Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mukarrabin

Editor
  • Content Count

    744
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by mukarrabin


  1. HARMANIM SAMAN OLDU

     

    Ahmed bin Hadraveyh hazretleri gençliğinde bir defâ bir şeyhin dergâhına gitti. Üzerinde eski elbiseler vardı. Onu gören talebeler kabullenemeyip, hocalarına; "Bu gelen misâfir dergâhın ehli değil." dediler.

     

    O ise dergâhta bir müddet kaldı. Bir gün dergâhın kuyusundan su çekerken elindeki kovanın ipi kopup kova kuyuya düştü. Bu sebeple dergâhta vazîfeli olan hizmetkâr ona sitem edip üzdü. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu durum karşısında dergâhın şeyhine gidip; "Kova kuyuya düştü, çıkması için bir Fâtihâ okur musunuz?" diye ricâ etti.

     

    Dergâhın şeyhi; "Bu nasıl bir istek." diye duraklayınca; "Eğer siz okumazsanız izin verin ben okuyayım." dedi.

     

    Şeyh de izin verdi. Kuyunun başında Fâtihâ sûresini okudu kova birdenbire kuyunun üzerine çıktı.

     

    Dergâhın şeyhi onun bu ihlâsını görerek sarığını çıkarıp önüne koydu ve derecesinin onun derecesi yanında çok az bir derece olduğunu ifâde için; "Ey genç! Sen nasıl bir kimsesin ki benim harmanım senin danen yanında saman oldu" dedi.

     

    Ahmed bin Hadraveyh şeyhin bu sözü üzerine; "Talebelerinize söyleyiniz, misâfire kem nazarla bakmasınlar. Zaten ben gidiyorum." diyerek, ayrıldı.

     

    KÖPEKLER DE NASİPLENMELİ

     

    Bir müddet Bistam'da kalan Ahmed bin Hadraveyh hanımı ile oradan ayrılıp, Nişâbur'a gitti. Nişâbur'da iken Yahyâ bin Muâz-ı Râzî oraya geldi. Gelen bu misâfiri Ahmed bin Hadraveyh evine dâvet etmek istedi. Hanımına bu zâtın dâvetinde neler yapılmasının gerektiğini sorunca, Fâtıma şöyle cevap verdi: "Birçok hayvan kesmeli, ayrıca şunlara da ihtiyaç vardır; çokça şamdanlar, buhûr ve misk alınmalı, bunlara ilâveten birkaç merkep kesmeli." deyince, Ahmed bin Hadraveyh; "Merkep kesmek de ne oluyor?" diye sordu. Hanımı; "Kerem sâhibi bir kimse, kerem sâhibi bir kişiyi evine dâvet edip misâfir edince, mahallenin köpekleri de bundan nasiblerini almalıdır." diye cevap verdi.

     

    Kaynak


  2. -Her bir gayenin, ülkünün, davanın bir güneşi vardır ve her güneşin doğuşundan ve yükselişinden neşe duyan, zevk alan, huzur bulan taraftarlar da... Ama iyi bilin ki yalnız İslam Güneşi solmayacak ve asla batmayacaktır... Keşke anlayabilseniz!... Ve anlayabilseler!... Ve anlayabilsem!...

     

    -Şayet bir gün bir yerde yanınızda yahut karşınızda; bir kimsenin, sevdiği bir kimseyi, onun gözlerinin içine bakarak ve yüzüne yüzüne konuşarak methettiğini, göklere çıkardığını, üstünlük, güzellik ve iyilik gibi birtakım faziletlerini anarak değerini yücelttiğini, en samimi, içten, vicdani, kalbi ve ruhi duyguları ile sena ettiğini işitirseniz deyin ki: Bu (karşısındaki sevdiği kimseye övgüler yağdıran ) kimse muhakkak sevdiği (karşısı yahut yanındaki) kimsenin azılı bir düşmanıdır!... Yahut cahilin biri...

     

    -Allah'tan mahrum kalanlar için cennet de cehennemdir...

     

    -Biz işten, güçten yemek yemeye, uyumaya, nefes almaya fırsat bulamıyoruz; kimi işsizler ve güçsüzler (ki onlar kendilerini gayet iyi bilir amma) bilmezler ki yahut bilseler de anlamaz, anlayamazlar ki bu halimizi görsünler de şu veryansından başlarını, dillerini, taşlarını kurtarsınlar: Kardeşiiim! Bu adam(lar) niye şiir yazmıyorlar, yazınca da neden iki satır karalıyorlar ve adına şiir (bile) diyemeyerek çekip gidiyorlar? Şiir bu mudur ve bu mudur şair?...

     

    Budur, diyelim budur!... Herkes işine(!) gücüne(!) baksın... Ve dua edelim: Haydi hayırlı işler!..

     

    -Hizmetin ve hizmet taraftarlarının önüne çekilen bütün perdeler, er-geç ama muhakkak gün gelir ve bir gün yırtılır...

     

    -Benim, ölçülerin ölçüsüne göre bir şekilde bulaştığım gizli ve açık, küçük ve büyük, doğru ya da yanlış bütün günahlar, ayıplar ve edepsizlikler, hepsi ayrı ayrı ve birer birer bir pislikten ibarettir. Pislik ve pislikler de ancak domuzların ağızına layıktır. Ben pişmanım. O kadar...

     

    -Düşünmekten, yazmaya fırsat bulamamak ne garip iş!...

     

     


  3. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri buyurdu ki:

     

    "Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allahü teâlâdan başka her şeyden ümidini kesmektir."

     

    "Gaflet uykusundan daha ağır uyku yoktur. Şehvetten kuvvetli esaret yoktur. Gaflet ağırlığı olmasaydı. Şehvet gâlip gelmezdi."

     

    "Yoksullara hizmet eden, şu üç şeyle mükâfatlandırılır. Tevâzu, edep güzelliği, cömertlik."

     

    "İnsanların Allahü teâlâya en yakın olanı, güzel huylara en çok sâhip olanıdır."

     

    "Fakirliğindeki izzeti ve dervişliğindeki şerefi gizli tut. Yâni halka ben fakirim diyerek sırrını açığa vurma. Çünkü fakirlik Allahü teâlânın iyi bir ihsânı ve ikrâmıdır."

     

    "Sabır, fakru zarûrette kalanların azığı, rızâ ise âriflerin mertebesidir."

     

    "Kalp, bir takım kaplardan ibârettir. Allahü teâlânın sevgisiyle dolduğu zaman, nûrun fazlası diğer uzuvlara yansır. Bâtılla dolduğu zaman da, ondaki karanlık diğer organlara geçer."

     

    "Amellerin en iyisi hangisidir?" sorusuna: "Allahü teâlâdan başkasına iltifât etmekten kendini korumaktır." diye cevap vermişti.

     

    Birgün yanında "Allahü teâlâya (azâbından rahmetine) sığının." (Zâriyât sûresi: 50) meâlindeki âyet-i kerîme okunduğunda; "Bu âyet-i kerîme her konuda kaçıp sığınılacak en hayırlı olanın Allahü teâlâ olduğunu öğretmektedir." dedi.


