Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Selamlar,

    Siteye her gelişinizde Üstad'ın fikir ve ruh dünyasından bir parça daha devşirmek, ona dair yeni bir şeyler öğrenmek, Üstad'ı okuyan gönüldaşlar arasında ilerleyen bir sohbet meclisinden istifade etmek manâlarını taşıyan talepleriniz haklı olmakla birlikte aynı zamanda Üstad'ın sadece okunup geçilmesini değil, yazdıklarının, fikirlerinin üzerinde düşünülerek inkişaf edecek olan fikirlerin de burada paylaşıldığını görmek ve onlardan da faidelenmek istemektesiniz. Ki zaten forumun amaçlarından biri de bu. Bunların tam manâsıyla gerçekleşebilmesi, yani tabir-i caizse işlerin tıkırında gitmesi için, yöneticiler dışında diğer gönüldaşlarımızın da Üstad'a dair başlıklarda fikirle, yorumla, tahlille, Üstad'a dair kendi açacakları başlıklar ile katkıda bulunmaları da lazım. Yani tahterevallinin iki ucunun da dolu olması ve karşılıklı bir devinimin ortaya konması lazım.

     

    Üstad'la ilgili olan kategorilerimizde Üstad'a dair hemen hemen her mevzu var diyebilirim. Üstad'ı hiç tanımayan bir insan forumun Üstad'la ilgili bölümlerini okuyarak ona dair çok geniş bir bilgi ve fikir yelpazesine sahip olabilir. Sitede böyle bir bilgi ve fikir birikimi, deposu mevcut. Daha yeni şeylerin ortaya konması ise hem yönetimin, hem gönüldaşlarımızın el birliği ile gerçekleştirilir.

     

    Şuna ise bilhassa değinmem lazım, yönetim ekibimiz, ben hariç, okuyan yahut çalışan (her ikisini birden yapan da var) arkadaşlarımızdan husule geldiğinden, o yoğunluktan ve meşgaleden arta kalan zamanlarını veriyorlar veya hiç artmıyorsa da veremiyorlar. Sitenin arka planında teknik ve profesyonel çalışma isteyen işler de gene bu arkadaşlarımız tarafından yapılıyor. Bu tür bir durum, üye olan diğer gönüldaşlarımız için de geçerli olabilir ki onlar da sadece bir göz atımı vakit bulabiliyor olabilirler. Siteyi takip edecek vakitleri olanlar da diğer konulara daha fazla eğilmek istiyor olabilirler. Sizin çerçevesini çizdiğiniz ve bir tür talep ihtiva eden kelâmınız, yönetim olarak bizlerin site ideallerinden biridir. Ki bir zamanlar arkadaşlarımızın işlerinin yoğunlaşma devresinden önceki dönemlerde bu ortam kurulmuştu. İleride de yeniden kurulacaktır inşallah. Meseleye her cepheden bakarak son noktada Üstad'dan mülhem diyebilirim ki, tırnak, bünye gücü içinde uzayacaktır.

    Saygılarımla


  2. Merhaba,

    Aşık olmaktan, aşktan bir suç gibi bahsedilmiyor bu dairede. Mecazi aşk için her şeyi yapan, varını yoğunu tüketen insanoğlunun, hakiki aşkın maşuku olan Allahü teala'nın kendisinden istediklerini bir mecazi aşkın müsebbibi olan sevgilinin isteklerini anında, büyük bir iştiyakla yaptığı gibi yapmaması tenkid ediliyor. İnsan evladının aşık olmasında bir beis yok, iş süfliyete, harama, nefsaniyete dökülmüyorsa mecazi aşkın insan ruhunu pişiren, hakiki aşka kıvam bulduran bir cephesi de vardır. Lakin hakiki aşkın yanında mecazi aşk, pırlantanın yanındaki cam parçaları gibi. Mecazi sevdalısı için dağları delen insanoğlunun, hakiki sevgilisi için neleri ve neleri yapması gerekir. İş Allah'a geldi mi sendeliyorsa insan, onu sendeleten âmilin ne olduğunu da tahkik etmek iktiza eder.

    Günümüzde mecazi aşk maatteessüf süfli bir derekeye düşürülmüştür, ana sebebi de insanı Allahtan, maneviyattan uzaklaştırma politikasıdır. Bu politika içinde yetişen ve ruh dünyası süfli bir ortamda şekillenen insanın mecazi aşkı da süfli bir hal alıyor. Nerede yüzyıllar öncesinin maneviyat dolu ruhuyla mecazi aşkı yaşayan Mecnunları, Keremleri, Ferhatları, nerede günümüzün materyalist zihniyetli maverai ürpertilerinden yoksun şehvetini aşk zanneden zavallı genci. Yukarıdaki yazımda işin bu boyutunu eleştirdim.

     

    'Dağları del dese delmek nefse köle olmak mıdır ? Yoksa faniyi sevmek mi nefse köle olmaktır ?'

    diye sormuşsunuz. Allahu teala'nın emirlerine karşı gelmenin olduğu yerde nefse kölelikten söz edilebilir. Nefs ki, Allah'ın düşmanıdır, insanı O'nun çizdiği daireden çıkarmanın peşindedir. Eğer ki insan mecazi aşkı uğruna İslam dairesinin dışına çıkıyorsa, orada nefse kölelik vardır.

     

    'Birde öyle olduğunuzu düşündüğümden değil sadece kendinizi sorgulamanız için soruyorum;böylesine seveni nefis kölesi olarak görmek o arayıpta bulamadığınız aşktan kaçmak,kendinizi avutmak için onu karalamak,aşağılamak olmasın sakın ?'

    Ne türlü bir davranışın nefse kölelik olduğunu tebarüz ettirdiğim için bu sualin cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Mecazi aşkın karalanacak, aşağılanacak bir tarafı yoktur, velev ki insanı Rabbi'nin emirlerine karşı gelmeye sürüklemesin.

     

    'ama sözünüz aşkı bulmuş fakat Allah'ını unutmuşlaraysa eğer aşık sarhoş değil midir ?'

    Bu cümlenin manasında bir çelişki var. Hakiki manada mecazi aşkı bulan asla Allahı unutamaz. Allahı unutturan bir şey mecazi zaviyeden bile olsa aşk olamaz. İşte Allahı unutturan şeydir ki nefsin ta kendisidir, Allahı unutmak, nefse köle olmanın emaresidir. İnsana Allahı unutturan bir şeyin sarhoşluğunda nefsin payı büyüktür. Böyle süfli bir sarhoşluğun, Allah aşkından kaynaklanan ulvi sarhoşluk ile kıyaslaması bile yapılamaz. İçki içmenin getirdiği sarhoşluk ile, mecazi ya da hakiki aşktan kaynaklanan ruhi sarhoşluğu da birbiriyle eş tutamayız.

     

    Sizin aşkı bulamamanız, aşkın olmadığı manâsına gelmiyor. Bir insan, ben aradım ama dünyada Paris diye bir yeri bulamadım diyorsa, oraya giden yollardan geçmediği, elinde oraya ulaştıracak harita olmadığı, onu oraya vasledecek rehberin eteğine yapışmadığı içindir.


  3. Chp'nin 1950'den önceki zulüm yılları. Ezan, aslına, dinî kaidesine aykırı olarak Türkçe okutulmaktadır. Üstad bu duruma dayanamayarak bir tenkid yapar ve tenkidinin ardından, devrin en büyük küfür dağı olan Chp, Müslümanların ezildiği, sindirilmeye çalışıldığı o devrin en gür çıkan seslerinden olan Üstad'ı "dine hakaret" etmekle suçlar! Bu gafil, cahil, kafir ve zalim olduğu kadar ahmak da olan Chp zihniyeti, İslamiyete mugayir bir uygulamayı tenkid eden Üstad'ın değil, kendi elleriyle tatbik ettirdikleri bu münkir işle birlikte asıl kendilerinin dine hakaret etmekte olduklarını ve her icraatlarıyla da hakaretlerindeki berdevamı görmez! Zira Chp'nin tepeden tırnağa kendisi dine hakarettir.

     

    Hadiseyi Üstad'ın kendi kaleminden okuyalım:

     

    "Demokrat Parti İktidarının arefesindeki şekavet devrinde, benim, Türkçe ezan hakkında "Tanrı öyle uludur ki, insanı işte böyle ulutur!" tavsifim dine hakaret sayıldı. Sadece dini yüceltmek için İslâm'ın gayrına karşı sarfettiğim bu kelime, sanki din Türkçe ezanmış gibi İslâm'a hakaret kabul edilmişti."

