine de Atatürkün, rakı içme konusunda ne yazık ki bir hatası vardı. Yukarıda alıntı yaptığımız eserlerde ve diğerlerinde Atatürkün rakıyı mezesiz içtiği, yanında sadece leblebi yediği de anlatılmaktadır. Sofraya ise yemek yemeden oturup, içki faslı bitene kadar yemek yemediği söyleniyor. Genel olarak da çok yemek yemediğini biliyoruz. Aç karnına içki içmenin karaciğere iyi gelmediği biliniyor. Atatürk rakı içerken aldığı gıdalara da dikkat etseydi karaciğerini daha iyi koruyabilirdi.

     

    (Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)


  3. Kemal, hayat kuru bir kestanedir

     

     

    Samet Ağaoğlunun Babamın Arkadaşları isimli kitabında Atatürkün, Selanikte subayken başından geçen bir olay anlatılır.

     

    İkisinin de parasız oldukları bir gün içkili bir lokantaya gidiyorlar. Yalnız birer rakı ısmarlayabiliyorlar. Meze için paraları yok. Etraftaki masalarda bol bol yeniliyor, içiliyor. Bu sırada içeri bir kuru kestaneci giriyor. Atatürk arkadaşına paran varsa kestane alarak meze yapalım diyor. O ceplerini karıştırıyor, on para buluyor. Aldıkları kestanelerden birisini Atatürk ısırmak istiyor. Fakat kuru meyve o kadar sert ki muvaffak olamıyor ve arkadaşına hayat nedir diye soruyor. Ötekisi yüzünde hazin bir tebessümle, Kemal, hayat şimdi kuru bir kestanedir cevabını veriyor.

     

    Atatürke bu cevabı veren arkadaşı, İttihat ve Terakki döneminin Milli Hatipi Ömer Nacidir. Ömer Naci, İttihat ve Terakki içinde de halk arasında da heyecanı ve gözünü budaktan sakınmayan samimi yurtseverliği ile sevilen bir şahıstı. Atatürk ile olan dostluğu daha Manastırdaki öğrencilik yıllarından başlar. Atatürk'e edebiyatı sevdiren kişi de odur. 1916 yılında İran Azerbaycanında kurduğu milis kuvvetleriyle Rus ve İngiliz birliklerine karşı savaşan Ömer Naci, Kerkükte tifüsten öldü.

     

    Samet Ağaoğlu, bahsettiğimiz kitapta yukarıdaki anıyı aktardıktan sonra şöyle der: Evet, babamın bu arkadaşı için hayat hakikaten bir türlü ısıramadığı bir kuru kestaneden farksız oldu.

     

    Büyük Keyif (Editör)


  4. Atatürkün sevdiği rakılar

     

     

    Konumuza Tekel İdaresinin kuruluş dönemiyle başlamamızın daha doğru olacağına inanıyorum. Çünkü, Tekel İdaresi, geleneksel rakımızın karakteristik özelliklerinin oluşmasını sağlamış, bu kuruluşun üstün çabaları sayesinde bütün özelliklerini koruyarak günümüze kadar gelebilmiştir. Bugün de aynı çabalar Mey İçki Sanayi tarafından büyük bir hassasiyetle sürdürülmektedir.

     

    Tekel İdaresinin kuruluş öyküsüne gelince. 1 Haziran l926 tarihinde yürürlüğe giren, 26 Mart l926 günlü ve 790 sayılı yasanın 30. maddesi ile 22 sayılı Men-i Müskirat Yasası (Alkollü içkileri yasaklayan kanun) tümüyle yürürlükten kaldırılmış oldu. (Bilindiği gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasında her türlü alkollü içki üretimini ve tüketimi yasaklanmıştı.) Böylece, her türlü alkol ve alkollü içkilerin devlet tekeline bırakan bu yasa, Tekel İdaresine iki yıl içinde alkollü içki üretim tesisleri kurma görevini vermişti. 1 Haziran l932 tarihinden itibaren de, değişik alanlara, ayrı ayrı müesseseler halinde faaliyette bulunan İnhisar İdareleri 1980 sayılı yasanın 2. maddesi uyarınca bir Genel Müdürlük altında birleştirildi. İşte, Tekel Genel Müdürlüğünün kısa geçmişi böyle.

     

    O yıllara Alâ ve Aliyülâlâ rakılar imzasını atmıştır. Örneğin, Hususi ve Fevkalâde Hususi rakı âliyülâlâ rakılardır. Ve bunların etiketleri altın varak olup taş baskıdır. O yıllarda rakı şişelerinin ölçüleri 10, 15, 25, 50 ve l00 cl. idi. Küçük hacimli 10 ve 15 cl.lik şişeler daha sonraki yıllarda Sağlık Bakanlığının ısrarlı talepleri üzerine üretimden kaldırıldı. 1955 yılında da standart hacimlerde 35, 50 ve 70 cl.lik şişeler kullanılmaya başlandı. Daha sonraki yıllarda 50 cl.lik şişeler de piyasadan kaldırıldı. Ancak, 5 cl.lik minyatür şişe rakılar devreye sokuldu. Bu arada Âlâ İstanbul Rakısı ve Âlâ Boğaziçi Rakısı rakı tutkunlarının beğenisine sunuldu. Âlâ Boğaziçi Rakısı yaş üzüm suması ve çeşme anasonundan üretiliyordu. Bunları Âlâ Nazilli ve Âlâ Aydın rakıları takip etti. Ulu Önder Atatürkün bu Âlâ ve Aliyülâlâ rakılardan içmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

     

    Tekel Genel Müdürlüğü yasal olarak yapılanmaya başladığı yıllarda, Hikmet Feridun Es, Bir Şişenin Tarihi başlıklı ilginç yazısında dönemin Hanım, Keyif, Baküs, Dem ve Âlem rakılarından bahsetmiştir. O dönemin rakılarından biri Ruh ve diğeri de Jale rakısıdır. Dönemin diğer kaliteli rakıları ise, Stafilina (düz etiket), Stafilina (horoz amblemli), Bahçe, Üzüm Kızı, Harika, Ankara, Memur, Bilecik ve Dimitrikopulo rakılarıdır. Bu rakıların hepsi özel sektör tarafından üretilir.

     

    O dönemde kaliteli rakı üretimi için çekirdeksiz kuru üzüm ve Çeşmede yetiştirilen anason tercihen kullanılıyordu. Özel sektör rakı üreticileri daha sonraki yıllarda ürettikleri rakının sumasını yasa gereği Tekel Genel Müdürlüğünden almaya başladılar. O dönemde Tekel Genel Müdürlüğü yasaların verdiği yetki çerçevesinden özel rakı imalathanelerinin ürünlerini üretiminden tüketimine (satışına) kadar denetlemeye başlamış, bu sıkı denetim sayesinde geleneksel rakımızın karakteristik yapısı ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yıllarda da geleneksel içkimiz Avrupa Konseyi Yüksek Alkollü İçkiler Komitesi tarafından Türk Rakısı olarak tescil edilmiştir.

     

    Yukarıda sözünü ettiğim rakılardan Bilecik ve Dimitrikopulo rakıları Atatürkün en sevdiği rakılardan ikisidir. Pek tabii ki bir üçüncüsü de Atatürke maledilen Efsanevi etiketli Kulüp Rakısıdır. İçki kültürümüzde büyük değişim ve gelişimler yaşanmış olmasına rağmen, Kulüp Rakısının etiketinde hiçbir değişim olmamıştır. Olmamalıdır da İki kişi vardır efsanevi etikette. Bu iki kişi kim olabilirdi ki? Ayrıca, Ulu Önder Atatürk dahil, kimlere benzetilmedi ki? Tekel Genel Müdürlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Ekber Yeşilyurt, 1980li yılların başlarında efsanevi ekiteki çizen (grafik sanatımızın piri ) İhap Hulusi Hocaya saygı ziyaretine gidiyor. Sohbet sohbeti açıyor, sohbet gönülleri açıyor ve sıra geliyor efsanevi etikete. Lebonun (bugünkü Markizin) her akşamki müdavimlerinden biri olan İhap Hulusi, Ahmet Haşim, Mithat Cemal, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, Yusuf Ziya Ortaç ile rakılarını yudumlarken, o doyumsuz anı bir tablo ile ölümsüzleştirmek istemiş. İhap Hulusinin dile getirdiklerine göre, resimdekilerden biri İhap Hulusi, diğeri ise, devrin önde gelen edebiyatçı ve şahsiyetleriyle çok iyi diyaloğu olan, şair ve fikir adamı Fazıl Ahmet Aytaç beydir. Ancak, bu açıklamaya rağmen bugün hâlâ efsanevi etiketteki kişilerin kim olduğu merak ediliyor.

     

    Atatürkün hizmetkârı Cemal Granda, Atatürkün sevdiği rakıyı bir ifadesinde şöyle dile getirir. Atatürk o gece çok neşeliydi. Boğaz dönüşü Marmarada ikinci bir gezinti daha yapıldı. Sabaha kadar içildi. Hepsini hesaplamıştım; üç şişe bira ve yarım kilo (50 cl.) Dimitrikopulo rakısı (üç kadeh de fazlası vardı). İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu kadardı.

     

    Atatürkün sevdiği bir diğer rakı olan Bilecik rakısı altın madalyalı bir rakıdır. 1930lu yıllarda Fransada düzenlenen bir içki yarışmasında almıştır altın madalyasını ve 80Xl00 berat diplomasını. O yıllarda Cumhuriyet Almanağının birinde yer alan Bilecik Rakısının, Medhüsenasına lüzum görülmeyen (Övgüye gerek duyulmayan), Fevkalâde Bilecik Rakısı ilanı oldukça iddialıdır. Ayrıca, Mideyi bozmaz! Başı ağrıtmaz! Susatmaz! Halis üzümden çekilmiş ve uzun müddet dinlendirilmiş, rakıları en iyisi Bilecik Rakısıdır ilanı ise, oldukça ilginçtir. Bilecik rakısının imalathanesi Galata Mumhane Caddesi 67 numarada bulunuyor. Adı, aile Bilecikli olduğu için Bilecik Rakısı. Üreticisi ise, İstepan Berberyan. İstepan bey her sabah imalathaneye gelir, imbiklerin içini beyaz bir mendille silermiş, en ufak bir toza, pisliğe tahammülü yokmuş. O kadar işine titiz biriymiş yani.

     

    Ulu Önder Atatürkün sevdiği rakılar hakkında dile getirebileceğim bilgiler bunlar. Pek tabii ki sadece bunlarla sınırlı değil

     

    Vefa Zat (Eskilerden)


  5. Paşadan gizli rakı yerine su içince...

     

     

    Çankaya Köşkü'nde hemen her akşam kurulan sofra devletin idare salonu gibiydi. Şükrü Saraçoğlu ile Gazi'nin arasında epey mesafe vardı. Bu mesafe ilginç bir durumu da gizliyordu. Şükrü'nün gençliğinden beri içkiyle arası yoktu. Ama Gazi'nin sofrasında itiraz etmenin imkânı yoktu. Mustafa Kemal, muhakkak içki teklif ediyordu. Şükrü bu duruma pratik bir çözüm bulmuştu. Garsonlara rakı yerine her iki bardağına da su koymasını istemişti. Böylece sek rakı niyetine suyu yudumluyordu. Gazi durumun farkında değildi. Şükrü de bu durumdan rahatlayarak, suyu rakı niyetine bardak bardak devirmeye başladı. Ne zaman sonra Gazi'nin seslenmesiyle sofradaki herkes başını Şükrü'ye çevirdi.

