Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Sağ düşünce kurulurken, onu her türlü sapmadan, bidatten, dalaletten koruyan ehl-i sünnet yolundan kıl fedaetmeden açık ve seçik bir şekilde dava yolunu ortaya koyan bir düşünce, inanç,aksiyon okulu olmuştur Büyük Doğu.

     

    Sayın Sezai Karakoç'un yazısı, Büyük Doğu fikriyatını çepeçevre kuşatan bir mahiyet ile kaleme alınmış. Bir hayli kısa olmasına rağmen Büyük Doğu'nun ehemmiyetini anlatabilecek çapta bir yazı. Bilhassa yukarıda alıntıladığım kısım Büyük Doğu'ya ve Üstad'a mercek tutarken muhakkak üzerinde durulması gereken bir nokta. Üstad'ın fikir, zihin, sanat, aksiyon tâcının pırlantası ehli sünnettir.

     

    Sezai Karakoç'un yukarıdaki yazıyı kaleme aldığı tarihten sonra, 4. baskısı 1978 yılında yapılmış olan İslam'ın Dirilişi kitabında maatteessüf buradaki fikirlerine mugayir satırlar görmek mümkün. Bu kitapta yer alan yazılar Diriliş Dergisi'nde kaleme alınan bazı yazıların derlenmesinden müteşekkildir ve 1966 yılında yayımlanmış olan bir Diriliş Dergisi sayısında bu mugayir fikirleri görmek mümkündür.

     

    Öncelikle, Sezai Karakoç'un 1966 yılındaki Diriliş Dergisi'nde yayımlanan ve sonradan İslam’ın Dirilişi adıyla kitaplaşan yazılarından iki yer iktibas edeceğim:

     

    “Ferid Vecdi, Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, ufak bir farkla M. İkbal ve Mehmed Akif, yıkılmakta olan yapıyı korumak için, bilhassa Batıya karşı klasik islam bilgileriyle donanmış olarak, daha çok ilmi bir muhtevaylave münazara üslubuyla bir düşünce direnişinde bulunurlar.”

     

    “Türkiye’de Necip Fazıl Kısakürek, Mısırda S. Kutup ve arkadaşları, Pakistan’da Mevdudi, Nedevi ve arkadaşları, Kuzey Afrika’da Malik bin Nebi vedaha bir çok yazar, düşünür ve şair bu çağın 2. İslam düşüncesi hareketini yürütmüşler ve İslam insanının kültür, siyaset ve ekonomide Batı köleliğinden kurtulması için bir düşünce cihadına yer yer, ülke ülke girişmişlerdir”

     

    Sezai Karakoç’un Abduh, Efgani gibi şeddeli sapıklar için “klasik islam bilgileriyle donanmış olarak” ifadesini kullanması bir hayli ilginç. Bu kişileri takip eden kesim onların klasik ve geleneksel diye tabir edilen âlimlerden olmadıklarını, yenilikçi, çağdaş sıfatları ile müsemma olduklarını bilmektedir. Yani Abduh, Efgani gibiler klasik İslam bilgileriyle donanmış değillerdir, aksine klasik İslam bilgilerine alternatif sunan kişilerdir onlar. Bu durumda Sezai Karakoç’un onları neden klasik İslam bilgileriyle mücehhez olanların sınıfına dâhil ettiğini anlamak için meseleyi daha fazla irdelemek lazım. Bulacağımız cevap her ne olursa olsun, Karakoç’un yukarıdaki yazısının ilgili yeri ile bu kitaptaki fikirleri arasında temelden ayrılan bir zıtlık olduğudur.

     

    Ek olarak şunu da söylemek istiyorum ki, Karakoç'un 30 Eylül 1966 tarihinde çıkardığı Diriliş Dergisi'nde Seyyid Kutub'dan, Muhammed Abduh'tan yazılar bulunmaktadır. Ki zaten yapmış olduğum iktibasta da Karakoç'un Üstad'ın adının yanına yazmaktan çekinmediği doğru yolun sapık kollarına dair bir tenkid yöneltmediği de bariz. Yukarıya yapmış olduğum iktibası bu dergide görmek mümkün. Zamanında taramış olduğum bu dergiyi de incelemek isteyen arkadaşlarımız için buraya ekliyorum. Sezai Karakoç hem Üstad'ın ehli sünnet cephesinden övgüyle bahsediyor, hem de övgüyle bahsettiği o cepheye aykırı olan kişileri baz alıyor, onların İslam'a katkısından söz ediyor.

     

    Dergiyi indirmek için tıklayınız: http://cid-800452227...-Eylul-1966.rar

     

    Ayrıca Tıklayınız: Sezai Karakoç İle Röportaj


  2. İz Bırakanlar Programında Cahit Zarifoğlu belgeselinde Erdem Beyazıd'ın mevzuu ile alakalı bir anlatımı:

     

    http://www.dailymotion.com/video/xfku0z_erdem-beyazyd-c-zarifoylu-nu-anlatyyor_creatio

     

    -

     

    Belgeselin tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

     

    http://www.facebook.com/A.Cahit.Zarifoglu#!/A.Cahit.Zarifoglu?v=app_2392950137&sb=8

     

     

     

     

     


  3. Cahit Zarifoğlu, Mavera Dergisi'nin kurucularından ve yazarlarından biri. Maveracılar sıfatıyla andığımız grubun bir üyesi. Maveracılar'ın 1978 yılında siyasi bir sebepten ötürü Üstad'a gönderdikleri bir mektup ve akabinde Üstad'ın Rapor7'de onlara yazdığı bir tenkid yazısı vardır. Mezkur mektuba Cahit Zarifoğlu imzasını atmamıştır, aşağıdaki linkten ilgili meseleye dair yazıları okuyabilirsiniz.

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/8818-maveracilarin-ustada-ayibi/

     

    Üstad'ın Cahit Zarifoğlu'na karşı son intibaı nasıldır? Mavera Dergisi'nde Cahit Zarifoğlu'nun kaleme aldığı bir hatırayı okuyunca, Üstad ve Zarifoğlu arasındaki müspet iletişimin son dönemlere kadar devam ettiğini görmek ve bilhassa yazıda geçen bir cümleden Üstad'ın maveracılara karşı affedici bir tutum sergilediğini, onların hâlini, hatrını sorarak onlara da teveccüh buyurduğunu söylemek mümkün. İlgili yeri okuyalım:

     

    "12.7.1983 Salı, Ramazan Bayramı.

     

    Tam iki yıl önce, 1981 yılında, Ramazan Bayramının ilk günü, bayram namazından sonra, İstanbul'da, Bayram Namazını Erenköy Camiinde kıldıktan sonra, iki araba dolusu insan, topluca, Etem Efendi Caddesine yöneldik, Necip Fazıl'ı ziyaret etmek üzere. Ağaçlar içindeki iki katlı evin üst katına aldı oğlu bizi. Kendisi iç kısma geçti, haber vermek üzere. Oturduk, bekliyoruz. Ben, Muhammed Kasım Arvas, Ahmet Arvas, Erenköy camiinin imamı İbrahim Bey ve diğer tanıdıklar.

     

    Az sonra, içerdeki buğulu, yorgun ve biraz tedirgin fısıltılardan sonra Necip Fazıl kapıda belirdi, pijaması ve onun üzerine aldığı oda robuyla. Ayağında terlikler vardı ve çok ağır ilerliyordu. Adımlarını, ayağını yerden kaldırmadan adeta sürüyerek atıyordu. Halının başladığı yerde ona takıldı ve sendeledi. İçim eziliyordu. Yardım etmiyor ve içimizden birine erişmesini bekliyorduk. Hepimiz ayağa kalkmış, hepimiz memnun, mutlu ama hepimiz ona rahatsızlık vermekte olduğumuzu düşünerek üzgün ve endişeli. Yürüdüğü istikamette tam karşısındaydım. Doğru bana geldi. Ben ona ilerledim. Elini öptüm. O da bana sarıldı. Benim başım, diğerleriyle onun başının arasındayken korkunç bir şey oldu :

     

    — Sen kimsin, diye sordu bana. Hızlı, emredercesine. Ve fısıltıyla.

     

    Ben de aynı tonda adımı fısıldadım. O zaman yüksek sesle :

     

    — Cahit, nasılsın bakalım, arkadaşlar nasıl diye sordu. Ben hürmetlerimi arzederken diğerlerine yöneldi. Muhammed Kasım Efendiyi, imam İbrahim beyi seslerinden tanıdı ve onlara hal hatır sordu. Diğerleriyle de bayramlaşmadan sonra oturuldu. Gözlerinin bu kadar zayıfladığını bilmiyordum.

     

    Sürekli rahatsızlığının yanında, son aylarda, kısa aralarla, üst-üste iki ağır grip geçirmişti. Yüksek ve bir türlü düşmeyen ateş onu iyice zayıflatmıştı. Bir kaç günlük sakalı, adeta bembeyaz teniyle, alnında ve ellerindeki ince ve soğuk ter tabakasıyla hala hastaydı. Onun yerinde herhangi biri olsa, kendisinden adını hatırlaması, doğru dürüst bir tek kısa cümle yapması bile istenemezdi. Fakat o, bu haliyle bile, bir kaç dakika sonra hepimizi olduğumuz yere mıhlayarak, pırıl pırıl zekası ve idraki ile berrak bir Necip Fazıl olarak ortaya çıktı ve bedensel bütün zaaflarının üstüne çıkıp oturdu. Artık hepimizden daha zinde, daha aktifti. Gözlerindeki zaaf yüzünden kaybeder gibi olduğu kendine güveni yakalamakta gecikmedi. Ahmet Arvas'a hitap ederek :

     

    - Sizi çıkaramadım dedi. Ahmet Bey kendini tanıtınca :

     

    - Ziyaretler seyrekleşince unutmalar oluyor, dedi. Neler yaptığını sordu. Amir bir sesle : — Sık sık görüşelim dedi ona.