  4. Bir menkıbesi de şöyledir:

     

    Bir kimse Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine gelip; "Fakir ve bitkin bir kimseyim, sıkıntıdan kurtulmam için bana bir yol gösterir misiniz?" dedi.

     

    Onun bu arzusu üzerine; "Git bütün mesleklerin ve yapılan işlerin isimlerini ayrı ayrı yaz. Bir torbaya doldur bana getir." dedi.

     

    Fakir kimse söylenilen şeyi yapıp tekrar huzuruna geldi. Yanına gelince, getirdiği torbaya elini sokup bir kâğıt çıkardı. Kâğıdın üzerinde "vurgunculuk" yazıyordu.

     

    Kâğıdı adama verip; "Senin vurgunculuk yapman gerekiyor." dedi.

     

    Adam önce şaşırdı sonra da; "Madem ki bu zat böyle söyledi, bunu çâresiz yapmam gerekiyor." dedi. Sonra yolkesen harâmilerin yanına gidip, kendisinin de yol kesip vurgunculuk yapmak istediğini söyledi. "Kabul! Ancak bir şartımız var ne dersek yapacaksın. O zaman seni aramıza alırız" dediler.

     

    "Peki bu şartınızı kabul ettim." diyerek onlara katıldı.

     

    Birkaç gün yolkesicilerin arasında kaldı. Bir gün bir kervanın önüne çıkıp, soymak istediler. Kervanda çok zengin bir tüccar vardı. Bu adamı yakalayıp, aralarına yeni katılan kimseye; "Bunun başını kes!" dediler.

     

    Bu teklif karşısında şaşırıp durakladı. Kendi kendine; "Şu eşkiyânın reisi haksız yere kan döküyor. Tüccarı öldüreceğime onu öldüreyim daha iyi olur." diye düşündü.

     

    Eşkiyâ reisi ise ona ısrarla; "Eğer iş yapmak için geldiysen, işin budur bunu yapman lazım. Yoksa git kendine başka bir iş bul." dedi. Bu sözler üzerine kılıcını çekip eşkıyâ reisinin başını kesti. Diğer vurguncular reislerinin öldüğünü görünce, kaçıp dağıldılar. Böylece kervan soyulmaktan kurtuldu. Ölümden ve soyulmaktan kurtulan zengin tüccar, onun yaptığı işten çok memnun olup, ona pek çok altın ve gümüş verdi. Böylece zengin oldu fakirlikten ve vurguncu olmaktan kurtuldu.

     

    Ahmed bin Hadraveyh hazretleri fakirlere, garîblere acır, onları himâye ederdi. Onlara yardım edebilmek için borç alırdı. Vefât edeceği sırada bu sebeple yedi yüz dirhem borcu vardı. Bu paranın tamamını fakirlere harcamıştı. Ölüm döşeğinde iken alacaklıları vefât etmek üzere olduğunu haber alarak, altınlarını istemek üzere hemen yanına gittiler. Bütün alacaklılar başında toplanmıştı. Bu durumu görerek; "Allah'ım benim canımı alıyorsun, fakat şu kimselerin rehini benim canımdır! Ben onların önünde rehin bulunuyorum. Şimdi güvenilir bir kefil arıyorlar. Bu borcu öyle birine havâle et ki, bunların alacakları ödensin. Ondan sonra canımı al!" diye duâ etti.

     

    Daha duâsını bitirir bitirmez kapısı çalındı. Bir zât gelip; "Ahmed bin Hadraveyh'in evi burası mı?" dedi.

     

    "Evet burasıdır" diye cevap verdiler. Bu sefer:

     

    "Ebû Hâmid Ahmed bin Hadraveyh'den alacağı olanlar dışarı gelsin." diye seslendi.

     

    Alacaklılar bu sesi duyup hemen dışarı çıktılar. Gelen zât herbirinin alacağını ayrı ayrı ödedi. Borçlar ödenip tamamlanınca Ahmed bin Hadraveyh hazretleri vefât etti.

     

    Birçok eserleri bulunan Ahmed bin Hadraveyh, hayatında düstûr hâline getirdiği "Allah doğrularla berâberdir" sözünün tecellisine ölüm döşeğinde de kavuşmuştur. Vefâtı sırasında yanında bulunan Muhammed bin Hâmid şöyle anlatıyor:

     

    Ahmed bin Hadraveyh ölüm döşeğinde iken 95 yaşındaydı. Kendisine bir mesele sorulunca gözleri yaşardı. "Ey oğlum 95 senedir çaldığım bir kapı vardı. İşte şimdi o kapı bana açılıyor. Benim için saâdetle mi yoksa bahtsızlıkla mı açılıyor, bilmiyorum. Suâle nasıl cevap verebilirim?" diye karşılık verdi...


  5. Menkıbelerinden bâzıları şöyledir:

     

    Bir gün evine hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş döneceği zaman Ahmed bin Hadraveyh; "Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu arada evime belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun." dedi. Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh'e yüz elli altın getirdi. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu parayı o gence vererek; "Al bu gece kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.

     

    Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim. Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine talebe oldu.

     

    Ahmed bin Hadraveyh hazretleri kendi nefsini muhâsebeye çektiği bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

     

    Uzun müddet nefsime muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir cemâat cihâd için gazâya gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı ile ilgili hadîs-i şerîfleri bana hatırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime, gâlibâ nefsin bu istekli hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta bulunmaz! Herhalde devamlı oruç tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu sebeple savaşa gitmemi ve orucumu açmamı istiyor dedim.

     

    Nefse dedim ki: "Ey nefs gazâ için sefere çıkınca oruca devâm edeceğim." Nefs; "Olur kabul." deyince şaşırdım ve herhalde ben nefsi geceleri namaz kılmaya mecbûr tutuyorum da onun için gazâya çıkmamı ve böylece gece namazını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. "Bu da kabul!" dedi.

     

    Bu cevabına da hayret edip, iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnızlıktan usandı da halkın arasına karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; "Konakladığımız her yerde insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim." deyince nefsim; "Onu da kabul ediyorum!" deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz kaldım. Allahü teâlâya sığınıp; "Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru. Sana sığındım." diye yalvarıp duâ ettim.

     

    Bunun üzerine nefs, şöyle dedi: "Benim isteklerime muhâlefet etmekle beni günde yüz defâ öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu bütün cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh'e, onu, nefsini öldürdüler, şehîdlik derecesine erdi..."

     

    Nefsin bu cevabı üzerine; "Sübhanallah, bu nefs öyle yaratılmış ki, hayatında da ölümünde de münâfık! Ne bu dünyâda ne de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak istiyor sanmıştım. Ona zünnâr bağlandığının farkına varmamışım." diyerek, daha çok muhâlefet ettim...


  6. Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Hadraveyh bin Muhammed bin Ebî Amr el-Belhî'dir. Künyesi Ebû Hâmid'dir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 854 (H.240) senesinde Belh'te vefât etti.

