Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Sayın cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün başlattığı Türkiye Okuyor isimli bir proje var. Bu proje kapsamında ülkemizin birçok ilinde bu tarz okuma evleri-salonları, kıraathane açılıyor. Trabzon'daki bu okuma salonu da bu proje kapsamında açılmış olabilir.

    Bir kaç ay önce de Maraş'ta bu projenin bir parçası olarak ismiyle müsemma bir 'Kıraathane' açıldı. Kıraat ehli için hayli sevindirici bir haber olsa da, bu mekanda Üstad'ın külliyatından sadece Çile'ye yer verilmiş olması ve kıraat edilecek kitap sayısının da hayli az olması hasebiyle, gayri ihtiyari (fast-food'dan mülhem) fast-kıraathane ile mi karşı karşıyayız sorusunun çengeli kafamıza takıldı. Buradaki gönüldaşlarımız sayesinde Trabzon'daki okuma salonunun ise geniş bir külliyata malik olduğunu öğrenmek biraz olsun rahatlamamızı sağladı, Maraş'taki mekanın da kardeş şehir Trobzon'un okuma solanunu sollayacağı günü sabırsızlıkla bekliyoruz.

    Trabzon'daki adı güzel mekanı güzel Necip Fazıl Okuma Salonu'na dönecek olursak; salonun duvarlarında Üstadın fotoğrafı, şiirleri, biyografisi yer aldığına göre, salonun ismine yakışır bir yer oluşturmak için cehd gösterilmiş olsa gerek. Üstad'ın Trabzon günleri ve Bu Yağmur şiirini orada yazdığını göz önünde bulunduracak olursak, Trabzon'da Üstad'a dair işler yapılması çok güzel ve manidar oluyor. 60'a yakın Üstad kitabının arasına yerleştirmek için Trabzon'daki okuma salonuna sitemiz için bastırdığımız ayraçlardan mekan yetkili ve görevlilerinin izni dahilinde gönderebiliriz belki. Trabzon'daki arkadaşlarımız bunun olabilirliğini araştırabilirlerse ve bizim de ayraç stoğumuzda yeterli miktar varsa böyle bir mekanın içinde yer alan Üstad kitaplarına sitemizin Üstad temalı ayraçları çok yakışacaktır. Okuma salonuna yolu düşen arkadaşlarımızdan bu hususta hem bilgi hem de mekanın fotoğraflarını rica ediyoruz.

     

     

    Maraş'taki Kıraathane

    resim_523516417.JPG

    İlgili haber: http://www.kanal46.com/haber.php?h=21956


  2. Başbakanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın, muhtelif açılışlarda bulunmak üzere 2008 yılında Erzurum'a gittiğinde

    yaptığı konuşmadan sonra asker üniformalı Abdullah isimli minik dadaş tarafından okunan "Sakarya" şiiri. Çok büyük bir şevkle ve güzel bir telaffuzla okumuş şiiri minik gönüldaş.

    Videoyu bularak istifademize sunan w-racer rumuzlu kardeşimize teşekkür ediyoruz.

     

    Videoyu izlemek için tıklayınız: http://www.dailymotion.com/video/xd297u_kucuk-dadaytan-sakarya-yiiri_creation

     

    İlgili haberi okumak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=7890&hl


  3. Din istismarcılığı ile ilgili yargılandığı mahkemede savunmasında hakime aynen şunları söyler:

    "Reis Bey, ben inandığım bir davanın peşindeyim. Ve bu dava için ceza aldım, mahkemelerde süründüm. Benim inandığım bir şeyi istismar etmem mümkün değil. Ben dinimi en güzel şekilde yaşamak istiyorum. Ben dini istismar etmiyorum, ancak galiba siz istismar kelimesini istismar ediyorsunuz!"

     

    (Prof. Dr. Erman Tuncer - Cuma Dergisi - 27 Mayıs 2004 -sayı: 120 - s.12)

     

    --

    Tıklayınız:

    Tarihî İstismarcılık

    İstismar


  4. Üstad'ın Erzurum'da vermiş olduğu İman ve Aksiyon konferansını takip eden M. Çetin Baydar ve Bekir Soysal, konferansın Arı Sinemasında verildiğini söylediler. Hatta bu konferansta cereyan eden bir hadise de hatırlarında kalmıştı.

    Konferansı dinleyen CHP Erzurum gençlik kolları başkanı Ataol Çamlı, Necip Fazıl'a:

    - Mustafa Kemal de bir aksiyoner miydi?

    sorusunu yöneltmiş.

    Üstad'ın buna cevabı:

    - Bir Erzurumlu zekasına bu soruyu yakıştıramadım.

    olmuş.

    Baydar ve Soysal, Üstad'ın 1969 veya 1970'de bir daha Erzurum'a gelip bu defa Dadaş sinemasında konuştuğunu, fakat konu başlığını hatırlamadıklarını söylediler.

     

    (Hece Dergisi - Nurettin Topçu Özel Sayısı - s.118)

     

    ---

    Tıklayınız: İman Ve Aksiyon

    • Like 1

  5. Hayır, elbette ki böyle yaşamamak lazım. Alınması gereken tavır belliyken, bu tavrın insanlara nasıl aşılanacağı hususuna bir cevap bulmak lazım. Biz, kendimiz, bu meselenin şuurunda olan insanlar almamız gereken tavrı alacağız, alırız. Cemiyetin yekûnuna bu tavrı nasıl öğreteceğiz, sizin bu konudaki tavsiyeniz, çıkış noktanız nedir?


  6. Bu zehirleme stratejisi karşısında alınması gereken tedbir ve tavır ailede başlıyor. Çocuğun dünyaya gelmesine vesile olan ailede. Aile manevi, ulvi ve ahlaki bir temel üzerinden kurulmuşsa, Allah'ın emanet olarak verdiği o çocuk, televizyon tarafından değil, anne baba tarafından en ince edeb ve keyfiyet kaidelerine göre yetiştirilecektir. İnsan taklid ederek öğrenmeye başlar, sevdiği, hoşuna gittiği kişileri kendine örnek alır. Ailede islam şuuru ve bu şuura yönelik sıcak ve huzur dolu bir davranış atmosferi, şanlı tarihimizin hakiki kahramanlarını evladının karşısına günümüz teknolojisinin imkanlarından faydalanarak örnek alınacak kişiler olarak sunma bilinci yoksa, ailenin kendisi televizyon bağımlısı ise, bu zehirler ile büyümeye başlar çocuk.

    Doğan her çocuğumuza empoze edilen bu zehirler karşısında alınması gereken tavır, dünyaya çocuk getiren her ailenin bu şuurlara erdikten sonra çocuk sahibi olması. Ki yaşadığımız şartlar altında bu fazlasıyla ütopik bir fikir. Ortada bir zehir varsa, ya o zehir yok edilir (muzır neşriyat ve yayınlar kökünden temizlenir) yahut da insanlar o zehirden kendilerini koruyacak olgunluğa ulaştırılır. Ailenin kurucuları olan anne baba, kendileri de televizyon tarafından zehirlenmiş kişilerse, televizyonun, basının aşıladığı bir mukallit kişilik taşıyorlarsa, o ailede doğan bir çocuk için, o çocuğu o annenin ve babanın zararlı etkilerinden korumak için ne yapmak lazım? Çocuğu televizyondan önce o anne babadan korumak lazım. Bu içinden çıkılmaz bir kısır döngü gibi geliyor bana.

    Bu zehirler karşısında alınması gereken tavırlar belli de bunları alacak aileler nerede?


  7. Bu yayınların ruh zehirlediği hususunda yetkililerde bir şuur olmadıktan sonra bunları bir sorun olarak algılamaları ve bunlara bir çözüm getirmeleri çok zor.

    Getirilecek çözüm ise gayet kesin ve net; basın ve yayın dünyasının insanlara sunduğu yazıda, resimde, karede İslam'ın kaidelerine aykırı hiç bir şey olmayacak.

