Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nedamet..

Üye
  • Content Count

    291
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by nedamet..


  1. MUHAMMED ABDUH

     

    Muhmmed Abduh, aşağı Mısır’da Mahallet-ü Nasr köyünde1849 yılında doğmuştur. Babası Abduh Hayrullah olup bir türkmen ailesine bağlıdır. İlk öğretimini doğduğu köydeki Sıbyan okulunda başlamıştır. Daha sonra Tanta’da Veliahmet Bedevi Camiindeki Medresede ders görmüştür. Medreese eğitiminden sonra Şeyh Derviş adındaki bir zattan tasavvuf ve ahlak dersleri almıştır.Abduh 1866’da Camiü’l-Ezher’de okudu. Hocaları Ahmet Rufâî, Abdurrahman Uleyş ve Hasan’üt-Tâvil’dir. Camiü’l-Ezher’de tasavvufa merak sarmıştır. 12 yıl Ezher’de kaldıktan sonra mezun olmuştur. Abduh, 1878’de ;Dâru’l-Ulûma hoca olmuştur. 1872’de Mısır’a gelmiş olan Afgânî ile tanışmış onun sohbetlerinden istifade etmiştir.Serbest düşüncesi ve yeni fikirleriyle tanınan Abduh artık gazetelerde içtimaî ahlaki konularda yazmaya başlamıştır. 1882 yılında başlayan Arabi ayaklanmasının bastırılması sonucu İngilizler tarafından üç yıl Beyrut’a sürülmüştür. Abduh, bu isyandan sonra Paris’e giderek üstadı Afganî ile bir araya gelmiş ve Urvetü’l-Vüskâ adlı bir dernek kurmuş ve aynı adda bir dergi çıkararak derneğin fikirlerini yaymışlardır. Daha sonra mali imkansızlık sebebiyle gazete kapatılmak zorunda kalınmış Efgânî İran’a ve Abduh’ta Beyrut’a dönmüştür. 1885’te Beyrut’a geldikten sonra siyasetten el çekmiştir. Orada alim ve muallim olarak yaşamıştır. Beyrut’ta camii dersleri yanında, Sultaniye Mektebinde de ders vermiştir. Beyrut’taki ilmi çalışmaları sırasında din derslerini Risâletü’t-Tevhîd adıyla yayınlamış ve Şerif Radiyyî’nin Nehcü’l-Belağa’sını şerh etmiştir. Yine Bediüzzaman Hemedani’nin Makamât’ına şerh yazmış ve Kur’an’ın bazı sûrelerini tefsir etmiştir. Efgâni’nin Dehriyyün risalesini Arapçaya çevirmiştir. Daha sonraları Ezher idare meclisinde, şura meclisinde ve evkaf idaresinde vazife almıştır. Bu sıralarda meşhur Cemiyyet-i Hayriyye’i İslâmiyye’yi kurmuştur. Bu görevlerden sonra Binha, Zekâzik ve Abidin kadılıklarında bulundu daha sonra ise İstilaf Mahkemesinde müsteşar oldu. Hayatının son dönemlerinde Mısır müftüsü iken, kendi tabiriyle “hastalar yuvası” olan Ezher’i ıslah etmeye uğraştı.56 yaşında iken İskenderiye’de 1905 yılında vefat etmiştir.

     

    Muhammed Abduh, tefsir haricinde, tasavvufa dair eserler de vermiştir. Ona tasavvufi-felsefi bir anlayış veren ve dini ıslahat yapma gücü kazandıran Celâleddin Afgânî olmuştur. Serbest düşünce ve yeni fikirleriyle siyasete atılmış içtimaî-ahlaki konularda da çokça yazılar yazmıştır.

     

    Muhammed Abduh, “hayatım boyunca iki şey için uğraştım” der. Bunları şöyle sıralar:

     

    1-Düşünceleri fikir taklidinden kurtarmak, dini gerçek yönüyle anlayarak selef-i salihin gibi olmak, müspet ilmin İslamdaki üstün yerini belirtmek, Batının terakkisine yetişmek için müslümanları gayrete getirmek ve müslümanları batının sömürüsünden kurtarmak.

