Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Üstadın şu mealde bir sözü vardır: "Yumruk, fikre tâbi olmak zorundadır." Üstadın ifade ettiği gibi eğer yumruk fikre tâbi olmazsa, o yumruk sadece kuru kavgaya, kuru gürültüye meydan veren bir mahiyet taşır. Bir devletin de yumruğu, görünürdeki gücü askerdedir, ordudadır. Üstad buradaki nüktesinde, askere emir veren baş yetkilinin, onu yönlendiren ve yumruğu bir işe tayin eden zihniyetin ne derecede büyük ehemmiyet taşıdığını da vurguluyor.

    Askerin, ordudaki nizam gereği emirlere itaat etmesi, verilen emri yerine getirmesi gerekir. Bu düzen sağlanamazsa, ordu, ordu olmaktan çıkar, kaynayan kazana döner. İsteyen kazanı kaldırır, isteyen indirir, boşaltır. Asker, emir aldığı mevkinin tâbi olduğu muhtevaya göre Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fetheden yeniçerisi gibi ulvî fetihler yaparak ruh yoğuran bir yumruk da olabilir, 2.Abdülhamid gibi bir sultanı tahttan indirmeye gelen ve emrini yahudi, mason, dönme maşalarından alan hareket ordusu kıvamında yıkıcı bir yumruk da olabilir. İki hadisede de orduyu yöneten ulvî veya süflî bir fikir var ve yumruk olan ordu o fikrin komutası altında. Şairin 'Bir bayrak dalgalanmak için rüzgar bekliyor' demesine eş olarak; asker de ulviyet sahasında kendisini yönlendirecek, kilitleneceği hedefi gösterecek kumandanı bekliyor.


  2. Yazının ilk cümlesinde geçen "İflah olmaz kitap dostları, eşlerinin 'ya ben ya kitaplar' tehdidiyle dramatik bir seçime zorlanıyor." ifadesi aslında bu metnin genelini yansıtmıyor. Yazının tamamında eşlerinin evde kitap istememesi yüzünden dramatik bir şekilde kitaplarından ayrılmak zorunda kalan kişilerin hikayesini okumayı beklerken, hiç de böyle bir şeyle karşılaşmadım. Sadece Hilmi Yavuz etrafında dolaşan söylenti bu cümleye tam karşılık geliyor.

     

    İnsanoğlu, yaşadığı mekanda hangi nesneyi veya eşyayı fazlalaştırırsa, tabi olarak bir müddet sonra evin yekûnunu o nesne ihata edecek ve evde yer bulamama sıkıntısı baş gösterecektir. Haddizatında lüzumundan fazla eşya satın almak israfa kapı açmakla birlikte, sırf almış olmak için almak, bir nevi alarak rahatlamak, alış verişi ihtiyaç gidermek yerine nefsin doymak bilmez iştihasının ellerine bırakmak, manevi boşluğun madde ile doyurulmaya çalışılması olarak karşımıza çıkar. Kapitalizmin her an yeni bir ürün ortaya koyan baş döndürücü pırıltılı dünyasında, eskimeden, ihtiyaç olmadan satın alınan o kadar çok şey var ki, insanların tüketim çılgınlığı milli kültür meselemiz ve maarif davamıza kadar uzanan bir yol takip eder. İşte modern dünyada ihtiyaçları bir türlü bitmek bilmeyen ve daha çok almak için daha çok çalışmak, para kazanmak, zaman harcamak zorunda kalan modern insan; ihtiyacı dışındaki eşyaları elinin tersiyle itip evinin en nadide köşesini kitaplara ayırdığı vakit, satın alma fiiliyatının ulvî bir cephesini yakalamış olur. Huzur ve sükun yeri olan evlerin aynı zamanda manevi, ruhî ve ulvî zenginlikler kazandıran bir mahiyet taşıması, insana yepyeni ufuklar, kapılar açan, ilmin ve medeniyetin özünü iki kapak arasında saklayan kitapların o evde baş köşede olmasıyla, okunmasıyla, baş köşeden başın içine nüfuz etmesiyle mümkündür. Şimdi tabi ahlaktan, edebten, din, kültür ve bilumum medeniyet ögesinden müteşekkil muhtevalarıyla insana bir ruh ve karakter kazandıran 'iyi' kitapların yanında, yozlaştıran, ruh kirleten, İslamdan uzaklaştıran, taklitçilik, köksüzlük ve maziye sövücülük gayesi güden, uydurukça ile yazılmış 'kötü' kitaplara değinmiyorum. Bahsini ettiğim kitaplar bu tür kitaplardan münezzehtir. Kitap mefhumunun hakkını verecek keyfiyettekilerden bahsediyorum.

     

    Şimdi evlerindeki kitaplarının mahiyetini bilmemekle birlikte, olmazsa olmaz fizikî ihtiyaçlarının yanında insanı insan yapan manevi, ruhî, fikrî ihtiyaçları karşılamak gayesiyle, yani insan olmanın temel niteliklerinden olan okumak, düşünmek, anlamak yönlerini beslemek için evlerini bir kitap bahçesine, bir kütüphaneye, bir hazineye çeviren insanlara gıpta ile bakmamak mümkün mü? Bu insanlar kitap yüzünden ev terk etmiyorlar, sevgilinin rahat etmesi için kendi rahatından vazgeçen maşuk gibi, gönüllü olarak seve seve sevgili kitaplarına evlerini bağışlıyorlar. Evlerini bağışlamak istemeyen veya buna imkanı olmayanlar da kitaplarını daha fazla kişinin istifadesine sunmak için kütüphanelere gönderiyorlar. Yıllarca el sürdüğünüz, baş başa özel anları paylaştığınız kitaplarınızdan ayrılmak da kolay değildir hani.

    Bütün duvarları kitaplarla dolu, bütün sehpalarında birer ikişer kitap olan, yemek kitaplarının buzdolabında saklandığı her köşesinden bir kitap fırlayan bir evi hangi kitap hastası istemez ki? O kitaplar ki, o hastanın ilacı.


  3. Atatürk'ün Onuncu Yıl Nutku'nun Türk Tarih Kurumunun bir toplantısı vesilesiyle okunması gerekiyor. Bu okunuş aynı zamanda radyodan da yayınlanacak. O zamanlar Türk Tarih Kurumu başkanı Şemsettin Günaltay, Atatürk'le bir araya geliyorlar ve bu nutku kimin okuması gerektiğini konuşuyorlar. Başta Behçet Kemal, pek çok kişinin adı geçiyor, fakat Atatürk hiçbirini istemiyor. Hepsi için sakıncalar ileri sürüyor. Günaltay'ın aklına Avrupa'dan yeni dönen genç tarih doçenti geliyor: Mükrimin Halil. Ve Atatürk'e onu öneriyor. Atatürk evet diyor. Bu gencin adını ben de duydum. Çok başarılı ve akıllı bir tarihçi imiş. Pekala, nutku o okusun.''

     

    O günlerde Atatürk'ün ve onu destekleyen bazı bilim adamlarının üzerinde durdukları bir teori konuşuluyor: Güneş Dil Teorisi. Mükrimin Halil Yinanç bu teoriyi bilimsel bulmadığı için Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan bazı dil ve tarih toplantılarına da bu yüzden hiç katılmıyor.

     

    Günaltay arayıp Onuncu Yıl Nutku'nu okuyacağını söyleyince ne yapacağını şaşırıyor. Nutku okuması halinde kendisinin de bu tarz teorileri destekleyenlerin arasına katılacağına inanan Mükrimin Hoca, hayır diyemeyeceği bu görevden kaçmak için sebepler aramaya başlıyor.

     

    Bir gün Laleli'den Aksaray'a doğru düşünceli ve dalgın yürürken dişçi arkadaşı Burhanettin Bey'e rastlıyor. Dertleşiyorlar. Mükrimin Bey olayı anlatıyor ve İntiharı bile düşünüyorum, ilmi kariyerim bitecek; ben Günaltay'la nasıl beraber olurum? diye sızlanıyor. Sonra birdenbire arkadaşına dönüp buldum! diye bağırıyor.

     

    Burhanettin, bir insanın ağzından kaç dişi çekilirse ona, konuşamaz, iş yapamaz diye rapor verilebilir?

     

    Yarısını çektirirse böyle bir rapor alabilir

    Aman gözüm hemen şimdi senin muayenehanene gidelim, benim 14 dişimi çek, sonra da hemen bir rapor alalım ve eve gidip ortadan kaybolayım.

    Program aynen uygulanıyor. Sağlam 14 dişini çektiren Mükrimin Hoca konuşamaz, çalışamaz kesin teşhisiyle aldığı raporu Şemsettin Günaltay'a gönderiyor ve nutku okumaktan kurtuluyor.

     

    (Ahmet Güner Elgin'in Marmara Kitâbeleri kitabından)


  4. Profesör Nevzat Yalçıntaş'ın arada bir uğradığı Marmara Kıraathanesi'ne bir ara rahmetli Osman Turan da gelmişti. Bir hafta sonra da Üstad Necip Fazıl o kahveye çıkageldi. Önce bir masanın etrafında Erol Güngör, Sezai Karakoç, Fethi Gemuhluoğlu, Avukat Ziya Nur Aksun oturmuş çay içiyorduk. Necip Fazıl gelince halka, denize atılan büyük bir taş gibi, büyüdü, büyüdü ve bizden on metre ötede bilardo oynayan gençlere kadar uzadı. Kahveci çırağı şaşırmış, Erol Güngör'e:

     

    - "Ağabey, bu gelen hangi bakan acaba ?" diye soruyordu.

