Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. ÜSTAD

     

    Arif Ay

     

    ahşap konağın mermer merdivenlerine

    akşam güneşi gibi düşen

    annelerin titrek solgun sesinden

    hüznün ve şiirin hendesesini kurduğun

    odalarını Kur'an sesi, karanfil kokusu

    dolduran sabahlarda

    Yunus çeşmesinden sular içtin

    kulluğun çeliğinde attı kalbin

    çile ocaklarında piştin

     

    tüm inanmışların haritasıdır yüzün

    işgal ve talandan sonra

    bir tarih ki her sayfası yalan-dolan

    sahte kahramanlar ve filan

    bir bir düşürüp maskelerini

    öfkesini alanlarda dağ gibi gezdiren yürek

    sen şiire sığmadın, sığmazsın

    Necif Fazıl Kısakürek

     

    kıyamete bir an kalmış da

    ördüğün ebediyet duvarına son taşı

    koymanın telâşında bir ömre

    bin yılı sığdıran deha

    katıldın sonsuzluk kervanına gittin

    gece sürüyor gün doğmadı daha


  2. Yıl 1974, MTTB Ankara Şubesi Başkanıyım. Üstad'a Ankara'da konferans verdireceğiz. Yer Maltepe'de Gölbaşı Sineması (şimdi yerinde Telekominikasyon kurumu var).

    Sinema salonu tıklım tıklım. Sinema sahibiyle beraberiz. Adam bu binada böyle bir kalabalık görmedim diyor. Üst balkonlardan insanlar salkım saçak aşağıya sarkıyorlar. İzdihamdan sanki bina patlayacak.

    Fuayeye ses düzeni kurduk. Üstad'ı daha çok insan dinlesin diye. Konferans anı geldi. Üstad oturarak konuşacak, ben sahnede perde arkasındayım. Yanımda arkadaşlar ve sinema sahibi var, bina yıkılmasın diye dua ediyoruz. Hiç unutamadığım iki detay;

     

    Birincisi; konuşma masasına iki mikrofon koydurdum Zenger'e, hava olsun diye, ancak birisi canlı, Üstad konuşmaya başlamadan önce mikrofonların kafasına tık tık diye rastgele vurdu. Ses gelmeyeni ağzının önünden uzaklaştırdı. Konferans boyunca canlı mikrofona konuştu.

     

    ikincisi; biz kürsüye Bafra sigarasını daha önceden koyduk. Ancak tam konuşmaya başlayacağı zaman kültablası olmadığını farkettik. O anda müdürün odasından getirip koyduğumuz kültablası meğer bir bira firmasının eşantiyonu değil miymiş. Üzerinde ismi ve logosu var. Üstad konferans boyunca sigara içti, ancak külünü hep kürsünün yanından işaret parmağıyla yere silkeledi.

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - s.353)

    • Like 4

  3. 1975'te İstanbul'dan ayrıldıktan sonra İzmir'e yerleşmem icap etti. Üstad bir kaç kez İzmir'e geldi ve orada elini öpmek tekrar nasip oldu. Herkes bilir, Üstad kimseye elini öptürmezdi. Kendisini çok seven bir arkadaşım zorla elini öpmek isteyince "güreşe mi geldin" diyerek söylenmişti.  

     

    1983 yılının Mayıs ayında Eskişehir'de askerlik yapıyordum. Bir cuma günü Adapazarı'na geçtim. Trende giderken hıdrellezi kutlayan kalabalık bu günlerin Üstad'ın vefatından onbeş gün kadar önceye tesadüf ettiğini gösteriyordu. Telefon ettim. Pazar günü beklediğini söyledi. Abdullah Gül, Mete Doğruer ve ben birlikte gittik. Bizi üst kattaki kendi odasına aldı. Yorgun bir hâli vardı. Gözleri galiba artık çok iyi göremiyordu. Sakalı ne kadar da çok yakışmıştı. Günlük hadiselerden bahsetti. Muhakemesinde en ufak bir zaaf eseri yoktu. Biraz endişeyle bir fotoğraf çektirmek istediğimi söyledim. Lütfen kabul etti. Sakallı haliyle yanında çekilmiş bir fotoğrafım yoktu. Galiba ikişerli durarak bir kaç fotoğraf çektirdik.

     

    Sonra Eskişehir'de radyodan vefat haberini aldım. Cenazesine katılamadım. Ancak bu üzüntüyü hâlâ hissederim. Allah rahmet eylesin.

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - s.350)

     

    tekeliogluarsivi.th.jpg


  4. Bir gazetede tefrikası çıkıyor. Bugün yazıyı verir, yarınki gazetede çıkar. Bir defasında yazıyı hazırlamaya vakit bulamamış. Matbaanın önünden geçerken mürettibi gördü ve "Üstad yazı gelmedi" deyince, "yetiştiremedim, gel ben sana söyleyeyim sen harflerini diz" teklifinde bulundu. Mürettib "peki" dedi "harf kutularını kontrol edeyim"

    Ama baktı ki bir harf kutusu boş, "Üstad'ım maalesef olmayacak, harflerden birisi hiç kalmamış!" diye usulünce "ziyanı yok, o harfi kullanmadan yazıyı tamamlarız'" diyor ve gerçekten tamamlıyor.

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları - s.345)

    • Like 1

  5. Kayserilinin Üstâd Necip Fazıl'a, Üstâd'ın da Kayseriliye özel ilgi ve sevgisi vardı. 1949'da kurulan Büyük Doğu Cemiyeti'nin bir numaralı şubesi Kayseri'de açılmıştı. 1964'te İstanbul'da tahsilde bulunan bir grup arkadaşımızla birlikte kurdukları Büyük Doğu Fikir Kulübü'nün ilk şubesini de Kayseri'de açtık.

    Bir konferans vermesi ve şubenin açılışını yapması talebiyle Üstâd'ı Kayseri'ye davet ettik. Üstâd'la ilk tanışmam bu vesileyle Kayseri'de gerçekleşti. Yalnız Üstâd'ın ismini ilk defa orta okul yıllarında duymuştum. Bir arkadaşımdan ders kitabı almıştım. Arkadaşım benden önce bu kitabı birisine vermiş. Verdiği kişi de kitabın arka kapağına Üstâd'ın beklenen şiirini yazmış. Bu şiir beni çok etkiledi ve daha sonra yavaş yavaş Üstâd'ın eserlerini okumaya başladım. Üstâd'la tanıştıktan bir yıl sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğrenim hayatım başladı.

     

    Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim:

    Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim...

     

    Diyecek kadar iman erginliğine ulaşan Üstâd, şiirin dar kalıbında kalamaz ve şiirinde muhtaç olduğu iklimi kurabilmek için Büyük Doğu'yu neşretmeye başlar, ilk sayısı 17 Eylül 1943'te neşredilen Büyük Doğu'nun o yıl ikinci devresi yayın hayatmdaydı.

     

    İstanbul'a varışımızın ertesi günü arkadaşlarla, Gedikpaşa'daki Refik Büründüz'e ait Kayseri Hanı'ndaki Büyük Doğu İdarehanesi'nde Üstâd'ı ziyaret ettik. Hizmetinde Kayserili arkadaşlarımız olduğu için her gün ziyaret imkânımız vardı.

