Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nedamet..

Üye
  • Content Count

    291
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by nedamet..


  1. DIŞİŞLERİ BAKANI DAVUTOĞLU AÇIKLADI

     

    Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye ile Suriye arasındaki tüm vizelerin kaldırılması karar verildiğini söyledi.

     

    Türkiye ile Suriye önemli bir anlaşmaya imza attı. Başbakanlık Dolmabahçe Çalışma Ofisi'nde gerçekleştirilen törende Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Suriyeli mevkidaşı Velid Muallim, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması'na imza attı. Daha önce Türkiye ve Irak arasında yapılan Yüksek Düzeyli Startejik İşbirliği Konseyi Anlaşması bu sefer Türkiye ile Suriye arasında imzaladı. Bu anlaşma iki ülkenin başbakanları eşbaşkanlığında ilgili bakanlıkların bir araya gelerek işbirliğini geliştirmeyi amaçlıyor. Anlaşma gereği 6 ayda bir ilgili bakanların bir araya gelerek değerlendirme yapması kararlaştırıldı. Bu anlaşmanın iki ülke arasındaki işbirliğinden entegrasyona geçişin ilk adımı olduğu belirtiliyor.

     

    İmza törenin ardından açıklama yapan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, iki ülke arasındaki tüm vizelerin kaldırılmasına karar verildiğini söyledi. Davutoğlu, "İki ülke vatandaşları bugünden itibaren vizesiz ziyaret edebilecektir. Bu ilişkilerimizin ulaştığı seviyeyi gösteren çok önemli bir göstergedir. Alınan karar, iki ülke arasındaki karşılıklı güvenin bir göstergesidir. Gelecek nesillere büyük bir hediyedir." dedi.


  2. Üstad Necip Fazılla İlgili Bir Arşiv Belgesi

     

    Talip Mert (1)

     

    Necip Fazılın 100. Doğum yılına naçiz bir hatıra olmak üzere Osmanlı Arşivinde ve Şeri Siciller Arşivinde yaptığım araştırmalarda onun adına rastlamak da nasip oldu. Bu araştırmanın esas konusu Üstadın dedesi Maraşlı Kısakürek-zade Mehmed Hilmi Efendi (1841-28.04.1916) idi. Üç aylık bir inceleme sonucu ortaya çıkan dört sayfalık bu ilk metin, 6-8 Mayıs 2004 tarihinde Kahramanmaraş Sempozyumunda tebliğ olarak sunuldu. Aynı metin Kültür Bakanlığının Necip Fazıl 100. Yıl Hatıra Kitabında da yer aldı. Ama ilk üç aylık süre içerisinde Üstadın adının geçtiği bu belgeyi bulmak ve yayınlamak nasip olmadı.

     

    Söz konusu bu belge Üstadın babası Abdülbaki Fazıl Beyin (21.07.1889-17.10.1921) vefatı üzerine açılmış bir dava ile ilgilidir. İstanbul Şeri Siciller Arşivinin Kısmet-i Askeriye Mahkemesi kayıtları arasında bulunan 26 Aralık 1921 (26 rebiulâahır 1340) tarihli bu davanın konusu Fazıl Beyin ikinci eşi Fatma Nigâr Hanımın Fazıl Beyin vefatı sebebiyle alamadığı 30.000 kuruşluk mihr-i müeccelini kayın validesi Hatice Zafer Hanımdan talebi ile ilgilidir. Belgede geçen adresle ilgili Üstaddan kısa bir bilgi aktarmak vesikanın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur kanaatindeyim.

     

    Üstadın anlattığına göre: Babamın tavrı, anneme (Mediha Hanıma) tahammül edemediği zamanlar götürün diyor; çocuk kadını, sokağa yakın bir tarafta tuttukları bir evciğe taşıyorlar dediği ev (2) herhalde bu ev olmalı. Belgenin mahiyeti şöyledir:

     

    Üsküdar Kâtib-i Adilliğinin (noterinin) 14 Şubat 1337 (1921) tarihli vekâletnamesine göre Kadıköy Altıyol ağzında telefon şirketine bitişik 19 numaralı hanede sakin Haydar Bey kızı Fatma Nigar Hanımın annesi ve her hususa vekili Hüseyin Hüsnü kızı Huriye Hanım Muhallefât-ı Umumiye Kassamlığı Mahkemesinde [açtığı davada şu iddiada bulunmuştur.] İstanbulda Peykhane yakınlarında Uzunşücaaddin Mahallesi Peykhane Caddesi 31 numaralı evde oturan Salim [Paşa] kızı Hatice Zafer Hanım muvacehesinde (yüzleşme, yüz yüze gelme) aynı caddenin 33 numara[sın]da sakin iken 17 Ekim 1921 (Rumi 17 Teşrin-i evvel 1337) günü vefat eden Kadıköy sulh hakimi muavini Abdülbakı Fazıl Bey b. Hilmi b. Ahmed [Necib]in verâseti eşi Fatma Nigar Hanım ile annesi Hatice Zafer Hanım, Nigâr Hanımdan doğma küçük oğlu Orhan, boşandığı eşi Aziz kızı Mediha Hanımdan doğma büyük oğlu Necip Beylere ait olup başkaca bir varisi [de] yoktur.

     

    Müteveffa Abdülbakı Fazıl Bey hayatta ve sıhhatte iken 29 Aralık 1918 günü Kadıköy Rasimpaşa Mahallesi aziziye Sokağı 66 numaralı hanede, şahitler huzurunda 30.000 kuruş mihr-i muaccel (peşin) ve 30.000 kuruş mihr-i müeccel (ölüm veya boşanma halinde ödenmesi lazım gelen mihr) takdiri ile Nigâr Hanımın vekili Sami Efendi, Fatma Nigâr Hanımı vekaletle Fazıl Beye nikahlamıştır. Fazıl Beyin nikah için vekili ise Arif Beydir. Bu şekilde Fatma Nigar Hanım Fazıl Beyin vefatına kadar nikahlı eşi olmuştur. Ancak Fazıl Beyin zimmetinde (borcu) olup da ödenmemiş olan 30.000 kuruşu almadan Abdülbakı Fazıl Bey vefat ettiğinden [Huriye Hanım] merhumun terekesinden bu kadar meblağın müvekkilem namına tarafıma ödenmesi talep ediyorum diye dava etmiştir. Ve [ayrıca] hazır bulunanlar huzurunda verâset hakkındaki ifadesine uygun bir ilm ü haber ile Darülhilafe Kadılığından verilmiş bir akit name suretini de ibraz etmiştir.

     

    Zafer Hanım da cevabında: Oğlu Fazıl Beyin vefat ettiğini Fatma Nigâr Hanımın da vefatına kadar onun zevcesi olduğunu ikrar etmiş ama istenen miktar mihrden haberim yok diyerek Huriye Hanımın mihr-i müeccel davasını reddetmiştir. [bu durum karşısında yeni şahitler dinlemeye karar veren mahkeme] Huriye Hanımın şahit gösterdiği Kadıköy Osmanağa Mahallesinde sakin Nail Bey söz alarak [şunları söylemiştir]:

     

    -Peykhane yakınlarında Uzunşücaaddin Mahallesinde Peykhane Caddesinde 33 numaralı hanede sakin iken 17 Ekim 1921de vefat eden Kadıköy sulh hakimi muavini Abdülbakı Fazıl Beyin veraseti vefatıyla iş bu vekile Huriye Hanımın kızı Fatma Nigâr ile annesi davalı Hatice zafer Hanım ve Nigar Hanımdan doğma küçük oğlu Orhan ile boşandığı eşi Mediha Hanımdan doğma büyük oğlu Necip Beylere aittir, bunlardan maada vârisi ve terekesinden hak iddia edecek başka kimsesi[de] yoktur. Ve müteveffa Abdülbakı Fazıl Beyin hayatında ve sıhhatli günlerinde 29 Aralık 1918 (1334)de Kadıköyde Rasimpaşa Mahallesi Aziziye Sokağında 66 numaralı hanede, şahitler huzurunda 30.000 kuruş mihr-i muaccel ve 30.000 kuruş mihr-i müeccel takdiri ile Fatma Nigar Hanımı akd ve tevzice (evlendirmeye) vekili bulunan Sami Efendi vekaleten Fatma Nigar Hanımı Fazıl Beye nikahlamıştır. Fazıl Bey tarafından nikah için vekili olan Arif Bey de aynı şekilde vekalet yoluyla Fazıl Beyi [Fatma Nigar Hanımla] nikahlamış, Fazıl Beyde bu akdi kabul eylemiş ve zifaf da gerçekleşmiştir. Mihr-i müeccel olan 30.000 kuruş da [hukuken] Nigar Hanımın Fazıl Beyden alacak hakkıdır. Ben bu hususa bu şekilde şahidim ve şahadet dahi ederim, diye [mahkemede] şahitlik etmiştir.

     

    Bir başka şahidin daha dinlenmesi lüzumu ortaya çıkınca davalı Hatice Zafer Hanım mahkemeye gelmediğinden talep üzerine gıyabi muameleye başvurularak şahitlik yapmak üzere hazır olan Kocamustafapaşa Mahallesi Hacekadın (Hocakadın) Caddesinde 19 numaralı evde oturan Jandarma Dairesi Muhasebe Kalemi Kâtipliğinden emekli Mehmet Efendi [söz alarak]:

     

    -Peykhane yakınlarında Uzunşücaaddin Mahallesinde Peykhane Caddesinde 33 numaralı hanede sâkin iken 17 Ekim 1912 (1337)de vefat eden Kadıköy sulh hakimi muavini Abdülbakı Fazıl Beyin veraseti vefatıyla zevcesi Fatma Nigar Hanım, [Fazıl Beyin] annesi davalı Hatice Zafer Hanım, Nigar Hanımdan doğma küçük oğlu Orhan ile boşandığı eşi Mediha Hanımdan doğma büyük oğlu Necip Beylere aittir. Bunlardan maada varisi ve terekesinden hak iddia edecek başka kimsesi [de] yoktur. Ve müteveffa Abdülbakı Fazıl Beyin hayatında ve sıhhatli günlerinde 1334 (1918) senesi Kânun-u Evvelinin 29. Günü Kadıköyde Rasimpaşa Mahallesinde Aziziye sokağında 66 numaralı hanede, şahitler huzurunda 30.000 kuruş mihr-i muaccel Ve 30.000 kuruş mihr-i müeccel takdiri ile Fatma Nigar Hanımı akd ve tevzice (evlendirmeye) vekili bulunan Sami Efendi Fazıl Beye vekaleten Fatma Nigar Hanımı Fazıl Beye nikahlamıştır. Fazıl Bey tarafından nikah için vekili olan Arif Bey de aynı şekilde vekalet yoluyla Fazıl Beyde bu akdi kabul eylemiş ve zifaf da gerçekleşmiştir. [Dolayısıyla] müvekkilem Fatma Nigar Hanım merhum Fazıl Beyin ölümüne kadar nikahlı eşi olarak beraber yaşamışlardır. Mihr-i müeccel olan 30.000 kuruş da [hukuken] Nigar Hanımın Fazıl Beyden alacak hakkıdır. Ben bu hususa bu şekilde şahidim ve şehadet dahi ederim, diye [mahkemede] şahitlik etmiştir.

     

    [İlk şahit] Nail Bey, mensup olduğu Osmanağa Mahallesi imamı Hafız Süleyman Efendi, mahallenin birinci muhtarı Mehmet Şevket Efendi ve ihtiyar heyetinden Süleyman Remzi Beyden, [İkinci şahit] Mehmet Efendi de aynı şekilde mensup olduğu Kocamustafapaşa Mahallesi İmamı Hafız Mehmet Tevfik Efendi, birinci Muhtarı Ahmet Efendi ihtiyar heyetinden de Ali Efendiden [bu husus] evvela yazılı olarak gizlice, daha sonra özrüne binaen mahkemeye gelemeyen Nail Beyin gıyabında, Fatma Nigar Hanım ile Mehmet Efendi hazır oldukları halde adı geçen şahitlerden her birinin iyi hallerine, alenî ifadelerinden âdil ve şahadetlerinin de makbul olduğuna yazılı olarak [da kişiler şahitlik etmişlerdir.] Sarıgez (Sarıgüzel) yakınlarında Çıkrıkçı Kemaleddin Mahallesinden asker emeklisi Mülazım-ı evvel (üsteğmen) Ahmed Efendi, Kasımpaşa Cami-i Kebir Mahallesinde sâkin Berber Hasan Efendi.

     

    Davacı Fatma Nigar Hanım 30.000 kuruş mihr-i müeccelini merhum [Fazıl Bey]den tamamen veya kısmen veya bir başkası vasıtasıyla almadığına, onu ibra veya başkasına havale ettirmediğine, başka birisi tarafından da verilmediğine, bu hak mukabili olarak merhumun rehni olmadığına yemin ederek 30.000 kuruşun merhumun mevcut ve bu işe kâfi gelecek terekesinden ödenmesi iktiza eylediği tescil ve ilam olundu. 26 Aralık 1921 (29 Rebiul-âhir 1340). (3)

     

    Bu vesikanın asıl kahramanı Abdülbakı Fazıl Bey ve ilk eşi Mediha Hanımı oğulları Necip Fazılın kaleminden takiple biraz daha yakından tanıyalım. (Önce Fazıl Beyin Osmanlı Arşivinde kayıtlı olan hayat hikâyesi, daha sonra da Üstaddan bazı notlar.)

     

    Abdülbakı Fazıl Bey (1889-1921)

     

    Abdülbakı Fazıl Bey Maraşlı Kısakürek-zade Mehmet Hilmi Efendi ile Hatice Zafer Hanımın iki çocuğundan biridir. Diğer çocukları kız olup adı da Melihadır. Abdülbakı Fazıl Beyin Osmanlı arşivi kayıtlarına göre hayat hikayesi şöyledir:

     

    Abülbakı Fazıl Bey,

    Dersaadet (İstanbul) İstinaf Mahkemesi 1. Riyasetinden emekli Mehmed Hilmi Beyin mahdumudur. Kısakürek ve Necip Efendi-zade şöhretiyle bilinir. 21 Temmuz 1889da (23 Zilkade 1306\9 Temmuz 1305) Dersaadette doğmuştur. Hususi hocalardan sarf, nahiv, mantık, Fransızca, Rumca ve biraz da resim dersi almış olan Fazıl Beyin Fransızca okuyup yazdığı ve Rumcaya aşina olduğu tercüme-i halinde yazılıdır. Dârulfünun Hukuk Fakültesinden alâ (iyi) derece ile 7 Ekim 1909 (24 Eylül 325) tarihinde şehadetname (diploma) almıştır. Bir müddet cinayet mahkemesi kalemine devam ederek 26 Eylül 1910da 1000 kuruş maaşla ve Encümen-i İntihab-ı Adliye kararıyla Hudavendigar (Bursa) Vilayeti İstinaf Mahkemesi aza mülazımlığına (stajyer, yedek hakim) tayin olunmuştur. Tayin tarihi ve maaşının miktarı, tercüme-i hal varakasının altında yazılıdır. Ve nezaretten de tasdikli olup Adliye Nezaret-i Sicilli Memurin Müdüriyetinin derkenarında da beyan olunmuştur. Ayrıca cinayet mahkemesine nasıl devam ettiğini gösteren 10 Kasım 1909 tarihli tasdikname ile nüfus cüzdanı ve şahadetnamesinin tasdikli birer suretleri de idarei umumiyece hıfz ettirilmiştir, 4 Ocak 1911. Abdülbakı Fazıl Beyin 14 Şubat 1911 tarihinde [bursadaki vazifesinden] istifaen ayrılıp 14 Haziran 1911 tarihinde 250 kuruş maaşla Adliye Nezareti İhsaiyyat ve Müdevvenat-ı Kanuniyye İdaresinin Mukarrerat-i Temyiziye şubesi muvazzaf mülazımlığına (kadrolu memur olarak) tayin ettirildiği adliye Sicill-i Memurin Kalemi Müdüriyetinin 17 Aralık 1910 tarihli cevabi müzekkeresinde ifade kılınmıştır. (4) Fazıl Beyin Bursadan sonra Gebzede savcılık yaptığını Necip Fazılın yazılarından öğreniyoruz. 4 Haziran 1916 tarihinde Fazıl Bey Fatih Sulh Mahkemesi başkatibidir. Daha sonraları Kadıköyde sulh hukuk hakimi muavini olduğu ise vefatından sonra çıkarılan veraset ilamından anlaşılıyor. Fazıl Bey, Kadıköyde hakimlik yaptığı sırada 17 Ekim 1921de vefat etmiştir.