     

    Necip Fazıl Bey, oturur oturmaz önce bir Bafra sigarası yakmış, peşinden:

     

    - ''Burasını çok merak ettim. Bizim gençliğimizde Küllük kahvesi meşhurdu. Şimdi Marmara Kıraathanesini akdemik bir hüvviyete büründürdüğünüzü işittim. Malûm ya -Üstad bu malûm tabirini çok severdi- bizim de bir Büyük Doğu Kulübümüz var. Ama baskın falan olur diye kimsenin uğradığı yok. Sekreteri bile devamsız. Şanzelize'yi bilir misiniz? Paris'te bulvar sanatçılarının toplandığı yerdir. Orada vaktiyle müşahade ettiklerimi şimdi burada görüyorum..." diye söze başlamış ve bir saat kadar konuşmuştu. Öyle tahmin ediyorum ki o gece yüzden fazla çay içildi ve bütün masrafı Konya'nın cömert insanı Ziya Nur Aksun verdi.

     

    Ertesi hafta Aydınlar Ocağı'nda Necip Fazıl Bey (İman Ve Aksiyon) konusunda bir konuşma yapıyordu. Kırkağaç iş hanının en üst katındaki salon ağzına kadar dolmuştu. Ön sıralarda Profesör Osman Turan, yanında Ezel Enverdi, Ercümet Konukman görülüyordu. Necip Fazıl neşeli bir halde kürsüye geldi, söze başlarken:

     

    -''Biz hamsi olmadan bir tavada haşlanmayız .." deyince bir alkış tufanı koptu. Prof.Osman Turan'ı kürsüye çağırıyordu.

     

    Osman Turan büyük bir tarihçiydi. Necip Fazıl Bey'in daveti üzerine kürsüye geldi ve komünizmin İran'dan başlıyarak, Türkiye üzerinden Avrupa'nın içlerine doğru bir ahtapot gibi nasıl yayılıp hürriyetçi ülkeleri kıskacı altına aldığını -tarihi gerçeklere dayanarak- anlattı. Sonra Üstad Necip Fazıl kürsüye geldi:

     

    -"İşte bir tarih profesörünün adesesinden dünyanın nasıl kızıla boyanmakta olduğunu gördünüz. Bu anlattıklarını makale haline getirirse Büyük Doğu'nun baş sahifelerinde yayınlamak şerefine nail olacağım... Gelelim mevzuumuza, iman ve aksiyon... Napolyon Bonopart, tam manasıyla bir aksiyon adamıdır ve askerliğe imanı tamdır. Elbe adasından kaçıp uyuz bir at sırtında yüz kişilik derme-çatma bir orduyla Paris'e doğru ilerlerken karşısında Fransa'nın milli ordusu çıkar... Aralarında 50 metre kalıncaya kadar atının üzerinde heybetle gider. Sonra atından inip yüksek bir kayaya çıkar ve şöyle etrafına bakınıp kılıcını da çıkarıp bir kaya oyuğuna saplar ve der ki:

     

    -"Ey saçından tırnağına kadar emek verip yetiştirdiğim Fransız ordusu... İçinizde kendi kumandanına kılıç saplayacak bir asker varsa beni burada öldürsün..." der ve göğsündeki düğmeleri çözüp bağrını açar... İşte o anda pusuya yatmış olan Napolyon'u esir almakla mükellef Fransız ordusu (hurra) diyerek mevzilerinden fırlar ve Napolyon'a katılır. Birlikte Paris üzerine yürürler ve iktidarı devralır. Napolyon sürgün edildiği zaman (Bir alçak cezasını buldu) diye yazan matbuat bu sefer:

     

    ''Bir kahramanın dönüşü...'' diye sürmanşet atacaktır. İşte basın ahlakı...

     

    (Mehmet Gökalp - Türk Edebiyatı Dergisi - Sh. 52-53)


  5. Necip Fazıl, Cağaloğlu'nda Muhittin Nalbantoğlu'na rastlıyor:

    - "Muhittin bana hemen Erol'u bul. "

    Erol, yani Erol Güngör. Muhittin'in "Üstad, bulurum da ne diyeyin, ne için lazım ?" sorusuna cevap kesindir.

    - "Bul, karışma!"

     

    Erol Güngör bulunuyor. Yanında Mehmet Genç akşama doğru Marmara Kıraathanesine geliyor. Az sonra Necip Fazıl yanında Muhittin kahveden içeri giriyorlar. Dündar Taşer'in de hazır bulunduğu masaya oturur oturmaz Erol'a dönüyor:

     

    -"Anlat!.."

     

    -"Neyi anlatayım Üstad?"

     

    -"Bana Baböf'ü anlat. Hemen kısa anlat, tam anlat!.."

     

    Dündar Taşer olaya açıklık getiriyor. O akşam Milli Türk Talebe Birliği'nde Necip Fazıl'ın konferansı vardır. Konusu Baböf'tür.

     

    Üstad konferanstan bir saat önce Erol Güngör'den ve Mehmet Genç'ten o günlerde Türkiye'de ismi çok popüler olan Baböf hakkında bilgi alacaktır.

     

    Erol bir şeyler anlatırken, Üstad eski harflerle küçük bir kağıda önlü arkalı not alıyor. Bu bilgi alışverişi 15 dakika sürüyor, Üstad geldiği gibi aynı hızla kıraathaneyi terkediyor.

     

    Fransız ihtilalcisi ve toprak reformu teorisyeni François-Noel Babeuf önerdiği politik davranışlar ve eylemler sebebiyle 19. yy solculuğunun büyüklerinden biridir. Fransız ihtilali sırasında giyotinle idam edildi. 37 yaşındaydı. Yukarıda anlattığımız olayın olduğu günlerde Türkiye'de Baböf'le ilgili bir mahkeme vardı.. Sağ ve sol arasında Baböf'le ilgili tartışmalar yapılıyordu...

     

    Necip Fazıl MTTB'nin ricası ile bu konuda genç üniversitelilere bir konferans verecekti. Üstadın hazırlığı sadece 15 dakika sürmüştü...

     

    Necip Fazıl Bey, deha seviyesindeki zekası ve o eşsiz sentez kabiliyeti minik detaylardan büyük genellemelere geçen yeteneği ile kitap okuma yerine küçük bilgiler almakla yetinir. Bu küçük bilgilerden geniş ve çarpıcı hükümler çıkarırdı.

     

    Konferans çok parlak geçti. İki saat öncesine kadar Baböf'le ilgili kitabî bilgisi bulunmayan, ama bunu birkaç cümlelik notlarla Erol Güngör'ün yardımıyla kapatan Necip Fazıl, gençlere Baböf'le ilgili bir kitap dolusu bilgi verdi...

     

    Bizim Marmaratörler, el kadar kağıda eski harflerle yazılan üç satırlık Baböf bilgisinden bu iki saatlik konferansın çıktığını hayretle takip ediyorlardı.

     

    (Ahmet Güner Elgin'in "Marmara Kitâbeleri" kitabından)


  6. Meb'in hazırladığı bu sitenin Üstad tanıtım bölümündeki metinde önemli bir hata mevcut. Üstadın Çile kitabının bölümleri sayılırken bölümlerden 2 tanesinin adı söylenmiyor, Çile kitabında olmayan, müstakil bir kitap olarak neşredilmiş Öfke ve Hiciv kitabının Çile kitabının bölümlerinden biri olduğu söyleniyor.

    Ses dosyasının 07:02'nci dakikasından itibaren okunan kısım şöyle:

    "Bu eser Allah, insan, şehir, tabiat, kadın, korku, daüssıla, ukde, hafakan, dekor, tecrit, kahramanlar, öfke ve hiciv olmak üzere 13 bölümden oluşur. "

    Öfke ve Hiciv'deki şiirler hiç bir zaman için Çile kitabına girmemişken Meb nasıl böyle bir hata yapabiliyor? Ellerine Çile kitabını alıp bir kerecik içindekiler kısmını incelemiş değiller demek ki. Ya kitaptaki 'Dava ve Cemiyet' ile 'Ölüm' bölümlerinin yok sayılmasına ne demeli? Acaba Meb, muhtevasında 'Dava ve Cemiyet' ile 'Ölüm' bölümleri olmayan; Öfke ve Hiciv'deki şiirlerin eklendiği yeni bir Çile kitabı mı bastırdı? Böyle bir ihtimalin olması da mümkün değil, çünkü metinde adı geçen ve bir kısmı okunan şiirler arasında 'Dava ve Cemiyet' bölümündeki Sakarya Türküsü de yer alıyor.

     

    Üstadın tenkidini yaptığı, kaleme aldığı yazılarında bozuk yapısını gözler önüne serdiği milli eğitimin bağlı olduğu kurum, talebelere tavsiye ettiği kitapları öncelikle kendisi okumalı ve o kitaplarda muhasebesi yapılan kendi sistemini yeniden elden geçirmeli, kendini ıslah etmeli. İçinde bin türlü sorun ihtiva eden Meb, 100 temel eser projesinde de bilhassa Üstad hakkında böyle bir yanlış yaparak Üstadın tenkid oklarını boşa atmamış olduğunu bir kez daha ispat etmiş oldu. Meb'e bu tür başarılarının devamını elbette ki dilemiyoruz.


  7. İkisi de çok güzel olmuş, elinize sağlık. İkinci resimdeki hareketli yazının dikkat nazarlarını daha celbedici bir tarafı var. Ama o tasarımda kullanılan Üstad fotoğrafının dış çizgilerinde bir miktar sorun var. Birincide böyle bir sorun yok. jpeg ve gif formatlarının özelliklerinden kaynaklanan bir durum olsa gerek. Yeniden elinize sağlık.


  8. Coşkun Çokyiğit anlatıyor:

     

    Hilmi Oflaz isimli bir ağabeyimiz vardı. Necip Fazıl'ın mutemet dostuydu. Bir gün otobüste giderken sayıların metafiziğinden bahsetmeye başlamış. Arkada da bir matematikçi oturuyormuş. Bir ara Hilmi Beye çıkışmış:

     

    -Kardeşim, ne zırvalıyorsun! Sayıların metafiziği mi olur?