     

    - Saraç saat kaça geldi? Şükrü bu soruya şaşırmıştı. Saatine bakıp cevap verdi.

    - On biri çeyrek geçiyor paşam.

    - Peki beni atlatma saati geldi mi dersin?

     

    Şükrü başına geleni anlamıştı. Gazi bu küçük hilenin farkına varmış kendine özgü üslubuyla Şükrü'ye laf atıyordu. Şükrü hemen bulunduğu yerden kalkarak Gazi'nin yanına geldi. Garsonların getirdiği bir sandalyeyle yanına oturdu. Muzip bir çocuk gibi yüzünde hafif bir gülümsemeyle;

     

    - Afederseniz paşam, dedi.

     

    Gazi kolundaki saati çıkarmaya başladı. Oldukça pahalı olan Vaşara Konstantin marka saatini kolundan çıkarıp Şükrü'ye doğru uzattı.

     

    - Al tak bakalım. Bundan böyle beni atlatma saatini kaçırmazsın!...

     

    Şükrü iyice şaşkındı. Saati heyecanla koluna taktı. Mustafa Kemal Paşa bir yandan gözünün ucuyla ona bakarken bir yandan da kahkahalarla gülmemek için kendini zor tutuyordu.

     

    - Evet şimdi sen de vaziyeti telafi et bakalım. Garsona işaret etti.

    - Saraç'a bir rakı doldur çocuk.

     

    Gürkan Hacir, "Efe Başvekil, Şükrü Saraçoğlu'nun Romanı"


  6. Atatürkün bir akşam sefası...

     

     

    İngiltere Kralı Edwardın ülkemizi ziyareti sırasında, İstanbula geldiği zaman, Ulu Önder Atatürk kendisini ve refakatında bulunan Bayan Simpsonu protokol dışı olarak Florya Deniz Köşküne davet etmişti. Ziyafet masasında İngilterenin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Lorainenin yanı sıra, Ulu Önderimizin sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy da bulunuyordu. Ziyafet başlamış, viskiler ikram edilmiş ve gayet dostane ve samimi konuşmalara geçilmişti. Bu samimi konuşmalar sırasında İngiltere Kralı: Zannedersem Türkiyede daha ziyade rakı içiliyor, benim için itiyadınızı bozmasaydınız. Ben de rakı içerdim diyor. Ulu Önderimiz hafifçe gülümseyerek: Doğrudur, bizde daha çok rakı içilir, fakat ben ve gerekse huzurunuzda bulunan yakın ve eski arkadaşım Ali Fuat Paşa, daha okul sıralarında iken muhtelif vesilelerle viski içmiş ve zamanla buna alışmıştık karşılığını verir.

     

    Atatürkün farklı bir yönü olan viski içme alışkanlığına gelince: Ali Fuat Cebesoy, Ulu Önder Atatürkle birlikte Harp Akademisinin üçüncü sınıfındayken, 1904 yılı Ağustos ayının sıcak bir akşamında şöyle bir ayaküstü Taksim bahçesine uğrarlar. Bahçenin orta bölümündeki sahnede bir Macar orkestrası nefis bir vals çalmaktadır. Bahçe oldukça kalabalıktır. Bu güzel ve zevkli manzaradan etkilenip oturup felekten bir gece çalmaya karar verirler. Ancak, o dönemde padişahın subaylara ve öğrencilere içki yasağı iradesi vardır. Ayrıca, daha önce Con Paşanın lokantasına uğramış, birkaç kadeh viski içmişlerdir. Bu nedenle aynı içkiye devam etmek isterler. Emellerine ulaşmak için garsonun eline bir miktar bahşiş sıkıştırarak limonata bardaklarına viski-soda koydurup limonata kamışlarıyla içmeye başlarlar. Keyiflerine diyecek yoktur artık. Ancak bir süre sonra zamanın azılı hafiyelerinden Fehim Paşa da gazinoya çıkagelir. Yanında okul nazırı Ali Rıza Paşa ve zorlu hafiye Albay Gani Bey de vardır. Bu, Ali Fuat Cebesoy ve Mustafa Kemal için büyük bir talihsizliktir. İstanbulu titreten, birçok ocakları söndürmüş, rezaletleri ayyuka çıkmış Fehim Paşanın şerrine uğrama endişesine kapılırlar. Onlar masalarına oturduktan sonra, Ali Rıza Paşa kendilerini masalarına davet edince büsbütün paniğe kapılırlar. Ancak sonuç düşündükleri gibi çıkmaz. Ali Rıza Paşa, Cebesoyun babasından övgü ile söz eder ve onları masalarına oturtur. Bu arada Fehim Paşa, Siz ne içiyorsanız bize de ondan getirtin der. Endişeleri tekrar canlanır. Bu, bir suçüstü tuzağı olabilir. Ancak kafa dengi arkadaşlar garsona lazım gelen talimatı verir, limonatalı viskiler kamışla birlikte servis edilir. Fehim Paşanın ilk yudumu aldıktan sonra gözleri parlar, memnun kaldığı her halinden anlaşılır. Ayrıca, bu hileli yolu da çok beğenmiştir. Ardından peşpeşe viskiler gelmeye başlar. Okulda yoklama saati yaklaştığı için izin isterler paşalardan. Ali Rıza Paşa, Olmaz, merak etmeyin, benimle beraber olduğunuza dair size kağıt veririm der. Bu arada Ali Rıza Paşa, Fehim Paşanın kulağına bir fısıldadıktan sonra, Haydi çocuklar şimdi bizi Kristal Palasa götürün der.

     

    Kristal Palas, 1861de Edouard Salla tarafından balo salonu olarak yaptırılmıştır. Tamamen camla kaplı olan salon, havagazı lambalarıyla aydınlatılır. Adını mekânın iç mimarisinde kullanılan cam ve aynalardan alır. Salonun sağında bir dans salonu, ayrıca büfe, sigara salonu, oyun salonları bulunmaktadır. Buradan bir geçitle büyük salona çıkılır.

     

    Akademi öğrencisi iki kafadar, Kristal Palastan pek hoşlanırlar. Zevkle döşenmiş büyük bir salon, lüks, konfor, müzik ve varyete... Hasılı her şey mükemmeldir. Halinden oldukça memnun olduğu belli olan Fehim Paşa, Haydi çocuklar içeriye gidin, şef garsona söyleyin, Taksim bahçesinde içtiğimiz şerbetten getirsinler. Ama daha sert olsun der. Bu arada Ali Fuat Cebesoy, Bahçede içtiğimiz içkinin adını bilmedikleri için bizi buraya getirmişler der içinden. Burada gece yarısına kadar yenilip içilir ve sonra Ali Rıza Paşanın verdiği bir kartla Akademi kapısından girerler. İçeriye girerken de yaşadıkları hoş ve eğlenceli gece hakkında espriler yaparlar, gülüşürler birbirlerine.

     

    Sözü geçen Con Paşanın lokantasına gelince... Rakı tiryakisi olmasına rağmen, Atatürkün viski alışkanlığı da vardı. Atatürk, Con Paşanın lokantasında alışmıştı viskiye. Tipik bir İngiliz lokantasıdır burası. Daha önceleri Deniz Yolları müdürlüğü yapmış olan Con Paşa, aslen Ermenidir. Tünelin Galata kapısından çıkıldıktan sonra köprü yönüne giderken sol köşesindeki üç katlı binanın ikinci katındadır mekân. Binanın ürünlerinin satıldığı bir bakkaliye dükkânı vardır. Bakkal dükkânının içindeki merdivenlerden çıkılır lokantaya. Burada sadece öğlen yemeği servisi yapılır, içki olarak da yalnızca viski soda verilir. Con Paşanın mekânı tanınmış bir yer olmadığı için kimsenin dikkatini çekmez, inzibatlar hiç uğramaz. Bu nedenle huzurlu ve sakin bir yerdir. Atatürk Harp Akademisinde iken izinli olduğu günler genellikle buraya gelir, burada İngiliz sodası ile İskoç viskisi içerdi. Hasılı, daha akademi yıllarında iken, Con Paşanın bu şirin mekânında viski alışkanlığı edinmişti.

     

    Söze, Atatürkle başlamanın o anlamlı coşkusunu yaşadım doya doya, umarım siz de keyfi almışsınızdır.

     

    Vefa Zat (Eskilerden)


  7. Atatürkün Muhteşem Sabrı

     

     

    Yüce Önder Atatürkün aslında rakı tiryakisi olmasına rağmen zaman zaman diğer içkileri de tercih etmesi, bir bakıma çağdaş eğlence tarzını benimsemesinden kaynaklanır. Zaten bu nedenle Cumhuriyetin ilanıyla birlikte çağdaş yaşam ve eğlence tarzlarının temelleri atılır. Böylece eğlence hayatında yeniden yapılanma, eğlence yerlerinin bazılarında da kimlik değişimi yaşanmaya başlar.

     

    Aşağıda dile getirilenler buna güzel bir örnek teşkil edebilir.

     

    1926 ile 1932 yılları arasında İstanbul yüksek sosyetesinin en beğendiği çağdaş gece kulüplerinden biri de, hiç kuşkusuz ki Madam Veraın eşi ile birlikte işlettiği Rose Nuar adlı gece kulübüydü. Madam Vera çok çekici ve insanlarla kolay dostluk kurmasını bilen şuh bir kadındı. Kendisi Mütareke yıllarında İstanbula sığınan Beyaz Ruslardan biriydi. Rusyadan gelenlerin çoğu bir süre sonra başka ülkelere göç ettikleri halde, Vera İstanbuldan ayrılmamış, kurduğu gece kulübünü yaşatabilmek için büyük bir mücadeleye girmişti.

     

    Atatürk, zaman zaman yakın arkadaşlarıyla birlikte Madam Veranın kulübüne uğrar, müzik ve varyete eşliğinde rakısını yudumlardı. Bir seferinde Madam Veranın işlerinin iyi gitmediğini öğrenir. Sebebi mekânın küçük olması ve sahne masraflarının da oldukça yüklü olmasıdır. Kulübü yaşatabilmek için krediye, yardıma ihtiyacı vardır. Atatürk, Madam Verayı masasına davet eder ve dertlerini dinler. Madam Vera sözünü tamamladığı zaman, Niçin bankaya başvurmuyorsunuz diye sorar. O da, Başvurdum Gazi Hazretleri, fakat bizim işimizi bankalar hafife alıyor ve kredi açmak istemiyorlar. Oysaki bize verilecek kredinin geniş bir karşılığı var. Ama nazlanıyorlar der. Atatürk bir kâğıt kalem ister ve İş Bankasına bir not yazarak söz konusu kulübe on beş bin liralık kredi açılmasını buyurur.

     

    Atatürkün çağdaş eğlence tarzının ülkemizde yaygınlaşabilmesi için ne kadar istekli ve kararlı olduğu Madam Veraya gösterdiği bu yakın ilgiden kolayca anlaşılır.

     

    Kendisinin muhteşem sabrına gelince.

     

    Atatürk çağdaş eğlence tarzını severdi ama, içki sofrasında fazla konuşulmasını pek sevmezdi. Masasına da çok özel insanları davet ederdi. Bunları söyleyen zatı, 1980li yılların başlarında Pera Palasın efsanevi Orient barında tanıdım. Söz konusu barın yöneticisiydim o günlerde. Mümtaz konuğum 80 yaşını aşkın tonton bir ihtiyardı ve Pera Palasın en kıdemli müdavimlerinden biriydi. Aynı zamanda da kendisi çok münevver bir rakı tiryakisiydi. Hemen her akşam bara gelir, genellikle de Atatürkle ilgili konuları seçerdi hep.