     

    Ruh yapısı çok farklı olan Abdülbakı Fazıl Bey evinden ve ailesinden oldukça uzak ve ilgisiz yaşamış birisidir. Onunla ilgili düşüncelerini Üstad Kafa Kağıdı ile O ve Bende epeyce anlatmıştır. Bahriyede okurken bir hafta tatilinde kendisini Tepebaşında Çardaş Fürstin operasına götürdüğünü söyler ve babamdan gördüğüm bütün alaka bu kadardır der. Bir de babası Fazıl Beye yazdığı bir mektuba:

     

    Ne de güzel yazın ve üslubun varmış! Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi. (5) diyerek babasından sıcak bir alaka göremediğini bu buruk ifadelerle resmeder. Üstad, devamla babası Abdülbakı Fazıl Beyi şu cümlelerle anlatır:

     

    O, girdaplar çizen, her türlü nefs muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini bilmez bir rüzgardı. Ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti. (6)

     

    Necip Fazılın annesi Mediha Hanım da muhtemelen Fazıl Beyle aynı yaştadır. Fazıl Bey onu ölümünden üç dört sene önce tahminen 1917 veya 1918de boşamıştır. Bu konuda Üstad harhangi bir tarih yazmıyor. Ondan sonra Mediha Hanım, ağabeyleri Kerim ve Mustafa Beylerle yaşamış ve bir daha da evlenmemiştir. Mediha Hanımın ağabeyleri Soyadı Kanununda Milar soyadını almışlardır. Annesinin boşanması sebebiyle Üstad, Bahriye Mektebinde okuduğu yıllarda hep annesinin dolayısıyla dayılarının yanında kalmış, babası Fazıl Beyle ciddi hiçbir teması olmamıştır. O kadar ki, babasının vefatını Erzurumda Emniyet müdürü olan dayısı Kerim Beyin yanında bulunduğu sırada öğrenmiştir. Dört yıl sonra, ben Erzurumda dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi bir günlük kadar konuşamadım. (7)

     

    Mediha Hanım ise uzunca bir ömürden sonra 90 yaş civarında 10 Haziran 1977de (8) ahrete intikal etmiştir. Üstad, annesi Mediha Hanımdan: Ne aldımsa annemden Hayatı boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum (9) der. (Necip Fazıl Kısakürek üstadın babası ve annesi hakkında yazdıkları kısaca bunlardır. Hepsini almak bu makalenin sınırını çok aşacağından bu kadarla iktifa olundu.)

     

    Abdülbakı Fazıl Beyin Mediha Hanımla izdivacı 1903tedir. Mediha Hanım Giritli Abdülaziz Efendinin yetime kızıdır. Bu evlilikten 1904de Ahmed Necip ve 1905de Selma adlı iki çocukları olmuş, Selma 6 yaşında iken Büyükderedeki yalılarında vefat etmiş, Necip ise 25.05.1983e kadar yaşamıştır.

    Abdülbakı Fazıl Beyin Fatma Nigâr Hanımdan doğan oğlu Orhan mühendislik tahsili yapmış ve uzun yıllar Amerikada yaşamış ama İstanbulda vefat etmiştir.

     

    Netice

     

    Abdülbakı Fazıl Beyin veraset ilamıyla adı arşiv kayıtlarına giren Üstadı başka yerde, başka belgelerde de görmek isterdim. Ama şimdilik nasip olmadı. Bildiğim kadarıyla en az iki yerde daha bu isme rastlamak mümkün idi. Birisi Büyükderede balık tutma hevesi ile denize düşmesi, diğeri de deniz Kuvvetleri Komutanlığı arşivi.

     

    Birinci ihtimale göre o zamanlar afetlerde veya çok tehlikeli bir anda imdada koşanlara Tahlisiye madalyası verildi. Necip Fazılı denizden çıkaran ihtiyar Rum bakkala da böyle bir madalya verilmesi ihitmali vardı. Ama bakmış olduğum 1908-1913 yılları arası kataloglarda kayıtlı 100 civarındaki Tahlisiye Madalya belgesinde böyle bir isim göremedim.

     

    İkinci ihtmal, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı arşividir. Ancak bu arşivin yayınlanmış kataloglarında onunla ilgili hiçbir kayıt yoktur. Onunla ilgili kayıtların daha çok Deniz Harp Okulu arşivinde olabileceğini düşünüyorum.

    Üstadın ismi necibini Osmanlı arşiv vesikaları arasında görmek fakir için bütün hayatım boyunca karşılaştığım en mühim olaylardan birisidir. Belgeye dayalı olmak, elbette ki edebiyat tarihinin de en önemli vazifesidir. Onun için Üstadın biyografisine bir katkı yapabildiysem kendimi bahtiyar addedeceğim.

     

    (1) Öğretim Görevlisi, Marmara Ün. FEF Bilgi ve Belge Yönetimi (Arşivcilik) Böl.

    (2) Kısakürek, O ve Ben, s. 17, Kafa Kağıdı, s. 48.

    (3) Şeri Siciller Arşivi, Kısmet-i Askeriye Mahkemesi (V) Cilt 2104 sayfa 218-220.

    (4) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Sicill-i Ahval defteri (SAİD. D, 172/271.

    (5) Kısakürek, age s. 152-153.

    (6) Kısakürek, age s. 154.

    (7) Kısakürek, age s. 153.

    (8) Kısakürek, Çile, 49. Baskı, Eko Matbaası, İstanbul, Ağustos, 2003, S. 502.

    (9) Kısakürek, Kafa Kağıdı, s. 46.

     

    ('Yüce Devlet Dergisi'nden iktibas edilmiştir.)


  3. MALİK BİN NEBİ

     

    1905 yılında Cezayir’de dünyaya geldi. Orta öğretimini ülkesinde aldıktan sonra 1930 yılında Paris’e gitti ve orada Yüksek Teknik Okuluna girdi. Bu okuldan mühendis olarak mezun olduktan sonra, sömürgecilere hizmet eden bir mühendis olarak çalışmaktansa, göçmen işçilerle birlikte serbest çalışmayı tercih etti. 1940 yılı sonlarına doğru Marsilya’daki Cezayirli göçmenlerin eğitimi için bir merkez açmayı başardı. Bu merkezde birçok din kardeşini aydınlatarak sömürge hayatından kurtulmanın tek yolunun, İslami ilkelere dönmek ve İslam’ı uygulamak olduğu hususunda ikna etti.

     

    İlk kitabı olan Kur’an Mucizesi’ni 1946 yılında yayınladı. Düşünce hayatını daha geliştirmek ve Müslümanlara daha yararlı olabilmek ümidiyle Paris’e gitti. Çeşitli İslam ülkelerinden eğitim yapmak üzere gelmiş gençlere konferanslar vererek İslami bir uyanış havası estirmeyi başardı.

     

    Fransa’da hareket alanının iyice daralması üzerine 1956’da Paris’ten ayrılarak Kahire’ye gitti. Mısır’da monarşi sona ermiş ve Abdünnasır heyecanlı bir ruh ve Müslüman Kardeşler gibi hareketlerin desteğiyle iktidara gelmişti. Bin Nebi, ülkesinin bağımsızlık sürecine destek vermek üzere Cezayir Milli Kurtuluş Cephesine (FLN) katıldı ve 1963’de Cezayir’e döndü.

     

    Uzun yıllar boyunca Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü görevini güçlü bir irade ve şevkle yürüttü. Gençliğin eğitim ve öğretimi için çalışıp çeşitli merkezler açtırırken, öbür yandan savaş alanındaymışçasına, yurt içinde ve yurt dışında konferanstan konferansa koştu. Cezayir’de verdiği ve sonradan kitap haline getirilen bazı konferansları şunlardı: İdeoloji Üzerine, Kültürler ve Kültürümüz, Medeniyet nedir, ne değildir? (1963).

     

    Birçok İslam ülkesinden davet edildi ve gittiği her yerde uzun süre gazete ve dergilerin gündeminden düşmeyen konferanslar verdi. En önemli tezlerinden biri, sömürge olgusunda tek suçlunun sömüren değil, kendini onun sömürüsüne açık bırakan sömürülenin de suçlu olduğu tezidir.

     

    Malik Bin Nebi 31 Ekim 1973 günü 68 yaşında hayata gözlerini yumdu.

     

    Türkçeye kazandırılmış bulunan kitapları şunlardır:

     

    1- İslam Davası, Yöneliş Yayınları

     

    2- Cezayir’de İslam’ın Yeniden Doğuşu, Boğaziçi Yayınları

     

    3- Fikir ve Put, Boğaziçi Yayınları

     

    4- Kur’an-ı Kerim Mucizesi, Diyanet Vakfı Yayınları

     

    5- Yüzyılın Tanığı, Lale Kitapevi

     

    6- Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, Ankara Okulu Yayınları

     

    Bu büyük fikir ve dava insanının hayatını daha yakından öğrenmek için Yüzyılın Tanığı isimli otobiyografisine bakılabilir.


  4. Partinin ümmetini değil, ümmetin partisini inşa etme yolunda umuyoruz ki güzel adımlar atılıyor olsun.

     

    Bu çok iyimser oldu, devam edeceğim.

     

    Misal, rektör zımbırtılarının ayıklanması en makbul adımlardan biri. En azından şimdilik ‘İçeride kabinimiz var hanımefendi, türbanınızı orada çıkarabilirsiniz’ şeklinde hayli nezaket kokan güvenlik görevlileri türemiş Beyazıt’ta... Buna da şükür mü? Eylem sarhoşu adamları görene kadar bilmiyorum...


  5. Ne.. Ned.. Nedd.. Nedooo.. Bak abla benim de başım dönüyor ha! :) İşime gelirse çok feci alınganlık yaparım. Öm atıp, canınızı sıkarım. :)

     

    Neyse daha mühim bir mevzu var… Bir pazar sabahı idi. Kilo problemi olan kızcağız sabah evinin karşısındaki oto yıkamadan çıkan geleneksel tuhaf seslerle uyanıverdi. Sevgili Joseph in IMF tecrübeleriyle kendini aydınlatmaya başlamadan evvel aklını feci bir zehir kapladı. O, deniz ve güneşi tercih etmişti. Kabataş buruk, kilo problemi olan kızcağız buruk… İstanbul kan ağlıyordu o sabah. Kilo probleminden öte bir yara deşti geçti kızcağızı. Öyküyü en heyecanlı yerinde veya bittiği yerde veya devamının geleceğini umduğum yerde kesiyorum. Kestim. Ayrıca fonddd kaç kaloridir abla haberin var mı? Finlandiya’ya kadar yürüsek anca erir. :) Ama sen kaşındın. Artık istemezsen de zor kullanırım.

     

    Bana taş getir Ü.Y… Odun isteyeceğim ama ağır gelir az biraz. :) Yaprak da olur. Kağıt işine girdim de. Birinci el tuvalet kağıdından A4 üretiyorum. Yumurtanın beyaz kısmıyla yoğurunca daha kaliteli mal elde ediyorum. Sevgili müşterim iyice huylandı inşallah. :)

     

    Bir de Ü.Y çok konuşma. Hayatımın geri kalanında Matt Damon filmi izlemeyeceğimi bilsem de sana Türk kahvesi yapmam. (Nasıl olsa hepsini izledim :) )

     

    Çok yaranız yoksa Münir Nurettin dinleyin…


  6. Eyvallah ne demek. Siz de yağlı boya çalışmalarınızı paylaşırsanız güzel olur. Ü.Y’nin ne diyeceği belli olmaz yalnız. Kendisi hoşgörüden pek anlamaz. Her türlü sona hazır olun derim. :) Değil mi panter meraklısı? :)

     

    İmkanınız varsa kursa gidin mutlaka. Makinenizle daha iyi anlaşırsınız.

     

    Selametle...


  7. Bugün öğleden sonra yolda yürürken bir amca önümü kesti ve dedi ki:

     

    'Malik Bin Nebi'nin adını duymayıp, Vehbi Vakkasoğlu okuyan arkadaşının suratına tükür!'

     

    Mesele bu kadar derinlerde aslında. O yüzden noktaları bir an önce değiştirmekte fayda var.

     

    Erasmus şifa ola... Allah'a emanetsin. =)


  8. Benim de bildiğim kadarıyla Gazzali’nin İbn Teymiyye’ye kafir dediğini iddia edecek kadar kronolojik bilgiden yoksunuz. Kaldı ki kalkıp İbn Teymiyye'nin tasavvufa, kelama, akaide, itikada ve mezheplere bakış açısını tenkit edebiliyoruz. Ağlanacak halimizin adını Ali Şeriati koysun:

     

    ‘İlim ile cehaletin din adına yaptığı savaş’…


  9. Sayın turkerdokur;

     

    Piyasada okuyacak kitap kalmadı ya mutlaka onu okumalıyız. Ne harika bir tavsiye... Din tamiri nedir onu da anlayamadım? İslam nasıl tamir edilir bir tarif edin bakalım? Bahsettiğiniz kitabı da okudum. İşkence gibiydi. Sağdan soldan duyduklarımın iki cilt arasına yerleştirilmiş halinden başka bir şey değildi. Afgani’nin bütün fikirlerini kabullenmek zordur. Yeri geldiğinde eleştirirsiniz. Ama topyekun üzerini çizemezsiniz. Tabi bunu anca Afgani'nin bir makalesini bile olsa okuyan anlayabilir. O yüzden siz, sözünü ettiğimiz kişilerin yakınına dahi yaklaşmadığınız için aslında baştan kaybediyorsunuz. Necip Fazıl’ın bu kişiler hakkındaki görüşlerine, İbn-i Teymiyyeyi değerlendirme biçimine katılmadığımı bilmeyen yoktur bu ehl-i sünnet platformunda. :) Siz de bu vesileyle öğrenmiş oldunuz. Boşuna cevap yazıp, parmaklarınızı yormayın. Zira hiçbir şekilde bir sonuca varamayız. Olan kıymetli yöneticilere oluyor. :D Ben bu adamlardan yararlanmaya devam edeceğim. Necip Fazıl ve onun onay verdikleri yetiyordur büyük ihtimal size. Siz de okumayıverin. Bir kayıp olmaz İslam düşüncesi adına. :D

     

    İtikadınız da internette hiç tanımadığınız insanların yorumlarıyla bozuluyorsa bırakın zaten bozulsun.

     

    Selametle...


