Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Osmanlı'nın en önem verdiği en gizli tutup küçük bir çocuk gibi üzerine titrediği "HAREM" gerçeğinin batılılar özellikle içimizdeki batılılar yüzünden nasıl çarptırıldığını, olmayan olayları olmuş gibi yansıtıp konuyu farklı alanlara çekmek istediklerini hepimiz biliyoruz. Üstad bu şiirde ana temayı İstanbul olarak almış olsa da tarihsel bir doku içinde ele alır İstanbul'u... İşte "HAREM" yansıtması da o dokulardan biridir. O zamanlarda bile bu çarpıtılmanın farkında olan Üstad bu şiirinde ona değinmeden edemez ve der ki;

     

    Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.

     

    bence İstanbul'u sadece semt olarak görmek değildir önemli olan dili olmayan bir semtin yaşadıklarını, gördüklerini anlatan dil olmaktır önemli olan... Tıpkı Üstad'ın bu şiirinde yapıp İstanbul'u dile getirdiği gibi..

    Sayın f.yurduseven

    'Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayı'ndan' mısrasıyla ilgili söylediklerinizi iflah olmaz bir NFK hayranı olarak ilk defa okuyorum.Ben şimdiye kadar bu mısranın Topkapı Sarayı'nda boğularak öldürülen padişah adaylarına ya da katledilen hükümdarlara atıf olduğunu düşünüyordum.Ama siz, yanlış anlamadıysam, 'beni,Osmanlıyı yanlış tanıttırıyorlar' diyerek bu çığlığın sahibinin harem olduğundan bahsediyorsunuz.

     

    Üstad'ın, Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin isimli kitabında geçen bir bölüm, "Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından." mısraının anlaşılması için önümüze ışık tutuyor. İlgili kısım aşağıya iktibas edilmiştir:

     

     

    "Yirmi yaşlarında var, yoktum. Birkaç yıldır Beylerbeyinde oturuyorduk. Beylerbeyi ile Çengelköyü arasındaki iki yanı çınarlı Yalılar Boyu Caddesine bakınırdım. O zamanlar toprak, şimdi asfalt bu yolun üstünde, akşamları, Havuzbaşına kadar yürümek, oradan Çengelköyü istikametine sarkmak, iskeleyi geçip Kuleli'ye doğru uzanmak en büyük zevkimdi.

     

    Çengelköyü iskelesinden hafif bir yokuşla sahil yoluna çıkınca, sağda, dik bir geçidin ulaştırdığı sed üzerinde sık bir ağaçlık ve ortasına düşen, saray ufağı, yayvan, beyaz, ahşap bir köşk... Vahidüddin Efendi köşkü...

     

    Pancurları kapalı bu köşkde hiçbir hayat eseri yok... Şehzadeliğinde sahibi, son Osmanlı Padişahı Altıncı Mehmed Vahidüddin birkaç yıl evvel bir İngiliz harp gemisine atlayarak, Boğazın ve Marmaranın sulariyle beraber vatanını bırakıp gitmiştir. Artık o herkesin gözünde bir vatan haini...

     

    Vatan haini sanılan bu, 36 ncı ve sonuncu Osmanlı İmparatorunun şehzadelik köşküne her nazar atışımda, içime, akşamın alacalığiyle beraber ayrı bir loşluk çökerdi.

     

    O tarihten 30 küsur yıl sonra yazacağım «Canım İstanbul» şiirinden içime yerleşmeye başlayan ilk gölgeler:

     

    Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;

     

    Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...

     

    Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;

     

    Pırlantadan kubbeler, belld bir milyar kırat...

     

    Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

     

    Her nakışta o mâna: öleceğiz, ne çare?...

     

    Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

     

    Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet.

     

    Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;

     

    Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.

     

    Oynak sular yalının alt katına misafir;

     

    Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir-Ker

     

    akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,

     

    Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar.

     

    Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

     

    Cumbalı odalarda inletir «Kâtibim»!...

     

    Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!

     

    Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

     

    Eyüp  öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,

     

    Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.

     

    Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından;

     

    Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.

     

    Birkaç parçasını aldığımız bu şiir, olanca kâşaneleri ve harabeleri, şenlikleri ve matemleri, saadetleri ve belâlariyle, İstanbul'un, son Padişah Vahidüddin zamanında bağladığı son mânalardan örülüdür.

     

    Akşam üstü, Çengelköyü sırtlarından hayal meyal görünen Topkapı Sarayına uzanınız! Kulak kesilecek olursanız, Sarayın dar ve karanlık koridorlarında koşan ve rastgele kapıları yumruklayan Deli Mustafa'nın çığlıklarını duyarsınız:

     

    — Osman gel, Osman gel, beni bu saltanat yükünden kurtar!

     

    Hacı Bektaş-ı Velî'nin sırtını sıvazlayıp:

     

      — İsmin Yeniçeri olsun! Devlete mübarek ol!

     

    Dediği büyük idealin askeri döne dolaşa, Türklerin Padişahı ve müslümanların Halifesi Genç Osman'ı, uyuz bir at sırtında, hamam oğlanları gibi baldırlarını çimdikleye çimdikleye Yedikule surlarına götürecek, hayalarını sıkarak bayıltacak ve narin boynundan iple boğacak kadar alçalmıştır."


  2. Beşir Ayvazoğlu - Güller Kitabı

     

    Yazarın sahaflar çarşısında kitap peşinde koşarken çiçekler üzerine yazılmış bir şiir kitabının tesadüfen gözüne çarpması ile başlayan bir merakın akabinde ilhama gark olarak çiçek kültürümüz üzerine kaleme aldığı bir kitap. Medeniyetimizde her estetik unsurun sanat haline getirilmesi, görünüşüyle ve kokusuyla tam bir zarafet abidesi olan çiçeklerin de sadece bahçelerde kalmayıp başta edebiyatımız olmak üzere diğer sahalarda da kendine yer bulması, yazar tarafından incelikle ele alınmış. Yazar, bilhassa çiçeğin edebiyatımızdaki yerini, edebî türleri ve tarih safhalarını da kendi aralarında tasnif ederek sunuyor. Kitaptaki Müslüman Bahçeleri isimli kısımda, bir zamanların huzur ve sükûnet yeri olan evlerin bahçeleriyle de o muhteşem medeniyeti nasıl yansıttığını görüyor ve o bahçeli evlere, bahçesiyle ayrı bir âlem olan o evlere burnumuzun direği sızlayarak muhayyilemizdeki tasavvuru da de katarak hasret duyuyoruz. İslam ile ruhu mâmur olan insanların medeniyetinde çiçek çok önemli bir yere sahip. Ruhlarındaki zarafeti latif bahçeler kurarak ortaya çıkaran o güzide insanların torunları olarak, tabiatın ruh dinlendiren, ruha enerji ve sükunet aşılayan o manevî zenginliğini, ruhsuz kaskatı beton evlere nasıl da feda ettiğimizi bu kitap ile daha da iyi anlıyoruz. İslam giderken (yahut zorla gönderilirken), ona bağlı olan her güzellik de onunla birlikte çekip gidiyor...


  3. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin torunlarından olan, Türk Edebiyatı Vakfı ve Dergisi'nde görevlerde bulunmuş Belkıs İbrahimhakkıoğlu'ndan Üstad'la ilgili bir hatıra. Kendisiyle yapılan bir röportajın içinde geçen hatırayı buraya iktibas ederken, röportajın tamamını okumak isteyenler için de ilgili linki en aşağıya ekliyorum:

     

    Allah gani gani rahmet eylesin Necip Fazıl’a. Bir gün Ahmet (Kabaklı) Hoca beni ve Ayla (Ağabegüm) Ablayı Necip Fazıl Kısakürek’le röportaja yolladı. Bizde de teknik malzemeler eksik tabii. Ben Almanya’dan bir teyp getirmişim, onu aldık. Sonra bir yerden de pil aldık. Neyse gittik, biraz da geç kaldık tabii. Röportaja başladık, üstad uzun uzun konuştu. Röportaj bitti. Eve geldik, bir baktık ki meğer kaydetmemişiz konuşmayı. Eyvah, oturdum saatlerce ağladım. Ne yapalım ne edelim. Ahmet Hocaya durumu anlattık. O da, çok üzüldüğümüzü görünce, “aklınızda kaldığı kadarıyla yazın yayınlayalım” dedi. Yayınladık ama o kadar uyduruktu ki, düşünün Necip Fazıl o kadar konuşmuş, siz iki genç, aklınızda kalanları yazıyorsunuz. Neyse, Necip Fazıl aradı vakfı, telefonu kaldırdım. “Siz” dedi, “ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Zaten gelişiniz rezillikti, şimdi de yayınladığınız şeye bakın.” 

     

    O kadar dolmuştum ki, “valla hocam siz bana ne kadar kızsanız da dün benim yaşadığım üzüntünün binde biri kadar üzemezsiniz beni” dedim. Necip Fazıl’ın sesi yumuşadı, “evladım” dedi, “niye bu kadar üzdün kendini, telafisi olmayan bir şey mi sanki.” İnanın şaşkınlıktan donup kaldım, ne diyeceğimi bilemedim o merhametli ses karşısında.. Zaten 1 hafta sonra da üstad vefat etti.

     

    Ne kadar öfkeli gözükseler de riyasız, duru dupduru insanlardı onlar.

     

     

    *Kaynak: http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4537


  4. Devlet Tiyatrosu bunu oynayamaz

    Devlet Tiyatroları ya da Şehir Tiyatrosu yerli, İslam medeniyeti ile barışık eserlere kapısını açmama konusunda HSYK'dan daha inatçı!

     

    Sultan Abdülhamid Han

     

    Size bir oyundan bahsetmek istiyorum: Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in II. Abdülhamit Han’ın hayatının son yıllarını yansıtan 53 sayfalık eserden. Üç perde ve dokuz tablodan meydana gelen eserin her perdesi üçer tablodur. Birinci perde 17, ikinci perde 20, üçüncü perde ise 14 sayfadan oluşur. Eserin ismi kahramanı ile aynı ismi taşıyor: “Sultan Abdülhamid Han”

     

    Bu oyun, küreselleşen ve küçülen günümüz dünyasında, “kişilerin kendi kişilikleri ekseninde bir yaşam sürmeleri, birçok şeyi görmezden gelmeleri ve hayatı bayağılaştırmaları” salgınlarının sürdüğü günümüzde mutlaka sahnelenmeli diye düşünüyorum.

     

    Büyük cihad!

     

    Üstadın son dönemdeki (1960 sonrası) eserlerinde üzerinde durduğu ve “Büyük Cihad” olarak adlandırdığı bir kavram var. Bu, kişisel ve milli ölçekte idrak edilmesinin gereğine inandığı bir değerler bütünüdür aslında.

     

    Bu eseriyle üstad, bir devre imzasını atmış, devrinde bütün dünyanın takip ettiği, eleştirdiği yahut övdüğü bir padişahın, kendisi ve dünya ile olan çatışmalarını sahneye yansıtmış. Bir başka deyişle bu oyun Abdülhamid Han’ın “Büyük Cihad”ını yansıtıyor.