     

    Tasavvuf yolunun en yüksek derecesine ulaşmış, fetvâ sâhibi, tarîkatta kâmil, fütüvvette ve asâlette meşhûr, vilâyette sultan, riyâzette şöhret sâhibi, tasavvuf ehli arasında makbûldü. Kerâmetler sâhibi yüzlerce talebesi vardı. Önceleri Hâtem-i Es'am'ın talebesiydi. Ebû Turâb en-Nahşebî ve Ebû Hafs el-Haddâd ile sohbet etmiş, İbrâhim bin Edhem'i görmüştür. Özellikle fütüvvet; cömertlik, ikram, herkese iyilik etmek husûsundaki sözleriyle meşhûr olan Ahmed bin Hadraveyh, Belh emîrinin kızı Fâtıma ile evlenmişti. Hanımı Fâtıma da tasavvufta örnek bir şahsiyetti.

     

    Ahmed bin Hadraveyh hazretleri önce zâhir, sonra bâtın, tasavvuf ilminde ve hâllerinde yetişip yükseldi. Asker kıyafetinde elbise giyerdi. Sadâkatı ve doğruluğu en büyük lütfun elde edilmesinde tek çâre olarak gören Ahmed bin Hadraveyh; "Kim, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendisiyle olmasını istiyorsa, doğruluğa sarılsın" derdi. Ona göre kulun başarıya ulaşmaması, basîretsizliğinin eseridir. "Yol açık, hak zâhir, belli, dâvette bulunan bilinip işitilmiştir. Bütün bunlardan sonra şaşırmak, yalnız körlükten ileri gelmektedir." derdi.

     

    Ebû Hafs'a; "Bu yolun büyüğü kimdir?" diye sorulduğunda; "Ahmed bin Hadraveyh'ten yüksek hikmetli ve hâli ondan doğru kimse görmedim." buyurdu.

     

    Belh emîrinin kızı olan hanımı Fâtıma, tövbe etmiş ve Ahmed bin Hadraveyh'e haber gönderip, babasından kendisini istemesini söylemişti. Ebû Hâmid Ahmed kabûl etmeyince, ikinci defâ adam gönderdi ve; "Ben, seni Allah yolunu görmek isteyenlerin yolunu kesici değil, yol gösterici olmakta herkesten ileri sanıyordum." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Hadraveyh, Fâtıma'yı babasından istedi. Babası da Ahmed bin Hadraveyh'in bereketlerinden istifâde için kızını ona verdi. Fâtıma dünyâ işlerini terk etti ve Ahmed bin Hadraveyh'le huzûr ve sükûn içinde yaşadı...


  7. -Güzelliğim babamdan, çirkinliğim ise anamdandır...

     

    -Hayır yapacaksanız insana yapın... Cami, çeşme, okul yaptırmayın, demiyoruz... Ama hayır yapacaksanız insana yapın... Dolayları bırakın ve doğrulara bakın...

     

    -Mutlak huzur yalnız ilahi huzursuzlukta...

     

    -Allah'ın aşk deryası genlş ve derindir. Yaratılmış ve yaratılacak herkesin ve her şeyin sığabileceği kadar sonsuz ve dipsiz... Amma bu ummana ancak gönlü olanlar dalabilir; bu ummana dalmayı gönlüne alabilenler...

     

    -Parkta misket oynayan dört çocuğun kalbini aldım sudan ucuza... Bir liraya dört çocuk kalbi almak ne demektir bilir misiniz?... Ben de bilmem!...

     

    -Bana neden ağlıyorsun, diye soruyorlar. Ben de anlamıyorum ki!... Bir gülebilsem, ağlamam kesilecek!... Anlamıyorum ama ağlaya ağlaya güleceğimi biliyorum, bilir gibi oluyorum... Ben, yalnız bildiğime de, anlamadığıma da, ağlamama da, gülebilecek olmama da inanıyorum, inanmak istiyorum...

     

    -Vasiyetimdir: Ben öldükten sonra kefenimin içine, sağ göğsümün üstüne (dört parmak altına) sırrımın çaprazına "ehl-i beyt imamları" kitabını bırakın...


  8. Allah, Mahmud Esad Çoşan Hazretleri'nin sırrını artırsın...

    Ne güzel adamdı...

     

    Bu kıymetli Allah Adamı'nın evvelce bir zaman bir yerden temin ettiğimiz bir eseri var. Okuyan bilir, işiten hatırlar: Dilimiz Ve Kültürümüz... 100 küsur sayfadan müteşekkil bu kitap sayfa sayısına bakarak bilmeyenlerce hafif(!) bir kitap olarak değerlendirilebilecekse de muazzam bir içeriğe sahip...

     

    Malum konuyu okuyunca gönlümüze Hazret ve eseri düştü... Hatırladığımız kadarı ile (mana olarak) kitabın bir yerinde buyruluyordu ki:

     

    Bir milleti yok etmek için, dahili ve harici düşmanların en büyük kozlarından bir tanesi, o milletin dilini "dile dolamak", diline dalaşmaktır. Bir milletin dili ile ne derece oynanır ise o milletin ruhu ve temeli ile de o derece oynanmış ve taşlar yerinden oynatılmış olur... Yani dile vurulan her kazma, milletin yükseldiği temelin toprağına, taşına vurulmuş demektir... Er yahut geç şayet bir dil ortadan kaldırılabilirse millet de var gibi görünse dahi ortadan kaldırılmış olacaktır... Ve muasır medeniyetler seviyesine nihayet ulaşılmış sayılacaktır. Yok ya hu!... Kitapta ki cümle tam bu değildi. Karıştırdık. Latife bir yana yukarıda geçtiğimiz cümlelerin hiç biri birebir kitap da bulunmuyor. Ama anlatılan, anlatılmak istenen yani murad olunan mana (en azından bizim cephemizden) şeklen ve aynen yukarıdaki... Evet şayet bir milletin dili alaşağı edilirse milletin sırtı yere gelmiş demektir buyruluyor... Üstelik bir daha minderden kalkamamacasına...

     

    Alçak adamlar!... Ah Üstad kalbimde düştün... Bunlar çukur bile olamazlar ki!... Kendi milletine düşman, milletin dinine düşman, dinin Peygamberi'ne düşman, Peygamber'in Allah'ına düşman bu çukurluktan da yoksun adamlar... Adamlar diyorum da anlayın işte adamlar!!!... Biz Allah dostuna da adam diyoruz da adam sözcüğünü dahi kıskanıyorum şimdi... Vazgeçtim, düzeltiyorum... Evet... ...Peygamber'in Allah'ına düşman bu çukurluktan da yoksun yoksullar diyeceğim... Yoksulluk, fakirlik de kıymetli bir kelime...

