Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Servet Turgut'un Gazi Üniversitesi'nde Üstad'ı anma programında yapmış olduğu konferans konuşmasında anlattığı Üstad ve Vehhbilerle ilgili önemli bir mevzu. Aşağıdaki linke tıklayarak ilgili videoyu izleyebilirsiniz.

     

    İzlemek için Tıklayınız: http://www.dailymotion.com/video/xgjlb8_vehhabilerden-ustad-a-yapylan-teklif_news

     

    /Yedek link: http://www.facebook....comments&ref=mf


  2. Cuma Dergisi'nin 2004 yılında Üstad'ın 100. doğum yıldönümü için çıkardığı özel sayıyı aşağıdan indirip okuyabilirsiniz. Toplamda 50 sayfa olan derginin son 12 sayfası Üstad ile alakalı olmadığı için taranmamıştır.

     

    İndirmek için Tıklayınız: http://nfkdosya.goog...KOzelSayisi.pdf

     

    Alternatif indirme linki: http://cid-800452227c4c0ec8.office.live.com/self.aspx/Ortak/CumaDergisi%5E_NFKOzelSayisi.rar

     

    kapakml.jpg

    • Like 2

  3. Üstad, Türkiye'nin Manzarası isimli kitabında, 70'li yıllarda ülkemizin vergi sistemine yönelik olarak yazdığı bir tahlil ve tenkid yazısında sinemaya aktarılması için kaleme almış olduğu bu senaryoya da mevzuu ile alakalı olduğu için kısaca değiniyor ve  senaryonun filme çekilmeyişinin nedenini de açıklıyor:

     

    "Benim bir senaryomda şöyle bir tablo vardır: Tarkistan devleti, gelirini artırmak için, caddelere, meydan yerlerine kumar masaları yerleştirir ve bunların başına birer devlet memuru olarak (krupye) dedikleri kumar idare edicisi tipler koyar. Bir yandan da, öpüşmeye, kahkahayla gülmeye kadar vergi... Dışarıya ihraç edilebilecek hiçbir metaı olmayan Tarkistan, nihayet, yabancı ülkelere ham beygir kuvveti olarak gönderdiği işçilerinin kazuratında altın bulunması üzerine (bu bir hile tertibidir) Batı dünyasından bütün vatan kazuratına müşteri bulur. Bu işin kaynağı araştırılır ve bağırsaklara altın yerleştirdiği sanılan bazı toprak mahsullerinin üretilmesine kuvvet verilince, sırf ziraî temele dayanan Tarkistan'ın vaziyeti düzelir.  

     

    7 - 8 yıl önce yazıp bir film müessesesine sattığım, fakat Ankara'daki filim (sansür)ü tarafından müsaadesi verilmeyen ve filmi çekilemeyen eserdeki bu hayâl üstü hayâl, bugün Türkiye'de, altın yumurtlama ve ziraî temelin kıymetini anlama saadeti müstesna, aynen gerçekleşmiştir."  

     

     


  4. Emin Garbi Arvas ağabeyin aziz hatırasına

     

    Sizlere, açıklıkla bir şeyi ifade etmek istiyorum sevgili okuyucularım: İyi ve güzel insanlar, dünyanın ne kadar güzellikleri varsa, hepsini yanlarına alarak iyi ve güzel diyarlara gittiler. Geriye ve dolayısıyla bize, (biz de dahil olmak üzere) kötüler ve enva-i çeşit kötülükler kaldı.

    İşte, sizler de her an görüyor ve yaşıyorsunuz; dünyanın yaşanmaya değer neresi ve nesi var? Hangi şeyinde tat tuz kaldı?

    İnsanı insan yapan en yüce değerlerden birisi olan sevgi ve muhabbet de yön değiştirdi artık. Kıyamet alameti olarak insan, hemcinsi yerine hayvanları sever oldu. Artık, anneler; cennet kokulu evlat yerine köpek beslemeyi yeğliyor!

    Allah dostlarından Sehl-i Tusteri’ye sordular: ‘Elinde olsa, yarın ölmek ister misin?’ Hiç düşünmeden cevap verdi: ‘Yarın, çok geç.. Hemen şimdi, şu an ölmek isterim.’ Dediler ki: ‘Ama, iki cihanın serveri Sevgili Peygamber Efendimiz, (Ölümü arzu etmeyiniz!) buyurdu.’ Bunun üzerine Sehl dedi ki: ‘Evet, ama; onu eshabına söyledi. Onların yaşamaları, kendi kârlarına idi; yaşadıkça sevap kazanıyorlardı. Şimdi öyle mi; bizler yaşadıkça günaha batıyoruz!’

    Zamanın kutbu, Abdullah bin Mübarek’i rüyasında gördü ve kendisine bildirildi ki, Abdullah’ın bir sene ömrü kalmıştır. Bilvesile rüyayı Hz. Abdullah’a anlattılar. Derin bir ah çekerek: ‘Daha bir sene bekleyecek miyiz?’ dedi.

    Evet; Garbi Amca’nın da çok sevdiği Sultan-üş-Şuara Necip Fazıl’ın dediği gibi:

    ‘Ölüm, güzel şey,

    budur perde ardından haber.

    Hiç güzel olmasaydı

    ölür müydü Peygamber?’

     

    Sevgili Garbi Amca ile, ilk kez 1978 senesinde, yerden 9000 metre yükseklikte (uçakta) karşılaştık. Zirai Donatım’ın Erzurum fabrikasının açılış törenine gidiyorduk. Biz, İstanbul’dan uçağa bindik, onlar Ankara’dan teşrif ettiler. Kendimi takdim etmek için yanlarına gittim ve ellerini öptüm. Bir şey söylemeye fırsat kalmadan; ‘Siz, İstanbul’dansınız değil mi? Bizimkilere benzemiyorsun da!’ dedi. Kendilerine ve aile büyüklerine olan sevgimi ve hudutsuz saygımı belli etmek için, Üstad Necip Fazıl’ın yanında olduğumu söyledim. 

    ‘Ama..’ dedi, (kimya hocamın ismini vererek) ‘sen, o zatın talebesisin; anlıyorum.. Bizi onlardan başkaları pek tanımaz da!..’ dedi.

    Kaderin cilvesine bakın ki, Allah dostlarını insanlar arasında saklamış ve insanların kahir ekseriyeti, bunları tanıyabilme bahtiyarlığına kavuşamaz. O mübarek zatlar da sözleşmişçesine, kendilerini setrederler, asla faşetmezler.

    Merhum Garbi Amca’da, mensup olduğu üstünler üstünü, mübarek ailenin derin izleri vardı. Şefkat ve merhamet abidesi idi. Entelektüeldi; çocukla çocuk, cahille cahil, âlimle âlim olurdu. Onca derinliği yanında pek mütevazı idi.

    O, şimdi Bağlum’da, mübarek cedlerinin şefkatli aguşunda; cennet nimetlerine garkolmuş halde.. Tanıyanların, kıymetini bilenlerin ve sevdiklerinin yanında.. Ne mutlu!

    Zaten, onlara vefat edecekleri anda, Arş-ı A’la’nın kapıları açılır ve cennetteki makamları gösterilir. Onlar da, dünya kelamı olarak: ‘Ne güzel! Ne güzel!’ demekle yetinirler.

    Başta mahdumları ve göz bebekleri olan sevgili Hamit ve Murat’a, yakınlarına, aile mensuplarına, tanımak şerefine erenlere, sevenlerine ve sevdiklerine başsağlığı diliyorum.

    Ölmeden evvel ölmek ne murattır ya Rabbi!

    Bir bilebilsek; gerçekte ölen biziz, ama ne yazık ki ağlayanımız yok!

     

     

    13 Ağustos 2000 Pazar-Fuat Bol

     

    Kaynak: http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=73326

     

     


  5. Emin Garbi Arvas

     

    Mütefekkir S. Ahmet Arvasî, hakîkî din adamı müftü Kasım Arvas ve önceki akşam kaybettiğimiz bir gönül eri, bir irfan âbidesi Emin Garbi Arvas... 

    Birinin yokluğuna alışamadan diğerinin acısını yaşadık.

    Emin Garbi Bey’i önce gıyabında tanımıştık.

    15 yıldan bu yanaysa aile dostluğu derecesinde yakın muhabbetine mazhar olduk.

    Merhum, ilim fezasının yıldızlarından yüksek âlim Seyyîd Fehim Arvasi hazretlerinin torunu ve Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin de yeğeniydi.

    Yakın tarihin hafızası gibiydi.

    Bir taraftan mübarek dedelerinden amcalarından...

    Bir taraftan tarihten nakiller yapardı.

    Mühim görgü şahîdlikleri vardı.

    Yumuşak, tane tane, hiçbir iddia taşımayan ama kadife gibi okşayıcı bir ses tonu ile anlatırdı. Konuşmasını nüktelerle bezer, dinleyenler sohbeti bitmesin isterdi.

    İnanılmaz derecede mütevazı idi. Cömertti. Ağır misafir trafiğine rağmen hep güler yüzlü idi.

    Çok arzuladık; bir türlü kısmet olmadı; O, anlatsın biz, teybe alalım, notlar halinde yazalım; o bilgiler, bu tarafta kalsın, meçhul gerçekler gün yüzüne çıksın diye.

    Halbuki, her bir araya gelişimizde bunu konuşmuştuk.

    Dedesinden nakil yaparken “Hazreti Şeyh....” diye başlar, Abdülhakim Arvasi hazretlerinden söz edeceği vakit de “Efendi..” diye konuşurdu.

    Türkiye ve dünya gündemini takip eder, şaşırtıcı bağlantılar kurar, sağlam yorumlar yapardı.

    Van asıllıydı.

    Ailesi, itikadı ile de itaati ile de devletin huduttaki kale bekçisi gibi şiaya ve her nev’î bozgunculuğa fırsat vermemişti. Aile ilim ocağı olduğu için Ahmet Arvasî Beyin önünde Marxist, determinist materyalistler, ateistler, Kasım Beyin karşısında bugün de bir yerlerden düğmeye basılmışçasına durduk yerde zuhur eden reformist maskaralar dikiş tutturamazlardı.

    Bakınca Allah’ı, görünce Peygamberi hatırladığınız insanlar vardır.

    O insanlarla yüzyüze gelince günahlarınızı hatırlar, utanırsınız.

    Emin Garbi Arvas, öyle biri idi.

    Birkaç ay evvel hazreti Muaviye’den bahseden bir yazımız münasebetiyle telefon etti. Duası unutulmayacak cinstendi: “Cenab-ı Hak, seni hazreti Muaviye’nin şefaatine nail eylesin.”

    İnşallah ikisinin de şefaatine kavuşuruz.

    Dünya, her gün biraz daha kavruklaşıyor.

    21. asır, 20. asırdan da zavallı.

    Sohbetleri ile hayata lezzet katan güzide insanlar bir bir gidiyorlar.

    İyi insanlar, iyi atlara binip gidiyorlar.