     

    “Künye”de açıklaması yapıldı

     

    Üstad, “Künye” ismini verdiği oyununda “Büyük Cihad”ı açıklıyor: “Dinimizde ‘büyük cihat’ diye bir tabir var, bilirsiniz. Büyük cihat, milyonlarca insanın bir o kadar insanla kavgası değildir. Tek kişinin öz nefsiyle cengidir.”

     

    Keşke bu oyunu şehir ve devlet tiyatrolarımızda izleyebilsek.

     

     

    Cüneyt Çelik temennide bulundu

    *Kaynak: http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4519


  5. Bu konuya mesaj yazdığım demlerde, Kadir Mısıroğlu'nun sadece Üstad'a dair yazdığı kitabı okumuştum. Kendisi hakkında hiç bir fikrim, tarih sahasında sedrettiği tahlilleri, tenkidleri, mülahazaları, muhaseberine dair de hiç bir bilgim yoktu. Üstad'a dair yazdığı kitabı okuyunca kendisi hakkında tamamen menfi bir bakış açısı oluşmuştu bende. TvNet'te yapmış olduğu sohbetleri son 4-5 aydır dinliyorum (sohbet arşivine sitesinden ulaşmak da mümkün) ve dinledikçe kendisine karşı %100 menfi olan bakışım eriyor. Neden? Kendisi öncelikle aynen Üstad gibi, Müslüman Türk milletini mahv-u perişan eden, öz kimliğinden koparan, ruh kökünü kurutma gayesi güden inkılapları, icraatleri ve bunların faillerini hakikat ölçüsüne göre tahlil ve tenkid edebiliyor. Bunu yaparken de karşı cenahın kaleminden çıkmış olan kaynakları çok akıllıca kullanıyor. Mesela bir Rıza Nur'u, Falih Rıfkı Atay'ı, Şevket Süreyya Aydemir'i, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu kaynak göstererek devrimbaz kodamanların faaliyetlerini direkt onların müşahedesi ile sunuyor ve karşı cenahın anlatılanlar karşısında, ‘sen yalan söylüyorsun, kaynağın nedir, o kaynak gericilerin kaynağıdır, biz onlara inanmayız’ tarzı itirazları tamamen bertaraf etmiş oluyor. Tabi şu önemli bir noktadır ki, şuurlu Müslümanlar’ın gayri İslami her noktayı tenkid etmelerine karşılık, bu tür gayri İslami meseleleri büyük bir zevkle, şevkle, çağdaşlık olarak görüp anlatan bir güruh yazarımız var. Gayri İslamilik noktasından bu güruha dahil olduğu halde yapılan cinayetlerin, şecaatlerin, hıyanetlerin karşısında nutku tutulan ve hadiseleri anlatırken övmek yerine tenkid eden kalemler de yok değil (başta Rıza Nur)

     

    Kadir Mısıroğlu'nun tarihçilik sahasında yer aldığı önemli basamağı işaret etmeden geçemeyeceğim, tarih sahasındaki tahlillerinden mürekkep sohbetlerini dinlemeye değer buluyorum. En son sohbetinde işlediği konu olan Osmanlıcanın kaldırılıp Latin alfabesine geçişimizin sebep olduğu inkırazlara dair anlattıkları bir hayli güzel, faydalı. Kendisinin İslam davasına hizmet hususundaki samimiyetinden doğrusu bir şüphe duymuyorum.

     

    Ek olarak şunu söylemeliyim ki, Mısıroğlu'nun, Üstad hakkında yaptığı tenkidlerin bir kısmının doğru olabileceğini düşünmeye başladım. Mısıroğlu, o tenkidlerde tamamen haksız değilmiş diye düşünüyorum tarih araştırmalarımdan sonra. Tarih çok hassas bir saha olduğundan, Üstadın tarih hususunda değindiği meseleleri arşiv ışığında araştırma yapan tarihçilerin kitaplarından da okumak lazım. Padişahların içki içmesi, bazı padişahların değerlendirilmesi harem, padişah eşleri ve anneleri, kardeş katli gibi meseleleri anlatırken Üstad'ın bazı hatalı kaynakları almış olabileceğini düşünüyorum. Bu meselelerin başka tarih kitaplarıyla birlikte mukayeseli olarak okunması daha iyi olacaktır.


  6. Mevzuu ile alakalı olarak, 9 sene evvel okuduğum Mina Urgan'ın Bir Dinozorun Anıları kitabında geçen bir sözünü nakletmek istiyorum (ateşi bol olsun, kendisini sevmiyoruz ama bu husustaki söz güzel smile.gif )

    Diyor ki Urgan: Bir karpuz -veya kavun, tam hatırlayamıyorum- aldınız, eve getirdiniz, kestiniz, baktınız ki kelek çıktı, yer misiniz onu, tabi ki yemezsiniz, kitap da böyledir, baktınız ki kelek çıktı, okumaya devam etmeyeceksiniz.

     

    Kelimesi kelimesine hatırlayamasam da bu mealde bir sözdü. Gayet hoşuma giden ve mantıklı bulduğum bu söz üzerine; başladığım bir kitabı muhakkak bitirme takıntısından vaz geçmiş, fikrî faydası ve edebî zevki gayri kabil kitapları yani kelek çıkan kitapları ruhuma yedirmemem gerektiğinin farkına varmıştım. Hakikat şu ki, kitap okuma hususunda istikamet gösteren, yol aydınlatan, elimden tutan olmadığı için; başladığım kitabı da bitirmem gerektiği, bitirmezsem kitaba haksızlık olacakmış gibi lüzumsuz bir duygusallıkla kitaba baktığım için, zaman kaybettirmekten başka işe yaramayan, yanlış fikre sürükleyici, bakış açısını yamultucu, kavram kargaşasından müteşekkil bir bataklığa itici bir çok lüzumsuz kitabı okumayı bu söz üzerine terk etmişimdir.

     

    Henüz fikriyatın tam olarak yerleşmediği, kitabiyat dünyasında menfi ve müspet ölçünün yapılamadığı bir yaş devrinde, her kitabın okunmaması gerektiği, bilhassa da kelek çıkan kitapların sonuna kadar götürülmemesinin elzemliği ya bir rehber eşliğinde yahut da kitapta geçen yol gösterici bir ifade sayesinde anlaşılıyor. İnsan belli bir merhaleyi aştıktan sonra zaten bunun ayrımını yapabiliyor. Ama maalesef ki yaşı epey ilerlediği halde bu merhaleyi aşamayıp da vaktini kelek kitap okumakla geçirenler de yok değil.


  7.  Acının estetiğini derinden derine yansıtan bir yazı. Acı yerine kullanmayı sevdiğim kelimeyle söyleyecek olursam, ızdırabın estetiği. Psikobiyografileri, ızdırap kolleksiyoncusu olmanın dayanılır ağırlığı ile yüklü olan insanların kudreti haiz nâzenin bir ruh hâliyle ızdıraplarını kağıda döktüklerinde ortaya çıkan ahval bence tam olarak bu: ızdırabın estetiği. Çekilen ızdırabı dahi estetikle yoğurabilen hâlet-i ruhiyeler, hep Üstad'ı hatırlatır bana. Üstad'ın kasvet denizlerinde boğulduğu, ızdırap çöllerinde kavrulduğu, hafakanlar gecesinde karanlıklara gömüldüğü her dem, aynı zamanda estetik zemininde birbirinden güzel fidanların boy verdiği ânlardır. Bir Kaldırımlar şiiri de ızdırabın en üst perdeden estetiği; Aynadaki Yalan'ın kahramanı Naci'nin ruhunu kavuran yangınlar, ızdırabın estetik hâli değil midir?

     

    Izdırabın hem estetik hem ahlak buudunda en muhteşem, en narin, en zerrin, en nermin çerçevede sunuluşu da gene Aynadaki Yalan'da geçen tasavvuf kahramanlarından birisinin sözü olsa gerek:

    — Yaş odunlar gibi haykıra haykıra yanma!.. Kuru odunların eriyişine denk, tatlı ve sessiz kavrul!..

     

    Ahmet Haşim'in dilimize hediye ettiği estetik hazzı büyük ifadelerden biri olan 'gâm-ı nermin'de de bu ruh halinin gülü yolunmuş, bülbülü öldürülmüş bir medeniyette, mimsiz bir medeniyette her türlü ruhî, ahlakî estetikten bizleri mahrum bırakanlara inat, ızdırabını estetik çerçevede yaşayan insanların bulunduğunu görmenin verdiği neşve de ayrı bir güzel. Billûr bir kaseden, katıksız limon suyunu yüzünü ekşitmeden yudumlayanlara selâm olsun. 


  8. Zaman Gazetesi'nin Kitap Zamanı ekinde yer alan aşağıdaki yazı, ekin çocuklara uygun kitapları tavsiye etme ve onlara kitap okuma hususunda rehberlik yapma çerçevesinde şekillendirilen çocuk bölümünde karşımıza çıkıyor. Edebiyatın her sahasında verilen eserleri ve o sahanın yazarlarını ayrı başlıklar altında inceleyen ek, artık neşriyat yelpazemizde önemli bir yer tutan  çocuk edebiyatını es geçmemiş ve  bu konularda kaleme alınan kitaları ayrı bir başlık altında tanıtmayı  uygun görerek isabetli bir yayın düzeni kurmuş.

     

    Bu bölümde bizi ilgilendiren kısım ise, yazıda çocuk kitapları kategorisinde neşriyat yapan Gonca yayınlarından çıkan Üstad'la ilgili bir kitabın tanıtılması. Gonca ismiyle aylık olarak çıkan ve Gonca yayınlarına bağlı olan bir çocuk dergisi de vardır ve hem dergi hem yayınevi olarak çocuk ruhunu yoğurmada kullanılan önemli araçlardan olan kitap ve dergiyi milli-manevi değerlerimiz etrafında inşa eden bu yayınevinin çocuklara Üstad'ı tanıtmak amacıyla böyle bir kitap düşünmüş olmaları da takdire şayan. Kitabı okumadım ama verilen bilgilere göre Üstad'ın hayat çizgisi üzerinde ilerleyen araya şiirler serpiştirilmiş bir örgüsü var kitabın. Üstad'ın sadece şairlik cephesine değinmekle yetinmiş gibi duran kitap, keşke taze dimağlara dava, aksiyon, iman aşkı gibi mefhumları yerleştirmek için Üstad'ı tarif ederken sadece şairlik sıfatını kullanmakla kalmayıp dava adamı kimliğini de öne çıkarsaydı demeden de geçemiyorum. Bu kitapla Üstad'ın hayatı ve şiirleriyle tanışan çocuklar, Üstad'ın fikriyat deryasına da yelken açanlardan olurlar inşallah.