     

    Benden neler yaptığımı sordu. Kendisini bir ay kadar Önce Ajanstan bazı arkadaşlarla ziyaretimizi hatırlayarak, o gün konuşulanları sordu. Ankaraya ne zaman dönecektim, arkadaşlar, Akif, Erdem, Rasim nasıllardı. Reşatı görüyor muydum. İşlerimiz iyi miydi. Herkese selamlar söyledi ve bana :

     

    — Görüşelim, bekliyorum dedi. Ankaraya da geleceğini söyledi. Herkesle her şey için görüşmek istiyor, onları bekliyor, onlara gideceğini söylüyor, bütün bunların gereğini hissettiriyor, bunları yapmaya en az muktedir olduğu bu zamanda bile, ocağın altında sönmeye yüz tutmuş ateşi şişle karıştırıp canlandırır gibi, pelpellemiş ruhlarda alevler icat ediyor."

     

    Üstad'ın vefatından sonra Mavera Dergisi'nin Üstad'a Rahmet ismiyle bir özel sayı çıkarmaları da maveracıların Üstad'a olan sevgi, saygı, gönül bağlarını devam ettirdiklerini görtermiştir diyebiliriz. (Dergi için tıklayınız)

     

    Aşağıdaki linklerden Üstad-Zarifoğlu ilişkisine dair bazı yazıları okuyabilirsiniz:

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/3793-c-zarifoglunun-yasamakta-anlattigi-hatiralari

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/9120-bir-van-gezisi

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/2418-beste-bestekar/page__view__findpost__p__58570

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/9333-babialinin-son-sayfalari/

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/8793-dogru-yolun-sapik-kollari-arinma-caginda-islam


  4. Cahit Zarifoğlu'nun tek sayı olarak kalan 4 sayfalık  Açı Dergisi, 1 Ağustos 1962 tarihinde Kahramanmaraş'ta Şeref Basımevi tarafından basılmıştır. Dergi, 7 Haziran 2010 tarihinde Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesinde yapılan Cahit Zarifoğlu anma programına katılanlara hediye edilmişti. Ayrıca geçen haftalarda yapılan Dergi Fuarına katılan dergiler arasındaydı. 

     

    Aşağıdaki linkten dergi için yazılan bir yazıya ulaşabilir ve aynı linkten 4 sayfalık dergiyi indirerek okuyabilirsiniz.: 

     

    http://www.zarifce.c...acidergisi.html

    ---

    Tıklayınız:En zarif bakış "Açı"sı! 

     

    a1sayfa.jpg


  5. Gerçek mümin, hayatının her safhasında, sayısız hikmetleri olduğunu ruhuna sindirdiği Allah'ın emirlerini seve seve, büyük bir aşk ve şevkle uygular, Marka Müslüman ise, nefsinin hoşuna giden yolu izler. Burada şöyle bir durum da karşımıza çıkıyor. Güzel dinimizin istisnasız her hususta en ince ayrıntıya varıncaya kadar çizdiği kurallar mevcut. Alış-veriş, evlilik, insanlarla olan iletişim ve daha bir çok başlıkta karşımıza çıkan kaideleri uygulayabilmesi için bir insanın o kaideleri biliyor olması lazım. İmam Rabbanî Hazretleri Mektubat kitabının 36. mektubunda şöyle buyuruyor: "Islâmiyyet üç kısmdır: İlim, amel ve ihlâs [yanî İslâmiyyetin emr ve yasak ettiği şeyleri öğrenmek, öğrendiklerini yapmak ve herşeyi yalnız, Allahü teâlâ için yapmakdır]. Bu üçüne kavuşmıyan kimse, İslâmiyyete kavuşmuş olmaz."

     

    Gerçek mümin bu 3 hususiyete maliktir, marka Müslüman da bunların ya birine, ya ikisine yahut da hiç birine malik değildir. İlk ikisinin elde edilmesi de gerçek mümin olmak için yeterli değil. Öyle ayrılmaz bir üçlü ki, biri eksik olsa hakiki Müslüman olma vasfına erişemiyoruz. Memleketimizde bilhassa cumhuriyet ile birlikte devlet eliyle dinimize karşı düşmanlık, İslam'ın emirlerini gericilik, yobazlık, medeniyetsizlik olarak gösterme ve okullarda bu minvalde verilen bir sistem ile dininin en temel kurallarını bile bilmeyen bir nesil yetişti. İlimsiz birinin de amel safhasına geçmesi mümkün olmadığı için marka Müslümanları ile çevrili bir cemiyette her türlü zavallılığı görmek uzak değil.

    Marka Müslüman bilmediğinin de farkında olmadığı için, cehalet bataklığından kurutlmak için bir çaba da gösteremiyor maalesef. Doğru yolun sapık kollarının ayyuka çıktığı devrimizde de ilim öğrenmek isteyenlerin bu sapık kollara yöneldiği de vakidir.


  6. Latife Hanım'ın Atatürk ile evli olduğu dönemde Sovyet Devrimi önderlerinden Lev Troçki'nin kız kardeşi Kameneva'ya gönderdiği bir mektup. Cumhuriyet`in kuruluşundan 6 ay sonra gerçekleşen bu mektuplaşmadan Latife Hanım'ın zihniyetine dair izlenimler elde etmek mümkün:

     

    Latife Hanım'ın kadın sorunu üzerine ne düşündüğüne dair elimizde 1924 mayıs tarihli bir belge var...(1) Latife Sovyetler Birliği'nin Ankara'daki büyükelçisi Surits'le yaptığı sohbetlerde Sovyetlerdeki kadın hareketi sorunuyla ilgilendiğini söylemişti. Surits Latife'nin sorularını ülkesinden bir kadın hakları savunucusuna, Olga Kamaneva'ya iletti, yardımcı olmasını istedi. Sovyet Devrimi'nin önderlerinden Troçki'nin kız kardeşi ve Kamanev'in eşi olan Olga Davidovna Kamaneva o tarihte 39 yaşındaydı. Kamanev'le birlikte 1908 yılında Paris'e gitmiş Bolşevik dergisi Proletany'in editörlüğünü yapmış, Sovyet Devrimi'nin ardından da Eğitim ve Aydınlanma Komiserliği'nin Tiyatro Bölümü'nü yönetmeye başlamıştı. Kamaneva Latife'ye kadın hareketinin genel niteliklerini güzelce özetleyen bir kitapçık gönderdi. Makaleyle birlikte bir de mektup... Kitapçığın ne olduğunu bilmiyoruz ama mektup bugüne ulaştı. 16 mayıs 1924 tarihli mektupta Kamaneva, SSCB'de, kadınlar ile erkekler arasında mutlak eşitliğin sağlandığını bu yüzden artık ülkesinde "genel olarak bir kadın sorununun mevcut olmadığını" yazmıştı.

     

    Aziz Madam

    SSCB'nin Ankara'daki tam yetkili büyükelçisi Yoldaş Surits, bana sizin bizim ülkemizdeki kadın hareketi sorunu ile güzel sanatlar ve müziğin gelişmesi konularıyla ilgilendiğinizi söyledi. Size bunlara ilişkin bazı materyaller göndermemi istedi.

    Bu isteği memnuniyetle yerine getiriyorum. Ama Yoldaş Surits bana sizin ilgilendiğiniz konuları sadece en genel çizgileriyle aktardığı için biraz sıkıntıdayım. Ayrıca ilgilendiğiniz alanlar öyle geniş ve yelpaze o kadar çok sorunu içeriyor ki, onlara doyurucu yanıtlar vermek, daha somut olmayı gerektiriyor.

    Bu özellikle kadın sorunu için geçerli. Aslında SSCB'nin kamusal ve toplumsal yaşamı kadınlarla erkeklerin bütün hak ve yükümlülüklerinde mutlak eşitlik ilkesine göre kurulmuş olduğu için, bizde genel olarak kadın sorunu mevcut değildir. Kadınlar erkekler eşit olarak ülkemizdeki devlet görevlerine, serbest mesleklere, siyasal ve toplumsal işlere katılmaktadırlar.

    Devrim Rusya'da Çarlık rejiminin sürekli olarak (erkeklere) uyrukluk konumunda tuttuğu kadınları, yaşamın önlerine koyduğu ödevleri yerine getirme bakımından pek hazırlıksız bulmuştu. Bu nedenle, Sovyet hükümeti bütün varoluşu süresince, özellikle nüfusun en geri olduğu ve Çarlık yönetimince baskı altında tutulan (Tatar, Türkmen, Votiaki, Gürcü, Ermeni, Oset vb) ulusal azınlık yörelerinde kadınların eğitimine ve kültürel çalışmalara katılmalarına büyük önem verdi.

    Size bu sorunu tanımanıza yardım edeceği umuduyla, kadın hareketinin genel nitelikleri hakkında genel bir makale göndereceğim. (Onu okuduktan sonra) Daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz bana bildirirsiniz.