    Büyük Doğu, neşriyatına kısa bir süre ara verdikten sonra 1967'de 13. devre olarak yeniden yayımlanmaya başladı. Bu devrede ben Büyük Doğu'nun mesul müdürü ve bütün işlerinde yardımcısıydım. Artık her gün, gece gündüz Üstâd'la birlikteydim. Bu şekilde beraberliğimiz, 1969'daki 14. devre ve 1971'deki 15. devre boyunca, tahsil hayatımın bitiş yılı olan 1971 ortalarına kadar devam etti.

    Üstâd basının önemini çok iyi bildiği için, maddî durumu iyi olan yakınlarına gazete çıkarmaları yönünde devamlı telkinde bulunurdu.

    Bu yıllarda Topbaşlar Bab-ı Âlî'de Sabah isimli bir gazete neşretmeye başladılar. Bu gazetenin Cağaloğlu'ndaki binasında Büyük Doğu için de bir oda ayırdılar. 1967 Büyük Doğuları bu binada yayın hayatını sürdürdü.

     

    13. devre Büyük Doğuları, 26. sayıya ulaşıncaya kadar altısı Ağır Ceza'da üçü Toplu Basın Mahkemesinde, dokuz ayrı dava açıldı. Ben davaların tamamından beraat ettim. Üstâd, tefrika hâlinde yayımladığımız "İdeolocya Örgüsü" ile ilgili davadan altı aya mahkûm edildi. Bu dava ile ilgili 5. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yaptığı müdafaa edebî bir şaheserdir.

    Anadolu beşiğinde, 20. hatta 21. asrın müspet bilgi harikalarıyla teçhizatlı ve ruhî muhtevasına zerre taviz vermeksizin bağlı, yani Türk çocuğunu; sadece kendi milletini değil, topyekun insanlığı kurtarma reçetesine sahip yeni Türk çocuğunu yetiştirmek ideali!

     

    Bu yüzden M.T.T.B' den, falan ve filân partiye kadar nerede gençlik potansiyeli görmüşse oraya el atmış ve bu gençlerin ruhlarını doldurmak için elinden geleni yapmıştır. Demir Oğuz'dan gelen altın neslin yeniden tenekeye dönüşmesine gönlü razı değildir.

    Evinde her akşam ve her pazar denecek sıklıkta ziyaretine gelen genç halkası oluşur, onlarla sohbet ederdi.

    Zaman zaman bizi yemeğe alıkor, masa hazırlanırken aşağıya seslenir; "Bugün masada Kayserililer var, ekmek bol olsun." derdi. Bir akşam gece yarısına kadar idarehanede çalıştık, bizim ev Süleymaniye'de idi. Bana: "Artık sen git, ben bitişik otelde kalırım." dedi. Sabah erken saatte döndüğümde masa başında çalışır buldum. Geceyi dergi için aldığımız gazete kâğıdı toplarının üzerinde geçirdiğini anladım.

     

    Erken saatte Ankara'ya gideceği günler, bizim evde kalırdı. Yatarken bana: "Sabah 5'te seslen" derdi. O kaygıyla yattığım için olacak gözümü açtığım an saat tam 5 olurdu.

    "Sen doğramacı hatası olarak hakimlerin yanındasın, aslında taraflardan biri olarak yerin benim yanımdır! Hitabının benzerini 4. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmasında da yaşadık. Basın affı çıkması ihtimali vardı ve Üstâd davayı uzatmak düşüncesiyle üçüncü duruşmada da müdafaa için mehil istedi. Savcı itiraz etti. Mahkeme Reisi kadındı. Hakimler dinliyor, savcı ile Üstâd karşılıklı atışıyorlar. Savcıya doğramacı hatası olarak hakimlerin yanında oturduğunu söyledikten sonra: "Ben Sorbon'da tahsil yaptım, hangi davalarda, nasıl hareket edileceğini bilirim" dedi. Savcı da tahsilini Sorbon'da yaptığını söyleyince Üstâd tartışmayı noktalayan cevabı yapıştırdı: "Sen orada kanun maddesi ezberledin, ben ise hukukun felsefesini okudum."

     

    (Necip Fazıl Kısakürek- Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları- s.334-335)


  6. Selamlar,

    Cengiz Numanoğlu beyefendi, hem şekil, hem muhteva açısından Üstad'ın üslubuna benzeyen çok güzel şiirler yazmaktadır. İnternet dünyasında (bilhassa facebook'ta) Üstad'a ait olmadığı halde altına Üstad'ın isminin yazılarak Üstad'ınmış gibi gösterilen şiirler arasında Cengiz beyefendinin şiirleri de bulunmaktadır. Sadece şiir değil, birçok vecize tarzı söz de Üstad'a ait olmadığı halde ona ait gibi gösterilmektedir. Muhtemelen kötü bir niyet taşımayan, sadece bilgisizlik ve kopyala-yapıştır sisteminin hızla internete yaydığı bu bariz hatalar üzerine, Üstad'a ait olmayan şiirler-sözler çerçevesinde bir çalışma yapmayı düşünüyoruz yakında. Cengiz beyin Üstad'ın yazılarını değiştirip kendi adını kullanması diye bir şey asla söz konusu değildir. Ki kendisi de buraya kadar gelip bir izah buyurmuşlardır. Kendilerine çok teşekkür eder, muvaffakiyetlerinin devamını dileriz. 

     

    Daha önceden üyelerimiz tarafından açılan Cengiz beyin şiirlerinin paylaşıldığı başlığa gitmek için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=11304


  7. Sayın kübra kardeşim,

    M.İkbal'in kitabından iktibas ettiğim yukarıdaki fikirler ehli sünnete zıttır. Dinimizde kadın halife olabilir mi? Olamaz. Ama M.İkbal, bu meseleyi kendine göre yorumlayan diğer sapkınları örnek göstererek olabileceğini iddia ediyor. Bu sadece tek bir örnek. Diğer iktibaslarda da ehli sünnete aykırı görüşleri vardır. Din sahasında söz söyleyen insanlar ya ehli sünnettir, ya da ehli sünnet dışıdır. Ki ikinci kesim, kendi itikadlarının bozuk olmasının yanında diğer insanların da itikadlarının bozulmasına sebep oldukları için çok tehlikeli bir konumdadırlar. Siz bu fikirleri savunan birinin neye ve kime istinaden sapkın olmadığını söylüyorsunuz? Sonuçta doğru yolun sapık kollarında yer alan her kişi de "La ilahe illallah Muhammedun rasulullah" diyordu. Diyordu lakin gökteki yıldızlar gibi olan sahabe efendilerimizi takip etmek, onlara uymak yerine kendi akıllarının ve nefslerinin yolundan giderek sapkınlığa düşmüşlerdir.