  10. Çağdaş insanın korkusu, vicdansızlığından kaynaklanıyor belki de. Kim duyumsatacak vicdanımızı bize? İnsan mı, toprak mı? Ölüm mü, yaşam mı? Çağdaş insanın en büyük olumsuzluğu vicdansızlığıdır. Vicdanımız işlevini yapmadan nasıl giderilir bu yoğun karanlıklar? Adaletsizliği, zulmü, ancak vicdanlı olabildiğimiz zaman durdurabileceğiz: tüm yeryüzünde. Öncü bilgelerle, zaman zaman, insanın vicdanı eklenir toprağa: yeni bir güç katmak için yeryüzündeki inanç devinimine+sonsuz toprak, bilge insanla, öncü insanla yenilenir de: inanıyorum böyle oldu O'nunla da.

     

    (Nuri Pakdil'in Fethi Gemuhluoğlu anısına yazdığı 'Bağlanma' adlı eserinden...)


  11. NECİP FAZIL'IN SOHBET ARKADAŞI

     

    Yer Beyazıt Meydanı... Mevsim kış... Her taraf rahmetin rengi o beyaz tabakayla kaplı... Bu soğuk kış sabahın da iki sahici dost randevulaşmışlardır ve her zamankinin tersine biri gelmemiştir. Beriki ısrarla bekler; bir sağa, bir sola gezinerek.

     

    Vakit ilerlemekte ama sahici dost ortalıklarada görünmemekte. Öbür yandan hava da sahiden soğuk. Soğuğa ve beklemenin üşüten yalnızlığına direnmek için adımlar sıklaştırılır. O da ne! Bir an, çöplerin yakınında bir kütleye takılır bekleyenin ayağı; anlayamadığı, belirsiz bir kütleye. Ayağıyla şöyle bir dürtünce kütleyi, birden canlanır, hatta hareketlenir, silkinir, üzerindeki karların bir kısmından kurtulur ve bekleyenin şaşkın bakışları arasında, bir kütleden bir tanıdığa dönüşür; hem de beklenene.

     

    "Hayrola" der bekleyen, "bu ne hal!" handiyse her türlü garabeti beklediği sahici dostundan ne cevap alır dersiniz, bekleyen? "Ne yapayım. Seni beklerken, şurada biraz kestireyim dedim."Beklenenin 'şurası' dediği, düpedüz bir çöplük.

     

    Bir çöplüğün içinde, üzeri karla örtülesiye sahici dostunu beklerken kestiriveren, "Azab-ı Mukaddes" ve "Hiç" şairi Tevfik Kolaylı. Cumhuriyet'in birkaç hak edilmiş efsanesinden biri. Nam-ı diğer Neyzen Tevfik. Öbürü ise başka bi gizli efsane. Kendini bile-isteye gizleyen, mensup olduğu ahlak anlayışı gereği mahviyeti üzerine bir ruh elbisesi gibi geçiren Fethi Gemuhluoğlu.

     

    40'lı yıllarda tanıştığı ve yakından görüştüğü Neyzen'in cenazesine de katılamaz. O gece rüyasında sahici dostu ona "Üzülme Fethi" der, "biz halden anlarız. "Gerçekten de 'hal'den anlayanlardandır Neyzen Tevfik. Fethi Bey de Öyle; ehl-i hal, ehl-i dil, ehl-i dost. Dahası adı dostluk'la özdeşleşen, irticalen yaptığı bir konuşmada o en nazenin sevgiliye serenad 'yakarcasına' kendisine konu olarak dostluk seçen, bu konuşmasını, bazı yazılarını ve hakkında yazılanlardan bir bölümünü kapsayan kitaba vefatından sonra "Dostluk Üzerine" adı verilen, her dem dostluk üzerine yaşayan biri.

     

    ANADOLU, TÜRK VE MÜSLÜMAN

     

    Mürsel Sönmez'in fotokopi çekerek ciltlettiği ve bana da birini takdim ettiği Dostluk Üzerine, muhatabını bam başka diyarlara, yabancılaştırıldığı ruh iklimlerine taşıyan, Anadolu'nun başına hece taşları dikilen duyarlılığını şehirli kültürüyle harmanlayarak çevresine dağıttığı o sahicilik, öncülük, dürüstlük,bilgelik dolu kıvamla tanıştıran son derece değişik bir kitap. İçinde atasözlerinin, yani halkın bin yıllardan süzülen bilgeliğinin, deyişlerin, manilerin, koşmaların, beyitlerin, gazellerin cirit attığı, tasavvuf literatürüne ait ne kadar iççi boşaltılmış kavram varsa hepsini yerli yerine oturtan, yürürlükteki ya da gündemdeki milliyetçilikle hiç ilgisi olmayan bir millet ve milliyetçilik anlayışıyla yoğrulmuş, aynı zamanda kimselerin anmadığı cezayir'den, Gana'dan, Afrika'dan dem vuran, Tunus'ta elçilik açtığımızda zil takıp oynayası gelen, keşmir meselesini sıcağı sıcağına yorumlayabilen, Büyük Britanya'yı yıkılması mukadder imparatorluk olarak selamlayan; dahası Alevi-Sünni ayrımına karşı çıkacak ve bu aykırılığı kabullenmeyecek kadar keskin bir ümmetçilik kabulü ve insanlık anlayışıyla yoğrulu bir kitap. Asıl dikkat çekici olansa, bütün bu konulara şu veya bu oranda değinenlerden tümüyle ayrılan yaklaşımı ve anlattıklarıyla anlatışının örtüşen düzlemi: Anadoluluk, Türklük ve Müslümanlık ruhunun dengeli bireşimi. Asi insanlara yanlış bir biçime belletilenin sahicisi: radikallik.

     

    Kimdi bu sayısı sınırlı bambaşka satırların yazarı? Herkesin bir fırsatını bulup elde ettiği olanakları elinin tersiyle itebilen, uzun bir dönem 'yazı orucu' tutan adam kimdi?

     

    Böyle bir insanın hayatının dış kabuk bilgisi ruhunu tanımaya ne denli yeterli olabilir Yine de bir göz atmakta yarar var.

     

    Son Osmanlılar'ın, yani 600 yıllık ihtişamın en son temsilcilerinin yaşadığı Göztepe'de doğar Yıl 1923. Arapgirli bir Türkmen ailesinden gelme Mustafa Neşet Efendi ile Fatma Saniye Hanım'ın çocuğu. Dedesi İstanbul'da büyümüş fakat Elazığ'ın Gemuh Köyü'nden göçen biri.

     

    Osmanlı'nn sayfiye yeri Erenköy-Göztepe'de büyür. Ailesi, Osmanlı aydınlarıyla dolu çevresi, yetişmesinde, yani edindiği geniş tarih ve coğrafya bilgisinde, sevgisinde, edebiyat duyarlılığında, tasavvuf vukufiyetinde, insanlarla ilişkisinde ve gönül adamlığında büyük pay sahibi. Pırıl pırıl bir İstanbul Türkçe si, her zaman şık bir kıyafet, hal ve hareketlerine yansıyan doğuştan gelme kibarlık, "Söz ancak kalpten gelince kalbe tesir eder ilkesini her dem yaşatan bir gönül adamlığı... Bu birikimde tahsilinin de payı var. Önce Haydarpaşa Lisesi, ardından İstanbul Hukuk Fakültesi Nedense, yalnızca iki-üç dersi kaldığı halde fakülteyi bitirmez.

     

    1950-55 yılları arasında, İstanbul'daki değişik azınlık okullarında Türk Dili ve Edebiyatı hocalığı... Daha sonra, 1963'e değin, o zamanın İstanbul'unun kültür hayatına yön ve renk veren bir iki yerden biri durumundaki spor ve sergi Sarayı'nda yöneticilik. Sabahın erken saatlerinde başlayan ve gece geç saatlere kadar süren akıl almaz bir Performans. Bir insan niçin bu kadar zorlar kendini? Karşılığını Gökhan Evliyaoğlu'na yazdığı bir mektubundan süzebiliriz: "Üç aydır Spor ve Sergi Sarayı Müdür Muaviniyim. Bir zamanlar çok Türk dedik, Cenabı Mevla bizi Rum, Musevi ve Ermen çocuklarının tahsilü terbiyesine memuretti. Sonraları hocalığı put haline getirdik, on gün eksik geldiği için hizmetiniz, bizi kadro dışında bıraktılar. Şimdi de sprocuların hizmetindeyim "her türlü hizmet Hakk'a dır'ı öğreniriz inşallah."

     

    Buğün birilerinin diline pelesenk ettiği 'hizmet' kavramının sahici bilincine sahip olan Fethi Gemuhluoğlu, bu anlayışını yurt dışında da uygulayabilmek için iki yıl, Almanya'ya gider ve orada serbest gazetecilik yapar. 1965-66 arasında Milli Eğitim Bakanlığı'nda özel kalem müdürlüğü görevi üstlenir. 1966-70 arası ise Ankara ve İstanbul Odalar ve Borsalar Birliği basın müşavirliğiyle geçer. Bu arada birçok vakıf, dernek ve hayır kurumundan yönetim veya danışma kurulu üyeliği üstlenir. Türkiye'nin kendi alanında ilk örneklerinden biri olan Türk Petrol Vakfı'nın kurucusu ve 8 yıl yöneticiliğini yapar 5 Ekim 1977'de kendisinin tercih ettiği ifadesiyle "Hakk'a yürüdü". Sahrayı cedid Mezarlığı'nda medfun.

     

    DÜŞMANSIZ YAŞADI, DÜŞMANSIZ ÖLDÜ

     

    Daha fakültedeyken, Halvetiyye tarikatının Şabaniyye kolundan bir büyüğe bağlanır. Mürşidinin özel müridi... Her kimseye verilmeyen marifet kendisine verildiği için, hiç kimseye gösterilmeyen iltifat ona gösterilir. Artık kişiliğinin asıl mayasını tasavvuf ahlakı ve bu ahlakın penceresinden dünyaya bakma anlayışı belirlemeye başlar. O yüzden de gösterişten ve şöhretten uzak durmayı yeğler; hiçbir çıkar gözetmeden, çevresindekilere yardımcı olmaya vakfeder hayatını.

     

    Değişik hobileri de vardır. Örneğin, 40'lı yılların önemli takımlarınan Hilalspor'da bir dönem top koşturur.

     

    Osman Yüksel'in Serdengeçti'si, hem şehrilerinin memleketlerinde çıkardığı ama büyük şehirlerde de ilgi gören Arapgir Postası, Türk Yurdu, Düşünen Adam, Yeni Sabah'ta yazılar yazar. 1955'te Arapgir Kültür Derneği'nin yayın organ olarak çıkan Göldağı adlı, bugün bile benzerlerinin hem estetik, hem de içerik olarak çok üstünde olan, günümüzün en iyi kültür sanat dergileriyle rahatça yarışabilecek derginin hazırlayıcısı. Belli ki her adımda iyiden, güzelden, kaliteden yana.

     

    SİYASİ TEFE'ÜL

     

    Ne dehşet yorumlar, ne yakası açılmamış bilgiler, ne akla hayale gelmez görüşler vardır 22 kasım 1975'te ayaküstü yapılan Dostluk Üzerine adlı o sohbet. Genel ifadelermiş gibi görünen cümlelerin, aynı zamanda oradaki birilerine özel olarak söylenmesinden tutun da, süzüldüğünde, o niyetle bakıldığında nelere ve nelere ışık tutacak ne yorumlar... Bir örnek... Kim savunabilir bu sözün, tam da bugün için söylenmediğini!: "Tarihe dost değiliz, coğrafyaya dost değiliz. Coğrafya ya dost olmadığımızı göreceksiniz. Türkiye bir iç harbin eşiğindedir, bir doğu-batı meselesi çıkabilir. Anadolu Beylerbeyliğini bile size çok görürler; sonra bu içinizdeki çocuklardan Batı Trakya'ya veyahut Kırım'ı kurtarmalarını ve orada yaşamalarını ve belki orada yaşama imkanı olup olmadığını araştırmak gibi bir gaflete düşeriz..."

     

    Bir başka örnek: Kıbrıs konusundaki bugünkü gelişmelere ta 1960'larda dikkat çekecek kadar gözü keskindir Hatta daha 32 yaşındayken Kıbrıs Cemiyeti'nin genel sekreterliğini üstlenir.

     

    Burada bir adım duralım. Fethi Gemuhluoğlu'nun gözden kaçan bir kişilik niteliği: tüm bu hareketli, yoğun ve yüksek tempolu hayata karşın, sabahlara değin kitap okumalar... Örneğin, kimsenin elini sürmediği tezleri bile okur. Belki de jüri üyelerinin bile bütünüyle okumadığı, örneğin Türkiye'deki mermer yatakları ve mermer üretimi üzerine bir tezi ilgiyle okur. Daha ilginci bütün o yoğun telefon trafiği sırasında, aynı zamanda kimi yazılarını, yazışmalarını kaleme alması... Akıl almaz değil mi? Halbuki akıl, neyi alıp neyi alamayacağını ayırt edebildiğinde akıldır.

     

    ZARİF DOSTLUKLAR

     

    İnsanları başka bir liyakat ölçüsüne göre değerlendirdiği için, hak edeni de, etmeyeni de nasiplendirir, uzun yıllar başında olduğu Türk Petrol Vakfı'nın kesesinden. Türkiye'nin burs veren ilk vakıflarından birinin burs verme mekanizması da hayli şıktır. Kimseye elden para verilmez; herkese çeki takdim edilir, o da bankadan çeker parasını. Demek ki zarafet, yitirdiklerimizin en başında.

     

    Yalnızca öğrencilikleri boyunca sürecek bir burs bağlamaz onlara, kimisinin bizzat alarak mağazaya götürür, üst baş alır, hatta lokantaya götürerek çatal-kaşık tutmayı, topluluk içinde bir arada yaşamanın inceliklerini öğretir Köylülüklerini üzerlerinden atmalarına, şehirlileşmelerine öncülük eder. Bu vesileyle bu gün eli kalem tutan olgun yaşlıların neredeyse hepsinden, birçok siyasetçiye, bürokrata, akademisyene, iş adamına değin zengin bir kuşağın 'veli-nimeti', arkadaşı ahbabı, gizli hocası, yol göstericisi, Fethi Ağabey'i olur Sıradan bir ağabeylik değildir bu. Said Nursi, Bediüzzaman'la ne kadar özdeşleşmişse, Necip Fazıl, Üstad'ı ne, denli hak etmişse, Nuri Pakdil, Usta'lıkla ne düzeyde örtüşmüşse o kadar Ağabey'dir Fethi Gemuhluoğlu. Sanıldığının tersine, bizzat kendisinin veya yakınlarının işini görme emeliyle daha başından, gerekene mavi boncuk dağıtarak gemisini yürüten bir kaptan değildir o. Sekreterinin, merak ederek bir tarafa not ettiği kayıtlardan öğrendiğimize göre bir gün içinde 200'den fazla insanla görüşen, her birinin meşrebine uygun konuşabilen, Necip Fazıl'ın ifadesiyle"Müslümanlar'ın fikir sakası" dır o.

     

    Aynı zamanda kültürümüzün de ağabeyidir Fethi Gemuhluoğlu. Bütün öbür işleri arasında, hem yakınındakilerin yetenekleri doğrultusunda gelişmelerine bilgi ve para katkısı olur, hem de elinden iş gelecekleri gözetler. Örneğin "muini'nin manzum Mesnevi Şerhi" ni görüp bilerek, bugünkü yazıya aktaracak kişiyi gözüne kestirip onu teşvik eder. Daha sonra bu kitap Kültür Bakanlığı tarafından da yayımlanarak sanat ve kültür hayatına sunulur.