     

    Latife de bu mektuba cevap verirken, gönderilen makaleyi çok beğendiğini ve yararlı bulduğunu yazıyor ve Türkiye'deki durumu anlatıyor. Latife'nin Kamaneva'ya gönderdiği mektup şöyle:

     

    Aziz Madam,

    16 mayıs tarihli mektubunuzu büyük bir memnuniyetle aldım. Teşekkür ederim.

    Bana gönderme nezaketi gösterdiğiniz özeti büyük bir ilgiyle okudum. Komşumuz, dost ülke Rusya'daki kadınların toplumsal konumuna dair çeşitli konularda birçok bilgi edinmeme yarayan mektuplaşmamızı sağladığı için Bay Surits'e çok müteşekkirim.

    Bizim devrimimiz yalnız siyasal değil, aynı zamanda toplumsal niteliktedir.

    Kadınların özgürleşmesinin gelişimi için onların kültür düzeylerinin yükseltilmesini birinci ödev olarak üstlenmiştir. Bu amaç, bizim dünya kadınlar hareketini ilgilendiren her şeyle yakından ilgilenmemizi zorunlu kılıyor. Şimdi siz de, benimle birlikte Türk kadınlarının en iyi temsilcilerinin, çeşitli ülkelerdeki hemcinslerimizin manevî ve maddî yaşam koşullarını niçin merak ettiklerini anlayacaksınız.

    Belirttiğim üzere, sizin verdiğiniz özet bu açıdan çok yararlı oldu.

    Sizi de ilgilendireceğini düşünerek Türk kadınlarının da gelecekte başarılı olmayı umduracak sonuçlar aldığını kaydetmek istiyorum. Nihai başarının en önemli etkenlerinden biri olan, Türk köylü kadınlarının Millî Mücadele'de oynadıkları görkemli rolün yanı sıra, Türk kadınlarının devrimin başlattığı ilerlemelere olanca güçleriyle katıldıkları besbellidir. Şimdi tıp ve hukuk öğrenimi görüyorlar., Türkiye'de ve yurtdışında üniversitelere gidiyorlar; sadece serbest mesleklere değil, eskiden erkeklerin tekelinde olan başka birçok uğraşa da girerek, kendi yaşamlarını yetenekleriyle belirliyorlar.

    Evlilikte de, artık kocalarının köleleri değiller; onlara eşit hak ve ödevlerle eşlik ediyorlar.

    Aile ve özel yaşam alanında sağlanan ilerleme, bize en yakın gelecekte ülkenin siyasal yaşamına da katılacaklarını umduruyor.

    Bu bakımdan, Türk kadınları derin bir saygı duydukları Rus hemşirelerinin yolunda gitmekle mutlu olacaklardır.

    Sonuçta Aziz Madam, gönderdiğiniz not ve kitap için size teşekkür ediyorum. Rus yeteneğinin güzel sanatlar alanında parlak bir biçimde ortaya çıktığı karşı konulamayacak bir gerçektir. Sevimli ülkenizde kadın sorunlarının gelişme sürecinden beni bundan sonra da haberdar ederseniz, size sonsuz müteşekkir olurum.

    Gerçek şükran ve derin saygılarımı ifade etmemi kabul etmenizi rica ediyorum.

    Latife Mustafa Kemal

     

    Mektuplardan Latife Hanım'ın Sovyet Devrimi'ne gayet sıcak baktığı, kazanımlarını paylaşma konusunda ısrarlı olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Sovyet kadınlarından söz ederken "kız kardeşlerim" sözcüğünü kullanması da dikkat çekiyor. Yalnız kız kardeş sözü değil burada altı çizilmesi gereken bir cümle daha var: Sovyet kadınlarının gittiği yoldan gideceklerini söylüyor. O yıllarda Sovyet kadınlarının kazanımlan hatırlanacak olursa bu oldukça iddialı bir görüş. Latife, mektubunda evlilik kurumuna değiniyor ve kadınların kocalarının kölesi olmaktan çıkarak topluma eşit hak ve ödevlerle katılacağını söylüyor. Yazışma devam etti mi bilemiyoruz. Mektupların havasından etmişe benziyor. Kamaneva ile Latife arasındaki yazışma dünyanın gözünden kaçmadı. Nisan 1925 tarihli The Times gazetesi iki kadın arasındaki mektuplaşmadan söz eden bir habere yer veriyor. Nisan ayı içinde Komünist Enternasyonal ve Köylü Enternasyonali toplanmıştı. Bu toplantı sırasında Yeni Doğu adlı Sovyet dergisinde Kamaneva'nın bir yazısı yayımlanmıştı. Kamaneva, bilgilendirme faaliyetinden söz ederken Latife Hanım'la yazıştıklarından ve kendisine broşür gönderildiğinden söz etmişti. The Times o günlerde Sovyet propagandasının nasıl yönetildiğini anlatırken bu olaya atıfta bulunuyor. (2)

     

    (1) Mete Tuncay, "Latife Hanım-Kamaneva Mektuplaşması", Toplumsal Tarih, mart 2003 (Novyi Vostok, sayı 7, 1925 s. 228-301'deki Rusçalarından İngilizce'ye şu kaynaklan aktarılmıştır. George Harris, The Communists and the Kadro Movement, istanbul, Isis Press, 2002, Ek 3).

     

    (2) "Sovyet Propagandası" The Times, 30 nisan 1925.

     

    (İpek Çalışlar - Latife Hanım - Doğan Kitap - s.271-274)


  7. İpek Çalışlar – Latife Hanım

     

    İpek Çalışlar’ın kaleme aldığı Latife Hanım isimli kitap, resmî tarihimizin adından bahsetmediği tarihî bir kişiliğin hayatına odaklanıyor. İlkokul yıllarımızda, Atatürk vatan millet işlerine kendini adadığı için evlenmeye, yuva kurmaya vakit bulamamıştır, denilerek yok sayılmaya çalışılan bir evlilik, Atatürk’ün aile hayatı ile sınırlı kalmayıp cemiyet ve siyaset arenasında da tesirleri olan bir mahiyet taşıyor.

     

    Latife Hanım’ın babası, mason olan Uşakizade Muammer efendidir (ailenin Halit Ziya Uzaklıgil ile de akrabalığı var), içinde yetiştiği aile yönünü batıya dönmüş, İslamî hayatı gericilik olarak gören ve buna bağlı olarak da çocuklarını bu telakkiye göre yetiştiren bir çerçevededir. İngilizceyi Almancayı Fransızcayı çok iyi bilen Latife Hanım, Londra ve Paris’te aldığı eğitim ile o dönemin batı hayranı, hayatın gayesini batıcı bir yaşam şeklinde bulan bedbaht insan tipinin en iyi örneklerinden.

     

    O dönemin en zengin ailesinin kızı olan İzmirli Latife Hanım, Yunanlıların İzmir’i terk etmesinden sonra şehre giren Atatürk’ün kendine karargah olarak onların evini (beyaz köşk: tıklayınız) seçmesi ile Atatürk ile birebir tanışmış olur. Evlerinde kaldığı müddetçe İzmir’in (ve tabi Türkiye’nin) kurtarıcısı kahraman Atatürk’ü en iyi şekilde ağırlamaya çalışan Latife Hanım her sabah paşanın kahvesiyle birlikte yabancı gazeteleri de tepsiye koyup götürmekte ve dış basının Türkiye hakkındaki haberlerini paşaya okumakta, kendi fikirlerini de söylemektedir. Atatürk, dönemin kadınlarından çok farklı olan, kendisi gibi batılı bir düşünce sistemine sahip, kendinden emin, hitabeti güçlü bu kızdan etkilenmeye başlar. Latife Hanım’ın portresine baktığımızda fikriyat olarak Atatürk ile birebir uyum içinde olduğunu görüyoruz. 2,5 sene evli kalan çift, fikrî uyumsuzluktan değil, Atatürk’ün alışkanlıklarını feda etmemesinden kaynaklanıyor. Çankaya’nın meşhur içki sofralarında gecelere kadar arkadaşlarıyla eğlenip kendisine istediği ilgiyi göstermeyen Atatürk, Latife Hanım’la evlenmeden önce, Fikriye Hanım’la evlilik dışı bir ilişki içindedir. Evlilikten önce Fikriye Ankara’dan uzaklaştırılmak için Avrupa’ya gönderilir, (kimi haberlere göre hastalığından, kimisine göre de hamile kaldığından kürtaj için) Fikriye Hanım öldürüldükten (intihar değil) sonra Atatürk’ün Latife Hanım’a yanlışlıkla Fikriye demesi de Latife Hanım’ı sinir krizlerine sokmuştur.