  8. Daha önceden açılan şuradaki başlık vesilesiyle, Muhammed İkbal'in reformist ve ehl-i sünnet dışı görüşlerinin olup olmadığına dair küçük bir tartışma yapılmıştı. M.İkbal'in "İslam Düşüncesi" adını taşıyan kitabından aşağıya yapmış olduğum bazı iktibaslar ile onun nasıl bir çizgide olduğunu görelim:

     

    *Hz. Peygamberin kayınbabası ve en yakın sahabelerinden biri olan hz. Ebubekir, iç karışıklık tehlikesinin baş göstermesi nedeniyle, biraz aceleyle ve düzensiz bir şekilde halife seçilmiştir. (sayfa 9)

     

    *Dini bir sisteme yaklaşırken başvurulacak üç temel bakış açısı vardır: Birincisi, Üstadın bakış açısı; ikincisi, yorumcunun bakış açısı, üçüncüsü ise eleştirel araştırmacının bakış açısı. s.45

     

    *Ben burada eleştirel bakışı benimseyen araştırmacının yaklaşımını benimseyerek İslam’a bakmaya çalışacağım. s.47

     

    *Eleştirel yöntemi benimseyen din araştırmacısının konusunu incelerken ve irdelerken nasıl bir yaklaşım biçimine sahip olduğunu biraz önce kısa ve özlü bir şekilde göstermiştim. O halde şimdi bu kısa makalenin elverdiği yer ölçüsünce, eleştirel yaklaşımı benimseyen bir araştırmacı olarak İslam'la ilgili bütün soruları sorabilmenin ve bu dini sistemin gerçek manasını gün ışığına çıkarabilecek cevaplar verebilmenin benim için tam olarak henüz mümkün olmadığını ifade etmek zorundayım. s.49

     

    *Tam bu noktada, şeytana bir ölçüde hayranlık duyduğumu itiraf etmekle okuyucuyu rahatsız etmemiş olacağımı umuyorum. Açıkça kendisinden düşük olduğuna inandığı Hz. Adam’in secde etmeyi reddetmekle, şeytan, kanaatimce, nasıl ki, kara kurbağasının güzel ve çekici gözleri onu fiziki görünümü bakımından itici ve iğrenç olmaktan kurtarmışsa, manevi isyanından ve kirlenmişliğinden kurtarabilecek bir karakter özelliği olan yüksek bir kendine saygı duygusu sergilemiştir. Ve ben Yüce Allah’ın, şeytanı, takatsiz, zayıf insanlığın atasının önünde kendisini düşük konuma ittiği için Hz. Adem’e secde etmeyi reddetmediğini, bilakis, Kainat’ın Yegane Hakim’inin iradesine mutlak anlamda itaat etmeyi redettiği için cezalandırdığını düşünüyorum. s.63

     

    *(Münevver Ayaşlı’nın "Haminne’nin Suret Aynası" kitabında M. İkbal ile ilgili bir tesbiti, İkbal'in bu sapık görüşünün nasıl bir fikre dayandığına işaret ediyor :“İkbal, egonun yani benliğin şahsiyeti geliştirdiği ve kuvvetlendirdiğini iddia eder.” s. 134 )

     

    *Ben, bu lanet olası dini ve sosyal mezhepçiliği, ayrılıkçılığı kınıyorum. Allah adına, insanlık adına, Hz. Musa adına, Hz. İsa adına ve O’nun adına –ben bu yüce ismi düşündüğüm zaman, tefekküre daldığım zaman, ruhumun derinliklerinde, tellerinde bir kıpırdanma, alev alev yüyüyen bir duydu atei yanıveriyor- evet, insanlığa özgürlük ve eşitlik nihai mesajını getiren o yüce peygamberin adına bu ayrılıkçılıkları kınıyorum.

     

    *İslam tek ve parçalanamaz bir bütündür. İslamda etrafı kalın duvarlarla örülmüş ve mezhepçilik taassubu, ayrılığa yol açacak, parçalanmaya neden olacak, Müslümanları birbirine düşürecek bir Vehhabilik, bir Şiilik, bir Mirzacılık, bir Sünnilik anlayışına yer yoktur. S.80

     

    *(Sünnilik dışında kalan Vehhabilik, Şiilik gibi sapık kolları ehl-i sünnet itikadındaki herkes reddeder. Lakin; mezhepçiliği kınıyorum, reddediyorum diyerek sünniliği de İslam'ın parçalanmasına sebep olan mezheplerden biri olarak kabul ederek sünniliği (yani ehli sünneti de) reddeden bir bakış, reformist, mezhepsiz ve sapık bir bakıştır)İslam’ın kutsal kitabına göre, kadınların toplumda çeşitli yerlerden ayrı tutulmalarıyla ilgili bazı kurallar vardır. Örtü/nme, bunlardan yalnızca biridir. Bir diğer kural ise, erkeklerle kadınlar buluştukları, bir araya geldikleri zaman, birbirlerinin gözlerine doğrudan bakmamaları gerektiği kuralıdır. Eğer bu evrensel / yaygın olarak uygulanan bir kural olmuş olsaydı, belki de o bildik örtünmeye gerek kalmayabilirdi. s.97

     

    *Bazı fakihlere göre kadın, İslam’ın halifesi olarak bile seçilebilir. s.99

     

    *Ancak bana göre, kültürel açıdan konuşmak gerekirse, daha da önem arz eden nokta, mirac hikayesinin ortalama Müslüman üzerinde her zaman yaptığı o büyüleyici etki ile Müslüman düşüncesinin ve muhayyilesinin mirac hikayesini ele alış tarzıdır. Bu, ortaçağ kültürünü sembolize eden İlahi Komedya’nın en yüce kısmını bir model, bir motif olarak teçhiz eden Muhyiddin İbn Arabi vasıtasıyla Dante gibi cins bir kafaya bile cezp edici bir şekilde hitap edebilen bir şey olduğuna göre, sadece dini dogma olmamalı, çok daha fazla, çok daha bir şey olmalı. s.104

     

    *İmdi, hal böyle olunca, Descartes’in Method’unun [Metod Üzerine Nutuklar başlıklı kitabının] ve [Roger] Bacon’ın Novum Organum başlıklı kitabının kökeninin, Grek düşüncesini tartışan İbn Teymiye, Gazali, Razi ve Maktul / katledilen Şehabüddin Sühreverdi gibi Müslüman düşünürlere kadar götürüleceğine inanmam için haklı nedenlerim ve gerekçelerim var. s.106

    ----------------

     

    Bu miktardaki iktibasla bile M. İkbal'in itikat çizgisini anlamak mümkün. Onun hakkında inceleme yapan ve makale yazanlar da İkbal'in tesiri altında kaldığı kişilere değinirken bu itikat çizgisinin kimlerden alındığını gösteriyor:

     

    Prof. Dr. Abdülkadir Karahan'ın "Dr. M. İkbal ve Eserlerinden Seçmeler kitabından:

    Batı etkisinden çok daha fazla İkbal'in edebi kişiliği, Doğu-İslam dünyasının mümtaz niteliklere sahip bazı mutasavvıf, şair ve bilgininin etkisile kendini bulmuş, olgunluğa kavuşmuştur, demekte hata yoktur. Hallac, Şebüsteri, Mevlana, Hafız, Bidil, Galib, Cemaleddin Afgani gibi zatlar bunların başlarında gelmektedir. S.48

    -

    Münevver Ayaşlı’nın "Haminne’nin Suret Aynası" kitabından:

    Mısır’da yükselen bir sese de kulak verip ona da bağlanıyor İkbal: "Cemaleddin Efgani ve onun en büyük şakirdi Muhammed Abduh." S.143

    -

    Yard. Doç. Dr. Mehmet Katar'ın "Dinler Tarihi" kitabından:

    "Muhammed İkbal gibi Müslüman düşünürler, Kuran’ın mesajını modern çağa göre yorumlamayı ve İslam’ın fikri değişim gücünü örneklerle göstermeyi başarmışlardır." s.181


  9.  Milliyet Gazetesi'nin 3 Mayıs 1950 ile 30 Haziran 2004 tarihleri arasındaki sayılarınıdan müteşekkil olarak internete aktardığı arşivinden Üstad'la ilgili haberlerin bir kısmı aşağıya eklenecektir.  Buraya tıklayarak arşivin Üstad'la ilgili kısmına ulaşabilirsiniz. (Sayfaları görebilmek için ücretsiz üye olmanız gerekmektedir) Bizleri bu arşivden haberdar eden benser rumuzlu kardeşimize teşekkür ederiz.