     

    -------------

     

    Bir deniz kenarında olabilirsin yahut bir dağ başında. Nerede olursan ol, sağın solun güzel insanlarla, amca, dayı, teyze, hala çocuklarıyla çevrilidir. Yıl boyunca görmediğin akrabalarınla güzel vakit geçiriyorsundur muhakkak. Deniz kenarındaysan mavinin, dağ başındaysan yeşilin tadına varıyorsundur. Her neredeysen ve ne yapıyorsan iyi yapıyorsun, Ama bir şeyi sakın unutma… Türkçemizde ‘kısa günün kârı' diye bir söz var. Kısacık bir günün bile bir kârı olması gerekiyorsa şu upuzun tatilin bize ne kârı olacak? Sevdiklerini görmek onlarla güzel anılar paylaşmak bir kârdır. Ama heybende daha ‘somut' bir kazançla dönmek istiyorsan kendine bir aylık okunacak kitaplar listesi yapmalısın.

     

    Mesela, bu yaz topluma rehber olmuş bir büyüğün hayatını öğren. Kim olsun bu büyük? İsmini sık sık duyduğumuz, şiirlerini okuyup dinlediğimiz Necip Fazıl Kısakürek olabilir. Onun hakkında yazılmış çok kitap var ama sana ‘Üstad Necip Fazıl’ı anlatan yepyeni bir kitabı önerebiliriz: Necip Milletin Fazıl Şairi adını taşıyor kitabımız. Yazarı Murat Kaya. Şairlerin Sultanı unvanını taşıyan Necip Fazıl’ı tanımak için ilk adım sayalım bunu. Neden ilk adım? Çünkü Necip Fazıl dolu dolu yaşamış, uzun bir ömür sürmüş. Çok sayıda eser bırakmış arkasında. Bu yaz onun hayatını ana hatlarıyla bu kitaptan öğrenebilirsin. Murat Kaya'nın birçok kaynaktan bir araya getirdiği hayat hikâyesini akıcı bir üslupla okuyabilirsin. Yazar, şair Necip Fazıl'ın hayatını kare kare anlatmış. Bu fotoğraf kareleri bir araya geldiği zaman bir film şeridine dönüşüyor. Aralarda büyüdükçe doldurulacak boşluklar kalıyor, onlar da şair'in kendi eserlerini okudukça dolacak boşluklar. Bu kitabı okurken ‘şairler sultanı'nın bazı şiirlerini de okuyabilir, hatta beğendiğin bir şiirini ezberleyebilirsin.

     

     

    (Yazının geri kalan kısmı, başka bir kitabı tanıttığı için o kısım eklenmemiştir)

     

    http://kitapzamani.zaman.com.tr/kitapzaman...ion?newsId=6463

     

      3414_b.jpg


  9. Sayın Miralay kardeşim,

     

    Arkadaşlarımız yaptıkları iktibaslar ve yorumlarla meseleyi çok güzel izah etmişler. Söylenecek pek bir şey kalmamış olsa da, birkaç şey ekleyelim.

     

    Üstad, Türkçülük vurgusunu yaptığı her cümlesinde, Türk’ün İslam’a yapmış olduğu hizmeti, İslam’a uygun olarak yaşadığı devirlerde ne muhteşem bir nizam çizdiğini ve Türk’e bir kıymet biçilecekse bunun ancak ve ancak Türk’ün Müslüman olmasına ve İslam’a yaptığı hizmete göre olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştır. Üstad’ın bizlere vermek istediği mesajlardan biri de şudur ki, İslam’a hizmet etmekle hem bu dünyasını hem sonsuz hayatını saadete kavuşturan Türk, ruh kökünden yani İslam’dan koparılmaya çalışılarak sadece Türk olduğu için övülmeye layık bir konuma getirilip Türkçülük naraları ile İslam’ı ikinci plana atıyorsa, o vakit Türk, ruhunu kaybetmiş ve kabuktan ibaret kalmış bir posadır. Üstad, Türk kelimesini ağzına, kalemine aldığı her seferde mutlaka ama mutlaka Türk’ün İslam çatısı altında olduğu müddetçe bir kıymet ifade edeceğini belirtmiştir. Üstad’ın bu meseleyi de ele aldığı Kanlı Sarık piyesi de Üstad’ın bu husustaki fikirlerini anlamak için okunması gereken önemli bir eserdir. (Tıklayınız)

     

    Ülkemizde yıllardan beri süre gelen ve Türk’ü İslam’dan koparmak isteyen cereyanlara karşı Üstad, Türk’ün tek başına kavmiyetiyle, sadece Türk olarak doğmasıyla bir kıymete erişemeyeceğini, Türkçülük’ten bahsedilecekse bunun bir zamanlar İslam’ın emrinde olarak İslam’a hizmet eden Türk’ün örnek alınarak yapılacağını belirtir ve kendisi de öyle yapar.

     

      Üstad’ın bu mahiyetteki bir Türkçülükten bahsetmesi İslam birliğini yaralayan düşüncelerden birisi midir? Hayır, değildir. Çünkü İslam birliği içindeki hiçbir kavim kendi posası ile, kabuğu ile övünmez. Bunu ön plana çıkarmaz. Kim ki Müslümandır, bu birliğin içindedir; kim ki Müslüman değildir, bu birliğin dışındadır. Türk, Müslüman değilse bu birliğin içinde yer alamaz. Ki Üstad’ın “Gaye Türklükse bilmek lazımdır ki Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür” sözüyle birlikte “Bütün dâva, İslâm’ı, milletinin dini olduğu için sevmek değil, milletini İslâm olduğu için sevmekte toplanıyor” sözü bu meseleyi anlatmak için verilecek en güzel örneklerdir.  

     

    Üstad’ın ülkücülerin etkisinde kalmış olabileceği ile ilgili düşüncenize gelince; Üstad ülkücülerin etkisi altında kalmamıştır, bilakis, onların motor kuvvetini –Üstad’ın tabiridir bu-  tesiri altına almaya çalışarak onları davamıza uygun şekilde yoğurmaya çalışmıştır. Üstad, devrinin Müslümanlık çatısı altında yer alan bütün teşekküllerine konferanslar vermek suretiyle hem en üst noktadan onları şuurlandırmak, hem de ehli sünnete uygun bir yol izleyerek aksiyona geçirmek hususlarında çalışmıştır. Komünizmle Mücadele Derneği’nden Ülkü ocaklarına, MTTB’den Akıncılara, İmam Hatip liselerinden sair derneklere, kurumlara kadar verilen konferanslar bunlara birer örnek teşkil eder. Üstad’ın ülkücülerle ilgili olarak da söylediği şu söz, onları getirmek istediği noktaya çok güzel işaret eder:

     

    “Ülkücü, ismi üzerinde olarak İslâm’dan gayrı bir ülkü arıyorsa mutlaka köküne kibrit suyu dökülmesi gerek(...)” (Kaynak: Rapor 3)

     

    üstad islam ülkeleri arasında tereddinin Türklerle başladığını ve tekrar dirilişin de Türklerle başlayacağını söylüyor.Üstadın Türkçülüğü sadece Türk olmasından kaynaklanan hissi bir şey mi yoksa hakikaten Türkler bu işe namzet mi

     

    Üstad, ruhundaki İslam cephesini hakiki olarak Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinden almıştır. Bu hakikate binaen, Üstad’ın yazılarında, hatta nüktelerinde bile efendi hazretlerinden beslendiğini, efendi hazretlerinden yansıttığı derinliğini görmek mümkün. Aşağıya iktibas ettiğim efendi hazretlerinin bir sözü, Üstad’ın kübraa kardeşimizin değindiği meseleye neden bu açıdan baktığını göstermektedir diye düşünüyorum:

     

     Efendi hazretleri buyurdular ki: İslam bu memleketten giderse, ne Hind’de kalır, ne Sind’de!” (Pakistan’a Sind denir) [Kaynak: (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt]

     

    Efendi hazretleri, Osmanlı devleti ile İslam’ı cihana yayma gibi ulvi bir gayeye başını veren Türklerin uzun yıllardan beri İslam’dan kopartılmaya çalışıldığını elbette ki biliyordu. Bu memleketten İslam’ın kazınmak istediğini, asırlarca İslam âleminin serdarı, hamisi, hadimi olan bu memlekette İslam çözülmeye başlayınca, diğer İslam devletlerinin de başsız kalan bir tesbih gibi tane tane döküldüğünü bihakkın biliyordu. Efendi hazretleri gibi bir Allah dostunun İslam’ın bu memleketten giderse diğer yerlerden de gideceğini söylemesi, bizleri iliklerimize kadar sarsması gereken bir düstur. Bu sebepten olmalı ki, Üstad, bu memleketten başlayan İslam tereddisinin, gene ancak bu memleketten başlayacak olan bir diriliş hareketiyle düzeleceğini belirtmiştir diye düşünüyorum âcizane. 


  10. Gazetesini, kalemini, her icraatını dönmeliğine layık şekilde Yahudi emellerine hasretmiş bir İslam düşman olan Ahmet Emin Yalman, basın özgürlüğü teranesini küfür özgürlüğü çerçevesinde kullanan Babıâli kodamanlarındandır ve bu küfür akan hâliyle Üstadın üzerine eğilip cerahatini sergilediği, Üstadın tabiriyle küfür kuduzlarındandır.

    Eşref Edip 1953 yılında çıkardığı Sebilürreşad dergisinde Yalmanı şu şekilde tasvir eder:

     

    Cağaloğlundaki farmason karargâhı Vatan(gazetesi), son günlerde işi azıttı. Müslümanlığa, Türklüğe karşı içindeki müthiş husumeti köpüklü, salyalı ağzından taşıyor. Hemen her yazısında, fıkrasında yobaz, mürteci, mutaassıp, gerici diye Müslüman Türk milleti efradını tahkir ediyor, tazyik ediyor.

     

    Kaleminden akan küfrün yanı sıra, Müslüman Türk milleti tarafından aşkla ve şevkle takip edilen Üstadı Müslümanların gözünden düşürmek maksadıyla adi bir komplo tertipleterek, asırlar önce 2. Abdülhamid Hanı öldürmek için arabasına Ermeni maşasıyla bomba koyduran Yahudi zihniyetinin 20. yy. versiyonu olarak bu iftira ile Üstadı manevi olarak müslümanlar gözünde öldürmek istemiştir Yalman. Allahın inayetiyle Abdülhamid han ölmediği gibi, Üstad da bu çıfıt iftirasının iç yüzünü bir şahidin itirafı ile ortaya sermiştir. (Tıklayınız: Kumarhane baskını)

     

    Asıl meseleye gelecek olursak; kendi attırdığı iftirayı gene kendi gazetesinde neşrederek habercilik anlayışının ne olduğunu gösteren Yalman, ABDde 1956 yılında İngilizce olarak bastırdığı Turkey in my time adlı kitabında Türkiyedeki müslüman kesimi karalamakta, bu kesimin öne çıkan isimlerini Moskova ajanı, kızıl ajanlar, mürteci, tarikatçı, yıkıcı unsurlar vs. diye nitelemekte ve ele aldığı kesim içinde Üstadı, kaleminden çıkan levsler ile Batı âlemine şikâyet(!) etmekteydi. Yani 1951 yılında attırdığı iftirayı, 1956 yılında bastırdığı kitapta da büyük bir zevkle kullanan Yalman, itham ettiği kesimlerin Moskova güdümlü olduğunu söylemek gibi bir deli saçmasını sırf kitabı bastırdığı yer olan Amerikanın damarına basmak için kullanıyordu.