     

    Latife Hanım’ın değinmemiz gereken en önemli hususiyeti, Türk kadınlarının geleneklerin boyunduruğundan kurtulup sosyal hayata atılarak modern bir şekilde yaşaması için önemli çabalar göstermiş olması. Evlendikten sonra Atatürk’ün yurt gezilerinde hep paşaya eşlik eden, kadınların çarsaf ve peçe ile örtündükleri o dönemde ceketi, ayağında binici pantalonu ve peçesiz olarak bağladığı örtü ile kadınlar için başlatılan değişimde örnek olarak gösterilen Latife Hanım, meclise girerek konuşma yapan ilk kadındır aynı zamanda. Burada şuna değinmek lazım bilhassa. Latife hanımın örtülü fotoğrafını göstererek, bakın Atatürk’ün karısı da kapalıydı, onlar örtü düşmanı değildi, demek, bu kitaptan öğrendiklerimize tamamen zıt. Latife Hanım, Türk kadınında değiştirilmek istenen her şey için model olarak Atatürk’ün her yerde yanında yer alan bir kadın ve o dönemin evden dışarı çıkmayan, asla yabancı erkeklerin arasına karışmayan, dışarı çıksa da çarşaf ve peçe ile tamamen kapanıp çıkan bir Müslüman kadın profilinin değiştirilmesi için atılan adımların ilki. Kadınları yavaş yavaş, ürkütmeden değiştirmek için izlenen politikalardan biri, Latife Hanım’ın o tarz bir örtü ile erkekler arasında yer almasıdır. Latife Hanım’ın örtüsü, siyaset icabıdır ve kendisi de Atatürk’e: ‘Artık bu örtüden kurtulmanın zamanı gelmedi mi’, diye sormaktadır. Kadınlarla ilgili bir başka fikrini de şöyle açıklıyor Latife Hanım: ‘Köylülerin karıları ve kızları erkeklerle karışık yaşar, harem ve peçe Araplardan kopya edilmiş bir züppe adetidir’ (s.146)

     

    Evlenmeden önce ve boşandıktan sonra da örtülü olmayan Latife Hanım, kadınların gelmesini istediği nokta için fedakarlık(!) yaparak başını örtmüş, bir nevi türbanını siyasete alet etmiştir.

     

    Boşandıktan sonra Atatürk’ün isteği ile evlilikleri hakkında konuşmamak için ona söz veren Latife Hanım bu sözünü Atatürk öldükten sonra da büyük bir titizlikle tutuyor ve yabancı devletlerden büyük paralar teklif eden bir hiç gazeteye bu konuyla ilgili röportaj vermiyor, bu konu dışında muhtelif konularda kendisiyle, evliyken ve boşandıktan sonra röportaj yapan pek çok yabancı gazete var. Boşandıktan sonra Avrupa üniversitelerinde dersler, konferanslar vermesini isteyen yabancılara karşın, Çankaya’dan Latife Hanım’ın isteğine rağmen bir izin çıkmamış, pasaport verilmemiştir.

     

    Latife Hanım boşandıktan sonra hayatını yazmaya başlıyor ve günlük tutuyor, öldükten sonra ailesi tarafından Türk Tarih Kurumu’na verilen bu vesikalar, cumhuriyetin kurulma devrine tanıklık yapan ve Atatürk’ün en yakınında bulunan bir şahsın müşahedelerini ihtiva ettiği için, önemi haiz bir konumdadır. Halen tarih kurumu tarafından halka açıklamamış olan bu arşivlerin konu başlıkları da kitapta yer alıyor.

     

    1922-1925 yılları arasında Atatürk ile evli kalmış olan Latife Hanım, Atatürk’ün inkılaplar, devlet politikası hakkında fikir alış verişi yaptığı, fikren çok iyi anlaştığı biri olduğu halde, Latife Hanım’ın hayat tarzına fazlasıyla karışması sebebiyle çileden çıkarak boşanmaya karar vermiş ve ardından kalbi kırık, gözü yaşlı, bir ömür kendisini unutamayan bir kadın bırakmıştır. Latife Hanım’ın büyük bir bağlılıkla Atatürk’ü sevdiği gayet aşikâr. Zaman zaman bazı hareketlerine dayanamayıp ona kızmış olsa ve boşanmayı o da düşünmüş olsa da, boşanma vaki olduktan sonra pişman olmuş ve yeniden bir araya gelmeyi istemiştir.

     

    Kitap içinde tarihi seyri büyük önem arz eden birçok hadise yer alıyor, Latife Hanım’ın hayatı ile örtüşen bu hadiseleri de adım adım okuyoruz. Yakın tarihimiz için bilinmesi iktiza eden mevzuların yer aldığı bir kitap.


  8. Selamlar,

    Facebook'ta Üstad'a ait olmadığı halde altına onun isminin yazıldığı bir çok şiir, nükte ve söz dolaşmakta. Üstad'a ait olmadığı halde onunmuş gibi gösterilen söz, şiir vb. gibi hatalı bilgileri sizlere sunmak için bir çalışma yapıp sitede paylaşacağız inşallah. Kesin olarak Üstad'a ait olmadığını bildiklerimizle birlikte, ona ait olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen sözler de mevcut. Açacağımız başlıkta her iki kategoriye de değineceğiz.


  9. 'Silsile-i Zeheb'den haberiniz var mı? Nam'ı diğer 'Altın halka'. Buyrun okuyun..

     

    20729.jpg

     

    İslamiyet’te ‘Tesbih’ kavramının, Allah’ın yüceliğine şahitlik etmeyi ve O’nu iman ve amelle tenzih edişte sürekliliği, sağa sola sapmamayı ve tezliği ifade ettiği düşünülür. Kur’an-ı Kerim’de yerde ve gökte olan her şeyin Allah’ı tesbih ettiği haber verilmiştir.

     

    Geçen hafta da sahaflarda dolaşırken; kapağında 33lük bir tesbih ile tesbihin her tanesinin bir tasavvuf kahramanını temsil ettiği üstad Necip Fazıl’ın 1960’ta Türk Neşriyat Yurdu’nun matbaasından yayımlanan ‘Altın Halka (Silsile-i Zeheb)’ isimli eserine rastladım.

     

    Sayfaları birbirine yapışmış ve 1960 yılından sonra yeniden basılmayan bu eseri, hem daha önceleri birçok düşünürün ve edibin elinden geçmiş olduğunu düşündüğüm, hem de içeriği bakımından İslam âleminin en büyük 33 tasavvuf kahramanını bize sunduğu için çok daha büyük bir heyecanla aldım ve önemle okudum. Eseri okurken Allah’a iman edişimde sürekliliği ve O’nu tenzih edişimde tezliğimi de sağlamak adına her tanede farklı bir insan-ı kâmile ama en sonunda ‘tek’ olan hakikat düsturuna erişileceğini öğrendim. Sayfalarının maddeten tarihe tanıklık edişinden; öze ve hakikat olan yaratıcıya ve onun en sevgili kullarına yani elçilerine ruhen ulaşmış bir tarihin ta kendisi olan silsileye kadar büyük bir tasavvuf erbabına anbean tanık oluyorsunuz.

     

    Zamanının en kapsamlı çalışması

     

    Necip Fazıl’ın İslam tasavvuf ve felsefesine dair derlediği en mühim eserlerden bir diğeri olan ‘Halkadan Pırıltılar’ mukaddimesinde adı geçen en büyük tasavvuf kahramanlarının hikâyeleridir ‘Altın Halka – Silsile-i Zeheb’. Denebilir ki o güne kadar bu konuda bu denli güzel, cazip, severek okunacak, manen zevk alınacak bir kitap daha yazılmamıştı.

     

    Necip Fazıl’ın bu eserini okurken Peygamber efendimiz (s.a.s)’in İslam’ı tebliğ etmeye başlamasının ardından Hz. Hatice ‘den sonra Rasulullah’a ilk iman eden; Câmiu'l Kur'an, es-Siddîk, el-Atik olan Hz. Ebu Bekr ile başlayıp; üstad Necip Fazıl Kısakürek’in yaşadığı dönemde irşada ehliyetli olup üstadın hayatındaki büyük değişime yol açan şeyhi Abdulhakim (Arvasi) Efendi’ye kadar birbiri ardına sıralanmış mutasavvıflar tesbihini çekeceksiniz sıkılmadan.

     

    Otuz Üç!

     

    Peygamber efendimiz (s.a.s)’den gelen nur, hakikat sarayının has odasına mahsus huzmeleriyle Hazret-i Ebubekir’e geçmişti. Böylece ‘bir’in adede ilk intikali ‘iki’ mefhumunda Hazreti Ebubekir’i buldu aslında… ‘İki’den sonra ‘üç’ ve has odanın has kolu olarak sıraya girmiş oldu.

     

    Hz. Ebubekir ile başlayan nur alıcılığı, ondan hemen sonra Selman-ı Fârisi’ye geçiyor eserde. Bir cenk sırasında Allah Resulünün mukaddes ağzıyla “Selman-ül Hayr” diye vasıflandırılan zatın Müslüman oluşu, İslam’a hizmetleri Necip Fazıl üstadın dilinden ayrı bir zevkle okunuyor.

     

    ‘İlim Medinesi’nin kapısı Hazret-i Ali soyundan gelen meşhur on iki imamın onuncusu Cafer-i Sadık Hazretleri’nin de İslam’a ve Müslümanlara olan büyük hizmetlerini ve yaşam öyküsünü okuyoruz eserin bir bölümünde.

     

    Altın halkanın onuncusu, Hızır ile sohbet etme makamına ermiş ve Hızır’ın “bir oğlun olacak, adını Abdülhalik koy” diye söylediği bir babanın oğlu olan ‘Abdülhalik (Gücvedani) hazretleri Necip Fazıl’ın bu eserinde ince bir üslupla ve hikâyelerle okuyucunun karşısında duruyor.

     

    Velilerden bir ordu olsa..