     

    Milliyet Gazetesi'nin mahiyeti itibariyle Üstad'a olan yaklaşımını da bu haberlerin üslubundan gayet net olarak görebiliyoruz.

     

     

    71612780.jpg

     

     

    19584233.jpg

     

     

    87395974.jpg

     

     

     

     

    36122782.jpg

     

     

    33935086.jpg

     

     

    69440122.jpg

     

     

     

     

    66481565.jpg

     

     

    80785522.jpg

     

     

    79306720.jpg

     

     

    58333804.jpg


  10. NECİP FAZIL KISAKÜREK

     

    Mehmet Emre Özer

     

    Bahçede dikerken çiçek

    Elimde bir kısa kürek

    Çağırdı beni mübarek

    Necip Fazıl Kısakürek

     

    Ey şair,

    Gelmek için yanına

    Atıldım suya

    Geçiyorum nehri yüzerek

    Beni sevenleri üzerek

    Dayanmaz buna yürek

    Kaderimin sesini dinleyerek

    Geliyorum yanına, mübarek

    Necip Fazıl Kısakürek

     

    Ey Şair, yüzerken suda, aklıma geldi türkün "Sakarya"

    İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya

    Bir yanda akan sensin, ama etrafımda Sakarya

     

    Açıklama:

    Ben Necip Fazıl Kısakürek'i çok geç tanıdım. Kendisini ne lisedeki edebiyat derslerimden ne de basın ve medyadan hatırlıyorum. Ya ben denk gelmedim veya geldim ancak hatırımdan çıktı. Ancak anlaşılıyor ki, medya ve basın Necip Fazıl'a, Nazım Hikmet'e verdikleri önemi vermiyorlar. Ben Necip Fazıl'ı 2002 senesinden sonra 3 numaralı şiirimde bahsettiğim Cem isimli arkadaşım sayesinde tanıdım. Kendisine burada teşekkür etmeyi, bir borç bilirim.

     

    (Beyaz Üstüne Eflatun - Mehmet Emre Özer - s.46)


  11. Türk televizyonlarındaki düşüklük yerini ne zaman niteliğe bırakır? Süleyman Çobanoğlu bile alet oluyorsa bu işlere... Yazık!

     

    Ekim ayı başında çıkan CafCaf dergisinin son sayısı bu hafta itibariyle, çok şükür, bizim sokağın başındaki büfede de yerini aldı. Bugün dergilerin arasında gördüm ve heyecanla bir tane aldım. Bu ayki ‘kapak’ hakikaten sloganik ve dolayısıyla bir hayli etkileyiciydi. Bugünlerde beni üzerinde düşünmeye yönelten televizyondaki dizi furyasının, bir başka biçimiyle CafCaf dergisi çizerlerinin kaleminden çok etkileyici bir mahiyette doğması bende bu konuda bir şeyler söyleme isteği uyandırdı.

     

    Diziyle ağlayıp diziyle gülüyoruz

     

    Dizi kültürü, ülkemizde tek kanallı TRT döneminde yayınlanan ilk yabancı dizilerle birlikte henüz fazlasıyla aşina olmadığımız bir kültürel yaşamı bize taşıyarak yediden yetmişe herkesi, henüz sayısı mahallede çok zengin kimselerin sayısıyla ölçülebilen o siyah beyaz ekranların başına toplayarak etkisini göstermeye başlamıştı. Bu diziler ve devamındaki yerli yabancı diziler dost sohbetlerinin, evlerde kırk yıllık hatır için sohbetle köpüren kahvelerin hatta kahvehanelerin derin sohbet listesinin bile en önemli konusu oldu. Annelerimizi, ablalarımızı, ninelerimizi ekran başlarında hüngür hüngür ağlatan, eve gelen misafirlere halini hatırını sormayı erteleten, dizideki genç sevgililerden birinin ölümü ile yayılan hüznün o gece evde bir cenaze atmosferi doğmasına sebep olan bir pembe dizi kuşağının etkisi ile günümüzde de dizi kültürü, hüzün ve sevinç gibi maneviyat dünyamızın temel hislerini ekranlar vasıtası ile harekete geçirmeye devam ediyor.

     

     

    “Aşk-ı Memnu”da kendi dünyasından uzak, birbiri içine geçen yasak ilişkiler ile vakit geçiren kitlenin, “Yaprak Dökümü”nde de dağılan bir ailenin hüznünü tatması, edebî bir temele dayanan yapımların Türk insanı üzerinde hâlâ etkili olabildiğini gösteriyor. Fakat edebiyat çerçevesinde incelenebilen bu eserlerin günümüz televizyon dünyasında biçimlendirilmiş halleri, bizleri maneviyattan koparan duygular ve eylemler bütününe maruz kalmaya zorlamakta. Senaristlerin, Reşat Nuri’nin düşlediği ve kaleme aldığı eserin her sayfasından bir bölümlük dizi senaryosunu çıkarma çabası, eserin yazılış maksadından insan üzerinde yarattığı duygulara kadar ciddi bir değişime sebep olmakta.

     

    Yeni ‘Reis Bey’ler nerede?

     

    İnsanlarımızın ağladığı ve güldüğü konuların seviyesinin televizyon dizileri ile de gitgide düşürüldüğü bir dönemde eskilere bir el atmadan durmak mümkün görünmüyor. Bir zamanların takdire şayan piyeslerinin televizyona uyarlanmış hallerinin dahi aklımı düşünmeye; gönlümü düşündüklerimi hissetmeye çağırdığını fark ettim. Bugün sözde çağdaş yaşamın içerisinde hüznü ve mutluluğu konu edinen ve aslında duygudan bir o kadar yoksun diziler zincirinin karşısında esir olmuş insan sayısı o kadar çok ki, bu insanlar hayatlarında bir kez olsun Necip Fazıl’ın aynı isimli tiyatro eserindeki unutulmaz karakteri Reis Bey’in merhamet ve ceza anlayışının hissiyatına eremiyor. Ayrıca izleyiciler, insanlığın yeni kurtuluş yolunun merhamet olduğunun, insandaki kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine ovalaya ovalaya yumuşatmak gerektiğinin bilincine varamadığı gibi, kavgayla örülen bir dizi televizyon yapımının, ellerin havaya hışımla kaldırılıp şiddetle indirilmesine kadar birçok eylemin müsebbibi olduğunu göremiyor.