    Bu yayınlara maruz bırakılan Müslüman genç ise bunların hiç biriyle iştigal etmeyecek. Kendisine ruh besleyici faaliyetler bulacak.


  8. Üstad'ın şöyle bir tesbiti var: "150 yıla yakın bir zamanda beri, bizde doğru ve güzel iddiasiyle ne yapılmışsa, o işi yapmak için değil, İslam'a karşı çıkmak için yapılmıştır"

    Televizyon, gazete, dergi, topyekûn basın yayın organları hangi davanın emrindeyse, hangi gayeye hizmet etme derdindekilerin elindeyse ona göre bir şekil alıyor. Ya ulvî, yahut süflî bir mahiyet üzerinde olan tesiri çok büyük bu iletişim araçlarının ülkemizdeki tarihi seyri incelendiğinde ortaya çıkan tablo, günümüzde bu araçlar vasıtasıyla uyuşturulan, şahsiyetsizleştirilen, mukallitleştirilen, gayesizleştirilen, kısaca gayri islami bir çizgiye oturtulan nesillerin ruhunun hangi ellere, hangi emellere emanet edildiğinin bir göstergesi oluyor.

    Bu iletişim araçlarından püsküren, oluk oluk akan irini, kazuratı; bu dünyanın içine girerek direkt görme imkanı bulan Üstad her seferinde tenkid etmiştir, bütün pisliklerini ortaya dökmüş ve o dünyaya yakışacak olan ismi de kapılarına asmıştır: Bâb-ı âdi

    Ülkemizde sadece bu yayın organları değil, bir insanın ruhunu, şahsiyetini, kimliğini, davranış şekillerini yoğuran her ne var ise (başta eğitim sistemi) onlar gayr-i islami bir sistemin tahakkümü altındadır. Ve bu unsurların hepsine dünyaya geldiği andan itibaren maruz kalarak beyni uyuşturulan bir insan evladının kendisine ruhî bir işkence çektirildiğini anlaması bir hayli zorlaşıyor. Aksine, elinden bu yayınlar alınan bir insan kendini işkence görüyormuş gibi hissediyor. Uyuşturucuya alışan insanın elinden uyuşturucusunu almak gibi bir şey. Takip ettiği süfli dizinin bir bölümünü kaçıran bir insanın üzüntüsünü düşünün.

    Türkiye Cumhuriyeti, yaşanmaya değer hayatın kaideleri üzerine bina edilmedi. Tam aksine, bu kaideleri Batı taklitçiliğini yerleştirmek için Üstad'ın tabiriyle çöpe attı.

    İnsan, nasıl bir ortamda dünyaya gelirse gelsin, hakikati arama, bulma ve ona teslim olma mesuliyetinden kurtulmuyor. Üstad'ın Muhasebe şiirinde geçen şu mısralar tam da bu hususa işaret ediyor:

    Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,

    Daha keskin eliyle, başını ensesinden,

    Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;

    Yerleştirse başını, iki diz kapağına;

    Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?

    Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?

     

    Başı enseden ayırmak; doğduğundan beri şahsiyetsiz ve taklitçi bir yapıya ulaşması için o başa empoze edilen her türlü menfi tesirden kurtulmak manasında düşünülebilir. O baştan kurtulan ve kendini muhasebeye çekmeye başlayan insan için varlığın, kendini bulmanın da süreci başlar.

    Bu sistemin empoze ettiği bakış açısını aşmadan eşya ve hadiseleri hakiki bir muhasebeye çekmek mümkün mü? Muhasebe; sahip olunan bakış açısının çerçevesi içinde gerçekleşeceğine göre, yani fikir dünyasını imar eden ana âmil bu sistemin, bu basın ve yayın organının elinden çıkma bir kafa olup da o kafa tarafından yapılacaksa, düşünme, tahlil etme, hesap sorma, muhasebeye çekme de ancak o kafanın sınırları dahilinde olacaktır.

    Şöyle düşünelim. Batı'daki mütefekkirler, Batı'nın yüzyıllardır içinde bulunduğu buhranı tespit edebiliyorlar, Batı'nın bir çıkmaz içinde olduğunu anlayabiliyorlar ve hatta bunlara bir çözüm yolu da sunmaya çalışıyorlar. İşte bu noktada tıkanıyorlar, çünkü hakiki manada insan ruhunun biricik gıdası olan, insana biricik saadeti verebilecek olan ana kaynaktan mahrumlar.

    Metafizik ürperti, fikir çilesi, nefs muhasebesine meyilli bir kafa, bu sistemin sıkıştırdığı daireden çıkamadıkça eşya ve hadiseleri hakikati ile bir muhasebeye çekemez. Kendisine çizilen daire içinde en son noktaya kadar gelebilir, sınırlarını zorlayabilir ama sınırlarını aşamaz. Aşamadığı, çilesine şifa bulamadığı için de kıvrandıkça kıvranır. Ne zaman ki sonsuzluk kervanından bir ruh erbabı ile tanışır, ruhunu onunla besler, o zaman zincirlerini kırar. Ki zaten yukarıda bahsettiğim meyilden yoksun olanlar o sınırları zorlamaya bile kalkmayacaktır. Kendisine gösterilen izden yürümeye devam edecektir.

     

    ---

    Tıklayınız: Nefs Muhasebesi

    Genç Adam Düşün!


  9. Bundan 50 yıl kadar önce Paris'te okurken, arkadaşım Burhan Toprak'la bir mağazanın vitrinini seyrettiğimiz ân... Aramızda görüşüyor ve:

    - Bak, şu kravat mı güzel, bu mu?

    Gibilerden yüksek sesle konuşuyorduk.

    Birden yanımızda bir adam peydahlandı, kaskatı dikildi ve hayran hayran bizi seyretmeye koyuldu. Evvelâ aldırmadık, sonra ona dönüp ne demek istediğini sorar gibi yüzüne baktık.

    Adam hemen atıldı ve usta bir Türkçeyle bize hitap etti:

    - Siz Türk müsünüz?

    - Evet!

    - Ben de Ermeniyim! Türkiyeli bir Ermeni... Ve birkaç yıldır Paris'teyim. Vatanıma hasretim öylesine derin ki, sizi o güzelim Türkçeyle konuşur görünce dayanamadım ve yoluma devam edemeyip yanınızda kaldım. Kuzum; bu civarda Şark yemekleri de yapan bir lokanta tanıyorum. Yemek vakti... Davetimi kabul edip benimle orada bir yemek yemeyi kabul eder misiniz?.. Vatan hasretimi 1 saatlik olsun, giderirsiniz.

    Adama "hayır!" diyemedik; ve aramızdaki din ve ırk farkına rağmen ortak bir dil içinde, onunla, müşterek bir Osmanlılık havasına bürünüp bir ân için "haşr ü neşr" olabildik.

    Cumhuriyet çığırının ilk yüksek tahsil gençliğini temsil eden biz, babamız yaşındaki bu Ermenide kimbilir ne gibi acı sebeplerle ayrıldığı Türk Vatanının maddî ve manevî ikliminden bir türlü nefsini koparamayan ve aradaki kinleri hesap dışı bırakan bir hal görmüş ve bütün cinsleri kaynaştırıcı "devlet-i ebedmüddet" sırrından bir mâna koklamıştık.

    Bu mâna, zindeliğini koruduğu 4-5 asır boyunca Türk'e tâbi milletlerin hıncını yenmeyi bilmiştir. Her şeyi ve herkese açık bir ruh kutbunda toplayan ebediyet idealinin kaatilleri, Türk'ü, Kürdü, Ermenisi, Rumu ve Yahudisi bir arada, sadece kaba gayz ve kine dayanan posa ırçılığı ve kabuk milliyetçiliğinin, insanları ve toplumları nelere ve nerelere yönelttiğini görsünler ve hallerine ağlasınlar...

    Madritte patlayan silâhın şifreli sesinden bu mânayı süzmek lâzımdır.