     

    Hilmi Oflaz, geriye dönüp adama şöyle bir bakmış ve sormuş:

     

    -Beyefendi, sizin boyunuz kaç?

     

    Adam boş bulunup cevap vermiş.

     

    -Bir 1.77,5 !

     

    -Peki, gölgenizin boyu kaç?

     

    -...

     

    Oflaz Abi cevabı yapıştırmış:

     

    -İşte sayıların metafiziği budur!

     

    *Kaynak


  9. Marmara müdavimlerinden olan yazar Osman Akkuşak'ın Necip Fazıl Kısakürek`le ilgili bir hatırası:

    Üstad seyahate çıkacaktır. Başmakaleyi yazma hususunda bir tereddüt geçirir. `Yazmazsam eski makalelerimden birini kesip yayınlayın` der. O sırada Osman Akkuşak:

    `Üstadım, siz yazamazsanız başmakaleyi ben de yazarım.`deyince Necip Fazıl:

    `Osman bir çocuk general elbisesi giyerse sevimli olur. Bir asteğmen giyerse sadece gülünç olur...` şeklinde karşılık verir ve Akkuşak'ı gördükçe `Demek ki, başmakaleyi sen yazacaktın ha?` diyerek takılır.

     

    (Osman Akkuşak)

    *Kaynak


  10. İnsanoğlu, yaratıcısının yapılmasını emrettiği amellerin karşısında nefsinin muhkem bir kale gibi aşılmaz duvarlar ördüğünü ve nefsiyle giriştiği azim mücadelenin bir ayağının da Allah yolunda yapılacak işlere nefsin engel çıkarmak, içten içe vazgeçirmek taktiklerini uyguladığını bu şiirde net olarak görebilir. İşin tezadı şu ki, sevdalısının bir sözüyle dağları delmenin, deryaları kurutmanın, yıldızları tesbih taneleri gibi iplere dizmenin peşinden koşan ve bunları büyük bir zevkle, aşkla, şevkle, iştahla, büyük lezzetler alarak yapan insan (ki almasa böyle işler için parmağını oynatacak gücü kendinde bulamaz) asıl sevdalısı olması gereken yaratıcısının emirleri karşısında güçsüz, halsiz, fersiz, büyülü bir kuvvetin tesiri altına girmişçesine kanatlarını çırpamayan bir duruma düşebilmektedir. Bu tezadın müsebbibi, en çetin işleri yaptıracak kudreti sağlayan aşkın Allaha yöneltilememesi, insanı her dem Allahtan uzaklaştırma gayesinde olan nefse Allah aşkıyla galebe çalan ruh tokadını nakşedememesi olsa gerektir. Bu noktada Üstadın bu şiiri bir o kadar mânidar. Hele de yıllardır süregelen nefs köpürtme, ruh ve iman tahrip etme politikaları neticesinde, en adi nefs dürdüklemeleri ile iptidai bir sevda masalının peşinden koşacak hale gelen nesil, sevdalısı şunun gözünü çıkar, karnını deş, beynini dağla dese hepsini yapacak bir nefs kölesi olmuş, nefsinin esareti altında aklını, vicdanını kullanamayacak duruma düşmüştür. Nefs isimli ejderha, haram ile beslenmektedir ve her haram kalbi karartmakta, kararan kalb yaratıcısından uzaklaşmakta, İslamın emir ve yasaklarına uymakta zorlanmakta, hatta bir zaman sonra nefsine cömert davranan insanoğlu, Rabbinin emirlerine karşı hasis olmakta, iş Allaha geldi mi, gücü kalmamakta, sendelemektedir. Bütün enerjisini nefsinin bitmez tükenmez isteklerine harcayan insanda Rabbi için nasıl güç kalabilir ki...

    Yükseldikçe hiçbir mahlûkun o kadar yükselemeyeceği ve alçaldıkça hiçbir mahlûkun o kadar alçalamayacağı insanoğlu, nefsinin peşinden gittiği müddetçe ikinci şıktaki derekeye düşecek, nefsine set çekince de birinci şıktaki payeye erecektir.


  11. 25 Mayıs 1983 Çarşamba günü Hakkın Rahmetine kavuşan Üstâd Necip Fazıl Kısakürekle ilk karşılaşmamız üniversiteye girdiğim 1966 yılına rastlarsa da, eserleri ve yazılarıyla ve özellikle Büyük Doğusuyla tanışıklığımız ta 1960 öncesine kadar gider. Ortaokul öğrenciliği sıralarımdan başlayarak 20 yılı aşkın bir zamandır Üstâdın eserlerini okuyup anlamaya çalışıyorum. Nerede onunla ilgili en küçük bir doküman bulsam onu titizlikle saklamak ve korumak, kendi içinde tasnif etmek, değerlendirmek, üzerinde düşünmek de en büyük zevklerim arasındadır. Yakın dostlarımın bildiği gibi, bu yüzden elimde Üstâd hakkında yazılmış onbinlerce sayfa materyal birikti. Bu çabamdan rahmetlik Üstâdın da haberi vardı. Birgün kendisine bunu açtığımda :

    Başkalarının yazdıklarını boşver, benim hakkımda sen yaz. demişlerdi.

    Toker Yayınları sahibi Yalçın Toker, 100 Büyük Edip Şair dizisi içinde, birçok kitabını bastığı Üstâd Necip Fazıl hakkında da bir tanıtma kitabı çıkarmak istiyordu. Bunu belki başkalarına da yaptığı gibi, bana da teklif etti. Fakat Üstâd hakkında kitap yazmak, hele O hayatta iken bunu gerçekleştirmek büyük bir cesaret işiydi, bir cüretti. Tabiî bu korkulu işi ben de kabul edemedim. Hatta Yalçın Toker bu durumu 1970li yıllarda birgün Yayınevinin yazıhanesinde Üstâda da söyledi. Kendisi hakkında yazmaktan sevenlerinin de kaçınması, neticede Onu yokluğa mahkum etmenin dostçası olmuyor muydu?

    Biz gençlerin, yüzlercesinden daha enerjik ve daha aksiyon ruhu ile dolu olan Üstâd, Yayınevi sahibine, Mademki benim hakkımda bir biyografi kitabı yazmayı kimse üzerine almıyor, o halde, ben yazayım. demişti. Keşke yazsaydı. Belki en büyük şaheserlerden biri de o olurdu. Gerçi, ardından çile arkadaşı, Osman Yükselin de dediği gibi; O hiçbir boşluk bırakmadan, her tarafı ve her şeyi doldurarak gitti, O ve Ben ile Babıâli adlı hatıra kitaplarıyla otobiyoğrafik nitelikteki Aynadaki Yalan ve henüz basılmamış olan ve yarım kalan Kafa kağıdı romanlarında, Cinnet Mustatilinde ve öteki biyografi eserlerinde kendi maddî ve mânevî hayatı hakkında bize çok değerli bilgiler bırakmamış değildi. Ama, on formalık bir Hayatı, Sanatı ve Eserleri kitabı herhalde edebiyatımızın en dikkate değer monografilerinden biri olurdu şüphesiz.

    Tabiî bu olmadı. 1968de onun hakkında bir ilk kitap çıktı. Bu, A.Arif Bülendoğlunun hazırladığı Necip Fazıl Kısakürek, Şiiri, Sanatı, Aksiyonudur. On formalık bu kitapta, kısa bir girişten sonra onun şiiri sanatı, tiyatro eserleri ve çeşitli yönlerini inceleyen muhtelif yazarlara ait çeşitli yazılar bulunmaktadır. Bu kitabın oluşumunda Edebiyat Fakültesi öğrencisi olarak beraber bulunduğumuz Mustafa Miyasoğlu ile benim de katkılarım olmuştur.

    Üstâd hakkında daha sonra Hasan Çebinin Tiyatro Eserlerinde Madde ve Manada Necip Fazıl adlı bir master çalışması yayınlandı.

    Benim öteden beri dile getirdiğim bir iddiam vardır.. Necip Fazıl anlaşılmadan ve yorumlanmadan ne edebiyatımızda ne de fikriyatımızda büyük bir atılım gerçekleştirmek mümkün değildir. O, hayatı ve eserleri kadar, uyandırdığı yankılarla da bir bütündür. Bu bakımdan, onun hakkında yazılan her yazı, hakkında daha önce yazılmışlar bilinmediği sürece eksik ve yarım kalmaya mahkumdur. Ki, Necip Fazıl, 1925lerden bilhassa 1950lere kadar Türk Edebiyatında ve Matbuatında belki hakkında en çok yazılan ve konuşulan kişilerin başında gelir. Hele hele, onun şiirleri ve tiyatro eserleri üstüne yazılan yüzlerce yazı Türk Tenkit Edebiyatının gelişmesine de büyük hizmetler ifâ etmiştir. Şiiri, Tiyatrosu, Meşhur Ağaç ve Büyük Doğu dergileri, öteki kitapları, siyasî ve ideolojik faaliyetiyle Türk Toplumunda büyük bir fonksiyon icrâ eden Necip Fazıl Kısakürek, Cumhuriyet Dönemi Türkiyesinin en büyük fikir ve sanat olayıdır. Biz, bu önemli olayı bütün boyutlarıyla ele alıp incelemezsek dünya görüşü ve sanatımız açısından nereye varabiliriz? Maalesef, Türkiyede Necip Fazıl çözümlenmeden zincirin daha sonraki halkası durumundaki Sezai Karakoç hakkında iki inceleme kitabı birden yayınlandı. Aslında, bu konudaki çalışmaları yeterli ve çok gördüğüm için söylemiyorum bunu. Demek istediğim, Cumhuriyet Devri Türk fikir ve sanat hayatının kenet taşı Necip Fazıl incelenmeden bu dönemde yaşayan hiçbir sanatçının ve fikir adamının gerçek yerine ve değerine oturtulamayacağıdır.