     

     

    “Merhamet, hava gibi su gibi muhtaç olduğumuz iksir. Baş aşağı bir cemiyeti, baş yukarı edebilecek bir kudret.” Bu cümleleri duyabileceğimiz bir karakter başrol oynamıyor reyting rekorları kıran dizilerde. Keşke bir Reis Bey daha çıksa; insanlığa para dağıtır gibi merhamet dağıtsa… Bir senarist, bir yazar Necip Fazıl’ın her izlenildiğinde ağlatan o tiyatro sahnelerini yazarken içinde bulunduğu maneviyatı yaşasa keşke. Keşke dizilerde hayalî kahramanların ölümüne ağlayan insan, ekranlarda kendi içine doğru ayna tutan gerçeklerin yansımasını seyrettikçe uyuyamasa geceler boyu…

     

    Yeni Reis Bey’ler; Afrika’da susuzluktan dudakları kuruyan, Filistin’de ansızın gelen bir mermi ile vurulan, büyük şehirlerin kalabalık caddelerinde oradan oraya savrulan çocuklar için kendine suçluluk payı çıkartıp böylesine büyük bir sorumluluk zincirinin bir halkası olan insanların yetişmesine sebep olsa keşke yeniden. Yalnız eğlenmeyi kendine ilgi alanı seçen, lüks hayatlar içinde tatlı tatlı hüzünleri seyredip kendi kızının ve oğlunun dertlerinden habersiz insanlar, Reis Bey’in ‘içine doğru suçlu olduğu’ bir dünyanın ne yazık ki suçlarından habersiz kahramanlarıdır. İnsanlık olarak ‘buz çölünde yol alıyoruz’ demişti ya Üstad; sanırım merhametin bile sahteleştirilip insana sınırlı dozda verildiği bir toplumsal çevrede, varlığını oluşturan manevi hususları koruyabilen ve yerine göre güçlendirebilen bireyler olmaktan uzaklaşıyoruz. Demek ki “her şeye esirgeyen ve bağışlayan Rabb’in adıyla başlayanlar”ın sayısı çok azalmış. Bir de kalkmış, her şeyi affedebilen Allah’ın huzurunda, yanımızdaki diğer insanları gözle bıçaklıyor, dille zehirliyoruz. Bizler şimdilerde yolda komşumuza selam vermekten korkan bir yığın insan olma yolundayız sadece.

     

     

    Dizilerden hayata aktarılanların vebali kimin boynuna?

     

    Gelişen teknoloji ile kültürel değerler arasında sıkışıp kalan bir toplumun yetiştirdiği fertleriz. Artık insanlar güveni unutuyor; maruz kaldığı televizyon dizileri yahut medyanın diğer araçları insanların “şüphe sistemine” itimat etmesine sebep oluyor. Gayr-i ahlakî dizilerimiz yediden yetmişe herkesin, eşlerine ve çocuklarına olan samimi güven duygularını dahi içten içe şüpheciliğin etkisi altına alıyor. Parkta karşılaştığı ve bir şekilde sohbet ettiği adama ismini söylemekten korkan ve bu korkusunun sebebi olarak da göğsünü gere gere “Bu devirde kimseye güvenmeyeceksin. Bir isimle neler yapıyorlar; televizyonlar bangır bangır bağırıyor” demek, geldiğimiz ve sanırım maruz bırakıldığımız durumun en acı örneklerini veriyor bize. Üstadın ölümsüz eserinde suçlu konumundaki delikanlının, o dönemin acımasız adalet kılıcı ve suç avcısı Reis Bey’e yönelttiği şu sözler hâlâ kulaklarımda: “Siz, merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız; yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz.” İnsanlık, “kucağında yaşadığı cemiyete” yabancı geliyor artık. Adalete yalnız yargıçların baktığı bir âlemde hiçbir senarist veya yönetmen; bilincimizi bilinçli bir biçimde bilinçsizleştirmeye çalıştığına dair bir ceza alamıyor. Hikâyesinin değil de sahnelerinin haftalar öncesinden tellâllığının yapıldığı dizilerden etkilenerek gayr-i ahlakî sahnelerin birebir aynısını hayata aksettiren vatandaşların vebali kimin boynunda?

     

    Fani olan ömürden baki olan ebediyete intikal edecek ruhumuzun manevi kurtuluş yolu için Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Reis Bey” isimli piyesini, yalnız teatral bir terim olmaktan öte hayatın olması gereken çizgilerinin çizildiği bir başyapıt olarak değerlendirmek ve bu başyapıtın önünde “kendi içine doğru ağlayan” insanlardan olmak gerekiyor. Ağlamak ama niçin ağlamak? Tüm bu soruların cevabı Reis Bey’de: “Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz!”

     

    Samet Akten ağlamaya çağırdı

     

     

    http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4661


  12. SİSTEM MESELESİ

     

    Galatada, başı miğferli, vazife üzerinde bir polis memuruna sordum:

     

    -Affedersiniz efendim! Buralarda (Sen Benua) isimli bir mektep varmış, Fransız Lisesi... Acaba nerede, biliyor musunuz?

     

    Polis memuru, verdiğim mektep ismini birkaç kere heceledikten sonra cevap verdi:

     

    -Elli adım ileride bir arkadaşım var, o bilir.

     

    Elli adım yerine, beş yüz adım ileride bir başka polis memurundan aldığım cevap:

     

    -Bilmiyorum kardeşim, ben bu mıntakaya yeni geldim. Bir başka memura sorsanız...

     

    Başka memurun cevabı:

     

    -Buralarda bu isimli bir mektep duymadım.

     

    Vapura koşuyormuş gibi hızlı hızlı yürüyen dördüncü polis memuru da, elleriyle garip işaretler yaparak, cevap vermeye vakti olmadığını anlattı.

     

    Rastgele bir mağazaya girdim. Mağazanın ekalliyetlerden birine mensup sahibi, büyük bir alâka, hizmet zevki ve bilgi sermayesiyle, sorduğum adresi, bana elimle koymuş gibi buldurtacak surette izah etti.

     

    Yolda giderken gözümün önünden 1925 yılının Paris'i geçti. O tarihte Paris'de tahsilde bulunuyordum. Birgün, bana İstanbuldan verilmiş, müphem ve çetrefil bir adresi bir polis memuruna sormuştum. Memur, ben lâfımı bitirinceye kadar, eli kasketinde, selâm vaziyetinde beni dinlemiş ve meselâ "Edirnekapısında Baldıran sokağı" tarzındaki bu kaybolmuş noktayı hemen tarif edemediği için müteessir olmuş, kendi kendisine hayretler etmiş, benim çekilmek arzuma katiyen razı olmamış, cebinden memurlara mahsus bir Paris rehberi çıkararak "Edirnekapısında Baldıran sokağında yeşil çizmeli Agâh efendi"yi bulmanın çaresini göstermiş ve arkamdan bir kaç kere seslenmişti:

     

    -Affedersiniz efendim, rehbere müracaat mecburiyetinde kaldığım için affedersiniz!

     

    Kusur, birçok mükemmeliyet ve fedakârlık temsil eden Türk polis memurlarının şahsında değildir. Polisin, her bakımdan muhafazasına memur olduğu şehirde, herşeyden evvel, esaslı bir mekân ve içtimaî hizmet şuuruna malik olması, belli başlı âlet ve telkinlerle elde edilecek bir öğretim işidir.

     

    20 Ekim 1941

     

    (Necip Fazıl Kısakürek - İstanbul'a Hasret)


  13. bu şiirin yazılış nedenini nerden bulablirmm yardımcı olrmusunuz

    Şiirin mısralarındaki yoğun manalara baktığımızda, Üstad'ın İstanbul'a olan aşkını görmek ve bu şiirini de aşkının mahsülü olarak yazdığını söylemek mümkün. Bir insan kendi ruhunu maddî sahadaki bir müşahhasla teşbihleyerek ifade etmek istediğinde, muhakkak ki kendisi için çok kıymetli olan bir şey seçecektir. Bizler ruhumuzu anlatmak istediğimizde maddeler alemindeki hangi objeyi seçeriz? Bir mekan, tabiattan bir unsur veya başka bir şey.

     

    Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

    Onu ... diye toprağa kondurmuşlar.