    Eş, dost, arkadaş, ağabey...

    Onlar gidiyor, biz öylece kala kalıyoruz.

    Yetim..

    Ve boynu bükük...

    Ve garip.

    25 Temmuz 2000 Salı-Rahim Er

     

    Kaynak: http://www.turkiyega...y.aspx?ID=70341


  6. Emin Garbi Arvas, artık sayıları çok azalan İstanbul efendilerinden biriydi... Çok entelektüeldi, gazeteciler, yazarlar, siyasiler kapısını çalar fikir sorarlardı.

     

    emingarbiarvascebelde.jpg

     

     

     

    Seyyid Fehim Arvasî hazretlerinin torunu, Şeyh Ma'sûm efendinin oğludur. Babası Konya'da sürgünde iken (1928) doğar. Bebekliğinde Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine getirirler. Büyük veli hanımına döner. "Bu öyle bir zâtın torunudur ki" buyururlar, "salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve ben de sabaha kadar sallasam, hakkını edâ edemeyiz asla." Garbi Amca 15 yaşına kadar Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yakınında bulunur, âdeta pişer dergâhta. Bilahare Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kerîmesi Mâide Hanımın kızı Gülsüm Hanımla evlenirler.

     

    EL FATİHA!

    Seyyidler vefakârdır, iki elleri kanda da olsa tanıdıklarının cenazelerine koşar, meyyit için âdeta çırpınırlar.

    Onlar dostlarının arkasından çok okudu, şimdi çok okunmayı hak ediyorlar...

    Emin Garbi Amca Geylanilere çok hürmet ederdi. Bilhassa Mazhar Amcaya...

     

    Bu kaçıncı diz dövüşüm bilmem. Ahmet Arvasi Bey, Müftü Kasım Arvas, Bedrettin Amca, Orhan Karmış gibi çok kıymetli zatları tanıdım ama nedense çekindim, kapılarını çalamadım. Ha bugün ha yarın derken tren kaçtı, buyurun cenaze namazına.... Emin Amca da onlardan biriydi, nasıl pişmanım ama...

    Dilerseniz sözü onu, onu tanıyanlara bırakalım. İsmail Mahnoli ağabeyimizle başlayalım mesela...

    ***

    Rahmetli kendini setreden büyüklerdendi, bizim seviyemize iner, şakalar yapar. Hatta güreş tutan, top oynayan gençlere katılır, kimseye mesafe koymaz.

    Sitede yönetici iken her sabah gelir, bir kağıt uzatırdı., "Reçeten" der çıkar. Ya bir Hadis-i şeriftir, ya da kelâm-ı kibar.

    Garbi Amca ilmi sima sahibiydi. Kırk kadın kırk erkek getir, hangisi hangisinin eşi söylesin sana. Hatta eskiden isimlerini de bilirdim derdi, çünkü ismin karakter üzerine tesiri var. Bakın ben bir hata yaptım, onda gördüğüm fevkaladelikleri anlattım sağda solda.

    Bir gün geldi, celalli. "Mahno! Mahno! Benim katilim olma!"

    - Anlayamadım efendim?

    - Cambazın katili alkışlayanlardır, yoksa ipe çıkmaz.

    Vefat edinceye kadar sustum anlatmadım bir daha.

     

    AYAKLI KÜTÜPHANE

    Çok kültürlüydü. Diyelim söz balıktan açıldı, balık kelimesinin Uygurca'da şehir manasına geldiğinden girer Osmanlı balık emininden çıkar. Ne hikâyeler ne vakalar... Karadenizliyiz güya. Çay de dinle... Semaver, demlik ve ince belli bardak üzerine oturup kitap yazar.

    Lebrenk, lebriz ve lebsûz..

    Dudak renginde olacak, dudağı yakacak ve dudağına kadar dolacak...

    Çok okurdu. Gece bizi uyutur, kalırdı kitaplarıyla baş başa.

    Bazen dilim sürçer "Taha Amca" derdim gülerdi: "Ah o Taha Amcan yok mu? Hayatta iken beni korurdu, gitti cennete yine koruyor! Siyasete girmiştim. Köylere haber salmış. Reyinizi kime verirseniz verin bizim Garbi'ye vermeyin. Sağolsun, siyaset batağından kurtardı son anda..."

     

    Garbi Amca iyi bir şofördü. Bir gün araba ile bir yere götürdüm. Dönüyoruz siteye az bir şey kaldı. Direksiyonu iteledi lagaya daldık. "Yani İsmail yolda ne kadar çukur varsa girdin çıktın, bari buna da gir de gönlü kalmasın!"

     

    Bir keresinde uzun yola çıkmışız yine... Baktı benim bir şeyden anladığım yok. Sordu "İsmail bu çizgiler neye yarıyor?"

    - Yolu ikiye ayırıyor herhal.

    - İyi ama bazıları kesik kesik?

    - Niye öyle yapmışlar sahi? Boyaları azaldı zahir...

    Bana çizgileri anlattı. Ne kadar önemliymiş meğer. Çizgiye bakmaktan yolu unuttum bu defa.

    Sordu "Peki sen lastik değiştirmesini biliyor musun?"

    -Yooo!

    -Eee patlasa n'olacak? Bana mı değiştirteceksin yoksa?

    -Allahü teâlâ benim lastik değiştiremeyeceğimi bilmiyor mu?

    -Biliyor.

    -Korkma Garbi Amca. Rabbim seni yormaz.

     

    YAĞMUR DUASI

    Emin Amca ile her sene Karadeniz'e doğru uzanırdık, aynı bizim şivemizi konuşur. Trabzonluyla Trabzonlu, Rizeliyle Rizeli olur. Vanlı desen inanmazlar.

    Bazen yolda Şeyh Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin divanından okur, sesi nasıl pürüzsüz, nasıl berrak... Anlamam ama hüzünlenirim, gözlerim dolar.

    Bünyamin adlı bir arkadaşım vardı. Haymana Belediye Başkanı. Yiğit bir insan. Garbi Amcayı çok sever. Karadeniz dönüşündeyiz nereden öğrenmişse öğrenmiş telefon açtı. "Seyyid amcayı al da gel, beklerim hocam!"

    Arz ettim. "İyi gidelim" dedi, "kırılmasınlar!"

    Baktık, Haymana girişinde bizi bekliyorlar, takip ettik. Bir toprak yola saptılar. "Bunlar nereye gidiyorlar ya" diyecek oldum.

    "Boşver takıl" dedi "acelemiz mi var?"

    Bir mesirelikte durduk. 25 - 30 kişi var. Halılar minderler serilmiş. Koyun kesmişler, siniler tütüyor buram buram.

    Neyse etlisini sütlüsünü yedik, cigara dürtmeye başladı. Başkan da tiryaki, göz göze geldik: "Kalk!"

    Az yukarda bir su yalağı var, sindik arkasına.

    Kulağıma eğildi "biz sizi niye çağırdık biliyor musun?

    - Nerden bileyim?

    - Ben bu halkı yağmur duası için topladım. O ki Server-i Kâinatın sevgili torunu aramızda... Rabbim verir, ekinler yanacak yoksa!

    - Oğlum sen deli misin? Böyle metazori olur mu? Garbi Amca üzülür sonra.

    - Ben anlamam! Nasıl söyleyeceksen söyle, usulü yordamı sen ayarla!

    İnsancıklara baktım... Temiz temiz amcalar, utangaç delikanlılar... Karakeçili aşireti bunlar. Mahzun mütevekkil boyun büküyorlar.

    Birden aklıma geldi. "Var mısın" dedim, "ben bir dua edeyim sen de amin de!"

    Açtım ellerimi "Ya rabbi Mekke-i mükeremeye yağmur yağmadığı zaman Abdülmuttalip Alemlere rahmet olarak gönderdiğin Muhammed Mustafa'nın (Sallallahü aleyhi ve sellem) elinden tutar bunun hatırına derdi ve Sen de verirdin. Ya Rabbi işte o Habibinin torunu aramızda. Şu güzel insanların hüsn-i zanı malumdur sana..."

    Ellerinimizi yüzümüze sürdük, bir şey hissetirmeden yerimize döndük. Garbi amca bir ara bana seslendi "İsmail bir yemek duası yapsana!"

    Duayı azıcık uzatım, garipler nasıl amin diyorlar, herhalde yağmur duası sandılar.

    Sonra Garbi Amca bir sohbete girdi ki anlatamam. Menkıbeden menkıbeye geçiyor, ben bile duymamışım daha....

    Gözümü keyifle yummuşum, uçuyorum adeta. Derken sırtımda bir esinti. Pat pat iki iri tane kafama. Gözümü bir açtım, gök gri kara...

    Arabalara zor kaçtık. Yola gitmek ne mümkün şimşekler yıldırımlar... O gece Belediyenin otelinde kaldık, hatta elektrikler gitti, fener yolladılar.

    Yağmur sabah namazından sonra azıcık durulur gibi oldu "Kalk Mahno kaçalım" buyurdular, "şimdi bunlar kahvaltı mahvaltı hazırlar telaş yaparlar."

    İstanbul'a geldik. Zırr Telefon. Baktım Başkan. "Ya ismail, o duadan bir tane daha yap, ortalığı sel götürecek yoksa."

     

    emingarbiarvas.jpg

     

     

     

     

    DEDESİNİN YURDUNDA

    Garbi Amca ile son seyahatimiz Mukaddes beldelere oldu.

    Gitmeden evvel Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin "Kitab-ı haccını" satır satır okuttu, notlar aldırdı.

    Ve dört arkadaş çıktık yola...

    Her tavaftan sonra sorardım. "Hacer-ül esvede gidelim mi?"

    Müminleri incitmeyelim derdi, duralım kenarda.

    Mekke-i mükerremede son günümüz ve son tavaf. Birazdan ayrılacağız, kavuşabilecek miyiz bir daha. Bir hüzün çöktü ki anlatam. Ağzımdan kaçtı "Hacer-ül esvede gidelim mi?"

    Yüzüme baktı baktı... "Haydi ya Allah! Bismillah!"

    Güya onu koruyacağız, dağılıverdik dört yana... Garbi Amca'nın önünde Hüdai yolu gibi bir koridor açıldı, Hacer-ül esvede varıverdi bir anda.

    Biz uğraşıyoruz ama ne mümkün, koptuk gittik uzaklara.... Sonradan ne olduysa oldu kendimizi tek tek Hacerül evsedin önünde bulduk. Olacak şey değil ama.. Buluşma noktasına geldik. Sordu "gidebildiniz mi?"

    - Gittik de nasıl gittik anlayamadım.

    Meğer ziyaretini yaptıktan sonra Hicri Kabede iki rekat namaz kılmış, alnını secdeye koymuş. "Ya Rabbi" demiş "biz dört arkadaşız, bana nasip ettiğini onlara da..."

     

    İsmail Mahnoli

     

     

    ***

     

    SÜRGÜNDE DE YANINDA...