     

    Onun anlattığı ve hiç unutamadığım bir olayı sizlerle paylaşmak isterim.

     

    Pera Palasın balo salonunda büyük bir kuruluşun yıldönümü daveti vardır. Atatürk, şeref misafiri olarak kendisine ayrılan yerde otururken, rakısını da sakince yudumlamaktadır. Ancak, hemen yan tarafında oturan kuruluşun genel müdürü, sürekli olarak Ben başkan olarak kısa vadede şöyle projeleri hayata geçireceğim, orta ve uzun vadede de böyle projeleri uygulamaya koyacağım. Ben başkan olarak kuruluşumuzu ilk on yılda şuralara, ikinci on yılda buralara getireceğim. Ben başkan olarak der durur. Atatürk çok sıkılmıştır ama sabırla dinler başkanı. Bu arada şef garson gelerek elinde değişik türde balıkların bulunduğu fayansla masaya yaklaşır ve Atatürke, Efendim, size hangi balığı hazırlamamı istersiniz? diye sorar. Atatürk, balık fayansını yaklaştırmasını söyler şef garsona ve fayanstaki balıklardan birinin kuyruğunu tutup koklar. Bunu gören başkan, Efendim, balık kokarsa baştan kokar, siz kuyruğunu kokluyorsunuz der. Atatürk gayet sakince, Efendi, ben sayenizde her şeyin baştan koktuğunu öğrenmiş bulunuyorum. Onun için de bu kokuşmuşluğun kuyruğa kadar sirayet edip etmediğini kontrol ediyorum der. Daha sonra da sertçe, Teminden beri sözünü ettiğiniz o kısa, orta ve uzun vadedeki işletme projelerinizi yarın sabah saat dokuzda masamın üzerinde görmek istiyorum der ve şef garsona balık siparişini verir. Böylece, başkan gecenin sonuna kadar bir daha Atatürkü rahatsız edemez.

     

    (Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)


  8. İzmir'deki kadar güzel batmaz güneş

     

     

    Şansımız varmış... Birkaç kıta gezdik. Şunu iddiayla söyleyebilirim... Dünyanın hiçbir yerinde İzmir'deki kadar güzel batmaz güneş.

     

    Yine öyle bir vakit...

    Bitmeyen enerji, kavuniçi bir top olmuş, trajik bir yangının küllerinden yeniden doğan şehrin ufuk çizgisinde, körfeze usul usul iniyor.

    Rakının dibine vurma saati...

    Takvimler, 1923'ü gösteriyor.

     

    Adres, numara 248, Kordon...

    Naim Palas... İkinci kat...

    Cumbada oturuyor Mustafa Kemal.

    Sevmez fazla yemeği. Leblebi var yine önünde...

    Garson titriyor. Çünkü çocuk, Rum. Sesleniyor gazi, şefkatli bir ses tonuyla...

     

    -"Vre dimitri" diyor, "Gel bakayım."

     

    Çocuk,

     

    -"Buyur pasam" diyor, ş' lere dili dönmeyen, kırık dökük Türkçesi'yle.

     

    -"Sizin Kosti" diyor... İşgal sırasında İzmir'e gelen Yunan kralı Konstantin'i kastederek... Sizin Kosti, geldi mi buraya?

     

    -Geldi pasam...

     

    -Oturdu mu bu masaya?

     

    -Oturdu pasam.

     

    -Güneş batarken rakı içti mi?

     

    -İçmedi pasam.

     

    -E o zaman sormadın mı çocuk, ne halt etmeye almış İzmir'i?

     

    İşte böyle batar güneş orada...

     

    Yılmaz Özdil, Sabah Gazetesi, 09.09.2006

     

     

    Ata'nın sofrasında kurallar

     

     

    Rakının hayal dünyasını hareketlendirdiğini iyi bilen Mustafa Kemalin, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadelenin ağır disiplin ve gerçekçilik gerektiren şartlarında içkiden uzak durduğu yakın çevresinin defalarca zikrettiği bir konudur. Atatürk hakkındaki eserlerde bu dönemde içki içildiğine dair bir veriye rastlayamıyoruz. Ancak Kurtuluş Savaşının bitişinde, İzmirin kurtuluşundan sonra Atatürkün rakı içtiğini görüyoruz.

     

    Falih Rıfkı Atayın aktardığına göre Başkumandan Atatürk, yanında subaylar olmadan, tek başına şehri gezmeye çıkmış. Devrin ünlü oteli Kramere gitmiş. Otelin lokantası bir hayli kalabalıkmış. Garsonlar tek başına gördükleri Mustafa Kemali başta tanıyamamışlar ve yer olmadığını söylemişler. Sonra içeridekilerden biri tanıyınca, ortalığı bir telaş alıyor ve hemen Atatürke yer buluyorlar. Atatürk rakısını söylüyor. Sonra yanındaki şefe soruyor:

    - Kral Konstantin, bu otele gelip rakı içti mi?

    - Hayır Paşa efendimiz.

    - Öyleyse İzmiri niye almak istemiş ki?

     

    Görüleceği gibi rakı Atatürkün gözünde de kendi başına bir güzellik değil, bulunduğu mekanı da güzel kılan bir içkidir.

     

    (Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)


  9. Ata'nın son rakısı

     

    İlk gençliğimizi yaşadığımız Haliç Fener'i Vodina Caddesi'nin bizim için önemli yeri vardır. Nüfus kaydımızın burada olmasının yanı sıra pek çok acı-tatlı anımız buradandır. Evimizin otuz metre sağında Tenekeci Şahin Tecim'in dükkânı vardı. Bisikletçi Mehmet Ağabey ile birlikte aynı yerde çalışırlardı. Usta, soba ve boru yapımında uzmandı. Sanatkârdı. Atatürk'le ilgili anlattıklarını yıllar sonra buraya almak istiyoruz:

     

    Mustafa Kemal Paşa hasta. Hayatı Dolmabahçe Sarayı ile Savarona arasında geçmekte. O gün arkadaşlarla epey balık tuttuk. Teknede kömür mangalını yaktık. Rakılar dâhil nevale tamamdı. Tercihimizi tekir ve barbunlardan yana kullandık. Meretler piştikçe nefis koku yayıyor. Hafif esinti bunları Boğaz'ın büyük bölümüne taşımakta. Arada demlenip, Kemani Serkis'in bestelerini okuyoruz. Sonra Hacı Arif Bey'den. Böyle devam ederken, bir gambot motoru sesi duyduk. Savarona'dan hareket etti. Durakladık, çünkü üstümüze geliyordu. Mehtabın aydınlatmasıyla Ata'yı fark ettik. Etrafında beş kişi daha vardı. Gelip bize bordoladılar. Paşa, yardımla içinde bulunduğumuz tekneye geçti. 'Hayırlı akşamlar'dan sonra, şişe ve kadehleri gördü. 'Bana da doldurun bakalım' deyince, içlerinden biri 'Aman efendim' diye itiraz etti. Adama öyle baktı ki, neredeyse denize atlayıp, kaçacaktı. Gazi, önce bir tek attı. Ardından, hiç ayıklamadan üç tane tekiri yedi. Sonra geldiği gambota yöneldi. Tam ona geçtiği sırada arkasına dönüp seslendi; 'Afiyet olsun, tekire bayıldım'. O, saraya ulaştı ama şaşkınlığımız devam etmekte. Belki de Büyük Lider, son rakısını bizimle içmişti. Kısa süre sonra koma, vefat haberleri geldi.

     

    Burhan Ayeri / Akşam gazetesindeki 10 Kasım yazısından alıntıdır.


  10. Atatürk ve Neyzen Tevfik

     

     

     

    Atatürk Neyzen'in ününü duymuş olacak ki, çağırtmış köşküne sohbet etmişler, uzun uzun aşkla üflemiş Neyzen.. Ardından sormuş Atatürk..

     

    - Senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?

    Neyzen düşünüyor, içkinin hududu olmaz.

    - Ne kadar içersiniz ?

    - İki tane kiloluk rakı içerim.

    Ata kelimelere basa basa şu sözleri söylemiştir, Neyzen'in gözünü korkutmak istemiştir.

    - Nasıl içersiniz ?

    - Canım ne isterse; susuz, mezesiz.

    Neyzen:

    - Ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.

    Neyzen'in arzusu ile ortaya kocaman bir emaye kase geliyor, iki kiloluk rakıyı neyzen kaseye boşaltıyor. Başını sokup lıkır lıkır içecek zannediyorlar. Fakat Neyzen'in isteği daha bitmemiştir, bir somun ekmek ve irice bir kaşık geliyor. Neyzen ekmeği lokma lokma koparıp kasedeki rakının içine bastırıyo. Lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık yanaşıyor.

    Yine anlatılanlara göre, Ata:

    - Pes, pes, diye bağırarak ayağa fırlamış ve elleriyle yüzünü kapamış, ayrılırken de saygılarını sunmuştur. Yine rivayete göre Ata öldükten sonra Neyzen, evinden haftalarca çıkmamış..

     

    (Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)


  11. Atatürk ve Rakı Dosyası

     

     

    Atatürkü tanımayan bir rakısever olmadığı için hakkında biyografik ve tarihi bilgi sunmayacağız. Bunun yerine Büyük Atatürkün, rakıyla ilişkisinden; alkol kullanan her medeni insana örnek teşkil eden sofrasından ve o sofrada nasıl rakı içildiğinden bahsedeceğiz. Atatürkün rakı içtiğini bilmeyen yok. Ölüm yıldönümlerinde, vaktinde ziyaret ettiği meyhanede (Cumhuriyet Meyhanesi) rakısı, leblebisi hazır tutularak anılan kaç lider var bu dünyada? Bugün Türkiyede rakının bu kadar saygı görmesinde Atatürkün de rakı içmesinin büyük katkısı vardır. Atatürkün rakıyla tanışması, onu sevmesi-alışması, sofralarını ayrı ayrı inceleyeceğiz.

     

    Büyük Keyif (Editör)

     

     

    Padişahlar gizli içerdi, ben açık içiyorum!

     

    'Moda koyundayız. Sıcak bir yaz akşamı. Sakarya motoruyla bir deniz gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun manzarası Atatürk'ün çok hoşuna gitmişti.

     

    Atatürk bize:

     

    - "Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yeyip içelim. Mehtap da hazır" dedi.

     

    Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki, çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük. Atatürk sarıldığımızı görünce:

     

    - "Karanlığın anlamı kalmadı. Elektrikleri yakın" dedi.

     

    Ortalık ışıyınca beyaz yazlık elbiseleriyle gecenin içinde Atatürk'ün heybetli vücudu, bir heykel parlaklığıyla ortaya çıktı. O an denizin ortasında bir alkış sesi yükseldi. Bizim orada olduğumuzu öğrenen başka sandallar da kafileye katıldılar.

     

    Atatürk, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, sanki kendi konuklarıymış gibi sormaya başladı:

     

    - "Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?"

     

    Sandallardaki kalabalık arasından sesler yükselmeye başladı:

     

    - "Paşam seni isteriz."

     

    Görülecek manzaraydı bu. Atatürk bir ara eliyle beni çağırdı:

     

    - "Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak" dedi.

     

    Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım.

     

    Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:

     

    - "Vatandaşlarım... Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım."