     

    dediğimizde noktalı yere (ki Üstad İstanbul'u seçmiştir) kendimiz için hangi ifadeyi uygun görürüz? Kendimizi ruhen, manen hangi maddede müşahhaslaştırıyorsak, oraya o kelime gelecektir. Üstad, "O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim." derken de İstanbul'un İslam tarihinin en önemli devletlerinden biri olarak, kurduğu medeniyet ile zaman ve mekan aşan Osmanlı'nın, sevgili peygamberimizin hadisi ile fethedileceği müjdelenen ve o kutlu müjdeye ermek için her zorluğu göze alarak fetih muştusuna ermek isteyenlerin yanında, fethe mazhar olan mübarek Fatih'in devletin başkenti yaptığı İstanbul'un kendisi için nazenin bir sevgili merhalesinde olduğunu çok bedî ve edebî bir şekilde anlatıyor.

     

    Üstad'ın "Ben İstanbul'un kara sevdalısıyım." diye başlayan bir yazısı da var. Aşağıdaki linke tıklayarak bu yazıyı okuyabilirsiniz. Bu şiirin yazılış nedeni, en kısa ifadelerle, Üstad'ın İstanbul'a duyduğu derin ve büyük aşktır.

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=3828&hl  


  14.  Seyyid Ahmed Arvasi hocanın İnsan ve İnsan Ötesi kitabında Yuri Gagarin'in materyalist bakış açısına ve onun telakkisinde olanlara dair yapmış olduğu çok isabetli ve güzel bir izah var. Arvasi hoca, hayatı sadece duyularıyla anlamaya çalışanların içine düştükleri sefil durumu ilkellik olarak vasıflandırarak çok önemli bir noktaya değiniyor. Sadece ay'a çıkmak gibi teknik hamleleri ele alarak bir ülkenin ve insanlarının gelişmişliğinden, ileri bir noktaya ulaştığından söz etmek mümkün değildir. İnsanın ruh cephesini inkar edenlerin sadece müşahhas sahadaki gelişmelere bakarak o ülke ve insanları hakkında "gelişmiş" kelimesini kullanmalarına nispet, Arvasi hoca asıl onların "ilkel" olduklarını söylüyor. Üstad da bu meseleye "Ne acı vahşet, mağrur ilimdeki kabalık;" mısraı ile değiniyor.

     

    Arvasi hocanın kitabından iktibas:

    "20. yy’da ilk feza uçuşunu yapan Rus uzay adamı Gagarin: “Fezada tanrıyı bulamadım” demekle “ilkel” bir düşüncenin içinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü tanrıyı objede aramak “putperestin” özelliğidir. Duyular yaradan”ı değil, yaratıkları idrak edebilecek güçtedir."


  15. *Kuranı kerimin harfleri Arab harfleri değildir. Yüzbinlerce seneden beri Adem aleyhisselam'ın hilkat-i beşriyyesinin ibtidasından beri, bu harfler vardır. Adem aleyhisselam'a nazil olan suhuflardan biri de bu harflerle idi. Arzın her bir katresinde, her kumun içinde aynı hatlar yazılı idi. Ve bu harfler Arab zamanlarına tesadüfle, ta zaman-ı ahire kadar kemal ve cemalini gaib etmedi. s.388

     

     

     

    *Efendi Hazretlerinden anlattı:

     

    "Beşiktaş'ta Sinan Paşa Câmi'inde va'z etmiştim, çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından kibar bir bey inip: "El-melikü yakraüsselâm ve yed'ûke iletta'âm" dedi. Ya'nî Pâdişâhımız sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş, vaizleri, imamları davet edilmiş idi. Mükellef bir yemekten sonra ser muhâsıb geldi. Pâdişâhın selâmı var hepinizden rica ediyor: "Anadolu'da küffâr ile harb eden kuva-yı milliyenin galib gelmesi için dua et­menizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para, mal ve dua ile yardımcı olmaları, eli silâh tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi istiyor" dedi. Bu emir üzerine Anadolu'ya çok insan gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum." S.298

     

     

     

    *Bâyezid camiinde, Erzindan’daki büyük zelzele felaketinden bir hafta kadar önce "Allahu Teala, zinanın aşikare olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Ke Erzindan = Erzindan gibi” buyurur. Fakat o esnada kimse bu işareti değerlendiremez, ama bir hafta sonra o büyük felaketin duyulmasıyla, bu büyük kerameti anlayamadık, derler. S.288

     

     

     

    *Efendinin ashabından biri de Cevad bey’dir. Orgeneral Celal Bulutlar’ın kayın pederidir. Efendinin kadim dostlarından ve eshabından idi. Şöyle anlattı: Sakarya harbi sıralarında idi. Üsteğmendim. Ordumuz ricat ediyor ve Ankara’nın boşaltılması faaliyetine girişilmiş idi. Efendi hazretleri bana emr etti ve:

     

    Hemen Ankara’ya git, orduya katıl ve her şeyden evvel Fevzî Paşa'ya [Maraşal Fevzi Çakmak] çık ve de ki: "Beni buraya kendi hâlinde bir Müslüman gönderdi. Yılmasınlar, sebat etsinler, zafer muhakkaktır, diyor". Gittim. Maraşal Fevzî Çakmak Paşa'yı gördüm ve Efendi Haz­retlerinin buyurduklarını aynen söyledim. Teşekkür etti. Bir rivayette şükür secdesi yaptı. Orduya katıldım. Harbe girdim. Yaralandım ve ma'lûl yüzbaşı olarak tekaüde ayrıldım. Zaferi de gözlerimle gördüm. Âh Efendi!...

     

     

     

    *Ahmed bey anlattı: Emirgân'da çimende namaz kılacaktık. İleride radyodan müzik sesi geliyordu. Efendi, imamete geçti. Cevâd bey rad­yoyu susturmak için koştu. Efendi: "Çağırın, gelsin!" buyurdu. Sonra, Allahu ekber deyip namaza durduk. Tekbîr sesi ile, radyonun sesinin kesilmesi bir oldu. Namazı huzurla kıldık. Namazdan sonra bahçe [gazino] sahibine, radyoyu bilerek mi kapattın, dedik. Hayır, aniden bütün cereyanlar kesildi, dedi. S.337

     

     

     

    *Farika abladan dinledim: Küçük kızlar idik. Efendi Babaya gelip, çarşıya gideceğiz, bize biraz para verir misiniz dedik. "Sizi yaramazlar, yine sinemaya gideceksiniz!" buyurdu. Hayır Efendi Baba, ihtiyaçla­rımız var, dedik. Bize para verdi. Çarşıya indik. Sinemaya gittik. Gel­dik. Efendi Babanın elini öptük. "Hani, sinemaya gitmeyecektiniz" bu­yurdu. Gitmedik, dedik. Bana hitab edip: "Farika, sen sinemada dire­ğin dibinde oturmadın mı? Niçin inkâr ediyorsun. Hem yapıyorsun, hem de yalan söylüyorsun" buyurunca, o kadar mahcûb oldum, o ka­dar utandım kî, yerin dibine girdim desem, mübalâğa etmemiş olu­rum. "Efendi baba, afv edin, bir daha yapmam" diyebildim neyse. O zaman Efendinin ne büyük velî olduğunu bir daha yakînen anladım.s.348

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- muhtelif iktibasların sayfa numaraları verilmiştir.)