     

    6 Haziran 1978

    Çerçeve 5'ten


  10. Üstad'ın, hocalarından olan İbrahim Aşkî bey ile ilgili bir hâtırası ve mevzu üzerine getirdiği mütalaalar:

     

    Bundan 60 yıl kadar önceydi. Bahriye Mektebinde, henüz bulûğa ermemiş bir talebeydim. Edebiyat hocamız, münasebetini bulup sakal ve bıyıktan bahsetmeye başlamıştı. Muzip bir arkadaş sormuştu:

    - Hocam; insan bıyığını keser de sakalını koyuverirse ne olur?

    Hoca; yakınlarda ve doksanını aşgın çağda ölen ve bana ilk tasavvuf zevkini veren İbrahim Aşkî Bey şu cevabı vermişti:

    - Kuyruğunu da beraber bırakması lâzımgelir!

    İşte, günümüzde, bir nevî, gerçek sakal düşmanı sakallılarla, şakaklarından sakal kanalizasyonuna yol açan favorililer, top saçlılar, şunlar, bunlar; beraber koyuverdikleri kuyruklarını pantalonlarının arkasına gömmüş zavallı yaratıklar...

    Bakıyorsunuz, vapur biletçisi favorili ve top saçlı; banka müdürü öyle, hamal öyle, memur öyle, öğrenci öyle, öğretmen öyle, mübaşir öyle, avukat öyle; hattâ inanır mısınız, polis öyle, dilenci öyle, Bakan öyle, Millet Vekili öyle... İhtiyarlar bile, başı boş gençlere mahsus sandığımız, kılıkta tecelli edici bu ruh ihtilâlinin dışında değil... Ellisinde, altmışında ihtiyarların bu sefil özentisi, takma dişli bir kokanadaki mini etek kadar iğrenç... Öyle bir kapılış ki, eğer vergiye tâbi tutulsa bütçe açığını kapatabilir.

    Favoriye, saçın sakala doğru basit bir uzanışı deyip geçmeyin; bu uzanışta boşlukta sarkan istinatsız ve hedefsiz ruhların, örf ve âdet, (klâsik) şekil ve sabit ifade gibi içtimaî kıymet hükümlerine karşı isyanı ve muvazenesini kaybetmiş bir cemiyetin işareti yatıyor.

    Bugünün gençliğinde favori, sahte sakal ve top saç, eski zamanların külhanbeyi modeli yumurta ökçe, bol paça ve limon kabuğu fes gibi, cemiyete karşı (sembolik) bir isyan tuğrasıdır.

    (11 Nisan 1978)

    (Çerçeve 5'ten)


  11. Burç Fm'in İrfan Meclisi Üstad özel programında Osman Akkuşak tarafından anlatılan bir hâtıra:

     

     

    Bir gün karşıya geçiyordum, Kadıköy'e, akşamüstü bir yaz günü, su içmek istedim. Karaköy iskelesinin karşısındaki lokantadan, girip bir baktım, oturuyorlar orada, yemek yiyorlar, Reşat Ekrem Koçu ile Elif Naci. Elif Naci Cumhuriyet Gazetesi'nde arşiv müdürüydü, aynı zamanda D Grubu ressamlarındandır. İkisiyle de tanışıyorum. Elif Naci, Şinasi Özatalay adındaki arkadaşımın kayınpederiydi, öbürü ile de Bâbıâli'den tanışıyoruz, görüşüyoruz. Buyur ettiler bana, oturdum, bir su içmek üzere girdim zaten. Tam o esnada Üstad girdi.

    Üstad:

    -Ne yapıyorsun burada? dedi.

    Üstad gelince ben ayağa kalktım, tokalaştık.

    -Bir su içmek için geldim, dedim.

    -Ben de içeceğim, gel bekliyorum akşam eve, dedi.

    Sık sık beni yemeğe davet ederlerdi. Çocuklar olsun, Neslihan abla olsun, bunlar sağolsunlar benim üzerimde çok hak, yemekleri vardır. Kursağımda yemeleri, içmeleri var, bende hakları var.

    Üstad çıktı, o da bir su içti, çıktı.

    -Gel, dedi, bekliyorum.

    Çıkar çıkmaz o, dedi ki şey, selamlaşmadılar, dikkatimi çekti Reşat Ekrem ve Elif Naci'yle. Ya 61- 62 o yıllar, yahut da 59-58, pek sarih tayin edemiyorum. Ne dese beğenirsiniz Reşat Ekrem:

    -Biz, dedi, Necip Fazıl'ın dostu olan arkadaşla dost olamayız, dedi.

    -Ben de Necip Fazıl'ı sevmeyen kimselerle dost olamam, dedim.

    Kalktım ayağa, yüzlerine bakmadan çektim gittim.

     

    ---

    Hâdiseyi Osman Akkuşak'tan dinlemek için : http://www.dailymotion.com/video/xcy51v_osman-akkuyak-anlatyyor-necip-fazyl_creation

    ---

     

    Tıklayınız: Ressam Elif Naci Anlatıyor


  12. Üstad'ın O ve Ben kitabından iktibastır:

     

    " [Efendi hazretleri] Neslihan'ın ailesini (Babanlar) çok takdir buyuruyorlar, «Hükümet icra etmiş» bir familya olarak vasıflandırıyorlar; ve onun amca kollarından, merhum Bâbanzade Naim Beyi medihle anıyorlardı.

    Eski Darülfünun Profesörlerinden Naim Bey ki, doktor kendisine:

    - Kalb hastasısınız, namaz kılamazsınız, secdede ölürsünüz!

    Demiş; o da «ne mutlu bana» diye devam ettiği namazlarından birinde ve secdede ruhunu teslim etmişti."


  13. Üstad Necip Fazılın çok erken yaşta başlamış olduğu şiir ve sanat hayatının yekûnunu olsun, kaleme almış olduğu bir şiir veya yazı olsun, tam olarak inceleyebilmek ve anlayabilmek için, bu sanat çizgisi üzerinde Necip Fazılın ruh, fikir ve inanç cephesini derinden etkileyen hadiseleri de ele almak gerekmektedir. Bir şairin, ruhunun nirengi noktasından süzerek kaleme döktüğü duygu ve fikirleri; hayatından ve yaşadığı hadiselerden bağımsız düşünülemeyeceğine göre, Necip Fazılın Sayıklama isimli şiirini tahlil etmeden önce bu noktalara değinmemiz şiire her yönden nüfuz etmemizi sağlayacaktır.

     

    Necip Fazıl, Osmanlı devletinin yıkılıp Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu bir devrin, yani bir devletin yeniden doğuşunun sancısını çektiği bir dönemin sanatçısı ve fikir adamıdır. Dünyaya gözlerini açtığında içinde bulunduğu devlet ve toplum bir kabuk ve ruh değişimi yaşamakta, asırların birikimi olan bir medeniyet ve kültürü Batıdan alınan bir telakki ile değiştirmeye çalışmaktaydı. Yani bir tarafta kökleri derinlere inen bir mâzi, diğer tarafta gelişmenin, ilerlemenin kaynağı olarak yıllardır sunulan Batı kültürü.

    Necip Fazılın karakterini en çok etkileyen aile bireylerinden olan dedesi Hilmi Beyden aldığı dinî terbiye ve telkin ile birlikte, gitmiş olduğu yabancı okulların Batıya dönük sistemi arasında yapmaya başladığı tarih muhasebesi, devletimizin ve milletimizin nereden gelip nereye gittiği gibi hususlar, onun hadiseleri tahlil ve izah gücünün bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Dışa dönük olan bu tahliller, aynı zamanda kendi içine doğru da yönelmiş, kendi ruhunun, kendi çektiği ızdırapların, onun tabiriyle fikir çilesini de ortaya çıkarmıştır. Necip Fazıl için insan, kendini bulmakla memur bir varlıktır. İnsan nedir, nereden gelmiş ve nereye gitmektedir, bu dünyadaki gayesi nedir? gibi sorular etrafında kendi yaşama gayesini de aramakta, bu konular üzerinde insan zekasının da ötesinden gelen cevapları aramaktadır.