     

    (Bekir OĞUZBAŞARAN - NECİP FAZILIN ŞİİRİ)


  12. Selamlar,

    O ve Ben kitabından anlattığınız hadisenin tam iktibasını yapalım:

     

     

    KERAMET MAHCUP

    İşte şimdi, Efendimin, yalnız bana tecelli eden, çünkü yalnız bana cevap olarak gösterilen bir işini belirtmek zamanı geldi.

    İş mi; her şey iş... Keramet sözü, bu işdeki büyüklüğü belirtmekten mahcuptur. Yâni herkesin ağzındaki keramet sözü... Onunki gerçek keramet...

    Allah bilir ki, kerametlerin en ulvisinde bildiğim Efendimden hiç bir ân zahir kerameti beklemeden, istemeden, bu lütuf bana geldi:

     

    Kendilerini galiba bir camiden, galiba Beyazıt camiinden almıştım. Ders bittikten sonra beraberce bir otomobile binmiş, Eyüb'e gelmiştik. Mahut dik yokuşu, beraber, küçük adımlarla çıkmıştık. Ben; onun, ayağındaki toza kurban fedaisi koluna girmiştim. Şakir'in yerini almıştım.

     

    Şadırvan başında oturmuş, mescide bitişik camekânlı odaya geçmiş, çaylarımızı içmiş, namazımızı kılmış, ev tarafından aşağı kata inip yemeğimizi yemiş, tekrar yukarıya çıkmış; evin kapısı önünde yer almış bulunuyoruz. Hemen bütün gün devam eden beraberlik ve sohbetden sonra, hafif bir dalgınlık, düşünce ânı... Uzun sükût...

    Ben kapıya karşı bir banko üzerindeyim. Kendileri, bir iki metre ilerimde, cephemle solum arasında; hasır koltuğunda...

    Etrafta birkaç yakını; o kadar...

    Uzun sükût...

    Birden, içime bir ateş düştü. Kendime, içimden, harfi harfine şunları söylemeğe başladım:

     

    - Sen ne âdi, ne pestpâye insansın! Efendinin yanına geliyor, birkaç saat kalıyor ve kar gibi beyazlaşıp uçarak, bulutların üstüne basarak gidiyorsun! Kapıdan çıkar çıkmaz yine eski insan!.. O bembeyaz halinle zift fıçılarına balıklama dalıyorsun! Sonra yine gel, yine temizlen, yine git, yine kirlen!.. Sen adam olmazsın! Sen; gösterilen doğru yolda kendi iradenle tek adım atmak şerefini kazanamazsın!

     

    Ve tam bu noktada, daha yüksek bir iç seslenişiyle kendi kendime haykırdım:

     

    - Bizim gibi sefilleri kendi halimize bırakmamalı... Bizi, tam tabiriyle, tasarruf etmeli... Büyük velî, bizi bir nazariyle tasarruf etmeli... Büyük velî, bizi bir nazariyle tasarruf edip bütün dış alâkalarımızdan söküp koparmalı, kurtarmalı ve ayağının dibine serip «işte hepsi bu kadar!» demeli... "izi tasarruf etmeli, beni tasarruf etmeli...

     

    Başım önümde, bunları düşünürken, birden, bütün ömrümde ne bir eşini görebileceğim, ne de hayâl edebileceğim bir hâl!.. Kalbim, bir lâstik gibi, cephemle sol tarafım arasında uzuyor!.. Aman, ne oluyorum ben? Kalbim bir lâstik gibi uzuyor; ve ben, dünyanın en korkunç acısiyle, en tatlı duygusu arasında avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum! Dayanılmaz bir acı ve dil dokundurulmaz bir tad...

    Bir de başımı kaldırınca ne göreyim?..

    Efendi Hazretleri, bir arslan gibi haşmetlû başlarını bana çevirmişler, o müthiş gözlerini üzerime dikmişler, bakıyorlar...

    Sanki demek istiyorlar:

    - Sen misin tasarruf istiyen?.. Acaba sende buna dayanacak takat var mı?..

    Hemen ruhaniyetlerine sığındım; kalbim yerine geldi, nefes aldım.

     

    Bize ilk gelişimizde yolu tarif eden aktar, Abidin Bey, ölüyor. Tabutu, dik yokuştan yukarıya çıkarılıyor, setin önünden geçirilerek biraz ilerideki kabrine götürülüyor.

    Tabut tam evin önüne gelince, Efendi Hazretleri setin üstüne çıkıp bakmışlar...

    Dört omuz üzerindeki tabut durmuş... Olduğu yerde mıhlanıp kalan, taşıyanlar değil, tabut... Ve tabut, Efendi Hazretlerine doğru dönmeğe başlamış... Dönen, taşıyanlar değil, tabut...

    Efendi Hazretleri, kısa ve belirsiz bir duadan sonra elleriyle «götürün!» diye işaret etmişler; tabut yoluna devam etmiş...

    Bunu, yakınlardan, en emin ağızlardan dinledim.


  13. Abdülhamîd hakkındaki İttihatçı, Mason, Yahudi, (Lö-vanten), kozmopolit ve Batı emparyalizması ajanlarının uydurduğu masallar o kadar gülünç, iğrenç ve havsala yakıcıdır ki, bunlardan yalnız bir tanesini, o da basın yönünden ele alıp aydınlığa çıkarmak geri kalanı izah edebilir.

     

    Ziyaüddin, yani «dinin ışığı» ismindeki Meşrutiyet Şeyhülislâmı, daha doğrusu Şeyh-ül ifsad'ı, Padişahın halline fetvada gerektirici sebep olarak onun din ve şeriat kitaplarını yaktırdığını iddia eder.

     

    Abdülhamîd'in ne çapta bir mü'min ve din bağlısı olduğunu, bahsi gelince anlayacağız. Şimdi şu kadarını bildirmekle yetindim ki, Abdülhamîd, bütün Osmanlı hanedanı içinde en üstün dindardır ve onda bu ulvî duygu, imkân sınırlarını çatlacak derecede taşkındır. Nasıl olur da din ve şeriat kitaplarını yaktırabilir? Ona dünya imparatorluğunu verseler ve en küçük şeriat ölçüsünü bir ân için silmesini isteseler, kabul etmediği takdirde de bütün vatanı istilâ edeceklerine inandırsalar, acaba «peki» demesine ihtimal düşünülebilir mi? Bu sözleri demeyecek bir kâfir bulunamazken «Şeyhülislâm»ın, kâfirden beter bir münafığın, hem de «fetva» diye ortaya attığı küfürnameye ne buyurulur?

     

    Şeyhülislâmlık taslayan münafığın, küfür iddiasını dayadığı vakıayı öğrenin de, Abdülhamid'in ne çapta bir müslüman ve ne türlü bir iftiraya kurban olduğunu dehşetler içinde görün!..

     

    İçindeki küfür karanlığına din ışığı ismi verilen sahte Şeyhülislâm Ziyaüddin'in, yakıldığından bahsettiği kitaplar, gerçekten ateşe verilmiş, hem de Çemberlitaş hamamının külhanında ateşe verilmiştir. Bunlar Celâl Paşa'nın Maarif Nazırlığı zamanında, her biri yüksek din ve ilim adamlarından kurulu «Teftiş ve Muayene Encümeni»nin zararlı olduğuna kanaat getirdiği 150 çuval kitaptır ki, belki yarısından fazlası sözde dinîdir. Mevzuları dini olan bu eserler din incelik ve gerçeklerinden haberi olmayan kimselerce belki de maksatlı olarak kaleme alındığı için yayınlanmalarına müsaade edilmemiş ve zaptedilerek çuvallar içinde saklanmıştır.

     

    Yani, dini bozan eserler din adına, din ölçüsüyle yasak ediliyor. Bir müddet sonra da evvela Kâğıthane Çayırı'nda, daha sonra Maarif Nezareti bahçesinde yakılmaları düşünülüyor. Fakat dumanları göğe çıkacak olan böyle bir yangının etrafa dehşet ve heyecan vereceği düşünülerek kitapların açıkta yakılmasından vaz geçiliyor, en temiz vasıta olarak bir hamam külhanı hatıra geliyor ve bunun için Çemberlitaş hamamı seçiliyor. Halktaki hayâl ve düşmanlardaki tezvir mizacı bu ya; 150 çuval kitabın alevler içinde kömürleştiğini gören ve duyanlar, acaba içlerinde ne var diye merak etmeden hükmü basıyorlar:

     

    -Abdülhamîd din kitaplarını yaktırıyor!

     

    Tersine; Abdülhamîd, din maskesi altında dini bozan kitapları yaktırıyor. !

     

    Aradan şu kadar yıl geçtikten sonra da bütün gayeleri imân vecd ve sistemini yıkıp, yerine başka bir heyecan ve şekil getirmek isteyenlerin sahte Şeyhülislamı, bu hareketin dine aykırılık olduğuna dair fetva vermekten, Hak ve halk ölçüsüyle ne korkuyor, ne de utanıyor. Herhalde bu fetvayı verirken, bir gün Hakkın huzuruna çıkacağından da emin bulunmuyor. Fakat başında sarık ve sırtında cübbe taşımakta ve kullar görsün diye kıbleye dönmekte devam ediyor.

    «Maarif Nezareti Teftiş ve Muayene Encümeni» tarafından zararlı bulunup yaktırılan bu 150 çuvallık kitaplar hakkında Abdülhamîd'e verilen raporlar, kelimesi kelimesine malûmdur ve mahut kitabın 587, 588, 589'uncu sahifelerinde göz önüne serilmiştir.

     

    O halde, Ulu Hakan ve Müminlerin Emîri hakkında verilecek fetva, onun, şeriatı korumak için şeriat adına düzenlenen yalancı eserleri yaktırdığı, yani dine en büyük hizmeti ettiği şeklinde olmalı değil miydi?