     

    (Atatürk'ün Uşağı Cemal Granda Anlatıyor / Kristal Kitaplar)


  12. Ebû Hüreyre (Radıyallahû anh)'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem): «Lezzetleri yıkıp yok eden ölümü çok zikredin» diye büyurdu.

     

    ...

     

    Bezzâr, Enes (Radıyallahû anh)'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

     

    «Lezzetleri yıkıp yok eden ölümü çok anın. Çünkü ölümü anmak, darda olanı rahatlatır. Rahatlıkta olanı sıkıştırır.»

     

    îbn-i Mâce'nin Ömer (Radıyallahû anh)'dan rivayet ettiğine göre;

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)'den hangi müslümanın daha akıllı, zeki olduğu soruldu. Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem):

     

    «Ölümü en fazla zikreden ve ölümden sonrasına en güzel ha­zırlananlardır akıllılar» diye buyurdu.

     

    Tirmizî, Şeddad bin Evs (Radıyallahû anh)'dan rivayet ettiğine göre, şöyle demiş:

     

    Rasûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem): 

     

    «İyi akıllı kişi nefsine hakim olan, ölümden sonrasına çalışandır. Âciz kişi de, nefsinin hevasına tabi olup (Allah bana şöyle şöyle yaptı) diye iftirada bulunandır» buyurdu.

     

    îbn-i Ebu Dünya, Enes (Radıyallahû Anh)'dan rivayet ettiğine göre:

     

    Resûlullah (Salîallâhû Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: «Ölümü çokça anın. Çünkü ölümü anmak günahları temizler, İnsanın elini dünyadan çeker, zenginken ölümü zikrettiğinizde o zikir, zenginliği hedm eder (azgınlığını indirir). Fakirken ölümü anmanız sizi yaşamaya razı eder.» 

     

    Yine îbn-i Ebu Dünya A'la el-Horasani'den rivayet ettiğine göre, şöyle demiştir:

     

    Resulullsh (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) bir meclîsin yanından geçti, gülmek ortalığı almıştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu: «Meclisinizi lezzetlerin bulandırıcısıyla renklendirin.» Onlar dediler:

     

    -Yâ Kesûlallah nedir o lezzetleri bulandıran?» Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem):

    -Ölüm» diye buyurdu.

     

    Yine İbn-i Ebu Dünya'nun Süfyan (Radıyallahû anh)'dan riva­yet ettiğine göre, şöyle demiştir; 

     

    Bize yaşlı bir adam haber verdi ki Resûlullah (Salîallâhû Aleyhi ve Sellem), bir adama öğüt verip dedi:

     

    Ölümü çokça zikret, kendisinden başka her şeye karşı seni te­selli eder...» 

     

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) sahabelerinden bir gaf­let hali gördüğünde yüksek bir sesle kendilerini uyarıyordu. 

     

    «Ölüm geldi ölüm!. Vazgeçilmez netice! Yâ şekavet, yâ saadet! (ya mutluluk, ya mutsuzluk) diye buyuruyordu.

     

    Beyhakî, el-Vadin bin Ata'dan rivayet ettiğine göre:

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) insanlardan ölüm tasında bir gaflet sezdiğinde, gelir kapı çerçevesini tutar, üç sefer çağırırdı: 

     

    «Ey insanlar, ey müslümanlar, vazgeçilmez sonuç olan ölüm gel­di. Ölüm getireceklerimle geldi. Allahın evliyasına rahat hoş bere­ketli neticeler getirdi. O evliyalar ki, ebed ehlidirler. İstek ve çalış­maları hep ebed içindir... İşte nasıl ki her yolcunun bir gayesi var­dır. (Hayat yarışmasına) katılan her yaşayanın da sonucu Ölümdür. Ya kazanır, ya kaybeder.»

     

    Taberani Ammar (Radıyallahû anh)dan rivayet ettiğin göre şöyle demiştir:

     

    Resûlullah (Salllâhû Aleyhi ve Sellem): «Vaaz edici olarak Ölüm yeter,» diye buyurdu.

     

    Rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)'a şöyle sorulmuş:

     

    «Yâ Resûlallah! Hiç kimse şehidlerle beraber haşrolacak mı?» Resûlullah (Sallaîlâhû Aleyhi ve Sellem) :

     

    «Evet gece ve gündüzünde yirmi sefer ölümü zikreden kişi on­larla beraber haşrolunacak» diye buyurmuştur.

     

    Sudi, 

     

    «O Allah ki, sizi imtihan etsin ve hanginizin daha güzel amelli olduğunu göstersin diye ölüm ve hayatı yarattı»[1] mealindeki âyet-i kerimeyi:

     

    «Hanginizin, ölümü çok zikrettiğini ona en güzel şekilde hazır­landığını ve daha fazla korkup sakındığınızı göstersin diye ölüm hayatı yarattı» şeklinde tefsir etmiştir.

     

    İbn-i Ebu Dünya ve Beyhaki «Şuab-i İman»da aynısını riva etmişlerdir.

     

    îbn-i Sabit (Radıyallahû anh) 'dan rivayet edildiğine göre:

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem'in yanında birisi zik­redilip övüldü. Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem):

     

    «Onun ölümü zikretmesi nasıldı?» diye sordu. «Ondan bu konuda birşey konuşulmadı- dediler. Bunun üzerine «Bildiğiniz gibi değildir» diye bildirdi. 

     

    İbn-i Ebi Dünya ve Bezzâr, Mevsulen (tam bir senedle) benzerini rivayet etmişlerdir.

     

    Taberâni de Sehl bin Said'den benzerini rivayet etmiştir.

     

    Bâzıları demişlerdir ki:

     

    «Kim ölümü çok zikretse, üç şey ona ikram edilir Çabuk tevbe eder. Kalbinde kanaat olur. İbadetinde sevinç ve ferah bulur. Kim ölümü unutsa, üç şey ile cezalandırılır. Tevbeyi erteletir, kafi mik­tara razı olmayı bırakır. İbadetinde tenbellik yapar. Teymi de demiştir:

     

    «İki şey benden dünya lezzetini kesiyorlar: Ölümü ve Allah'ın huzurunda durmayı zikretmek...»

     

    îbn-i Ebu Dünya bunu rivayet etmiştir.

     

    Bâzıları da, «Dünyadan nasibini unutma» [2] mealindeki âyet-i

     

    kerimede, nasibi kefen diye tefsir etmişler; (onlarca) ayet-i kerime evveline bitişik olan bir vaazdır-. Âyetin evveli:

     

    «Allah'ın sana verdiği şeyler için Âhireti iste» [3] mealindedir. Mânâsı da şöyle olur: Yani dünyadan Allah'ın sana verdiği şeyler ile Cenneti iste, o şeyleri ona kavuşturacak şekilde kullan ve unutma ki, nasibin olan kefenden başka bütün malını bırakacaksın, sil ki şair demiş:

     

    Ömür boyunca biriktirdiğinden nasibin sarılacağın iki örtü bir de mumyan..

     

    Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre (Radıyallahû anh)'dan rivayet ettiği­ne göre; 

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)'e bir adam geldi dedi:

     

    «Ya Resûlallah, neden ölümü sevemiyorum. Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) :

     

    Malın var mı? buyurdu.

     

    Evet, dedi.

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) :

     

    Öyle ise önce onları gönder. Allah için onları burada harcayarak seninle olmasını temin et. Sonra sen oraya gitmeyi isteyecek, ölümü seveceksin. Çünkü kişi malını sever, ondan ayrılmak istemez. Sevdiğini önce gönderirsen sende arkasından gitme hissine girer, ölümü seversin.

     

    ...

     

     

     

    Rebiî b. Enes'ten rivayet edildiğine göre şöyle demiştir

     

    Resûlullah Sallallâhû Aleyhi ve Sellem : «Dünyadan insanın elini çektiren1 ve ona Ahireti sevdiren olarak ölüm yeter,» buyurdu... 

     

    Taberâni, Tarık el-Muharibi (Radıyallahû anh)'dan rivayet etti­ğine göre, şöyle demiştir:

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) bana: «Ölüm gelmeden önce ölüme hazırlan» buyurdu.

     

    îbn-i Ebi Şeybe, Avn bin Abdullah (Radıyallahû anh)'dan rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir:

     

    «Yarını ecelinden saymayan kuldan başka kimse ölümü tam yerine koymamıştır. Çünkü güne başlayan çok kişi var ki o günü bitiremiyor. Ve yarım uman çok kişi var ki ona yetişmiyor. Sen eğer eceli ve gelişini görseydin emeli ve gururu bırakırdın.» 

     

    Yine İbn Ebi Şeybe, Ebî Hazim'den rivayetine göre, şöyle de­miştir:

     

    «Âhirette seninle beraber olmak istediğin şeye bak. Onu bugün öne al ve bak; orda seninle olmak istemediğin şeyi bırak.»

     

    Yine îbn-i Ebî Şeybe ondan şunu rivayet etmiştir:

     

    «Ondan dolayı ölümü istemediğin her işi bırak. Sonra, öldüğün zaman sana zarar vermez.»

     

    Ebû Nuaym, Ömer îbn-i Abdul-Aziz (Radıyallahû anh)'den rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir:

     

    Kim Ölümü kalbine yaklaştırsa, elîndekini çoğaltır.

     

    Recâ bin Nuh'tan rivayet edildiğine göre, Ömer îbn-i Abdülaziz, ailesinden birine şunları söylemiştir: 

     

    «Bundan sonra, eğer gece gündüz ölümü anmanın değerini bildiysen her fani şeye buğzet ve her baki şeyi sev.«

     

    Mücemmi' et-Teymi'den rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: «Ölümü zikretmek zenginliktir.»

     

    Sümayt (Radıyallahû anh)tan rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: 

     

    «Kim ölümü göz önüne alsa, dünyanın darlığına ve ferahına aldırmaz.» 

     

    Ka'b'dan rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: «Kim ölümü hakkıyla tamsa dünyanın musibet ve gamlar ona kolay gelir.»

     

    îbn-i Ebi Dünya, Hasan'dan rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: «Hiçbir kulun kalbi, 'hiçbir zaman ölümün zikrine devam etmemiş; illa, dünya onun nazarında küçülmüş ve içindeki her ona kolay gelmiş.»

     

    Katade (Radıyallahû anhVdan rivayet edildiğine göre, şöyle mistir:

     

    «Ne mutlu o kimseye ki, Ölüm saatini hatırlar.»

     

    Malik bin Dinar'dan rivayet edildiğine göre Hâkim, şöyle demiş­tir :

     

    «Amel ve ibadette kalbin hayatlanması için ölümü zikretmek yeter.»

     

    Safiyye (Radıyallahû anhâ)'den rivayet edildiğine göre: :

     

    Bir kadın, Âişe (Radıyallahu anhâ)'ye kalbinin katılığından şi­kâyet etmiş. Âişe (Radıyallahû anhâ): 

     

    «Ölümü çok zikret, kalbin yumuşar,» demiş.

     

    Ebî Hazim'den rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: «Ey insanoğlu! Hayır sana ölümden sonra gelir.»

     

    îbn-i Asakir, Ali bin Ebi Talip (Radıyallahû anh)dan rivayet et­tiğine göre, şöyle demiştir: 

     

    «Ölüm amel sandığıdır. Hayır sana ölümden sonra gelir.»

     

    Deylemî, Enes (Radıyallahû anh)den rivayet ettiğine göjre şöy­le demiştir: 

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) :

     

    «Dünyada zühdün en iyisi, ölümü zikretmektir. İbadetin en üs­tünü tefekkürdür. Kim ölümün zikrini çok yüklense kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur.» 