    Menemen vakası adi bir tertiptir, bahane ile nerede bir alim varsa toplarlar. Zulüm İstanbul'a kadar uzanır medrese-i mütehasısin müderrislerinden Seyyid Abdülhakim Efendiyi de gözaltına alırlar. Uzun süren soruşturmalardan sonra hadise ile uzaktan yakından alakası olmadığı ortaya çıkar. Buna rağmen Ankara'ya sürer evinden yuvasından koparırlar. Büyük veliyi İstasyonda Emin Garbi amca karşılar ki o zamanlar 18 yaşındadır daha. Efendi Hazretleri halsiz ve bitaptır. Garbi Amca tereddütsüz sırtına alır, taşır arabaya kadar.

     

    DUVARLARIN DİLİ OLSA

    Keçiören'de otururlardı. Eski bir Ankara evi... Bahçesinde ağaçlar, çiçekler, tavuklar...

    Ev değil dergâh, sohbet üstüne sohbet, çaylar, meyvalar...

    Yazları karadutun gölgesine ilişirdik, evin kedisi yanıbaşımızda.

    Garbi Amca insanları çok hoş tutardı, sanırsın ki dünyada en çok seni seviyor. Meclisinin müdavimleri vardı. Mesela emekli diş tabibi albay Sabri amca, Orhan Karmış Abi sonra... Ya siz birinin üzerine gelirdiniz ya da birileri sizin üzerinize gelir, baş başa oturmak kabil olmaz.

    Geleni gideni çoktu ama yedirmeden çıkarmaz. Misafirlerine mükellef sofralar kurar, doyum tokum ağırlar. Hani kışla mutfağı olsa kaldırmaz.

    Usta hattat Doğan Çilingir komşusuydu. Kerimeleri yeğenleri evin kızı gibi yardım ederlerdi Gülsüm abla'ya...

    Kayınvalidesi Maide Hala Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin hayatta kalan son evladıydı. Çok başkaydı, duası müstecap...

    Emin Amca gazetemizi çok sever, yayınlarımızı dağıtırdı. Kendi oğullarının da bu çatı altında olmasını arzulardı. Öyle de oldu sonunda...

    Aile içinde nakibül eşraf mesabesindeydi, evlenecekler, iş kuranlar, ev arsa alacaklar hep ona danışırlar.

    Zengin değildi ama eşin dostun yardımına önce o koşar. İyi bir baba ve çok iyi bir dedeydi, torunlarının üstüne titrer adeta.

    Kayın pederi İbrahim Arvas Bey milletvekiliydi, bir ara o da Vanlıları kıramayıp aday oldu. Kovalamadı ama...

    Bayram sabahları elini öper, birlikte otururduk kahvaltıya. Zaman zaman arabamla Bağlum'a götürdüm, duanın bini bir para...

    Efendimize batın olarak daha yakın olduğu için Geylanilere çok hürmet ederdi. Telefonla konuşurken bile kalkardı ayağa.

    Amansız hastalığa düçar olunca hayli sıkıntı çekti ama yakındığını duymadık asla..

    Son günlerindeydi. "Rüyamda Efendi Hazretlerini gördüm İbrahim" dedi, "beni çağırdılar!"

    Şimdi Allah gecinden versin mi demek lazım, yoksa hayırlı olsun mu?

    Hani insan bazen tutulur kalır ya...

     

    İbrahim Pazan

     

    ***

     

    İKİ TÜRK İKİ ARAB

    Emin Garbi Amca dendi mi burnumda hoşça bir koku belirir. (Zevkli kokular sürerdi zira) Zihnimde iki delici göz parıldar.

    Biz hep şefkatine muhatap olduk ama vakarından titrerim hâlâ...

    Bir gün yolda karşılaştık koluma girdi. "Yusuf'um Hacca gidiyoruz" dedi, "Sen de gelsen ne güzel olurdu ama."

    Bunu emir telakki ettim. Meğer hayatımın kararını vermişim. Birlikte geçirdiğimiz üç hafta içinde o kadar çok şey öğrendim ki benim için milat oldu adeta...

    Emin Amca fizyonomiye çok hakimdi, bak bu gelen Siirtli diyorsa mutlaka Siirtlidir. Bitlisli diyorsa kesin Bitlisli... Bizim için hepsi birdir ama o, Sudanlının Habeşliden farkını bilir, bu Keşmirli bu Bangladeşli diyebilir.

    Bir gün Mescid-i Nebi ziyareti yaptık, "var mısın" dedi "ahiret kardeşi olalım."

    - Elbette Emin Amca, seve seve...

    El ele tutuştuk, dualar okudu, yüreğime ılık ılık bir şeyler akıyor... "Şimdi İsmail'le Ahmed'in elini tut bakayım!" Tuttum, aldı baştan...

    İsmail abi söz arasında "Birleşmiş milletlere döndük" dedi; "kardeşlere bak bir Türk, bir Kürt, bir Laz ve bir Arap!"

    "Hayır İsmail" buyurdular, "burada iki Türk, iki Arap var!"

    Döndük, Cengiz Dağcının kitaplarında Mahnolar adlı bir Türk boyunun varlığını okudum. Lazın Türklüğü çıktı meydana... Ardından babam Bağdat taraflarından geldiğimizi söylemesin mi. Şu işe bak!

    İlerleyen yıllarda önüme başka başka hac fırsatları çıktı. Seyahat acentalarından dostlarım vardı. Gazeteci olarak da gidebilirdim sonra. Ama o tadı, o lezzeti bulabilir miydim? Heyhat!

    Sanırım en güzeli hatıralarla yaşamak.

     

    Yusuf Sancak

     

     

    Kaynak: http://saatlimaarif....?ContentID=3708


  7. Kitap Adı: Necip Fazıl ve Tiyatro

    Yazar: Mustafa Fırat Gül

    KÖMEN YAYINLARI

    Yayın Yılı : 2010

    172 sayfa

     

    nftem.jpg

     

    ****

     

    Kitap Adı: Necip Fazıl'ın Poetikası

    Yazar: Dr. Ali İhsan Kolcu

    SALKIMSÖĞÜT YAYINLARI

    Yayın Yılı : 2009

    93 sayfa

     

    210268b.jpg

     

    Necip Fazıl, yakın dönem edebiyatımızda sanatı üzerine düşünen ve düşündüklerini çeşitli disiplinler altında ifade eden şairlerimizden biridir. 

    Necip Fazıl'ın sanat yolculuğu çeşitli aşamalardan, sanatsal ve düşünsel kırılmalardan sonra tekemmül etmiştir. Bu bakımdan sonradan kaleme aldığı Şiir ve Sanat adlı Poetikası şairin son devrede benimsediği dünya ve sanat görüşünü yansıtır. 

    Bu çalışmada şairin şiir ve genel anlamda da sanat üzerine ortaya koyduğu görüşleri çözümlemeye tabi tutulmuştur.


  8. Bu hususta kesin bir bilgim olmamakla birlikte, Üstad'ın yabancı dillere çevrilen kitaplarıyla ilgili yazılarda İdeolocya Örgüsü'nün yabancı dillere çevrildiğine dair herhangi bir malumata rastlamadım. 

     

    Yukarıdakilere ek olarak, zamanında Üstad'ın Bir Adam Yaratmak piyesinin Yunancaya çevrildiğini de ekleyelim.

     

    Tıklayınız:Arapça Ve Yunanca'ya Çevrilen Bir Adam Yaratmak

     

     


  9. Teokratik mentaliteli laiklerle karşı karşıyayız. Mustafa Kemal'i ilah gibi, ilke ve inkılaplarını da din gibi görüyorlar. "Atatürkçü olmayanlar insan değildir" diyorlar. Herkesi "Atatürkçü" yapmak için ana okulundan başlayarak mütemadiyen tebliğ(!)de bulunuyorlar. Tebliğ(!) faaliyetleri o kadar etkili oluyor ki, bazı çocuklar haşa "Bizi Atatürk yarattı" diyebiliyor (Mesela benim kızımın gittiği ana okulunda öyle bir çocukcağız var).

    Memleketin yoldan çıkmasını (!) önlemek için kanuni tedbirler almayı da ihmal etmiyorlar tabii. "Atatürk'e karşı işlenen suçlarla ilgili bir kanun maddesi Mustafa Kemal'e yönelik en basit eleştirileri veya onunla ilgili 'menfi gibi duran' yorumları bile suç kapsamında değerlendirebilmeye ve anti-Kemalistleri gelişigüzel 'cezalandırabilmeye' yarıyor. Siyasi Partiler Kanunu, bütün siyasi partilerin "Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı" olmasını öngörüyor. Bu ilke ve inkılaplara bağlılık yemini etmeden milletvekili olunamıyor. Zaten TC Anayasası'nın "değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahî edilemez" maddeleri -bilimsel(!) ve aydınlanmacı(!) dogmalar- "Atatürkçülük" dışındaki bütün yolları baştan kapatıyor. Neticede ne oluyor? Teoride herkes "Atatürkçü" oluyor. Herkes her şeyi "Atatürk" referansıyla yapıyor. Liberaller "Atatürk liberaldi", milliyetçiler "Atatürk milliyetçiydi", sosyalistler "Atatürk sosyalistti", Batıcılar "Atatürk Batıcıydı", Batı düşmanları "Atatürk Batı düşmanıydı", dindarlar "Atatürk dindardı", dinsizler "Atatürk dinsizdi" diyorlar. Bu beni iğrendiriyor. İnsanların "Atatürk"ü referans göstermeden konuşamaz hale getirilmelerini insan haysiyetine bir kasıt olarak görüyor ve kesinlikle iğrenç buluyorum.

    Hep "teokratik" rejimlerin "despotluğundan bahseder, her fırsatta Osmanlı'ya söver ve cumhuriyetin "fikri hür, vicdanı hür nesiller" yetiştirdiğini ileri sürerler. Gelin görün ki, "teokratik" Osmanlı'da kimse Müslüman olmaya zorlanmazken, laik Kemalist sistemde "Ulu Önder"e inanmamak suç sayılıyor.

     

    (s.48-49)

     

     

    Koca bir millet niye "Tek Adam"la iktifa etsin?

     

    15 ay hapis "ceza"sı almama sebep olan "Bir Cenaze Namazı" başlıklı yazım "Atatürk'e karşı işlenen suçlar"la ilgili 5816 sayılı kanuna muhalefet kapsamında değerlendirilebilir mi, değerlendirilemez mi? Bazıları bunu tartışıyor, halbuki esas mesele bu değil. Attığım taşın mahiyeti ve ürküttüğüm kurbağaya değip değmediği de esas mesele değil. Esas mesele, Mustafa Kemal'in putlaştırılmasına hizmet eden 5816 sayılı kanunun kendisi.

    Ne demek "Atatürk'e karşı işlenen suç"? Olur mu öyle şey? Olursa, "Osmangazi'ye karşı işlenen suç", "Fatih Sultan Mehmet'e karşı işlenen suç", "Abdülhamit Han'a karşı işlenen suç" da olur, olmalı.