     

    Belki de Yalman, Moskova güdümlü olduğunu söylediği bu irtica çığırtkanlığı ile, bir zamanlar mandası altına girmek istediği Amerikayı kışkırtarak bir darbe desteği(!) bekliyordu.

     

     

    Sadık Albayrakın bir kitabında[*] bahsettiği bu meseleyi yazarın kaleminden okuyalım:

     

     

    Dini yayın yapanlar ile dini ve milli aksiyona geçenlere karşı sürdürülen ithamların çoğu dini ticarete alet olarak niteleniyor, buna karşı da dönme ve mason düşmanlığı yapıldığında da hemen ilerici cephe beşinci kolun yönettiği mürteciler diye yaygara koparıyordu. Bunun en belirgin yanını da Ahmet Emin Yalman, Abdde bastırdığı bir kitapla ortaya koymuştur. Yalmanın yazdığı kitap, 1956da (University of Oklahoma Pres/1956) basılıp, ortaya çıktığı tarihten bir yıl sonra, Türkiyedeki Büyük Doğu, İslam demokrat partisi Nurculuk ve Miliyetçiler Derneği hakkındaki jurnalleri dolayısıyla dava açılmasına sebep olmuştur.

     

    İslam demokrat partisi kurucusu Cevat Rıfat Atilhanın avukatı M.Fazıl Akkaya, Yalman hakkında dava açtığı gibi, Said-i Nursi de İstanbul Cumhuriyet savcılığına yazdığı bir dilekçede, Ispartada ikamete mecbur olduğundan vekili Abdurrahman Şeref Laçı tatbikata memur kılmıştı.

    ()

    Davacı avukatları, gerek Said Nursi ve gerekse Cevat Rıfat Atilhan için, adı geçen kitabın 250 ve 251. sayfalarını tercüme ettirip, istanbul 6. noterliğinde 10586 sayı ve 5 Mart 1957 tarihi ile tasdik ettirilmişlerdir. Noterde tasdik ettirdikleri bölümde Yalmanın ortaya attığı ve bir bakıma Türkiyedeki müslümanları batılılara ve dönmelere jurnal ettiği kısımlar aynen şöyledir:

     

    Türkiyede halk hâkimiyetini zayıflatmak ve ihtilafı yaymak maksadı ile Moskova ajanları her türlü entrika ve çareye başvuruyorlardı. Diğer müslüman memleketlerinde olduğu gibi Türkiyede de kızıl ajanlar, aşırı milliyetçi ve mürteci (muhalif) tahrikâtçı rolünü oynamakta menfaat görmüşlerdi. Komünist sızmasının bir neticesi olarak teşkilatlanmış olan bu hareketler, Moskovanın tekniğine benzeyen gizli malzemeler kullanıyor ve umumi ve gizli bir merkezden idare ediliyor görünüyorlardı. Bu hareketlere şunlar dâhildi:

     

    Büyük Doğu Partisi: Bu parti, halkı dini intibaha teşvik eden bir kimse tavrı takınan ve geniş bir sahaya yayılmış bir parti teşkilatına ve keza büyük doğu adını taşıyan bir günlük gazeteye sahip olan Necip Fazıl Kısakürek adındaki profesyonel bir kumarbaz için her taraftan para temin etmek için kurulmuş bir şebekeydi.

    /diğer 3 başlık eklenmemiştir/reyhan

     

    Ahmet Emin Yalmanın itham edip, Moskovaya bağlı birer irticai grup saydığı bu dört grubun önde gelenleri, bu başyazarın tecziyesi için avukatları kanalıyla yaptıkları müracaatlar hiçbir olumlu netice vermemiş, yine bu zat ile benzeri kişiler ithamlarını sürdürmüşlerdi.. "

     

    [*]Sadık Albayrak Türk Siyasi Hayatında MSP Olayı Araştırma Yayınları, s.31

     

     

    Sadık Albayraktan öğrendiğimize göre Büyük Doğu'yu, İslam Demokrat Partisi'ni, Milliyetçiler Derneği'ni, Nurculuğu "Moskova ajanı, kızıl ajanlar, mürteci, tarikatçı, yıkıcı unsurlar vs." diye nitelemesi ile Yalman hakkında dava açılmış ve kitabın Türkiye'de satılmasının engellenmesi istenmişse de bir sonuç alınamamıştır. (Kitabın o sıralar İstanbulda Beyoğlunda bir kitapçıda satışa sunulduğuna dair bir bilgi verilmiş.) Yalman, son hız irtica çığırtkanlığına devam etmiştir.

     

    --

    Tıklayınız:

    Üstad'dan Ahmet Emin Yalman'a Cevap!

     

    Ahmet Emin Yalman


  11. Nazım Hikmet'in Ahmet Emin Yalman'a yazdığı şiir. Üstad'ın dediği gibi: "Dünyada bâtıl adına ne varsa, hepsi de birbirine söverken haklıdır."

     

     

    Ahmet Emin Yalman

     

    Selanikli Osman Efendi

    keskin muhasebecilerdendi

    ama o da yanıldı ömründe bir kere

    yanlış bir tohum atıp rahm-i madere.

    Bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimini aldıysa da,

    boyu bir karış kaldıysa da,

    öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki

    sövdüler kabrinde bile babası Osman Efendiye.

    Osman Efendi, Ahmet Emin adını takmıştı tohumuna,

    Ahmet Emin, Yalman'lığı kattı buna

    ve Ahmet Emin Yalman

    önce Alaman oldu sonra Amerikan.

    Ona göre her devirde, her zaman

    satılacak bir gazeteydi "Vatan"

    ve hazret sattı vatanı.

    Hapse atacaklarmış Ahmet Emin Yalman'ı

    Amerikana yaranmaktaki rekabet yüzünden.

    Hapisteki hırsızlara acıyorum ben,

    ahlâkları bozulacak

    Emin Beyle aynı damda yaşayarak...

    1959

     

    --

    Tıklayınız:

    Üstad'dan Ahmet Emin Yalman'a Cevap!

     

    Ahmet Emin Yalman


  12. Mevzua müsavi mahiyete sahip bir iktibasla söze başlamak istiyorum:

    Atatürk, bir gün, lûtfen bu hususta fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi, aleyhimize neticelendiği için, rahmetli hayli sıkıntılı idi.

    Şu cevabı vermek cesaretinde bulundum:

    - Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!

    Atatürk, hafifçe gülümsediler. Ve kaşlarını birkaç defa eğerek beni taltif ettiler.

    *Mahmut Esat Bozkurt-Atatürk İhtilali

     

    Evet, bir milletin kültürüne, medeniyetine, köklerine ait bir cepheyi yok etmeyi, taklid eder hale getirmeyi; vatan topraklarından bir parçayı muhasaradan kurtarmaktan daha üstün olarak telakki eden bir zihniyet. Bu zihniyet, elbette ki Lozanın izinden giden inkılâp ordusunun askerleri olan ve o gün bugündür cemiyette söz ve faaliyet hakkını sadece kendinde görerek bu memleketin asıl sahiplerinin sesini, kalemini, icraatlarını susturmaya çalışan bir kesimdir.

     

    Bu hareketin başındaki zat, bizim, bütün şahsî fikir ve temayüllerini tanıdığımız bir kimsedir. Son derece İleri görüşlü, ananeye zıt kafalı bir zattır. Ruhunda, garp medeniyetine karşı çözülmez rabıta ukdeleri vardır. Fevkalâde tesir ve telkin kabiliyetindedir. Türk milleti gibi uysal bir kütleye her türlü yenilikleri sindirecek bir şef olmak kabiliyeti, yalnız bu zattadır. İşte bizim de plânımız, şimdi, bu müstesna kabiliyet ve istidatları vâdeden zata, İslâm birlik ve şuurunu çözdürmek olmalıdır. Bu ân, Türkiye'de din hâkimiyet ve timsalini yıktırmak için en bulunmaz tarihî fırsat dakikasıdır.

    Yahudinin şu ruh tahlili ve o tahlil üzerine ruh kökümüzü kurutmaya elverişli kişiyi uygun mecraya akıtma girişimi, Müslüman Türk milletini beyninden vurması gereken bir hakikat. Resmi tarihi kaleme alan kesimin bu zihniyetten çıkması hasebiyle tabii olarak allanıp pullanarak bir zafer şeklinde anlatılan Lozan antlaşması, Tanzimattan beri süregelen Osmanlıyı ve ona bağlı olan İslam birliğini yok etme çalışmalarının resmen semeresinin alındığı bir antlaşma olarak karşımıza çıkıyor. Ki haddizatında hak-batıl mücadelesi dünya kurulalı beri sürmekte idiyse de, bin yıllık süreç içinde hak kanadını teşkil eden Selçuklu-Osmanlı karşısında batıl emellerini gerçekleştirmek doğrultusunda hareket eden Haçlı-Yahudi kanadı, İslâm birlik ve şuurunu çözdürmek için karşılarına çıkan bulunmaz Hint kumaşını (ki o kumaşın dokunmasında da payları büyüktür) Müslüman Türk milletinin üzerine serdiler.

     

    İnkılapların hayata geçirildiği yıllarda, Londrada çıkan Daily Express gazetesinde neşredilen bir makalenin başlığı da, yapılan işlerden batılı zihniyetin duyduğu büyük memnuniyeti anlatmaya yeter:

    En geri kalmış bir milletten en asrî ve medeni bir devlet çıkaran Mustafa Kemal

     

    Mâzimiz yalanlarla, ters yüz edilerek sunulan hadiselerle, İslam'ı gericilik, Osmanlı'yı gerici, Atatürk'ü emsalsiz bir pırlanta olarak anlatan ve bunlarla beyni donatılıp programlanarak yetiştirilen insan tipleriyle ne zaman yüzleşecek, topyekun insanımız hakiki mâzisiyle ne zaman yüzleşebilecek bilemiyorum ama bildiğim şu ki, bozuk sistemin çarkından kendini kurtaramayıp çarkın bir dişlisi olarak sistemin devri daimini yürütmeye devam edenler için elimizde çok kıymetli bir çomak var...