     

    Artık bugün örneği kalmayan bir kültür adamı ve yetenek avcısıdır da. Taşra da çıkan fanzinlere varıncaya değin bir çok dergiyi izler, eli kalem tutanları izler, gereğinde yanına çağırarak ya iş bulur ya da okumasını kolaylaştırır; o dönemin keskin atmosferine karşın sağ-sol ayrımı gözetmeksizin kalitenin hakkını tanır ve izleyicisi olur.

     

    Hakkında olumsuz şeyler duyduğu ve kendisine yakıştıramadığı sol görüşünü bayraklaştıran ve şaire Taksim'de rastlar bir gün. Adamla tanışmadığı halde yakasından tutarak çevirir ve bir şiirini ezbere okur, ardından da "Bu şiiri hisseden biri o edepsizlikleri nasıl yapar?" diye hesap sorar şairin şaşkın bakışları ve yakasını şiddetle silkelemeleri arasında.

     

    BİR NESLİN YOLGÖSTERİCİSİ

     

    Kimler yoktur ki Türk Petrol Vakfı tabelasını taşıyan 'dergah'ından gelip geçmeyen! Yanına-yakınına ulaşıp kendisiyle sohbet etmeyen! Sahici dostluğundan, engin coşkusundan nasiplenmeyen! Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Ahmet Kot, Tahir Kutsi Makal, Prof Dr. Sülyman Yalçın, Enver Güreli, Uğur Derman, Prof. Dr. Faruk Timurtaş, Ergun Göze Prof. Dr. Muharrem Ergin, Avni Akyol, Agah Oktay Güner, Akif İnan, Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Ahmet Kabaklı, Altan Deliorman, Mustafa Miyasoğlu ilk akla gelenler. Fakat asıl önemli olan, her geleni, örtük olarak layığınca karşılaması. Örnek mi? bir kişi var ki, her geldiğinde, bir virdi sürdürüyormuş gibi biteviye yinelediği söz şu: "Şöhret afettir." Kimin için mi yineler bu hadisi? Bugün kendisine "çıplak uyarıcı" adını takan kişi için.

     

    Dönemin kültür, sanat, siyaset çevresinin akil adamıdır; sahici 'bir bilen'i, O 'bir bilen'de dahil, kendisine danışmayan, yol yordam öğrenmeyen yok gibi. Dahası, o 'bir bilen' başbakanken, teamül sekreterin üzerinden aramak olduğu halde, gerektiğinde bizzat telefona sarılarak önce Fethi Gemuhluoğlu'nun sekreterine ulaşır, "Ben Süleyman Demirel; Fethi Gemuhluoğlu ile görüşebilirmiyim?"in ardından sorununun çözüm yollarını öğrenir.

     

    ANADAN DOĞMA MÜSLÜMAN

     

    Galata Köprüsü'den Nuri Pakdil'le birlike geçerlerken, birden duraklayarak, göz hizalarının üst kısmındaki iki ayrı dünyanın yan yana duralayan iki şaheserini işaret ederek "Sultanahmet'in nuru Ayasofya'dan çok daha fazla ve hakiki"der. "Çünkü o anadan doğma Müslüman. "Peygamberimizi döneminde en önemsenen ilimlerden biri olan Nesep İlmi'nin hakikatini bu sözden daha iyi ne pekiştirebilir ki!

     

    Bir başka gün, dışarıdan bakan, ama yalnızca bakan için anlaşılmaz bir iş yapar. Taksim'de gezinirken rastgele bir seyyar satıcıya yanaşır ve selamın ardından Şöyle der: "Allah de!" Neye uğradığını şaşıran satıcının ağzından, sanki gayri ihtiyar bir "Allah" çıkar. "Hayır, öyle değil" der, "duyarak ve duyurarak söyle!" der. Cesareti artan satıcı da mukabilince keskin bir "Allah!" demeye başlarlar. Gittikçe yükselen "Allah!", "Allah!" sesleri doldurur sokağı.

     

    Necip Fazıl "Babiali" de bir bahsi ona ayırır. Sezai Karakoç, Diriliş'teki "Çocukluğumuz" u ona ithaf eder; Nuri Pakdil "Kale"yi; bir de "Bağlanma" adlı müstakil eseri. Cahit Zarifoğlu "Yaşamak" ta uzun uzun ondan söz eder. Yalnız onlar mı? Yaşarken veya vefatından sonra, hakkında birçok yazının yanında epey şiir de yayımlanır. Özdemri Asaf, Sait Maden, Yavuz Bülent Bakiler, Coşkun Ertepınar, Erdem Bayazıt, Arif Ay örneğin Bir de, el yazısında ya da daktiloyla yazılmış ve kendisine takdim edilmiş şiirler var: Yahya Kemal, İsmet Zeki Eyüboğlu, Nihal Atsız, Neyzen Tevfik, Muharrem Ergin, bunlardan bir kaçı.

     

    Ne kimseyi önünde eğdiren, ne kimsenin önünde eğilen biri . Zatiyyun'dan... Yarısı Alperen, yarısı Dede korkut birbilge.

     

    Sözü:

     

    "-Ata, avrada, hükümete iyi bineceksin."

     

    ANADOLU ÇINARI

     

    Erzincan'a giden ve bir isteği olup olmadığını soran bir tanıdığına "Falan yerdeki kabri ziyaret et. Bir de filan ilçenin kaymakamını..." der. Kabir ziyareti görevi kolayca yerine getirilir ama kaymakam... Yörede sarhoşluğuyla, serkeşliğiyle tanınan bir olduğunu öğrenir kaymakamın. Bir türlü anlayamaz, öyle birinin kendisinden böyle birini ziyaret etmesini istemesini. Ayakları geri gide gide kaymakamın makamına varır. Mutlaka bekletme süresi sonrasında buyur edilir. Sahiden de söz edildiği bir gibi görünür ona kaymakam. Fakat daha "Size Fethi Gemuhluoğlu'nun selamını getirdim" demeye kalmadan, bu adı duyar duymaz yüzü değişir kaymakamın. Önce bütün kanı çekilmişçesine siyahlaşır; ardından kanı damarlarına sımaz olur. Selam getirenin hayret ve şaşakalan bakışları arasında renkten renge girerken, aynı zamanda ayağa kalkar, önünü ilikler, ondan umulmayan bir edep takınarak konuğunu ağırlar.

     

    Fethi Gemuhluoğlu, kökünü dış bağlantılarıyla besleyenlerin inadına, doğduğu Anadolu'ya kök salmış bir çınardır çünkü; kurumayan, kurutmayan, tohum veren ve tohum verdiren bir çınar. Dallarıyla insanları koruyan, yapraklarıyla ruhları gönendiren, gövdesinin ihtişamıyla geleceği diri tutan bir çınar. "Bağlanma" da anlatılan bir zaptolunmuşlukla Nuri Pakdil'in Edebiyat okulunu kurmasının iklimini hazırlayan çınar.

     

    Mekanı Cennet olsun.

     

    BU METİN GERÇEK HAYAT DERGİSİ 14 ARALIK - 20 ARALIK SAYISINDA YAYINLANAN HASANALİ YILDIRIM'IN YAZISINDAN ALINMIŞTIR

    • Like 1

  12. İmam Humeyni’nin 1963 Yılında Bu Yana Kudüs ve İsrail Konusunda Buyurdukları Sözlerin bir bölümü:

     

    -İslam milleti ile birlikte, İsrail’in insanlığa karşı tecavüzlerini kınamak bütün özgür insanlara farzdır. (1973)

     

    -Eğer Kudüs gününde bütün İslam ülkeleri, milletleriyle ayağa kalkıp sadece Kudüs için değil, bütün İslam dünyası için bağırsa, zaferi kazanacaklardır. Muhammed Rıza’yı silah ile değil haykırarak ülkemizden kovduk. Bağırarak, ‘Allahu Ekber’ diyerek o kadar başlarına vuruldu ki ürküp kaçtılar. (1980)

     

    -Bugün, Müslümanların ilk kıblesini İsrail işgal etmiştir. İsrail, Ortadoğu’nun kanseri olarak Filistinli ve Lübnanlı kardeşlerimizi mahvedip, kanlarını döküp, bütün şeytani aletlerle karışıklık yaratıyor. Her Müslüman’ın kendini İsrail’e karşı teçhiz etmesi gerekmektedir. (1978)

     

    -Ben on beş seneyi aşkın bir süredir Arap devletlerinin birleşip, Kudüs’ü kurtarmaları için nasihat ediyorum. (1979)

     

    -Dünyanın her tarafında yaşayan Müslümanların görevi ile Filistin halkının görevi aynıdır. (1972)

     

    -Eğer her Müslüman birlik halinde olup bir kasa su dökseydi İsrail batardı. (1979)

     

    -Zelil ve Siyonist Amerika sömürgesi olmaktansa hepimiz yok olsak daha iyidir. (1981)

     

    -Kudüs’ü kurtarmak için iman ve İslam kudretine dayanmamız ve süpergüçlerin getirdiği politik oyunlardan uzaklaşmamız gerekiyor. (1981)

     

    -İsrail ve uşaklarıyla ister ticari, ister siyasi ilişkiler kurmak haramdır ve İslam’a aykırıdır. (1967)

     

    -Müslümanların görevi İsrail’i kovmaktır. (1967)

     

    -Biz Yahudi toplumunu, Siyonizm ve Siyonistlerin hesabından ayrı tutuyoruz. (1979)

     

    -İsrail’le kardeşlik ilişkileri içinde olanlar da İsrail’i kınıyorlar. Lakin bu kınamalar şakadır, ciddi bir tarafı yoktur. (1981)

     

    -Siz ey Müslümanlar ve siz ey dünyanın mustazafları! Ayağa kalkın ve kaderinizi kendi elinize alın! Daha ne zamana kadar oturup, kaderinizi Washington ve Moskova’nın tayin etmesini bekleyeceksiniz? Daha ne zamana kadar Kudüs’ünüz, Amerikan pisliklerinin ve işgalci İsrail’in çizmeleri altında ezilecek.

     

    -Müslümanlar Kudüs Günü’nü yaşatmalıdır. (1979)

     

    (Evrensel Kudüs Günü ve Şehadetinin 10. Yılında: Mutahhari)


  13. Külteri’nin yorumuna binaen…

     

    Uzun zamandır tartışılan bir konu olmasına rağmen, her ne kadar katılmadığım noktalar olsa da yaptığınız yorumlar kadar tutarlı ve yerinde cevap veren olmadı. ‘Seyyid Kutub Kimdir’ başlığında onun yalnızca mezhepsiz ve sapık oluşuna değinilmesi sizce de çok ilginç değil mi?

     

    Sözünü etmiş olduğunuz kitabı en yakın zamanda temin edeceğim inşallah. Ben de size Seyyid Kutub’un ‘İslam’da Sosyal Adalet’ adlı eserini tavsiye ederim. Adalet kavramının dört halife üzerinden değerlendirilen gerçekten işe yarar bir yapıt. Ve sizin de değindiğiniz gibi Hz. Osman’a ve aslında onun izlemiş olduğu politikaya ciddi eleştiriler getirilmiş. Hz. Osman’ın halifelik dönemi araştırılması, üzerinde düşünülmesi gereken bir dönem. Lüks ve servet merakı o dönem biraz aşırıya kaçmış sanıyorum. Seyyid Kutub’un yazdıkları bu yüzden sosyalist düşünceye dayalı olarak algılanabilir. Ancak yazar, bahsettiğim kitabında özellikle ‘zekat’ başlığı altında o dönemde yaşananlarla bire bir örtüşen birçok ayet nakletmiş. Bu da onun yorumlarında haklılık payı olduğunun bir göstergesidir aslında.

     

    Ali Şeriati’nin kitaplarında Hz. Osman’a getirilen eleştiriler çok daha keskin ve rahatsız edici. Yazara ve çevirmene ait dipnotlar olmasa ciddi manada şüphe edilebilir nitelikte. Ama diğer yandan Ebuzer’i onun kadar derinlemesine anlatan başka bir yazar da bulamazsınız. Aynı şekilde Seyyid Kutub’un da okumamız ve değerlendirmemiz gereken, gerçekten faydalanacağımızı düşündüğüm birçok düşüncesi var. Demek istediğim aklımıza yatmayan cümleleri ve ifadeleri mevcut olsa da bizi besleyecek nitelikte yığınla eser ortaya koymuş, İslam uğruna ömürlerini adamış bu isimleri göz ardı edemeyiz.

     

    İki ay kadar kısa bir süre kaldı sınava. O yüzden şu sıralar başka başka konulara merak salmış durumdayım. 14 Haziran’dan sonra daha geniş çerçevede bu isimleri değerlendirmeyi ve birilerini daha çok rahatsız etmeyi umuyorum.

     

    Yorumunuz için tekrar tekrar teşekkürler…


  14. ‘…’yı okumadım, ama o sapık, mezhepsiz, reformist, iğrenç, ehl-i sünnet dışı, pislik bir herif!’

     

    Allah’ın vermiş olduğu bir lütuf bu herhalde. Yazdığı tek satırı okumadan, kişiler hakkında bu denli kesin yargılara varmanız Allah’ın size bahşetmiş olduğu bir nimet. Maşallah diyorum. Biz okumamıza rağmen fark edemiyoruz. Büyük adamsınız. Asıl acı olan şu aslında. Bizim şu anda Marks’ın diyalektiği ile Ali Şeriati’nin öne sürdüğü İslam ekonomisinin kıyasını yapmamız gerekiyor. Veya Necip Fazıl’ın Batıya bakış açısıyla Afgani’nin Avrupa’yı nasıl ve hangi koşullarda değerlendirdiği hakkında makaleler yazmamız… Fakat buyurunuz… Hala asırlar öncesinin gündemini tartışıyoruz. Neden Necip Fazıl okuduğunuzu merak etmeye başladım. Ne diye bu yoldasınız? İslam’ı binbir çeşit sapıktan temizleme gibi bir hedef güdüyorsanız, hiç uğraşmayın. Konuyla ilgili olarak Hayrettin Karaman’ın Necip Fazıl’a yazdığı mektubu okudunuz mu? Ya Hüseyin Hilmi Işık hakkında kim tam olarak ne söylüyor? Işıkçılar hangi kesime hitap ediyor, bir fikriniz var mı? Dinimizislam.com ile İslam ansiklopedisi arasındaki yüz milyon farkı biliyor musunuz? Din Tahripçilerini sırf yazılan önsözden dolayı kabul ettiğiniz ayrı bir komik, hiç girmiyorum o kısma. Ama genel mantık bu. Sorun Seyyid Kutub değilmiş dimi? Siz onun bunun itikadını, İslam anlayışını değerlendirmeyi bence biraz erteleyin. Tabi evvela kendi aklımızla akletmeyi bir öğrenmemiz gerek. Şu ben okumadan, üstadlarımın dediği yolda dimdik yürürüm ayaklarını da bir kenara bırakın. Yarın karşınıza Allah’ın dinsizi çıkınca bu gibi tuhaf yollarla ikna etmeniz kolay olmayabilir. (tabi böyle bir derdiniz varsa)

     

    Son olarak, Seyyid Kutub hangi kitabında Hz. Osman’a iftira atmış? Siz de gidin bir kitapçıya alın o kitabı elinize. Bana şu yayınevinin şu baskısının şu sayfasında yazıyor diyin. Sonra konuşalım. İnternetten alıntı kesinlikle kabul etmiyorum.