  16. Mevzuu ile alakalı olarak, 9 sene evvel okuduğum Mina Urgan'ın Bir Dinozorun Anıları kitabında geçen bir sözünü nakletmek istiyorum  
    Mahut söz Urgan'a ait değilmiş. Hatalı bilgiye sebep olmamak için ilgili kitaptan ilgili sözü iktibas ediyorum:

     

    'Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyumdan Fethi Naci’nin bir sözü sayesinde kurtuldum. “Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?” demiş Fethi Naci.'  S.146


  17. Bir ülkenin vizyonunu belirleyen projeler sadece müşahhas zemine hitap eden yapılardan ibaret kalmamalıdır. Teknik sahada ilerlemenin zarureti elbette ki bütün dünyaca olduğu kadar ülkemizce de malumdur. Lakin dünya markası olmak gibi iddialı bir söz ortaya atılıyorsa, bunun da sadece pozitif ilimlerle gerçekleştirilemeyeceğini bilmek lazım. Peki başka ne lazım? Ülkeyi madde zemininde imar ederken, ülkenin temel taşı olan insaların da ruhen, manen imar edilmesi, bir ahlak ve şahsiyet teknesinde yoğurulması ile birlikte hayata geçirilecek her imar hamlesinin ruhları imar edilmiş insanlar tarafından yürütülmesi.

     

    Murat Saylan'ın dökümanındaki en son proje üzerinden misal verecek olursak, ülkemizin ağaçlarla donatılması kadar, o ağaçları sevecek, koruyacak, yakmayacak, kesmeyecek, kendine bir alan açıp gecekondu dikmeyecek ruhu mamur insanlar olmadıktan sonra bir taraftan yeşillendirilen sahalar, bir taraftan yakılıp, kesilip, yok edilirse ortaya dibi delik keseye para atmaya benzer bir hâl çıkar. 

     

    Kurduğunuz köprü üzerinde, verilen eğitimin kalitesizliğinden dolayı trafik kurallarına uymadan araba süren insanların yaptığı kazalar her gün haberlerde artık kanıksanan bir hâl alır. Ülkemizde trafik kurallarına uymamak, ehliyet verilen, trafiğe çıkmasına izin verilen insanların kurallara uyma şuuruna erdirilememesi çok büyük bir hastalık. Köprü elbette ki yapılsın ama o köprüden geçecek olan arabaları kullanan insanların en titiz şekilde kurallara uymasını sağlayacak ruh sistemi de kurulsun.

    Ülkemizde en fazla bütçe ayrılması gereken proje, insanların dünyaya geliş gayelerini ve o gayeye göre nasıl yaşayacaklarını ruhlara, davranışlara, kafalara nakşedecek bir sistemin üzerindedir. Bir ülke insanlarına en muhteşem, en göz kamaştırıcı teknikleri sunsa, hayatı kolaylaştıracak en güzide projeleri hayata geçirse, en keyifli mekanları açsa, yani kemiyeti olabildiğince köpürtse, fakat hakiki hayata, insanın ebedi olarak kalacağı o âleme, sonsuzluk diyarının kaidelerine dair bir şey veremiyorsa, o insanlar sadece geçici olan bu dünyada ömürleri kadar kısa bir rahatlık yaşarlar, ki rahat yaşayacakları da garanti değildir. Buhran içindeki batının her türlü maddî üstünlüğü var, ama manası yok, maneviyatı yok, ahlakı, imanı, biricik ruh gıdası olan İslam'ı yok.

     

    Bu kadar şeyi niçin yazdım? Proje dosyası sadece ve sadece maddi kalkınmaya yönelik projelerden mürekkep, ruhî ve manevî kalkınmanın da ehemmiyetini bilen biri, projeler arasına bu sahaya da yönelik olan maddeler eklerdi. Yazıyı kaleme alan kişi, 'bu projeler Türk'ün ve Türkiye’nin vizyonu' olacak demekle mana sahasına dair hiç bir kıymet ölçüsü taşımadığını gösteriyor. Ki yazının başında yer alan bir cümleden yazarın kimin izinden gitmek istediği ve ülkemizi hangi hedef ölçüsüne göre şekillenmesini istediği net olarak görülüyor. 

     

    Ben artık bâtıl sistemi ruhuna yerleştirmek yerine hakiki kıymete sahip değerlere göre insan yetiştiren bir Türkiye görmek istiyorum. Hayatını o değerlere göre düzenleyen insanlardan mürekkep bir Türkiye istiyorum. Sadece maddeyi değil, manâyı da imar etme gayretinde bir Türkiye istiyorum. Okulundan, televizyonuna, gazetesinden, kitabına kadar insana materyalist, dünyevî, hayvanî, şehevî bir karakter aşılamak yerine, pırıl pırıl İslam ahlakı zerk eden bir Türkiye istiyorum.  


  18. ARKADAŞLAR BİZİM KÖYÜMÜZDE KÖY KÜTÜPHANEMİZ VAR VE KÜTÜPHANEMİZLE İLGİLENEN OLAMDIĞI İÇİN BİZ BİRKAÇ GENÇ BU KÜTÜPHANE İLE GÖNÜLLÜ OLARAK İLGİLENMEYE BAŞLADIK,ANCAK KÜTÜPHANEMİZDE EKSİK BİRÇOK KİTABIMIZ VAR N.F.K KİTAPLARI İSE HİÇ YOK,EĞER BİZE YARDIMCI OLUP KÜTÜPHANEMİZE KİTAP BAĞIŞLAYABİLİRSENİZ ÇOK MEMNUN OLURUZ...sevgilerle...

    GÖKDERE KÖY KÜTÜPHANESİ GÖKDERE KÖYÜ ERZİN HATAY

     

    Anıl kardeşimizin talebi üzerine, Gökdere Köy Kütüphanesi'ne sitemiz tarafından 21 adet Üstad kitabı (ve farklı konularda kitaplar) hediye edilmiştir. Kütüphaneden faydalanan herkesin bu kitaplardan en iyi derecede istifade etmesini, genç, yaşlı her kim okumak için eline alırsa bu kitapların hayırlara vesile olmasını diliyoruz. Kitapları hayli zaman önce göndermiştik, Anıl kardeşimizin kütüphane rafına yerleştirilen kitapların fotoğraflarını göndermesini bekliyorduk lakin sanıyoruz teknik donanım yetersizliğinden fotoğraflara ulaşamadığımızdan projenin bu adımını yeni ekliyoruz. 

     

    (Önümüzdeki 1 ay içinde Hakkari'ye göndermeyi planladığımız kitap paketinin daha da büyümesi için gönüldaşlarımızın desteğini beklediğimizi de bir daha söylemiş olalım bu vesileyle.)

     

    Gökdere Köy Kütüphanesi'ne gönderilen kitaplar:

     

    15 adet Tiyatro eseri

     

    İdeolocya Örgüsü

     

    Benim Gözümde Menderes

     

    Hikayelerim

     

    Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han

     

    Rapor 7/9

     

    Bâbıâli

     

     

     

    dsc00008tg.jpg

     

     

    dsc00010yq.jpg

     

     

     

    dsc00014oq.jpg

     

     

     

     

     

    dsc00002grf.jpg

     

     

    dsc00007mp.jpg

     

    dsc00009rr.jpg


  19. Norveç, nüfusu 4,5 milyon olan refah düzeyi çok yüksek bir ülke. Ülkede iki kişiye bir otomobil düşüyor, ülkenin bütçesi fazla veriyor. Yılda 4,5 milyon kitap satılıyor, günlük gazetelerin toplam tirajı 3 milyon civarında. Yani onca az nüfusa rağmen Türkiye'ye eşit. Fakat insanlar mutlu değiller. 100 aileden 50'si boşanma yaşamış. Çocukların % 52'si evlilik dışı doğuyor, adî suçlar, cinayetler, uyuşturucu kullanımı gittikçe artıyor, insanlar ekonomik anlamda refah içindeler ama mutlu değiller. Norveç meclisi bu duruma çare olarak, Manevî Değerler Komitesi kuruyor. Komiteye papaz kökenli bir başkan seçiyor.