     

    Necip Fazıl, 1934 yılında mürşidim dediği Seyyid Abdülhâkîm Arvasî hazretleri ile tanışınca, hayatının gayesini, zihnini delip geçen sorularının cevaplarını bulmuş; kendi kabuğundan, fildişi kulesinden inerek cemiyetin içine dalmış ve cemiyeti İslam çerçevesinde eğitmek, yoğurmak gayesiyle aksiyona geçmiştir.

    Sanatın, fikrin ve insana ait her şeyin İslamî kaideler dairesinde ele alındığında hakikî güzelliğe, keyfiyete ve en üst noktaya ulaşacağının şuuruna varan Necip Fazıl, o döneminden sonra aradığını bulduğu için kendi içine dönük sanat anlayışı, cemiyetin sorunlarını ele alan bir çizgiye oturtmuştur.

    Tahlilini yapacağımız Sayıklama şiiri, Necip Fazılın 1934, yani hayatının dönüm noktasından önce kaleme aldığı bir şiirdir. Bu sebepten dolayı şiirde cemiyetin içinde bulunduğu durum değil, kendi içinde bulunduğu ruh hâli ve duyguları ince bir sanat gücüyle işlemiştir.

     

    Bu açıklamalardan sonra şiirin tahliline gelelim. Necip Fazıl için çevresinde yer alan her türlü varlık, ya ruh dünyasına tesir eden bir mahiyete sahiptir, yahut o varlığın hususiyetlerine işaret ederek kendi ruh hâlini anlatmak için benimsediği bir obje, bir metafordur. Şiir, uyuyan bir kedinin sükûtunu teşbih ile başlar. Hırıl hırıl sesler çıkararak huzur içinde uyuyan kedi, uyanıkken oynadığı ve enerjik bir şekilde ipliklerini çözdüğü yumağı, şimdi sükût ipleri ile yeniden sarmaktadır. Necip Fazılın burada yaptığı teşbih bize, tabiattaki her canlının hareket hâlinden sonra bir dinlenme, bir dinginlik hâline geçtiğini, kesintisiz bir hareketliliği yaşamanın mümkün olmadığı hakikatini işaret etmek istediği manâsını verebilir.

    Daha sonra gelen dörtlükte ise, Necip Fazıl tam olarak içinde bulunduğu ruh hâlini tasvir etmiştir. Necip Fazılın şiirinde cüce kavramı, onun içinde bulunduğu hafakanları, ruhî sıkıntıları, fikir çilesine varan korkularını anlatmak için kullandığı bir yapıdadır kimi zaman. Bu şiirde de yer alan kambur cüce ifadesinde bu hisler işaret edilmektedir. Fırıl fırıl dönen kambur cüceler, Necip Fazılın zihnindeki soruların, kaygıların, buhranların bir nevi somutlaşmış hâlidir. Sanki kafasında cirit atan sıkıntılar maddeleşerek yeryüzüne, gözünün önüne inmiştir ve bu maddeleşme hâli de kambur cüce şeklinde kendini göstermiştir. Necip Fazıl, otobiyografik yapıya sahip eserlerinde genç yaşta çekmeye başladığı bu sıkıntılara sıklıkla değinmiştir:

    Ya bir sabah kalkar da, kendimde, konuştuğum dilden tek kelime bulamıyacak olursam? -Ya hafızamı, tabiî zevklerimi, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygumu kaybedersem? -Öldükten sonra ebedî hayat... Cennet veya Cehennemde ebediyet... Sonu olmamak? Hep var olmak, hep var olmak?.. Bu dünyadaki devam ölçüsüne göre nasıl kavranır bu iş? Akıl patlamaz da ne yapar? (1)

    O devirde Necip Fazılın ruh dünyasını ve fikir cephesini meşgul eden hafakanların bir nevi temeli diyebileceğimiz bu anlatım, şiirde fırıl fırıl dönen kambur cüceler şeklinde betimlenmiştir.

     

    Necip Fazıl; 100 dereceye ulaşan suyun kaynamaya başlaması gibi, bu fikirler etrafında kaynamaya, fokurdamaya başlayan beynini sükûta erdirmek, rahatlatmak istemektedir. Çünkü çok büyük bir ızdırap çekmektedir ve bu ızdırap bir zaman sonra artık dayanılamayacak bir hâl almaktadır. Şiirin üçüncü kıtasında Necip Fazılın bu ızdıraplardan kurtulmak ve sükûta kavuşmak için yapmayı istediği eylem, uzaklara gitmek yani bütün bu hafakanlı fikirlerden uzaklaşmak, hepsini bir tarafa bırakıp bu fikirlerin olmadığı bir yerlere gitmek ve sükûta erdiği, huzura kavuştuğu için nurdan bir şehir gibi olan ruhunu seyrederek kendinden geçmek, o nurdan şehrin pırıltıları içinde kaybolmak istemektedir. Huzursuzluktan kurtulan ruhun nurdan bir şehir teşbihi ile anlatılması, lambaların söndürülüp de her tarafın zifiri karanlığa büründükten sonra ortaya çıktığını göstermektedir. Lamba, bir nevi yapay ışığın kaynağıdır. Nur ise, tabii olanı, ruhanî olanı, ilahî olanı simgelemektedir. Yapay olan lamba söndürüldüğü vakit, ilahî olan nur ortaya çıkmaktadır. Bu teşbihler etrafında diyebiliriz ki, lamba, yapay bir ışık saçması nedeniyle Necip Fazılın hafakanlarını, ilahî bir boyutu olan nur da o hafakanlardan kurtulup huzura ermiş bir ruh halini resmetmektedir. Nurdan şehre ulaşmak, yani huzura kavuşmak ise, lambaların söndürüldüğü, yani buhranların silindiği demde ortaya çıkacaktır.

    Mevlana hazretleri der ki: "En son ölüm gelir... Yine de erken deriz" Hâl böyleyken, gençlik çağındaki bir insanın ölümü düşünmesi, ölüme hazır olması, ölümü beklemesi ne kadar zordur. Necip Fazılın, mürşidi ile tanışmadan önceki hayatında; yaşamanın ve ölmenin manâsı tam olarak yerine oturmamıştır. Necip Fazıl, yaşanmaya değer hayatın ölçülerini aramaktadır. Ölümden sonra onu bekleyen nedir, yok mu olacaktır, yokluğa mı düşecektir yoksa başka bir boyutta yaşamaya devam mı edecektir? Bu suallerin cevapları henüz bulunmuş değildi. O yüzdendir ki Necip Fazılın 1934 öncesi ile 1934 sonrası ölüme ve aslında daha birçok mefhuma bakışı, yaklaşımı farklıdır. Bu şiir, 1934 öncesindeki ruh halinden izler taşıdığı için, ölüm, gelmesi istenmeyen bir mahiyete sahiptir Necip Fazıl için.

    Arzuların kanında bir çağlayan gibi akması, o arzular tarafından ne büyük bir derecede kuşatıldığını anlatmaktadır. Kan, insan bedeninin her noktasında damarlar vasıtası ile akan, insan bedenine hayat veren bir niteliktedir. Bu yüzdendir ki, insanın tutku ile bağlandığı şeyler için kanıma işledi demesi çok mânidardır. Necip Fazılın şahane bir teşbihle şiirinde yer verdiği arzular, öyle bir kanına işlemiştir ki, ölmek, o yaşında asla ve asla istemeyeceği bir duruma gelmiştir. O yüzdendir ki, uzakta ölümü için bir ağlayan varsa onun susmasını da istemektedir.