     

    Ya hu mevzu bu uğursuzlar olunca kelimeler, cümleler, akıllar, fikirler de karışıp birbirine giriyor... (Bir millet, bir devlet nasıl girmesin?!...) Tekrar deneyelim... Evet bu, kendilerine iyi yahut çirkin hiç bir sıfatın yakıştırılamayacağı sıfatsız adamlar az ya da çok bir şekilde emellerine ulaştı, ulaşmış gibi göründü... Gerçi onların kimi göreceğini gördü, kimisi de görecek... Gördüklerinin ve göreceklerinin daha ziyadesini yataklarından kalktıklarında bulacaklar ama başlarını taşlara, kumlara vura vura ağlarken çok sevinmesinler yaptıkları bu işe; dile yani millete yani dine yani Peygamber'e yani Allah'a karşı giriştikleri bu işe...

     

    İnşaallah her şey en başa dönecek... Bu güzel millet de güzele erecek... Dili ile, dudağı ile, damağı ile, aklı, fikri, kalbi ve ruhu ile dönecek... Diline, dinine, Rasulü'ne Rabbi'ne er-geç bir gün kavuşacak... Biz göremesek de belki çocuklarımız olmadı torunlarımız o da olmadı torunumuzun torununun torununun çocukları kavuşacak Allah'ın izni, Peygamber'in duası, Sadat'ın himmetleri ile...

     

    Bekleyin ama onlar gibi hani sıfatsız olan onlar gibi değil!...

    Ama bekleyin...

    Güzel günler yakında...

     

    En nihayet adı geçen kıymetli eserden bir cümle aktaralım... Bu cümle birebir var haaa!...

     

    "Bizi ve hatta çağımızı,

    ilme saygılı,

    ahlâka bağlı,

    âhirete inançlı,

    sorumluluk duygusuna sahip,

    adil, merhametli,

    ebediyete gönül vermiş,

    vefakâr, fedakâr,

    cesur ve zarif insanlar yetiştirdiğini ispat etmiş olan ince ve eşsiz kültürümüz kurtaracaktır.

     

    Bu kültürümüzü iyi tanımalı, yaşamalı ve yaşatmaya çalışmalıyız."

     

    (DİLİMİZ VE KÜLTÜRÜMÜZ Sf. 95)


  9. Altın Silsile'den bir nurlu halka; Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretleri... O'nun hayatından kesitler ve nasihatlari ile beraber kıymetli izah ve ilaveleri ile okunmaya ziyadesi ile değer kıymetli bir eser: Minah (Semerkand Yayınları)

     

     

    ...

     

     

     

    Kitab'ın Önsöz'ünden (sayfa 18): Din ile tasavvufun ayrı şeyler olmadığının altını çizerek vurgulayan Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri Nakşibendi meşrebini her yönüyle temsil eden önemli bir rehberdir. "Sükutumuzdan istifade edemeyen, konuşmamızdan da edemez" diyen Seyyid Sıbgatullah hazretleri "Gavsü'l-azam, Gavs-ı Hizani" veya kısaca "Gavs" lakaplarıyla şöhret bulmuştur... (Siraceddin ÖNLÜER, Hüseyin OKUR)


  10. (Günahkar, Tövbekar) Günahkar(...) Bir Genc'in Hikayesi...

     

     

    Bir sabah sohbeti...

     

    Ankara...

    Sincan...

    Malum ilçede bir mahalle, mahallede bir sokak, sokakta bir mescid ve mescidde bir imam...

     

    Güzel yüzlü, hoş sakallı ve davudi sesli makbul bir imam Abdullah Efendi... Andiçen Mahallesinin Güzelgah Sokağında bulunan bir apartmanın, dükkan yahut daireden müteşekkil zemin katının devşirilmesi ile ibadete evvelce bir zaman açılmış olan ve ümmete hizmet veren mescidin; Hacı Bahr-i Durukan Mescidinin kırk yaşlarındaki güzel imamı... Bir kaç cümle ve sohbet ile alim bir zat olduğu sezilen Abdullah Efendi anlatıyor, bir cuma sabahı, bir sabah namazı çıkışı:

     

    Ne hoş ve ne güzel bir hava, dediği dopdolu bir boşluğun; boş olmayan bir havanın şahitliğinde ve ayaküstü Gavs-ı Hizani (Seyyid Sıbgatullah el-Arvasi) Hazretlerinin kısacık " Cuma günü ölüm için güzel bir gündür. Fakat Peygamberimiz (aleyhisselam) Hazretleri pazartesi günü vefat etmiştir. Şeyhim Seyyid Taha (kaddesallahu sirrahu) ise cumartesi günü vefat ettiler. "Cumartesi günü" sözünü bir kaç kere tekrar ettiler. Kendilerinin de cumartesi günü vefat edeceğini tahmin ediyordu. Nitekim de öyle oldu...." sohbetinin ardından yine ayaküstü devam ediyor...

     

    Etkili bir belagatı olan Abdullah Efendinin iki kişilik sohbet halkasında pür dikkat!... Hoca Efendinin çevresinden bulunan az ama kalabalık olan iki kişi: Acaba "evvelce bir zaman" diye başlayan sohbetten kendi payıma ne alırım, ruhuma ne katar ve nefsimden ne azaltırım düşünceleri içinde yürürken "hazır ol" vaziyetindeler... İki kişilik kalabalık görünmeyen bir hazır ol hali; kalbi bir dikkat ve uyanıklık tarafından kuşatılmış bir haldeler!...

     

    Abdullah Efendi hoş havanın, güzel atmosferin, parlak gökyüzününün, rahmet üfleyen kerahet vaktinin, muhabbetin, merhametin ve halkadakiler gibi selama duran güneşin şahitliğinde anlatıyor:

     

    Evvelce bir zaman falanca bir yerde filanca bir vakit imamlık yapar iken tanıdığım bir genç vardı... Kimi zaman gördüğümüz kimi zaman duyduğumuz onca günaha batmış olan ve kötü arkadaşları kendine yoldaş edinen bu genç gün geldi ve bir gün geldi, işlediği büsbütün günahlarına, geçmişine tövbe etti ve mescid ehli oldu.... Öyle ki evvelce günahkar ahvalini bildiğimiz için yolu mescide düşmez dediğimiz ve haline üzüldüğümüz bu tövbekar genç artık adeta bir "mescid kuşu" olmuş, her sabah soluğu camide alarak, huşu ile eda ettiği namazları eşliğinde, samimiyetle yaptığı tövbenin şahidi bizzat kendi oluvermişti. Epeyce bir zaman bu hali devam etse ve bizi, bizden de ziyade ümmeti olduğu Allahın Rasulünü ve kulu olduğu biricik Rabbini sevindirse de bir zaman sonra bu hali kesiliverdi... Sanki bıçakla kesilmişcesine... Bir kaç gün gözlerimiz o güzel genci mescidde arasa da gördüğümüz ancak onun bir kenarda kıyam eden, bir başka kenarda rukuya varan, diğer bir kenarda secdeye kapanan, selamlar veren ve dualar için Allaha ellerini açan hayalinden ibaretti... Ne yazık ki genç adam artık hayaldi ve her hali hayalden ibaretti...