     

    2- Arap dilinin üslubunu düzeltmek, yazıyı anlaşılmazlıktan-sıkıcılıktan kurtarmak.

     

    Muhammed Abduh, eğitim ve öğretim yoluyla, halkı uyandırmak ve kalkındırmak ister der ki:

     

    “Benim asıl emelim Din-i mübinin salahıdır. Fakat korkarım ki; ehliyetsiz sarıklar ona zarar verecekler....”

     

    O dünyanın öküz üzerinde onun da balık ve deniz üzerinde olduğunu yazan tefsircilerin görüşlerine karşı çıkar ve bunun Kur’ân’a yapılan bir cinayet olduğunu düşünür.

     

    Muhammed Abduh, mezhepçilik ile taklitçiliğe itiraz ederek içtihadın serbest bırakılmasını terviç ile yeni ve bugünkü vaziyete uygun Kur’ân ve asıl sünnete istinat eden bir icma istemektedir. Fukahanın şeytani kurnazlıkları ile evliyanın kerametlerini ve diğer bidatları reddetmektedir. Fıkhın eskimiş içtihatları, yeni ve inkişafa müsait esaslar ile değiştirmiştir.

     

    ...

     

    Fatma Köksal

     

    (Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza... Bu üç zatı tanımamız ve anlamamız gerektiğini düşünüyorum. İnternet ortamıyla sınırlı kalmadan tabi ki. Haklarında birçok olumsuz eleştiriye rastlayacağınızdan eminim. Hayreddin Karaman Hocanın 'Gerçek İslam'da Birlik' adlı bir çalışması var. Temin edip, okursanız fikri hayatınızda büyük ölçüde genişleme ve ferahlama hissedeceksiniz. :)


  2. CEMALEDDİN EFGANİ (1838-1897)

     

    Cemaleddin Efganî, Kasım 1838'de Kabil yakınlarındaki Esadabad'da doğdu.

     

    Efgani, ilk eğitimini önemli bir bilgiye ve ilme sahip olan babası Safder'den almıştır. Kabil'de; medrese tahsilini tamamladıktan sonra Hindistan'a gitmiş ve oradan da hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal beldelere gitmiştir. Bu arada Necef ve Kerbala'da bir süre kalarak ders almış ve daha sonra da Kabil'e dönmüştür. Daha sonra Hindistan'a geçmiştir. Burada sömürgeci İngilizlere karşı halkı uyandırmak maksadıyla; "Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız vızıltınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi! Ey Hintliler! Sizler su kaplumbağası olsaydınız İngiltere adasını yerindan söker denize batırırdınız!.." demek suretiyle onları cesaretlendirmeye çalışmıştır.

     

    Hindistan'dan Mısır'a geçmiş ve orada yaklaşık kırk gün kaldıktan sonra İstanbul'a gelmiştir (1870). İstanbul'a gelir gelmez önceden hakkında bilgi sahibi olunmuş olmalı ki, kısa bir süre içinde önemli görevlere getirilmek suretiyle özel alaka görmüştür. Başta sadrazam Ali Paşa olmak üzere, o zaman yönetimde olan Tanzimatçıların ileri gelenlerinden olan Fuat Paşa, Saffet Paşa, Münif Efendi ve Hoca Tahsin Efendi ile görüşerek yakın münasebet kurma imkanını bulmuştur. Aynı zamanda Meclis-i Maarif ve Encümen-i Daniş azalıklarına getirilmiştir.

     

    Efgani, İstanbul'da aldığı resmi görevlerin dışında halka açık konferanslar vermeye başlamış, bir konfesansında peygamberlerle filozoflar arasında benzerlik kurması tepkilere yol açtığı gibi, şahsına karşı olanların da kışkırtmalarıyla tepkiler artmış ve konferanslarına son vermek zorunda kalmıştır. Dönemin Adliye nazırı olan Cevdet Paşa, Efganiyle görüştüğü gibi konuşma metnini de incelemiş ve daha sonraları Sultan Abdülhamid'e sunduğu raporunda yanlış anlaşılmanın sözkonusu olduğunu belirterek Efgani'den yana tavır koymuştur. Bu yanlış anlaşılmada Efgani'nin yeterli olmayan Türkçesinin de etkisi olmuştur.