    "Biz sadece cumhuriyetin kurucusunu tanırız, cumhuriyetten öncesini de bilmeyiz" deyip geçemez kimse!

     

    Kara Kuvvetlerinin 2000 küsur yaşında olduğu kabul ediliyor... Jandarma ve Polis Teşkilatı'nın Osmanlı'dan miras kaldığı ifade ediliyor... Osmanlı devletinin kuruluşu ve istanbul'un fethi Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından kutlanıyor... Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş spor kulüpleri Osmanlı İmparatorluğundan yadigar... Cumhuriyetle Osmanlı arasındaki bağları inkâr etmek ne mümkün? Osmanlı kurumlarına sahip çıkarken Osmanlı'yı yok saymak ne mümkün?

    insaf ehli, Mustafa Kemal'in silah arkadaşlarını da yok sayamaz. Mustafa Kemal'i Şevket Süreyya Aydemir'in tabiriyle "Tek Adam" kabul etmek; Fevzi Çakmak'ı, Kazım Karabekir'i, Rauf Orbay'ı görmezden gelmek; zafer yıldönümlerinde sadece ve sadece Mustafa Kemal'i yâd etmek insafla bağdaşmaz.

    Koca bir millet niye "Tek Adam"la iktifa etsin? Yoksa teokratik mentaliteli laik zevat, Mustafa Kemal'in yanına başka birilerini de koymayı 'şirk' mi kabul ediyor?

     

     

    Mustafa Kemal, Mustafa Kemal'e karşı!

     

    Mustafa Kemal Batıcı mıydı Batı düşmanı mı? Liberal miydi devletçi mi? islam dünyası ile yakınlaşmaya sıcak mı bakıyordu, soğuk mu? Yaradılış hakikaüne mi inanıyordu Darwin teorisine mi?...

    Herkes kendine göre deliller bularak Mustafa Kemal'in öyle ya da böyle olduğunu ileri sürebilir. Söylediklerine, yazdıklarına ve yaptıklarına baktığımızda görüyoruz ki, Mustafa Kemal 'parça parça' herkese hitap ediyor, ama 'bütün' olarak hiç kimseye hitap etmiyor.

    Farklı durumlarda -hatta bazen aynı durumda- birbiriyle yüzde yüz çelişen tavırlar almış bir siyasetçiyi ideolog kabul edemeyiz. Pragmatizm başlı başına bir ideoloji ise, tamam. Değilse, Kemalizm de ideoloji değildir. Mustafa Kemal'in filanca tavrını, icraatını, inkılabını benimsediğinizi söyleyebilirsiniz, ama kendi kendinizle çelişmeyi göze almadan "Ben Kemalist'im" diyemezsiniz.

     

    Nedir Kemalizm? Zincire vunılan Halife-i Rûy-ı Zemin Hazretlerinin imdadına koşmak mı, halifeliği kaldırmak mı? " "Yönümüzü çağdaş Batı'ya çevirmek" mi, Sadabat Paktı gibi teşebbüslerle Doğu'ya açılmak mı? Din ve devletin ayrılığını öngören laiklik mi, din işlerinin devlet eliyle yürütülmesi mi? Kemalizm'i laik bir ideoloji olarak görüyorsanız, Reis-i Cumhur Mustafa Kemal'in Elmalılı Hamdi Efendi'ye Kur'an tefsiri yazdırmasını ve devlete bağlı bir diyanet işleri başkanlığı kurdurmasını nasıl izah ediyorsunuz?

     

    Mustafa Kemal'in her hal ve hareketini örnek almaya kalkarsanız, hiçbir işin içinden çıkamazsınız. Mustafa Kemal harf inkılabı yapıp Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koymuş, fakat kendisi bu inkılaba uymayıp Arap alfabesini kullanmakta ısrar etmişti. Mustafa Kemal radyolarda Türk müziğinin çalınmasını yasaklamış ve millete mütemadiyen Batı müziği dinletmiş, fakat kendisi Türk müziğinden hiç şaşmamıştı. Mustafa Kemal millete Frenkler gibi davranmayı telkin etmiş, fakat kendisi Polonyalı bir dostunu "Bırak şu Frenk hafifliğini" diye azarlamıştı. Ne yapacağız şimdi? ''Mustafa Kemal'in yolu"nu tesbit etmek için 'teoriye' mi bakacağız, "pratiğe' mi?

    "Kemalizm, teoridir. Mustafa Kemal'in dediklerini yapalım, yaptıklarını yapmayalım" diyorsanız, şunu da açıklayın lütfen: Mustafa Kemal'in kendisi bile "Kemalist" olamamış, biz niye olalım?

    ***

    Yaygın bir kanaate göre Mustafa Kemal ne yaptıysa Anadolu topraklarını kaybetmeyelim diye yaptı; yeri geldi Batı'ya meydan okudu, yeri geldi Batı'ya taviz verdi; tavırları çelişkili de olsa aynı amaca matuftu, dolayısıyla bir tutarlılıktan söz etmek mümkün. ..

    Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, Kemalizm'in pragmatizmden başka bir şey ifade etmediği, bir ideoloji veya doktrin olmadığı, Anadolu topraklarını korumaya matuf konjonktürel manevralardan meydana geldiği, hatta konjonktüre göre manevra yapmayı 'ilkeleştirdiği' görülecektir.

    Öyle ise, "Mustafa Kemal'in yolu"nu takip edenler, yeri ve zamanı geldiğinde -ki çoktan gelmiştir-, "Ülkemizin selameti için Mustafa Kemal'i aşmamız lazım" diyebilmelidirler.

     

    (s.51-55)

     

     

    • Like 1

  10. Hakan Albayrak tarafından kaleme alınan Kemalizm Terakkiye Mânidir kitabından aşağıya yapılan iktibaslar üyelerimizin istifadesine sunulmuştur.

     

     

    Bu kitap nereden çıktı?

     

    Bu kitap nereden çıktı? Yaklaşık dört yıl önce şöyle bir yazı yazmıştım:

     

    Dinozor namıyla maruf eski tüfek komünistlerden Mina Urgan ebediyete intikal etti. Toprağı bol olsun, sevenlerinin başları sağ olsun.

    Mina hanım için cenaze namazı kılınması bazı dava arkadaşlarını üzmüş. Dinsizliği seçen ve bunu çok önemseyen bir insanın dini usullerle uğurlanması doğru değildi onlara göre. Ben de o kanaatteyim. Fakat Flash TV'deki bir açık oturumda "Dinsizlere yönelik baskının bir tezahürüyle karşı karşıyayız. Türkiye'de dindarlara baskı yapıldığı doğru değil.  Tam tersine, dinsizlere baskı var" diyen zâta katılmıyorum. Bu zât, Demokratik Mars Cumhuriyeti 'nde yaşıyor galiba! Hadi geçmişten haberi yok diyelim... Tek parti diktatörlüğünü yaşamadı; "Allah " lafzını yazmanın yasak olduğu günleri görmedi diyelim... Peki şimdi, burada, burnunun dibinde yaşanan trajedilerden de mi haberi yok? Başörtüsü meselesi diye bir şey duymamış mı hiç? Yüzlerce insanın sırf "Selam Gazetesi abonesi" diye işkencelerden geçirildiğini duymamış mı? Bir insanın basireti bağlanmışsa, o insana geçmiş olsun. Ne desek boş. Unutmadan:

    Mina Urgan için cenaze namazı kılınması ne devletin, ne toplumun fikriydi. Kendi kızından böyle bir talep gelmeseydi, namaz kılınmazdı.

    "Türkiye'de hiç kimse cenaze namazı kılınmadan defnedilemez, buna izin vermezler" demekte ısrar edenler varsa,  onlara Mustafa Kemal Paşa'nın cenazesini hatırlatırım. Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa cenaze namazı kılınmadan defnedildi. Ve bundan ne devlet rahatsız oldu, ne toplum. (Bir Cenaze Namazı, Milli Gazete, 20.6.2000)

     

    Bu yazıyı yazdıktan hemen sonra seçimleri izlemek için Bosna'ya gittim. Ben oradayken burada bazı gazeteler aleyhimde yayın yapmışlar. "Küstah dinci yazar Ata'ya dil uzattı, Atataürk için cenaze namazı kılınmadığını iddia etti, halbuki kılındı; işte belgeler..." filan demişler. Derin devlet memuru bir yazar da konuya el atmış, beni bir güzel hedef göstermiş. Neyse. Oturdum, belgeleri inceledim ve kendi kendimi tekzip mahiyetinde bir yazı yazdım:

     

    5 Günlük Bosna-Hersek seyahatim boyunca Türkiye gündeminden tamamen uzak kaldım. "Bir Cenaze Namazı" başlıklı yazımla ilgili tepkiler bana çok geç ulaştı. Şimdiye kadar sağır sultan bile duymuştur, ama ben 'olay'ı bir kere daha hatırlatayım:

    Mina Urgan'la ilgili mezkûr yazının son bölümünde, "Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa cenaze namazı kılınmadan defnedildi" demiştim... Birçok gazete ve televizyon kanalı, bu 'bilgi'nin yanlış olduğunu belgelerle ortaya koydu. Akit yazarı Asım Yenihaber, 24 Haziran 2000 tarihli makalesinde, Ali Osman Eğilmez'in "Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş" adlı eserinden şu satırları nakletti:

     

    "10 Kasım günü 15 senelik cumhuriyet yönetiminin hiç karşılaşmak istemediği bir mesele zorunlu olarak gündeme geldi... Kaçınılmaz son, kaçınılmaz şekilde bir dini hatırlatma ile sonuçlanabilirdi. 'Yenilmez kumandan', 'ebedi' Atatürk de bütün bu sıfatlarına rağmen ölmüştü. O'nun da sonlu olduğu anlaşılmıştı. Kendisi ebedi olmadığı gibi, kurduğu sistem de ebedi olmayabilirdi. Din dışı (laik) bir sistem kurmuş olmasına rağmen, ölüsü din dışı bir alanda nasıl tutulacaktı? Bu sebeple Atatürk'ün cenazesi, itirafı mümkün olmayan bir sıkıntı doğurdu. O güne kadar dışlanan, itilen bir sistemin kabul ve avdeti söz konusu olabilirdi. Hele cenazenin İstanbul'da selatin camilerden birinin önüne gelmesi ve burada cenaze namazı kılınması, dini bir galeyanın ortaya çıkışına yol açabilirdi. Yöneticiler, böyle bir sonucun din karşıtlığı esasına göre kurulmuş sistemi etkileyeceği sıkıntısına kapıldılar." (TC Tarihine Giriş, 211vd.)