     

    Hz. Ali de (Kerremellah vechehu) şöyle demiştir:

     

    «İnsanlar, uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.»

     

    Hafız Ebu'1-Fadl el-Irakî bu mânâyı şöyle nazmetmiştiit:

     

    «İnsanlar, uykudadır, ölünce (ye kadar), Ölüm uyuklamalarını giderir.»

     

    Tirmizî, Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre:

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) :

     

    Ölüp de pişman olmayan hiç kimse bulunmaz» diye bu:

     

    Dediler:

     

    Ya Resûlallah, nedendir pişmanlığı?

     

    Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem.

     

     

    Eğer, iyi ise, iyiliğini artırmadığından pişman olur. Eğ ise vazgeçmediğinden pişman olur, buyurdu.

    • Like 3

  13. Sual: Ölümü hatırlamanın fazileti nedir? Ölüm nedir, ölümden korkmalı mıdır?

     

    CEVAP

     

    Her müslüman, Cennet ve Cehenneme inanır. Cehennemden kurtulmak, Cennete girmek isteyen akıllı kimsenin ölüme hazır beklemesi gerekir. Çünkü Peygamber efendimiz, (Akıllı kimse, kendisini hesaba çekip ölüm için hazırlanan kimsedir) buyuruyor. Bir şey için hazırlanmak, onu sık sık hatırlamakla olur. Hatırlamak ise, hatırlatıcı şeylere bakmakla, onları yapmakla mümkündür. Genel olarak bütün insanlar ölümden gafildir. Bir âyet-i kerimede, (Hesap görme zamanı yaklaşmasına rağmen, insanlar gaflet içinde, bundan yüz çeviriyorlar) buyuruluyor. (Enbiya 1)

     

    Dünyanın faydasız zevklerine aldanan, ölümden habersiz yaşar. Yanında ölümden bahsedilince, nefret eder. Peygamber efendimiz,(Kim ölümden nefret ederse, Allah da ondan nefret eder) buyuruyor. Allahü teâlâ da, (Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlaka yakalanacaksınız) buyuruyor. (Cuma 8)

     

    Günahlardan kaçıp ibadetlerini yapan kimse, ölümü istemese, ölümden nefret etmiş sayılmaz. Çünkü, o kusurlarını telafi peşindedir. Bir kimseye sevgilisi hemen gel dese, o kimse de, yıkansa, tıraş olsa, yeni elbiseler giymekle, sevgilisine hediyeler almakla meşgul olsa, geciktiği için sevgilisine kavuşmaktan nefret etmiş sayılmaz. Yani ölümden hoşlanmamasında mazurdur. Çünkü ölüm için hazırlık yapmaktadır. 

     

    Ebu Süleyman Darani hazretleri, saliha bir hanıma, (Ölümü sever misin?) dedi. O da (Hayır sevmem) dedi. Sebebini sorunca, (Birisine karşı bir kabahat işlesem, onun yüzüne bakmaya utanırım. Onu görmek istemem. Bu kadar günah içinde iken, günahlardan kurtulmadan, nasıl olur da Allahü teâlânın huzuruna çıkmayı sevebilirim?) dedi.

     

    Arifler ise, ölümü devamlı hatırlar. Çünkü onlar ölüme her zaman hazırdır. Ayrıca onlar bilir ki, ölüm sevgili ile buluşma zamanıdır. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Bu köprüden geçmeyen sevgiliye kavuşamaz. Arifler bunun için ölümü severler. 

     

    Hazret-i Mevlana da Azrail aleyhisselama, (Tez gel, haydi canımı çabuk al, beni Rabbime hemen kavuştur) demiştir. Öyle ya, seven sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarır mı, o günün bir an gelmesini şiddetli şekilde arzu etmez mi? Hatta ölümün gecikmesine canı sıkılır. Bir an önce ona kavuşmaya can atar. 

     

    Hazret-i Huzeyfe ölüm döşeğinde iken, (Dost ani bir baskınla geldi, pişmanlık fayda vermez. Ya Rabbi, yaşamak hakkımda hayırlı ise yaşamamı nasip eyle, ölüm, hakkımda hayırlı ise, ölüm yolunu bana kolaylaştır) diye dua etmiştir. Müslümanlar da böyle dua etmelidir.

     

    Her zaman, iyi ve kötü hallerde de ölümü hatırlamanın fazileti çoktur. Çünkü dünyanın faydasız zevklerine sımsıkı sarılan kimse bile, ölümü ana ana dünyanın kirli işlerinden uzaklaşmaya başlar. Zamanla dünyanın külfeti, ona ağır gelir, zevklerinden hoşlanmaz. Böylece dünyanın faydasız işlerinden soğutan her şey, bir kurtuluş sebebidir. 

     

    Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

    (Ölümü anmak, günahlardan korur.) [İbni Ebiddünya]

     

    (Ölümü anmak sadaka vermek gibi sevaptır.) [Deylemi]

     

    (Ölümü çok hatırlayanın kalbi ihya olur, ölümü de kolaylaşır.)[Deylemi]

     

    (Ölümü çok anmak, insanı dünyadan çeker, günahlardan sıyırır.)[İbni Lâl]

     

    (En akıllınız, ölümü çok hatırlayan, ahiret için azık toplamakta acele edendir. Ölümü çok hatırlayan dünya ve ahiret saadetine kavuşur.) [Taberani]

     

    (Lezzetleri yok eden, ağız tadını bozan, ümitleri kıran ölümü çok anın! Ölümü darlıkta düşünen rahatlar. Bollukta düşünen, lüzumsuz işten, israftan kaçar kanaatkâr olur.) [İ. Hibban]

     

    (Allahtan utanan, ölümü düşünmeden yatmaz, haram lokma yemez, zinadan kaçar, dilini, gözünü ve kulağını haramlardan sakınır, öldükten sonra çürüyeceğini düşünür.) [Taberani] 

     

    (Ölümü anmak, günahlardan korur ve dünyadan [Allahü teâlânın rızasına mani olan her şeyden] alıkoyar.) [İbni Ebiddünya]

     

    (Demir paslandığı gibi, kalbler de günahla paslanır. Kalblerin cilası ölümü çok hatırlamak ve Kur'an-ı kerim okumaktır.)[beyheki]

     

    Ölümü çok anıp günahlardan kaçanın kabri, Cennet bahçesi olur. Ölümü unutup günahlara dalan kimse kabri de Cehennem çukuru olur." (Süfyan-ı Sevri)

     

    Bir zatı çok övdüler. Orada bulunan Resulullah efendimiz, (O kimse ölümü hatırlar mı?) buyurdu. (Ölümden söz ettiğini duymadık) dediler. (Ölümü anmayan değerli olmaz) buyurdu. (İ.Ebiddünya)

     

    Kaynak

    • Like 3

  14. Ve aleyküm selam...

     

    Kıymetli bir hizmet olacak!...

     

    Biz bismillah diyerek ve niyet ederek açılışı yapalım...

     

     

    Sevginin Bittiği Yerde

     

    Ayşe İZCİ

     

    Ne hayallerle evleniyor insan. İdeal bir baba, mükemmel bir kadın olacağını, üstün vasıfları sayesinde baş tacı edileceğini umarak, çoğunlukla da severek-anlaşarak yuvalar kuruluyor. Kısa sürede nikah masasına oturanlar olduğu gibi, yıllarca karşı arkadaşlık(!) ederek birbirini tanıdıktan sonra da evleniliyor. Niyetler güzel, başlangıçlar güzel. Peki ya sonra?...

     

    Mutluluk coşkusu nasıl oluyor da bir huzursuzluk kâbusuna dönüşüyor? Akıl almaz yıpratma senaryoları icad olunuyor, nasıl aile olarak adlandırılan ulvi kavram psikolojik bir savaş ortamında katlediliyor?

     

    Eşler birbirine öyle nâhoş muamelede bulunabiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan günün birinde eşine seni hiç tanıyamamışım diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz, yani mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz !.. Neden?

     

    Bırakın başkalarını, Allah rızası diyerek, Peygamberimiz'in Sünneti diyerek, ibadet niyetiyle kurulan yuvalardan dahi kara dumanlar tütüyor. Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler...

     

    Çocuklar ne olacak?

     

    İster kavga-gürültü devam etsin, ister boşanmayla sonuçlansın, nihayetinde olan çocuklara oluyor. Bir denge kuralı vardır, çocuk düşünür:

     

    Ben annemi seviyorum. (+) Ben babamı seviyorum. (+) Devamında, anne ile babanın arasındaki bağın yada ilişkinin de (+) pozitif yani olumlu olması gerekir. Sözü edilen ilişkinin yönü olumsuz ise bir tutarsızlık vardır.

     

    Anne ile çocuk veya baba ile çocuk arasındaki sorunlar çözülebilir. Ancak, bazı anne-babalar bir çocuk kadar da olsa makul düşünemedikleri için sorunlar çığ gibi çoğalır, gider... Halbuki çocuklar ne kadar çok seviliyordur! Evde herşey yolunda giderken çocuklar baş tacı, ayrılık söz konusu olunca birer ayak bağıdır.

     

    Ayrılık durumunda çocuklar iki şekilde kullanılmaya mahkûmdurlar: Çocuğu hangi taraf aldı ise, en kısa zamanda karşı tarafa nefret duymasını temin etmek. İkincisi, yüreği cız etse de çocukları karşı tarafa terkedip , kendi yoksunluğunu hissettirerek kendi kıymetini bildirmeye çalışmak... Bu iki tavrın dengeli ve sağlıklı bir orta noktasını uygulayabilmek ne yazık ki pek mümkün olmuyor.

     

    Hangisi yetişkin?

     

    Anneler bazen çocuklarına ilişkin sorunları dile getirerek çözüm önerisi bekliyorlar. Okula ilgisizlik, söz dinlememe, başarısızlık, şımarıklık, içe kapanıklık, istenmeyen davranışlar ve benzeri... Sohbet biraz derinlere indiğinde ise, maalesef şu kanaat hasıl oluyor: Çocuklar gerçekten dayanıklılar. Hatta bazen öyle olgun bir tavır takınabiliyorlar ki, adeta bir psikolog gibi anne ya da babalarını dinleyip, anlayış gösterip, onları yönlendirip yuvanın dağılmasını önlemeye çabalıyorlar.

     

    Aslında durum çok basittir. Beş yaşında bir çocuk ne annesinden ayrılmak ister ne de babasından. Kime sözünü dinletebilecekse ona boyun eğer. Anneciğim beni seviyorsan ne olur babamdan ayrılma diye yalvarır.

     

    Ergen olmuş bir evlat, her ikisini de karşısına alıp siz ayrılacaksanız ikinizin de yüzüne bakmam veya beni yok bilin diye haykırabilir. Kendini bilen insanlar için evlatlarından bu tür sözler duymak ne utanç vericidir.

     

    Ve şüphesiz, ve mutlaka karşı taraf suçlu, kendisi masumdur. Farkına varmadan bir karar verirler: Boşanmalıyım. Anam-babam bana sahip çıkar, çocuklarıma onun yokluğunu da hissettirmem. Erkek ise kısa zaamanda ideal eş ve evlilik hayalleri, kadın da bir iş bulup kendi ayakları üzerinde durma, yani bağımsızlığını kazanma fantezileri kurar durur. Süreç artık başlamıştır. Adeta bir bilim adamı gibi ev içinde cereyan eden tüm süreçler, bu tür yargıların desteklenmesi için delil olarak hafızalara kazınır.