  13. Sayın sark kardeşim,

     

    Hüseyin Üzmez’in enerji dolu bir beyne sahip olduğu doğrudur lakin onun asla ve kat’a ibtida itibariyle tam bir Üstad şuuruyla yetiştiği söylenemez. Malatya hadisesi buna en büyük delildir. Eğer Üzmez, Üstad’ı tam olarak anlamış, idrak etmiş, onun şuuruyla yetişmiş olsaydı, enerji dolu beynini İslam davasına en güzel şekilde hizmet edecek bir yolda kullanırdı. Yanardağın içindeki enerji potansiyeli gibi kaynayan, patlayıp taştığı zaman da etrafı yakıp kül eden bir enerjinin insan bünyesindeki karşılığına en yerinde misallerden biri Hüseyin Üzmez’dir.

     

    Üzmez’in neden böyle bir olaya teşebbüs ettiğine dair Üstad’a verdiği “sız memnun olursunuz sanmıstım ustad..” cevabı bile tek başına, Üzmez’in Üstad şuuruyla yetişmediğini görmeye yeter. Bu safiyane bir düşünce değildir, sadece ve sadece ahmakça ve eblehçe bir düşüncedir. Üstad’ın İslam davasını savunurken en dikkat ettiği husus kanunlara aykırı bir kulvara girmeden, asla silah, kavga, yumruk, surat dağıtmak türünden kaba kuvvete dayanan yöntemlere baş vurmadan ve bu yöntemleri hiçbir zaman teşvik etmeden, fikir ve fikir çerçevesinde gerçekleştirilen tamamen kanunî aksiyona dayanan bir yoldur ve Üstad’ın bu yönünü bilen biri -ki Üstad'ı sevdiğini, okuduğunu, anlamaya çalıştığını söyleyen herkes bunu bilmelidir- asla Üzmez gibi silahçılık oynayan çocuklar misali eline bir tabanca alıp da gidip gayr-i İslami çizgide olan birini vurmayı düşünmez, buna teşebbüs etmez. Üstad’ın kendi kaleminden yapmış olduğumuz yukarıdaki iktibaslar da Üstad’ın bu hadiseye sebep olan Üzmez’e ne kadar kızdığını, hadisenin sadece kendisine zarar vermekle kalmayarak İslam davasına ve Müslümanlara da ne kadar büyük zarar verdiğini göstermektedir.

     

    Üzmez, Üstad’ın ‘silkelen ve ağaya kalk’ sözüyle iştaha gelmemiştir. Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde neşrettiği İslam’a saldıran makalelerini okuya okuya Yalman’a karşı büyük bir kin ve nefret beslemeye başlamış, Yalman’ın yolunun Üzmez’in memleketi olan Malatya’ya düşmesiyle birlikte onu öldürme planları yapmaya başlamıştır. Tafsilatlı malumat, Üzmez'in kaleme aldığı Malatya Suikastı kitabında yer almaktadır.

     

    Üstad, bu hadiseyle ilgili olarak ‘silkelen ve ayaga kalk dedık bır tek uzmez anladı o da yanlıs anladı' dememiştir. Tam olarak demiştir ki: “Ayağa kak Sakarya, dedik, bir kişi kalktı o da amuda kalktı.”

     

    Üzmez’in amuda kalkarak, başta Üstad olmak üzere İslam davasını savunan ve yaşamaya çalışan kesime zarar vermeye kadar giden bu hatası hiçbir şekilde mazur görülemez kardeşim. İnsanoğlu hata yapamaz mı, yanlışa düşemez mi, elbette ki düşebilir, şaşırabilir, hata yapabilir; lakin yapılan hata kendisine zarar vermekten çıkıp da bir kesimin hayatına mâl olmaya kadar gitmişse, o hata artık kişisel bir hata olmanın ötesine geçip cemiyeti, geneli menfi şekilde etkileyen bir mahiyete büründüğünden, mazur görülecek tarafı kalmaz. Üzmez, bu hadise ile, en yüksek dereceden bir fitne çıkarmıştır. Zararı sadece kendisine değil, çok geniş bir kesime olmuştur.

     

    Üstad diyor ki: “Siz Ahmet Emin'i değil, bizi, iman dâvasını yaraladınız!.”

     

    Ve gene diyor ki: “Bizim, bunca gayret, maharet ve çileyle, yalnız kanun dikkati ile ve kalemle idare ettiğimiz işi, bir din ve fikir büyüğüne danışmaksızın fiilen meydana getirmeğe çalışmak, sizin hakkınız ve haddiniz midir?”

     

    “merhum serengectının kardesıdır kendılerı.” demişsiniz Üzmez için. Manevi bir kardeşlikten mi bahsediyorsunuz? Zira Üzmez ile merhum Serdengeçti arasında kan bağına dayanan bir kardeşlik yoktu.


  14. Üstad'ın İslam davasına hizmet etmek gayesiyle çıkarmaya başladığı edebi, siyasi, fikri muhtevaya sahip olan Büyük Doğu Dergisi, döneminin Müslümanlarını şuurlu bir yolda yürümeye sevk etmesi bakımından hayli önemli bir konumdadır. Üstad, dergide birden fazla mahlas ile yayımladığı yazılarının dışında, okurlarından kendisine gönderilen mektuplara da dergide cevap vermiştir. Üstad'ı konferanslarına veya direkt yazıhanesine giderek görüp konuşma fırsatını bulamayan insanlar, bu sayede Üstad ile iletişim kurmuş ve ortaya çıkan hasbihal ve fikir teatisi dergi sayesinde diğer okurlara da ulaşmıştır.

     

    Derginin muvaffakiyetine yönelik olarak ve bazı hususlarda gönderilen tebrik, takdir, teşekkür mektuplarının dışında, bilhassa Üstad'ın bazı mektuplara verdiği cevaplar, üzerinde durulacak mahiyete sahip. Verilen cevaptan Üstad'a yönelik olarak suçlamalar yapıldığını, okurların Üstad'ın bazı konularda fikirlerini almak istediğini görmek mümkün. Bunlardan bazılarını eklemek istiyorum. İşte Üstad'ın "Sizinle Başbaşa" köşesinde okuyucu mektuplarına verdiği cevaplardan bazıları:

     

     

    resim_111564828.jpg

     

     

    B. VELİ HİÇYILMAZ, T, M. OFİSİNDE İTFAİYECİ, ANKARA İstediğiniz cevabı buyurun: Evvelâ verdiğiniz isim ve adresin doğru olduğuna inanmıyoruz. Fikrimizce bunu kahramanlık satmak için yaptınız. Eğer hüviyet ve adresiniz doğruysa, mektubunuzu savcıya versek tek celsede mahkûm olursunuz. Fakat merak etmeyin, biz ona tenezzül etmiyecek ve sizi sadece on binleri aşan Büyük Doğu'cular önünde teşhir etmekle kalacağız. Necip Fazıl'ı komünistlikle suçlayan manzumeniz:

     

    Yüzde seksen köylüyüz, açılsın Enstitüler,

    Eğer aksi olursa gelsin Süper Mürşitler!

     

    Diye bittiğine göre, sizin bizzat bir komünist, hem de pek aptal bir komünist olduğunuza şüphe yok! Ankara Savcısı bu satırları görür ve gereken takibi yaparsa, vazifesini yerine getirmiş olur ve bu âmme haklarına girer. Biz şahıs hakkımızı kullanmayız, dedik! Hüviyet ve adresinizin de doğru olup ol¬madığı meydana çıkar! Allah sizi ve benzerlerinizi ıslah etsin!.. (11 Kasım 1964 tarihli Büyük Doğu Dergisi'nden)

     

    --

     

    B. ŞEVKİ UÇAR, KAYSERİ Sakarya şiirini defalarla okuyup anlayamamak, doğrusu bir Kayserili zekâsına yakışmaz. Manası bundan daha açık bir şiir de gösterilemez. Bazı konferansların sonunda hararetle istenen ve şiddetle alkışlanan bu şiiri, her halde mânasını anlayamadığınız İçin değil de, siyasi tefsirini istediğiniz için ileriye sürüyorsunuz. Buna da şimdilik lüzum yoktur. Hoşça kalınız! (22 Kasım 1967)

     

    --

     

     

    B. SADIK ÖZARSLAN, ÜSKÜDAR Allah Resulünün hâs ismini hürmet hissimizden kullanmadığımız doğrudur. Allah adına gelince, o hepsinden mukaddes ama, kullanılmaması imkansız derecede umumi ve bu yüzden kullanılması mecburî... Selâm... (25 Kasım 1964)

     

    --

     

    B. ALİ ÖNER, ZONGULDAK Mecmuamızda Enver Paşa'ya karşı kullanılan dili yermeniz; hislerinize tabi olmaktan gelen bir zaaf işaretidir. Nitekim "O benim kumandanımdı!" demeniz bu zaafa işarettir. Enver Paşa'yı tanımak için onu görmüş olmaya lüzum yoktur. Bir insanın yaşayacak şahsiyeti, ilmen ve tarihen sabit olan tarafıdır. Enver Paşa saf ve iyi yürekli bir insandı; fakat yahudi ve masonların kuklası olmaktan ve bunların elinde (Donkişot) mevkiine düşmekten kurtulamadı. Bu hükmümüz değişemez... Selam ve saygı. (29 Kasım 1967)

     

    --

     

    B. HÜREYÎN BALCI, İSTANBUL Necip Fazıl'ın hâlâ içki içtiğini ve İslam ahlâkını lâf olsun diye savunduğunu iddia edenlere verilecek cevap, onun, tam mânasiyle İslâm zevkine vardığı 30 yaşından evvelki hayatında bile hiç içki kullanmadığından ve mizacı bakımından dahi içkiye ilgi göstermediğinden İbarettir.

    Türk'ün İstiklâl Savaşiyle kurtuluşu, sadece milli irade sayesindedir.

    Bugün Osmanlı hanedanından geride kalan bakiye Türklük ve Müslümanlık hasletlerini kaybetmediği gibi, Arap illerinde, Avrupa'da, şurada, burada açlığa terkedilmiş bir sefalet hayatı yaşamaktadır. Selâm ve muhabbet... (6 Aralık 1967)

     

    --

     

    HABERCİ, KARABÜK Bir Büyük Doğu'cu sıfatiyle bize verdiğiniz bilgiler son derece alâkaya şayandır. Demir Çelik Lisesinde Biyoloji öğretmeninin bütün bir dersi Necip Fazıl'a tahsis ederek ona ağız dolusu çatması ve bu yüzden yazılı imtihanları ertelemesi hiç de şaşılacak bir şey değildir Öğretmenler içinde ruhçu ve milliyetçi olanların Necip Fazıl'ı telakki ediş tarziyle, solcu ve güya ilerici geçinenlerin ona bakışı arasında minare ve kuyu farkı vardır. Size düşen vazife ise, bu hali görüp ibret almak ve hak bildiğiniz yolda yürümektir. Lisede tarih okutan "Vahdet iskender" isimli kişinin 9 Kasım günü sınıfa girip şu sözleri söylediğini ayrıca bildiriyorsunuz:

     

    -Yarın Atatürk'ü anacağız, ama Necip Fazıl gibi bir yobazı aramızda yaşatmıyacağız! Onun gibi bir yobazı, bir vatan hainini... Onun gibi bir ümmetçiyi, bir soysuzu protesto edeceğiz! Ziya Gökalp, Atatürk gibi bir büyüğü nasıl kötüleyebilir? Buna karşılık vatanı satan bir Vahdetin'i nasıl göklere çıkarır? Kendisini benimseyen Milliyetçiler Derneği de iyi bir teşekkül değildir ve Nurcuların yatağıdır. Onlar da ümmetçidir. Ben vaktiyle bu derneğe üye idim. Sonra kötü yolda olduğunu görüp ayrıldım. Bu demek Necip Fazıl gibi bir İslamcıyı getirsin, rahatça konuştursun da siz buna meydan verin; hiç olacak iş midir? Aranızda böyle manasızlıkları benimseyen var mı?