     

    Ayrıca; rahmetli üstadın diliyle “Veliler ordu ordu olsa… Bunların başbuğlarından da ayrı bir ordu kurulsa… Ona başbuğ olacaklardan da bir ordu… Son başbuğ Şah-ı Nakşıbend Hazretleri olurdu” dediği Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin Hazretleri’ni ve daha sonra da “velilik derecelerinin ufku” diye nitelendirdiği ‘İmam-ı Rabbani’ hazretlerinin hayat yolculuklarını üstadın kaleminden okuyarak onun penceresinden İslam’a gönüllerini koymuş 33 tasavvuf kahramanının hikâyelerini yaşayabilirsiniz Altın Halka’da. Necip Fazıl Kısakürek’in İslam âlemine büyük hizmetlerinden biri olan ‘Altın Halka (Silsile-i Zeheb)’yı tarihin sayfalarından günümüze taşıyabilmek ve mukaddes emaneti yerine –gönlünüzün ve aklınızın yanı başınıza- koymanız duası ile…

     

    Samet Akten tesbihi eline aldı

     

    *Yazı Kaynak: http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4784

     

    //Tıklayınız:Başbuğ Velilerden 33 


  10. Necip Fazıl'ı her cephesiyle anlatmak imkansızdır. Belki bazı hatıraları zikretmek O'nun değişik cephelerini yansıtmakta faydalı olabilir. Galiba 1965 yılıydı. Kayseri'de bir yakınım bir gün bana Necip Fazıl'ın bir konferans vereceğinden bahsetti. Bu ismi o gün ilk defa yakından duydum. Konferansa, bugün sebebini hatırlamıyorum, ama gitmedim. O gün duymadığım üzüntüyü sonraları çok hissettim. Bu konferansın üstünden çok geçmemişti ki bir arkadaşım beni Kayseri'de Büyük Doğu Fikir Kulübü'ne götürdü. Orada çay içtik, sohbet ettik, büyükler bize dostça davrandılar. Oradan koltuğumun altında galiba "Büyük Kapı" ile ayrıldım. Artık dedektif romanlarını bırakmış Üstad'a sarılmıştım. Lisede bir Büyük Doğucular grubu bile oluşturmuştuk. Yine bir konferans vesilesiyle Kayseri'ye gelen Üstadı evimizde ağırlamak gibi bir ayrıcalığın da sahibiydim. Sonra üniversite yıllarım geliyor. Ben siyasal bilgilerde okumak istiyordum. Ama istanbul'da siyasal bilgiler yoktu ve Üstad İstanbul'da yaşıyordu. Galiba biraz bu hislerle tahsilime İstanbul'da devam ettim.

    Sık sık ziyaretine gittiğimiz Üstad'la yakın çalışma günlerim şöyle başladı: 1973 yılında, Üstad, Esselam'ı matbaaya vermiş dizgi işlerini takip ediyordu. Bir gün Milli Türk Talebe Birliği'ne geldi. Hemen etrafını çevirdik. Esselam'dan bahsetti ve "bd yayınları" için bir idarehaneye ihtiyaç olduğunu söyleyip küçük ilanlara bakmak için bir gazete aldırdı. Sultanahmet'in arkasındaki idarehaneye o gün birlikte gittik ve Üstad müstakil bir idarehaneye sahip oldu. Üstad'a Esselamın tashihlerinde yardımcı olabileceğimi söyledim. Benden matbaayı takip etmemi istedi. Çok iyi bir kağıda basılan Esselam'da hiç baskı hatası yoktu. Yayıncılarla yıllarca süren çekişme bitmiş Üstad kendi yayınevini galiba kurmuştu. Çevresindeki herkes bunu büyük bir memnuniyetle karşılıyor ve kitapların "bdyayınlan" adıyla çıkmasını arzu ediyordu. Bir grup arkadaşla idarehaneyi süpürüp temizliyor, Üstad'a kahve yapmak için yanşıyorduk. Hazırlanan kitaplarda herhangi bir hata olmaması için var gücümüzle çalışıyorduk.

    İşleri zaman zaman evden takip ediyordu. Bunun için benim sık sık eve de gitmem gerekiyordu. Cağaloğlu'ndan Erenköyü'ne gitmek vakit alıcı ama heyecanlıydı -yeri gelmişken söylemeliyim, Üstad Erenköy değil Erenköyü derdi. Bu arada benim yüzümden korkunç bir tashih hatası ortaya çıktı. "Türkiye'nin Manzarası" basılmış ve içindekiler kısmında "Seks Cinneti", "Seks Cenneti" olarak çıkmıştı. Metin içerisinde olmasa da böyle bir hata beni o kadar üzdü ki, Üstad sürekli olarak beni teselli etmek zorunda kaldı. Oysa böyle şeylere katiyen dayanamazdı.

    Bu sıralar dağıtımcılar Üstad'a musallat oldular. Bunlar "bd yayınlan'ndan çıkan kitapları bedava denecek fiyatlarla fakat toptan peşin ödemelerle kapatmak istiyorlar ve bizim tüm muhalefetimize rağmen başarılı da oluyorlardı. Bir ara bunları uzaklaştırmayı çok düşündük ama Üstad'a rağmen bir şey yapmakta zorlandık. Bu arada çok garip bir vaziyet ortaya çıktı. O güne kadar neredeyse beş kitap çıkmıştı. Bunların herbirinin kime hangi tenzilatla ve ne miktarda verileceğinden haberim olurdu. Son durumdan hoşnut olmadığımızı Üstad biliyor, fakat saygımızdan biz bir şey diyemiyorduk. Sonunda ben dayanamadım ve bu dağıtımcılara veryansın ettim. Kitapların yok pahasına gittiğinden bahisle "bunlar sizi istismar ediyor, lütfen bu işi başka türlü çözelim, Anadolu'ya dağıtımı kendimiz yapalım, kadroyu biraz daha genişletelim" dedim. Ancak Üstad beni haklı bulmakla beraber yakasını bu adamlardan kurtaramadı ve bir daha tenzilat pazarlıklarında benim bulunmamam için özel bir gayret sarfetti.

    Kitapların özellikle kapakları zaman zaman tenkit konusu oluyor fakat kimse bunu Üstad'a söyleyemiyordu. Kayseri'den bir dost Esselam'ın ne kadar güzel kağıt ve kapağı olduğundan söz ederek diğer kitapların da aynı kalitede olmasını beklediğini ifade eden bir mektup yazmıştı. Tuhaftır, Üstad bu mektuba "bu adamların dünyadan haberleri yok" diyerek çok kızmıştı. "Çile"nin baskısı benim için çok önemliydi. İddialıydım ve hiç bir baskı hatası olmadan bu kitabı çıkarmam gerekiyordu. Matbaalarda o kadar çok dizgi hatası oluyordu ki en az üç kere prova almak gerekiyordu. Matbaacılar benden bıkmışlardı. Çile'nin bu baskısında harf düşmesi şeklindeki iki hataya hala yanarım. Bir de çok sonralan tesbit ettiğim bir hata var. Kafiyeler" başlıklı şiirde "Sanatsız / Papağan, / Neden çok; / Ve atsız / Kahraman, / Niçin yok?" Ses itibariyle önemli olmasa da "adsız", "atsız" olmuştu. Sonraki baskılara baktım, bu hata maalesef devam ediyor.

    Sonunda dizgicilere kızıp dizgici, mürettiplere kızıp mürettip oldum. Fatih Gençlik Matbaası'na Sami Güçlü müdür olmuştu. Bana dizgi makinasının sandalyesini gösterdi bir gün ve 'tek çare bu dedi. Babıali'yi ve Hitabeyi bu şekilde matbaada kendim dizdim. MTTB Gençlik Bülteni'ni çıkardığım yıllarda mürettibin başında durur hangi yazıyı nereye ve ne şekilde yerleştireceğini söyler, fakat derdimi bir türlü anlatamazdım. Mürettipler kendi anlayışlarına uymayan bir şeyi anlamamakta çok mahirdiler. Yeni Sanat dergisini çıkarırken bu tertip işlerini bizzat yapmıştım. Babıali ve Hitabenin dizgisinden sonra tertibini de kendim yaptım. Baskıyı öğrenemedim çünkü kağıt çok kıymetliydi ve kağıt zayiatı kurşun zayiatına benzemiyordu. 

     

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.346)


  11. Necip Fazıl Ağaç Dergisinde Neler Yayımlamıştır?

     

    Necip Fazıl, derginin her sayısında birden fazla çalışma ile okuyucu karşısına çıkmaktadır. Şiirlerinde, makale ve denemelerinde "Necip Fazıl Kısakürek" adını kullanan şair, bazı yazılarında ise "N.F.K." kısaltmasını tercih etmektedir. Dergide (*) işaretiyle yayımlanan yazıların da Necip Fazıl'a ait olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca dergide yayımlanan imzasız yazıların da Necip Fazıl tarafından yazıldığını söyleyebiliriz.

     

    Şairin "Necip Fazıl Kısakürek" adını kullanarak Ağaç'ta yayımladığı şiirler şunlardır:

    "Yolculuk" (Sayı: 1), "Zaman" (Sayı: 2), "Ölüler" (Sayı: 3), "Gökler ve Yollar" (Sayı: 5), "Bendedir" (Sayı: 7), "Bu Yağmur" (Sayı: 9), "Ne İleri Ne Geri" (Sayı: 10), "Ben" (Sayı: 12).