     

    Ayrılık gerçekleşip murad hasıl olduğunda(!) ise, ortaya çıkan tablonun insanı mutsuz etmenin çok ötesinde, ciddi ruhi bunalım ve hastalıklar için çok elverişli bir zemin olduğu ve ikinci evliliklere rağmen birinciye ait sorunların kişileri mutsuz etmeye yetip arttığı da tecrübe edilmiş olur. İyi ki kader tesellisi var. Yoksa insanın başını taştan taşa vurası gelir.

     

    Paylaşa paylaşa artan dertler

     

    Tek taraflı da olsa, aile sorunlarına ilişkin görüşmelerde, mesleki manada psikolojik danışma yapılırken şu olgu çok dikkatimi çeker:

     

    Daha ziyade hanımlar, dertler paylaşa paylaşa azalır zihniyetiyle, pek çok arkadaşıyla bu özel mevzularını konuşurlar. Kendi aile efradı da dahil olmak üzere, bazı kişilere dayanırlar, doğru yaptığına dair kuvvetli destek alırlar. Hatta o öyle yapıyorsa sen de böyle yap diye misilleme tavsiyeleri alınır. Yemek tarifi gibi kocaya karşı koyma yöntemleri öğrenilir. Karşı taraf birlikte yargılanır, kesin suçluluğu tescil edilir, onaylanır. Bu arkadaş/sırdaş danışmanlara göre onun hataları incir çekirdeği kadar önemsizdir. Karşıdakinin ise dağlar gibi...

     

    Bu arkadaş-sırdaş-danışman konusu bizde gerçekten sosyal bir yaraya dönüşmeye başlamıştır. Bir anda onlarca tavsiye sıralayıveren bu insanların çok ama çok büyük çoğunluğu eskilerin bilgelik ve ferasetinden yoksun oldukları için kaş yaparken göz çıkarırlar. Dahası, karşısındakinin acısını, dertlerini kendi yarası için pansuman olarak kullanarak rahatlarlar. Yüzleri buruk olsa da içten içe haz duyarlar yani. Kendi yapmak isteyip yapamadıklarını tavsiye ederler. Bu yüzden genellikle sertlik, saldırganlık yanlısıdırlar. Ya da kendilerinin hep hayalini kurdukları her şeyi bir anda değiştirecek büyü gibi gayrimeşru yollara yöneltirler.

     

    Böyle hanımların karşılarına gerçekten onlara yardımcı olabilecek profesyonel bir danışman ya da feraset ehli biri çıkarsa işi gerçekten zordur. Eleştiriye veya hataları ile yüzleştirmeye hafiften başlamalıdır. Yoksa yüzü allak-bullak olur, nihayetinde kendinin anlaşılmadığını düşünerek danışmaktan vaz geçebilir! Bu aşamayı başarılı geçirip, hataların farkına vardırıp, ikna edip, sıra eşi ile ilişkisini yeniden düzenleme önerilerine geldiğinde, aslında sonradan kadının teselli bulma maksadıyla anlatıp, farkına varmadan kendini hapsettiği aşılması güç bir duvar karşısına çıkar. Bu, Başkaları ne der? duvarıdır. Şöyle düşünür: Ben herkese onu öyle kötüledim ki, şimdi geri dönemem. Dönersem aptal olduğumu düşünürler veya onların yüzüne bakamam!

     

    Eşiyle tekrar barışma kararı alan bir hanım şu noktada kilitlenmişti: Bu kararımı babama nasıl söyleyeceğim? Oysa bir babanın böyle bir karara kızması değil, destek olması gerekmez mi? Bir kez daha denemekten ne kaybedilir ki. Atalar boşuna dememişler: İnsan ne çekerse dilinden çeker ..

     

    Karşımıza geçimsizlik kaynağı olarak getirilen sebeplerin içeriğine bakıldığında, çoğunun ne vicdana ne de kitaba uymadığını esefle görürüz. Anlaşmazlık sebebi olarak gösterilen buzdağının ana maddesi, nefsin bir balon gibi şişirilmiş olmasıdır. Enaniyet hissi, benlik duygusu, kendine reva veya layık görülen dünyalık miktarı veya muamele tarzı .. Sahi, biz tasavvufla ilgilenmiyor muyduk?

     

    Arayana bahane çok

     

    Başkalarıyla kendini mukayese etmek, başkaları üzerinden kendi ilişkilerimizi yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağı olabiliyor. Üzerinden yıllar geçse bile bu sebepler aile tarihi içerisinde dipdiri ayakta tutuluyor. Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi - kocanın bir süre işsiz kalması veya çalışma hayatının düzenli olmaması - doğum yaptığında bilezik alınmaması - eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması - emekli olan kocanın evde ona-buna karışarak varlığını hissettirmesi - bazı kocaların ev işlerine yardım etmesi, kendi eşinin kaytarması - çocukların derslerine yardımcı olmama - gezdirmeme - sülaleden herhangi birini eleştirme - tasarrufa zorlama - dilediği eşyaları almasına izin vermeme vs. vs...

     

    Daha buna benzer birçok konu alt alta toplanıp, çıkan sonuca şiddetli geçimsizlik adı veriliyor! Tabii ki çok gezmek, çok tv seyretmek gibi gayrı ciddi olanların yanı sıra, aldatma gibi çok ciddi sebepler de var.

     

    İnsan bazı gerekçeleri duyduğunda, içinden sen tam dayaklıksın! veya seni huzur dürtüyor diye düşünmekten kendini alamıyor.

     

    Sevginin çeşitli maddeler ile sembolleştirilme beklentisi evlilikte muhabbet bağını öylesine örseliyor ki, eşler artık sevilmedikleri kanaatine varıyorlar. Sevgiyi veya aşkı evlilik için ön şart sayanlar, evlendikten kısa süre sonra sevginin tükendiğini hissediyorlar. Neden acaba? Sevenler hep birlikte olmak istemezler mi? İşten izin alıp, okuldan firar edip sevgilisine koşanlar, sevdiğiyle evlenebilmek için ana-babadan geçip ölümü göze alanlar, evlendikten sonra neden geçinemezler? Yoksa sevgi başka bir şey mi? Sevgililer neden önce canan sonra can der de, evlenince bu tabir önce can sonra canana döner? İşte asıl huzursuzluk sebebi budur ..

     

    Sokakta Allah'ın rızası aramak ya da müslüman feminizmi

     

    Temel bir yanlışımız var. İyi bir mümin olmanın ve Rabbimiz'in rızasını kazanmanın yegane yolunun çok çok ibadet ve hizmet-hasenat olduğunu zannediyor ve aile kavramını önemsemiyoruz. Kadınlar, erkekleri abartmanın lüzumu yok, kendilerini ne zannediyorlar? gibi düşüncelerle, güya büyük gayelerin ardına düşüyorlar. Allah'ın rızasını aramak üzere kendilerini dışarı koyverip , çoluk-çocuğu da mallarınız ve evlatlarınız sizleri Allah yolundan alıkoymasın ayet-i kerimesinin -güya- mucibince başlarından defediyorlar.

     

    Nasıl bir dindarlıktır bu? Kocasına, evine, çoluk-çocuğuna hayrı dokunmayan bir kadın kimi kurtaracak? Kocasına itaat etmeyen hanım Allah'a nasıl itaat edecek? Kulun kula secdesi caiz olsaydı, kadınların kocalarına secde etmesini emrederdim hadis-i şerifinin yürürlükten kalkmış olabilir mi? Çok tuhaf, herkes dindar ama herkes başka bir alemde .

     

    Bazı hanelerde ise farklı bir durum sözkonusudur : Eşler -hâşâ- Kirâmen Kâtibîn meleklerinin işine müdahale edercesine birbirlerinin hata ve günahlarının takipçisi olur, eleştiri bombardımanına tutarlar. Bir zaaftır, bir insanlık halidir; önemli bir milli maç günü adam kahveden geç gelmiş, sabah namazına uyanamamış .. Vay, sen misin bunu yapan! Günlerce süren tartışma ve sağa-sola şikayetler ...

     

    Çeşitli dinî yayın organlarının da ima ve ifadeleriyle örtülü bir feminizm akımının bizi etkilediğini kabul etmeliyiz. Şu örnek hiç aklımızdan çıkmaz: Kadın, doğurduğu çocuğu emzirmeye bile mecbur değildir. İsterse, kocası süt anne bulmaya mecburdur. (Gerçi günümüzde süt anne bulma yerine kimyasal mama parası kazanması gerekiyor). El insaf vel merhamet! Hükmü öğreniyoruz ama nerede, hangi şartlarda geçerli olduğunu değil. Bu ve benzeri hükümler, bir yargılama söz konusu olduğunda gerekirse başvurulmak üzere var. Günlük hayatta ise tabiilik ve itaat esas. Eğer öyle idiyse niye her annenin göğsünde süt yaratıldı? Boşa gitsin veya hormon iğneleriyle süt kesilsin diye mi? Bir annenin bebeğiyle emzirme saatlerindeki sevgi alışverişine paha biçilebilir mi? Çocukları sevmek ve hakları olan doğal anne sütü ile beslemek sevap değil mi?

     

    Onların hayatını dolduramıyorsak

     

    Geleneksel kültürümüzde erkek çocuklarımızı kızlardan farklı yetiştiriyoruz. Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini kocalarımızın isteklerinden bile daha çok önemseyip, fedakârca yerine getiriyoruz. Doğal olarak evlendiklerinde de eşlerinden böyle bir tavır umabilirler. Müslüman feminizmine göre onlara aşçılık yapmak zorunda değilmişiz. Fakat insaf edin, sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı koymuyorsak, evden çıktığından bazen haberimiz bile olmuyorsa, anne sofrasını aramayıp ne yapacaklar?

     

    İşten eve döner dönmez, akşama kadar ben ilgilendim, hadi şimdi sıra sende diyerek çocukları gergin ve yorgun bir babanın önüne sürüyorsak ve sonra onu ilgisizlikle suçluyorsak, doğru mu yapıyoruz?

     

    Evde özensiz, sallapati, estetik ve çekicilikten fersah fersah uzak olmaktaki mazeretimiz nedir? Kadın, erkeğin hayatında zerafetin tamamlayıcısıdır. Ne kadar kaba-saba olsa da, her erkek zerafete meftundur, hayrandır. Bunu ondan esirgeyince, doğacak sonuçlardan suçlu olan kimdir? Dindarız ama dinin emrettiğinin zıddını yaparız. Dinimiz, kadın evde süslü-püslü, bakımlı ve zarif; dışarıda ise alabildiğine gösterişsiz olsun diyor. Hem kılık kıyafet olarak, hem de hal ve tavır olarak böyle. Biz ise ısrarla tam tersini yapmaya devam ediyoruz.

     

    Müdahaleci, eleştirici ve yargılayıcı kadınlar ne kadar itici oluyor! Unutmamak gerekir, insanlar evlerinde hatalar yapabilecek kadar özgür olmalılar. Savunma olarak o da sizi eleştirecektir. Evin atmosferi sıcaklığından irtifa kaybetmeye başladığı anda, evdeki itici kadına karşın, dışarıda yapmacık da olsa, her ortamda bolca bulunan çekici kadınlar devreye girer. Sonuçta Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler diyemezsiniz !..

     

    Öyle eksikler var ki...