     

    Sabır...


  15. Evet, gene ben... :pc:

     

    İlk olarak sizlerin sözü edilen şahıslar hakkında yalnızca Ahmed Arvasi, Necip Fazıl gibi isimleri göz önünde bulundurarak değerlendirmeniz yanlış. Fikir hayatınızda bu isimlerin ehemmiyeti büyük olabilir. Ancak sadece onların dedikleriyle hareket etmek yanlış yorum yapmanıza neden oluyor. Örneğin; Ahmed Arvasi Serge Hutin adlı bir Fransız masonunun yazdıklarıyla Afgani’nin mason olduğunu öne sürmüş. Ancak benim için Mehmet Akif’in düşünceleri bir İslam düşmanının söylediklerinden çok daha kıymet yüklü ve inandırıcıdır. Ahmed Arvasi bu konuda Serge Hutin’e itibar ediyorsa bilemem.

     

    Diğer yandan Afgani neden sapık değil sorusu yerinde olmuş. Afgani neden sapık değil? Sapık değil çünkü hayatını İslam’a adamış, İslam Birliği için mücadele etmiştir. Ancak siz hiç Afgani okumadıysanız onun ne davasını ne de ömrünün ne kadar dolu geçtiğini bilebilirsiniz. Sizler Afgani’nin milliyetçilik, ırkçılık, mezhep, sömürgecilik, batı, Abdülhamid, sabır ve sebat, medeniyet, din-bilim ilişkisi, sosyalizm ve din, Sünni-şii ayrımının gereksizliği, İslam devletleri, varlıkların hakikatleri, Arapların keşfettiği ilimler ve fenler, tasavvuf ve dinlerin köklerinin bir olup ayrıntıda farklılaşması, günümüz Müslümanları, Cebriye ve mutezile, Doğu’nun genç nesilleri hakkındaki görüşlerini biliyor musunuz? Hayır, siz yalnızca onun sapık olduğunu biliyorsunuz. Bunca tartışmanın hiçbir yere varmamasının nedeni de burada. Urvetu’l Vuska’yı daha kaç kere tavsiye edeceğim bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var; okumuyorsunuz. Bir Muhammed Mahzumi Paşa’nın ‘Cemaleddin Afgani’nin Hatıraları’ adlı eserini okumadan Afgani’yi eleştiremezsiniz. Ne olumlu ne olumsuz yönde. Ezberiniz bozuluyor diye bir Mehmet Akif’i, Sezai Karakoç’u göz ardı edemezsiniz.

     

    Ali Şeriati, Mevdudi, Afgani, Hamidullah, Seyyit Kutup, Hasan El Benna, Abduh, Reşit Rıza… Bütün bu isimleri yok saymanız devasa İslam külliyatını silip atmanız demektir. Pisliğin kol gezdiği şu dünyada ‘Urvetu’l Vuska’ya tutunmadan ayakta kalamayacağımızı, sürekli yerimizde sayacağımızı artık kabullenmemiz gerekir. Aksi takdirde zaten en başta kaybediyoruz.

     

    Allah hepsine rahmet etsin... Selametle...

     

    Not: Kimsenin İslam'a ekleme yaptığı yok. Ali Şeriati'nin dipnotlarını okumadığınız nasıl da belli oluyor. :)


  16. Kalbimde, yaşarken ölmüş insanların bedenleri; yürüdükçe, bir o yana yığılıyor bu toplam, bir bu yana. Bu durumda yürümek, büyük, çok büyük bir direnç istiyor elbette. Bu ölüler de, yazık, sizin ölülerinizdir.

     

    Sürekli, yeni eklemeler de oluyor bu ölülere.

     

    Yaşarlarken, ölü gözüyle bakmak, ne güçtür!

     

    Elimi kalbime iyice bastırarak, bu bedenlerin son sıcaklıklarını duymak: ileriye doğru yürürken, bu son sıcaklığı olsun –ne umut!- özenle korumak istiyorum.

     

    'Bir Yazarın Notları'ndan...


  17. Alıntı ne demek diye düşünüver. Düşündün mü? Hah şimdi eşekler çiftliğimize buyur. :pc: Veya küfürlerinden, beddualarından, tehditlerinden arın evvela. Sonra git Sezai Karakoç’un İslam’ın Dirilişi adlı kitabını oku. Afgani’nin maskeleri düşmüş ama Karakoç bugün hala ne diye övüyor bu adamı? Bence ona da uyarı da bulun. Sonra Hamza Türkmen’i var bu işin. Abdurrahman Arslan’ı. Bir yığın Müslüman köşe yazarı… E kim düzeltecek bunca adamın itikadını? Kollarını sıva Harun ordu gibi Eşşek yanlısı mahşerde karşında kol kola… Mehmet Akif de başta… :) Üstad’ın dizi çizgisine taban tabana zıt açıklamalar başlıklı yazı dizimi de gözden geçir. :D


  18. ...

     

    ''Bediüzzaman Said Nursi de Afgani’yi İttihad-ı İslam meselesinde selefim diye tanımlayarak “siyasette muktesit meslek”i ondan öğrendiğini belirtmiştir. (Nursi 1996, 105) Bediüzzaman, siyasette muktesit meslek kavramı ile aşırılıklardan kaçınmayı kastetmiştir. O, Doğu aşiretlerinin suallerine verilen cevaplardan oluşan “Münazarat” isimli eserinde siyasilerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldiğini belirtmiştir. (Nursi, 1996, 123-124) Ehl-i ifrat, İslamiyet’in kıvamı Türkleri dalaletle niteleyip, istibdadı hürriyet zannetmekte ve Kanun-u Esasiyeye itiraz etmektedirler. Ehl-i tefrit ise dini bilmedikleri halde ehl-i İslama insafsızca itiraz etmekte ve dindarlardaki taassubu haklılıklarına delil göstermektedirler. Bu iki düşünceye karşılık Bediüzzaman’ın tavrı ise çok nettir. “....Hücum edenler bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bazıları, ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi. Ben Haydar derdim, şimdi de Haydar diyorum.” (Nursi, 1996, 125) ''

     

    -Ahmet Danışmaz- (koprudergisi.com) 'Cemaleddin Afgani' başlıklı yazısından alıntı.


  19. TAKDİM

     

    Halklar tarihleri boyunca kimi zaman dilimlerinde gaflet ve dalgınlığa düşebilir. Böyle zamanlarda, halkın geleceğini çizme ve onu yönetme gücünü zalim, totaliter ve hain kişiler ellerine alır, fakat çoğu zaman bu durum sürekli olmaz. Allah, söz konusu halka hakkı tanıyan, doğruyu seven, onu yeniden diriltecek ıslahat ve tevhit mesajını iletmeyi üstlenen kişiler gönderir. Bunlar, halkı zalim, hain ve müstekbir yöneticilerin zulüm ve baskılarından kurtarmak; halka doğru bir akide kazandırmak; karanlık dönemlerinde kurulan tahtları, yönetimleri yıkmak için uzun ve zorlu bir mücadele verirler.

     

    Allah ne zaman bir uyarıcı ve müjdeleyici gönderse hemen ona düşman tipler ortaya çıkar. Doğruyu seven bir kişilik çalışmaya başlayınca tağuti rejimlerin kullandıkları aşağılık kuklalar onunla savaşa girişirler. Portre tamamlanmıştır: Allah’ın doğruyu gösterdiği sade bir inananla, dünyadan başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen tahtlar, rejimler, kurumlar ve organizasyonlar arasında geçen bir savaş, kısaca iyilerle kötülerin savaşı…

     

    Bu çerçevede tarih birçok örnekler göstermiş, nice iyiler yetiştirmiş ve iyilerle kötüler arasında bitmek tükenmek bilmeyen nice çetin mücadelelere tanık olmuştur. ‘Bitmek bilmeyen’ diyoruz zira kötüler, iyiler öldükten sonra bile onlar aleyhindeki zehirli propagandalarını sürdürmüş; gelecek nesiller üzerinde onların bıraktıkları örnek yapının hiçbir etkisinin olmaması için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır. Zalim zümreler, Allah’a çağrı temeli üzerine oturtulan her şeyi yıkmaya çalışmışlar; bunlara sahipleneniyiler etrafında kuşkular yaratmaya, yaptıkları ve söylediklerini sahte evraklarla, asılsız iddialarla saptırmaya çabalamışlardır.

     

    Bu iyilerden biri hayatında uğradıkları yetmiyormuş gibi ölümünden yaklaşık bir asır sonra da örgütlü bir iftira kampanyasına maruz kalmaktan kurtulamadı. Gerek geniş ilişkilerinde ve siyasi tutumunda kuşkular uyandırarak, gerekse sahte belgeler ve düzmece bilgilerle, izlediği İslami programı, fikir dağarcığını ve her günü cihatla dolu hayatını çarpık göstererek onu lekelemeye çalıştılar.

     

    Kötü eller sonunda mücadeleci İslam alimi Cemaleddin Afgani’ye de uzandı. Adı, nesebi ve doğum yeri hakkında öylesine yanlış kanılar yaratmaya çalıştılar ki işi ‘Mısır’da Şaibeli Bir İranlı’ (!) diye düzmece bir kitap yazmaya kadar götürdüler.

     

    Bizi Afgani’nin İranlı ya da Afganistanlı olması hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İslam Birliği’ni sağlamak için ömrünü harcayan bir adam hakkında ancak yazdıklarını ve yaptıklarını inceledikten sonra bir yargıya varılabileceği kanısını güdüyoruz.

     

    Ama bir Müslüman olarak da şu gerçeği haykırmak durumundayız: İslam adına bir şeyler karalamaya çalışan bu güdümlü kalemler aslında Afgani’nin de içlerinde bulunduğu İslam Devrim Tarihi’nin önderlerini lekelemeyi, onların verdikleri sonsuz mücadeleyi baltalamayı hedef almaktadırlar! Ancak nasıl ve neyle?

     

    Afgani ve cihatla dolu hayatı aleyhinde sürdürülen bu saldırılar ‘Akademik Çalışma’ adı altında yürütülmektedir. Bunların yanı sıra biri Amerikalı (1) diğeri İranlı (2) iki yazarın yazdıkları Afgani’yi lekelemekten başka amacı olmayan kitaplar da Arapça’ya çevrilerek dağıtılmaktadır. Bunlar Afgani’nin İslam gençliği üzerindeki etkilerini sarsmayı amaçlamakta ve Mısır’daki şehit Seyyid Kutub ve Halid İslambuli’nin nesli olan gençliğe şunu söylemek istemektedirler: ‘Rejime karşı üzerinde yürüdüğünüz cihad hattı aslında, kökleri ‘Masonluğa’ uzanan bir yoldan başka bir şey değildir.(!)’

     

    Yine onlar, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Afrika’daki Müslüman halklara, sosyal adaleti gerçekleştirmek için Afgani’nin sömürgecilere karşı verdiği mücadelenin ve tezinin kendileri için iyi bir örnek olamayacağını (!) söylemektedirler.

     

    Araplara ve Afganistanlılara onu şaibeli bir İranlı şii olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar: ‘Kim Afgani’nin çizdiği yolda yürürse onun hareketi gayri Sünni bir harekettir(!)' İranlılara ise onu bir Sünni olarak göstermeye çabalıyorlar: ‘Sizin Sünni bir adamla ne işiniz var? O zararlı bir kişi(!)…’ Ama soruların, kuşkuların ardı arkası kesilmiyor ve gençlere onun bir Mason olduğu söyleniyor. Peki, bu adam bir masonsa, tağuti rejimler niçin her sürmüşler onu? Eğer bölgecilik yapan bir insansa nasıl İran ve Irak’ta Şiilerle; Afganistan, Hindistan ve Mısır’da Sünnilerle beraber aynı saflarda çalışabiliyor? İranlı, şaibeli bir şiiyse neden İslam Birliği için ömür tüketiyor? Eğer Afganistanlı bir Sünni ise nasıl İran ve Irak’taki şii ulemasını tağuti rejimlere ve sömürgecilere karşı başkaldırmaya, direnişe teşvik ediyor?

     

    Gençler, İslam aleminin gençleri, rejim maşası yazarların yazdıklarına rağmen bu soruları bizzat kendileri cevaplamaktadırlar:

     

    Afgani ne Mısırlı, ne İranlı, ne Afganistanlı, ne Iraklı ne de başka bir yerlidir. O Esadabatlı, Kabilli, İstanbullu mücahid bir alimdir. Birçok yazılarında da görüleceği üzere O, her yerde tağuti rejimlere baş kaldırmış, İslamın uygulanmasını ve Müslümanların birleşmesini istemiş; gerek Hindistan, Afganistan ve Mısır; gerekse Sudandaki Müslümanların zaferleri için Allah’a dua etmiştir. O, Mısır ve Sudan’da İngiliz işgal güçlerine karşı mücadele veren Mısırlı ve Sudanlı biriydi. Ama her şeyden önce bir Kerbela kahramanıydı; zira protesto bayrağını ve özgürlük sancağını dedesi Hüseyin (r.a)’den teslim almış bir İslam fedayisiydi. Bütün İslam dünyasını savunan bir İslamcıydı. Bu yüzden hala Mısır, Irak, İran, Afganistan, Hindistan, Tunus, Mağrip… gençliğinin benliğinde hatırası taze ve canlı olarak durmaktadır. Kısaca sömürgeye ve bağımlılığa karşı en ufak bir direnişin olduğu her yerde…

     

    Evet kardeşlerim! Cemaleddin Afgani Müslüman gençliğin arasında bir devrin rumuzu olarak yaşamaya devam edecektir. ‘Bütün Müslümanların ortak delilleri Kur’an ve sahiplenmleri gereken bakış açıları da İslam Birliği olmalıdır.’ Diyen ve halka: Kur’an’ı canlandırmak, onun ebedi ilke ve esaslarını kitlelere yaymak ve dünya-ahiret mutluluğuna yalnız onunla erilebileceğini vurgulamak gereğini öğütleyen Afgani, tağuti rejimlerin maşası olan bilim adamlarının aşağılık kalemlerine rağmen bilinçli İslam gençliğinin ruhundaki yerinden düşürülememiştir. Vücut olarak artık varolmayan bu üstün kişiliği kafalardan da silip atmaya çalışmaktadırlar; zira ‘Özgürlük sancağına en çok yakışan renk gözüpek mücahitlerin akıttıkları kanın rengidir.’ Diyen Afgani, tağuti güçler için, onların bekası için yok edilmesi, tamamen unutturulması gereken bir kişiliktir.

     

    İslam birliği-panislamizm ve İslam Hükümeti ideallerini gerçekleştiremedem ölen Afgani, bütün düşünceleriyle hala diri gönüllerde ve kafalarda yaşamını sürdürmektedir. Düşüncelerinin yankıları İslam coğrafyasının her yanından, duyulmaktadır.

     

    Bugün Afgani’nin, öğrencisi ve yoldaşı Muhammed Abduh’la beraber çıkardığı ve İslami basının temelini oluşturan ‘El-Urvetu’l-Vuska’ dergisinin yüzüncü yayın yılı anısına, aynı zamanda da bu şahsiyeti iftira ve düzmeceleriyle lekelemeye çalışan uşaklara karşı bir reddiye olarak Dergi’yi bütün sayıları ve Afgani hakkında kısa bir bilgiyle sizlere sunuyoruz. İslam halklarına armağan ettiğimiz bu kitap adalet ve doğruyu savunmayı ve yakın tarihe bir ışık tutmayı amaçlamaktadır.