     

    Şiirin son kıtasına geldiğimizde ise, çok zarif ve latif bir bitiş ile karşılaşıyoruz. İnsan, kadın ve erkek olarak yaratılmıştır ve her ikisi de birbirine muhtaç, birbirine ihtiyaç duyacak şekilde var edilmiştir. Yaratanın belirlemiş olduğu bu sistemin sayısız hikmetleri ve güzellikleri vardır. Necip Fazıl, 1934 yılından sonra metafizik düşüncesini tamamen İslamî tefekküre bağladığı için, kadına bakışı da İslamî bir değere ulaşmış, İslamın kadına verdiği değer çerçevesinde kadının, erkeğin bir kölesi yahut zevkleri için kullanılan bir araç olmadığını, kadın ve erkeğin el ele vererek bir cemiyeti inşa eden temel yapı taşı olduğunu, erkeğin kadın ruhunda, kadının da erkek ruhunda bulduğu derin huzurun altını çizmiştir. 14 temel başlıktan teşekkül eden Çile kitabında Kadın başlığının yer alması boşuna değildir.

    Şiirin tamamında hâkim olan buhranlı ruh hâli ve bu hâlden kurtulmak isteyen şair, en nihayetinde yaşamanın tadını ve huzuru bir kadının, kendi avuçları içindeki ellerinde bulmaktadır bir nevi. Necip Fazıl için el insan bedeni üzerinde ayrı bir önem taşımaktadır. Necip Fazıl, ele ayrı bir önem vermektedir. Aynadaki Yalan isimli eserinde Necip Fazıl el için şu değerlendirmeyi yapar:

    Eller... Türlü bükülüşler, büzülüşler, açılışlar, uzanışlarla insan ruhunun en zengin ifadecisi eller... Okşayan, tırmalayan, kavrayan, koyuveren, yalvaran, yumruklayan, dilenen, sadaka veren, bıçağa sarılan, duaya açılan eller... (2)

    Necip Fazıl için el, insan ruhunun en zengin ifadecisi dir. İnsanın karakteri, ellerinden tüten ifadelerden kendini belli eder. Şiirin son bölümde yer alan kadın ve kadın elleri ifadeleri, Necip Fazılın aradığı huzurun, dinginliğin derin ve keyfiyet yüklü bir kadının, erkek ruhundan anlayan, erkeğe istediği manevî ve ruhî atmosferi oluşturan bir kadının şahsiyet yüklü ellerinden kendine geçecek olmasını göstermektedir. Bu şiir her ne kadar 1934 yılından önce yazılmış olsa da, Necip Fazılın 1941 yılında tanışıp evlendiği hayat arkadaşı, dava arkadaşı, gönlünün sultanı, başının tâcı olan eşi Neslihan hanım, onun için böyle bir kadın olmuştur. Necip Fazılın bir temenni ve arzu ile noktalanan şiirinde geçen kadın, 14 yıl sonra onun karşısına çıkmıştır ve eşi olmuştur.

     

    Kaynakça:

    (1) Necip Fazıl Kısakürek O ve Ben Büyük Doğu Yayınları s.46

    (2) Necip Fazıl Kısakürek Aynadaki Yalan Büyük Doğu Yayınları s.34


  14. SAYIKLAMA

     

    Kedim, ayak ucumda büzülmüş, uyumakta;

    İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta,

    Hırıl hırıl,

    Hırıl hırıl...

    Bir göz gibi süzüyor beni camlardan gece,

    Dönüyor etrafımda bir sürü kambur cüce,

    Fırıl fırıl,

    Fırıl fırıl...

    Söndürün lambaları, uzaklara gideyim;

    Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim,

    Pırıl pırıl,

    Pırıl pırıl...

    Sussun, sussun, uzakta ölümüme ağlayan;

    Gencim, ölmem, arzular kanımda bir çağlayan;

    Şırıl şırıl,

    Şırıl şırıl...

    Ne olurdu, bir kadın, elleri avucumda,

    Bahsetse yaşamanın tadından başucumda,

    Mırıl mırıl,

    Mırıl mırıl...

     

    1927


  15. Aşağıdaki yazıda Üstad, 1967 yılının 18 Ekim günü çıkardığı Büyük Doğu Dergisi'nde Kanlı Sarık piyesini nasıl kaleme aldığını ve milletin ruhunu yoğuran kurumlardan olan Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu piyese nasıl yaklaştığını anlatmaktadır.

     

     

    Bundan iki yıl kadar evvel Kars Belediyesinin koyduğu bir tahsisat karşılığında, Kars Turizm ve Tanıtma Derneği adına, onun Ankara şubesi başkanı, tarih öğretmeni Dr. M. Fahreddin Kırzıoğlu, Necip Fazıl'a baş vurarak, Kars'ın Alparslan tarafından fethini ve böylece Anadolu kapısının Türk'e ilk defa açılışını gösteren ve ondan sonra bu çilekeş hudut şehrinin bütün tarihi maceralarını çerçeveleyen bir piyes yazmasını teklif etti. Necip Fazıl da, üzerinde millî heyecanını zevkle billûrlaştıracağı bu piyes teklifini hemen kabul etti. Kars fethinin yıldönümünde, Devlet Tiyatrosu çapında kuvvetli bir (trup)un temsil etmesi fikriyle ısmarlanan ve büyük bir sanat hâdisesi teşkil etmesi beklenen piyes, Necip Fazıl'ın Ankara'da bir otele çekilip geceli gündüzlü 15 gün çalışmasiyle sona erdi, «Kanlı Sarık» ismini aldı ve Fahreddin Kırzıoğlu'nun evinde ve birtakım münevver kişilerin huzurunda okundu. Dinleyenleri hüngür hüngür ağlatan piyesin kıymet hükmü üzerinde hiçbir şey söylemeden ve bu sayıdan başlayarak tefrikasına giriştiğimiz piyesi doğrudan doğruya edebiyat âlemi ve okuyucularımızın hükmüne bırakarak sadece vakıaları bildirmekle yetinelim ki, eser derhal ve en büyük şükran tezahürleriyle kabul edildi ve Necip Fazıl'a telif hakkı hemen ödendi. O tarihten sonra «Ağustos» ayı iki kere geçtiği halde (Kars'ın tarihî günü ağustostadır) temsil işinin ne olduğu belirsiz kaldı ve bu hususta Necip Fazıl'a hiçbir is'arda bulunulmadı. Piyes ya derme-çatma şekilde oynandı veya hiç temsil edilemedi, böyle bir esere sahiplik imtiyazını kazanan Kars alakalı makamlarının, hâdiseyi ayyuka çıkarmak dururken ona karşı gösterdikleri ilgisiz tavırdaki garabet bir tarafa... Asıl dâva, bu eser münasebetiyle meydana çıkan yeni Millî Eğitim Bakanlığındaki Türk ve Türkçülük, ruh ve ruhçuluk aleyhindeki korkunç havadır.

     

    Eserin baskı hakkı kendisine ait olan Necip Fazıl, geçen sene, onun Millî Eğitimce yayınlanmak istendiğine dair Fahreddin Kırzıoğlu tarafından verilen haber üzerine kendisiyle beraber Yayınlar Müdürlüğüne gidiyor, alâkalı makam sahibiyle (Kemal Or) temas ediyor ve derhal kabul edileceği ve basılacağı teminatını alıp eserin birinci baskı telif hakkını, kazanç farkı kendilerine ait kalmak üzere Derneğe bırakıyor.

     

    Ondan sonra olanlar:

     

    Aşağıdaki kilişede gördüğünüz gibi, yeni Millî Eğitim Bakanının getirdiği hava, alınması ve basılması taahhüt edilen eseri bu defa reddet mektedir!!!

     

    Dikkat buyrulsun:

     

    Yeni Millî Eğitim Bakanının getirdiği hava, en ileri edebî kıymette, ruhçu, milliyetçi, Anadolucu, Türk mefharetlerini canlandırıcı ve Türk gencine Anavatan idealini aşılayıcı bir eseri reddediyor!.

    O halde Yeni Milli Eğitim havası, gerçek sanat ve edebiyata, ruhçuluğa, milliyetçiliğe, Anadoluculuğa, Türk mefharetlerini canlandırıcı hamlelere ve Türk gencine Anavatan idealini aşılama cehdine aleyhtardır.