     

    Siz mümine hanımlar, gerçekten hepiniz birer kristal, birer cevher gibisiniz. Ancak bir kristalin farklı yüzeyleri olur ve tüm yüzeylerinin işlenip parlatılması gerekir. Taat ve ibadet yönünüz pırıl pırıl ışıldıyor. Fakat arınması gereken yönlerimiz, törpülenmesi gereken köşelerimiz var. Nefsimiz üzerinde çalışmamız lazım. İtaat, teslimiyet ve adanmışlık, bizim hem imtihanımız, hem miracımız. Küçük ve basit işler belki bize büyük sınavlar kazandırır. Büyük bir Allah dostu nefsini kırmak için medresenin tuvaletini temizliyorsa ve bunun çok erdemli bir davranış olduğuna inanıyorsak, niye ev işlerimizin, eşimize-çocuğumuza hizmetin de böyle bir niyetle yapılıp ibadet olmasını düşünmeyelim? Sevaplar sokakta mı satılıyor?

     

    Karşı tarafın kendi sorumluluklarını yerine getirmemesi bizi asla alçaltmaz, enayi de sayılmayız. Bilakis Rabbimiz'in rızası niyetiyle sorumluluklarımız ve hatta sorumlu olmadıklarımızı yerine getirmek önce bizi mutlu eder. Siz olumlu ve yumuşak, yani pozitif oldukça, karşı taraf ne kadar sert ve olumsuz olsa da siz onu kendinize çekersiniz! İşte asıl marifet budur. Kadın cazibesi diye bir şey var. Ama gözümüz erkekle erkeklik yarışında ise söyleyecek bir şey yok. Hele de eşimizi ona-buna ispiyonlamak veya mahkeme kapılarında çözülme aramak müslüman bir aile için çözüm sayılamaz.

     

    Sevginin bittiği yerde, daha doğrusu sevgi zannettiğimiz nefsani beklentilerin ve hedeflerin cazibesini kaybettiği noktada gerçek bir sevgi başlar. Fakat bu emek ve özen isteyen bir şeydir. Hüner ister.

     

    Gençlik heyecanlarında kendini hissettiren kul sevgisi, evlilik sürecinde Allah sevgisi veya rızasına doğru bir yöne meyletmeyince, yani zihniyetimiz değişmeyince, aile ortamımız ne bizleri ne de çocuklarımızı mutlu eder. Gençlik çağının coşkulu sevgi ırmağı Allah sevgisi denilen uçsuz bucaksız ummana doğru bir yol bulmalı.

     

    Ve eşler bu yönde birlikte yol almaya çabalamalı. İyi örneklere yönelelim. Her ailenin kendine özgü bir iç ortamı vardır, başkalarıyla kıyaslayarak eşlerimizi yargılamamız hem yanlıştır hem de vebaldir. Bunu yapınca elimize ne geçiyor kızmaktan, üzülmekten başka.

     

    Kocalarınızın kaç şapkası, sizlerin kaçar tane eşarbı var, hiç saydınız mı ?..

     

    (Semerkand Dergisi, 2005 yılı Temmuz sayısı...)

    • Like 1

  15. 24/25 Aralık

     

    Yaptığımız işlerin muhasebesini yapmalıyız. Kendi nefsimizi kandırmayalım. Allah (c.c) kalpleri biliyor. Onun rızası olmayan işte hayır yoktur...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     

    26 Aralık

     

    Halkın giydiği elbiseden giy, onların yediğinden ye, sırrın ile onlardan ayrıl...

     

    Ebû Ali Dekkâk (r.aly)

     

    .....

     

    27 Aralık

     

    Dilini birilerini kötülemekten koruduğun gibi gereksiz yere övmekten de koru...

     

    Mâruf-i Kerhî (k.s.)

     

    ...

     

    28 Aralık

     

    Her şeyin bir helak sebebi vardır. Kalpteki nurun helâkinin sebebi ise tokluktur...

     

    Ebû Süleyman Dârânî (k.s.)

     

    .

     

    29 Aralık

     

    İnsan fakirlikten korktuğu kadar cehennemden korksaydı, cennetlik olurdu...

     

    Yahya bin Muâz (k.s.9

     

    ...

     

    Eğer kulun başına bir bela gelecekse, bunun alameti kalbin Allah Teâlâ'yı anmamaya başlamasıdır. Artık kalp, bundan sonra, gaflete dalar...

     

    Hâris el-Muhâsibî (k.s.)

     

    .....

     

    31 Aralık

     

    Niyet olmazsa amel olmaz. Her ne iş yaparsanız yapın niyetiniz Allah (c.c) rızası olsun...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......


  16. 15 Aralık

     

    Ahlâk, Allah Teâlâ'nın sana ihsân ettiklerini büyük, senin O'nun rızası için yaptıklarını küçük görmendir...

     

    Ebû Muhammed Râzî (k.s.)

     

    .......

     

    16 Aralık

     

    Kötü arkadaşları terketmek istersen, ilk önce kendindeki kötü ahlâkı bırak. Nefsin, sana herkesten daha yakındır. En yakına emr-i maruf yapmak daha önce gelir...

     

    İbn Zuğdan (k.s.)

     

    .....

     

    17/18 Aralık

     

    Takva, noksan ve fazla yapmadan dinin belirlediği sınırlarda durmaktır...

     

    Ebû Osman-ı Mağribî (k.s.)

     

    ...

     

    19 Aralık

     

    Harama düşerim korkusuyla mubahların çoğunu terketmek, ahiret arzusunun anahtarıdır...

     

    Muhammed bin Aliyyan (k.s.)

     

    .

     

    20 Aralık

     

    Her şeyin bir alameti vardır; ilâhî yardımdan mahrum kalmanın alameti, ağlamayı terketmektir...

     

    Ebû Süleyman Dârânî (k.s.)

     

    ...

     

    21 Aralık

     

    Riya, kibir, haset, gurur gibi şeyler ameli yakar...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    22 Aralık

     

    Kalplerin en katısı, ilimle katılaşan kalptir. İlimle katılaşan bir kalbin alameti, bu kalbin tedbir ve çarelere bel bağlaması ve kendi tedbirini bir türlü Mevlâ'ya teslim edememesidir. Hak Teâlâ, bir kimsenin tedbirini o kimseye havale ederse, onu hem bu dünyada hem de öbür dünyada cehenneme atmış olur...

     

    Sehl bin Abdullah Tüsterî (k.s.)

     

    .......


  17. 07 Aralık

     

    Allah Teâlâ'nın katında, şirkin dışında en büyük günahlardan biri, insanlarla alay etmektir...

     

    Vehb bin Münebbih (k.s.)

     

    .......

     

    08 Aralık

     

    Aklın zahiri sevgili Peygamberimize tam tabi olmaktır. Aklın bâtını, halini gizlemek ve aklın aslı ise, sükût etmektir...

     

    Yusuf bin Hüseyin Râzî (k.s.)

     

    .....

     

    09 Aralık

     

    Kalan ömründe Allah Teâlâ'ya karşı yaptığı isyanlara, kaçırdığı ibadet ve taatlere ağlamak, akıllı kimseye düşer. Fakat ömrünün geri kalan kısmını günahlar içinde geçiren akılsız kimseye, ağlamak düşer...

     

    Ebû Süleyman Dârânî (k.s.)

     

    ...

     

    10/11 Aralık

     

    Vücut Allah (c.c) demeye başladı mı artık yatarken, otururken, ayaktayken, konuşurken, her halde Allah'ın razı olup olmadığını düşünürsün. Allah'ı sürekli düşünmek: İşte evliyalık budur...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .

     

    12 Aralık

     

    Bu yol, Peygamber Efendimiz'in yoludur. Bu yol sâdât-ı kirâmın yoludur...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    13 Aralık

     

    Kim bir ahlâkı kırk gün uygularsa, Allah o ahlâkı kulun bir tabiatı haline getirir. (Kul artık onu devam ettirir)...

     

    Vehb bin Münebbih (k.s.)

     

    .....

     

    14 Aralık

     

    Kız evlatlar, anne-babası için hayır ve hasenâttırlar. Oğlanlar ise nimettirler. Hasenat sahibi olanlar sevap kazanır. Nimetlerden ise hesaba çekilir, suâl sorulur...

     

    İmam-ı Cafer-i Sadık (k.s.)

     

    .......


  18. 29 Kasım

     

    Bir kimse seyyidleri ve âlimleri severse, o kimse çok günahkar bile olsa, Allah Teâlâ o kimseye pek çok ihsanlarda bulunur...

     

    Muhammed bin Hanefiyye (k.s.)

     

    .......

     

    30 Kasım

     

    Bir kimse (evliya) âlimler ile oturup, onların bildiği bir şeye muhalefet etse, Allah Teâlâ o kimsenin kalbinden iman nurunu alır...

     

    Rüveym (k.s.)

     

    .....

     

    01 Aralık

     

    Hakiki âlim, suâli cevaplandırırken, kıyamette, bu cevâbı nereden buldun? diye sorulacağından korkan kimsedir...

     

    Ebû Hafs-ı Haddâd (k.s.)

     

    ...

     

    02 Aralık

     

    Ahiret âliminin ilmi örtüdür, dünya âliminin ilmi yaygıdır. Ahiret âlimine tâbi olunuz, dünya âlimi ile oturup kalkmaktan sakınınız. Çünkü o, sizi gururu, yaldızlı lafları ve samimiyetsiz amel davasıyla fitneye düşürür...

     

    Fudayl bin İyaz (k.s.)

     

    .

     

    03/04 Aralık

     

    Nefsinizi ümmet-i Muhammed'in menfaati için feda edin...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    05 Aralık

     

    Tövbe çok kıymetli ilâhî bir lütuftur. Gönülden tövbe edip pişmanlık duyan bir kimsenin seyyiatı (kötülükleri) Allah (c.c) tarafından silinip yerine miktarınca hasenat (iyilik) yazılır. Bütün günahları hayra tebdil edilir. Fakat kalben değil de sadece dille yapılan tövbe için de ayrı bir tövbe gerekir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

    .....

     

    06 Aralık

     

    Üç şey Allah Teâlâ'yı çok üzer. Vakit boş geçirmek, insanlarla alay etmek ve gıybet etmek...

     

    Seri es-Sâkatî (k.s.)

     

    .......


  19. 21 Kasım

     

    Kim ölümü sıkça hatırlarsa, Allah'ın lütfuyla ebedi şeyleri sever, fani şeylerden nefret eder...

     

    Ebû Hamza (k.s.)

     

    .......

     

    22 Kasım

     

    İbadetine, senden meydana geldi diye sevinme, Allah Teâlâ'nın lutfu ile, ibadetin sende meydana geldiğine sevin. Bunlar, Allah Teâlâ'nın ihsanı ve rahmeti iledir, de...

     

    İbn Ataullah İskenderî (k.s.)

     

    .....

     

    23 Kasım

     

    Şükür, Allah'ın verdiği hiçbir nimeti isyanda kullanmamaktır...

     

    Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)

     

    ...

     

    24 Kasım

     

    Amelde ihlâs amelden daha zordur. Kul kendisiyle Allah Teâlâ arasındaki hususlarda tam olarak sıdk, doğruluk üzere bulununca Allah Teâlâ onu gayb hazinelerine vâkıf kılar...

     

    Abdullah bin Hubeyk (k.s.)

     

    .

     

    25 Kasım

     

    Farzlardan birini eda etmeyen, sünneti yapmama belasına yakalanabilir. Sünneti terkedenin ise bid'ata, hurafeye düşmesi muhakkaktır...

     

    Abdullah bin Menâzîl (k.s.)

     

    ...

     

    26/27 Kasım

     

    Allah dostları buyuruyor ki: Mürşid-i kâmil gassaldır. Tövbe edenleri gusül suyu ile yıkayıp, velayet suyu (nûr-ı ilahî) ile temizler...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .....