     

    Baştan başa yalan ve tezvirden ibaret olan bu sözlerin tek gerçek delaleti bahsettiğiniz tarih öğretmeninin din ve hakikat düşmanı yeni mamulâttan bir örnek olduğudur. Ve bütün bunlara ibret ve nefretle bakıp kendilerini tam tasfiyeye ve tâbi tutacak günü beklemek ten başka çare yoktur.

    Cumhuriyet Bayramından sonra, Karabük Lisesi bayrak gönderine bir kadın kombinezonu çekildiğini ve bunun üzerinde bazı öğretmenlere küfürler yazılı olduğunu söylüyorsunuz! İnanılmayacak kadar korkunç olan bu haberinizi sadece kaydetmekle iktifa ediyor ve halimize Allah acısın!. demekten başka söz bulamıyoruz. (6 Aralık 1967)

     

    --

     

    B.OSMAN GÜLALAN, BOZCAADA 1958 yılı Mart ayının 18'inde Mason defterine kaydedildiğini İddia ettiğiniz Adnan Menderes'in böyle bir musibete giriftar olduğundan haberli değiliz. Biz onu DP İktidar kadrosu içinde mason olmayan nadir İnsanlardan biri biliyorduk ve yine öyle bilmekteyiz. İddianızı vesikalandırabilirseniz büyük bir vatan hizmeti görmüş olur ve kütleleri, bağlandıkları veya bağlanacakları İnsanlara karşı uyandırmış olursunuz. Biz de bu iddiaya, ancak riyazi vesikasını gördükten sonra kıymet verebiliriz. Bu gibi rivayetler muhtelif düşman mihraklarından çıkarılabileceği gibi bizzat masonlar tarafından da uydurulabilir. Sizi uyanık ve dikkatli olmaya davet eder ve bildirdiğiniz hadisenin ispatına çağırırız. Saygılar. (27 Aralık 1967)

     

    --

     

    B.ŞENEL SAFÇI Hazret-i Muaviye aleyhinde neşredilmiş olduğundan bahsettiğiniz kitaptan haberimiz yoktur. Fakat bazı kafaların o büyük sahabi hakkında ne düşündüğünden ve ne haltlar karıştırmaya müsait olduğundan haberliyiz, İslâmı bölmek ve parçalamak İçin Hazret-i Osman devrinde başlayan bu yahudi oyununa karşı muhafazalı olmak Müslümanlığın başlıca şartlarındandır. Ayrıca tafsilata lüzum yoktur. Bu mevzuda herşey yüksek âlimler tarafından bildirilmiştir. Size düşen tek ölçü, Muaviye'ye söven birini gördüğünüz zaman onun ne büyük hüsran ve dalalette olduğunu yüzüne çarpıp fazla çekişmeye düşmeksizin yanından uzaklaşmaktır. Sevgiler. (27 Aralık 1967)


  15. Yine bir defasında Efendi Hazretlerini bir düğüne davet etmişler. Gitmiş. Oturdukları odadaki bir sehpanın üzerindeki kitabı alıp birkaç satır okuyup yerine koymuşlar. Daha sonra sevdiklerinden birine: O kitap Abdullah Cevdetin bir romanıydı. Elime alıp birkaç satır okumakla kalbimde hâsıl olan zulmeti on beş günde zor defedebildim. Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvvullah Cevrettir. buyurdular. s.305

     

    Üstadın Abdullah Cevdet hakkındaki yazısı için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=4349&st

     

    --

     

    Bir gün elimde, Diyanet İşleri reisliği de yapmış olan Şerafettin Yaltkayanın Ehli Sünnet ve İmam-ı Azam hazretleri hakkında yazmış olduğu bir risale ile efendi hazretlerine geldim. Elindeki nedir? buyurdular. Söyledim. Okuyun dediler. Altmış küsür sahifelik bir kitabcıktı. Sonuna kadar hepsini okuttular. Sonra buyurdular ki: İçindekilerin hepsi doğrudur. Fakat müellifi pistir. Onun için sen de bu kitabı bir daha okuma! s.306

     

    --

     

    Sultan Abdülhamîd Hân vefat edince, Efendi'nin şeyhi, hocası ve mürşidi Seyyid Fehîm hazretlerinin (kuddise sirruh) oğlu Ma'sûm efendi: "Efendi Hazretleri, Abdülhamîd Hân Hakkın mağrifetine kavuştu" dedi. Efendi Hazretleri: "Hepsi o kadar mı?" buyurdu. Ma'sûm Efendi, "Bundan büyük hangi ni'met olur?" dedi. Efendi buyurdu: "Bundan büyük şu olur ki, o kabre konduğu andan itibaren Arş-ı a'zamdan kabrine nurdan bir sütun inmekte, onu ihata etmektedir." s.307

     

    --

     

    Efendi Hazretleri meşverete çok ehemmiyet verirdi. Bu sünnetin devamını tenbîh ve tavsiye ederdi. Hadîs-i Şerîf mucibince: "Meşveret edecek kimseyi bulamazsanız, taşa anlatın" buyurulmuş olduğundan Efendi Hazretleri bazen onlara göre bir taş mesabesinde bulunan bu fakirle meşveret ederdi. Bir defasında: "Hilmî, gözümde katarakt var, ameliyat olayım mı, sen ne dersin?" buyurdular. Bu teknik bizim memleketimizde çok gelişmiş değil, tavsiye etmem efendim" dedim. "Ben de öyle düşünüyordum" buyurdular. s.310

     

    --

     

    Hilmî Bey hocamızın Fâtih'deki evinde bir hafta kadar müsâfir edildim. Kendileri eczaneye gider, ben yukarıki salonda, onların emri ile Mektûbât üzerinde çalışır, onlar işeten dönünce, yaptıklarımı, okuduklarımı, yazdıklarımı sorar, bunlar üzerinde konuşurduk. Bir defasında: Efendim, Muhammed Ma'sûm hazretleri, filân mektûbda: "Zamanımızın halîfesi..." buyuruyor. O zaman hilâfet merkezi İstanbul idi. Hindistan'da da, ya'nî aynı zamanda iki halîfe mümkün mü?" diye arz ettim. Tebessüm edip: "Ben de bunu okuduğum zaman, sizin gibi tereddüde düştüm ve Efendi hazretlerine suâl ettim. Buyurdular ki, o zaman Hindistan'daki Timuroğulları [babürîler] devleti ile Osmanlı devlet-i aliyyesinin birbiriyle hemen hemen münâsebeti yok gibi idi. Ya'nî iki ayrı dünyâ gibi idiler. Böyle olunca, aynı anda iki halîfe olması mümkündür." s.307

     

    --

     

    Abdülkadir efendi anlattı: Efendi Hazretleri ile Eyyûb Câmii şerifinde öğle namazını kıldık. Sonra Halid bin Zeyd Ebu Eyyûb Ensari hazretlerinin (radıyallahü anh) türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yan yan yana diz üstü oturduk. "Yanıma sokul ve gözlerini kapa!" buyurdu, öyle yaptım. Bir de ne göreyim! Hazreti Hâlid (radıyallahü anh) karşımızda ayakta duruyor. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallı, nûr yüzlü idi. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum, edeble onları seyrediyordum. Sonra Efendinin sesi kulağıma geldi. "Gözünü aç" buyurdu. Açtım. İkimizi sandukanın yanında oturur halde gördüm. Sokağa çıktık. İkindi ezanı okunuyordu. O kadar zaman kalmışız. Yaz günü idi. Öğlen ikindi arası uzun idi. Efendi Hazretleri: Ne gördün?" buyurdu. Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye söyleme" buyurdu. Şimdi vefatından yirmidört sene geçmiş oluyor, sorduğun için sana anlattım, dedi. s.320

     

    --

     

    Efendi Hazretlerinin mübarek oğulları Ahmed Neyyir Mekki efendi anlatıyor: Babam İstanbul'a geldikten bir müddet sonra Erbilli Es'ad efendiyi ziyarete gitti. Tanıdığı halde, icab eden hürmet ve edebin asgarisini göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapıya yakın ve yerde oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam: "Bu seyyidem Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir?" Diye suâl edince o Tâhâ-i Harîrî'dir. Seyyid Tâhâ hazretlerinin halîfesidir, dedi. Babam: "Bendeniz, Seyyid Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini, hal tercemeleri, menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur" buyurunca, Es'ad efendi: O Seyyid Tâhâ'dan rüyada hilâfet almıştır" cevâbını verdi. Biraz sonra kalktılar ve Efendi babam: "O kadar câhildir ki, hilâfetin rüyada değil, uyanıkken yazılıp verileceğini dahî bilmiyor. Kusuruna bakılmaz. Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu zât, sarayın etrafında dolaşır, hizmetçi kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul'dan uzaklaştırdı. Ve Sultan Abdülhamîd Hân tahttan indirilince tekrar İstanbul'a geldi. Bu sefer şeyh olarak. Eh, zaman değişti, dünkü falcılar bugün şeyh oldu. Bize muamelesine gelince, Kaba bir kürd hocaya yapılsa dahi ayıb sayılacak harekette bulundu" buyurdu ve ilâve etti: "Esad efendi bir tesbîh mikdarı zikr edemez. Nerede şeyhlik!" s.314

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- muhtelif iktibasların sayfa numaraları verilmiştir.)


  16. Üstad'ın Aynadaki Yalan kitabından:

     

     

    "Kadın nedir? Her şeyden önce, gaye mi, vasıta mı?..

    Şüphesiz ki, gaye sanıldığı ân vaadettiği hiçbir şeyi veremeyen, vasıtalığını da kaybeden esrarlı yaratık...

    Öyleyse vasıta...

    Nasıl bir vasıta?.. Neye vasıta?..

    îçi ılık su dolu lâstikten bir heykel mi, güzelliği besteleyen soylu çizgiler içinde billurdan bir iksir şişesi mi?.. Hayır!

    Evinin işini gören ve zaman zaman kuluçkaya yatan, lâf edici, makine şeklinde bir fayda aleti mi?