     

     

    (Necip Fazıl Kısakürek - Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han - BüyükDoğu Yayınları - 14. basım - S. 200-201)


  14. Selamlar,

    Mustafa İslamoğlu'na yapılan muhalefetlerin ve tenkidlerin yer aldığı başlıklar forumda mevcut. O başlıkları okuduğunuzda onun fikirlerine neden karşı olunduğunu göreceksiniz. İlgili başlıklarda yeteri kadar tartışıldığı ve karşılıklı fikir beyan edildiği için bu konuya o başlıkların linklerini eklemeyi yeterli görüyorum. Söylenenler dışında yeni bir şeyler eklemek isteyenler buraya ekleme yapabilirler.

     

    Mustafa İslamoğlu'nun Hezeyanları! : http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...ic=8020&hl=

     

    Mustafa İslamoğlu; "efgani'yi Karalayanlar O'nun Tuvalet Bezi Olamazlar" : http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=6615&hl

     

    Mustafa İslamoğlu : http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=180&hl=

     

    Mustafa İslamoğlu Yecûc Ve Mecûcu Da İnkâr Ediyor : http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...ic=10127&hl


  15. Necip Fazıl'ı değişik illerden konferansa davet ediyorlardı. Hilmi Oflaz, her konferansına yetişiyor, çeşitli kereler dinlediği sözleri, kesinlikle kimse onun kadar can kulağıyla dinlemiyordu.

    Birgün Hilmi Oflaz, yayınevine geldi. Niyazi'ye:

    - Bir teklifim var, dedi. Maddî ve manevî kazanç getiren bir teklif. Ben nasıl olsa Üstad'ın konferanslarına gidiyorum. Kitaplarınızdan iki yüzer tane verin, konferans salonunun kapısında sergi yapayım. Siz kâr edersiniz; ben de kitapçıya bıraktığınız bölümü ben alır, masrafımı çıkarırım. Üstad'ın kitabı yayılmış olur; yeni basacaklarınız için de satış potansiyeli doğar.

    Niyazi, Hilmi Oflaz'ı iyi tanıyordu. Kesinlikle kötü niyetli değildi; fakat idrakinde para kavramı teşekkül etmemişti. Akıl almaz derecede cömertti; elindeki, avucundakiler için "Çabuk yiyin, bitsin." derdi. Niyazi paranın gelmiyeceğini biliyor, ama onu kırmak da istemiyordu.

    - Necip Fazıl Üstadı dinlemek başka şey, okumak başka şeydir. Dinleyen herkes kapasitesi ölçüsünde bir şeyler alır; fakat okuduğunu anlamayan, kapasitem kadar anlıyorum, demez; kitapları bu şekilde satılmaz; götürüp getireceksin; sana bir yığın eziyet olacak.

    - Biz çile adamıyız; hiçbir şey bize eziyet olmaz. Niyazi, aralarına soğukluk girmesinden endişe ediyordu.

    - Otobüs ve yemek paranı ödeyeyim; maddî derdin olmasın. Onar tane de kitap vereyim, bir dene.

    - İşin maddî tarafını dert edinme, başkasının yıkıldığı yerde, biz dimdik durmasını biliriz. Onar tane çerez bile olmaz. Anadolu'dan iman orduları fışkırıyor. Kitaplarınızdan iki yüzer adet vereceksin; dönüşümde kuruşu kuruşuna hesabını alacaksın.

     

    Çetin tartışmalardan sonra Necip Fazıl'ın "Reis Bey" ve Vecdi Bürün'ün "Nasıl Öldüler" adlı kitaplarından yüzer âdede iki taraf da razı oldu. Hilmi Oflaz, içlerinde onar tane kitap bulunan paketleri büyük kolilere doldurdu; kalın iple bağladı. Bir kamyonete koyup, götürdü.

    Salı günü Hilmi Oflaz yayınevine geldiğinde elleri bomboştu. Niyazi sordu:

    - Hilmi Ağabey kitaplar satıldı mı?

    Ayak ayak üstüne atan Hilmi Oflaz, baş parmağı ile işaret parmağını birleştirip, sağ elini salladı.

    - Bir tane dahi kalmadı. Niyazi gülümseyerek:

    - O zaman hesabı görelim, dedi.

    Tavrında hiçbir değişiklik olmadan, hakim bir edâ ile cevap verdi:

    - Şu anda ödemek bakımından müsait değilim. Fakat bu demek değildir ki, ödenmeyecektir. Kesinlikle son santimine kadar ödenecektir. Önümüzdeki pazar Üstad'ın Adana'da konferansı var. Ben cuma gününden kitapları alıp, gitmek istiyorum.

    Hilmi Oflaz, Niyazi'nin kendisini sevdiğini bilirdi. Bunu istismar etmek istemediğinin Niyazi de farkındaydı. Ancak pek çok insan gibi Hilmi Oflaz da kendini tanımıyordu; ama Niyazi onu iyi tanıyordu.

    - Dostluk bir tarafa, biz ticaret yapıyoruz. Aldıklarının parasını ödeyeceksin; sonra yeni kitap alacaksın.

    - Dünyada hiçbir şeyimiz kalmasa, sadece don gömlek kalsak bile biz sözümüzün eriyiz. Aldıklarımızın da, alacak olduklarımızın da parasını kirpik kadar eksiksiz ödeyeceğiz; fakat şimdi değil, Adana'dan döndükten sonra.

    - Para kasaya girecek, kitaplar dışarıya çıkacak. Parasız yeni kitap nasıl basarız?

    - Kitapları basıp, hizmet edeceksiniz. Son insan kalıncaya kadar hizmet devam etmelidir; sorumluluğunun şuurunda olan buna köstek değil, destek olur. Bana da kitapları hizmetten mahrum kalmayayım diye vereceksiniz.

    - Hilmi ağabey, sen hizmetten mahrum kalmazsın, taşlara, kuşlara nutuk çekmekle de hizmet yapabilirsin, fakat biz parasız hizmet yapamayız.

    - Mor kayalar üzerinde dört nala uçarken, rüzgârdan gebe kalan bir kısrak kadar hassas olan benim hizmet aşkıma bigâne kalmak, yeşermekte bulunan diriltici medeniyeti kırağı çalmasına göz yummak gibidir.

    Nihayet Niyazi şöyle bir imzalı yazı alıp, kitapları vermek mecburiyetinde kaldı. "Ben Hilmi Oflaz, ikinci kere Ötüken Yayınevi'nden "Reis Bey" ve "Nasıl Öldüler" kitaplarından yüzer adet alıyorum. Birinci ve ikinci partilerin parasını ödemezsem, bir daha satmak üzere kitap istemeyeceğimi taahhüt ediyorum. Tabii, yayınevinin bastığı her kitaptan hediye hakkım saklı kalacak."

     

    Konferans saatinden önce Hilmi Oflaz salonun önünde sergi açtı. Necip Fazıl'ı dinlemeye gelenler kitaplara bakıp salona girerlerken Hilmi Oflaz ellerine birer tane tutuşturuyordu.

    Mersin'de bulunan Özer, Necip Fazıl'ı dinlemek bir saatlik yolculuğa fazlasıyla değer deyip Adana'ya geldi. Salonun kapısında Hilmi Oflaz'ın para almadan, girenlere birer tane kitap verdiğini görünce, şaşkınlığını ifade eden bir tavırla sordu:

    - Hilmi ağabey ne yapıyorsun?

    Hilmi Oflaz gayet soğukkanlı cevap verdi:

    - Dağıt Özer Revanoğlu, sen de dağıt; yayılsın.

     

    (Mehmet Niyazi Özdemir - Dahiler ve Deliler)

    -

    Tıklayınız: Üstâdın manevi oğlu Hilmi Oflaz

    • Like 1

  16. Mehmet Niyazi Özdemir'in yazdığı ve muhtevasında kendi yaşadığı hadiselere de yer verdiği Dahiler ve Deliler isimli romanda geçen, Üstadın hapisten çıktıktan sonra evine yapılan bir ziyaret ve ertesinde gelen gelişmeler:

     

     

    Kahveden çıktılar; otobüs durağına yürürlerken Özer telefonla randevu alışını anlatıyordu.

    - Üstadım, eğer müsaitseniz, arkadaşlarımızla sizi ziyaret etmek istiyoruz, yorgunsanız yahut eviniz çok kalabalık ise, bir başka zaman da gelebiliriz, dedim. Sözleri tam Üstadca idi. "Sabahtan beri sevgi çemberinde yanıp tutuşuyorum; fakat bizim için yorgunluk bahane olabilir mi? Buyurun gelin, bekliyorum."

    Ortaklaşa büyücek bir kutu şeker aldılar. Niyazi:

    - Kitaplarını okuyor, konferanslarını dinliyor, sohbetlerine katılıyoruz; buna rağmen birisi bana Necip Fazıl'ı anlat dese, ne derim diye düşünüyorum.

    Hilmi Oflaz sözü ağzından aldı:

    - Hakkında ciltler dolusu kitap yazılsa, Necip Fazıl Üstadımızın yine bir tarafı eksik kalır. Tam derinliğine indim dediği an, biraz dikkat eden, satıhta bulunduğunu idrak eder.

    Niyazi sözünü tamamlamak istedi:

    - Ama herhalde Necip Fazıl şu şekilde tanımlanabilir: Yaşadığımız dönemde yanında insanın sıkılmayacağı tek kişi.

    Özer, Niyazi'nin değerlendirmesini biraz farklı yorumladı:

    - Mezun olunmayan üniversite desek, biraz daha iyi tarif etmiş olmaz mıyız?