     

    28 Kasım

     

    Allah Teâlâ'ya yakın olmanın alameti, insanı Allah Teâlâ'dan uzaklaştıran her şeyden uzak olmaktır...

     

    Ebû Bekir-i Dükkî (k.s.)

     

    .......


  20. 12/13 Kasım

    Tövbe aldıktan sonra tövbenizi bozmayın. Bir insan üç gün kumarbaz ile gezerse kumarbaz, sarhoş ile gezerse sarhoş olur. Aynı şekilde bir insan üç gün evliya ile gezerse evliya olur. Kendinize dikkat edin, biz de size dua edeceğiz...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     

     

    14 Kasım

     

    İnsan vücudunda amellerin tohumu, yenilen lokmadır. Bir kimse lokmayı gaflet içinde yerse, lokma helâlden de olsa, insanların ondan fayda görmesi mümkün değildir...

     

    Ahmed bin Muhammed Semnânî (k.s.)

     

    .....

     

    15 Kasım

     

    Ahiret, mümin kullara mükâfat verme yeri olarak yapılmıştır. Çünkü bu dünya, onlara yapılacak ihsanlara müsait değildir. Çünkü mümin kulların değeri, mükfâtlarının fâni olan bir yerde verilmesinden üstündür...

     

    İbn Ataullah İskenderî (k.s.)

     

    ...

     

    16 Kasım

     

    Kimse feraset iddiasında bulunmasın. Herkes başkasının ferasetinden çekinsin...

     

    Ebû Hafs-ı Nişâbûrî (k.s.)

     

    .

     

    17 Kasım

     

    Mekruhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikirden, fikirden ve murakabeden daha faydalıdır...

     

    İmâm-ı Rabbânî (k.s.)

     

    ...

     

    18 Kasım

     

    Bir adamı tanımak istersen bak! Allah'a mı güveniyor, insanlara mı güveniyor...

     

    Şakîk-i Belhî (k.s.)

     

    .....

     

    19/20 Kasım

     

    Bir insan tövbe edip adabını yapınca o günün sabahında Allahu Teâlâ o insana yedi göbek aşağıya yedi göbek yukarıya şefaat hakkı verir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

    .......

     


  21. 04 Kasım

     

    Ashab-ı kirama hürmet etmeyen kimse, Muhammed'e (s.a.v) iman etmiş olmaz...

     

    Ebû Bekir Şiblî (k.s.)

     

    .......

     

    05/06 Kasım

     

    Dua ve ibadet ederken rahat ve serbest bir tavır içinde olmak edepsizliktir...

     

    Ebû Bekir Şiblî (k.s.)

     

    .....

     

    07 Kasım

     

    Gafletle vird çekmeyin, önce gafletten uyanın. Gafletle çekilen virdden feyiz ve muhabbet alınmaz. Sıkıntı, ağırlık, yorgunluk, halsizlik ve isteksizlik olur. Bitmek bilmez. Sofi bir an önce virdden kalkmak için sabırsızlanır. O zaman zikir ağır gelir ve çekmek istemez...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    08 Kasım

     

    Kalbimizi nefse, şeytana bırakmayalım. Düşman düşmana acımaz...

     

    Gavs-ı Sânî

     

    .

     

    09 Kasım

     

    Sağlam bir dal, ancak sağlam bir kökten çıkar. Şimdi hareketlerin sıhhat ve sünnet üzere olmasını isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı sıhhatli hale getirmelidir. Zira zâhir amellerdeki sıhhat, bâtın amellerindeki sıhhatten hâsıl olur...

     

    Ebû Ali Sekafî (k.s.)

     

    ...

     

    10 Kasım

     

    Amellerin en zoru üçtür: Nefsin hakkını verebilmek. Her hâlükârda Hak Teâlâ'yı anabilmek... Kardeşe bol bol ikramda bulunabilmek...

     

    Ali bin Ebû Talib (k.s.)

     

    .....

     

    11 Kasım

     

    Ramazan ayında yapılan ibadetler, gelecek ramazana kadar, hac zamanında yapılan ibadetler, gelecek hac zamanına kadar, cemaatle kılınana cuma namazı, gelece cuma'ya kadar, cemaatle kılınan vakit namazı da ondan sonraki vakit namazına kadar işlenen günahlara kefârettir. Ama büyük günah işlememek şartıyla...

     

    A'meş (k.s.)

     

    .......

     

    • Like 1

  22. 27 Ekim

     

    Bir musibet geldiğinde feryat ve figan eden kimse, Allah Teâlâ'ya karşı gelmiş olur. Ağlayıp, sızlamak, bela ve musibeti geri çevirmediği gibi, insanın sabredenlere verilen sevap ve mükafattan da mahrum olmasına sebep olur...

     

    Şakîk-i Belhî (k.s.)

     

    .......

     

    28 Ekim

     

    Bir kimsenin başına musibet gelirse, şükretmesi gerekir. Sabır ile şükür insanın kemalinin alametidir. İman iki parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür...

     

    Safiyyüddin Erdebilî (k.s.)

     

    .....

     

    29/30 Ekim

    Virdlerinizi sağlam çekin, ara vermeyin. Bir çekip bir çekmemek kalbi tahriş eder. Nasıl ki doktorun verdiği ilacı bir alıp bir almazsanız faydası olmaz bu da öyledir...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    31 Ekim

     

    Şikâyet ve gönül darlığı, marifet azlığından Allah Teâlâ'yı tanımamaktan ileri gelir...

     

    Ebû Muhammed Râzî (k.s.)

     

    .

     

    01 Kasım

     

    Dil, şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak, Kur'ân-ı Kerim ve nasihat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. İki göz, Allah Teâlânın kudret ve sanatını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir...

     

    Sa'dî-i Şîrâzî (k.s.)

     

    ...

     

    02 Kasım

     

    Allah Teâlâ, mümin kulunun işinde sonunun hayır olmasını murat ettiği zaman, ona biraz acı ve sıkıntı tattırır...

     

    Bekir bin Abdullah el-Müzenî (k.s.)

     

    .....

     

    03 Kasım

     

    İbadeti korumak, onu yapmaktan daha zordur. O, tıpkı çabuk kırılan cam eşya gibidir. Ona riya, gurur, ucub, kibir dokunsa ve değse, kırar...

     

    Ebû Bekir Vâsıtî (k.s.)

     

    .......

    • Like 1

  23. 19 Ekim

     

    Din âlimlerine dil uzatmaktan sakının. Çünkü onlar, Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır. Velileri inkârdan sakının. Zira onlar, Allah Teâlâ'nın zatının kapıcılarıdır...

     

    Ali Havvâs Berlisî (k.s.)

     

    .......

     

    20 Ekim

     

    Babanın hayatta iken görüştüğü kimse ile görüş ve ziyaretine git. Çünkü babanın dostunu ziyaret etmen, babanı kabirde ziyaret etmen gibidir...

     

    Avn bin Abdullah (k.s.)

     

    .....

     

    21 Ekim

     

    Ana babaya itaat, büyük günahlara kefarettir. Bir kimse ailesi içinde yaşlılar bulunduğu müddetçe, Allah Teâlâ'nın rızasını kazanma imkanına sahiptir...

     

    Mekhul eş-Şâmî (k.s.)

     

    ...

     

    22/23 Ekim

     

    Virdini bir gün çekmeyen sofi, 90 gün geriye gider. Yani üç ay önceki hali ne ise o hale döner. Bir de ne az ne de fazla, verilen sayıda çekmek lazım. İlacı az alırsanız faydası olmaz, çok alırsanız zararı olur...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .

     

    24 Ekim

     

    Fıkıh öğreniniz; zira fıkıh bilinmeden ibadet yapılmaz...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    25 Ekim

     

    İnsanların başına gelen musibetler, ya malından ya şöhretindendir. Bunların haricinde insana zarar gelmez...

     

    Tâvus bin Keysân (k.s.)

     

    .....

     

    26 Ekim

     

    Belaya uğradığı halde sabredenin haline şaşılmaz, belaya uğradığı halde buna razı olanın haline taaccüp edilir...

     

    Zünnûn-ı Mısrî (k.s.)

     

    .......

    • Like 1

  24. 11 Ekim

     

    Adaplara titizlikle uyulmasını sağlayın. Sâdâtlar adapsızlığı kabul etmezler...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    .......

     

    12 Ekim

     

    Her kim Allah Teâlâ'nın ârif bir kulunu veya bir velisini üzerse, onun kalbi mühürlenir. Onları üzmeye devam eden, itikadı bozulmadıkça ölmez...

     

    Ebû Abdullah el-Kureşî (k.s.)

     

    .....

     

    13 Ekim

     

    Her insanın vücudunda binlerce damar vardır. Bu damarların hepsi, Peygamber Efendimiz'in ashâb-ı kirâmına karşı muhabbet üzere bulunsa, yalnız biri, ashâb-ı kirâmdan birine düşmanlık, sevgisizlik üzere olsa, ölüm zamanında emir gelir ve canını o bir damardan alırlar. Bunun bozukluğu sebebiyle dünyadan imansız gider...

     

    Ebû Ali Dekkâk (k.s.)

     

    ...

     

    14 Ekim

     

    Ashâb-ı Kirâma dil uzatan dini yıkar. Ashâb-ı Kirâmın imanda ayrılıkları yoktur...

     

    İmâm-ı Rabbânî (k.s.)

     

    .

     

    15/16 Ekim

     

    Sofi üç gün zikir çekmese kalbi hasta olur. Beş - on gün, bir - iki - üç ay, dört ay çekmezse kalbi (iyice) hasta olur ve ölür. Zikir kalbin hakkıdır...

     

    Gavs-ı Sânî (k.s.)

     

    ...

     

    17 Ekim

     

    "Arif, Allah Teâlâ'dan başka bir şey için esef ve hüzün duyar mı?" diye sordular. Dedi ki: "O'ndan başkasını görür mü ki esef etsin." "Ârif mahlûkata, eşyaya hangi gözle bakar?" dediler. "Yok olacak ve yok olmuş gözüyle bakar" buyurdu...

     

    Ebû Yakub Nehrecûrî (k.s.)

     

    .....

     

    18 Ekim

     

    Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır...

     

    Seyyid Tâhâ (k.s.)

     

    .......

    • Like 1

  25. -Zekâ, en basitinden en giriftine sanatı bilmek; akıl, bütün sanatların sahibini bilmek ve bulmak; ve fikir, tefekkür ise sanatkârı bilmek, bulmak ve baştan ayağa onun rengine boyanmak, o olmak, onda olmak, onda yok olmak içindir...

     

    -Arkadaşlar!... Arkadaşlar!... Biz, damlası; Tayfur, deryası; Pür-nûr olan bir umman var diyoruz... Siz neden bahsediyorsunuz?!...

     

    -İman; bir an için inanılmaz ve yok olan ne varsa, bir zaman sonra inanılır ve var kılan tılsım...

     

    -Her şey gibi şiir de yaratılış gâyesinin etrafında dönen bir pervâne olmalı!... Kül olmasa da nûr kesilmeli!...

     

    -Bir işte ortağı Allah'ın dostu olan bir kimse hiç zarar eder mi?!...

     

    -Bizim köyde şiiri yazana değil yaşayana şair diyorlar...

     

    -Bana acıyın!... Ben, evet ben iki kaşının orta yerinden vurulmayı hak eden bir adamım... Ama, ama acıyın!... Acıyın bana!...

×
×
  • Create New...