    (Çerçeve 4)


  4. Sezai Karakoç'un Diriliş Dergisi'nde bu mevzuya dair kaleme aldığı bir yazısı:

     

    "Bir sabah gazetelerde okuduk: güya, Beyoğlu'nun meşhur bir kumarhanesi basılmış, birçok tanınmış tüccarın arasında Üstad da yakalanmış. 15-20 kişilik kerli ferli, kılık kıyafetlerinden zengin olduklan belli bir grubun ortasında Üstad duruyor! Böyle bir resim belli başlı gazetelerde çıktı. Birçoğu yüzünü kapamıştı. Tabii ki, Üstad bunu yapmamıştı. Bir gün sonra mahkeme serbest bırakmıştı yakalananları. Fakat, daha yeni kurulmuş, tam bir gelişme aşamasında olan Büyük Doğu Cemiyeti ve Üstadın itiban için bu tam anlamıyla bomba tesiri yapmıştı. Gazeteler alay ediyor, karikatürler yayınlıyordu. Hikâyeler yazılıyordu. Üstadın samimiyetsizliğini ileri sürüyorlardı. Basın süpermürşit adını takmış, aleyhine veriştirip duruyordu. Ben, ilk anda inanamadım. Bu bir komploydu. Gelişen Büyük Doğu Cemiyeti'ni dağıtmak ve oluşan itibarı yok etmek için basın, karanlık güçler ve hatta hükûmet elele vermiş, Üstadı kumarhanede yakaladıklarını ilan etmişlerdi diye düşünüyorum."

    "..Büyük Doğu Cemiyeti dağılma durumuna gelmişti."

    (sezai Karakoç, Hatıralar XLVI, Diriliş, S.46, 2 Haziran 1989, s.6-7)


  5. Üstad, 1978 yılında kaleme aldığı bir yazıda, televizyonda seyrettiği ve beğendiği bir filmden bahsediyor. 1959 yılında çekilen ve Rus yapımı olan film, beşeriyetin buhranının patlama noktalarından olan 2. dünya savaşının maşerindeki ruh hallerini irdeliyor.

     

    Üstad'ın bu film ile ilgili yazısını okumak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=8072&hl

     

    Filmi indirip altyazılı olarak seyretmek için buraya tıklayınız.

    --

     

    batv.jpg

     

    Film Hakkında Kısa Bir Bilgi:

    Bir Askerin Türküsü ( / Ballada o soldate), Grigori Çukhray'ın yönettiği 1959 Mosfilm yapımı II. Dünya Savaşı sırasında bir Sovyet askerini anlatan savaş, drama filmi. Film Alyoşa'nın annesini ziyaret etmek için çıktığı iki günlük seyahatini anlatırken savaşın insanlar üzerindeki etkilerini ve geliştirdikleri davranışları tüm çıplaklığı ile anlatır. Yönetmen bu filmle Lenin Nişanı'na layık görülmüştür.

     

    wikipedia


  6. Acaba eski İstanbul aşığı şairlerimizin döneminde de böylesine bir yozlaşma kirlenme var mıydı?

    Üstad devrinde de vardı mesela o yozlaşma. Hatta Üstad'ın sırf bu mevzuya müteveccih kaleme aldığı bir yazısı vardır. Ve bilhassa, derleme olan İstanbul'a Hasret kitabında İstanbul'un dünü ve bugünü, ulvî iklimlerden süflî çukurlara düşüşü Üstad'ın kaleminden tahlil ve tenkidini buluyor.

    Aşağıdaki linkler size rehberlik edecektir:

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=59&hl

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=3828&hl

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=4387&hl


  7. Üstad'ın bu mevzuya dair İdeolocya Örgüsü'nde geçen çok güzel tesbitleri vardır:

    "İslam kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin yuvası olarak göstermiştir.

    Bizim inkılâbın kadınları, esasta, muazzez ve münezzeh ev kadrosunun ve aile çerçevesinin sultanı olacak, hayatın yırtık seciye emredici iş sahalarından hiçbirinde görünmiyecektir."

     

    Kainatta her zerrenin bir görevi var, ne zaman ki görevlerin ifa edilmesinde bir aksaklık zuhur ederse, o vakit düzen mefhumuna bağlı olan her şey de bozulmaya başlıyor. Kadınların, erkeklerin vazifelerine yönlendirilmeleri, erkeklerin iş dünyasının kadınlara 'sevimli' gösterilmesi, daha ilkokuldan itibaren sorulmaya başlanan 'büyüyünce ne olacaksın suali' kadını bir çıkmaza, kendi fıtratı dışına çıkmaya itiyor. Başta eğitim sistemi, sonrasında da televizyonda örnek olarak sunulan hayatlar, kadını evden uzaklaştırmaya, iş dünyasının kollarına atmaya gayret ediyor ve gayet de başarılı oluyor. Kadınlar dışarıda, erkeklerin dünyasında çalışmaya programlanıyor. Ve durup düşünmeyen, dünyaya gelişinin ve dünyadan ötesinin farkında olmayan bir kadın da bu akıntıya kapılıp gidiyor nefsine de hoş geldiği için. Diğer tarafta İslam şuuruna sahip olduğu halde diğer türlü sözleri -cemiyete faydalı olma, İslam'a faydalı olma, Allah'ın rızasını kazanma vs. gibi- doğru bulduğu için bu çarkın içine giren kardeşlerimiz de mevcut. İş dünyasının yollarında yürürken kadının harama bulaşmaması neredeyse imkansız olduğu için bir de geleceğin mübarek anneleri olması gereken kadınlar haramlarla da hemhal olmuş oluyorlar. Milli ve manevi değerleri çöpe atan Cumhuriyet devri ile kadınların rotası fıtratlarına ve cemiyetin huzuruna aykırı şekilde değiştirildi, şimdi gelinen nokta hiç de iç açıcı değil. Müslüman bir devletin müslüman evlatları için, müslüman kızları için özel olarak tasarlanmış projeleri olmalıydı. Karma olmayan okullara giden, öğretmenleri de hemcinsleri olan, İslam'ın yasaklamadığı şekilde bilhassa eğitim ve sağlık sektörlerinde çalışmak ve eğitim almak isteyen kızlar için yapılan özel okullar ve çalışma sahaları ve bu sahalardan hizmet almak için gelen salt müslüman hanımlar. Böylesine intizam dolu bir cemiyette yaşamıyoruz, ne zaman biteceği belli olmayan ve Üstadın tabiriyle bir sigara içiminden daha kısa olan dünya hayatını Allahü teala'nın rızasına uygun olarak geçirmek için de dış dünya kadınlar için hiç uygun değil. Allahü teala razı olduğu yola razı olarak uyanlardan eylesin.


  8. Üstad'ın tâbiriyle 'küfür cesareti ve İslâm nefreti' çok büyük olan Mithat Paşa'nın bayrağımıza yaptığı bir hakaret, İnönü de bu zihniyetin torunu:

     

    Asırlarca müddet, evvelâ Allah Resulünün elinde beyaz bayrak, siyah bayrak, sonra aylı bayrak, sonra ay-yıldızlı bayrak halindeki o mukaddes sembolün altına istavrozu koydu, Tuna Valisi iken... Kimse bu kadarına gidemedi ve bu inanılmaz hâdise Ali Haydar Mithat'ın, yani oğlunun Mithat Paşa kaleminden çıkan hatıratında yazılı... Vesika ve me'haz veriyorum. Ve şöyle bir tefsir:

    "Ekalliyetlerin hukukunu müdafaa etmeye mecburdum, onları ısındırmak için bayrağa istavrozu koyduk!"...

     

    İlgili yazının tamamını okumak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?s=...ost&p=23937


  9. Bizler, ruh kökü kurutulmak istenen bir neslin evlatlarıyız. Okul, öğretmen, gazete, dergi, radyo, televizyon, kitap gibi tamamen beyni menfî yada müspet şekillendirme kudretine sahip vasıtalar ile İslamın güzelliğini anlatmak şöyle dursun, tamamen hak yolu kötüleme, aşağılama ve bâtıl ve nefse hoş gelen yolu da güzel gösterme gayesini güden bir dünyada doğduk. Bâtılın her yeri kapladığı bu dünyada öncelikli sığınağımız, rehberimiz, bizlere kötülükleri anlatırken aynı zamanda hak yolu ruhumuza, düşüncelerimize, davranışlarımıza nakşedecek, İslam imanına ve ahlakına göre yaşayabilen bir ailedir. Lakin ilk başta dediğim gibi, ruh kökü, inancı, yaşanmaya değer hayat olan İslam ahlakını ruhlardan kazımak isteyenlerin yoğurduğu bir neslin evlatlarıyız. Hem kal hem hâl ile böylesine bir şuurlu aile ile çocukluk ve gençlik devirleri, hele de delilikten bir şube olan gençlik devri sıyrıksız atlatılabilirdi. Üstad, gençliğe hitabesinde derdimizi ne de güzel biliyor ve de ne güzel diyor:

    "Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı,çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi,mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldağı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik..."