     

    Gözler tövbekar genci arar iken ve gönül nedenler ve niçinler ile meşgul olup, sebebini anlamaya, hissetmeye çalışırken kulağımıza vesileler çalındı... Meğer ailesi, karakol komutanı, eski arkadaşları adeta elele vermişler ve gencin yolunu kesmişlerdi...

     

    Bir koldan anne-baba, çocuklarındaki değişikliği gören anne-baba atılmış ciğerparelerinin önüne: Aman, demişler yavrum aman... KAFAYI ÜŞÜTECEKSİN!!!...

     

    Diğer koldan eski arkadaşları!... Arkadaş bildiği ve kendisini bildiği ve bilmediği nice günaha davet eden arkadaşları çıkmışlar yoluna: Kardeşim, bu hal de ne?!... Bu şekilde hayat nereye kadar devam eder... Özledik seni ya hu!... Hem kaç defa şu dünyaya geleceğiz kiİ?!... Yoksa bizi mi beğenmiyorsun?... Yapma öyle, gel... Gel, bizi bırakma!... Seviyoruz seni... SEVİYOR, SEVİYOOOR!!!...

     

    Ve öte yandan karakol komutanı çekmiş genci bir kenara: Bak, demiş... Biz de müslümanız ama (her vakit mescide gidip gelerek, her namazı cemaatle kılarak, Allahın dinine fazlaca gönül verip, Peygamberinin yolunda dosdoğru giderek) fazla abartma!!!... Neden diyeceksin tabi... Nedeni şu ki yarın bir gün çoluk-çocuk sahibi olursun, onlar asker olmak ister, memur olmak ister ama senin yüzünden olamazlar... Buna sebep olma... GÜNAHTIR!!!...

     

    Abdullah Efendi hayal ve ümitlerini kıran bunca hadiseyi işitince, mescitte göremediği için üzüldüğü gence daha ziyade üzülmüş... (Söylemedi ama belki de kaç gece ağlamış...)

     

    Teessürünü dile getiren Abdullah Hoca: Sonra, dedi bir zaman sonra... Bir telefon geldi... Arayan, mescidde, cemaat içinde artık uzun zamandır göremediğimiz (günahkar) tövbekar (günahkar) genç... Telefondaki ses: Hocam, dedi diyor Abdullah Efendi, hal-hatır muhabbeti ve dillendirilen kimi özlemlerden sonra:

     

    Hocam her şey bir yana da hani sabah namazından sonra ciğerimize; ne ciğeri, ta ruhumuza dek çektiğimiz o güzel hava var ya!... İşte, işte en çok o güzel havayı özledim!...

     

    Ankara, Mayıs 2011


  11. Sevgi ve Saygı

     

     

    Sevmek ve saymak?...

    Kimi ve nasıl?...

    Ve neden, ne diye?...

    Gönül ve muhataplar...

     

    Nefis temelli bir sevgi ve saygıdan öte kalbi bir seviş ve sayışın mihenk noktası; dava!... En kemal ve mutlak noktadaki sevginin ve saygının muhatapları ancak ve ancak, biricik ve hakiki davanın; İslam Davasının, Veli Davasının, Rasul Davasının velhasıl davaların davası Allah Davasının taraftarları...

     

    Batını zahirine yansıyan, zahiri batınından fışkıran her adam (erkek yahut kadın) evet her adam sevilmeye ve sayılmaya namzettir... Hatta bu işe muhatap olanlar için (umurlarında olmasa da) herkeste görülmesi gereken bu kalbi davranışın karşı ve asli tarafı olmak; adaylığın ötesinde bir asliyettir... Davaların davasının rengine boyanmış her kimse en has ve öz ifade ve şekliyle sevilmeli ve sayılmalıdır... Bu hal; sevilen ve sayılan için asliyet, seven ve sayan için asalettir...

     

    Batıl bir davanın samimi savunucuları; davaları uğrunda her şeyi göze alan ve her bir şeyi terkedenler, nasıl ki davalarının dayanak noktası itibari ile zerre kadar sevgiyi haketmiyorlarsa; derdine düştükleri mesele için gösterdikleri gayret, gizledikleri emel ve hayatlarının sonuna dek yere düşmesin, hep dalgalansın ve selamlansın diye başları üzerinde taşıdıkları bayrakları için en nihayet göz kırpmadan verdikleri canları yani samimiyet ve sadakatleri hasebiyle saygıyı haketmektedirler... Bu yüzden Deniz Gezmişden nefret edilse de kendisine saygı duyulması icab eder... Hitlere küfürler edilse de yine denizler misali saygı da gösterilmelidir... Ebu Cehile lanetler okunsa bile; o da, bürünülmesi icab eden saygı halinin muhataplarındandır...

     

    Hak olan bir davanın batında taraftarı amma zahirde zaman zaman aleyhtarı olan bir kısım insanlar için ise durum tam tersidir... Yani bu insanlar kalbi bir sevgi ile sevilmeyi hakediyorlarsa da kalbi bir saygının muhatapları değillerdir... Kalbindeki derdini haline, hayatına, ameline kimi zamanlar yansıtamayan insanlar için saygı göstermeye lüzum yoktur... Kalbi, derdi yani davası ile sevilmesi gereken bu insanlar hal ve hareketleri sebebi ile de sayılmamayı haketmektedirler... Bu yüzden Mustafa Aksoyu sevsem de saymam... Hakeza aynı şekilde Mair Aliyi... Ve yine görünür ve görünmez şekilleri ile adı geçenlere benzeyen herkesi...

     

    Kalbi bir sevgi batına saygı ise zahire hükmeder...

    Her iki hali ile hakikati temsil edenler en güzel sevginin ve saygının; ve yine her iki hali ile hakikat olmayanın mümessilleri kalpten de ziyade nefis noktasında bile sevgisizliğin ve saygısızlığın muhataplarıdır vesselam..


  12. Ebul-Hasan Harakanî k.s.

     

    Büyük velilerden Ebul-Hasan Harakanî hazretleri (ö.425/1033), İranda Elburz Dağlarının güneyindeki tarihî Bistam şehrinin kuzeyinde bulunan Harakan köyündendir. Sık sık Harakandan Bistama giderek (on iki yıl kadar) Bayezid-i Bistamî hazretlerinin (ö.234/848) türbesini ziyaret eden Harakanî, onun ruhaniyetiyle ve manevi terbiyesiyle yetişmiş, zahirde mürşidini görmeden üveysîlik yoluyla onun seçkin bir müridi olmuştur. Bazı menkıbelere göre Bayezid-i Bistamî, Harakandan büyük bir veli çıkacağını iki asır öncesinden haber vermiştir. Ümmî (okuma yazması olmayan) olarak müritliğe başlayan Harakanî, Bistamînin himmet ve işaretiyle kısa zamanda Kuran okumaya ve hatimlere başlamıştır.