     

    Ayakkabıların çıkarıldığı yerde duran küçük sehpanın üzerine Sıtkı Evren şeker kutusunu koydu. Girdikleri büyük odayı hemen hemen doldurmuşlardı. Döşemede ne halı, ne de kilim kalmıştı; hepsinin satıldığı belliydi. Biraz sonra Necip Fazıl içeriye "girdi; Hilmi Oflaz ve gençler ayağa kalktılar. Necip Fazıl hepsine ayrı ayrı "Hoş geldin" dedi ve ellerini sıktı. Kimisi elini öpmek istediyse de öptürmedi. Necip Fazıl, bir sandalyeye oturdu; sanki hapse girip çıkan o değilmişcesine zinde görünüyordu. Yüzündeki tatlı gülümsemeyle bakışlarını gençlerde gezdirdi.

    - Çoğunuzu tanıyorum. Gaziantepli dostumuz İsmet, Rizeli Gündoğdu, Konyalı Necip Kunt, İzmitli İsmail Özen, Samsunlu Yusuf Uğurlu... Yok hepinizi ayrı ayrı sayamam. İlk defa karşılaştığımız varsa, lütfen elini kaldırsın.

    Dört kişi elini kaldırdı; uzun boylu, esmer gence sordu:

    - Adınız, nerede okuyorsunuz, nerelisiniz?

    - Sıtkı Evren, Kimya'da okuyorum, Hataylıyım. Diğerine döndü.

    -Siz?

    - İsmail Hakkı Akın, Hukuk'ta okuyorum, Kütahyalıyım.

    -Siz?

    - Aslan Yıldırım, Hukuk'ta okuyorum, Elazığlıyım. Yanında oturana sordu:

    -Siz?

    - Atasoy Dinç, Teknik Üniversite'de okuyorum, Elazığlıyım.

     

    Necip Fazıl söze başladı:

    - Allah sayınızı artırsın; yüz elli yıl yaşayacağımı bilsem dahi, geç kaldığımıza inanıyorum. Gece gündüz çalışmalıyız; meselelerimizi dağa taşa anlatmalı, Allah kullarını taşıdıkları değerden haberdar etmeli, yetimlerin gözyaşını silmeli, kimsesizlerin dostu olmalıyız. Gayretimiz gökle yer arasındaki bütün yalnızlara ulaşmayı hedef almalıdır...

    Konuşurken bir ara sesini yükseltti:

    - Mehmed!

    İçeriye on beş yaşlarındaki oğlu girdi.

    - Buyurunuz efendim.

    - Ayakkabıların yanındaki sehpada şeker gördüm, onu getir. Misafirlerimize ikram et.

     

    Niyazi ile Özer göz göze geldiler; ikisi de göz kapaklarının altına bir sıcaklık yayıldığını hissediyordu. Bu mağduriyete rağmen ayakta kalmak kolay mıydı? Kim bilir ne acılar çekiyordu?...

    Zaman ilerliyor, Necip Fazıl'ın sohbeti gençleri mest ediyor, saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorlardı. Bir ara Necip Fazıl soluklanır gibi oldu. Sıtkı Evren hemen zihnini kurcalayan soruyu sordu:

    - Üstadım, hangi gazetede yazmayı düşünüyorsunuz?

    - Bizim yazmayı düşünmemiz önemli değil; gazetenin patronu bize teklifte bulunmalıdır. Ben her gazetede yazarım; hangi şartlarda ve kime karşı olursa olsun, fikrimi söyler, meseleleri kendi açımdan yorumlarım. Dünya malı, dünyada verilecek mevki ve şöhret bana davama ters düşecek tek bir kelime bile yazdıramaz. Hangi gazetede yazarsam yazayım, o gazetenin kısa bir sürede fikrimizin rengini alacağını söylersem, herhalde boyumu aşan bir iddiada bulunmuş olmam. Bundan dolayı da içinde yaşadığımız günlerde hiçbir gazete patronunun bana teklifte bulunacağını zannetmiyorum.

    Sıtkı Evren, asıl, geçimini merak ediyordu.

    - Efendim; size özel soru sormak haddimiz değil; cüretimi bağışlayın; hizmete nasıl devam edebileceğinizin bizi aşırı derecede ilgilendirdiğini mutlaka takdir edersiniz. Ülkemizde kitap telifinden geçinmeye imkân yok; ne yapmayı düşünüyorsunuz?

    - Buna hiç kafanı takma; Allah ya rızkımızı verir, ya canımızı alır. Çok bunalırsam, Bayezid Meydanı'na bir sandık atar, ayakkabı boyarım. Yanıma da "Otuz üç eser sahibi Necip Fazıl" diye bir levha koyarım. Halk ve ülkeyi yönetenler utansın, ben niçin utanayım! Teliften geçinmeyi bir tarafa bırakalım; kitaplarımı basacak bir yayınevi dahi yok. Bunlardan alacağımız paradan çok hizmet önemli, başka hizmet vasıtasına sahip değiliz. Meselesi olan birisi çıksa, yayınevi kursa, çok hayırlı bir iş yapmış olur.

     

    Geç saatte Necip Fazıl'ın evinden ayrıldılar. Özer ile Niyazi otobüste yanyana oturdular. Özer, Niyazi'ye:

    - Ne yapabiliriz? diye sordu. Niyazi, onun ne kast ettiğini anladı.

    - Bir yayınevinin nasıl kurulduğunu, kaç lira sermaye gerektirdiğini bilmiyorum. Bir babayiğit çıkıp kurmazsa, hiçbir şey bilmememize rağmen biz kurmaya çalışmalıyız. Aslında bizim için geç kalmış bir görevdir. Rahmetli Peyami Safa'nın da kitaplarını kimse basmıyor. Felçli eşine, baldızı Meziyet Hanımefendi bakıyor. Kim bilir onlar da ne kadar mağdur? Nevzat ve Ahmed Nuri ağabeyle de konuşalım; belki bir şeyler yapabiliriz.

    - İyi olur.

    Nevzat ve Ahmed Nuri de "Evet" dedi. Bayezid civarında, Büyük Reşit Paşa Caddesi'nde bodrumu andıran bir oda tuttular. Nevzat ile Ahmed Nuri, Necip Fazıl'a gittiler. Onu bir masanın başında, kâğıtların arasında çalışırken buldular. Ahmed Nuri:

    - Üstadım, biz yayınevi kurduk, dedi. Basılması gereken eserlerinize talip yoksa, biz basmak istiyoruz.

    Necip Fazıl'ın yüzünde bir gülümseme belirdi:

    - Biriniz öğrenci, biriniz yeni asistansınız. Dersinizle, meşgalelerinizle beraber yayınevini yürütebilir misiniz?

    - Birkaç arkadaşız; yardımlaşacağız.

    - Hazır bir piyesim var; isterseniz basın.

    Nevzat için telif önemliydi.

    - Memnuniyetle basarız; fakat ne kadar telif ücreti ödeyeceğimizi belirtirseniz bizim için iyi olur. Kültürümüze, davamıza hizmet etmek için yazıyorsunuz; ama bu sizin mesleğiniz; aynı zamanda geçim kapınız. "Basalım" derken altından kalkamayacağımız bir sorumluluk alıp mahcup olmak istemeyiz.

    - Ülkemizde kitap telifi, üzerindeki fiyatın yüzde sekizi ile onu arasında değişmektedir. Yalnız şunu söyliyeyim; tiyatro eseri pek satmaz. Ancak bir tiyatroda sahnelenirse, duyulur, satar. Bizdeki tiyatrolar ya devletin, yahut da belediyelerin; birkaç da devletin desteğiyle ayakta duran özel tiyatro var; hepsinin bize bakışlarını biliyoruz. Oynanacağını pek zannetmiyorum. Sizi yanlış bir işe teşvik etmiş olmayayım.

    Ahmed Nuri, Necip Fazıl'ın şüphesini giderme gereği duydu:

    - Hayır Üstadım; arkadaşlarla bu işe idealistçe girmeye karar verdik. İdealizm ile ticaretin ayrı olduklarını da biliyoruz. Ama babalarımızın verdiği ve vereceği paraları koyacağımız için idealizm ile ticareti beraber yürüteceğimize inanıyoruz.

    Necip Fazıl'ın yüzünde derin bir gülümseme yayıldı.

    - Nasıl olsa bu parayı kendimiz kazanmadık; kazanmadığımız için de kavga etmeyiz, diyorsun. Niyetiniz halis ise, ki öyle olduğuna bütün kalbimle inanıyorum, Allah ortağınız olur; başarırsınız.

    Necip Fazıl ayağa kalktı; arkadaki dolaptan bir tomar kâğıt çıkardı.

    - Buyurun "Reis Bey" adında bir piyes.

    Tomarı alıp çıktılar. İkisinde de aynı heyecan vardı. Yeri tutmuşlardı; basacakları kitap ellerindeydi, biraz gayret, biraz cesaret ve fedakârlıkla bu işin gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Zaman zaman ikisini de aynı endişe yokluyordu; bu iş zannettikleri kadar kolay olsa, her yerde pıtırak gibi yayınevi biterdi. Hele geri kalmış ülkelerde yayıncılık çok zor olmalıydı. Kaç kişi kitap okuyordu?... Vapurda, otobüste aynı heyecanı, aynı endişeyi dile getiren karşılıklı espriler yaparak döndüler.

    Nevzat kitapla haşır neşirdi, estetik zevki de gelişmişti. Bir akrabası da matbaacıydı. Onun yardımıyla kâğıdı nereden alabileceklerini, kapağı, cildi kime yaptırabileceklerini öğrendiler. Yüreklerinde kıpır kıpır heyecanla kitabın ilk provalarını matbaadan aldılar, onlara öğretilen şekilde tashihini yaptılar. Şevk ve heyecanlarında zerre kadar eksilme olmadan kitapları raflara dizdiler. Gerçekten de kitabın şekline yenilik getirdiler; ceketin dış cebine rahatça girebilmesi için enini biraz daralttılar; piyasadakilere göre boyunu biraz uzattılar. Şekli, vernikli kapağı çok beğenildi. Ama Necip Fazıl'ın endişesi doğru çıktı; hiçbir tiyatro, eserini sahnelemedi. Tek tük satılıyordu; kokmaz, bozulmaz bir mal olduğu için aceleleri yoktu.