     

    Şairin "Necip Fazıl Kısakürek" adını kullanarak Ağaç'ta yayımladığı makale ve denemeler ise şunlardır:

    "Adımız", "Hırsız, Polis ve Komünist" (Sayı: 1), "Allahsız Dünya" (Sayı: 2), "Fildişi Kule" (Sayı: 3), "Manzara I" (Sayı: 4), "Manzara II: Türk Orta Çağ Sanatkâr ve Entellektüeline Kısa Bir Bakış" (Sayı: 5), "Manzara III: Tanzimat Sanatkâr ve Entellektüeline Kısa Bir Bakış" (Sayı: 6), "Manzara IV: Dünya Harbine Gelinceye Kadar Tanzimat Sonrası Türk Sanatkâr ve Entellektüeline Kısa Bir Bakış" (Sayı: 7), "Manzara V: Büyük Harp Sonrası Türk Sanatkâr ve Entellektüeline Kısa Bir Bakış" (Sayı: 8), "Manzara VI: Bugün ve Netice", "Beklenen Sanatkâr" (Sayı: 9), "Manzarayı Kapatırken" (Sayı: 10), "Döğüş Horozu ve Babıâli Tipi" (Sayı: 11), "Ahlâkımız" (Sayı: 12), "Ahlâkımıza Ait Birkaç Söz" (Sayı: 13), "Ahlâkımıza Ait Son Birkaç Çizgi" (Sayı: 14), "Sağ, Sol" (Sayı: ), "İleri Geri" (Sayı: 16), "Kendimize Dair" (Sayı: 17).

     

    Necip Fazıl, "N.F.K." kısaltma adını, derginin "Aktüalite" ve "Kitap-Mecmua-Gazete" sayfasında kullanmıştır. Şairin bu kısaltmayı kullanarak Ağaç'ta yayımladığı yazılar:

    "Antoloji ve Doğurduğu Mesele", "Mecmua Yağmuru" (Sayı: 1), "Fotoğraf Sergisi" (Sayı: 2), "Aksiyon ve Entellektüel" (Sayı: 3), "Gençlere Anket", "Aktüalitelerin Aktüalitesi: Nurullah Ataç" (Sayı: 4), "İlk ve Son Kitap" (Sayı: 5), "Curcuna Hakkında Bütün Fikrimiz" (Sayı: 6), "Memleket Mecmualarının Geçit Resmi" (Sayı: 8), "Memleket Mecmualarının Geçit Resmi", "Vicdan Azabı" (Sayı: 9), "Memleket Mecmualarının Geçit Resmi" (Sayı: 10), "işte Tenkit" (Sayı: 11).

     

    Necip Fazıl Ağaç'ta yayımlanan bazı yazılarında ise isim kullanmamıştır, yani imzasız yazılar yazmıştır. Yazılardan bazılarının altında (*) işareti vardır. Bu yazılar da derginin "Aktüalite" ve "Kitap-Mecmua-Gazete" sayfasında yayımlanmıştır. Yazıların pek çoğu haber niteliğinde olup, bir çoğu da kısa notlardan oluşmaktadır. Şairin (*) işaretiyle yayımladığı imzasız yazılar şunlardır:

    "Okuyucuya Mahrem Birkaç Söz", "Bizde ve Dışarıda Rusya" (Sayı: 1), "Bernard Shaw Sanatkâra Çatıyor" (Sayı: 2), "Siyah Melekler" (Sayı: 3).

     

    Şairin, altına hiçbir imza-isim koymadan yazdığı yazılar ise şunlardır:

    "Sinemanın Istırapları", "Burhan Toprak", "Hazırlanan Romanlar", "Çıplaklar", "Esprit" (Sayı: 5), "Mistik", "Freud", "Bir İzah" (Sayı: 6), "İki Dünya Arasında", "Dickens'e Ait Hatıralar", "Delilere Dair", "Ellinci Sene", "Montparnasse Kahvelerinde", "Oidipe", "Radi", "Akademi Koltukları", "Edebiyata Ait Tarihler" (Sayı: 7), "Colette", "Mevlevi Besteleri", "Tenkit Mükafatı", "Edebiyat Tarihleri" (Sayı: 8), "Proust ve İngiltere", "Altıncı Enternasyonal Felsefecileri", "Edebiyat Tarihleri" (Sayı: 9), "Hokkabaz", "2139 Senesinde Bütün İnsanlık Deli", "Edebiyat Tarihleri", "Gaip Aranıyor" (Sayı: 10), "Bergson Katolik mi?", "Aynen Olmuş Bir Vaka" (Sayı: 11), "Edebiyat Tarihleri" (Sayı: 13), "Edebiyat Tarihleri" (Sayı: 14), "Yahya Kemal'in Üç Esprisi" (Sayı: 16), "Bayan Vahdet Nuri", "Edebiyat Tarihleri" (Sayı: 17).

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s. 212-217)

     

    //Ağaç Dergilerinin tamamını aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:

    http://www.n-f-k.com/index.php?ind=downloa...der=0&st=20


  12. Ağaç Dergisinde Neler Yayımlanmıştır?

     

    Ağaç dergisinin kapağında, büyük puntolarla yazılmış "Ağaç" adının altında "Sanat - Fikir - Aksiyon" kelimeleri yer almaktadır. Bu kelimeler derginin yayın çizgisi hakkında ilk ip uçlarını vermektedir. Her hâlinden sanat ağırlıklı bir dergi olduğu anlaşılan Ağaç'ta başta edebiyat olmak üzere hemen her sanata yer verilmiştir. Bunlar arasında "resim", "tiyatro", "sinema", "heykel", "musiki" gibi sanatlarla ilgili olarak dergide önemli yazılar yayımlanmıştır. Hatta devrin ünlü ressamları olan Abidin Dino, Arif Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılar Ağaç'ın muhtelif sayılarına çizdikleri resimlerle katkıda bulunmuşlardır. Dergide bu sanatlarla ilgili olarak yayımlanan yazılardan bazıları şöyledir: "Nurullah Cemal Berk: "Resim Nedir I, II" (Sayı: 4, 5)", "İ. Galip Arcan: "Tiyatro ve Aktör Nasıl Doğdu?", (Sayı: 14)", "Fikret Adil Kamertan: "Şar-lo ve Son Filmi" (Sayı: 1)", "Zühtü Müridoğlu: "Hadi ve Adana Abidesi (Heykelle ilgili yazı)", (Sayı: 10)", "Ce-vat Memduh Altar: "Müzikte Madde ve Problemi I, II", (Sayı: 5, 6)".

     

    Daha önce de değindiğimiz gibi, dergi edebiyat ağırlıklıdır. Ağaç, özellikle şiir bakımından oldukça zengin bir muhtevaya sahiptir. Pek çoğu Cumhuriyet döneminin önemli şairi olacak olan şu isimler derginin şair kadrosunu oluşturmuşlardır: Başta Necip Fazıl'ın kendisi olmak üzere, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, Ahmet Hamdi Tanpmar derginin şairleridirler. Ahmet Hamdi Tanpınar ayrıca dergide hikâye de yayımlamıştır. Tanpınar dışında dergide hikâyesi yayımlanan isimler arasında Sabahattin Ali, Samet Ağaoğlu ve Sait Faik de yer alır. Necip Fazıl, dergide yayımlanan bazı yazı ve şiirlere takriz yazmıştır. Meselâ, Sabahattin Ali'nin "Kafa Kâğıdı" adlı hikâyesi için şairin yazdığı takriz şöyledir:

    "Bugün, Türk hikâyesi diye bir şey var mıdır? Bu sorgu edebe aykırı görünmesin, var mıdır? Her gün Sirkeci garına giren trenlerin getirdikleri en pespaye Fransız gazetelerinden en pespaye şartlar altında hırsızlanan ve altına iki isim, bir de soyadı hâlinde üç Türk ismi atılan bir gündelik gazete hikâyesi ve hikâyeciliği vardır. Bundan başka yerli ve bir yazıcının yazdığı, yerli bir sanat kıymetini, yerli bir realite görüşünü, yerli bir ruh haletini arz eden bir hikâye var mıdır? İlk gençliklerinde hikaye yazmış ve artık yazmaz olmuş bir iki kişi bir tarafa, bugün bu vasıfları taşıyan tek bir hikayeci faaliyette değildir. Bu hikâyeyi okuyunuz. Bakalım onda Anadoluya ait nasıl bir ruh haleti ve nasıl bir perspektif görceksiniz."

     

    Asaf Halet Çelebi, Ağaç'ta Mevlânâ'dan tercüme ettiği rubaileri yayımlamıştır. Bunun dışında, uzun bir süre tefrika edilen François Mauriac'in yazdığı ve Burhan Toprak'ın tercüme ettiği altı sayı boyunca devam eden "Roman" başlıklı yazı Ağaç'ın en önemli yazılarından biridir. Yine Salih Zeki Aktay'ın yazdığı ve sekiz sayı devam eden "Klasizma ve Klasikler" başlıklı yazı da son derece önemli bir incelemedir.

     

    Mustafa Şekip Tunç ve Suut Kemal Yetkin gibi hem felsefeci hem de sanat tarihçisi olan isimler de dergiye sanat-edebiyat teorisi ağırlıklı önemli yazılar yazmışlardır. Bu yazılardan bazıları şunlardır: Mustafa Şekip Tunç: "Sanat Dünyası" (Sayı: 1)", "Şiir ve Fikir" (Sayı: 4), "Şiirin Macerası" (Sayı: 7). Suut Kemal Yetkin: "Kendine Yeten Sanat" (Sayı: 4), "Mev'ut Edebiyat" (Sayı: 5), " Pascal ve Yaratıcı Endişe" (Sayı: 10).