     

    İbn Sina ve Gazneli Mahmut gibi önde gelen şahıslar tarafından da ziyaret edildiği bilinen Ebul-Hasan Harakanînin vaaz ve menkıbeleri Harul-Ulûm isimli bir eserde toplanmış ve bu eserin tercümesi de yayımlanmıştır (Ankara 1997).

     

    Harakanî hazretlerinin kabrinin yeri hakkında ihtilaf olduğu görülmektedir. Meşhur coğrafyacı Zekeriyya Kazvinî (ö.682/1283), onun kabrinin Harakanda olduğunu söylerken, büyük Arap seyyahı İbn Batuta (ö.770/1368) seyahatnamesi Rıhlede bu kabrin Bistam şehrinde olduğunu belirtir. Büyük Türk seyyahı Evliya Çelebinin (ö.1095/1684) Seyahatnamede anlattığı ilginç ve inandırıcı bir vaka ise Harakanînin mezarının Karsta bulunduğu ihtimalini güçlendirir. Evliya Çelebi şöyle bilgi verir:

     

    Lala Mustafa Paşa Kars Kalesini tamir ederken (1579) askerlerden salih ve hafız birisi, Mustafa Paşaya gördüğü sadık bir rüyayı şöyle anlatır: Rüyamda güçsüz bir ihtiyar görünüp, Bana Ebul-Hasan Harakanî derler, benim makamım bu yerdedir; alamet ve nişanımı istersen ayağımın ucunda derin bir kuyu var, onu kazıp şaşırtıcı şeyi göresin dedi.

     

    Rüya sahibi bunu Lala Mustafaya bildirince, yüzden fazla işçi kuyunun bulunduğu yeri kazmışlar. Kuyu içinde dört köşe bir somaki (renkli damarlı) mermer çıkmış. Bu mermeri tekbirlerle açınca: Menem şehid-i said Harakanî (kutlu şehit Harakanî benim) diye başucunda hüsnü hatla yazılı bir mermer bulmuşlar. Mübarek vücudu henüz taptaze olduğu gibi, pazısındaki yaralı yerine sarılmış sargı ve sırtındaki hırkası çürümemiş, sağ tarafındaki yarasından da kan akıyormuş. Müslüman gazilerin cümlesi bu hali görüp tekbirlerle kabr-i şerifini önceki gibi kapatmışlar. Kale içinde ilk defa Lala Mustafa Paşa hayratı olarak, Harakanî hazretleri adına bir tekke ve bir cami inşa edilmiştir.

     

    Evliya Çelebi Seyahatnamesi (İstanbul 2006), 2/167-168; Diyanet İslâm Ansiklopedisi 16/93-94.

     

    Odun Taşıyan Arslan

     

    Rivayet edilir ki, sefere çıkan bir topluluk Ebul-Hasan Harakanî hazretlerine gelerek yolda karşılaşacakları tehlikelerden korunmak için kendilerine bir dua öğretmesini istemişlerdi. Ebul-Hasan onlara:

     

    Yolda bir bela ile karşılaşırsanız beni hatırlayıp yardım isteyin, demiş.

     

    Fakat bu söz yolcuların hoşuna gitmemişti. Böyle yardım mı istenirmiş, diye düşündüler. Yola düşüp giderken soyguncular yollarını kesip saldırdılar. Birisi Harakanî hazretlerinin adını anarak himmet ve yardım istedi. O şahıs eşkiyanın gözünden kaçıp kurtulduğu halde diğerleri soyulmuştu. Olup bitenlere şaşıran yolcular şeyhin yanına döndükleri zaman kendi dualarının etkisi görülmezken, onun adıyla himmet isteyenin nasıl korunduğunu sordular. Harakanî hazretleri dedi ki:

     

    Siz Allahtan samimi olarak değil, adet yerine gelsin diye yardım istemişsiniz. Ebul-Hasan ise Allahtan gerçekten yardım istedi. Siz Ebul-Hasanı hatırlarsanız o da sizin için Allaha dua eder ve işiniz görülür. Adet yerine gelsin diye Allahı anarsanız beklenen fayda olmaz.

     

    Bir gece Ebul-Hasan Harakanî hazretleri Bu gece falan yerde çatışma var, şu kadarını da yaraladılar. demiş. Bir süre sonra haberin aynen doğru olduğu anlaşılmıştı. Gariptir ki aynı gece şeyh hazretlerinin oğlunu öldürüp başını kapının önüne atmışlar, bundan onun haberi olmamıştı. Şeyhin münkiri olan karısı:

     

    Şu adama ne demeli! O kadar uzakta olanları haber veriyor da kapısının önünde oğlunun öldürüldüğünden haberi olmuyor, deyince Harakanî hazretleri dedi ki:

     

    Evet öyledir. Fakat biz uzakta olanları gördüğümüz zaman aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlumuzun ölümünde ise araya perde çekilmişti.

     

    Ebul-Hasan Harakanînin şöhretini duyan İbn Sina (ö.428/1037), onu ziyaret için Harakana gider Evini bulunca, karşısına çıkan karısına şeyhin ziyaretine geldiğini söyler. Kadın ise şeyhi inkar eden hırçın ve kıymet bilmez biridir. Der ki:

     

    O adam sahtekârın tekidir. Sen boşuna yorulmuşsun, onu görmene gerek yok!

     

    Şeyhin oduna gittiğini öğrenen İbn Sina ormanın yolunu tutar. Bir de ne görsün, şeyh hazretleri odunları bir arslana yüklemiş geliyor. Gördüğüne şaşıran ziyaretçisinin eve uğrayıp geldiğini anlayan Harakanî hazretleri der ki:

     

    Biz o evdekinin sabır yükünü çekmeseydik, arslan da bizim yükümüzü çekmezdi.

     

    Feridüddin Attar (terc. Süleyman Uludağ), Tezkiretül-Evliya (İst. 1985), s.696-704; Mevlâna (hazırlayan Amil Çelebioğlu), Mesnevî-i Şerif (İst. 2000), 6/395-415.

     

    Edep Öğrenen Padişah

     

    Gazneli Sultan Mahmut (ö.421/1030) Ebul-Hasan Harakanî hazretlerini ziyarete gelmişti. Sohbet sırasında Sultan Mahmut, Bayezid-i Bistamî hakkında bir menkıbenin anlatılmasını isteyince Harakanî hazretleri şöyle dedi:

     

    Bayezid demiştir ki: Her kim beni görürse -umulur ki- bedbahtlığa düşmekten kurtulur.

     

    Sultan buna itiraz ederek:

     

    Nasıl olur, onun rütbesi peygamberlerden daha mı üstün? Ebu Cehil, Ebu Leheb ve daha nice münkirler Rasulullah Aleyhisselamı gördükleri halde cehennemlik oldular, deyince şeyh hazretleri onu şöyle ikaz etti:

     

    Edebe dikkat et! (Hemen itiraz etme). Zira Rasul-i Ekremi ashabından başkaları hakikat gözüyle görmemiştir (herhangi bir insan diye baktılar). Bunun delili de şu ayet-i kerimedir: Onları, sana bakar görürsün, halbuki onlar (seni olduğun gibi) görmezler. (Araf, 198)

     

    Bu açıklama Gazneli Mahmutun hoşuna gitti ve öğüt istedi. Harakanî hazretleri şöyle dedi:

     

    Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazı cemaatle kıl, cömert ol, Allahın yarattıklarına şefkat göster.