     

    (1) Nikki Keddie

    (2) Homa N. Pakdaman

     

     

    URVETU'L-VUSKA


  20. Göller Bölgesinde Bir Ada / CEMİL MERİÇ

     

    İran'dan Yükselen Ses

     

    Yeniçeri kışlasını topa tutan II. Mahmud, ulemayı tarihî müttefikinden mahrum bırakarak, düşünceyi felce uğratır. Ülke mukadderatına, intelicansiya hükmedecektir artık: Avrupa'nın zâde-i melaneti olan ufuksuz ve köksüz intelicansiya. İslâmi tefekkür ciyadet ve hayatiyetini kaybeder; Batının ve Batıcıların taarruzu karşısında kalıplaşır, katılaşır. Yığınların vicdanında bir hatıra ve bir ümiddir artık. Vakayı Hayriye'den bu yana, ülkemizde tek büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiştir. Bu acı hükmü tekrarlarken, ne Cevdet Paşa'yı unutuyoruz, ne Tunus'lu Hayreddin'i. Ama, bir kaç şimşek pırıltısı cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz. Zamanla küfür daha da koyulaşır, Mabedin bekçileri susarlar.. Küfrün amansız hücumları karşısında, İslâm'm ezeli hakikatlarını haykıracak insanlar korkak ve kararsız, fildişi kulelerine çekilirler. «Asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur'an'ı». diyen Akif, en zehirli oklarını, milletlerarası küfrün boy hedefi II.Abdülhamid'e fırlattıktan sonra, Hidiv'in davetine koşar. Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursî: 60 yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâva adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur, Said: Deccal'lere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risalelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said'in kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor: Cesarete susayan insanımız, an'a-nevî irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâva uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu. Genç nesilleri İslâm mefkuresi etrafında toplayan Necip Fazıl da tefekkür semamızın bir başka yıldızı. Şairimiz, öfkesiyle, hayâl kırıklığıyla, günâhları ve nedametleri, bilhassa coşkun ifade kabiliyetiyle genç aydınlara rehber oldu. Said'in kitapları tahkiki imanın birer kalesi: kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak. Necip, çeşitli kollarla kabaran, gürleşen bir sel; zaman zaman coşkun, zaman zaman bulanık.

     

    Zavallı Ali Kemal, yarım asır önce, ruhumuzu kemiren şifasız hastalığı teşhis etmişti: neden? cesaret yokluğu. Filhakika, aydınımızın ayırıcı vasfı dalkavukluktur, tek dâvası, politika talihlilerine kuyruk" sallayarak, caize koparmak. Güvercinlere saldıran bir gemi aslanı. Derdimiz, düşünce sefaleti değil, haysiyetsizlik. Kulaklarımız islâm dünyasından yükselen seslere kapalı" Bu "dasitanı' şaşkınlık sürüp giderken, İran'dan yükselen dost bir ses gönlüme su serpti, ümitlerim çiçek açtı. İsrafil'in sûruna benzeyen bu gür seste bir basü badel mevt müjdesi buldum.

     

    Konuşan, bir şahit, daha doğrusu bir şehit. Bir yanıyla Vıve' Cananda, bir yanıyla St. Juste. Corbin, «İslâm Felsefesi Tarihinde İran' a aslan payı ayırır. Müsteşriklerin bir çoğu Corbin'le aynı kanaattadır. Bizce, İslâm düşüncesi, şu veya bu kavmin, şu veya bu mütefekkirin yoğurup şekillendirdiği, zaman ve mekânla mukayyet değildir. Ezeli hakikatlar üzerinde düşünmek, ne Arabın, ne İran'ın, ne Turan'ın imtiyazı. Avrupa'nın öteden beri Aryanlara karşı zaafı vardır. Yalnız, itiraf edelim ki, Ali Şeriati'de bulduğumuz engin tecessüse, çağdaş İslâm mütefekkirlerinden hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu'yu ve Batı'yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi.

     

    Şeriati'yi tanıtırken çift ihanet içindeyiz. Genç sosyoloji doktorunu yabancı bir dilden, ingilizceden okuduk. Yoksa, genç mücahidin konuştuğu ve yazdığı dil farscadır. Eserini bütünüyle göremedik, üstelik, okuduklarımızı hülasa etmeye yeltendik. Tercüme, başlı başına bir tahrif; hülasa, tahrifin tahrifi.

     

    Kan'la Mühürlenen Mesaj

     

    «Yalnızlık kâbusundan kurtulmak için tarihe sığınınca karşıma ilk çıkan Aynal Kuzat oldu, ömrünün baharında yakılarak öldürülen kardeşim Aynal Kuzat. Suçu şuurdu, duyarlılıktı, düşüncesini haykırmaktı Aynal Kuzat'm. Evet... cehalet çağlarında bir cinayettir şuur. Mazlumlar ve "zeliller toplumunda ruh ve gönül yüceliği.. Budha’nın deyişiyle «göller bölgesinde bir ada olma affedilmez bir günahtır.» diyen genç mücahit, Aynal Kuzat'ın (Ali Şeriatı, «Çöl»e giriş.) akibetinde kendi istikbalini görüyordu.

     

    Gerçi hakikati görmezlikten gelen, hakikati umursamayan bir çağda şuur ve hassasiyet, serazad düşünce ve gönül yüceliği değildi artık. Entelektüellik ikbal ve mevki hırsına dönüşmüştü. «Ahlaksızlığa katılmayacak kadar ödlek, dört yol ağzında şaşkın ve mütereddit bekleşen, başarısızlıktan korktukları için hiçbir karara yanaşmayan entelektüellerdi acı bir tebessümle iğneler Şeriati. Ona göre bir yol seçmek, «ilk adımdı atmak değildir; hayatın bütününü tâyin etmektir. Duraksama ve kuşku bugünkü entelektüel köleliğimizin başka bir deyişle entelektüelizmin sonucu. Şeriatı çok kısa fakat çok verimli hayatı boyunca düşüncenin ve insanlığın bu kadim ve tanınmış düşmanıyla savaşacaktı.

     

    Yalnız onunla mı... yaşanılan hayatı ideal bir hayatla değiştirmeye çalışacaklarına, tabii ve kabule şayan bulan; insan ömrünü boş ve mânâsız sayan; bayağılığa katlanan; böbürlenen herkese karşı direnecekti. Çevresi morfinlenmiş gibiydi, yan uykuda yarı uyanık. Bir vurdumduymazlık, bir işe yaramazlık kâbusu içindeydi insanlar. Afyonlanan ve hak yolundan uzaklaşan halkın büyük bir çoğunluğu değildi sadece; tevhid dininin bekçilerinden bir bölümü de onlara katılmıştı. Tevhid yolu, zinde bir iman,dinç bir kafa, uyanık bir şuur istiyordu. Çağımızın ve toplumumuzun meş'um mizacıyla durmadan pençeleşecekti Şeriatı. Biliyordu ki kuruyan kökler şehadetle sulanmadıkça yeşeremez, yeni bir hayata kavuşamazdı.

     

    «Konuşmayacaksın diyorlar. Nasıl susabilirim.. Kabir azabı çeken, bir insan gibiyim. Biliyorum ki bunun sonu huzur ve kurtuluş. Hayatın çilelerinden bıktım usandım. Ömür boyu süren bir bekleyiş bu. Bir şehidin nasıl keyifle, nasıl rahatça can verdiğini görmüyor musunuz. Maddi hayata bağlı insanlar için ölüm korkunç bir facia. Tüyler ürpertici bir bitiş, bir hiç olmak. Âma nefsinden hicret etmek isteyenler için ilk adım. «Ölmeden evvel öl emr-i celiline kulak verenlere ne mutlu; diye selamlayacaktı ölümü.

     

    Hazret-i Hüseyin için yazdıklarını hatırlayalım: «Kanla örtülü çölde ayan olan, uzletti, gurbetti, hezimetti, ümitsizlikti, çileydi. Şehadetin kanlı denizinde sessiz ve yalnız, başlarını kaldırdılar.

     

    İnanıyordu ki, irsiyet, İslâm'ın felsefi temelidir, irsiyet demek, süreklilik demek. Süreklilik, çeşitli zamanlarda ve çeşitli ülkelerde olan, olmakta olan ve olacak olan olaylar ve imkânları birbirine bağlayan bir zincir. Her şey mantıki bir illiyete ve ilmî bir kanuna uyarak doğar, gelişir ve yok olur. Birbirini kovalar, birbirini etkiler. Olaylar aynı zincirin halkaları. İnsanlığın varoluşuyla başlar bu zincir. Çatışma ve kavga içinde zamanın sonuna dek uzar, gider. Bu mantıkî devamlılığa, bu kaçınılmaz teselsüle «tarih» diyoruz.

     

    Tarihi hakikatin bu ağır yükünü bir an bile unutmayacaktır Şeriati.. Cedlerinden devralmıştır bu yükü. Hayatı çölde başladı, tarihi ve sosyolojik bur ideoloji kurduktan sonra, noktalandı. Bu ideoloji, genç nesle yol gösterecek bir tebliğdir, çağımızın özlemini duyduğu -ara yolu bulma, cehdi.

     

    Evet. Ona göre, İslâm, bir «ara mektep»ti. Sosyalizm'le kapitalizm arasında üçüncü yol: Öteki düşünce mekteplerinin müspet yönlerini benimseyen, menfî yönlerini atan bir yol.

     

    Genç adam, ömür boyu, iki cephede döğüşecektir:

     

    1) Aşırı gelenekçilerle. Taassub erbabı, medrese veya cami köşesine çekilip, bir ' örümcek ağı kurmuş; İslâm'ı toplumdan ayırmıştı; her düşünce hamlesine karşı koyuyordu.

     

    2) Köksüz ve taklitçi aydınlarla.Bunlar da,yepyeni ve çok tehlikeli bir skolastiğin kurbanıydılar. Avrupa'dan gelen bir skolastik. Şeriatı de,Franz Fanon'la beraber haykırıyordu: «Gelin dostlar gelin, Avrupa'dan uzaklaşalım. Maymun gibi taklit etmeyelim Avrupa'yı. Boyuna insanlıktan söz eden Avrupa, her bulunduğu yerde insanı yok etmiştir».

     

    Şeriati'ye göre, doğru düşünce doğru bilginin başlangıcıdır, doğru bilgi de imanın... Yalınkat ve şuursuz bir inanç, çok geçmeden fanatizm'e ve hurafeye dönüşür; sosyal inşa için bir engel olur. .Kafalar değişmedikçe, toplumda derin bir değişiklik beklenemez. Hızla gelişen modern dünyada ihtiyaç duyulan böyle bir ideolojik ve entellektüel değişikliktir.

     

    İslâm'ı doğru tanımak, ancak, tevhid'e dayanan bir tarih felsefesiyle ve toplumun gerçek yüzünü olduğu gibi ifade eden bir «şirk sosyolojisiyle mümkündür. Belli bir zamana, belli bir mekâna bağlı beşeri bir ideoloji değildir İslâm. İnsan tarihinin bütününü kucaklayan bu ırmağın kaynağı uzak dağlardadır. Kayalıklarda dolaştıktan sonra dökülür denize. Peygamberlerle sahabeler zaman zaman akışını hızlandırır. Tarih, hak'la batıl, tek tanrılı din'le çok tanrılı din, ezilenlerle ezenler, budalalarla üç kağıtçılar arasında bir savaştır.

     

    Bir Mücahidin Hayat Hikâyesi

     

    Sabzavar civarında bir köyde 1933'de doğdu. İlk mürebbisi, çağdaş İran'ın tanınmış ulemasından biri olan babası Muhammed Taki Şeriati. Sonra, Meşhed, Musaddık'ın devrildiği dönem. Genç Şeriati nin siyasî, sosyal ve entelektüel mücadelesi o yıllarda başlar ve Genç Ali'nin bir kaç ay tutuklu kalmasıyla noktalanır. 1959'da, sosyal ilimleri tetkik için Paris'dedir.. Şeriati, burada da bir üniversite talebesinin mutad hayatını yaşamaz. Şah rejimine karşı dışarıda kurulan bir muhalefet örgütü içinde yer alır. Ayrıca, Bergson, Camus, Sartre, Schvartz gibi yazar ve düşünürlerin, Gunvitsch, Berque sosyologları, Massıgnon gibi islâmiyetçileri okudu. Pozitivizm de, marksizm de «üçüncü dünyanın* meselelerini aydınlatamıyordu. Şeriati, üçüncü dünyanın kendi öz gerçeklerini çözümleyip açıklayabilen bir sosyoloji geliştirmeye çalıştı. Şeriati'nin Fransa'da kaldığı yıllar Cezayir devriminin en gürültülü dönemine rastlar. Müslüman halkların anti emperyalist bağımsızlık mücadelelerini kendinden ayrı görmediği için Cezayir'de olup bitenleri yakından izler Şeriatı.. Cezayir hareketinin içinde ve dışında sürdürülen felsefî, sosyolojik ve psikolojik çalışmalar, değişik dillerde yayınlanmış pek çok kitap ve makalede toplanmıştır. Bazı Fransız aydınları da bu çalışmalara büyük ölçüde katılmıştır. Bunlardan biri Franz Fanon. Cezayir uyruğuna geçen bu psikolog, Cezayir devriminin daha ilk günlerinden itibaren Cezayirlilerin saflarında yer almış, «Dünyanın Lanetlileri», «Cezayir Devriminin Beşinci Yılı» gibi eserler yazmıştır. Fanon'u keşfedip, Avrupalılara ilk tanıtan, Jean Paul Sartre'dır. Şeriatı, Fanon'u l962'de, Avrupa'daki İranlıların çıkardığı bir dergide inceler. Ona göre, «Dünyanın Lanetlileri» İran'ın değişmesi için mücadele edenlere sunulmuş değerli bir armağandır. Fanon, Şeriati'nin coşkun takdimi sayesinde İran'da tanınmış ve sevilmiştir, Şeriatı, diğer mücahid Afrikalı yazarların tanınmasında da önemli rol oynar. Meselâ, «Efdal El Cihad» muharriri Ömer Uzgan.

     

    1964'de İran'a dönen Şeriatı, derhal tutuklanır. Dünya kamu oyunun baskısıyla, 6 ay sonra salıverilir. Sonra, çeşitli okullarda hocalık yapar, üniversiteye bir türlü alınmaz. Nihayet Meşhed üniversitesine kapağı atar ama kısa bir zaman sonra üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılır, bununla beraber mürşidlik faaliyeti daha büyük bir hızla devam eder. Kitaplar, konferanslar birbirini kovalar. Tahran'da bir din merkezi olan Hüseyniye-yi İrşad'da İslâmiyet üzerine dersler verir. Büyük bir dinleyici kitlesinin koştuğu bu derslerde İslâm sosyolojisi ve tarihi üzerindeki teorisini geliştirir. Hüseyniye-yi İrşad kapatılır… Şeriati yeniden hapse atılır: Mahrumiyet ve çilelerle dolu 18 ay. Tahliyesinden az sonra İngiltere'ye gider. 19 Haziran 1977'de İran gizli polisinin suikastine uğrar ve şehid edilir. Şam'da Hz. Zeynebi'n türbesi civarına gömülmüştür. Allah rahmet eylesin.