     

    Dergide edebiyat dışında fikir yazıları da geniş yer tutar. Bu yazılarda genellikle devrin Türk kültür hayatındaki buhranlar ve problemler konusunda yazılmış eleştiri ağırlıklı düşünceler dile getirilmiştir. Sadece Türk kültür hayatındaki aksaklılar değil, yer yer o dönemin insanlığı tehdit eden bütün buhranları konusunda eleştirici ve tahlil edici yazılar derginin hemen her sayısında yerini almıştır.

     

    Ağaç dergisinin her sayısının son sayfası "Aktüalite" başlığını taşır ve bu başlık altında Türkiye'deki ve dünyadaki dikkate değer güncel olaylar değerlendirilir. Sadece güncel olaylar değil, o sıralarda yeni yayımlanan bir kitap, açılan bir sanatsal sergi, gösterimde olan bir sinema filmi, yeni yayımlanan bir mecmua, gündem oluşturan tartışmalar gibi hemen her türlü güncel fenomen kısa kısa yorumlarla değerlendirilir. Bazen de "Aktüalite" sayfasında mizaha yer verilir. Haftanın dedikodusu veya tartışması mizahî bir dille ele alınır. Haftalık dergilerden seçilen bazı karikatürler de bu sayfada zaman zaman yerini alır.

     

    Derginin son sayısında devamının gelecek sayıda yayımlanacağı duyurulan fakat dergi artık kapandığı için yarım kalan yazılar vardır. Bunlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Geçmiş Zaman Elbiseleri" adlı hikâyesi, diğeri de Cevdet Kudret Solok'un dergide tefrika edilen "Yaşayan Ölüler" adlı tiyatro eseridir. Ayrıca derginin sekizinci sayısında başlayan Georges Cattaui'nun yazdığı ve Selmin Tevfik Siber'in tercüme ettiği "Proust Dostluğu" adlı yazı, sekiz sayı devam ediyor. Derginin on beşinci sayısında bu yazı bitirilmiş. Oysa yazının sonunda yer alan "Yürüyor" şeklindeki ifadeden söz konusu yazının devam edeceği anlamı çıkıyor. Fakat yazı derginin son iki sayısı olan on altıncı ve on yedinci sayılarda yer almıyor. Dolayısıyla "Proust Dostluğu" adlı yazı da dergide yarım kalan yazılardandır.


  13. Ağaç Dergisinde Kimler Vardı

     

    17 sayılık küçük bir koleksiyon olmasına rağmen Ağaç dergisinde çok zengin bir sanatçı kadrosu vardır. İlk sayıdan başlayarak son sayıya kadar dergide yer alan isimleri sıralamak bu konuda kafi derecede fikir verebilir.

     

     

    Birinci Sayı (14 Mart 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Mustafa Şekip Tunç, Abdülhak Şinasi Hisar, Burhan Toprak, François Mauriac, Fikret Adil Kamertan, Sabahattin Ali.

     

    İkinci Sayı (21 Mart 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Burhan Toprak, Suut Kemal Yetkin, François Mauriac, Sabahattin Rahmi Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik Adalı (Abasıyanık), Ahmet Muhip Dranas.

     

    Üçüncü Sayı (28 Mart 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Sabahattin Rahmi Eyüboğlu. Abdülhak Şinasi Hisar, İ. Galip Arcan, François Mauriac, Nurullah Cemal Berk, Nurettin Artam, Sait Faik Adalı (Abasıyanık), Feridun Fazıl Tülbentçi.

     

    Dördüncü Sayı (4 Nisan 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Suut Kemal Yetkin, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Kutsi Tecer, François Mauriac, Nurullah Cemal Berk, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Faik Adalı (Abasıyanık), Hıfzı Şevket Rado.

     

    Beşinci Sayı (11 Nisan 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Falih Rıfkı Atay, Suut Kemal Yetkin, Abdülhak Şinasi Hisar, Cevat Memduh Altar, François Mauriac, Nurullah Cemal Berk, Ziya Osman Saba, Samet Ağaoğlu, Fuat Ömer Keskinoğlu, Fikret Adil.

     

    Altıncı Sayı (18 Nisan 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhak Şinasi Hisar, İ. Galip Arcan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cevat Memduh Altar, François Mauriac, Nurullah Cemal Berk, Ömer Bedrettin Gökbelen, Fikret Adil.

     

    Yedinci Sayı (16 Mayıs 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, İ. Galip Arcan, Ahmet Muhip Dranas, Abdülhak Şinasi Hisar, Burhan Toprak, Andre Suares, Cevdet Kudret Solok, Sait Faik Abasıyanık.

     

    Sekizinci Sayı (23 Mayıs 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, İ. Galip Arcan, Abdülhak Şinasi Hisar, Nurettin Şazi Kösemihal, Cahit Sıtkı Tarancı, Georges Cattani, Andree Babellon, Miraç Katırcıoğlu, Cevdet Kudret Solok, Sait Faik Abasıyanık, Fuat Ömer Keskinoğlu.

     

    Dokuzuncu Sayı (30 Mayıs 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Muhip Dranas, İ. Galip Arcan, Georges Cattani, Andre Babellon, Miraç Katırcıoğlu, Cevdet Kudret Solok, Fikret Adil.

     

    Onuncu Sayı (6 Haziran 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Suut Kemal Yetkin, Asaf Halet Çelebi, Salih Zeki Aktay, Zühtü Müridoğlu, Georges Cattaui, Andre Babellon, Miraç Katırcıoğlu, Cevdet Kudret Solok. Fikret Adil.

     

    On Birinci Sayı (13 Haziran 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İ. Galip Arcan, Salih Zeki Aktay, Asaf Halet Çelebi, Georges Cattaui, Andre Babellon, Miraç Katırcıoğlu, Cevdet Kudret Solok, Fikret Adil, Ahmet Muhip Dranas.

     

    On îkinci Sayı (20 Haziran 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhak Şinasi Hisar, Feridun Fazıl Tülbentçi, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Asaf Halet Çelebi, Georges Cattaui, Andre Babellon, Salih Zeki Aktay, Cevdet Kudret Solok, Ayetullah Sümer, Miraç Katırcıoğlu, Şerif Hulusi Sayman.

     

    On Üçüncü Sayı (27 Haziran 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhak Şinasi Hisar, Suut Kemal Yetkin. Ahmet Muhip Dranas, Asaf Halet Çelebi, Georges Cattaui, Andre Babellon, Salih Zeki Aktay, Cevdet Kudret Solok, Zühtü Müridoğlu, Samih Nafiz Tansu, Şerif Hulusi Sayman.

     

    On Dördüncü Sayı (4 temmuz 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhak Şinasi Hisar, Ziya Osman Saba, İ. Galip Arcan, Miraç Katırcıoğlu, Asaf Halet Çelebi, Georges Cattaui, Andre Babellon, Salih Zeki Aktay, Cevdet Kudret Solok, Fikret Adil, Cahit Sıtkı Tarancı.

     

    On Beşinci Sayı (18 Temmuz 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Suut Kemal Yetkin, Cahit Sıtkı Tarancı, Mahmut Ragıp Kösemihal, Asaf Halet Çelebi, Georges Cattaui, Grilparzer, Salih Zeki Aktay, Cevdet Kudret Solok, Ahmet Hamdi Tanpmar, İsmail Safa Esgin.

     

    On Altıncı Sayı (25 Temmuz 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Suut Kemal Yetkin, Ahmet Hamdi Tanpmar, Asaf Halet Çelebi, Grilparzer, Salih Zeki Aktay, Cevdet Kudret Solok, Miraç Katırcıoğlu, Zahir Sıtkı Güvemli.

     

    On Yedinci Sayı (29 Ağustos 1936): Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Grilparzer, Asaf Halet Çelebi, Salih Zeki Aktay, Cevdet Kudret Solok.

     

    Bu belirgin isimlerden başka dergide yer alan bazı isimler kısaltma şeklinde verilmiş. Kısaltmalardan bazılarının hangi şahsa ait olduğu ilk harflerden anlaşılmaktadır. Mesela, "N.F.K." kısaltmasının Necip Fazıl'ı gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu manada dergi boyunca geçen kısaltmalar şunlardır: "N.F.K.", "B.T.", "S.A.", "N.C.B.", "A.H.İ.", "S.", "FA.", "C.S.T.", "Ş.H.S.", "Z.F.F.", "C.T." Bu kısaltmalardan "S.A."nın Samet Ağaoğlu, "FA."nm Fikret Adil, "C.S.T."nin Cahit Sıtkı Tarancı,"Ş.H.S"nin Şerif Hulusi Sayman, "Z.F.F"nin ise Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu oldukları anlaşılmaktadır. Diğer kısaltmaların kime ait oldukları konusunda dergide açık bir bilgi yer almamaktadır.

     

    Ağaç dergisinin dış kapağında, "Alfabe Sırasıyla Yazıcılar" şeklinde bir liste yer almaktadır. Adı bu listede yer aldığı hâlde dergide hiç yazmayan şu isimlere de değinmek gerekir: Peyami Safa, Ertuğrul Muhsin, Hilmi Ziya Ülken, Nasuhi Baydar, Hasan Ali Yücel, Nahit Sırrı Örik, Kenan Hulusi Koray, Mehmet Karasan, Sabri Esat Siyavuş-gil, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Zeki Faik İzer, Mustafa Nihat Özön.