     

    Sırf bu cümleler bile gençliğin ne türlü zehirlere maruz kaldığını, neden haktan saptığını görmek için yeterlidir. Ve aynı zamanda bütün bunların farkına vararak hangi zehirlerden temizlenmesinin gerekliliğini de anlamak için çok önemli bir şuur açıcı ilaçtır. Siz kıymetli kardeşim, bu konuyu açmaya sebep teşkil eden yazınızla, o yazıdaki fikirlerle büyük bir şuur içinde olduğunuzu gösteriyorsunuz. Derdiniz var, derdiniz dininiz. Davanız var, davanız İslam. Bu imtihan dünyasının yolları tek şeritli ve insanı uçup götürecek kadar düzgün değil, o taşlı dikenli, çürük yollardan geçmemek için bu gençlere bir rehber lazım. Öncelikle Ehli sünnet alimlerinin naklettikleriyle ruhlarını eğitmiş bir ailenin rehberliği yahut o da yoksa Allahu teala'nın lütfuyla direkt o mübareklerin kitaplarıyla tanışmak, o tanışmadan sonra kendimize, çevremize, dünyanın yekununa karşı bir muhasebe. Bu muhasebenin içindesiniz ve insan dimağının vazifeli olduğu o çatışmanın dairesindesiniz. Bu çatışmaları, muhasebeleri, çileleri insanlık vasıflarını kaybetmemiş herkes yaşar. Allahü teala herkesin yaşamasını nasip eylesin. Hakiki insan olmak, insan-ı kâmil olmak ve öylelerinin arasında yaşamak duasıyla.


  10. Yaşadığı devrin ve mâzinin tahlilini yapabilen genç bir dimağdan zuhur eden fikirler. Dimağ uyuşmamış, küflenmemiş, maneviyatsızlık ve şahsiyetsizlik aşılamayı kendine şiar edinen maarifin çarkları arasında kendini kaybetmemiş. İrdeleyen ve fikredebilen bir zihniyet. Maşallah. Bu yazıyı gönderdiğiniz arkadaşlarınız bu fikirlerinizden dolayı sizle aralarını açıyorlarsa, İslam şuuru ile yoğrulan bu zihniyetten henüz nasiplenememişler demektir. Sadece arkadaş çevresi değil, çevremizi sarmalayan insan kütlesi içinde uyanıklık, şuur ve İslami hassasiyet ifade eden bu fikirlerden yoksun olanlar bunları birilerinden duyduklarında eğer rahatsız oluyorlarsa, bir şekilde keyifleri bozuluyor, bir an önce bu fikirlerin olmadığı dünyalarına geri dönmek istiyorlarsa, ruhlarına bir örümcek, gaflet ağlarını çoktan örmüş demektir. Öyleleri için bu ağı temizleyecek, zihni açacak bir dürtüş muhakkak lazım, sizin gönderdiğiniz bu yazı da inşallah o tesiri ruhlarında hissetmelerini sağlar.

    Bir zaman soran ayrıldığınız arkadaş toplantısından, bu yazıyı kaleme almanıza sebep olan menfi ruh halinin tam tersinde, geleceğin iman ve aksiyon gençliğinden pırıltılar görmüş olmanın verdiği coşkunluk ve huzur ile sevinçten içi içine sığmayan bir hâlde o gençliğin keyfiyet ve ruhiyet vasıflarını anlatan müspet bir yazı kaleme almanız duasıyla.


  11. 'Avrupadan farkımız olmasın, giyimimiz, düşünce tarzımız, yaşayışımız, cemiyetteki ahlaksızlıklarımız bile onlarınki gibi olsun. Ki zaten onların yaptığı her şey ilericiliktir, ahlaksızlık ne kelime' zihniyetindeki batı maymunlarından biri olan İnönü'nün cevabı, devrimlerin ruhunu yansıtan bir mahiyette olmuş. Üstad'ın dediği gibi: 'Tanzimattan beri ne yapıldıysa, o şeyi yapmak fikriyle değil, İslâmiyete darbe vurmak niyetiyle yapıldı.'

    Türk-İslam medeniyetini simgeleyen ay-yıldızın, kendini Avrupa hayat tarzına teslim etmiş olanlar için o Avrupayı taklid gayesiyle cebren kullanıma alınan şapkaya iliştirilmesi, modern bir giysiye gerici bir simgeyi eklemek manasında. Avrupa başına oturak geçirse, bunlar da milletin kafasına zorla oturak geçirecekler, geçirmeyenleri de asacaklar.

    Üstadın, her cephede gerçekleştirilen taklitçiliğe olduğu gibi, Şapka inkılabında şahsiyetimize ve medeniyetimize vurulan baltayı da tenkid etmesi kaçınılmazdı. Bu tenkidin ardından Üstada açılan onlarca garabet davadan biri olan Şapka davası açılacaktı.

    " - Her milletin kendisine göre kılıkta bile aşikâr bir şahsiyeti, bir şahsiyet ifadesi vardır. Biz de şahsiyetimizi bulalım ve taklitçilikten kaçınalım!.." fikrinde mihraklaşan bu tenkide tahammül edemeyen şahsiyetsiz maymunlar, Şapka davası olarak tarihe geçen bir yargı sürecini de başlatmışlardı. Açılan bu dava karşısında Üstadın yapmış olduğu müdafaayı okumak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=8088


  12. Bir Hâtıra:

     

    Garbî ağabey anlattı: Bir mes'eleden mahkemeye verilmiştim. O âna kadar olan duruşma ve tutulan zabıt, isnâd edilen suça göre, cezam epeyi ağır olacaktı. Suçsuzdum, ama tanzim edilen dosyalara göre suçluydum. Karar gününe bir gün kala Bağlum'a, Efendi Hazretlerinin kabrini ziyarete gittim; durumumu arz edip, muavenetlerini taleb ettim. Ertesi gün mahkemeye gittim. Tam karar verecekleri esnada, hâkim:

    "Şu dosyaya bir daha bakayım" dedi. Baktı. İçindeki evrakları evirdi, çevirdi, sonra:

    "Bundan adama ceza verilmez" deyip, kararı bozdu ve beni berâet ettirdi.

     

    İLAVE: İşte Efendi Hazretlerine sığınmanın, güvenmenin, Allahu teâlânın sevgili, velî kulları için neler yaptığının bir örneği. Buna benzer vâkı'alara bu fakîr de şâhid oldum. Meselâ, bir iş için Ankara'ya gitmiştim. Efendi Hazretlerini de ziyaret ettim. İstanbul'a geldim. Rüyada Bağlum'dayım. Garbî ağabeyin şimdi bulunan kabrinin aşağısındaki demir kapının yanında Efendi Hazretlerini gördüm. Selâm verip elini öptüm. Alnımdan öpüp, elim ellerinde olduğu halde kabirlerinin üstüne kadar geldik. Buyurdular: "Evlâdım, az geliyorsunuz, daha sık gelin ve Allahu teâlâdan her ne isteyeceksiniz, buraya gelin, burdan [bizim vâsıtamızla] isteyin".

    Bir ay geçmeden, onaltı gün sonra Ankara'ya tayinim çıktı ve her fırsatta ziyaretleriyle şereflendim. Çünkü sık, ya'nî çok gelmemi emr etmişlerdi. Ta'yin emrini alınca, Ankara'ya gittim. Garbî ağabeyle, Keçiören semtinde sokak sokak ev arıyorduk. Ankara'daki arkadaşlara da bize kiralık ev bakmalarını rica etmiştim. Garbî ağabeye: "Ağabey, bu böyle aramakla çok zor olacak. Hadi Efendi Hazretlerine gidelim, durumu arz edelim" dedim. Gittik. Arz ettim ve İstanbul'a döndüm. Biz birkaç gün aradığımız halde ev bulamamışken, akşama haber geldi ve istediğiniz yerde geniş, rahat bir ev bulduk, dediler. Ankara'ya gelince, arkadaşlara, ne zaman evi bulup konuştunuz? Diye sordum da, inanın aldığım cevâb, öğleden sonra saat 16:00 sıraları idi ki, biz de o saatte duamızı etmiş, Efendi'yi ziyâreten ayrılmak üzere idik. Ya'nî duamız, istediğimiz, ânında kabul edilmiş oldu. Demek ki, günâh olmayan her istek için onlara baş vurulabilir.

     

    Efendi Hazretlerini sayamayacağım kadar çok rüyada, hatta vâki'ada görmüşüm diyebilirim. Bir defasında bir rüyada, Ferideddin Attâr hazretlerinin bir Divânını ve Abdürrahman Câmî hazretlerinin meşhur Divânını Efendi ile okuduk bitirdik. Okuttular, yanlış okuduğum ve iyi ma'nâ veremediğim yerleri, tek tek düzelterek okuduk, bitirdik. Bir gece de teşrif ettiler ve: "Gel, evlâdım, Mektûbât'tan anlaşılması zor olan yerleri sana îzah edeyim" buyurup, altı cild Mektûbâtı baştan sona bitirdiler. Bir defasında da: "Evlâdım, Hilmi'nin size gösterdiği yol, insanı en kısa yoldan vâsil-i ilallah eden yoldur" buyurdular. Bir defasında, nefesi yüzüme değecek kadar yakın olduğu halde, Fâtiha-ı şerîfeyi baştan başa okudular. Bitirince, namazdaki gibi, ben de sesle "Âmin" dedim.