     

    Asım Yenihaber'in yazısının finali şöyle:

    "O zamanki hükümet erkânına kalsa idi, başta Başbakan Celal Bayar olmak üzere Atatürk'ün cesedinin gusledilmesine ve cenaze namazının kılınmasına gerek yoktu. Laik tören yeterdi. Şimdi Emin 'i bülbül gibi konuşturan, zamanın 1. Ordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa'dır. Cenaze merasiminin sorumluluğu üzerine verilen bu Paşa, ancak istifa tehdidi ile cenaze namazının kılınmasını sağlayabildi. Namazın büyük bir camide, halkın katılımı ile değil, sarayın avlusunda kılınmasına ve halkın katılmamasına karar verildi. (...) Hakan'ın haklı olduğu taraf şu olabilir: Atatürk cenaze namazı kapalı devre kılınan ilk 'Türk büyüğü 'dür! Normali, cenazenin Sultanahmet veya Süleymaniye Camii önüne getirilmesi ve halkın katılması idi."

     

    Asım Yenihaber'e desteğinden ötürü teşekkür ederim. Allah (c.c.) razı olsun. Yine de, bu 'hafifletici sebepler'e sığınarak okurlarıma ve bütün kardeşlerime olan özür borcumu yerine getirmekten imtina edecek değilim. Bir meseleyi doğru dürüst araştırmadan kulaktan dolma bilgilerle yazdım ve faka bastım. Okurlarımı yanılttığım ve kötülerin eline koz verdiğim için özür dilerim. Hakkınızı helâl edin. (Faka Bastım, Milli Gazete, 28.6.2000)

     

    Benim için mesele kapanmıştı. Ne var ki, birkaç hafta sonra Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'ne çağrıldım. Basın Savcısı, Adalet Bakanlığı'nın emriyle hakkımda soruşturma açacaklarını, "Mustafa Kemal Paşa cenaze namazı kılınmadan defnedildi" dediğim için "Atatürk'ün manevi şahsına neşren hakaret'ten yargılanabileceğimi söyledi.

     

    Gerçekten de, "Atatürk'e karşı işlenen suçlar'la ilgili 5816 sayılı kanuna muhalefetten dava açtılar. Hem bana, hem Milli Gazete'nin o günlerdeki yazıişleri müdürü Mehmet Terzi'ye. İlk duruşmada şöyle bir konuşma yaptım:

     

    "Ben, Mustafa Kemal Paşa için cenaze namazı kılınmadığı iddiasında değilim. Bir yazımda böyle bir ifade yer almışsa da, o ifadeyi, hakkımda hiçbir soruşturma açılmadan, ikinci bir yazıyla düzelttim. Buna rağmen hakkımda dava açıldı. Aslında, cenaze namazı kılınmadığı iddiasında ısrar etseydim bile dava açılmamalıydı. Laik devlet, 'Cenaze namazının kılınması esastır. Kılınmaması yanlıştır, kötüdür, ayıptır' diyemez; ama diyor işte. Hakkımda açılan dava böyle bir anlama geliyor. Bu bir yana; cenaze namazının kılınıp kılınmaması ölünün tasarrufunda değildir ki 'cenaze namazı kılınmadı' demek ölüye hakaret olsun..."

     

    Yanlış hatırlamıyorsam üç duruşma yapıldı. Üçüncü duruşmada savcı, suç unsurunun oluşmadığını belirtti ve "toplumu ve bireyleri istediğimiz gibi biçimlendiririz tarzındaki 'toplumu kontrol felsefesinin' taraftarlığını kabul edersek, açmazlarla boğuşacağımız önceden bilinmelidir" diyerek beraatimizi istedi. Hakimin cevabı: 15 ay hapis!

    Yaklaşık üç yıldır temyizde olan dava bir-iki ay önce sonuçlandı; Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Mehmet Terzi'ye verilen hapis cezasının para cezasına çevrilmesini isterken, bana verilen hapis cezasını onadı. Önümüzdeki günlerde Medrese-i Yusufiye'de eğitime başlayacağım inşallah.

    ***

    5816 sayılı kanun, Mustafa Kemal'le ilgili 'menfi gibi duran' her türlü ifadenin suç sayılabilmesine yarıyor. Bu sayede Kemalizm aleyhtarları en ufak bir 'açık' verdiklerinde derdest edilebiliyorlar.

    Ortada hakaret filan yok, ama "Atatürkçü" veya "Kemalist" olmadığımı, hiçbir zaman olmayacağımı, takiye icabı bile olmayacağımı, buna ant içtiğimi, dolayısıyla Kemalist sistemin hışmına uğramayı baştan göze aldığımı ve hakkımda verilen mahkumiyet kararını kesinlikle yadırgamadığımı söylemeliyim.

    'Atatürkçü olmamanın bedelini ödeyeceksin' diyorlar anladığım kadarıyla. Ben de 'olur' diyorum, 'bedeli neyse öderim.' Fakat ödemeye geçmeden evvel, Kemalizm ve Kemalistlerle ilgili meramımı bir kere daha anlatmam lazım.

    ***

    Medrese-i Yusufiye'ye kaydımın arefesinde giderayak hazırladığım bu kitap(çık), geçen yıl ve bu yıl Gerçek Hayat dergisinde neşredilmiş olan birkaç yazımla Yeni Harman dergisine verdiğim bir beyanattan oluşuyor (Üzerlerinde biraz oynadım). Altını çizerek belirtmek isterim ki, konu, Mustafa Kemal'in şahsı değil, mevcut Kemalist zihniyet.

    Hayra vesile olmayı diliyorum...

    Gayret bizden, tevfik Allah'tan.

    (Hakan Albayrak - Kemaliz Terakkiye Mânidir - Vadi Yayınları, s.9-16)

    • Like 2

  11. Hakan Albayrak – Kemalizm Terakkiye Mânidir

     

    Hakan Albayrak, kaleme aldığı bu kitabında, mekân planında kurtarıldıktan sonra Anadolu’nun  mânâ ve maneviyat cephelerinin çorak bırakılmasında  Kemalizm’in tesirlerini tahlil ediyor. Bu kitabının yayımı üzerine hapse giren Albayrak, Atatürk’e karşı işlenen suçlarla ilgili 5816 sayılı kanun üzerinden de bir insanın nasıl putlaştırıldığının sorgulamasını yapıyor. Kitap, sadece ismiyle bile bir hakikatin sözcülüğünü yapıyor. Her ne kadar çok küçük bir hacme sahip olsa da (63 sahifecik) vermek istediği mesajlar ve yaptığı tahliller ile ülkemizin urlaşmış bir yarasına neşter vuran bir kitap. Bu hususiyetine binaen, kallavi kalınlığına rağmen laf-ugüzaflardan mürekkep kitaplar yerine rahatlıkla tavsiye edilebilecek bir kitap.   

    • Like 2

  12. Selamlar,

     

    Erzurum/Toprakkale Köyü'nde bulunan, gençlerin dondurucu kış günlerinde bir araya gelerek yürekleri ısıtan bir sohbet meclisi kurduğu, kitap okuduğu, bir nevi köy ortamında gençlerin buluşma mekanı olan Köy Odasına sitemiz tarafından 17 adet Üstad kitabı  ve odanın duvarlarına asılarak odaya girenleri Üstad şiirleriyle karşılayacak olan resimli şiirlerden yaptırılan 4 adet  tablo hediye edilmiştir. Erzurum Toprakkale Köyü Delikanlı odası müdavimlerinin ve odaya uğrayan herkesin bu hediyelerden istifade etmesini temenni eder, kitapları ve tablolaro odaya ulaştıran yönetici arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. Üstad'ın kitaplarını dağıtım projemizin gönüldaşlarımızın desteği ile daha fazla kişiye ulaşması dileğiyle.

     

    Gönderilen kitaplar: 15 adet Tiyatro eseri, Çİle ve Peygamber Halkası

     

    Üzerlerine tıklayarak fotoğrafları büyütebilirsiniz:

     

    dsc00051i.th.jpg    dsc00052h.th.jpg    dsc00061bj.th.jpg

     

     

    dsc00053wu.th.jpg    dsc00054mv.th.jpg    dsc00055h0.th.jpg

     

     

    dsc00058n.th.jpg


  13. Divane dervişler deli aşıklar!

     

    Zeki Bulduk: 'Onu hatırladıkça, birgün ben de yalan dünyaya doymuştum onun sofrasında; keşke unutmasaydım!'

     

    Tok karnına iken aç doyuran yazılamaz

     

    Tok karınla yazılamayacak adamlar vardır. Hele ki yazmaya niyet edilen kişinin adı Hilmi Oflaz Söztut ise; işkembe boş, kalp virde râm, beyin davaya kilitlenmiş nefer olmak gerektir. Hilmi Oflaz’ı yazarken aç olmak evladır: derde, davaya, hüzne, muhabbete, ikrama aç olan bir bünye Hilmi Oflaz’ı ancak tavsif edebilir. Şu an karnım tok, başım dertsiz, kalbim aşkın nefesinden uzakta; biliyorum, onu yazarken delilim sakat… Lakin, sofrasından pay almış bir âdem olarak hakkını tevdi etmek namına yazmaktır niyetim; borcumu ödeyemeyeceğimi bile bile…

     

    Kimdi o?

     

    Köşkten gecekonduya geçerken dahi yüreğindeki ateşin harı sönmeyen, dünyanın gamına boyun eğmeyen bir kanaatkâr. Biliyorum ki köşkümü kaybetseydim dizimi döve döve ağlayacak kadar kölesiyim şu yalan dünyanın…

     

    Seyyar satıcılar tezgâhlarını büyütüp dükkan, dükkanlarını büyütüp mağaza, mağazalarından da holdinglere terfi ederlerken; çorap tezgâhında Büyük Doğu dergilerini satan… Günü gelince de tezgahını satıp savıp Topbaşı Cezaevi önünde maşukunu bekleyen bir aşık.

     

    Eşini, evini, çocuklarını Allaha emanet edip; fikir, zikir, hayat rehberi olan Büyük Doğu mimarının peşi sıra Anadolu’yu divane bir derviş gibi gezen…

     

    Yanına pasaportunu, kimliğini dahi almadan, hiçbir zaman devlet-i âli’nin sınırlarını daraltmamış bir zihinle yoluna devam edip Hacca gidip-gelen, kimsenin hesap soramadığı bir yolcu.

     

    Okumaktan yemeye ve yazmaya fırsat bulamamış, ayete nefesi tükenene kadar inanmış bir okuyucu.

     

    Dağıtmaktan toplamaya; vermekten almaya; ar kapatmaktan ar açmaya tenezzül etmemiş bir ermiş.

     

    Elindeki ikiyse birini, birse tamamını  veren Ensar’ın sonuncularından.

     

    Makamı mansıbı, şanı  ünvanı insanlara pay edip simitle çayın padişah olduğu sofrada susam olup dillerde tad olan.

     

    Yukarıda zikrettiklerim ona dair bilinenler. Dostları, ahbapları, yarenleri tarafından her dem dile getirildiğinde gözlere iki yumru gibi yaslanan gözyaşı damlaları; yüreğe bir güneş gibi doğan gülümseme, insanın fikrine Sakarya gibi şahlanıp dalan bir süvaridir o anılar, o anlar.