  14. Turan Karataş, Üstad'ın tiyatrolarına değindiği bir yazısında Üstad'ın bu piyesine ve diğer bazı piyeslerine dair yapılmış hataları da bildiriyor:

     

    "Aziz Çalışlar Tiyatro Ansiklopedisi'nde (Kültür Bakanlığı Y., Ank. 1995) Sabır Taşı'nın adını Satırbaşı olarak yazmıştır. (s.363) Başka bir kaynakta olsa önemsemez ya da yazım hatası der geçerdik, Tiyatro Ansiklopedisi olunca durum değişiyor. Dahası Tohum, Künye, Abdülhamit Han, Mukaddes Emanet'in yayım tarihleri aynı kaynakta yanlış yazılmış; Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih'inki ise belirtilmemiştir."

     

    (Turan Karataş - Necip Fazıl'ın Tiyatroları - Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - Necip Fazıl Kısakürek s.238)

    • Like 1

  15. Üstad'ın Aynadaki Yalan romanındaki mekânlardan biri olan köyün mahiyetini Kamil Eşfak Berki şu şekilde açıklıyor:

     

    "Çocukluğunda Çanakkale Savaşı'nda İstanbul'un düşmesi tehlikesi karşısında ailece 1 yıl kaldıkları Aydınlık Köyü'nü (Tuzlaya bağlıdır) bir fon olarak yerleştirdiği bu romanda köylü kızı Hatçe'de Necip Fazıl kesin bir tipleme başarısı göstermiştir."

     

    (Kamil Eşfak Berki - Türk Hikayesinde Necip Fazıl Kısakürek'in Yeri - Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - Necip Fazıl Kısakürek s.193)


  16. Necip Fazıl'la yapılmış bir mülakattan (Çebi, 1987: 93) anlıyoruz ki, kısa hecelerle yazılmış şiirlerindeki ses düzensizliklerini gidermek, şiire estetik bir değer kazandırmak daima gayesi olmuş ve bunu hayatının sonuna kadar devam ettirmiştir.

    Şiirinde fikrî bir bütünlük sağlamak için değişiklik yapan şâir, onda estetik yapıyı oluşturacak özelliklere önem vermiş; ses ve şekil bakımından kusursuzluğun gerekli olduğunu, şiirlerinin her baskısında yaptığı değişmelerle göstermiştir.

    Sonuç olarak, bütün bu değişikliklerin fikrî ve estetik sebeplerini, kısaca şu şekilde maddeleştirebiliriz:

     

    1. Necip Fazıl, fikir yönünden zayıf bulduğu şiirlerini büyük ölçüde değiştirmiş veya atmıştır.

    2. İlk şiirleriyle son şiirleri arasında fikrî bir bütünlük ve uyum sağlamıştır.

    3. Şiirde bulunan insan, eşya ve mekân tasvirlerini, değişikliklerle daha canlı ve çarpıcı hâle getirmiştir.

    4. Az sözle çok şey anlatmak isteyen şâir, mânâsı daha kapsamlı olan kelimeleri seçmiştir.

    5. Konu bütünlüğünü sağlamak için, bazı mısraları atmış, yeni mısralar ilâve etmiştir.

    6. Bir şiirde bulunan ve aynı fikrî ihtiva eden mısra, beyit, kıta ve bölümleri atarak şiiri gereksiz tekrarlardan kurtarmıştır.

    7. Şiirde ses ve âhenge önem veren Necip Fazıl, kelimelerin sesiyle metnin mânâsı arasında ilgi kurmak istemiştir.

    8. Kapalı hecelerdeki ses zenginliğinden istifade etmiştir.

    9. Bazı mısralardaki hece eksikliğinden dolayı meydana gelen bozukluğu gidermek için, mısra değişiklikleri yapmıştır.

    10. Şiir dilinin en uygun ifâdesine ulaşmıştır.

    11. En iyi ve en mükemmele ulaşmak istemiştir.

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - s.91)

     

    (Üstad'ın bu husustaki bir nüktesi için tıklayınız. )


  17. Aşağıdaki yazı, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayımlanan Necip Fazıl Kısakürek kitabında Orhan Okay tarafından kaleme alınan Necip Fazıl Şiiri ve Poetikası isimli incelemeden iktibas edilmiştir. Üstad'ın şairlik cephesi, hece ölçüsü çerçevesinde hayat bulmuştur. Şiire adım attığı ilk dönemlerinde aruz ölçüsüyle yazdığı bazı şiirler dışında, Üstad'ın o dönemde serbest vezini de yokladığı, bu vezinde bir şiir yazdığını aşağıdaki iktibastan öğreniyoruz. (Üstad'ın şiir tarzına dair bir açıklama için tıklayınız)

     

     

    Burada bir parantez açarak serbest vezine ilgi göstermeyen Necip Fazıl'ın yine bu ilk yıllardaki farklı bir denemesine de işaret etmek gerekir. Millî Mecmua'da 1924 yılında yayımlanan "Rüzgârda Sesler" başlıklı şiiri, Necip Fazıl'ın o güne kadar yazdıkları ve daha sonra yazacakları bütün şiirleri arasında gerek şekil/yapı ve ses gerekse muhteva bakımından şaşırtıcı bir değişiklik göstermektedir. Şiirin bıraktığı izlenim, o yıllarda serbest veznin dikkatleri üzerine çeken örneklerini vermiş olan Nazım Hikmet'in denemelerini hatırlatmaktadır. Aynı nesilden, hatta Bahriye Mektebi'nden arkadaş olmakla beraber, birbirine zıt dünya görüşlerine sahip olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl'ın zaman zaman aynı dergilerde ve aynı yazar meclislerinde bir araya gelmiş olduğu, kendilerine has nükte ve hicivlerle birbirlerine takıldıkları bilinmektedir. Nazım Hikmet'in şahsiyeti hakkında "sanatta üstün politikacıya misal", "fikir namusu adına inandığı bâtıl'ın sonuna kadar fedaisi kalmış" diyen Necip Fazıl, şiiri için de "bir beyanname çığlığı", "şiir nefesi olarak gür bir bünye", "bir tebliğci fakat usta" gibi değer yargılarında bulunur. Bu açıdan bakıldığında, yazılış hikâyesini bilmediğimiz "Rüzgârda Sesler" şiiri, tek örnek olarak kalmış olduğuna göre, Nazım tarzı bir şiir yazabilme şeklinde, muhtemelen bir meydan okumanın ürünü olarak düşünülebilir (1). Necip Fazıl'ın hiçbir şiir kitabına almadığı 81 mısralık bu uzunca şiirin ilk iki kıtası şöyledir:

     

    Rüzgârda Sesler

    Hancı, hancı!

    Bekliyor

    Kapıda bir yabancı,

    Yüzü bakır rengi, dudakları mor,

    Bekliyor.

    Kapıda bir yabancı,

    Yüreğinde sancı,

    Hancı, hancı!

    Hancı bak!

    Birden salınarak

    O yolcu,

    İşte vurdu dizini,

    Yoldaki son izini

    Örttü avucu.

    Dudaklarının ucu

    Güldü.

    Hancı bak!

    Birden salınarak

    Bir ip gibi döküldü

    O yolcu.

     

    Aruzdan heceye geçişin bu bocalama döneminde, Necip Fazıl'ın şiirinin önemli bir yeri vardır. Onun daha ilk şiirlerinde hece veznine tasarrufu, o yılların tenkitçilerinin gözünden kaçmamıştır. Adetâ kurallaşmış, bir alışkanlık ve çağrışım mekanizması hâline gelmiş kafiyelerin yerine, beklenmeyen ve şaşırtıcı cinsten bir kafiye, yine alışılmış aliterasyonların dışındaki ses ustalığı, imaj ve temalarda bir ruh dünyası zenginliği tenkit yazarlarını olduğu kadar dönemin şöhret yapmış şairlerinin de dikkatlerini çekmiştir (2).

     

    (1)Gençlik yıllarında Necip Fazıl'ın bu tarz davranışları olduğu kanaatindeyim. Nitekim Meş'um Yakut(1928) adlı ilk romanını yazmasında da aynı yıllarda polisiye polisiye romanlar yazan Server Bedi'ye (Peyami Safa) bir meydan okuma tavrı düşünülebilir. "Rüzgarda Sesler" şirii gibi Meş'um Yakut da yakın yıllara kadar Necip Fazıl hakkındaki hemen hiçbir yayında yer almadığı gibi, genel ve özel kitaplıkların da pek azında bulunmaktadır, kendisi de bundan hiç bahstmediğine göre muhtemelen unutulmasını istemiş olmalıdır. (Meş'um Yakut'un son bölümünü okumak için tıklayınız)

     

    (2) Necip Fazıl'ın ilk üç şiir kitabı özellikle de Örümcek Ağı ve Kaldırımlar'ın yayımlanması münasebetiyle Salih Zeki Aktay, Abdullah Cevdet, Peyami Safa, Nahit Sırrı Örik, Reşat Nuri Güntekin, Mustafa Şekip Tunç, Ziya Osman Saba, Nurullah Ataç, Hüseyin Cahit Yalçın, Vasfi Mahir Kocatürk'ün makalelerinin ve Necip Fazıl hakkında yazılmış diğer pek çok yazının derlendiği iki antoloji için bkz. Osman Selim Kocahanoğlu, Türk edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek (İst, 1983); Bekir Oğuzbaşaran, Necip Fazıl'ın Şiiri (İst, 1983)

     

     

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - s.58-59)

×
×
  • Create New...