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.343-344)


  13. M.EMİN GARBÎ (rahmetullahi aleyh) : Ma'sûm efendinin Konya'da menfada [sürgünde] iken dünyaya gelen oğludur. Ankara ve İstanbul'da büyüdü. Efendi Hazretlerinin kerîmesi Mâide hanımın kızı Gülsüm hanımla evlendi. Gülsüm hanımın babası Seyyid İbrahim Arvâs, Hamîd Paşanın oğlu olup, uzun yıllar meb'ûsluk yapmıştır. Garbî ağabeyin babası M. Ma'sûm hazretleri kendisini ziyaret ederdi. Bir defasında müderris ve müftü sarığı ile Ankara Keçiören'de dolaşırken yanına iki polis gelip;

    "Amca, o sarık yasaktır. Onu çıkar, sana şu şapkayı verelim, tak dediler" de onlara cevaben:

    "Bu sarığı başıma ben koymadım ki, çıkarayım" buyurup kabul etmedi. Polis bu, hemen başından sarığı aldı ve eline bir şapka tutuşturdu. Daha sonra İstanbul'a gelince, bu hikâyeyi Efendi Hazretlerine anlatınca, Efendi Hazretleri:

    "Ma'sûm efendi, sen çıkarsaydın yâ, niçin o günâhı o polislere işlettin" buyurup, ince bir mukabelede bulunmuştur. İbrahim efendiyi tanırım. Hoş sohbet, dirayetli, cesur, meârif-i umûmiyyesi [genel kültürü] çok, efendi bir insan idi.

     

    Garbi ağabey, Zirâi Donatım'da çalışmış, levazım dâiresi müdürlüğünden emekli olmuştu. Mehîb, sâlih, fâdıl, ma'lûmât sahibi sabahat-ı vech [güzel yüz], tatlı söz, serapa efendilikle memlû [dolu] bir zât-ı kerîm-ül hisâl idi. Her gören kendisini severdi. 2000 senesinde yetmişiki yaşında İstanbul'da vefat etti. Bağlum'da defn ettik. Ölümüne en çok üzüldüklerimdendir. Kardeşlik idik, kardeşten ileri idik. Ankara'da kaldığım memuriyetimin son altı senesi, hemen her hafta görüştük. Sabrî ağabey, bu fakir ve Garbî ağabey üçümüz bir, birimiz üçümüz idik. Fânî ve vefasız dünyada, az da olsa birlikte safa sürmüştük. Büyüklerin sohbet deryasından uzak kalmış, dışarıda çırpınıp dururken, küçük bir su birikintisi bulmuş balıklar gibi sanki rahat nefes alma imkânı yakalamıştık. Garbî ağabeyin, yazın bahçesinde, kışın evinde olur, Mektûbât, Reşâhat, Efendi'nin kitab ve yazılarını okur, kendimizi unuturduk.

     

    Garbî ağabey onbeş yaşına kadar Efendi'nin civarında büyümüş, yahud ekseri zamanı Efendi Hazretlerinin yanında geçmiştir. 1928'de tevellüd etmiştir. Bebek iken Efendi Hazretlerinin yanına getirmişler ve Efendi Hazretleri hanımına:

    "Bu çocuk kimin torunudur, bilir misin?" derler. Hanımları, Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur, cevâbını verince, Efendi Hazretleri:

    "Hepsi o kadar mı? O öyle bir zâtın torunudur ki, salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve ben de sabaha kadar sallasam, hakkını edâ edemeyeceğim bir büyüğümün torunudur" buyurdu.

     

    Efendi Hazretleri İzmir'deki mecburî ikametten Ankara'ya gelince, kendisini trende karşılayanlardan biri de Garbî ağabeydir. Trenden indikleri zaman Efendi'nin elini öpmüş. Efendi de alnından öpüp, koluna girmiş beraber yürümüşlerdir.

    Garbî ağabeyi Hilmi bey hocamız da çok severdi. "Her zaman gelin, görüşelim, sizi görünce rahatlıyorum" derdi.

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.342-343)


  14. Necip Fazıl bey anlatır:

    Efendi Hazretlerinin sohbetindeydik. Vakit gece yarısına gelmişti. İçimden, şimdi ben, bu gece yarısı, mezarların arasından nasıl inip de gideceğim diye geçiriyordum. Derhal bakışlarını Abidin'e çevirip:

    "Necib Fazıl beyi sen götürürsün. Beraber gidersiniz" buyurdular. Abidin ile kol kola mezarlıktan iniyorduk. Abidin elini uzatmış bir noktayı görteriyordu. Baktım, Efendi Hzretlerinin bulundukları yerden göğe doğru bir nur çizgisi uzanıyor.

     

    (Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.332)


  15. *Dünyada Bâtıl adına ne varsa, hepsi de birbirine söverken haklıdır.

     

    *Tanzimattan beri ne yapıldıysa, o şeyi yapmak fikriyle değil, İslâmiyete darbe vurmak niyetiyle yapıldı.

     

    *Biz adam olmadıkça öz yurdumuzda parya gibi yaşamak nasibimiz değişmeyecektir.

     

    *Yenilik dâvasında, "devrim" isimli nice hareketler vardır ki, beş aylıkken düşürülmüş kavanoz çocukları gibi sadece ölünün yenisidirler.

     

    *Cemiyetin ölüm alâmeti, fertlerin hayvani istiklâl gayretine düşmeleriyle başlar.

     

    *Türk gençliğini bir şeye inandıramadan zapt ve rapt altına almaya imkân yoktur.

     

    *TRT'yi ifade edebilmek, "Türkiye-Radyo-Televizyon" terkibinin ilk harflerini "Türk-Ruh-Törpüleme" teşhisine bağlamakla olabilir.

     

    *İman ettikten sonra akılla hüküm kesmeye ve sınır çizmeye yeltenenler, küfrü akıllariyle savunmaya çalışanlara akrabadır.

     

    *Köpek bile kazuratının üstüne toprak atar, onu örtmeye bakar. Yalnız insandır ki, hem de ağzından fışkırttığı kazuratı açıkta bırakır. Ve... Ve kutulara istif edip pazara sürer.

     

    *Bize "Gerici" ve "Çağ Dışı" diyenler, kafalarını bacaklarının arasından geçirip kendi gerilerini seyredenler ve bu vaziyette koştuklarını ve zamana hâkim olduklarını vehmedenler...

     

    *Batılı, nasipsiz kafasını yonta yonta, incelte incelte her şeyi söylüyor ve yalınız "İslâm!" demediği, diyemediği kalıyor da, biz hâlâ çağ nedir, anlamaya yanaşmıyoruz.

     

    *C.H.P. bir parti değildir; Haçlı dünyasiyle anlaşmış olarak Türkün ruh kökünü kurutmaya memur bir ocaktır

     

    *Bu memlekette hükümet meselesinin "ben yapayım sen boz, sen yap ben bozayım!" tarzında, her türlü fikir dışı bir inat plânına düşürülmüş olması ne aciptir!

     

    *Öyle insanlar vardır ki, lâğıma düşseler lâğımı pisletirler.

    • Like 1

  16. Tek parti cumhuriyetçileri, gençleri ve kadınları ideolojik amaçlarla istismar ettiler. Yetişen yeni nesiller onların eseriydi, onlar vasıtasıyla anaları babaları yola getirmek istediler. Ey Türk gençliği hitabesini herkes biliyor. Fakat, gizli bir Ey Türk kadınlığı hitabesi de olmalı! Kadınlar da bildik, İslâm veya Osmanlı, kadını kafes arkasına kapattı, haklarını gasp etti, cumhuriyet, kadını özgürlüğe kavuşturacak efsanesiyle cepheye sürüldü.

    Meclise ilk kadın milletvekilleri 1930larda sokuldu. Bu demokratik bir taleple olmadı ve demokrasi yoluyla gerçekleşmedi. Şefin takdiri böyleydi. Kadın Meclise kadın olarak girmedi, diğer milletvekilleri gibi şefin askeri olarak girdi. Gerektiği zaman erkekler gibi elini kaldırdı. Kadın ve erkek vekillerin kılık ve kıyafetlerinin birbirinden farkı yoktu. Ankaranın bir köyünden getirtilen Satı kadın Meclise sokulurken sadece kıyafeti değiştirilmedi, adı da değiştirildi. Meğer bu kadıncağız asıl ismi olan Hatiyi bilmiyormuş! Ona bildirildi ve o andan itibaren Hati oldu!

    99095916.jpg

     

    İlk kadın millet vekillerinden Satı Kadın

     

    28242020.jpg

     

    Gençler üzerine oyun 1970lere kadar bütün hızıyla devam etti. 1970lerde görüldü ki, gençlik rejimin ve inkılapların bekçisi rolünü benimsemekte istekli görünmüyor. Bütün gençlik teşkilatları lağv edildi. (MTTB o teşkilatlardan biri ve o kuruluşla bağı olan bir isim şimdi Cumhurbaşkanı!) 12 Eylülden sonra gençler siyasetten arıtma sürecinden geçirildi.

    Kadın üzerinden yürütülen psikolojik savaş ise sürüyor.

    Cumhuriyet adına yarışa sokulan iki meşhur kadın var. Biri fizik ve müzik yarışına sokulan Ajda.