     

    Bana kalan:

     

    İlesam’da iftar vakti soframıza getirilen sımsıcak çorbadır Hilmi Oflaz. Gurbettesin, talebesin, hayata pamuk ipliğiyle bağlı olacak kadar güvenden azadesin. Ve dünyada Hilmi oflaz denli, poyraz fıtrat bir âdemi tanıyorsun; dert, yalnızlık, gariplik ne gam!

     

    Simitle orucunu açan fakülteli çocukların tuzu-biberi, sigarası-çorbası ve en çok da Hoca Ahmed Yesevi’nin son dervişinin masamıza bıraktığı çiği yere damlamamış karanfil gülüşüdür.

     

    Bir deli bir derviş gibi gelirdi. Dilini yalnız divane âşıkların çözebileceği bir lehçede konuşurdu. Hikmet onun kardeşi, sükût rehberiydi. Her bildiğini söyleyenden sakınmayı Ataullah İskenderî’den mi yoksa İbn-i Arabî’den mi öğrenmişti bilmiyorum ama kelam namına üstad’ı, metafizik babası ne kadar umman ise; o bir duru pınardı.

     

    Masaya üç şey bırakırdı: kitap, çorba ve sigara. Cebimize para, gönlümüze bahtiyarlık, zihnimize ise ferahlık saçar; çölden gelmiş bir nebi gibi donatırdı dört bir yanımızı, etrafımız ışığa, aydınlığa, berekete keserdi; burslarımız çıkmamış, memleketten para gelmemiş, otobüse binecek paramız ya var ya yok… Olmazsa olmasın! Hilmi Abimiz vardı ya! İsterse dünyanın en şedit orduları çıksındı karşımıza. O, bir işmarıyla toplardı tüm erenlerini Hacı Bayram-ı Veli’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin yarenlerini, Mevlana’nın muhiplerini etrafımıza. Başlardı bir şehrayin. .. Tüm şedid ordularıyla fakirlik, kasvet, dert, acı, yalnızlık, umutsuzluk def olup giderlerdi çıktıkları ifrit çarşılarına. O, askerlere su dağıtan bir saka gibi dolaşırdı masaların arasında. Biz, onun dağıttıklarını izlerken doyardık. Kana kana içmesek de; suya dokunmuş bir balık gibi nefes alırdık.

     

    Destur almış bir derviş  neylesin dünya malını

     

    Destursuz bağa girenleri taşla, değnekle kovalamaz; bir sözüyle dünyayı başlarına yıkar; Kalenderi bir derviş gibi ayıp açanların, sözüne ayar veremeyenlerin yüzüne bir ayna tutardı. Utanan utanır, susan susar, susmayan ise kendi sözlerinin hoyrat parmaklarıyla boğulurdu. O hüzünlü bir bakış olurdu bu gibi hallerde. Zira, helâk olmuş bir kavmi seyreder gibi esefle bakardı başkalarının kuyusunu kazarken kazdığı kuyuya düşenlere…

     

    Yanımızdayken efsaneydi. Necip Fazıl, köşkte bir başına yaşayan Hilmi Abi, kimsenin eylem yapmadığı bir vakitte Adnan Menderes’i kurtarmak için denize atlayan adam… dedim ya efsaneydi. Siz şehir efsanesi diyedurun; onun sofrasından ikrama ermiş bulunanlar ise susarlar. Zira, Hilmi Oflaz Allahın en güzel kullarındandı. Onu Allah etmişti azat! Ne makam, ne para, ne hayatın güzellikleri köle kılamamıştı kendine.  Bir poyraz gibi eserken tarlalara ziyan vermemiş, adeta başakların başını okşamış, yüzlerce insanı cesur olmaya teşvik etmiş, vermenin almaktan güzel olduğuna inandırmış, yalan dünyanın tamah edilecek yanı olmadığının bilfiil ispatı olmuştur.

     

    Onu gören deli zannederdi. Öyle ya onca kelli ferli adamın dostu olup da dünya nimetlerine meyletmemiş, ilim ve muhabbet halkalarının adeta tutkalı olmuş bir adam… Elbette delidir su akarken testiyi dolduranların dünyasında elinde avucunda, yüreğinde beyninde olanı bir harman gibi savuran adam.

     

    Pınarın gözüne aşık olan ne etsin testi testi suyu?

     

    Hilmi Oflaz, testiyi vurup kırmış bir âdemdi. Testinin alabileceğinden fazlasına talipti. Suya, suyun kaynağına baş koymuş bir adam ne yapsın testi testi suyu? O yüreği kanar mı ummana aşık olmuşken?!

     

    Sanki orada bir yerde, İlesam’ın tam da kapısında duruyor… Etrafa bakıyor, Bafra’sından derin bir nefes çekip salıyor dumanını Çemberlitaş’tan Ayasofya’ya doğru. Muhtemelen aç bir insan var mı, diye bakınıyor. İlme aç, muhabbete aç, karnı aç, dostluğa aç, aşka aç… Yakasından tutmuyor; bulduğu açlara sarılıp, omuzlarına elini atıp, bin yıllık ahbabı gibi, incitmeden buyur edip, doyacağı sofraya götürüyor.

     

    Hilmi Oflaz, erenler bağının kapısındaki bekçi, dostlar meclisinin divanında saki, aşhanenin mutfağında pişirdiği yemekten bir lokma yemeyip sofraya gelenleri doyurmak için ömrünü, yüreğini insanlara sunmuş bir ah-çı idi. Ahın yerde kalmasın divane dervişim; ahın yerde kalmasın aklı kalbine yenilenlerin dünyasında Melami poyrazım!

     

    Zeki Bulduk, gönlünün açlığını hatırladı… 

     

    http://www.dunyabizi...ail.php?id=5038


  14. Yapılacak olan çalışmanın sayfa tasarımı açısından belirlenen özellikleri şu şekildedir: Kitapçık A5 boyutunda olacaktır. Sayfaların alt kısmında 2-3 cm'lik bir boşluk olacak ve o kısma ya Üstad'ın vecizeleri, yahut kısım kısım, cümle cümle hayatı yazılacaktır. Photoshop'ta örnek olması açısından yaptığımız bir sayfa krokisi şu şekildedir: http://img200.imageshack.us/i/13672143.jpg/

     

    Kullanılacak olan yazıların muhtevasına göre de sayfalara photoshop'ta tasarlanmış resimler eklenecek. Baskı kalitesi için kullanılacak olan resimlerin yüksek çözünürlüklü ve CMYK modunda olması da önemlidir. Yardım etmek isteyen üyelerimizle özel mesaj ile irtibat kurularak kitapçıkta kullanılacak olan yazılar kısım kısım gönderilecek ve çalışmaya başlanacaktır.

     

     


  15. Öncelikle ilginiz için teşekkür ederiz kardeşim. Baskısı yapılacak olan bu materyal için dergi, kitapçık, fasikül gibi kelimeleri kullanabiliriz. Ama standart bir kitap gibi sadece yazılardan oluşmayacak, Üsta'ın resimleri olsun, yazılara uygun olarak tasarlanmış grafikler olsun bu materyalde yer alacak. Yani bir nevi dergi tasarımında, ama Üstad'ın ruhunu yansıtabilecek, her kesimin ilginisi çekebilecek tasarımda bir dergi. Bu tür materyallerin tasarımı tamamlanıp da baskıya hazır hale gelince bir e-dergi formatında bilgisayarda okunabilecek hâle de geliyorlar. Yani sizin dediğiniz gibi e-dergi sitelerinden indirilen tarzda bir e-dergimiz de olacak. Genellikle e-dergilerin tasarımında da yukarıda adı geçen programlar kullanılıyor. Biz elde edilen e-dergiyi bastıracağımız için derginin baskı kurallarına uygun şekilde hazırlanması gerekiyor.


  16. Sayın üyelerimiz,

     

    Üstad’ın daha fazla tanınması ve anlaşılması gayesiyle, Üstad’ı anma programlarında ve diğer dini, kültürel etkinliklerde ücretsiz olarak dağıtılacak 65-70 sayfa arası bir fasikül bastırmaya karar vermiş bulunmaktayız. Üstad’a dair hemen hemen her şeyin yer alacağı bu fasikül ile Üstad’a olan ilginin artması ve ona bağlı olarak da sitemizden istifade edecek kişilerin çoğalması da sağlanacaktır. Muhtevası belirlenmiş olan fasikülün tasarım aşamasına gelmiş durumdayız. Fasikülün mizanpajı için grafik işinden anlayan üyelerimizden yardım almak istiyoruz. Özellikle bu iş için kullanılan Adobe Indesign, QuarkXpress, Photoshop vb. gibi programları etkin şekilde kullanarak tasarım yapabilecek arkadaşlarımızın yardımına talibiz. Ayriyeten matbaa-baskı-ofset sahasındaki ayrıntıları da bilen ve bu hususta da yardımcı olmak isteyen üyelerimiz bizlerle irtibat kurabilirler. Sitemizin Üstad için giriştiği bu projeyi muvaffakiyete erdirmek umuduyla. 

    • Like 3

  17. Bir de, Üstadımız'ın "Ben Mustafa Kemal'e değil, Atatürk'e karşıyım!" sözünden ne anlamalıyız?

     

    Mustafa Kemal Atatürk, gençlik yıllarından beri batılı düşüncelere sahiptir,Osmanlı Devleti gibi padişahlık ve hilafet yerine batılı devletlerin tarzında yönetilen bir devletin, batılı hayat tarzına göre yaşayan milletin ve buna bağlı olarak da bir "devrim"in hayalini kurmaktadır. Gayelerinden biri de 2.Abdülhamid Han'ı devirerek milleti "istibdattan" kurtarmak olan Vatan ve Hürriyet cemiyetini Suriye'de görevli iken kuran Paşa, arkadaşlarıyla yaptığı toplantılarda da sık sık devrimden ve devrim sonrası inkılaplardan söz açmaktadır. Bu inkılaplar arasında harf devriminden kadınların tesettürden" kurtarılması"na, kadının da cemiyette erkekle birlikte yan yana yer almasından, halifeliğin,saltanatın kaldırılmasına kadar bir çok şey vardır. Tarihin gidişatı Mustafa Kemal'in eline bu devrimleri yapma fırsatını vermeden önce atlatılması gereken bir kurtuluş savaşı vardır. Savaş esnasında ve savaş bittikten sonra Müslüman halkın güvenini kazanmak, onların desteğini almak için Mustafa Kemal asıl gayelerini ve fikirlerini savaş sırasında ortaya dökmez, Müslüman milletin damarına göre şerbet verir. İslam'ı, İslam'ın biricik halifesini ve padişahı kurtaracağının propagandası yapılır. Paşa'nın her konuşmasına besmele, ayet, hadis ile başlaması, padişaha övgüler yağdırması, İslam dünyası ile yakın ilişkiler kurarak onlardan da destek alınması, sarıklı, cübbeli hocalar ile birlikte ellerin duaya kalkması (ve bütün bunların gazete vasıtasıyla Anadolu'da duyurulması) tam olarak şu portreyi çizmektedir: Mustafa Kemal, ata yadigârıbin yıllık Müslüman topraklarını çiğneyen kâfirleri vatandan atacak, milleti düşman tasallutundan kurtaracak ve İslam'ın bu topraklarda yeniden en iyi şekilde yaşanmasını sağlayacak.