    Yine hayır!..

    Öyleyse nedir, nedir?..

    Erkeğin nefs aynası mı?.. Erkekteki fâtihlik cehdinin zafer takları altında geçit resmini değerlendirmekle vazifeli mizan tablosu mu?

    Hayır, hayır! Nedir, nedir? Naci, kadın evliyadan birine ait şu menkıbeyi aynen okuyor:

     

    Devrinin büyüklerinden birine, kendisine varmak istediğini bildirdi. O büyük (ben kemâl yolunda uğraşmaktayım. Evlenmek himmetimi kesebilir) diye cevap verdi ve şu karşılığı aldı: (Ben o yolda senden daha meşgulüm. Seninle evlenmek isteyişim herhangi bir maksada bağlı değil... Çok mal ve mülk sahibi olduğum için onların sana geçmesini, muhtaçlara dağıtılmasını istiyor, bir de senin vasıtanla arifler ve salihleri tanımak diliyorum!) Bu karşılık üzerine kadın ve erkek velî, evlendiler. Bir müddet sonra da o büyüğe öyle bir hal geldi ki, üç kadın daha aldı. Zevcesi hakkında sözü: (Bana en nefis yemekleri yedirir, en güzel elbiseleri giydirir ve geceleri beni en hoş kokularla ıtırlandırarak (haydi git zevcelerinin yanına!)

    derdi.

     

    Menkıbedeki kadın ermiş, muhakkak ki, nefsinin ve kadının ne olduğunu bilen ve ona göre kendisini yenmeyi ve erkeğe yol açmayı anlayan biri...

    (Adore di Femina)nın ötesindeki mâna... Bu sır, Kâinatın Efendisinde tecellisini bulur ve kadın bağlılığı içinde kadını aşma hududuna varır. Öyle bir sır ki, kadını kaba şehvet plânında görenlere, hele Hristiyanlık zühdü taslayanlara anlatılabilmesi muhal gibi bir şey... Ama bu sırra kendi nefsiyle de âşinâ veya bu âşinâlığa kendi öz nefsini de katmış kadını nerede bulmalı?.."


  17. Sultan Vahîdeddin Hân, Ramazan-ı şerîfde Topkapı Sarayı'ndaki Hırka-ı Şerîf dâiresini ziyaret edeceği zaman, Efendi Hazretlerini de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da hâzır idi. Bu menkıbeyi anlatan Efendi hazretlerinin hizmeti ile şereflenen Şâkir efendi der ki:

    Sultan, tam Hırka-ı Seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince: Abdülhakîm Efendi nerededir? Diye sormuş. Oradaki kalabalık birbirine bakmışlar, o isimde birini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber vermişler. Efendi Hazretleri: "Benim ismim Abdülhakîm'dir" deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açmışlar. Sultan kendilerini bekleyip, yan yana, biri dünya, biri âhiret sultanı, Sultan-ül enbiyânın (sallallahü teâlâ aleyhi ve âlini ve sellerri) seâdetlû hırkalarının bulunduğu odaya girmişler ve beraber ziyaret etmişler. Çıkınca sultan, teberrüken orada olanlara birer mendil hediye etmiş. Efendi hazretlerine ise, iki mendil hediye etmiştir. Ben dış kapıda Efendiyi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi, birisi senindir" buyurup birini bana verdiler. Bu da Sultanın kalb gözünün açık ve uyanık olduğunun bir işaretidir.

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.298)


  18. Van valisi Tâhir Paşa zamanında Van'a tabiiyyecilerden rûh nakline (reenkarnasyon) inanan bir adam gelir. Vali konağına müsâfîr edilir. Geliş sebebini Tâhir Paşa'ya anlatır. Tahir Paşa ile bir müddet münâkaşadan sonra Tâhir Paşa, Seyyid Muhammed Sıddîk hazretlerini çağırır. Konağı teşrif eder. Tâhir Paşa:

    "Buraya enteresan bir adam geldi. Bozuk fikrini yayarsa, zararlı olur. Ne dersin, ne edelim?" Der.

    Cevâbında: "Onu bir ânda ilzam edemem, konuşma çok uzar. Onu birkaç kelime ile ancak Efendi hazretleri mağlûb eder" der.

    Başkale'ye telgraf çekilir. "Muhammed Sıddîk ağır hastadır, hemen teşrifinizi dilemektedir" denir. Efendi hazretleri telgrafı alır almaz, atına atlayıp Van'a gelir. Muhammed Sıddîk Efendi'yi bulur. Hastayım, hastalığım şudur, deyip tabiiyyeciden ve maksadından bahseder. Efendi hazretleri:

    "Altı yaşında bir eşeği bahçeye bağlatın ve aç ve susuz bırakın. O kimse ile bahçede görüşüceğiz. Yer hazırlatın" buyurur. Bahçeye gelirler. Konuya geçmeden Efendi hazretleri tabiiyyeciye: Hoş geldiniz, nerelisiniz, evli misiniz, babanız öleli kaç sene oldu? Diye sorar ve sormağa devam eder. Tabiiyyeci: "Siz Kürd hocalar birisi ile karşılaşınca böyle fuzûli sorular sorarsanız. Sizin buraya getirilmeniz ne için ise, onun hakkında konuşalım" der. Efendi Hazretleri:

    "İddianızı duymuşum. Yalnız, siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münazara yapmamağı tercih ederim" buyurur. Neden insafsız imişim, der. İfâdenize göre babanız altı yıl önce ölmüş ve aynı zamanda, şuracıkta deminden beri anırıp duran şu eşek dünyaya gelmiş ve babanızın ruhu ona geçmiş. Ben böyle iddia ediyorum. Aksini isbât edebilir misin? Buyurur. Tabiiyyeci cevâb veremez, mağlûb olur ve Efendi hazretlerinin büyüklüğünü kabul eder. Efendi hazretleri de ona ilmî olarak gayet genişçe, rûh naklinin imkânsızlığını anlatır. İtikadını düzelttikten sonra Tahir Paşa'ya götürür ve: "İşte bir iddia ile buraya kadar gelmiş bir adamı, bir eşekten misâl vererek Müslüman ettim" buyurur. Sonra ifsâd ettiği kimseleri düzeltmede Tâhir Paşa'dan yardım ister.

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.274)


  19. Vefat ettiği salı gününden iki gün önce Necib Fazıl beyefendiyi İlyas efendi ile Erenköy'de kaldığı evde ziyaret ettik. Hasta idi. Şeker hastalığından gözleri görmez olmuştu. Çok konuştuk. Bildiğim sûre ve şifâ âyetlerini üzerine okudum. Bu fakire(Süleyman Kuku):

    "Albayım, iyileşirsem sizi bekliyorum. Uzun uzun konuşacağız. Sizi sevdim, sohbetiniz bana şifâ gibi geldi" dedi. "İnşallah" dedim. Nereden bileyim, bunun son görüşmemiş olacağını. Allah, Efendi Hazretlerinin yanında bulundursun ve sevenlerini Efendiye sevgili eylesin.

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.333)


  20. BDG adminimizin izahına ek olması açısından, Üstad'ın bir İslam kaidesi olarak bu sözü hangi eserlerinde kullandığına da örnek verelim.

    Aşağıdaki linklerde yer alan alıntıları okuduğunuzda Üstad'ın bu kaideyi hangi husus için misal olarak verdiğini görebilirsiniz. Üstad, fikir örgüsünü İslam çerçevesinde kurduğu için, bütün eserlerinde İslam'ın kaidelerini, velilerin mübarek ağızlarından neşet eden edeb ölçülerini okumak mümkün.

     

    Tıklayınız: Üstad'ın Bir Komüniste Cevabı

     

    Tıklayınız: Kitap Başlıkları Halinde Kurtuluşumuzun 11 Maddesi

     

    --

    Ehli sünnet alimleri buyuruyorlar ki:

    Mümin demek, Önce sen, sonra ben demektir.

     

    Bütün insanlar üç sınıftır:

    Birinci kısımdakiler, bunlar hayvan gibidir; (Benimki benim, seninki de benim) der.

    İkinci kısımdakiler, (Benimki benim, seninki senin) der.

    Üçüncü kısımdakiler ise, (Seninki senin, benimki de senin) diyenlerdir.

     

    Dünyada en zor şey vermektir. Vermeye alışmalıdır; çünkü bir gün, en kıymetli varlığımızı, yani canımızı vereceğiz. Vermeye alışmayan, canını zor verir. Cömert insan, Rabbine kavuşmayı bekler.

    *Kaynak


  21. Samiha Ayverdi'nin mürşidi Kenan Rifai'yi anlattığı Dost kitabında mürşidi tesettürün dinin bir emri olduğunu ve Samiha Ayverdi'nin aksine bayanın cemiyetin içinde bulunmasını değil gizli ve örtülü olmasını söylüyor. Hatta selamet ve kurtuluşun tesettürlü olmaktan geçtiğini söylüyor:

     

    selâmet ve kurtuluş, açılıp saçılmakta değil, gizli ve örtülü olmaktır.

     

    Samiha Ayverdi'nin tesettür hakkında ki görüşlerinin mürşidine dayandığı iddiası böylelikle çürümüş oluyor. Ayverdi'nin birçok kitabını okudum, kendisi şeriata sımsıkı bağlı bir insan. Ayverdi, örtü hususunda indi hükümler vererek malesef hataya düşmüş. Örtü meselesini bir yana koyup, Ayverdi ile azami müştereklerimize baktığımızda dünya görüşümüzün aynıyla uyduğunu ikrar ederiz. Ayverdi gibi İslamiyete hizmet etmiş kıymetli bir insanın hatasını, kusurunu örtmenin yerinde olacağını düşünüyorum.

    ...

    Muhakkak ki tesettür Allah'ın emridir. Ayverdi'nin bu hazin hatasını ve bununla beraber nice güzellikleriyle de bilmek daha yerinde olacaktır.

    Kenan Rıfai ile ilgili olarak Dost isimli kitaptan yaptığınız iktibas, Kenan Rıfai'nin tesettür, başörtüsü gibi hususlar hakkındaki fikrini tam olarak yansıtamıyor Vakıf Ahmet kardeşim. O cümlenin gidişatına göre açılıp saçılma ifadesinin ardından gelen gizli ve örtülü olmak tabirini, Kenan Rıfai'nin başörtüsünü kabul ettiği şeklinde yorumlamak mümkün ama Kenan Rıfai'nin sohbet halkasındaki kadınların başörtüsüz olması, (kadın-erkek karışık bir sohbet meclisi ayrı bir dine mugayir husus) Kenan Rıfai'ye 'hocam' diyen kadınların da başörtüsü hakkında dinimize aykırı tevillerde bulunmaları, Kenan Rıfai'nin tesettür hakkındaki fikirlerini daha fazla araştırma ihtiyacını doğuruyor.