    Ajda, cumhuriyetin en meşhur kadınlarından biri. Müzikle ilgili şöhretinin fiziğiyle ilişkisini kurmak zor değil. O yüzden Ajda müziği unutsa bile fiziği unutmuyor. İşte gazete haberi:

    Şarkı sözlerini unuttuğu için sık sık sahneye kurulu monitöre bakan Pekkan, bir hayranı tarafından kendisine verilen birayı içerek konserine kaldığı yerden devam etti.

    Artık 70ine merdiven dayamış bir kadının fizik üzerinden müzik yapması, cumhuriyetçi basının büyük takdiri ve teşviki ile karşılanıyor. Her defasında onun bu yönüne vurgu yapılıyor.

    Sözü geçen bayanın fiziğinin böylesine önemsenmesi onu korumak ve sergilemek mecburiyeti hasıl ediyor olmalı ki, 18 defa ameliyat masasına yatmış. Plastik ameliyat rekoru onda imiş. Bu arada benzer cumhuriyet kadınları ile ilgili bilgiler de sıralanıyor. Kim ne kadar plastik ameliyat oldu, çetelesi tutulmuş. Cumhuriyetin plastik kadınları, ellisinde, altmışında, hatta yetmişinde genç ve güzel görünmeye devam ediyorlar! Bu sentetik güzellik konusunda bir karar mercii yok. O yüzden cumhuriyetin plastik kadınları ile gurur duyulmaya devam ediliyor ve onlar cumhuriyet adına yarışı sürdürüyorlar.

    Diğer yarışçı cumhuriyet kadını Ajda kadar şanslı değil. Halbuki onun adı bazı şehirlerimizde, bu arada Ankarada parklara verilmişti. Her gün böyle bir parkın önünden geçiyorum!

    O Türkiyenin dünya şampiyonu olan ilk kadın yarışçısı. Onun yarışta ipi göğüslemesi cumhuriyetin başarılarından biri olarak alkışlanmıştı. Şimdi işler karışık!

    Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi, millî atlet Süreyya Ayhanın 4 yıl pistlerden men cezasını, ömür boyu mene çevirmiş. Süreyya için yarış bitti! Ajda fiziğini korumak için her türlü sentetik işleme başvuruyor ve yüceliyor, Süreyya Ayhan ise, yarışı kazanmak için doping aldığından, cezalandırılıyor. Reva mı bu?

    Ey cumhuriyet kadını, kim doldurabilir miadını?

    Ajda bir aile içinde dünyaya geldi. Fakat, öldüğünde bir ailesi olmayacak. Normal olanı, tabiî olanı yapmak Ajda için kaçırılmış bir fırsat. Fakat Süreyya için normal bir hayatı yakalama imkânı var: Yarış defterini kapatıp, çocuklarının annesi olmak!

     

    (D. Mehmet Doğan, Vakit, 2009-11-14)


  17. Annesi gül koklasa ağzı gül kokan çocuk,

    Annesi artık küfrettiği için ağzından kenef kusmaya hazır bir tomurcuk.

     

    Ruhundaki irini ağzından kusan bir cemiyet. Bu dünya sokakta, gözler önünde zina yapacak kadar alçalan belhüm edallere de müşahit olacak. Bunlar ise onların büyük büyük büyük ataları. Gelecektekilere nispetle bugünküler ancak bir sinek ısırığı, lakin mâzideki gül kokulu, iman nefesli beşere kıyasla da bir kazurat çukuru.

    Üstad'ın bir şiirinde geçer ki, üretimin yeri ya rahimdir ya barsak. Bu (insan demeye dil varmıyor) canlı türü, dimağ cihazını iptal ederek kafasına bir barsak yerleştiren ve o barsağın çıktısını azından alan bir yaratık. Eyvah ki ne eyvah, mide bulandıran bu hatıranın farklı bir versiyonuna şahid olma bedbahtlığına ben de düştüm. Küfreden kızın karşısında, küfrü büyük bir iştahla yiyen erkek, ve erkek, sevdalısından en latif sevda sözlerini duyuyormuşçasına mesud bir gerzek.

     

    "Haya güzeldir lakin kadınlarda daha güzeldir."

    Buna muvazi: ahlaksızlık çirkindir, lakin edeb timsali olması gereken kadınlarda daha da çirkindir.


  18. Selamlar,

    Bu kuruluşun tam ismi Büyük Doğu Ocakları değil, Büyük Doğu Cemiyeti. Bayrakta yer alan yıldız B ve D harflerinin bileşiminden mürekkep, Cemiyet kelimesinin ilk harfini ise C harfi ile özdeş olan ay şekli temsil ediyor. Yani bayraktaki BDC harfleri bu kuruluşun adını tam olarak simgeleştiriyor. O devrin imkanlarına göre çok güzel bir tasarım.

    Cemiyet, resmî olarak 28 Haziran 1949 Salı günü kuruldu. Büyük Doğu Cemiyeti'nin İdare heyeti hakkında bilgiye ulaşmak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...ic=2250&st=

     

    Cemiyetin gaye ve davası, usûlü, vasıfları, açılan şubeleri ve feshedilişine dair kapsamlı bir yazıya ulaşmak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=3913&hl

     

    B.D. Cemiyeti ile ilgili fikir alış-verişi yapılan bir başlığa ulaşmak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=39&hl

     

    Üstadın tâbiriyle Cemiyeti yıkan iki saik hakkında malumat ihtiva eden bir yazı için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=5502&hl

     

    Linklerdeki yazıları okuduğunuzda Cemiyet hakkında doyurucu malûmata ulaşacaksınız.


  19. Selamlar,

    Proje için kitap yardımını ister buluşma sırasında elden, ister hesaba para yatırma şeklinde yapabilirsiniz. Para yatırarak kitap desteğinde bulunmak isterseniz, ilgili hesap numarasını NFK-Fan adminimizden özel mesaj ile isteyebilirsiniz. Buluşma şehir olarak İstanbul'da 7 şubat Pazar günü gerçekleştirilecek, buluşma mekânı henüz belirlenmedi. Belirlenen mekân bu başlıkta ilan edilecek.


  20. İslam tarihinin ilk devirlerinden itibaren Hz. Peygamber'in soyundan gelen seyyid (Huseyni) ve şeriflere (Haseni) özel bir önem atfedilmekteydi. Gerek kendilerine peygamber yadigârı olarak bakılması gerekse de kimi dönemlerde bazı zulümlere maruz kalmaları kendilerine sunulan yaklaşımın hassaslaşmasında etkin olmuştur.

    Özellikle Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin Kerbela'da şehit edilmeleri hadisesi İslam tarihinin ibretlik sayfaları olarak nitelenmekteydi.

     

    Seyyidlere tanınan ayrıcalıkların başında İslam devletlerince vergiden muaf tutulmaları, onlara maaş bağlanması, askere alınmamaları, alt meslek gruplarına üye olanların refah seviyelerini yükseltecek tedbirlerin alınması gibi uygulamalar gelmekteydi. Çoğu zaman savaşlarda elde ganimetlerden belli bir pay ve fethedilen topraklardan arazilerin seyyidlere tahsis edildiği görülmekteydi.

     

    Seyyidlere has bu imtiyazların Emevî devrinden hemen sonra gelen Abbasî yönetimince sistemli ve kurumsal bir kimlik kazanması da dikkat çekicidir. Emevîler döneminde maruz kalınan baskıların bir tür hassasiyet refleksi geliştirilmesinde etkili olduğu vurgulanmakta.

    Anadolu sahasında hüküm süren Türk ve Müslüman yönetimlerce de aynı uygulamalar devam ettiriliyordu. Selçuklular döneminden itibaren Peygamber soyundan gelenlere bu ayrıcalıkların tanındığı tarihi belgelerle ispatlanmıştır.

    Osmanlı dönemine gelindiğinde ise artık seyyidlere tanınan ayrıcalıklar kanunnâmelerle kurumsal imtiyazlar şekline dönüşmüştür.

     

    Ne var ki onlara tanınan bu ayrıcalıklar zamanla bazı suistimallere konu olmuştur. 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde artık bu suistimaller devlet yönetimini sarsacak düzeye erişmiş başlı başına bir sorun haline gelmiştir. Peygamber soyundan gelenlere tanınan ayrıcalıklar dolayısıyla birçok kişi zamanla seyyidlik iddiasında bulunmaya başlamıştı.

     

    Nikabet Teşkilatı ve Nakîbü'l Eşraflar

     

    İslam devletlerinin çoğunda görülen Nikabet Teşkilatı, seyyidlerin soy kayıtlarını tutmak ve art niyetli kimselerin seyyidlerin arasına sızmasını önlemek amacıyla kurulmaktaydı.

    Osmanlı döneminde ilk olarak II. Bayezid döneminde kurulan Nikabet Teşkilatı'nın başında bulunan kimseye ise Nakîbü'l Eşraf unvanı verilirdi.

    Osmanlı döneminde seyyidlere nezaret etmeleri amacıyla ilk görevlendirilen kişiler bugün hala Bursa için sembol kişilik olan Emîr Sultan ve aynı yıllarda Bursa'ya gelen Seyyid Nattâ'dır.