     

    Savaş bittikten sonra meclisteki muhaliflerini yok edip ipleri eline alan Paşa, her şartı elinde bulunduran bir konuma geçince kafasında planladığı inkılâpları hayata geçirmeye başlar. Malumumuz ki, bu inkılâplar, her yönden İslam ruhuna ve kaidelerine aykırı, Müslüman bir devletin ve milletin kültürünü,medeniyetini, tarihini yok etme amacı güden bir mahiyettedir. Artık o, Mustafa Kemal değildir, soy isim kanunuyla kendisine verilen isimle ondan bahsedilir: Atatürk. Yani ortada iki farklı kişilik vardır. Birisi Müslüman, padişahı vehalifesi için canını vermeye hazır, İslam için her fedakârlığı yapacak ve tek gayesi İslam'ın şanlı bayrağını yeniden dalgalandırmak isteyen biri; diğer ise bunun tam aksine İslam'a ehemmiyet vermeyen, İslam'ı yobazlık, gericilik,çağdışılık olarak telakki eden, batılı bir zihniyet ve hayat tarzını yerleştirmek isteyen ve bütün inkılâplarını da buna göre yapan, İslam kaidelerinin uygulanmasına bile yasak koyan (Ezanın Türkçeleştirilmesi, Kuran kurslarını yasaklanması, zorla şapka giydirilip giymeyenlerin asılması vs.) bir karakter. Arada dağlar kadar fark var. O, Mustafa Kemal ismiyle biliniyorken İslamî, Atatürk ismine inkılap edince de gayri-İslamî bir mahiyete sahiptir. Üstad'ın "Ben Mustafa Kemal'e değil, Atatürk'e karşıyım" sözünden ne anlamamız gerektiğine gelince, bunu şöyle yorumluyorum. Üstad Mustafa Kemal'e karşı değildir, çünkü yukarıda değindiğimiz gibi Mustafa Kemal evresinde o İslam'a saygılıdır, gayesi -lafta- İslam çerçevesindedir, Üstad Atatürk'e karşıdır, çünkü bu evrede artık o İslam'ı, peygamber efendimizi, İslam'a ait her şeyi aşağılayan,İslam'ı bu topraklardan kazımak isteyen icraatler içindedir. Taha Akyol'un dediği gibi, Atatürk'ün savaş döneminde izlediği yol bir taktikten ibarettir, stratejik bir yaklaşımdır. (Tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/1628-en-son-okudugunuz-kitaplar/page__view__findpost__p__63331 )  Onun ruh kumaşının hakiki yönü savaştan sonra rahatça sergilenmeye başlamıştır ve Atatürk'ün asıl karakteri budur. Üstad da elbette Atatürk'ün bu strateji çerçevesinde farklı iki kişilik sergilendiğinin farkındadır. Üstad'ın Mustafa Kemal'e karşı değilim demesi, bir şahsa karşı olmamaktan öte, o şahsın taktik icabı da olsa sergilediği manaya, göstermelikde olsa İslam'a verilen kıymete, yalan da olsa diline doladığı duaya, hadis-i şeriflere, Kuran-ı Kerim'e verilen değere bir atıftır. Bu konuda acizane böyle düşünüyorum. Diğer sorularınıza da vakit bulduğum başka bir zamanda cevap yazacağım. 

    • Like 1

  18. Zamanımızda yaşanan olayları, darbe planlarını, andıçları, fişlemeleri görünce Necip Fazıl'ı daha çok okumak ve anlamaya çalışmak hepimiz için en önemli bir görev olsa gerek…

     

    Ülkemizin yetiştirdiği ender zekalardan ve eşine az rastlanır kabiliyetlerden biri olan Necip Fazıl, sadece şiirde değil birçok alanda eserler vermiş ve hemen her konuda verdiği bilgilerle yaşadığı dönemin adeta fotografını çekmiştir. Bu bakımdan Necip Fazıl'ın yazıları ve kitapları dönemin siyasi havasını anlamamız açısından da bizlere önemli ipuçları verir. Üstad'ın CHP ile ilgili görüş ve düşünceleri az çok herkesin malumudur fakat DP ile ilgili görüş ve düşünceleri çok fazla bilinmez ya da bu bilgiler genelde dededen kalma kahvehane bilgileridir. Bu cümleden olarak Üstad, DP İktidarını nasıl değerlendirdi? Eleştirdi mi? Menderes'le herhangi bir görüşmesi oldu mu? Darbeyle ilgili görüşleri nelerdi gibi açıklanması çok uzun sorulara siz değerli Haber Kültür okuyucuları için çok kısa ve özet bir dosya hazırladık. Umarız faydalı olur...

     

     

    Necip Fazıl, Menderes'le iki kez görüşmüş ve bu iki görüşmeden hayli umutlu ve mutlu ayrılmıştır. Özellikle birinci görüşmesinde "Milletin beklediği kahramanın" Menderes olduğuna kanaat getirmiş ve Adnan Menderes'i "ender zeka ve ruhlardan biri" olarak tarif etmiştir. 1952'de Menderes'e üç kez mektup yazmış ve bu mektupların hepsinde de Menderes'e ve DP'ye övgüler dizmiş, milletin kurtuluşunun bu partide olduğunu savunmuştur.

     

    Fakat zamanla iktidardaki DP'den beklediği ve istediği performansı göremeyen Necip Fazıl, DP İktidarını eleştirmeye başlamış hatta kimi zaman DP ile CHP arasında bir fark olmadığını ifade etmekten bile geri durmamıştır. O'na göre DP, "sadece müshil rolünü oynamış asla gıda rolünü alamamaştır." DP'nin iktidara gelişini "milletin şahlanışı" olarak değerlendiren Necip Fazıl, DP'nin milletin altın tepsiyle sunduğu fırsatları iyi değerlendiremediğini, partinin Bayar'ın etkisinden kurtulamadığını, Menderesin Bayar'a karşı politikalar geliştiremediğini bu yönüyle DP'nin CHP'den bir farkının olmadığını savunmuş, bu olumsuzlukların yanısıra "teze karşı antitez"le cevap verilemediğinden parti asıl yapması gerekenleri yapamamıştı. 10 yıllık DP iktidarını üç ana başlıkta ele alan N.Fazıl, 1950-54 arasını "Hedefsiz gayret devresi", 1954-57 yılları arasını " Boşuna zahmet devresi", 1957 ve sonrasını ise " Boyuna gaflet devresi" olarak değerlendirmiş ve eleştirmişti. 

     

    DP İktidarının köklü değişiklikler yapmak yerine milletin gözünü boyayacak birkaç icraatla yetinmesini hoş karşılamamıştı. Darbenin ayak seslerini adeta duyan N.Fazıl, Menderes ve arkadaşlarını sayısız defa uyarmış hatta 1958 yılında Büyük Doğu Dergisi'nde "Ya Ol, Ya da Öl!" başlıklı bir yazı kaleme alarak, Başvekil Menderes'e açık çağrıda bulunmuş, "öldürmesini" ya da "öldürülmeyi beklemesi gerektiğini" söyleyerek (benzetme yapıyor) tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Darbeden sonra da haklı çıkmanın pişmanlığını yaşamıştır. O'na göre darbenin asıl sorumlusu CHP ve ona fırsat veren DP'dir. Darbe, ordu ile milletin arasını açmış ve Türkiye'yi yıllarca geriye savurmuştur.

     

    Zamanımızda yaşanan olayları, darbe planlarını, andıçları, fişlemeleri görünce Necip Fazıl'ı daha çok okumak ve anlamaya çalışmak hepimiz için en önemli bir görev olsa gerek. Hastalıklarımızın reçetesi hala o kitapların sayfalarında gizli… 

     

    Sabah akşam şifa niyetine...

     

    Ercan Yılmaz

     

    HaberKültür.Net

     

    http://www.haberkultur.net/haberoku-2037-Necip_Fazili_yeniden_okumak.html

     

     

     

     


  19. Üstad'ın eşinin başörtüsü takmamasıyla iligili bir açıklamasına hiç bir kitapta rastlamadım kendi adıma. Bir öğrencinin konferansta bununla ilgili bir soru sorması meselesi tam olarak nasıl anlatıyor.? İlgili yazıyı buraya ekler misiniz. 

     

    Ek olarak, daha önceden mevzu ile alakalı açılan bir başlık için tıklayınız:

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/9428-neslihan-validemiz

     

     


  20. Evvela, İsviçre'nin Lozan kenti Türkiye için olumsuz bir mekândır. Ankara, konferansının İzmir'de toplanmasını istemiş, ama kabul ettirememişti Müttefiklere göre, İzmir Avrupa başkentlerine uzaktı; delegelerle hükümetler arasında haberleşme sorunları yaşanabilirdi. Hâlbuki Ankara da aynı gerekçelerle konferansın İzmir'de toplanmasını istemişti.

     

    Lozan'ın seçilmesindeki diğer bir gerekçe; tarihsel olarak İsviçre'nin "tarafsız ülke" olması, yeteri kadar otel, konferans salonu ve telgraf imkânlarının bulunmasıdır. Birçok uluslararası konferans burada yapılmıştı.

     

    Ancak Lozan Türkiye için son derece zor bir mekândır! Türk heyetinin İstanbul-Lozan yolculuğu trenle 4 gün alıyordu! Hâlbuki karşımıza oturacak İngiliz, Fransız ve İtalyan heyetleri için bu süre 1 gündü!

     

    Lozan'la Ankara arasındaki mesafenin uzak oluşu, sadece yolculuğun uzun olması sonucunu doğurmuyor, aynı zamanda Türk heyetinin Ankara'yla haberleşmesinde de güçlüklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Fransız, İtalyan ve İngiliz heyetlerinin yolladıkları bir telgraf ya doğrudan ya da en fazla bir ülkeden geçerek başkentlerine ulaşıyor. Türk heyetinin yolladığı telgraflar ise, çok uzun bir mesafe kat ediyor. Lozan'dan Ankara'ya iki tane telgraf hattı var Biri Fransızların işlettiği Romanya üzerinden geçen "Köstence Hattı"dır. Diğeri, Akdeniz üzerinden Ankara'ya ulaşan, İngilizler'in işlettiği "Doğu (Eastern) Hattı"dır. Türkler, Doğu Hattı'nı kullanıyor, ama bazı telgrafların Ankara'ya ulaşmaması ve bazı telgrafların içeriğinin anlaşılamaması gibi teknik sorunlar çıkıyordu. Doğu Hattı'nın kullanılmasındaki bu sorunlar nedeniyle Başbakan Rauf Bey 27 Aralık 1922'de ismet Paşa'dan "Köstence Hattı"nın kullanılmasını istedi. Fakat "Köstence Hattı" da diğeri kadar sorunluydu. Üstelik hem telgraflar diğerine göre 10 saat daha geç geliyor hem de hattı işleten Fransızlar kelime başına İngilizler'e göre daha fazla para istiyordu. Bu yüzden, Ocak 1923 başından itibaren tekrar Doğu Hattı'na dönüldü.