    Yeni Millî Eğitim havasını, böylece, Türk tarihi ve Türk milleti önünde teşhir ve itham ederiz! Türk gencinin ruhunu yoğurmak vazifesiyle mükellef bulunan bu Bakanlık, yeni havasiyle, gerçekten Türk olan her şeyin zıddına çalışmakta ve Türk ruhunu çürütmeye memur bulunmaktadır.

    Be. De.

     

    'Kanlı Sarık' piyesini reddeden Milli Eğitim Bakanlığını, Türk ruhu, Türk harsi ve Türk'ün milli tarihine zıt olmakla itham ediyoruz!

     

     

    mebd.jpg

     

    meb2.jpg

     

    Ayrıca Tıklayınız: Kanlı Sarık ( Eser İncelemesi )


  16. Bu röpotaj, Üstad ile yapılan söyleşileri ihtiva eden ve bir derleme olan Konuşmalar isimli kitapta da yer almaktadır. (Kitapta bu röportajın yayım yılı olarak 1982 tarihi geçmektedir)

    Milliyet gazetesinin bilhassa son olarak yönelttiği sual kendi zihniyetinden bir parça sunmakla birlikte, Üstad'ın bu suallere verdiği cevaplar ile her yönden İslam davası ile çerçeveli olan fikriyatının da zamanında Milliyet gazetesinin mahut okuyucularına ulaştırılmış olduğunu görüyoruz.

     

    Milliyet gazetesi, fikri idam ederek gazeteyi sadece basit teşhir malzemesine dönüştüren Sedat Simavi'nin kurduğu Hürriyet gazetesinin telakkisine müsavi bir yapıya sahip. Ne zaman davamıza zıt bir cenahta olan bir yayın organının veya kuruluşun Üstad'ın fikirlerini çarpıtmadan, dosdoğru olarak yayınladığını görsem, Üstad'ın Bâbâli kitabında yer verdiği şu tespiti hatırıma gelir:

     

    "Bir Adam Yaratmak, ilâhî tevhidi haykırmanın eseriydi. Muhsin, aylarca Allah, Allah diye bağırdı sahnede"

     

    --

     

    Ayrıca tıklayınız: Fikri İdam Eden Adam: Sedat Simavi


  17. Evet, bu bilgi doğru. Bir kaç farklı kaynakta kısaca bu hususa değinildiğini hatırlıyorum ama kaynakları net olarak hatırlayamıyorum. Üstad'ın bu başlık ile kaleme almış olduğu bir beyiti de gene bir dergide görmüştüm lakin hangi dergi olduğu hatırıma gelmiyor.

    Ki bu hususa müteveccih bir derleme kitap olan Öfke ve Hiciv ile ilgili olarak da, kitaptaki şiirleri direkt olarak ilk yayımlandığı matbu kaynaklardan derleyen Büyük Doğu Yayınları şu ibareyi kullanıyor:

     

    "Eser, Necip Fazıl Kısakürek'in 1947 yılından başlayarak çeşitli gazete ve dergilerde "Ozan" veya "Ozanbaşı" imzasiyle yayınladığı, satirik mahiyetteki günlük şaka ve fantezileriyle, nazım formu içinde anlık tespit ve öfkelerini noktalayan manzumelerinden derlenmiştir.

    Öfke ve Hiciv'in ilk yayın tarihi, Temmuz 1988'dir."


  18. Selamlar,

    Mimarîsinde ana malzemelerden biri olarak mermer kullanılması hasebiyle "Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?" mısraında geçen mermerin camiileri simgelediğini düşünüyorum. Şahane bir teşbih kullanmış Üstad bu iki mısrada. İnsan vücudunda atan nabız, kalbin kan pompaladığının bir göstergesidir, bedenin canlılığının bir nişânesidir. Nabzın atmaması, insanın ölmüş olduğunun emârelerindendir. Nasıl ki nabzın atmasını sağlayan kalpten pompalanan kansa, bir camiinin de imâr ediliş gayesini bulması, canlılığının delili, vücuda kan gibi hayat veren ve mecazi manada caminin nabzının çarpmasını sağlayan camiilerden yükselen tekbirdir, ezan-ı Muhammedî'nin başlangıç ifadesi olan tekbirdir.

    Göğe doğru şehadet parmağı gibi uzanan minarede okunan ezan, tekbir ile başlar. Minareden dalga dalga yayılmaya başlayan tekbir sesleri, Allah'ın birliğini, büyüklüğünü, kudretini ihtiva eden o tekbir sesleri mermerlerin nabzında çarpmaya başlamakla birlikte, minarelerin yüksekliğine eş irtifada esen deli rüzgarlar ile de buluşmaktadır.

     

    Üstad bu şiirinde ruh kökü -dini, imanı- sökülüp atılmak istenen bir nesilden, o neslin içinde bulunduğu durumdan, o nesli bu hale getirenlerin şekavetinden bahsetmektedir. Her türlü zulme uğramış, öz vatanında parya derekesine düşürülmüş, dininden kopartılmak istenmiş bir neslin mermerlerinin nabzında hâlâ tekbirlerin çarpıp çarpmayacağı, deli rüzgarların Allah bir! sedasını bulup bulmayacağı suali de geleceğe dair bir temenni ve arzu ihtiva etmektedir.

     

    Üstad'ın bu şiirini kaleme aldığı 1949 yılına bir göz atacak olursak, ezan-ı Muhammedî'nin dinimizin kaidelerine aykırı olarak orijinal haliyle okunmadığı gerçeği karşımıza çıkacaktır. Yüce Rabb'imizin ism-i şerifi ile, tekbir ile başlayan mübarek ezanımız o yıllarda (1932-1950 arası) Allahu ekber yerine Tanrı uludur ifadesiyle başlamakta ve Üstad'ın bu mısralarda değindiği gibi Müslümanlar 'acaba o mermerlerin, camilerin nabzında eskiden olduğu gibi tekbirler yeniden çarpar mı, hâlâ çarpar mı' diye efkâra boğulmaktadır.

     

    Türkçe ezan meselesiyle birlikte, tekbirin mermerlerin nabzında çarpması; müzeye çevirilen ve manâsı katledilen Ayasofya camiisinden de ezan seslerinin, tekbir seslerinin yeniden yükselmeye başlamasına dair bir isteği de işaret ediyor olabilir.

    Üstad bir yazısında Ayasofya için 'ruhumun evi' tabirini kullanır. Ve 'ruhumun evini bana geri verin' der. Cemiyeti kırbaçlayan bir fikir ve aksiyon adamı olan Üstad, bu mısralar ile cemiyetin içinde bulunduğu zelil, aciz durumu gösterirken, Müslümanların nasıl bir zulme uğratıldıklarının şuuruna varmalarını, dinimizin direği olan namazımızın vaktini ilan eden ezanların Müslüman bir memlekette nasıl susturulduğunu, nasıl aslından çıkartıldığını göstermek istemekte ve şiirinin sonunda 'Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk' derken de bütün bu mukallit icraatlerden kurtulmamız gerektiğini anlatmaktadır.

     

    Elhamdülillah ki mermerlerin nabzında hâlâ çarpmaktadır tekbir, lakin o tekbirlerin keyfiyetine ulaşmak, o ezanların manâsını yaşamaktır Müslümanın aslî vazifesi. Tekbirler, ezanlar okunurken Allah'ın çağrısına, kurtuluşa, felaha, namaza gitmeyen bir Müslüman, dinin direği olan namazı kıldığı halde dininin edeb, ahlak, ilm-i hâl kaidelerine uymayan bir Müslüman, ezanın, tekbirin sadece kabuğu üzerindedir. Kabuktan öze geçebilenlerden olmak duasıyla.


  19. Üstad'ın O ve Ben kitabından:

    Üstad, efendi hazretlerine soruyor:

     

    - Efendim; son günlerde bir modadır tutturuldu. En adî işlerde "yarattık, yarattığımız, yarattığınız" diye konuşuyorlar. Olur mu bu?