    Sultan Mahmut kendisi için özel dua edilmesini istedi. Şeyh de kendisine:

     

    Ey Mahmut, akıbetin mahmud (övgüye layık) olsun, dedi.

     

    Sonra Sultan Mahmut şeyhin önüne bir kese altın koydu. Şeyh de onun önüne arpa unundan yapılmış bir ekmek koyuverdi. Buyur deyince sultan ekmeği ağzında gevelemeye başladı. Fakat ne olduysa boğazından geçmiyordu. Harakanî hazretleri, Galiba ekmek boğazına durmuş. dedikten sonra ekledi:

     

    İster misin ki bu altın kese de bizim boğazımıza dursun? Kaldırıverin şunu, dedi.

     

    Sultan Mahmut alması için ısrar ettiyse de kabul ettiremedi. Sonunda kendisine bir hatıra verilmesini istedi. Şeyh hazretleri de yadigâr olarak gömleğini ona ikram etti. Sultan Mahmut oradan ayrılırken Şeyh Harakanî ayağa kalktı. (Halbuki ilk gelişinde kalkmamıştı). Sultan dedi ki:

     

    İlk geldiğimde iltifat etmemiştin, şimdi ise ayağa kalkıyorsun. Buna sebep ne?

     

    Önce padişahlık gururuyla ve imtihan için gelmiştin. Şimdi ise tevazu ve dervişlik haliyle gidiyorsun. İlkin hükümdar olduğun için kalkmadım, şimdi derviş olduğun için kalkıyorum.

     

    Sultan Mahmut gazaya çıkmak için oradan ayrıldı. Girdiği savaşta önce endişeye kapıldı. Sonra hatıra gömleği eline alıp zafer için dua etti ve savaştan muzaffer çıktı.

     

    Tezkiretül-Evliya, s.702-703; es-Samanî, el-Ensâb (Beyrut 1988), 2/347.

     

    Kaynak


  13. Linkteki kıymetli eser'in 21. dakikasının ortalarında başlayan ve hem ses (ki kalitesi tartışılabilir ama bize göre tesir edici bir üslub) hem fon hepsinden de öte hemen hemen her hecesi ile insanın ortasına ortasına işleyen bir ezgi!...

     

    İnternette biraz araştırma yaptık ama seslendirilen ezgiyi müstakil olarak bulamadık... Varsa bir şekilde bulunması yok ise bir başka şekilde ezginin geçtiği sürenin eserin içinden alınarak insanların istifadesine sunulması hoş olur... Ehline selam ile duyurulur...

     

    Gitti, su yollarını kıvrım kıvrım bilenler,

    Bir ot yığını kaldı; kökünden kesilenler...

     

    Bize kalan aziz borç, asırlık zamanlardan;

    Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan...

     

    Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;

    Zaman ve mekan üstü biricik rejim, İslâm...

     

    Oluş sırrı o nurdan heykelin eteğinde,

    Ve ölümsüzlük balı şeriat peteğinde...

     

    Namaz sancıma ilaç, yanık yerime merhem

    Onsuz ebedi hayat benim olsa istemem...

     

    Doğan güneşler her gün aynı da her gün yeni;

    Ezelden ebededek, işte İslâm düzeni!...

     

    Ey genç adam bu düstur sana emanet olsun;

    Ötelerden habersiz nizama lanet olsun...

     

    Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin,

    Erken gel beni evde bulamayabilirsin!...

     

    Beste: Emin Atalay


  14. İsteyeni

     

    Yakınında iken aktı bir mühür,

    Ve sen aldın beni uzağa attın.

    Arasında iki hüznün bir ömür,

    Kastını bileyim diye yaşattın.

     

    Bir istemek verdin öyle azade,

    Ve istekler serdin binden ziyade,

    Seni isteyenleri dolmadan vade,

    Öldürdün de ölmez kendine kattın.

     

    Ankara, Nisan 2011

    • Like 1

  15. Bizim Köy

     

     

    Ne benim ne de senin,

    Herkesin dizim dizim;

    Gelen, giden, görenin,

    Bizim köyümüz bizim.

     

    Suyu, ekmeği şifa,

    Bilin, yeyin ve için.

    Havası kalbe sefa,

    Gelin, alın ve geçin.

     

    Geçin, benlikten geçin,

    (Ben) diyene bir yer yok.

    Geçen onbinler seçin.

    Yastık, yorgan, döşek çok.

     

    Sığarız, sığınırız,

    Hepimiz boncuk boncuk.

    Ağlarız, yakınırız,

    Eş, dost ve çoluk çocuk.

     

    Merhamet durağımız,

    Sofrası hep gözyaşı,

    Sonsuza burağımız,

    Bir el muallak taşı.

     

    Toprağı nûrdan maden,

    Ölüsü hayat dolu.

    Hoş kokusu maziden,

    Ki; yolu Onun yolu.

     

    Bizim köyümüz bizim,

    Taşı sanki kuş tüyü.

    Rahmet öykümüz bizim,

    En Güzel'in hoş köyü.

     

    Ankara, Nisan 2011


  16. Dua

     

    Şimdi bir yakınlık bildiğimiz hal,

    Sana uzaktan da uzak Allahım.

    Zâtına âşikâr büsbütün ahval,

    Uzaklarda onca tuzak Allahım.

     

    Güneşe mesafe göze bir karış,

    Ne var ki her gören derviş sayılmaz.

    Yüzünde esrarı; yangın, yakarış,

    Sırrına ermeyen ermiş sayılmaz.

     

    Gündüz sandığımız kör gecelere,

    Adın düştü ve nûr oldu karanlık.

    Bir yâdınla vardık bilmecelere,

    Seninle gece ve gündüz seyranlık.

     

    Edilen tövbeye tövbeler olsun,

    Her günah hakîkat ve âhlar vehim.

    Herkese, herkese müjdeler olsun;

    Sevinin, Rabbiniz rahmân ve rahîm.

     

    Böyle sarılmışken köşe ve bucak,

    İnsan zalim yine, zalim ve cahil.

    Allahsız bir hale neyse ki ancak,

    Yine yalnız Allah, Allah müdahil.

     

    Şahdamarından da yakın der yakın,

    İnsan; ve inandık, yalnız o kadar.

    İnanmak yetmiyor, yetse bu akın,

    Ne demek isyana hep damar damar.

     

    Şahidi bir Sensin her saklımızın,

    Ört bizi ebed ve ezel Rabbim.

    Yakından habersiz şu aklımızın,

    Sen çapını daralt, ey güzel Rabbim...