     

    (Mehmet Niyazi Özdemir - Dahiler ve Deliler)

    -

    Ötüken Yayınlarının kuruluşuna dair bir makale için tıklayınız:

    http://www.bisav.org.tr/yayinlar/bulten_ma...p;yayin_sayi=32

    • Like 1

  17. Necip Fazıl, hapisten çıkacağı gün Zaptiye Ahmed bir minibüs kiraladı; güzel bir çiçek buketi yaptırdı, hanımını ve çocuklarını aldı; Toptaşı Cezaevi'nin kapısına geldiler. Damları, asfaltları döğen yağmur şakırtısına rüzgârın ıslıkları karışıyordu. Hilmi Oflaz da görünürlerde yoktu. Müdüriyete sordular; muamelesinin tamamlandığını, biraz sonra çıkacağını öğrendiler.

    Saat ona doğru demir kapı açıldı; önce Necip Fazıl, arkadan Hilmi Oflaz çıktı. Saçağın altında onları bekliyorlardı. Necip Fazıl her zamanki gibi çok şıktı; siyah, çizgili takım bir elbise, beyaz bir gömlek giymiş, uyum sağlayan bir kravat takmıştı. Ayakkabıları da yeni boyanmıştı. Hilmi Oflaz'ın omuzunda yatak ve yorgandan oluşan bir denk, sağ elinde de, içinde Necip Fazıl'ın gömlek iç çamaşırı, tıraş takımı ve diş fırçası gibi eşyaların bulunduğu bir bavul vardı. Hanımı derin bir saygıyla, zarif çiçeklerin meydana getirdiği buketi uzattı.

    - Geçmiş olsun, diyerek onu karşıladı.

    Necip Fazıl, gözlerini şöyle bir etrafta gezdirip, hanımına çevirdi.

    - Dua et Neslihan şiddetli yağmur yağıyor. Aksi takdirde kalabalığın taşkınlığından tekrar içeri girmek zorunda kalırdık.

    Zaptiye Ahmed, hiçbirisine sezdirmeden gözlerini kuruladı. Yağmur yağmasa da kimsenin gelmeyeceğini Necip Fazıl da biliyordu. Ama ne yapsın; yakınlarına moral vermek mecburiyetini duyuyordu. Çileyi çeken o, yakınlarını düşünmek durumunda kalan yine o idi...

     

    Çocukları hasretle ona sarıldılar. Necip Fazıl, onları bir bir kucağına alıp öptü ve saçlarını okşadı. Sonra Zaptiye Ahmed, "Geçmiş olsun efendim" diyerek elini öpmek istedi.

    Eve geldiklerinde yağmur yine aynı hızla yağıyordu. Değişik kesimlerden, uzaktan ve yakından "geçmiş olsun" telefonları başladı. Necip Fazıl'ın herkese farklı bir üslûpla ve çok ilginç sözlerle teşekkür etmesi, Zaptiye Ahmed'in dikkatini çekiyordu. Kısa bir süre sonra ev âdeta komşularının hücumuna uğradı, misafirlere yer açmak için, şiddetli yağmura rağmen, Hilmi Oflaz'la Zaptiye Ahmed izin isteyip ayrıldılar.

    Doğru Marmara Kahvesi'ne geldiler; o gün Hilmi Oflaz'ın bayramıydı; anlatılamayacak kadar neşeliydi. Her zaman ikramı severdi; fakat bugün ikramında ısrarcıydı. Masasına oturana:

    - Üstad hapisten çıktı; çay, kahve, gazoz bir şey içeceksin, diyordu.

    Akşama doğru gençler Marmara'da toplanmaya başladılar. Kimisi Necip Fazıl'ın bugün çıkacağını biliyor, kimisi de orada öğreniyordu. Necip Fazıl'ı ziyaret etmek "geçmiş olsun" demek arzusu dilden dile dolaşıyordu.

     

    (Mehmet Niyazi Özdemir - Dahiler ve Deliler)


  18. Elif Şafak, düşünce yapısını sevmediğim bir yazar. Bir kadın olarak, cemiyet içindeki sorunları, aile içindeki vahşet derecesine ulaşan çatışmaları, ezilen kadın figürünü görür lakin çözümü yanlış yollarda arar. İnsanın ruh ve fikir dünyasının ve ona bağlı olarak da hayatını en güzel şekilde intizam eden biricik unsurun İslam olduğunu bilmez, bilmediği için çözümü onda aramaz. Feminizmin, kadını güya özgürleştirmek isteyen kalıplarından bir parça nasiplenmiştir. Bir kadının babasız çocuk dünyaya getirmesi, onun için güçlü kadın profilidir.

    Bu telakkiler ile yoğurulmuş olan bir kafanın, hakiki manâsını İslamda bulan aşk mefhumuna dair yazdığı kitabın bir kıymet-i harbiyesi olamayacağı da aşikardır. Ki kitabı okuduğum için bazı ölümcül hatalara değineceğim.

    Bir kitabın çok basmış olmasının, malûmumuz ki kitabın keyfiyetinin, kıymetinin şahikalarda olduğunun bir göstergesi olmadığını, Orhan Pamuk denen bulanık fikirli, sapık zaviyeli yazarın da kitaplarının Türkiyede en fazla baskısı yapılanlardan olduğu ve İbraniceye kadar 40tan fazla dile çevrilen kitaplarını göz önünde tutarak söyleyebiliriz.

     

    Kadınların daha çok aşk, romantizm, duygusallık gibi konuların işlendiği veya muhtevasında bir parça bu mevzuların yer aldığı kitapları tercih ettiği, yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkan verilerden biri. Ruh dünyası duygu üzerine kurulu olan kadının ekseriyetle bu tür kitapları tercih etmesiyle birlikte yayınevlerinin çok satma cehdinin kitabı daha iyi nasıl pazarlarız sorusuna cevap araması, bu tür kitapların reklamını artırmayı amaçladığı gibi, her kesimi çekebilmek için kitabın kapak tasarımı üzerinde farklılıklara gitmesine sebep olmuş olabilir. Lakin hakiki manada kitapta keyfiyet ve fikirde derinlik arayan bir bay, kitabın pembeliğine aldırmaz. Kitabı sırf pembe kitap okuyamayan- erkekler de okuyabilsin diye gri bir kapakla basılması da erkek okuyucuları da kaçırmayalım çerçeveli ayrı bir satış taktiğidir. Bir erkeğin ve tabi bir kadının- bu kitabı okuduğunda aşka dair kazanabileceği bir şeyin olmadığı ise kitabı hakikat süzgecinden geçirerek okuyanlarca malûm olacaktır.

     

    Kitaptaki bazı hatalara gelecek olursak;

    Evvela Elif Şafakın aşk mefhumunu tarif edişi sakat.

    Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK'ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

    Her hangi bir aşk değil, iman aşkıyla, Allah aşkıyla geçmeyen bir ömür beyhude yaşanmıştır ve insanın bu dünyaya gönderiliş gayesinin hakikatine ulaşamamasıdır bu durum. Mecazi aşk, insanı Allaha ulaştıramıyorsa o da hakiki manada bir mecazi aşk değildir. Mecazi aşkın, ilahi aşka kavuşturan bir basamak mahiyeti vardır. Elif Şafakın nasıl olursa olsun yeter ki aşk olsun mealli bu cümlesi, mecazi, dünyevi aşkı ulvi bir mahiyeti olan ilahi aşk ile aynı kefeye koyduğunu gösteriyor ki, İslam temelli olmayan ve aşkı yazmaya hevesli zevatın tam da içine düştüğü garabeti simgeliyor bu.

    Mevzu aşk olunca, yazar, Mevlana hazretleri ile Şems tebrizi hazretlerinin arasındaki ilahi aşkı da kitabına katıştırmak istemiş. Amerikalı Yahudi bir ev kadını ile Avrupalı müslüman bir yazar arasında mailleşme ile başlayan aşk, kitapta iki ayrı hikaye örgüsü şeklinde ortaya çıkıyor. Kadın evlidir, kocası onu aldatmaktadır, kadın bunu bildiği halde sesini çıkarmamaktadır ve kocasında uzun zamandır bulamadığı duygularını besleyecek, hislerini anlayabilecek bir yaklaşımın, romantik bir ortamın, ruhî bir doyumun yokluğu içten içe bir aşk açlığına sürüklemektedir onu, mutsuzdur. Avrupalı Müslüman yazarın Aşk Şeriati isimli Mevlana ve şems hazretlerini konu alan kitabını okumaya başladıkça fikir dünyası değişmeye, duygu dünyası aradığı şeyin tadını almaya başlar. Kitabın yazarını merak eder, mail atar ve karşılıklı mesajlaşmalar etrafında bir aşk başlar. Ve kadın, aşkı için evini, çocuklarını, kocasını terk eder. Bir taraftan kadının hayatını okurken, bir taraftan da Avrupalı Müslüman yazarın kitabını okuruz. Kısaca bu şekilde başlayan ve bir günümüze, bir Mevlana dönemine adım atan roman, ne tam olarak mecazi aşkın mahiyetini yakalayabilmiş, ne de ilahi aşkın. Ne mecazi aşk yaşadığı söylenen karakterlerde duygu ve fikir nâmına derinlik var, ne de tasavvuf dünyasından okuruna bir çerçeve sunma gayretinde olan yazarın ele aldığı ilahi aşkta. Çok kuru, yavan, sığ ve kabukta kalmış bir kitap. Yazar arada bir aşk, hayatın asıl özü, esas gayesidir diyor lakin hem kurguladığı olaylar hem de fikirleriyle bu cümlenin hakiki şerhini yapamıyor.