     

    Başdelege İsmet Paşa ile Başvekil Rauf Bey arasındaki telgraflaşmalarda bu teknik aksamaların belki de "teknik sabotajların işaretleri görülüyor: Bazen telgraflar gecikiyor, bazı telgraflarda satırlar boş çıkıyor, rakamlar okunamıyor, İsmet Paşa veya Rauf Bey diğerinden telgrafın tekrar çekilmesini, çok kritik durumlarda "mümkünse kurye ile gönderilmesini" istiyorlar.

     

    Acele durumlarda İsmet Paşa, Rauf Bey'in cevabının gecikmesinden tedirgin oluyor, hatta zamanla Rauf Bey'den kuşkulanıyor! Rauf Orbay anılarında, Lozan Konferansı'nı "gece ve gündüz, dakikası dakikasına" takip ettiği için İsmet Paşa'nın herhangi bir telgrafına gecikerek cevap vermesinin imkânsız olduğunu anlatıyor.

     

    Ancak dünya ile şöyle dursun, memleket içinde şehirden şehre dahi telefon ve telsiz gibi süratle haberleşmeyi sağlayan tesislerin mevcut bulunmadığı günlerde, Avrupa ve bilhassa İsviçre yani Lozan ile tek muhabere hattımız Köstence yolu ile olan telgraf hattı idi. Bu yol da İngilizlerle Fransızların elindeydi.

     

    Bu yoldan yaptığımız haberleşmeleri ellerine geçiren İngilizler'in, şifreleri de çözerek günü gününe sabah kahvaltı sofralarında okuduklarını, bizzat o zamanın İngiltere Dışişleri Bakanı Mister Churchill son yıllarda yayınladığı hatıralarında anlatmaktadır

     

    Şu halde Lozan'daki Delege Heyeti'nin Başkanı'nın bizden beklediği cevapların gecikme sebebi kendiliğinden meydana çıkmış oluyor. Başdelege ismet Paşa ile Başvekil Rauf Bey'in arasının açılmasında, Lozan'a ilişkin görüş farklarından başka, bu gecikmeler de rol oynamış, hatta ismet Paşa, Rauf'u Mustafa Kemal'e şikâyet etmiştir.

     

    Telgraf iletişimindeki sorunlar konferans boyunca devam etti. Bazen Ankara, bazen İsmet Paşa gönderilen telgrafın ulaşmasını günlerce beklediler. Bazen teknik sorunlar yüzünden telgrafların şifreleri çözülemedi, "tekrar gönder" diye yazışmalar yapıldı. Bu sırada İngilizler "üç gün içinde cevabınizı bekliyoruz" gibi tavırlarla Türk heyetini sıkıştırıyordu.

     

    Çünkü İngiliz istihbaratı, telgraf hatlarına girerek Lozan'la Ankara arasındaki haberleşmeyi öğreniyor, şifreleri çözüyor, Curzon'a ve Horace Rumbold'a bildiriyordu! Lozan'ın ikinci döneminde Curzon'un yerine İngiliz Başdelegesi olan Horace Rumbold. İngiliz istihbaratının sağladığı bu bilgilerin "paha biçilmez değerde olduğunu" belirtir. Rumbold'a göre, bu istihbari bilgiler sayesinde Lozan'daki İngiliz heyeti, "karşısındakinin elini okuyabilen bir briç oyuncusunun konumunu" kazanmıştı!

     

    Bazen son derece kritik oturumların öncesinde İngiliz heyetinin eline geçen bu bilgiler, Türkiye'nin tüm stratejisinin İngilizlerce önceden bilinmesi sonucunu doğuruyordu.

     

    Gizli yazışmalardaki bilgilerin İngilizler elinde olduğunu sezen Türk heyetinde bazen "içimizde casus mu var?" diye bir şüphe oluştuğu gibi, Rauf Bey'in, İsmet Paşa'dan telgraf hattını değiştirmesini istemesi de İngiliz istihbaratından şüphelendiği için olabilir.

     

    Nüfus mübadelesi ve Batı Trakya'dan kaçan Türklerin iskânı müzakere edilirken ismet Paşa 2 Aralık 1922 günlü telgrafında Başvekil Rauf Bey'e Türkiye'nin ne kadar göçmen kabul edebileceğini soruyor. Rauf Bey aynı gün "gayrimüslimlere ait haneler hesap edilmek suretiyle iki yüz bin nüfus muhacir kabul olunabilir" diye cevap veriyor. Bu bilgi, derhal İngiliz istihbaratı tarafından, Yunanlılara iletiliyor! İsmet Paşa hayretler içindedir, 20 Ocak 1923 tarihli telgrafında Rauf Beye soruyor:

     

    Türkiye'ye 200 bin hane göçmen kabul edilebileceği yolundaki bilgi Yunanlıların eline geçmiştir! Bu bilginin kaynağı Yunanlıların ulaşabileceği bir kaynak mıdır? Türkçe gazetelerde yayınlanmış mıdır? Acele bildiriniz!

     

    Rauf Bey cevap yazıyor:

     

    Yerleştirilecek göçmenler konusundaki bilgiler Sağlık Bakanlığı'ndan alınmıştır, Ankara'dan sızmasına ihtimal verilemez. Boş yerlerin bir bölümüne yerli göçmenler yerleştirildi. Halen göçmen yerleştirilebilecek 100 bin hane bile yoktur.

     

    (Taha Akyol - Ama Hangi Atatürk - s.356-358)  

     

     

    • Like 1

  21. Taha Akyol - Ama Hangi Atatürk

     

    Taha Akyol bu kitabında Atatürk'ün farklı dönemlerde uyguladığı farklı politikalar üzerine eğilerek bir kişilik analizi yapıyor. Ortaya çıkan netice şudur ki, Atatürk'ün izlediği birbirine zıt görünen politikaların hepsi tek bir gaye etrafında şekilleniyor. Türkiye'nin düşman işgalinden kurtulmasının ardından batılı bir zihniyete ve hayat tarzına sahip bir milletin yetiştirilmesini sağlamak.

     

    Amaca giden her yol mubahtır düsturunca, milli mücadele esnasında Bolşeviklerden para ve silah yardımı alabilmek için Sovyet Rusya'ya yönelik izlenen politikalar arasında, arada "samimi ve kardeşlik" dolu bir atmosfer oluşturmak için yüceler yücesi İslam dinimiz, bâtılların bâtılı olan Bolşevizm ile eş tutulur. "İslamiyet'in en yüce kaide ve kanunlarını içeren Bolşevizm'in, bizim dahi mevcudiyetimize kastetmiş olarak düşman aleyhinde bugün kazanmış bulunduğu zafer pek teşekküre değer bir neticedir"

     

    Bir taraftan Rusya ile sürdürülen "kardeşçe" münasebetlerle birlikte, İslam dünyasından da alınması planlanan destek için Mustafa Kemal, İslam âleminin biricik lideri olan halifenin düşman elinden kurtarılması için mücadele eden bir mücahit olarak lanse ediliyor. Kuzey Afrika ile birlikte Arap yarımadasındaki propagandalarda Mustafa Kemal İslam'ın kılıcı olarak ün salıyor, Selahaddin Eyyubi ile birlikte resmedilmiş fotoğrafları dağıtılıyor. Aynı şekilde Türkiye'de de Müslüman milletin desteğinin alınması için ayetlerle, dualarla, fetvalarla açılan meclis ve kongreler "Şimdi vazifemiz halkı; vatanı ve esir padişahı kurtarmaya inandırmaktan ibaret.."

     

    Kurtuluş savaşının kazanılması (?) ve Lozan'ın ertesinde ise hem dış siyaset, hem ülke içi politikada 180 derecelik bir dönüş yapılacaktır. Artık Rusya'ya yüz verilmeyecek, asıl önemlisi "hilafetin milletimize bir baş belası olduğu" söylenecektir. "Halife ve halifelik makamının hakikatte ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur"

     

    Hilafetin kaldırılmasıyla hızını alamayan sahte kahramanlar, "Osmanoğlulları zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi" iftirasını savunarak Osmanlı hanedanlığını kendi memleketlerinden kovacak kadar zıvanadan çıkarlardır.

     

    Meclisin açılma gününü bile hassaten cumaya denk getirerek mübarek bir günde açanlar, ileride İslam'a ve Müslüman millete en azami derecede zarar verecek olan meclisin kapısının önünde bile artık bir imama tahammül edemezler. Çünkü zafer elde edilmiş, ipler tamamen ele alınmış ve maskeler düşmeye başlamıştır.

     

    "Meclis'te müezzin beş vakit ezan okur, imam cemaata namaz kıldırırdı. Dikkate değer ki, Kurtuluş Savaşları zaferle karşılandıktan sonra, Atatürk Ankara'ya döndü. Meclis kapısı önünde resmi üniforması ile bekleyen imam efendi Atatürk'ü durdurdu, ellerini kaldırdı, dini duaya başlar başlamaz, Atatürk hiddetle: - Burada böyle şeylere lüzum yok.. biz savaşı dua ile değil, Mehmetçiğin kanıyla kazandık, dedi ve imamı kovdu."

     

    Taha Akyol'a göre Ataürk'ün izlediği bu yol, onun siyasi dehasının bir göstergesidir. Hakikat ölçüsüne vurulduğunda ise yapılan bu işlerin neyin göstergesi olduğu net olarak ortaya çıkmaktadır. Mâziyi ve "çok yönlü" olarak sunulan bir şahsı tetkik etmek ve perdeler ardında kalan vakıaları analiz etmek için okunması tavsiye edilebilecek kitaplardan.

     

    • Like 2

  22. Siz, Aktif Konular kısmında sadece Üstad ile ilgili açılan yeni konuların ve Üstad'la ilgili başlıklara yazılan yeni mesajların mı görüntülenmesini istiyorsunuz sayın sark kardeşim? Son mesajınızdan öyle anladım, ki eğer öyleyse bunun olabilirliği konusunda NFK-Fan adminimiz teknik bilgiyi verecektir, lakin şu anki sistemde siteye eklenen her yeni konu ve mesaj için ilgili modülde bildirim görmekteyiz ve şahsen bunun daha kullanışlı olduğunu düşünüyorum. Farklı talepleri olan arkadaşlarımız da varsa onlar da fikirlerini beyan edebilirler, kullanışa ve uygulanabilirliğe göre değişikliğe gidilebilir.

×
×
  • Create New...