    Bu başlıkta muhtevasından iktibaslar yapılan 'Samiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk' isimli kitabın tanıtımındaki cümlelerden biri: Sargut şöyle diyor; Bugün bir Cemalnur Sargut varsa ve ondan insanlara tesir eden bir tavır varsa bunların hepsi hocam Samiha Ayverdiye ve onun da hocası Kenan Rifaiye aittir.

     

    Kenan Rıfai-Sâmiha Ayverdi-Cemalnur Sargut arasında sırayla giden bir hoca talebe ilişkisi var. Talebeler, dinimizdeki tesettür emrini reddediyorken, hocalarının da bunu reddetmiş olabileceğini düşünmeden edemiyorum.

    Cemanur Sargut, kendi sitesinde Kenan Rıfai ile ilgili şöyle diyor: Kenan Rifai yaşayan Kur-andır. (Kaynak)

     

    Hicran Göze, Samiha Ayverdi'yi anlattığı 'Maveradan Gelen Ses' kitabında diyor ki: Kenan Rıfaiyi tanımak ve anlamak Samiha Ayverdiyi tanımak ve anlamak için şarttır. Mürşidin en kıdemli talebesi şüphesiz Samiha Ayverdidir. (s.86)

     

    Ayrıca Samiha Ayverdi'nin kaleme aldığı 'Türkiye'nin Ermeni Meselesi' kitabının ek4 kısmında Ergun Göze'nin bir köşe yazınsa yer veriliyor ve Göze'nin yazısında Samiha Ayverdi'nin sözlerine de yer veriliyor:

    " 'Neyim varsa efendime borçluyum.' Efendim dediği Kenan Rifai'dir." (s.189)

     

    Göze ailesinin de Kenan Rıfai ile bir ilişkisi var.

     

    Yeniden Dost kitabından yaptığınız iktibasa gelecek olursak, oradaki "gizli ve örtülü" olmak tabirinin, dinimizin emrettiği tesettürü mü, yoksa Samiha Ayverdi'nin de tesettür ve örtü mefhumlarını kendine göre açıklarken kullandığı "Tesettür, kadının iffetli, hayâlı ve edepli olan kıyafeti ihtiyar etmesidir" ve "İslâm, kıyafet üzerinde değil, kıyafetin "ahlâkîliği" üzerinde durmuştur." cümlelerinde geçen manevi örtü, davranışlardaki örtü tarzında bir örtüden mi bahsettiğini tam olarak anlamak imkansız. Kenan Rıfai, örtülü kelimesini kullanırken, başörtüsünü değil, Ayverdi hanımın kullandığı tarzda bir örtüden de bahsetmiş olabilir. Bu meseleyi tam olarak araştırıp ona göre Samiha Ayverdi'nin tesettür hakkındaki görüşlerinin mürşidine dayandığı iddiasının çürüyüp çürümediğini söyleyebiliriz.

     

     

    Dr. F. Cangüzel Güner Zülfikar'ın Kenan Rifai hakkında hazırlamış olduğu bir makalede, Rıfai'nin kadının cemiyetin içinde bulunması ile ilgili olarak düşüncelerini şu şekilde aktarıyor:

    "Dinin esaslarında sağlam duran ve sosyal yapıda ortaya çıkan yenilikleri benimseyen bu çağdaş mürşid, kadınların sosyal hayatta da Kur"an"daki hitaba uygun eşitlikte sorumluluk almaları için çalışmıştır. İlkeleri aynı fakat uygulamalarında değişiklik söz konusudur. Cemiyetin ihtiyaçları doğrultusunda çalışma hayatında aktif olan bir çok kadının eğitimlerinde rol sahibi olmuştur. "

    (*Kaynak - 29. paragraf)

     

    Ek olarak bir de aşağıdaki linkte yer alan yazıyı okuyun derim, ki orada şu ifade geçiyor: "Kadınların örtünmesinin bile şart olmadığını söyleyen Kenan Rifai de kimdi?" ( http://www.galibi.com/nokta_aralik_88.htm )

     

    Değinilmesi gereken bir diğer nokta, Kenan Rıfai'nin sohbetlerini kadın erkek karışık bir mecliste yapıyor oluşu. Mürşidlik makamındaki hiç bir alim, hoca, veli, bu tarz bir karma ortam kurmamıştır. En azından kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde oturur. Ama Kenan Rıfai bu hususa riayet etmiyor, demek ki ona göre bu da mübah.

     

    Şahsen, kendi adıma, Kenan Rıfai'nin bir mürşid olduğunu asla kabul etmiyorum. Dinimizi kendi kafasına göre yorumlayan reformcu takımından biri. Kenan Rifai'nin bidat olan şekilde sakal bırakmasını 'sünnetten ayrı olarak estetik zevkine uygun gördüğü için' şeklinde yorumlasak bile, bidat olan bir işi yapmış olma hakikati değişmiyor ve niyet, bidat olan bir işi temize çıkarmaz. Hangi niyetle olursa olsun, o şekil bidat bir sakaldır kardeşim.

     

    Sâmiha Ayverdi her ne kadar faydalı yazılar kaleme almış olsa da, dinimizin emirlerinden birini kafasına göre yorumlamış ve çok tehlikeli bir zeminde ayağını kaydırmaktan çekinmemiştir. Onun bu görüşlerini okuyarak başörtüsünü gereksiz görecek olan ve başörtüsü takmayacak olan ve aynı zamanda da başörtüsünün farz olmadığına inanarak itikadını bozacak olan bir kızın, bir hanımın mesuliyetini de üzerine almış olmuyor mu? Bir kadın başını örtmüyordur lakin örtmenin farz olduğunu kabul ediyordur, günahkardır, lakin başörtüsünün, dinimizin bir emrinin farz olmadığını söylemek itikad meselesine girer ve iş günahkarlıktan daha farklı, daha tehlikeli boyutlara taşınır. Bunu siz de biliyorsunuzdur. Bu durumda, "İslamiyete hizmet etmiş kıymetli bir insanın hatasını, kusurunu örtmenin yerinde olacağını düşünüyorum." fikrinize katılmıyorum Vakıf Ahmet kardeşim. Ortada insanî bir kusur yok, itikadı tehlikeye atan bir cinayet var.

     

     

    Kenan Rıfai'nin sohbet halkasından fotoğraflar (fotoğraflar Kenan Rıfai belgeselinden alınmıştır)

     

    kr2d.jpg

     

    19015483.jpg

     

    kr3y.jpg


  22. Nur Suresinin 31. âyetinde '(...) başörtüleri yakalarının üzerini kapatacak sûrette koysunlar (...)' buyuruluyor. Bu âyette 'baş örtülerinin arkaya değil, ön tarafa, göğüs ve gerdanı kapsayacak şekilde sarkıtılması' emrediliyor. 'Başörtülerini üzerlerine alsınlar' veya 'başlarını örtsünler' denmiyor. Çünkü eski zamanlardan beri, şark milletlerinin kadınları başlarını örtüyorlardı. Asr-ı Saadette de kadınların başörtüleri vardı. Başörtüsü giyilen kıyafetin bir parçasını teşkil ediyordu.

     

    Sâmiha Ayverdi'nin okuduğum kitaplarında, Osmanlı çerçevesinde yükselen bir tarih şuuru ve bizleri köklerimizden kopararak şahsiyetsizleştiren, milli-manevi değerlerimizden ayıran, medeniyetimizi tahrip eden hadiselere dair gerçekçi tahliller, tenkidler görmüştüm. Böyle sapık fikirleri olduğunu bilmiyordum. Eyvah denilecek raddede aklının hududunda İslam'ın tesettür cephesini yorumlamaya kalkmış... Çok yazık. Yukarıdaki iktibasın, Kuran-ı Kerim'i kendi kafasına göre yorumlamaya kalkmak gibi bir cinayet olduğunu görmek ve bu kitabı hazırlayanların da 'körler sağırlar birbirini ağırlar' hakikatince, aynı zihniyette ve itikatta olduklarını tahmin etmek mümkün. Zira Cemalnur Sargut'un da bazı sohbetlerinde bu bozuk itikada yönelik fikirler sadrettiği vâkidir.

    Sâmiha Ayverdi'nin hayatında yer alan önemli isimlerden biri, Kenan Rıfai. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam Kenan Rıfai'nin müridlerindendir Sâmiha Ayverdi. Kenan Rıfai'yi tam olarak henüz incelememiş olsam da, bidat sakalı, kendisine mürşid denilen bir kimse için rahatsız ediciydi. Dinimizde sakalın ölçüsü bir tutam olarak sünnete uygun bırakılmalıdır ve sakala şekil vermek dinimizce uygun değildir...

    Sâmiha Ayverdi'nin bu sapık fikirlerinin Kenan Rıfai'ye dayanma ihtimali yüksek. Günümüzün bidat ve reformist kafalarından bir kısmı da demek ki bunlar.

    Bu yazıyı bizlerle paylaştığı için murai_muhib kardeşime teşekkür ediyor ve yazının devamını da eklemesini rica ediyorum. Şu fikirlerin sapıklığı ve bozukluğu da ortada ama daha neler var görelim, okuyalım, bilelim.

     

     

    tesettür, başörtüsü birçoklarının iddia ettiği gibi, Müslüman kadınlarını diğerlerinden ayırt eden bir alâmet-i farika değildir. Çünkü şark memleketlerinde tesettüre riâyet edenler, sadece Müslüman kadınları olmayıp, diğer dinlere mensup kadınlar da örtülüdürler. Örtünmek onların mahallî ve an'anevî kıyafetlerinin üslûbudur.

     

    Bir mim koymak gerekirse, eski zamandan beri kadınların baş örtü kullanmaları, haddizatında, Allah'ın göndermiş olduğu semavi dinlere dayanıyor. Gönderilen dinlerde, tahrif edilmeden önce, kadınların tesettürün bir parçası olarak başlarını örtmeleri emrolunmuştu. Her ne kadar semavi dinler beşer elinde tahrif edilse de, bir zamana kadar insanlar üzerindeki denetleyici ve şekillendirici kaidelerini devam ettirmişti. Katolik Avrupa'dan tutun da Ortodoks Rusya'ya kadar, bundan bir 100 yıl önce kadınların başlarını kapadığını eski fotoğraflardan, eski video kayıtlarından ve hatta o dönem yazılmış olan romanlardan, o devre dair çekilen filmlerden bile görmek mümkün. Ki hatta günümüz Yahudilerinde de evli kadınların başlarını kapamaları mecburi (kapatmak istemeyenler saçlarını kazıtıp peruk takarak bu dini vecibeyi yerine getiriyorlar! (mı?)) Yani kadınların eski zamanlarda da başlarını örtmeleri dini kaynağa dayanıyordu, mahalli ve an'anevî kıstaslara değil.

     

    Bu konu ile ilgili Kur'ân--ı Kerîm âyetlerini tahlil edelim:

    Sanki şiir tahlil ediyorsun, çok yazık. Hayatta olsa Allah ıslah etsin derdik...

×
×
  • Create New...