     

    Ankara, Nisan 2011


  17. Yürüyen Cenazeler

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Sağımda solumdalar,

    Sağımda solumdalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Dizilmiş yolumdalar,

    Dizilmiş yolumdalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    İnceden uzaktalar,

    İnceden uzaktalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    İncecik tuzaktalar,

    İncecik tuzaktalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Evimde, odamdalar,

    Evimde, odamdalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Çatıda ve damdalar,

    Çatıda ve damdalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Güneşten kaçmadalar,

    Güneşten kaçmadalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Gölgeden saçmadalar,

    Gölgeden saçmadalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Uzakta yakındalar,

    Uzakta yakındalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Kanatsız akındalar,

    Kanatsız akındalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Çatlamış kafadalar,

    Çatlamış kafadalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Cünunsuz safadalar,

    Cünunsuz safadalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Haybeye emekteler,

    Haybeye emekteler.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Helvasız yemekteler,

    Helvasız yemekteler.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Önümde ardımdalar,

    Önümde ardımdalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Ölüye yardımdalar,

    Ölüye yardımdalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Ağlarken gülmedeler,

    Ağlarken gülmedeler.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Güldükçe ölmedeler,

    Güldükçe ölmedeler.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Vitrinde aynadalar,

    Vitrinde aynadalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Manidar manadalar,

    Manidar manadalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Görünürde yazdalar,

    Görünürde yazdalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Görünmez ayazdalar,

    Görünmez ayazdalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Asılsız hesaptalar,

    Asılsız hesaptalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Aslında azaptalar,

    Aslında azaptalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler,

    Rahmetsiz yatırdalar,

    Rahmetsiz yatırdalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler,

    Hatırda hatırdalar,

    Hatırda hatırdalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Nefretle nefretteler,

    Nefretle nefretteler.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Fetrette fetretteler,

    Fetrette fetretteler.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Altımda üstümdeler,

    Altımda üstümdeler.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Balımda sütümdeler,

    Balımda sütümdeler.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Yalancı sevdadalar,

    Yalancı sevdadalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Bir orda hep burdalar,

    Bir orda hep burdalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Diriden habersizler,

    Diriden habersizler.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Pîrlerden ezbersizler,

    Pîrlerden ezbersizler.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Gurbetsiz sıladalar,

    Gurbetsiz sıladalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Gurbette beladalar,

    Gurbette beladalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Yorumsuz rüyadalar,

    Yorumsuz rüyadalar.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Hayırsız dünyadalar,

    Hayırsız dünyadalar.

     

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Aklımda fikrimdeler,

    Aklımda fikrimdeler.

    Yürüyen cenazeler,

    Yürüyen cenazeler;

    Duamda zikrimdeler,

    Duamda zikrimdeler...

     

    Ankara, Nisan 2011


  18. İnsanın şair olası geliyor

     

     

    Atatürkün rakıyla tanışması dönemin ünlü yazarı Falih Rıfkı Atayın Çankaya isimli eserinde aşağıdaki şekilde anlatılır:

     

    Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul'a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad'la (Cebesoy) beraber Büyükada'ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceleyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş almış ve beraber çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişe birayı bitirince:

    - Şimdi ne yapacağım? demiş.

    İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:

    - Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu... İnsanın şair de olası geliyor.

     

    Görüleceği gibi Harbiye Öğrencisi Mustafa Kemal, rakıyla daha ilk tanışmasında bu içkinin hoşluğunu teslim etmiş, etkisini anlamış ve o günden sonra en çok tercih edeceği içkiyi keşfetmiştir.

     

    Büyük Keyif (Editör)


  19. Mustafa Kemal misafir ağırlıyor

     

     

    Kurtuluş Savaşı zaferle sona erdikten sonra ünlü olacak sofraların temeli ise tarihimizin güçlüklerle geçen bu döneminden önceye denk düşer. Gençliğinde arkadaşlarıyla birlikte rakı içen Mustafa Kemalin dikkate değer ilk davetleri Bulgaristanda Ateşemiliterken verdiği davetlerdir.

     

    Lord Kinrosun Atatürk isimli kitabında bu davet şöyle anlatılır:

    Bir süre sonra Mustafa Kemal, arkadaşı Şakir'le birlikte, Elçiliğe yakın bir ev bulup taşındı. Evin döşenmesi tamam olunca, iki arkadaş, Bulgar Adliye Nazırına bir ziyafet verdiler. Yemekte havyar, Türkiye'den özel olarak getirtilmiş en iyi cins rakı, en sonunda da şampanya vardı. Yemeğin güzelliği ve gecenin çok başarılı geçtiği, İkinci Balkan Savaşında Mustafa Kemal'e karşı savaşmış olan Harbiye Nazırı General Kovaçev'in kulağına gitti. General daha önce, Makedonyalı olan karısıyla birlikte, Türk ataşemiliterini evinde ağırlamıştı. Kendisi de ailesiyle birlikte, Mustafa Kemal'in evine davet edilmek istediğini bildirdi.

     

    O tarihte, Avrupa kültürünün ve modalarının yakından takip edildiği Sofyada, seçkin misafirlere verilecek bir ziyafette şampanya ve havyar bulundurmak bir nevi zorunluluktan, Türkiyeden getirtilmiş rakı bulundurmak ise davet edilen sofranın bir Türk sofrası olduğunun altını çizmek ihtiyacındandır. Atatürkün yeniçeri kostümlü fotoğrafının da Sofyadaki görevi sırasında katıldığı bir kıyafet balosunda çekildiği hatırlanırsa, Atatürkün ülkesini temsil konusunda ne kadar usta olduğu daha iyi anlaşılabilir.

     

    Büyük Keyif (Editör)


  20. Ata'nın sofrasında kurallar

     

     

    Vatan kurtulduktan, ülke bir düzene kavuştuktan sonra Atatürk rakı içmeye başlar. Ancak hiçbir zaman bağımlı olduğu söylenemez. Bu durumuna ispat olarak Nutuk'un yazıldığı süre boyunca içki içmemesi de gösterilebilir. Sarhoşluktan hoşlanmayan, sarhoş olanları kibarca uyararak sofradan uzaklaştıran, hatta bir keresinde sofrayı kendisi terkeden Atatürk'ün sofrasında rakının saati ve usulü bellidir.

     

    Atatürk döneminde Özel Kalem Müdürü ve daha sonra Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri olan Hasan Rıza Soyak'ın aktardığına göre Atatürk gündüz içilmesine ve vazife başındayken içilmesine, siyasi ve önemli konular hakkında konuşulacağı, kararlar alınacağı durumlarda içilmesine kesinlikle karşıdır. Sofrada uzun süre oturur, ancak fazla içmez. (Bkz. Atatürkten Anılar, YKY) Sofrada her şey konuşulur ancak dedikodu yapılmaz. Sofra'da çatal-bıçak, tabaklar, örtüler düzenli olmalıdır. (Bkz. Atatürk'ün Hususiyetleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını)

     

    İlk kez 2005 yılında yayımlanan yazının görseli Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.

×
×
  • Create New...