     

    Nikabet Teşkilatı'nın kurumsallaşmasıyla birlikte ilk Nakîbü'l Eşraf unvanını alan ise yine aynı dönemde yaşayan Seyyid Mahmud'dur

    Nakîbü'l Eşraf unvanını taşıyan kimse Osmanlı'da ve diğer devletlerde protokolde Halife'nin hemen yanında yer alırdı. Teşkilatın kuruluş amacı ve protokolde kendisine tahsis edilen yer, seyyidlik kurumuna verilen önemin de somut bir göstergesiydi. Devlet protokolündeki en önemli merasimlerden biri olan kılıç kuşanma törenlerinde de ön sıradadırlar. Eyüp Sultan Türbesi'nde gerçekleştirilen törenlerde IV. Mustafa ve II. Mahmud'a ise bizzat Nakîbü'l Eşraflar kılıç kuşatmıştır. Kısaca Nakîb olarak da anılan yetkililer bir kimsenin peygamber soyundan gelip gelmediğini tasdik etme görevini de üstlenmişlerdi.

     

    Nakîbler seyyidlerin soy kayıtlarını özel Sâdât Defterlerine kaydeder, şecereleri onaylanan kişilere de hüccet belgelerini verirlerdi.

    Bunun yanında seyyid eşrafının çizgisini devam ettirmek, onların hal ve hareketlerini kontrol etmek, ahlaka aykırı davranışlardan men etmek, gerektiğinde yargılanmalarına nezaret edip varsa cezalarını uygulamak da Nakîblerin temel görevleri arasındaydı.

    Bir diğer görevleri de kan bağlarının korunması amacıyla özellikle kadınların kendilerine denk olanlarla evlenmelerini sağlamaktı.

    Burada dikkat çekici bir nokta da seyyidlerin hukuka aykırı bir davranış sergilendiklerinde herhangi bir ayrıcalığa tabi tutulmadıklarıdır.

    Bu konuda diğer tebaadan tek ayrıcalıkları yargılanmalarına Nakîblerin eşlik etmeleri veya bizzat onlar tarafından yargılanmalarıdır.

    Bunun sebebi de bulunulan suçlamaların aksi bir durumun da muhtemel olması ve buna mukabil seyyidlerin incitilmemesine gösterilen dikkattir.

     

    Seyyidlere gösterilen saygı ve duyulan hürmetin kendini gösterdiği bir başka yer de seferlerdi. Osmanlı orduları sefere çıkarken Nakîbü'l Eşraf Sancak-ı Şerif'in hemen altında bulunur, beraberindeki seyyidler de ordunun önünde tekbir ve salavat getirirdi. Tarihçi Selanikî, padişahın sefere çıktığı esnada yanında 300 kadar seyidin bulunduğunu aktarır.

     

    SAHTE SEYYİDLER

     

    Gerek toplumsal hayattaki saygınlıkları gerekse de devlet tarafından kendilerine tanınan ayrıcalıklar seyyidlerin konumunu çekici kılmaktaydı. Yukarıda da değindiğimiz gibi zamanla bu ayrıcalıklardan yararlanmak amacıyla sahte seyyidler (müteseyyid)in ortaya çıktığı görülmekteydi.

     

    Seyyidlik için gerekli olan hüccet belgesinin alınması için sahte şecerelerin tedarik edildiği de çokca görülmekteydi.

    Kanun-nâme-i Sultanî li Aziz Efendi'de 16. yüzyıl sonlarında bu müteseyyidlerin sayısının akrabaları ile birlikte 300.000 rakamına ulaştığı rapor edilmektedir.

    Alınan onca tedbire rağmen müteseyyidlerin ortaya çıkışının önüne geçilemediği Osmanlı döneminden sonra da aynı olgu devam ede gelmiştir.

     

    Cumhuriyet döneminde seyyidlere herhangi bir ayrıcalık tanınmıyor olduğu halde, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde çokça karşılaşılan olaylar olmuştur. Seksenli yıllara kadar bölgede görülmeye devam eden ağalık gibi yerel hiyerarşik örgütlenmeler içerisinde seyyidlerin saygın birer konum elde etmeleri bazı kimselerin bu sahtekarlığa meyletmelerinde etkili olmuştur.

     

    Bölgedeki durum bir zaman sonra öyle bir hal almıştır ki bazı Hıristiyanlar'ın (Süryani ve Ermeni) Müslüman olduktan sonra, seyyidlik iddiasıyla ortaya çıktıkları yaşayan tanıkların ifadesiyle anlatılmaktadır.

     

    Öteden beri seyyidliğin alameti olarak devam eden bir uygulama da yeşil renkte giysiler ve başlıklar kullanılmasıydı. Eski mezar taşı kültüründe bu kimselerin mezar taşlarının başlıklarının da yeşile boyandığı görülmekteydi.

     

    Bu uygulama da söz konusu bölgelerimizde zamanla bir istismar konusu haline gelmiştir. Herhangi bir sahte şecereye bile sahip olmayan kimselerin yeşil renk başlık ve giysilere bürünerek seyyidlik iddiasında bulundukları sıkça karşılaşılan bir durumdu.

     

    SAHTE ARVASİLER

     

    Yine ülkemizde büyüyen bir holding ve medya kuruluşlarının ARVASILERe saygıları da Vanda bazı uydurma ARVASİlerin türediğini gösterdi.

     

    Ancak 1988de Rahmetli Seyyid Ahmet ARVASİ ile Süleyman Kuku beylerin Ehl-i Beyt ve Bazı Secereler kitabı buna izin vermedi.

    Çünkü adı geçen kitapta 1988 tarihi itibarı ile, Arvasilerin tamamının isimleri taaa Hazreti Huseyin efnedimize (raddiyallahu teala anh) ve oradan da Adem aleyhisselama kadar yazılı idi.

     

    Bu iş yama ile yalan ile, sahtecilikle ve hayasızlıkla olmaz. Bu ALLAH-u tealanın takdiridir. Dilediğine dilediğini ihsan eder. Hak edene de Cehennem vadileri mühlet bekler. Yazık !!!

     

    Konunun aktarıldığı Kaynak: Ehl-i beyt ve bazı secereler

    S. Ahmet Arvasi ve Süleyman Kuku, İstanbul, 1988

     

    *Kaynak


  21. İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabında bildirdikleri İslamiyetten kıl kadar ayrılmamak ve Ehl-i Sünnetin önemi hakkındaki mektublarından derlenmiştir:

     

     

    *59. Mektubdan:

     

    Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmışdır. Ehl-i sünnet vel cemâate rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn uymıyanların, Cehenneme girmekden kurtulamıyacağı bildirilmekdedir:

     

    Hak teâlâ, hepimize islâmiyyet yolunda yürümek ihsân eylesin. Kendisine esîr eylesin! Kıymetli mektûbunuz ve tatlı yazılarınız, bu fakîrleri çok sevindirdi. Büyüklerimize olan sevginizi ve onlara karşı ihlâsınızı okumakla mesrûr olduk. Allahü teâlâ, bu nimetini dahâ artdırsın! Nasîhat istiyorsunuz. Yavrum! Sonsuz kurtuluşa kavuşabilmek için, üç şey, muhakkak lâzımdır:

    İlm, amel, ihlâs. İlm de, iki kısmdır: Birisi yapılacak seyleri öğrenmekdir ki, bunları öğreten ilme (Fıkh ilmi) denir. İkincisi, itikâd edilecek, kalb ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin, Kurân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden anladığı bilgiler vardır. Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymıyan, Cehenneme girmekden kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği itikâddan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlüke olduğu, Evliyânın keşfi ve kalblerine gelen ilhâm ile de anlasılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymıyanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmiyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Ayrıldılar, başkalarını da sapdırdılar. Müminlerin Cennetde Allahü teâlâyı göreceklerine inanmıyanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlılara şefâat edeceklerine inanmıyanlar oldu. Eshâb-ı kirâmın aleyhi-mürrıdvân kıymetini ve yüksekliğini anlamıyanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü radıyallahü anhüm sevmiyenler oldu.

    Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn diyor ki: (Eshâbı kirâm aleyhimürrıdvân kendileri arasında, en yükseği, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk oldugunu sözbirliği ile söylemişdir). Ehl-i sünnet âlimlerinden,

    Eshâb-ı kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imâm-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfiî rahmetullahi aleyh, buyuruyor ki: (Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem âhıreti şereflendirdigi zemân, Eshâb-ı kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan dahâ üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler). Bu söz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermekdedir. Yanî Eshâb-ı kirâmın en yükseği oldugunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermekdedir. Icmâ-i ümmet ise seneddir, şübhe olamaz. Ehl-i beyt için ise, (Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmiyen boğulur) hadîs-i şerîfi yetişir. Büyüklerimizden bazısı buyurdu ki, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı

    kirâmı yıldızlara benzetdi. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetdi. Çünki gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünki, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazîleti, hepsinde vardır. Sohbetin fazîleti ise, bütün fazîletlerin üstündedir. İste bunun için, Tâbiînin en üstünü olan Veysel Karânî, Eshâb-ı kirâmın en aşağısının derecesine yetişememişdir. [Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem îmânı var iken görenlere (Eshâb ) denir. Göremiyen, fekat Eshâbdan birini görenlere (Tâbiîn) denir.] Hiçbir üstünlük, sohbetin

    üstünlüğü kadar olamaz. Çünki, sohbete kavuşanların [yanî Eshâb-ı kirâmın] îmânları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îmân olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmânı, bu kadar

    yüksek olmamışdır. Ameller, ibâdetler, îmâna bağlıdır ve yükseklikleri, îmânın yüksekliği gibi olur. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân arasındaki uygunsuzluklar ve muhârebeler iyi düşünceler ve olgun görüşler ile idi. Nefsin arzûları ile ve cehâlet ile değildi. İlm ile idi. İctihâd ayrılığından idi. Evet bir kısmı ictihâdda hatâ etmişdi. Fekat, Allahü teâlâ, ictihâdda hatâ edene, yanılana da, bir sevâb vermekdedir.

    İşte, Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân için, Ehl-i sünnet âlimlerinin tutduğu yol, bu orta yoldur. Yanî, taşkınlık da, gevşeklik de etmeyip, doğruyu söylemişlerdir. En sâlim ve sağlam yol da budur.

     

     

    *69. Mektubdan:

     

    Sözün özü sudur ki, kurtulus yolu, ancak Ehl-i sünnet vel-cemâate uymakdır. Allahü teâlâ, onların sözlerine, işlerine, îmân edenleri ve ibâdetlerdeki bildirdiklerine uyanları çoğaltsın! Çünki, Cehennemden kurtulacağı müjdelenmiş olan bir fırka, bunlardır. Bunlardan başka olan fırkalar, helâk olacak, felâkete sürüklenecekdir.

    Bugün bir kimse, böyle olduğunu bilse de, bilmese de, yarın herkes anlayacakdır. Fekat, o zemân fâidesi olmayacakdır. Yâ Rabbî! Ölüm bizi uyandırmadan önce, sen bizi uyandır!

     

     

    *71. Mektubdan:

     

    Allahü teâlâya şükr etmek için, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uygun bir itikâd edinmek lâzımdır. Çünki, Cehennemden kurtulan, yalnız bu fırkadır. Itikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyete uygun hareket etmelidir. İslâmiyyeti de, bu fırkanın müctehidlerinin kitâblarından öğrenmelidir. [Dinden haberi olmıyan, reformcu müftîden, câhil hâfızdan, dinsizlerin, gençleri aldatmak için gazetelerdeki, dîni medh eden, aldatıcı yazılarından

    öğrenmemelidir.] Bundan sonra, Ehl-i sünnetden olan, tesavvuf büyüklerinin gösterdigi yolda [Kalbi] tasfiye ve [Nefsi] tezkiyeye sıra gelir.

    Şükrün bu üçüncü kısmı, şart değilse de, fâidesi pek büyükdür. Fekat, iki önceki kısm şartdır. Çünki, islâmiyyetin aslı, temeli bu ikisidir. Islâmiyyetin kemâli, olgunlaşması ise, üçüncü kısm ile olur. Bu üç kısm, yanî Ehl-i sünnet itikâdı ve islâmiyyetin emrleri ve tesavvuf büyüklerinin yolu dışında kalan herşey, sıkıntılı riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler olsa dahî, hep günâhdır ve itâatsizlikdir ve şükr etmemekdir. Hind Berehmenleri ve eski Yunan felesofları, çok riyâzet ve mücâhede yapdı. Fekat, Peygamberlere aleyhimüsselâm uymadıkları için, Allahü teâlâya şükr değil, günâh oldu. Hiçbiri kabûl edilmedi. Kıyâmetde Cehennemden kurtulamıyacaklardır.

    O hâlde, seyyidimizin, efendimizin, kurtarıcımızın ve günâhlarımızın afvı için sefâatcimizin, kalblerimizi, rûhlarımızı tedâvî eden mütehassısımızın, yanî Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem efendimizin yoluna ve Onun dört halîfesinin yoluna yapısınız! Onun dört halîfesi rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn hidâyete ulaşdırıcı, seâdete erdiricidir. Allahü teâlâ, bu yolda gidenlerden râzı olur.

     

     

    *75.Mektubdan:

     

    Allahü teâlâ, size selâmet ve âfiyet versin! Dünyâ ve âhıret seâdetlerine kavuşmak için, dünyâ ve âhıretin efendisine aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ uymak lâzımdır. Ona uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce itikâdı düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kurân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp bildirdikleri halâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mubâh ve müstebeh [şübheli] bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lâzımdır. Bu iki itikâd ve amel kanadları elde edildikden sonra, eğer ezelde mesûd olmuş ise, mukaddes âleme uçmak nasîb olur. Bu iki kanat olmadan yükselmek olamaz. Bu alçak dünyâ, arkasından koşmağa değmez. Bunun, malının, mevkıinin değeri yokdur ki özenilsin. Değerli, kıymetli şeyleri aramalıdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeble yaratdığı, gönderdigi için, kendisine kavuşduran sebebi, o vesîleyi Ondan istemelidir. Fârisî mısra tercemesi:

    İş budur, bundan başkası hiçdir.

     

     

    *80.Mektubdan:

     

    Bu mektûb, mirzâ Fethullah-i Hakîme yazılmışdır. Yetmişüç fırka içinde, kurtulan bir fırkanın, Ehl-i sünnet fırkası olduğunu bildirmekdedir:

     

    Hak teâlâ, Muhammed Mustafânın alâ sâhibihessalâtü vesselâm nûrlu caddesinde yürümek nasîb eylesin! Fârisî mısra tercemesi:

    İş budur. Bundan başkası hiçdir.

     

    Hadîs-i şerîfde, müslimânların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan herbiri, islâmiyyete uyduğunu iddiâ etmekdedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası oldugunu söylemekdedir. Müminûn sûresi, ellidördüncü [54] ve Rûm sûresi otuzikinci âyetinde meâlen, (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmekdedir) buyuruldu. Hâlbuki, bu çesidli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin

    alâmetini, işâretini, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem şöyle bildirmekdedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gitdiği yolda bulunanlardır). Islâmiyyetin sâhibi kendini söyledikden sonra, Eshâb-ı kirâmı da rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn, söylemesine lüzûm olmadıgı hâlde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gitdiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gitdiği yoldur) demekdir. Nitekim Nisâ sûresi, yetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Resûlüme itâat eden, elbette Allahü teâlâya itâat etmişdir) buyuruldu. Resûle itâat, Hak teâlâya itâat demekdir. Ona sallallahü aleyhi ve sellem uymamak, Allahü teâlâya

    isyândır. Allahü teâlâya itâatin, Resûlüne itâatden baska olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ sûresinin, (Allahü teâlânın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kirâmın rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn

    yolunda gitmeyip de, Peygambere aleyhissalâtü vesselâm uyduğunu söyliyen, yanılıyor. Ona sallallahü aleyhi ve sellem uymuş değil, isyân etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyâmetde kurtulamıyacakdır. Mücâdele sûresinin, (Doğru birşey yapdıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir) meâlindeki onsekizinci âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor. Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân yolunda giden, hiç şübhe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemâat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalısan büyüklerine, bol bol mükâfat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünki, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem Eshâbına aleyhimürrıdvân dil uzatan, bunlara uymakdan, elbette mahrûmdur.

     

     

    *107. Mektubdan:

     

    Gözü açmalı, iyi görmeli ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri ilmler, marifetler, nisan yağmuru gibi yağmakdadır. O kadar çok oldukları hâlde, hepsi islâmiyyete uygundur. Islâmiyyetden kıl kadar ayrılanı yokdur.

    Bu da, hepsinin doğru olduğuna açık bir alâmetdir. Zâten, yüksek hocam Muhammed Bâkîbillah kuddise sirruh, (Size ilhâm olunan ilmlerin hepsi doğrudur) buyurmuşdur.

     

     

    *177. Mektubdan:

     

    Bu mektûb, Cemâleddîn Hüseyn-i Bedahsîye yazılmışdır. İtikâdı, Ehl-i sünnet itikâdına göre düzeltmek lâzım olduğu bildirilmekdedir:

     

    Hâce Cemâleddîn-i Hüseyn, gençlik zemânını büyük nimet biliniz! Elden geldiği kadar, bu zemânı, Allahü teâlânın râzı oldugu işleri yapmakla geçiriniz! Bunun için de, herşeyden önce, itikâdı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine

    göre düzeltmek lâzımdır. İkinci olarak fıkh bilgisini ögrenmeli ve işleri, bu bilgiye uygun yapmalıdır. Ancak bunlardan sonra, tesavvuf yo-lunda

    ilerlemeğe sıra gelir. Bunları yapabilen, felâketlerden kurtulur. Yapmıyanlar kurtulamaz.