     

    - Eğer (yarandırmak, yararlı kılmak) mânasına kullanılıyorsa, olur; halketmek mânasınaysa asla!..»

     

    - Türkçede (yaratmak) halketmek manasınadır. Ancak Allah yaratır.

     

    - Olmaz, olmaz! İnsanî fiillere bu tâbir yakıştırılamaz.

     

    (O ve Ben - Büyük Doğu Yayınları - 14. basım - s. 173)


  20. Selamlar,

    Açıldıktan sonra, mevzuunun muhtevasına binaen istişare yapmak yerine karşılıklı ithamlara ve atışmalara dönüşen başlık; amacının tersi istikamete yöneldiği, artık o başlıkta ana mevzuuya dair fikir alış verişinde bulunulup yapılması arzu edilen toplantıya dair bir karar verilmesi zorlaştığı için tarafımdan kilitlenmiş, çöp kutusuna gönderilmiş, sonra da silinmişti.

    Ortaya atılan ve iyi niyetlerle gerçekleştirilmek istenen bir faaliyete, katılmak yahut katılamayacak olduğu halde fikrini söylemek isteyen herkes belli bir muaşeret çerçevesi içinde ki bu, bütün mesajlar için geçerlidir- cevap yazabilir. Yunus kardeşimizin iyi niyetini, bir şeyler yapma iştiyakını, insanlara faideli olabilme cehdini bilmekle ve takdir etmekle birlikte, yapılan tartışmanın ardından silinen başlıktan sonra hem sitem dolu, hem ara ara isabetsiz tesbitlere varan böyle bir konu açmasını, yaşamış olduğu hayal kırıklığına bağlıyorum. Peki eğer gerçekten ortada bir hayal kırıklığı yahut başka bir kırgınlık varsa bunun sebebi tam olarak nedir? Kimseye saygısızlık etmediğiniz halde Saygısızlık ettiğim büyüklerimden, herhangi bir kuralı çiğnemediğiniz halde Kurallarına uyamadığım yönetimden, faydanız dokunduğu halde Faydamın dokunmadığı küçüklerden özür dileme ihtiyacı neden zuhur etti? Buradaki suçluluk psikolojisinin sebebi nedir, nedir kendinizi suçlu hissettiren müessirler? Bunu sadece ve sadece sizin iyiliğiniz için söylüyorum Yunus kardeşim, bu psikolojiden kurtulmanız lazım. Ortada çok güzel ve iyi niyetlerle yapılması istenen bir toplantı için açılmış bir başlık var, o başlığa siz de iştirak ediyorsunuz, sonrasında küçük çaplı bir tartışma yaşanıyor, başlık artık lüzumsuzlaştığı için siliniyor ve siz böyle şeyler hissediyorsunuz. Bunları yazma ihtiyacı duyuyorsunuz. Sizin ruh halinizi anlıyorum, nasıl bir ortamda büyüdünüz, hangi hatalı aile davranışları ile ruhunuz yoğuruldunuz bilmiyorum ama gerçek şu ki, böyle bir hadisede böyle bir tepki gösteriyorsanız, sizde çok kırılgan, belli bir noktadan sonra mücadele edemeyen, pes eden bir ruh yapısı var. Bunları sizi asla ve asla suçlamak veya başka menfi bir şeyler söylemiş olmak için yazmıyorum. İyiliğinizi isteyen bir kardeşiniz olarak yazıyorum.

    Muvazenesi bozulmuş bir neslin evlatlarıyız ve belki de hepimizde bir miktar ruhî sıkıntı var. Ortada bir sorun varsa, tartışılan bir kişi varsa, rahatsız olunan bir durum varsa, bunu suçluluk psikolojisi ile terk edip giderek değil, hem kendinizi hem karşı tarafı sağlıklı ve dengeli bir şekilde muhasebe ederek müspet bir yörüngeye oturtabilirsiniz.

    Saygılarımla


  21. Selamlar,

    Cihandar kardeşimizin açmış olduğu başlık, muhtevası aynı olan ve daha önceden açılan bu konu ile birleştirilmiştir.

    munir kardeşimiz Üstad'ın murâdını iki cümleyle çok güzel izah etmiş:

     

    Kur'an-ı Kerimde Peygamber efendimizin ismi geçmiyor değil. Geçiyor.

    Sadece nida edatiyle geçmiyor; yani "Ey Muhammed" (s.a.v.) şeklinde...

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyorlar ki:

    - Haya meselesi!.. Allah bile Kur'ânında, Sevgilisine, hâs ismiyle nida ederek hitap etmedi.

    O Ve Ben

     

    Üstad da mürşidinden öğrendiği şekilde diyor ki:

    Allah Kur'ân'da hiç bir defa sevgilisine hâs ismiyle, nida edatıyle "Ya M....!" diye hitap etmedi. Bunu biliyor musunuz?

    Çöle İnen Nur sf. 547


  22. Üstad, Dört Yeni Kitapla Döndü!

     

     

    Biyografik hafızamız çok zayıf. Nisyan sayfaları kabarık. Oysa ansiklopediler hâlâ hıncahınç dolu.

     

    Varlığı sadece bir mezar taşına indirgenmiş olsa da kendi muhkem yerini koruyan değerler, üzerlerindeki toza üflendiğinde kendilerini yeniden hatırlatma kudretine sahip.

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek gibi...

     

    Türk edebiyat tarihinin en dikkate değer dergilerinden Ağaç Mecmuası üzerine inceleme yaparken, Üstad'ın kenarda/ köşede bırakılmış yazılarının bir gün mutlaka gün yüzüne çıkarılması gerektiğini düşünmüştüm.

     

    O günlerden birinin geldiğini görmenin heyecanı içerisindeyim...

     

    * * *

    Düşünce ve edebiyat dünyamızın 'anahtar şahsiyet'inin, Büyük Doğu ideali etrafında söylediği, kaleme aldığı ve yayınladığı yüzbinlerce satırdan bazılarını, onun mirası olarak bugüne kadar sessiz ve derinden gelen Büyük Doğu Yayınları, dört ayrı kitap olarak okurlarıyla buluşturdu.

     

    Yeni kitaplar, Üstad'ın 'yeni' eserleri imişcesine raflardaki yerini aldı.

     

    "Necip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu/ Sistem Karşısında Gerçek Muhalefet" isimli eserinde Üstad'ın ıstırap dolu yolculuğunu köşetaşları ile ile kaleme alan Suat Ak'ın hazırladığı bu dört kitap, dikkatlerimizi yeniden o yıllara ve o yılların sosyal- siyasi mücadeleleri üzerine yoğunlaştırıyor.

     

    Belli başlıklar altında Büyük Doğu dergilerinde yayımlanan tematik yazıların toplandığı ilk eser, "Vesikalar Konuşuyor" ismini taşıyor. Milletin maddi ve manevi değerlerinin, cumhuriyetten sonra belirli zümreler tarafından planlı bir şekilde nasıl tahrip edildiğini gözler önüne seriyor. Lozan Antlaşması, komünizm faaliyetleri, Köy Enstitüleri, Milli Şef döneminin suiistimalleri, Ali Şükrü cinayeti...

     

    Bu kitabın önemli bölümlerinden biri ise, yakın tarihimizin en büyük trajedilerinden biri olan Dersim faciasının yorumlandığı sayfalar. Üstad, keskin üslubuyla dehşet verici katliamı bütün hikayesi, sorumluları, sebep ve sonuçlarıyla adeta gözlerimizin içine sokuyor.

     

    * * *

    "Büyük Doğu Cemiyeti" isimli ikinci eserde ise, 'mana ve eylem ocağı' olarak düşünce hayatımızı şekillendiren kurumlardan Büyük Doğu Cemiyeti ve bağlamında Üstad'ın sosyal ve siyasi mücadelesinden kesitler sunuluyor. 28 Haziran 1949 - 26 Mayıs 1951 tarihleri arasında faaliyet gösteren cemiyeti parti olarak kuran ancak başta kadro zaafı ve dönemin baskıcı siyasi şartları sebebiyle, erken bir çıkış olarak tarihe intikal ettirmek zorunda kalan Üstad, 'bütün oluş ve olamayış' sebeplerini kendi kaleminden anlatıyor.