     

    İslâm Sosyolojisi

     

    Ali Şeriati'nin elimizdeki kitabı, «İslâm Sosyolojisi adım taşıyor. Derslerinden, konferanslarından, risalelerinden derlenmiş bir kucak düşünce. İngilizceye çeviren, Hamid Algar. Algar'ın da altını çizdiği-gibi, eser îslâm Sosyolojisi üzerine bütün bir şema sunmak iddiasında değildir. Şeriatı de farkındadır bunun: «söyleyeceklerim, bu konu hakkında son söyleyeceklerim değildir. Bugün söylediklerimi yarın değiştirebilir veya tamamlayabilirim.» Ne var ki, cesur ve özgün zekâsıyla, baştan başa taze kavramlar getirmiştir konuya. Kitaptaki yazıların hepsi kelimenin gerçek anlamıyla sosyolojik değildir. Ama meseleler sosyolojik bir bakış açısından ele alındıkları için esere bu adı verdik.

     

    Temmuz 1973'de basılan On The Sociologieof Islam içinde şu yazılar var:

     

    Giriş, Hamid Algar: biobibliografik taslak, imzasını saklayan bir dost; İslâm'ı anlamak için; İnsan ve İslâm; Tevhidci Dünya Görüşü; Antropoloji: hilkat-ı Adem, Allah'la iblis, yahut Ruh'la balçık; Tezadı; Tarih Felsefesi: Habil ile Kabil; Sosyolojinin Diyalektiği; İdeal Toplum: Ümmet; İnsan-ı kâmil: halifetullah.

     

    İslâmı Tanımak

     

    Hüseyniye-yi İrşad'da verilmiş iki dersin tercümesi (1968). Son zamanlarda birçok aydınlar aynı lakırdıyı tekrarlıyor: «laf zamanı geçti. Yanıp yakılmanın mânâsı yok. Şimdiye kadar ellerimiz bağlı şikâyet ettik hep. Konuşmaya paydos. Herkes çevresini veya ülkesini İslah etmekle işe başlamalı».

     

    Sosyologumuz katılmıyor bu görüşe. Şimdiye kadar acılarımızı gün ışığına çıkarmış değiliz. Yaptığımız sadece gevezelik. Psikolojik ve sosyal meselelerimizi doğru dürüst koyamadık ortaya. Hastalıklarımızı teşhis edemedik.

     

    Hatip ne kadar haklı. Türkiye'nin derdi de aynı kısır, aynı marazi [boşboğazlık değil mi? Hürriyete kavuştuk kavuşan çenelerimiz düştü. Sabahtân akşama kadar konuşuyoruz ama ana dertlerimizden hiçbiri-[ne dokunmadık. Dedikodu, gıybet. Ziya Paşa, halimizi bir asır önceden keşfetmiş:

     

    Anlar ki verir lâfile dünyaya nizâmât

     

    Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde.

     

    Şeriatı diyor ki: Biz dine dayanan bir toplumuz. Ama halâ bilmiyoruz dinimizi. Kasırgalı bir denizdeyiz. Pusulamız yok. Ben hocayım. Talebelerime kaynak gösteremiyorum. Ne kadar yüz kızartıcı. Dilimizde ne Hz. Ali ne Selman-ı Pak hakkında tek kitap yazılmamış. Bize bir Hıristiyan tanıtmış Hz Ali'yi (Georges Jourdaq); Ebuzer'i sünni bir dindaşımızdan öğrenmek zorundayız (Cevdet as Sahhar).

     

    Salman-ı Farisi... onu da bir Fransız sayesinde tanıyoruz. Nasıl olur da tahlil ve tartışma dönemi sona erdi diyebiliriz? Konuşma ile eylem, nazariye ile uygulama iç içe değil mi? Hz. Peygamber de öyle yapmıyor muydu? Evet, yanıp yakılmayla çok zaman kaybettık." Dertlerimizi ilmin ışığında çözümlemeliyiz. İslâmiyet düşüncemizin faaliyetimizin, amelimizin temeli olmalı.

     

    Oysa ne kadar garib. Ülkemizde Kur'an'ı iyi bilenlere «fâzıl» deniyor. Fâzıl islam tarihini, Hz. Peygamberin ve sahabelerin hayatını bilen, Kur'an'ı yorumlayan ve açıklayan kişi. Ne yazık ki ikinci sınıf bir bilgin sayılıyor, İran'da. İslam dünyasının talihsizliği kendini tanımaması, kendi değerlerine yabancılaşmış olması, ne istediğini bilmemesidir. Demek ki ilk görev dinimizi öğrenmek, islamı tanımanın birçok yolları var: biri, Allah’ı tanımak ve onu diğer dinlerin mabutlarıyla karşılaştırmak. Başka bir yol, Kur'an'ı tanımak ve diğer semavî kitaplarla mukayese etmek. Bir başka yol da, İslam Peygamberinin kişiliğini incelemek ve onu tarih boyunca yaşayan büyük ıslahatçılarla karşılaştırmak. Sonra İslam’ın yetiştirdiği önde gelen kişileri incelemek ve onları öteki dinlerin ve düşünce mekteplerinin sivrilmiş kişileriyle mukayese etmek.

     

    Zamanımız aydım bir düşünce mektebi olarak ele almalıdır İslamı... Ferde ve topluma hayat veren, yarının insanlığına da yol gösterecek olan bir düşünce mektebi. Hepimize düşen bir görev bu, ferdî ve şahsî bir görev. İslamın bir çok boyutları, birçok yönleri var. Herkes kendi çalışma alanında yepyeni bir görüş açısı bulabilir. Benîm çalışma alanım din sosyolojisi. Islama dayanan bir din sosyolojisi kurmak istiyorum. Kaynağım: Kur'an'daki istilahlarla islam edebiyatı.

     

    Araştırmalarımı yaparken şunu fark ettim: Kur'an'da, varlığından şüphe bile etmediğimiz nice bakir konular var. Peygamberin âdet ve yön-teminden ilmî bir tarih ve sosyoloji nazariyesi çıkarabiliriz. Yanlış anlaşılmasın. Kur'an'dan bazı âyetler veya Peygamberin bazı davranışlarını ele alarak onları çağdaş ilmin ışığında incelemeye kalkmadım. Kur'an'ın kozmolojiyle ilgili âyetlerini fizik yardımıyla, yahut Kur'an'daki tarihi veya sosyolojik âyetleri sosyolojinin ışığıyla aydınlatmak pekâlâ mümkündü. Yapmak istediğim çok başka bir şey. Ben Kur'an'dan tarihle, sosyal ilimlerle, insan ilimleriyle ilgili bir sürü yem konu ve temalar çıkarmaya çalıştım. Düşüncelerimin kaynağı bizzat Kur'an veya bizzat islamiyet. Karşıma bir tarih ve sosyoloji şeması, bir felsefî nazariye çıktı kendiliğinden. Sonra onları tarih ve sosyolojiyle karşılaştırdım. Ve yüzde yüz doğru buldum.

     

    Kur'an'ın yardımıyla keşfettiğim, insan ilimleriyle ilgili birçok mühim konular var. Bu ilimler şimdiye kadar ele almamış» onları. Biri, hicret konusu «Hatem-il Enbiya Muhammed» adlı kitapta konunun yalnız tarihî boyuttan ele alınmıştır: kavimlerin bir bölgeden başka bir bölgeye göçmesidir incelenen. Kur'an'ın hicret ve muhacirler konusundaki üslubundan, Peygamberin hayatından ve îslâmın ilk döneminde girişilen hicret kavramından çıkardığım netice, hicretin İslâmlarca zannedildiği gibi sadece tarihi bir hadise olmadığıdır.

     

    Hicret denince İslamların anladığı Peygamberin emriyle belli sayıda sahabelerin Mekke'den Habeşistan'a ve Medine'ye göçmeleridir. Yani, onlara göre, coğrafî veya siyasi sebepler yüzünden ilkel veya yarı medeni bir kavmin bir bölgeden başka bir bölgeye göçüşünü belirten tarihî bir kavramdır. Müslümanlar için hicret, Peygamberin hayatında cereyan etmiş bir vakadır sadece. Ben öyle düşünmüyorum. Kur'an'dan çıkardığım mânâ, hicretin derin bir felsefî ve sosyal prensip olduğudur.

     

    Tarihte bildiğimiz 27 medeniyetin hepsi bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Başka bir deyişle, hiç bir ilkel toplum, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir ülkeye göçmeden medenileşmemiştir.

     

    Şeriati, hicretin beşer tarihindeki büyük önemini uzun uzadıya anlattıktan sonra, tarih felsefesinin en mühim ve en karanlık meselesini ele alıyor: toplumların değişme ve gelişmesini sağlayan temel etken nedir? İslam için, tarih ve sosyolojinin esas ve şuurlu belirleyicisi nasdır. Nas, kucaklayıcı bir mefhum, hiç bir sınıf farkı gözetmeden halkın bütünü. Ayrıca üç temel etken de var: Kişiler, gelenek, rastlantı. Her toplumun sabit bir temeli, kendine göre bir yolu vardır: gelenek. Kur'an, toplumun kaçınılmaz bazı kanunlara dayandığını bildirirken, insan sorumluluğunu da bir tarafa bırakmaz. İnsan toplumun kurallarını iyi tanımalı ve bu kurallardan faydalanarak toplumun gelişmesine yardımcı olmalıdır. İnsanın topluma hakim olan kurallar hakkındaki bilgisi arttıkça, toplumu değiştirme yeteneği de artar. «Ne kaderiyye, ne cebriyye. Evet hürüz, ama hürriyetimizi kullanabilmek için tabiatta daha önceden var olan kanunları bilmek ve onlara uymak zorundayız. Peygamberler bile, yeni kurallar yaratmamış. Sosyoloji açısından, peygamberlerin diğer önderlere üstünlüğü, dünyadaki ve tabiattaki ilahî kuralları çok iyi bilmeleri ve topluma almaçlarını daha iyi kabul ettirebilmeleridir.

     

    Yazar bu tesbitlerden sonra, yeni bir konuya geçiyor:

     

     

     

    İslamı Tanımak İçin İzlenecek Yöntem

     

    Evet, yalnız inanmak büyük bir değer taşımaz. İnandığımızı bütün boyutları ile bilmemiz de lâzım. islâmı öğrenmek için tek yönteme: saplanmak hatâdır. İslâmın bir çok boyutları var. Önce, insanla Tanrı münasebeti. Bu münasebeti incelerken felsefî bir yöntem kılavuzumuz olmalı. İslâmın bir başka boyutu, insanın dünya üzerindeki hayatı meselesidir. Bu alanda kılavuzumuz, beşeri ilimlerin kullandığı yöntem olacaktır. Sonra İslam, bir toplum ve bir medeniyet kurmuş olan bir dindir. İslâmın bu cephesini aydınlatmak için Tarîh ve "sosyolojinin" yöntemlerinden faydalanacağız. Kur'an'ın önce, edebî ve lengüistik bir yönü var. Mütehassıslar bu yönü inceden inceye araştırmışlardır. Kur'an'ın bir başka boyutu, felsefe ve îman.. asırlardan beri üzerinde durulan konular. Kur'an'ın şimdiye kadar üzerinde durulmamış olan bir yönü de, tarih, sosyoloji ve psikoloji ile ilgili kısımlarıdır.

     

    Şeriati sosyolog olduğu için araştırmacıya iki yöntem öneriyor. Filhakika, bir dini incelemekle büyük bir adamı tanımaya çalışmak iki yoldan yapılabilir. Birinci yol; ele aldığımız kişinin eserlerini incelemek. İkinci yol, hayatına eğilmek. Dinin tebliğ ettiği düşünceler mukaddes kitabındadır. Dinin biyografisi ise, onun tarihidir.

     

    Demek ki İslâmı ciddî olarak öğrenmenin iki yolu vardır:

     

    1— Kur'an'ı İslâm düşüncesinin icmali olarak ele alıp incelemek,

     

    2— Hz. Muhammed'den günümüze kadar geçen bütün tarihi, islâm tarihini esas alarak incelemek.

     

    İslâmı öğrenip anlamak için bir yöntem daha vardır: tipoloji yöntemi. Sosyolojide çok kullanılan bu yaklaşıma dayanarak her dine uygulanabilecek bir yöntem geliştirdim. Bu yönteme göre, her dinin beş ayırıcı özelliği var:

     

    1 —Dinin Tanrısı veya tanrıları,

     

    2 —Dinin peygamberi yâni o dinin mesajını ileten insan,

     

    3 —Dinin kitabı,

     

    4 —Peygamberin ortaya çıktığı ve hitap ettiği zümre,

     

    5 —Dinin büyük temsilcileri.

     

    Şu halde, bu yönteme göre,

     

    1 —İslâm’ı tanımak için önce Allah'ı bilmek gerekir., Allahlı, tabiata bakarak, tabiat üzerinde düşünerek

     

    de tarayabiliriz. Felsefe, keşif ve hikmet yöntemi. Benim teklif ettiğim yol: tipoioji. Allah'ın hususiyetlerini, vasıflarını incelemek. Allah'ın sıfatlarını ciddi olarak öğrenmek için, Kur'an'a ve hadislere eğilmeliyiz. Sonra, diğer dinlerin mâbûdlarına bakmalıyız. (Ahuramazda, Yahova, Zeus vs.).

     

    2— Kur'an'ı öğrenmek. Kur'an hangi konularla ve nasıl ilgileniyor. Kur'an hakkında aydınlık bir fikre eriştikten sonra O'nu öteki dinlerin mukaddes kitaplarıyla karşılaştırmalıyız (Tevrat, İncil, Vedalar, Avesta).

     

    3— Hz. Peygamberin kişiliğini öğrenmek. (Hem insan, hem de peygamber olarak kişiliği). Sonra da öteki dinlerin peygamberlerine veya kurucularına göz atmalıyız.

     

    4— İslamiyet hangi şartlar içinde doğmuştur. Peygamberin çevresi ve hitap ettiği zümre. Kimlerle savaştı. Filhakika Ibrahimi peygamberlerin görevi, son Peygamber de dahil mevcut din dışı iktidara isyan etmektir. Hz. İbrahim, putları baltasıyla parçalar. Hz. Musa, elinde asası, Firavunun önüne dikilip, tektanrıcılık adına firavuna savaş açar. Hz. İsa, Roma İmparatorluğu ile işbirliği yapan yahudi din adamlarına karşı mücadele eder. İslâm peygamberi de, risaletinin başlangıcından itibaren, aristokrasiye, köle sahiplerine, Kureyş ileri gelenlerine, Taifli toprak sahiplerine karşı bir mücadele başlatır.

     

    5— İslâm’ın tarihe armağan ettiği büyük insanları tanımak. Meselâ Hz. Hüseyin'i değerlendirmek için, onu iki islâm büyüğü ile karşılaştırmak çok öğretici olur. İbni Sina ve Hallac-ı Mansur. Böylelikle, felsefe, tasavvuf ve İslâm arasındaki farkları da anlamış oluruz.

     

    İbni Sina büyük bir filozof ve âlimdir. Ama insanların akıbeti ve kucağında yaşadığı toplum üstadı "hiç ilgilendirmez. Biricik düşüncesi ilmi araştırmalardı. Kim ona para bağışlarsa, başının üstünde yeri vardı.

     

    Hallac'a gelince. O da alev alev yanan bir adamdı. Yanan adamdan sorumluluk beklenmez. Bir toplumda herkes İbni Sina ve Hallac gibi olsa sefalet ve yıkım ortalığı kaplar. Oysa, içinde birkaç Hüseyin ve bir kaç Ebu Zerr bulunan bir toplum istikbâle güvenle bakabilir.