    Bu veriler sadece Norveç'te değil bütün batıda dikkat çekiyor. Batı medeniyeti bu noktaya nasıl geldi? Batılı insan maddî alanda büyük başarılar kazandı, madde ve teknoloji imparatorluğu kuruldu. Madde ve teknoloji bir amaç gibi sunuldu, insanlar hedef ve menfaat olarak maddesel zenginlikleri amaçladılar.

     

    Descartes'ın Rolü

     

    Batının bu noktaya gelmesinde Descartes'ın düşünceyi dogmalaştırmasının önemli rolü vardır. Descartes'tan sonra, düşünce ile duygunun arası açıldı ve duygusal yaşantı akıldışı ilan edilerek reddedilmeye çalışıldı. Düşüncenin ürünü olan maddesel başarı ve teknoloji kutsallaştı.

     

    Akıl insanoğluna has, çok kıymetli bir alettir. Ama insanın daha az insan ya da daha çok insan olması, daha az akıllı ya da daha çok akıllı olmasına paralel değildir. Madde ve teknolojinin birincil özelliği tarafsızlıktır. Bunlar, insanı yüceltmeye ve canavarlaştırmaya hizmet edebilir. Kendi ırkını yüceltmek için diğer ırkları yutan Hitler batı medeniyetinin acı meyvesi değil midir? Hitler'in inandığı gibi "kuvvet istilanın haklı sebebi" değildir.

     

    Machiavelli'nin Etkisi

     

    Machiavelli 16. yüzyılda İtalya'da yaşayan bir diplomattı, İtalya'nın iç karışıklıklardan ve huzursuzluktan kurtulmasını istiyordu. Bunun için "Hükümdar" isimli bir kitap yazdı. Bu kitaba göre tanımladığı lider tipi İtalya'yı kurtaracaktı.

     

    Machiavelli'nin meşhur öngörüleri:

    "Gaye, vasıtayı meşru kılar. Devletin menfaati uğruna her şey mubahtır ve devlet hayatı ile özel hayatın ahlak ölçüleri birbirinden farklıdır."

    "Unutulmamalıdır ki kalabalıklar karakter bakımından kaypak olur, onları bir şeye inandırmak kolaydır ama aynı inançta tutmak zordur. Bu sebeple işler öyle düzenlenmelidir ki, insanlar artık bir şeye kendi gönülleriyle inanmaz hale geldikleri zaman onları zor kullanarak inandırmak mümkün olsun."

    "Faydalı işler azar azar yapılmalı ki halk bunların daha çok farkına varsın. Cömertlik kadar insanın kendi kendisini yıkan bir özellik yoktur. Kendi kesenizden cömertlik yapmayınız, yoksul olursunuz. Yoksulluktan kurtulmak için de tamahkâr davranırsanız, herkes sizden nefret eder."

     

    Bakın, Machiavelli zalimlik konusunda ne diyor: "Zalimlik, bir hükümdarın tebaasını birlik halinde ve itaatkâr tutabilmek için kullanacağı silahlardan biridir. Bir iki ibretli örnekle düzeni yeniden sağlayan hükümdar, neticede işleri kendi haline bırakacak ve sonunda kan dökülmesine yol açacak kadar yumuşaklık gösteren birinden daha merhametli olacaktır. Çünkü hükümdarın şiddeti sadece fertlere zarar verdiği halde, onların gereksiz yumuşaklığı bütün devlete zarar verir."

     

    Machiavelli, "Hükümdar"ın on sekizinci bölümünde dürüstlüğün övgüye değer olduğunu kabul etse de siyasî iktidarın muhafazası için hile, ikiyüzlülük ve yalan yere yemin etme gibi yanlış davranışlara başvurulmasını zorunlu addeder.

    "Sizin nasıl göründüğünüzü herkes görür, ama nasıl olduğunuzu pek az kişi bilir, ihtiyatlı bir hükümdar sözünde durmakla zarar göreceğinde veya söz vermesine yol açan sebepler ortadan kalktığında dürüstlük yapamaz, yapması da gerekmez. Bütün insanlar iyi olsaydı benim bu söylediklerim iyi bir nasihat olmazdı. Ama insanlar dürüst olmadıklarına, size verdikleri söze sadık kalmadıklarına göre siz de onlara sadık kalmak ihtiyacında değilsiniz. Bir hükümdar her zaman, sözünde durmayışını izah edecek makul bir sebep bulabilir."

    Yukarıdaki örneklerde görülen dünya görüşünün benzeri birçok örneği, Machiavelli'nin eserlerinde görebiliriz. Machiavelli'yi savunanlar, onun olması gerekeni değil, olanı ele aldığını öne sürerler. Batı siyasî düşünce tarihinde Machiavelli'nin izleri çok derindir. Fransa kralları 3. Henry ve 4. Henry öldürüldüklerinde yanlarında bu kitabın nüshaları vardı. Büyük Frederik, Prusya politikasını çizerken ondan ilham aldı. 14. Louis'nin en sevdiği başucu kitabı "Hükümdar" idi. Napoleon Bonaparte'ın Waterloo'daki arabasında "Hükümdar"in bir özet kopyası bulundu. Adolf Hitler, kendi beyanına göre, "Hükümdar"ı yatağının başucunda tutuyordu. Mussolini "Onun doktrini bugün de canlıdır, çünkü geçen dört yüzyıl boyunca insanların kafalarında ve milletlerin davranışlarında hiçbir değişiklik olmadı" diyordu.

     

    Machiavelli'yi anlatırken yanlışı çok tasvir etmek zorunda kaldığımızın farkındayız, ama karanlık olmadan güneşin kıymeti de anlaşılmıyor. Aynı yıllarda Osmanlı'da neler oluyordu?

     

    Her dinden ve etnik kökenden vatandaşlar hayatlarından memnun ve adaletle yaşıyordu. Sultan Fatih, bir hatası nedeniyle Rum mimarla birlikte yargılanıyordu. Çünkü iyiler çoğunluktaydı, böylece insanları yönetenler de iyi oluyordu. İnsanların elinde doğru rehberler vardı. Batıdaki "Milletin, devletin, vatanın kurtuluşu için fertler feda edilir" prensibi, bir canî yüzünden bir kasabayı yakma sonucunu doğuruyordu. Semavî düsturları rehber alan toplumlarda ise çok daha adilane bir düzen kurulmuştu.

    Eğer yöneticiler siyaseten doğruyu gerçek doğruya yaklaştırmazlarsa yeni Hitler'ler ortaya çıkacaktır. Devlet adamının amacı, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak değil, iyi örnek olmaktır.

    Bir kişinin hatasından başkalarını sorumlu tutan siyasî düşünce, bir gün gelir yangın çıkmasın diye bütün kibritleri yasaklayabilir.

     

    (Nevzat Tarhan - Kendinizle Barışık Olmak, s.118-121)

×
×
  • Create New...