     

    Üstad'ın, sahte şeyh ve kalpazan alimlerin ortalığı kapladığı 1950'li yıllarda kaleme aldığı ve 'muhterem bir din adamı' olarak gördüğü Bediüzzaman Said Nursi'yi anlattığı yazıları da bir kitapta toplandı. Eser, bugün bile sadeleştirilmesi tartışmaları devam eden Risale-i Nur'dan bazı pasajların Büyük Doğu'da günün dil anlayışına uygun olarak süzülüp yayımlanmasının önemini kavramamıza yardımcı oluyor.

     

    * * *

    Dördüncü kitap ise, kendisi de nükteyi seven, bütün yazı ve konuşmalarında hicvi bir ironi olarak kullanan Üstad'ın mizahi dünyasını ele veren "Nasreddin Hoca" ismini taşıyor.

     

    Üstad, ağızdan ağıza anlatılan fıkralarıyla sadece bir 'güldürücü' olarak tanıtılması ve tanınmasına karşı çıktığı Nasreddin Hoca'nın yeniden ele alınması gereken milli bir kahraman olduğunu vurguluyor. Kitapta, fıkraların ve menkıbelerin, içeriğindeki ince tenkid ve tahlil kıymetleriyle tek tek yeniden izah ve tespit edilmesi üzerinde duruyor.

     

    Eserde ayrıca, "Ağlatan Mizah" ve "Gülebilsek" başlıklarıyla dönemin mizah anlayışına uygun yaşanmış fıkra örneklerine de yer veriliyor.

     

    Hasılı, Büyük Doğu Yayınları, bugüne kadar Üstad'ın bilindik eserlerinin yeni baskılarını yapmaktan öte bir iş başardı; dergi sayfalarında kalan yazıların unutulmasına gönlü razı olmayanlar için yeni bir heyecan ve merak uyandırdı.

     

    Hadi hayırlısı...

     

    Özcan Ünlü

    Kaynak: http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=20760&y=Ozcan_Unlu


  23. Üstad, 1941 yılında Robert Kolejde Batı Edebiyatı hocalığı yapmaktaydı. Batı'nın ruh dünyasını, inanç cephesini, faaliyet rotasını Müslüman Türk çocuklarına aşılamak, onları kendi telkin kıskacına almak gayesindeki Robert Kolej'de Üstad, bu telkinin tersi istikamette bir yol izlemekte ve Türk çocuklarını bu telkinden kurtarmaya çalışmakta olduğunu Çerçeve5'te yer alan bir yazısında[*] hasseten belirtmektedir. Gene bu yazısında Üstad, yukarıdaki hatırada geçen hadiseden sonra, yani Robert Kolej'in binasının neden hisarın yanına yapıldığına dair Türk çocuklarına yöneltip de cevabını kendi verdiği sualden sonra, okul yönetimi tarafından kendisine karşı nasıl bir tutum sergilendiğini ve bu vesileyle okulun ana gayesinin bir kez daha tebarüz ettiğini şöyle anlatır:

     

    "Bu netameli sual o zaman mektep müdürü ve aslında Amerikan gizli faaliyetinin başı (Dr. Rayt)ı fena halde tedirgin etmiş ve ben 45 günlük askerlik vazifemi yerine getirdikten sonra bir daha Koleje kabul edilmemiştim.

    Orta yerinde, Kolej talebelerinin su içtiği fiskiyeli bir çeşme bulunan bir avluda Tevfik Fikret'in büstü bu mektebe kabul edilecek hocaların hangi fikir soyundan olması gerektiğini ilân ederken benim kısa süren ve millî terbiyeyi esas alan telkinlerimin devam etmiyeceği tabiydi. Nitekim benden sonra yerime şair meddahı Behçet Kemâl tayin edildi ve bu adamla aramdaki fark, manevi köleler devşiricisi Amerikan kafasına göre oraya kimin münasip bulunduğunu göstermeye yetti."

     

    [*]Bülent Ecevit'e Birinci Mektup - Çerçeve5 - s.10


  24. Üstad'ın, sayısını tam olarak bilmediğim davalarının mahkeme karşısında yapılmış olan müdafaalarından sadece bir kısmı, Müdafaalarım ismiyle yayınlanmıştır. O kitapta ise, bu hatırada Akif İnan'ın belirtildiği şekilde 1964 yılında yapılan bir müdafaa maalesef yer almıyor. Kitapta yer almadığı için de savunmaya ulaşmak, savunmayı okumak sanıyorum ki mümkün değil. Hatırada, müdafaanın muhtevasına dair ipucu olabilecek herhangi bir noktaya temas edilmediğinden, müdafaanın nasıl bir davaya binaen yapıldığı hakkında da bir fikir yürütemiyoruz.

     

    Bu kitabın muhtevasındaki müdafaalar dışında, mahkeme arşivlerinde özel bir çalışma yapılmadığı müddetçe başka bir müdafaaya ulaşmak mümkün olmasa gerek. Alâattin Karaca, devlet arşivinde yapmış olduğu bir araştırma neticesinde Üstad'ın Menderes'e yazmış olduğu mektupları arşivde görmüş ve bu mektupları kitaplaştırmıştı mesela. Ve ilk kez yayımlanan yeni belgeler, mektuplar ortaya çıkmıştı.

    Müdafaalarım kitabının başında şu not yer alıyor:

    "Bu müdafaalar, Necip Fazıl Kısakürek'in 1946-1983 tarihleri arasındaki muhtelif yargılanmalarından bir demet olup daha niceleri yayınlanmamış olarak mahkeme dosyalarındadır."

    Bu not gösteriyor ki, Üstad'ın daha bir çok müdafaası okunmak için arşivlerin tozlu sayfalarından kurtulmayı bekliyor.

     

    Ki bu notun dışında, bir de Büyük Doğu Yayınları'nın kitap hakkında beyan ettiği şu malumat var:

    Necip Fazıl Kısakürek'in mahkeme arşivlerinde çürüyüp yokolmuş pek çok savunmasının dışında, 1946'da Sümerbank dâvasından başlayarak, özellikle ünlü "Malatya suikasti dâvası"nın yer aldığı; onun mücadele tarihine ışık tutan, "zor günler"deki üslûbunu, üstün mantık ve diyalektiğini örneklendiren kitaptaki savunma konusu diğer dâvalar şunlardır: Türklüğe Hakaret Dâvası (1947); Rejimi Kötüleme Dâvası (1947); Şapka Dâvası (1950); Hükümetin Manevî Şahsiyetini Tahkir Dâvası (1965); b.d. Fikir Kulübü Dâvası (1967); 5816 sayılı kanuna muhalefet Dâvası (1968); Devletin temel nizamını din ölçüleriyle değiştirmeyi kast suçunu düzenleyen 163'üncü maddeyi ihlâl Davası (1969); İdeolocya Örgüsü Dâvası (1970)... Kitapta, Malatya Hadisesinden hemen sonra yayınladığı "Maskenizi Yırtıyorum" adlı broşürü, 1,5 yıl mahkûmiyetle neticelenen ve vefatı sebebiyle infaz edilemeyen Vahidüddin Dâvası'na dair bilgi ve belgeleri ve çeşitli dâvaların basına yansımalarını gösteren gazete küpürlerini de bulmak mümkün.

    ---

    Eğer ki bu hatırada geçen müdafaa, mahkeme arşivlerinde çürüyüp yok olanlardan biri değilse, ileride Üstad'ın müdafaalarının yekûnunu ihata eden bir araştırma neticesinde ortaya konan bir kitapta o müdafaaya erişebiliriz.

×
×
  • Create New...