     

    İnsan ve İslam

     

    Çağdaş medeniyet bir hümanizm hummasına tutulmuş. Sözde, dinler insanı ezmiş, onu Tanrıya kurban etmişler. Hümanizm, Tanrı karşısında insanın soyluluğunu haykıran bir felsefe olmak iddiasında.Acaba İslâm’ın insan anlayışı böyle bir iddiayı güçlendirmekte midir,

     

    Adem kıssasına bir göz atalım. Allah, meleklere, «yeryüzünde kendime bir vekil yaratacağım» diye seslenmiş. İslam’a göre, insanın bütün görevi bu ilahi hitaptadır, bütün görevi ve bütün haysiyeti.

     

    Allah bu vekili yaratmak için nesnelerin en değersizini seçer balçık.Sonra da ona kendi ruhundan üfler. Demek ki insan, iki boyutlu bir varlık: çamur ve ilâhi ruhun bileşimi. Bir yönü ile çamura, aşağılığa, çürümeğe. durgunluğa meyleder. Öteki yönü ile yükseğe zirveye, Allah'a. Bu iki kutup arasındaki mücadele, insan yolunu kesin olarak seçinceye kadar sürüp gider; İnsanı böylece yarattıktan sonra, Allah ona isimleri öğretmiştir. İnsan, isimlerin sahibidir artık. Demek ki balçıktan yaratılan insanın ateşten yaratılan meleklere üstünlüğü bilgidir. İşte gerçek hümanizm.

     

    (Yanlış anlaşılan bir başka gerçek de şu: Allah, Havva'yı, Adem' in kaburgasından değil, özünden yaratmıştır). Sonra Allah bütün mahlukâtı toplamış, onlara «emanet»i devretmek istemiştir. Hepsi de red etmiş, emaneti yalnız insan kabul etmiştir. Bu emanet, Şeriati'ye göre, iradedir. İnsan hür iradesiyle, yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün kılınmıştır. İyi veya kötü olmakta, balçığa veya Allah'a meyletmekte hürdür. Boyun eğme veya isyan etme hürriyeti.

     

    Demek ki,

     

    1— Bütün insanlar sadece eşit değil, kardeştir. Eşitlik, hukuki bir kavram. Kardeşlik, aynı fıtrat ve mizaçta olmaktır. Derisinin rengi ne olursa olsun, bütün insanlar tek bir soydan gelmektedir.

     

    2— Erkekle kadın eşittir. Yaratıcıları birdir, soyları bir.

     

    3— İnsanın üstünlüğünü yapan bilgisidir. Adem isimleri öğrendiği için melekler ona secde etmişlerdir.

     

    4— İnsan, hürdür. İster balçığa, ister Allah'a yönelebilir.

     

    5— Hür olduğu için sorumludur. Akıbetini kendi elleriyle biçimlendirmek zorundadır.

     

    Tanrı ile İblis'i, tabiatta birbiriyle savaşan iki güç olarak kabul eden diğer dinlerin aksine, îslâm, kâinatta tek bir gücün hâkim olduğunu öğretir Allah… Şeytan, insanın içindedir. Yani dualizm (ikilik) tabiatta değil, insanın iç dünyasında» insanın Allah'a meyleden yönüne rakiptir. Demek kî idrakimizi doyuracak düşünce, mizacımızın her iki yönünü kucaklayan düşüncedir. Hem balçığız, hem de ilahî ruh. İslâm dışı medeniyetlerin talihsizliği, bütünü kavrayamayışlarında. Ya büsbütün ahirete yönelmiş, dünyaya gözlerini kapamışlar; yahutta yalnız bu dünyaya inanıp, ahireti yok saymışlar. Çin ve Hind, dünyayı hor görmüş; Roma, sadece bu dünyaya saplanmış. Hz. İsa, bilhassa ahirete dikkati çekmiş. Orta Çağ, bir yandan savaşların, kan dökücülüğün, bir yandan da manastırın, inzivaların çağı. Avrupa medeniyeti, Rönesans'tan bu yana, dünyevî bir medeniyet. Çağdaş insanın ömrü, pullanacağı araçları üretmekle geçiyor. Batı medeniyeti öylesine gayesiz, Öylesine dünyevî hale düşmüştür ki, neredeyse yeni bir İsa bekleniyor. Oysa insan iki boyutlu bir varlık. İki boyutlu bir dine ihtiyacı var. İnsanlığa kaybettiği dengeyi kazandıracak olan bu din İslâmiyettir.

     

    Allah, Müstakimdir, Cabbardır, Kahhardır. Ama Rahmandır, Rahimdir, Gaffardır da. Kur'an-ı Kerim, dünya hayatiyle doğrudan ilgilenir, Tevrat gibi. Ama, ruhun tasfiyesine, terbiyesine, ferdin ahlaki gelişmesine de büyük önem verir.

     

    İslâm peygamberi de, hem bozguncularla savaşan, dünyada yeni bir toplum, yeni bir medeniyet kurmak isteyen bir şahsiyettir; hem de takvayı her şeyden en üstün tutan bir âbid.

     

    Sahabelere gelince; hepsi de, hem siyaset, hem ibadet insanıdırlar. Başka bir deyişle, eli kılıçlı, büyük birer adalet, merhamet, şefkat ve tefekkür adamları.

     

     

     

    Tevhidci Dünya Görüşü

     

    Tevhidci dünya görüşü, kainatı bütün olarak ele alır: bu dünya öteki dünya, tabiat tabiatüstü, madde-mânâ, ruh beden diye parçalamaz. Şirkci dünya görüşü ise, kainatı dağınık, zıtlıklarla, çeşitliliklerle, çatışan, çekişen, çelişen, çarpışan kutuplarla, eğilimlerle, geleneklerle, gayelerle, iradelerle dolu ahenksiz ve dağınık bir yığın olarak ele alır. Bana göre dünya, bir amacı, bir ideali olan, kendisine irade ve şuur bağışlanmış canlı bir varlık. İnsan da dünya gibidir: küçük, izafî, eksik bir dünya.

     

    İnsanın Allah'lar tabiatın tabiat ötesiyle ve Allah'la münasebeti, lamba alevinin lamba ile münasebetine benzetilebilir.

     

    Tevhidci dünya görüşünde, varlığın iki izafî yönü vardır: görülen yön, görülmeyen yön. Tabiat, işaretler ve kurallar (ayat ve sünen) dizilerinin birleşmelerinden oluşmuştur. Okyanuslar, ağaçlar, gündüz ve gece, dünya ve güneş, zelzele ve ölüm, hastalık, gündüz ve gecenin birbirini kovalaması, tabiat kanunları, hatta insanın kendisi., bunlar hep işaretlerdir. Frenkçesi fenomen. Deneylerimizle, aklımızla, sezgilerimizle edinebileceğimiz bilgiler «görünüşler âlemi»ne aittir, varlığa değil. Başka bir deyişle, ilmin konusu varlığın işaretleri ve belirtileridir. Din, ilim veya felsefe kitapları içinde, tabiattaki nesneleri, olayları ve süreçleri işaret olarak adlandıran, yalnız Kur'an-ı Kerim. Gerçeği tanımak için bu işaretlere eğilmek gerekir. Antik mistisizm'den çok, çağdaş ilmin yaklaşımına benzeyen bir anlayış. Vahdet-i vücud değil, tevhid-i vücud. Tevhid inancına göre, tarihde de, toplumda da, insanda da çokluk ve zıtlık yoktur. Tevhid, tabiatın tabiat ötesiyle, insanın tabiatla, insanın insanla kaynaşması.

     

    Bu inanç, mevcudatta çelişki kabul etmez; ne hukuki, ne içtimai, ne ırki, ne milli, ne mahalli, ne de iktisadı tezad. Çelişkiler ancak müşrik dünya görüşüyle, düalizm'le, teslis'le, politeizm'le bağdaşabilir. Müşrik dünya görüşü, sınıflar ve ırklar arasında ayırım yaparak, şirk tohumları ekmiştir. Birden fazla Tanrıya inananlar, neden yaratıklar için de aynı şeyi kabul etmesinler? İlahlar arasındaki çatışma, insanlar arasındaki çatışmanın gerekçesi değil mi? Oysa tevhid inancı, kainattaki bütün parçaların, süreçlerin ve olayların tek hedefe doğru ahenk içinde geliştiklerini kabul eder. İnsan her hangi bir dünyevî güce değil, yalnız, mevcudata hükmeden şuur ve iradeye bağlıdır. Mevcudat, bir daire çevresinde dönüp durmaktadır. Tek şuur, tek irade, dairenin merkezi. Demek ki insan, tek güçten korkar, tek hakime hesap verir, tek kıbleye yönelir. Tevhid inancı insana vekar ve hürriyet bahşeder. Yalnız Allah'a kulluk eden, bütün yalancı güçlere başkaldırır, tama' zincirlerini kırar, küçültücü korkulardan azad olur.

     

    Tarih Felsefesi: Kabil ve Habil

     

    İslâm düşünce mektebine göre, tarih felsefesi bir çeşit tarihi determinizm'e dayanır. Tarih, birbirini kovalayan bir olaylar ırmağı. Olaylar da insanın kendisi gibi diyalektik bir çatışmaya tâbidir. Birbirine zıt, birbirine düşman iki öğe arasında aralıksız bir savaş, hilkat-i ademle başlar, her ülkeyi ve her çağı kapsayan bu kavganın bütününe tarih diyoruz. İnsan soyunun zaman içindeki akışıdır tarih. İnsan soyu bir mikrokozmostur, hilkatin en kâmil ifadesi. Tabiat, insanda kendi şuuruna varır. İnsanoğlu ilerledikçe tabiat da mükemmelleşir.

     

    Başka bir deyişle, insan irade-i ilahiyenin bir tecellisi; bütün varlıkların mutlak iradesi ve şuuru. Antropolojiye göre Tanrının yeryüzünde temsilcisi. Demek ki tarih tesadüfün eseri olamaz, olaylar tarafından biçimlendirilmemiştir, serüvenlerin oyuncağı değildir: boş, amaçsız, mânâsız serüvenlerin.

     

    Tarih de bir gerçektir, dünyadaki bütün gerçekler gibi. Belli bir noktada başlar, belli bir noktada sona erecektir. Bir amacı, bir yönü olmak gerekir.

     

    Nerde başlamıştır? insanın kendisi gibi tezatlarla... Antropoloji bölümünde gördük: insanoğlu balçıkla ilahi ruhun bileşimidir. Adem kıssasından da aşikâr bu. Acem kıssası insanlığın da kıssasıdır, kelimenin gerçek ve felsefî manasıyla insanlığın. İnsan, Adem'in içindeki ruhla balçık,Allah'la Şeytan arasındaki kavgayla başlar. Peki tarih nerede başlar? Kalkış noktası nedir? Kabil ile Habil arasındaki kavga değil mi?...

     

    Adem'in oğulları insandılar, beşerdiler, tabii idiler ama birbirleriyle savaş halindeydiler. Biri ötekini öldürdü ve insan tarihi başlamış oldu böylece. Adem'in savaşı öznel bir savaş, kaynağı içte. Ama iki oğlu arasındaki savaş, nesnel, dışarı vuran bir savaş. Kısaca, Kabil ve Habil hikâyesi tarih felsefemizin kaynağı; nasıl ki Adem kıssası insan felsefesiyle ilgili görüşlerimizin kaynağı idi. Kabil ve Habil arasındaki savaş, tarih boyu, tarihi bir diyalektik olarak karşımıza çıkan iki zıt cephe arasındaki savaştır. Şu halde tarih de insan gibi diyalektik bir süreç. Zıddiyet Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başlar. Bana göre Habil çobanlığa dayanan bir ekonominin temsilcisidir, özel mülkiyetten önceki bir düzenin Kabil ise tarım sisteminin, ferdî veya tekelci mülkiyetin temsilcisidir.

     

    Sosyolojinin Diyalektiği

     

    Sosyoloji de bu diyalektik üzerine kurulmuştur. Toplum da iki sınıftan oluşur: Kabil'in sınıfıyla, Habil'in sınıfı. Tarih, toplumun zaman içinde aldığı yol. Temel toplum yapılan, kölelik, serflik, burjuvazi, feodalizm ve kapitalizm değildir. Toplumda ancak iki türlü yapı olabilir: ya toplum kendi kendinin efendisidir, herkes toplum için çalışır; yahut da ferdler mülk sahibidir, herkes kendi başının çaresine bakar. Şeriati, bu bölümde, Marx'ın iktisadî yapı anlayışına karşı çıkıyor. Ona göre toplum, tarih boyunca, iki sınıftan oluşur: Kabil kutbu, Habil kutbu.Kabil kutbu, yönetici, kral, mülk sahibi, aristokrasi. Sonraları bu kutub üç ayrı boyut kazanır: Kur'an'da firavun, siyasî iktidarın; Karun, iktisadî iktidarın; Ballam da resmî din adamlarının sembolüdür.

     

    İdaal Toplum: Ümmet

     

    Ümmet, ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanlar topluluğu. Ulus, ırk, halk gibi mefhumları toprak birliğini, kanı, maddî çıkarları toplumun temel ölçüleri diye alırlar. Oysa İslâm için mühim olan, fikri sorumluluk ve ortak bir hedefe yürümektir. Ümmet, bu irade birliğinin ifadesidir.

     

    Ümmet'in alt yapısı, iktisadi hayat. Çünkü, «dünyevi hayatı olmayanın manevi hayatı olamaz». Ümmet düzeni eşitliğe, adalete, halk mülkiyetine, Habil düzenindeki sınıfsız toplumun ihyasına..dayanır.Ümmet için, sınıfsız toplumun ihyası, sosyalizm'de olduğu gibi bir amaç değil, bir ilke.

     

    Kâmil İnsan

     

    Tabiata gözlerini kapamaz İdeal insan, onu anlamaya çalışır. Elinde Sezar'ın kılıcı vardır, göğsünde Hz. İsa'nın kalbi. Sokrates'in kafasıyla düşünür ve Hallaç gibi sever Allah'ı. Hem Descartes’in hem Pascal'ın sözlerine kulak verir. Buda gibi, halkın içindedir. Spartaküs gibi, kölecilere baş kaldırır. Hz. Musa gibi, cihad ve kurtuluş mesajı taşır.

     

    Kâmil insan, güzellik, fazilet ve hikmetle dolup taşan, sonsuz bir irade. Üç özelliği vardır: doğruluk, iyilik ve güzellik, başka bir deyişle bilgi, ahlâk ve sanat. Cihad ve içtihad, şiir ve kılıç, yalnızlık ve inanç, duygu ve akıl, kudret ve aşk adamıdır o. Allah'ın halifesi tarihin sonuna, tabiatın nihai sınırına gelip dayanmıştır. Diriliş başlamak üzeredir.

     

    Netice: Şeriati, coşkun bir zekâ ve inanmış bir müslüman. Genç bir yaşta, şarkısını tamamlayamadan hayata gözlerini kapayan, kardeş İran'ın bu pervasız mücahidini bütün buutlarıyla tanıtabildik mi? Sanmıyoruz. Şeriati, önce şairdir. Onu, dilinden okumadığımız için, bu tarafını aksettiremedik. Şeriati, bir ilim adamıdır. İrfan seviyesi şüpheli bir kalabalığa hitab ederken, ilmi ciddiyetini ne kadar koruyabilir! Bizce Şeriati'nin en büyük tarafı, hamiyeti, samimiyeti ve kendini mukaddes bir davaya feda etmesidir. Genç şehide saygılarla.

     

     

     

    Kaynak:

     

    Kırk Ambar, Cemil Meriç, Ötüken Neşriyat, İst. 1980, s.425-439

     

    (aliseriati.com)

×
×
  • Create New...