     

     

    *193. Mektubdan:

     

    Bu mektûb, seyyid Ferîd rahmetullahi teâlâ aleyh hazretlerine yazılmışdır. Ehl-i sünnet itikâdına göre inanmak lâzım olduğu, fıkh bilgilerini öğrenmenin ehemmiyyeti bildirilmekdedir:

     

    Allahü teâlâ yardımcınız olsun! İşlerinizi kolaylaşdırsın! Ayb ve çirkin olan şeylerden korusun!

    Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin!

    Âmîn. Kıyâmetde Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaga bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. [Onların yolunda gidenlere (Sünnî) denir.] Resûlullahın

    sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının rıdvânullahi aleyhim ecmaîn yolunda gidenler, yalnız bunlardır. Kitâbdan, yanî Kurân-ı kerîmden ve Sünnetden, yanî hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan yalnız bu büyük âlimlerin, Kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünki her bidat sâhibi, yanî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, Kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı dogru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır.

     

     

    *217. Mektubdan:

     

    Her ne şeklde olursanız olunuz, doğru yoldan sapmamalısınız. Îmân edilecek şeylerde ve ibâdetlerde ve her işde, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmamağa, çok dikkat etmelisiniz. Kalbin nisbetini [bağlılığını] korumak ve büyüklerimizin gösterdiği şeklde temizlenmesine çalışmak da, çok mühimdir.

     

     

    *271. Mektubdan:

     

    İslâmiyyetin emrlerine uymakda kıl kadar gevşeklik göstermeyiniz. Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin rahmetullahi teâlâ aleyhim ec-maîn bildirdiklerine uygun, doğru itikâd ile kalbinizi süsleyiniz.

    Fârisî mısra tercemesi:

    İş budur. Bundan başkası hiçdir!

     

     

    *286. Mektubdan:

     

    Bu mektûb, mevlânâ Emânullaha yazılmışdır. Kurân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan doğru itikâdın, Ehl-i sünnet itikâdı olduğu bildirilmekdedir:

     

    Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin! İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, itikâdını düzeltmekdir. Doğru itikâd, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kurân-ı kerîmden ve

    hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan öğrendikleri, anladıkları itikâddır. Kurân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin manâsını doğru anlıyan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimleridir. Bunların anladığı,

    bildirdiği manâlara uymıyan herşeye, akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tesavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa da, hiç kıymet vermemelidir.

    Bu büyüklerin anladığına uymıyan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Meselâ, bazı âyetlerden ve hadîs-i serîflerden (Tevhîd-i vücûdî) anlaşılmakdadır. Bazılarından da, ihâta, sereyân, kurb ve maıyyet manâları çıkmakdadır. Fekat, (Ehl-i sünnet âlimleri), bu âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, böyle manâlar anlamadı. Yanî Allahü teâlânın bu âlem içinde olmasını, mahlûkları kapladığını, bunlarla birleşik

    olduğunu, kendisinin yakın olduğunu, berâber olduğunu anlamadılar. Böyle olmadığını söylediler. O hâlde, tesavvuf yolunda ilerliyen bir kimseye böyle bilgiler hâsıl olursa, her varlığı, bir varlık olarak görürse, yâhud herşeyi bir varlığın kapladığını, Allahü teâlânın zâtının, mahlûklara yakın olduğunu anlarsa, bu bilginin, görüşün yanlış ve tehlükeli olduğunu anlamalıdır.

    Böyle bir yolcu, bu zemânında, serhoş gibi bir hâlde olduğundan, özrlü, suçsuz sayılırsa da, böyle tehlükeli bilgilerden kurtulması için, Allahü teâlâya yalvarmalı, ağlamalı, sızlamalıdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği

    doğru hâllere, görüşlere kavuşmak için düâ etmelidir. Bu büyüklerin bildirdiği doğru itikâddan kıl kadar ayrı şeylerin gösterilmemesi için Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tesavvuf yolcularının keşflerinin, buluşlarının

    doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn bildirdikleri doğru manâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak o doğru manâlara uymaları ile belli olur. Çünki, onların bildirdiği manâlara uymıyan, her manâ, her buluş kıymetsizdir, yanlışdır. Çünki her sapık, her bozuk kimse, Kurân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduğunu sanır ve iddiâ eder.

    Yarım aklı, kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar. Felâkete gider. Bekara sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Kurân-ı kerîmde bildirilen misâller, örnekler, çoklarını küfre sürükler. Çoklarını da hidâyete ulaşdırır) buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manâlar doğrudur, kıymetlidir

    rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn. Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünki bu manâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun

    için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz seâdete bunlar kavuşdu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.

    İtikâdı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, ferıyyâtda, yanî islâmiyyete yapışmakda gevşek davranırsa, kusûrlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnâdcılık olur. Onların doğru bilgilerini

    inkâr etmek, kötülemek olur. Çünki, doğru bilgileri bizlere ulasdıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu, bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler taşkınlık, azgınlık uçurumlarına düşerdik. İslâmiyyeti bozulmakdan koruyan, her yere yayan onların çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşduran onlardır. Onlara uyan kurtulur, seâdete kavuşur. Onların yolundan ayrılan sapıtır, herkesi de sapdırır.

    İyi biliniz ki, tesavvuf yolunun sonuna, yanî bu yolun konaklarının hepsini geçerek, vilâyet derecelerinin sonuna varanlara hâsıl olan itikâd, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdigine tâm uygun olur. Bu doğru itikâda, Ehl-i sünnet âlimleri, Kurân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan alarak, tesavvuf büyükleri ise, keşf veyâ kalblerine ilhâm olunarak kavuşmuslardır. Evet, bazı tesavvuf yolcusuna, yolda iken, tesavvuf serhoşluğu ve hâl kaplaması ile, bu itikâdlara uymıyan bazı şeyler hâsıl olmuşdur. Fekat, bu hâllerin kapladığı makâmları geçip, ilerleyince, nihâyete varınca, bu uygunsuz şeyler yok olur. Eğer ilerlemeyip, yarı yolda kalırlarsa yok olmaz. Bozuk görüşlere saplanıp kalırlar. Fekat, böyle kalanlara kıyâmetde cezâ yapılmaz. Bunlar, yanılan müctehidlere benzer. Müctehid, ictihâd yaparken yanılmışdır. Bu ise, keşfinde yanılmakdadır.


  22. Selamlar,

    Açmış olduğunuz başlık, muhtevası aynı olan ve daha önceden açılan bu konu ile birleştirilmiştir.

    Üstad, karşı cenahın elinden, dilinden anlatılmaya devam ettiği sürece yanlış yansıtılmaya da devam edecektir. Çünkü onlar Üstad'ı anladıkları şekilde anlatıyorlar ve idrakleri anlattıkları şekilden ötesini anlamaya izin vermiyor. Yücel Çakmaklı Hak'kın rahmetine kavuşmasaydı, Üstad'ın hayatını dizi film yapmak niyetindeydi. Ne de güzel olurdu onun elinden çıkacak olan bir Üstad dizisi. Lakin iyi insanlar iyi atlara binip gittiler, ortalık da zaten yıllardır bu meydanda at oynatan bu çapulcuların eline kaldı. İnşallah televizyon ve sinema sahasında Üstad'ın her yönden hakkını verecek bir eser ortaya konulur.


  23. Reşahat kitabının yazarı Şeyh Safî hazretleri hakkında bilgi:

     

    ALÎ BİN HÜSEYN "rahmetullahi teâlâ aleyh":

    Hüseyn vâ'ız-ı Kâşifînin oğludur. Fahrüddîn ve Safî ismleri ile meşhûrdur. 867 [m. 1462] de tevellüd ve 939 [m. 1533] senesinde Hirâtda vefât etdi. Fârisî eserleri arasında (Reşehât) kitâbı çok kıymetlidir. Şeyh Ahmed Allân-ı Mekkî ve sonra Muhammed Murâd-ı Kazânî tarafından arabîye terceme edilmişdir. Üçüncü Murâd hân zemânında, 993 [m. 1584] senesinde, Muhammed Şerîf-i Abbâsî tarafından türkceye terceme edilmişdir. Türkcesi çeşidli târîhlerde basılmışdır. Binikiyüzdoksanbirde İstanbulda taşbasması harekeli olup, sonunda mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin arabî (İrâde-i cüz'iyye) kitâbı ve kenârında, mevlânâ-i mezkûrün (Râbıta) risâlesinin arabîsi ve ayrıca türkcesi ve yine onun (Âdâb-ı tarîkat) risâlesinin türkcesi ve fârisî (Silsile-i aliyye)si ve ayrıca İsmâ'îl Hakkı Bursevînin (Huccet-ül bâliga) risâlesi ve (Hatm-i hâcegân) ve Niyâzî Mısrînin (Süâl-cevâb ) risâlesi ve şeyh Sâdık efendinin (Abdestin âdâbı) ve (İnsân-ı kâmil) ve Edirne müftîsi Feyzi efendinin (Ayn-ül hakîka) adındaki çok kıymetli kitâbları ve hazret-i Alînin "radıyallahü anh" kırk sözü ve tercemeleri vardır.

     

    *Kaynak

    • Like 1
×
×
  • Create New...