    Hazret-i Mevlana ile hazreti şems etrafında gelişen olaylarda, şeriat ile tasavvuf birbiri ile çatışma halindeymiş, şeriat ehli, tasavvuf ehlini hor görüp küfre düşmekle suçluyormuş gibi bir tablo çizilmiş. Bu ikisi hakkında bilgisi olmayan biri, bu kitaptaki karakterler ile rahatlıkla şeriatın tasavvufa karşı olduğu anlamını çıkarabilir. Kitaptaki şeriat ehlinin tamamı, tasavvuf ehlini küçümseyen, onlara zındık diyen, tam bir ham yobaz-kaba softa tipi çizilerek anlatılmış. Hazret-i şems, bir medresede kendisinden nefret eden bir şeyh ile tartışır ve ardından oradaki talebelere şunu söyler:

     

    Bugün şahit olduğunuz atışma tâ Hazreti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem zamanına dayanan eski bir fikir ve üslup ayrılığıdır aslında. Ama bu ikilem yalnızca İslam tarihine özgü değil; İbrahimî dinlerin hepsinde mevcuttur. Ulema ile Sufilerin, akıl ile yüreğin, kural temelli din ile aşk temelli din atışmasıdır bu. Seçim sizin!"

     

    Acaibül garaib olmanın da ötesine geçmiş, sapıklığa batmış bir telakki bu. Şeriatin Hazret-i Muhammedin zahiri, tasavvufun da bâtını olduğunu bilmeyen ve sanki Müslümanın bu ikisinden birini seçmesi gerekiyormuş zanneden bir beşerin saçmalaması ancak bu kadar olur!

    İnsanın bâtınını Allaha bağlamayı, halk içinde Hak ile birlikte olmayı, dünya işleriyle meşgul olurken dahi iç aleminde, gönlünde dünya değil Allah sevgisini tutmayı, yapılan her işte Allah rızasını kazanmak gayesini aşılamayı, insan-ı kamil olma yolunu öğreten tasavvuf, Üstadın tabiriyle nefsin kırbacı olan, nefsi terbiye eden şeriatin karşısında değildir, şeraitle bir atışma halinde hiç değildir. Tasavvuf, şeriati aşkla, ihlasla tatbik etmek içindir. Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyurmuşlardır ki:

    Tasavvuftan maksat, nefsin gizli ayıplarını anlamaktır ve dine uymanın kolay olmasıdır ve ihlasa kavuşmaktır. (1/182)

    Şeriat ve tasavvuf et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz.

    İmam-ı Malik hazretleri buyuruyor ki:

    Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at ehli, yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)

    Kitapta, bu mealde daha bir çok cümle ile karşılaşıyoruz:

    "Dördüncü kapıya varanı birinci kapının kuralları bağlamaz. Hakikat ehli, şeriatın kaidelerine uymak zorunda değildir."

    "Şeriat her Müslüman'ın beşikten mezara başvurması gereken kaideler toplamıdır. Şeriat, Hakikat denizinde yüzen bir gemidir. Âşıklar er ya da geç gemiyi bırakıp, ummana dalar" oldu Şems'in cevabı.

     

    Tekkelerdeki nefsi kırmak için uygulanan metodlarla da dalgasını geçiyor yazar:

     

    Bu zaviyeye geleli neredeyse altı ay oldu ama ilk günden beri Aşçı Dede'nin iki eli yakamda. Ha bire karşıma geçip "Temizlik ibadettir, ibadet temizlik!" diye nutuk atıyor. Gaddar adam! Onun zoruyla her gün it gibi çalışıyorum. Bu işkencenin adına nasıl "manevi terbiye" diyorlar, bir anlayabilsem! Yağlı tabakları yıkamanın, yerleri ovmanın neresinde maneviyat olabilir ki?

    Bir gün gözü karartıp, cevap verecek oldum. "Temizlik ibadet olsaydı Bağdat'taki bütün ev kadınları çoktan Pir mertebesine ulaşmıştı" dedim.

     

    Başka bir sapık düşünce:

    "Hıristiyan, Yahudi, Müslüman... üç büyük dinin inananları bu meseldeki kafadarlar gibi. Zahirîde anlaşamazlar ama bâtınîde birdir yolları. Sufi dış kabukla ilgilenmez. Özdeki cevherin peşindedir."

     

    Tarihi gerçeklerle birlikte kurgusal bir yönü de olan roman, hazreti Mevlana ve hazreti şems gibi çok kıymetli iki islam büyüğünü ele aldığı için, bu iki kişiye dair hadiselerin tamamen gerçeğe uygun, kurgusal olmayan şekilde anlatılması gerekiyordu. Ama bu yapılmamış, yapılmadığı gibi bu iki mübareğe aykırı hâl ve tavırlar da uydurmasyon edebiyatına bir mahsül bırakılmış. Şeriat ile pişmiş bir mutasavvıf olan hazreti şemsin kendine nâmahrem olan bir kadına dokunması mümkün değildir, ama yazarımız aşk uğruna bu kurguyu yapmış. Şems ve Mevlananın kızı Kimya hatun karşı karşıya:

     

    Şems elini omzuma koydu, yüzü yüzüme öyle yakındı ki nefesinin ılıklığı tenimi okşuyordu. Bakışlarında şimdi yepyeni, rüyada gibi bir hâl vardı. Usulca dokundu yanağıma. Tenimdeki parmak uçları yanan bir kandil gibi sıcacıktı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Derken parmakları yüzümde aşağılara kaydı, alt dudağıma uzandı. Başım döndü, gözlerimi kapadım, heyecandan titriyordum. Ama Şems dudağıma değer değmez elini çekti.

     

    Yazarın hazreti Mevlanaya yaklaşımı ayrı bir garabet:

    Kalenderiye dervişiydi Şems; dilinin kemiği yoktu. Yollarının kesişmesiyle başlayan süreç her ikisinin de yaşamlarını kökünden değiştirdi. Öylesine sağlam, müstesna bir gönül birliğinin başlangıcıydı. Aralarındaki bağı daha sonraki yüzyıllarda yaşayan mutasavvıflar iki ummanın kavuşmasına benzettiler.

    Bu benzersiz yarenlik sayesindedir ki Rumi, önceleri hâkim çizgiye yakın duran bir din âlimiyken, alışageldik tüm kurallardan çıkmaya cüret ederek adanmış bir gönül ehli, aşkın ateşli savunucusu, semanın yaratıcısı ve tutkulu bir şair oldu.

     

    Demek ki, gönül ehli olmanın yolu, alışılageldik tüm kurallardan çıkmakmış. Alışılageldik kurallar ne oluyor? Şeriat.

    Allah yazarı ıslah etsin diyor, başka bir şey demiyorum. Kitapta geçen, yazarın kullandığı kelime ile mekanı kerhane olan bir bölüme hiç değinmiyorum. Aşk mevzulu bir kitapta mevzusu aşk olmasa da- bu tür bir tablo resmeden yazardan hayır gelmez.

     

    Aşka dair kitap okumak isteyenlere İskender Palanın Akşnamesini, Kitab-ı aşkını, Leyla ile Mecnununu tavsiye ederim. Bilhassa aşk, aşk diye diye köpürtülen süflilik pasını gönülden, beyinden gidermek için.


  19. Osman Yüksel SERDENGEÇTİ'den:

     

    Necip Fazıl, her gün bir gazeteyi, başmakalesinden spor sahifesine kadar tek başına yazıp kalkabilir. Üstadın kalemi zemzem gibi... Yazdıkça yerine yenisi geliyor. Eksilme nedir, yorulma nedir bilmiyor. Onun çağlayanlara benzeyen üslubunu ve terkib kabiliyetini anlamak, gerçekten kolay değildir!

     

    (Suffe kültür sanat yıllığı - 1984)


  20. Konunun, aynı kör düğüm etrafında dönmesi ve öncesinde bu mevzu ile ilgili farklı yorumların, farklı açılardan bakışların yeteri kadar sunulmuş olması hasebiyle başlık kilitlenmiştir. Sayın üyelerimizden ricamız şudur ki, bu nevi mevzuları karşılıklı atışma sahası yapmadan ve sükûneti muhafaza ederek fikirlerini beyan etmeleridir.

    Saygılarımla.


  21. Üstadın yaşamında iki dönemi vardır. Hayatının belli bir döneminde (ki Arvasi Hazretleriyle tanıştığı dönemdir.) eski kitaplarının hepsini yakmış ve yayını bizzat yasaklatmıştır. Üstadı bu dönem öncesi sözleriyle yargılamak veya değerlendirmek doğru değildir.

    Selamlar,

    Üstad, Arvasi Hazretleriyle tanıştıktan sonra eski kitaplarının hepsini yakmamıştır. Zaten Üstad'ın iman gençliğine bıraktığı külliyatının tamamına yakını, efendi hazretlerini tanıdıktan sonra yazılmıştır. Efendi hazretlerinden önce neşrettiği kitapları, sadece 3 tane şiir (1925-Örümcek Ağı, 1928-Kaldırımlar, 1932-Ben ve Ötesi) kitabıdır ki, bu kitaplarda yer alan şiirlerden bazıları da Üstad tarafından Çile kitabına alınmıştır. Kitaplara isim olarak verilen o 2 şiir de (Örümcek Ağı ve Kaldırımlar) Çile kitabının muhtevasına dâhil edilmiştir mesela. Üstad'ın tabiriyle "Muztarip entellektüelin" halet-i ruhiyesini, fikir çilesini, arayış çilesini ele alan şiirler, yakılan, yasaklanan, çöpe atılan şiirler arasında değildir. (Çile kitabındaki şiirlerin yazılış tarihlerine göz attığımızda, Üstad'ın efendi hazretleri ile tanışma tarihi olan 1934 öncesinde yazdığı şiirlerini de görebiliriz) İslamî sınırların dışına çıkan şiirler Üstad tarafından reddedilmiş, kitaplarına alınmamıştır.

×
×
  • Create New...