     

    Efgani, kısa bir süre için 1871 yılında Mısır'a gittiyse de, Başvezir Riyad Paşa'nın girişimleriyle yakın alaka, maaş tahsisi ve talebelerinin çoğalmasının etkisiyle Kahire'de sekiz yıl kaldı. Mısır'da mason localarıyla girdiği ilişki ve bazı mason localarına üye olması tepkilere yol açmıştır. Diğer yandan devlet idarecilerini yanlış hareketlerinden dolayı eleştirmesi, İngilizlerin Mısır'daki faaliyetlerinden rahatsız olmaları ve bu rahatsızlıklarını yeni hidiv olan Tevfik Paşa'ya iletmelerinden sonra Mısır'dan ayrılmak zorunda kalmıştır (1879). Buradan ayrılırken büyük bir iz ve geride çok sayıda talebe bırakmıştır.

     

    Efgani, Mısır'dan sonra sırasıyla Hindistan,Amerika ve İngiltere'yi dolaştıktan sonra 1883 yılında Paris'e geçerek Muhammed Abduh ile birlikte Urvetü'l-Vüska adlı Arapça bir gazete yayınlamaya başlamıştır. Müsümanların uyanmasını sağlamak, doğunun sömürgecilikten kurtarılmasını gaye edinen bu ikili, fikirlerini gazete yoluyla yaymaya çalışmışlardır.

     

    Efgani, gazetesinin kapanmasından sonra bir süre daha Paris'te kalmış ve İran Şahı Nasrüddin'in daveti üzerine bu ülkeye gitmiştir. Başlangıçta, İran yönetimiyle iyi ilişkiler kurmuş, halktan da yakın ilgi görerek etrafında talebeler biriktiyse de özel sohbetlerinde Şah'a, halkın yönetime daha fazla katılmasını tavsiye etmesi aralarının bozulmasına sebep olmuş, ardından kendini tehlikede hissedince buradan da ayrılmıştır. Bir süre sonra Şah'a suikast düzenlenip öldürülmesinden Efgani de sorumlu tutulmuştur. Bu sebeple İran, İstanbul'da bulunan Efgani'nin kendilerine teslim edilmesini isteyecek ancak, Sultan Abdülhamid onu iade etmeyecektir.

     

    Efgani, İstanbul'da yerleşmek üzere Sultan Abdülhamid tarafından davet edilmiştir. İstanbul'a geldikten (1892) sonra iyi karşılanarak kendisine; Teşvikiye'de bir ev, araba ve maaş tahsis edilmiştir. Vefatına kadar İstanbul'da kalmış ve1897'de burada vefat etmiştir. Maçka'daki şeyhler mezarlığına defnedilen Efgani'nin naaşı daha sonraları Afganistan Hükümetinin isteği üzerine bu ülkeye taşınmıştır (1944).

     

    Fikirleri

     

    Yaşamış bulunduğu asrın en önemli özelliği; İslamiyetin ve Müslümanların bir bakıma topyekün bir hücuma uğraması, topraklarının bir bir istilaya uğrayıp Müslümanların da sömürge durumuna düşmeleridir. Bu itibarla Müslümanların bu işgallere karşı koyup sömürge olmaktan kurtulma fikrinin savunucuları arasında Efgani önemli bir yer almıştır. İttihad-ı İslam fikrinin yayılmasını sömürge politikasına aykırı bulan İngiltere, karşı tedbirlere başvurmuş, bu arada Efgani'yi de yakın takibe alarak faaliyet alanını daraltmaya çalışmıştır.

     

    Efgani'nin Şi i olduğunu ileri sürenler daha çok doğduğu yere dayanarak bu fikri ileri sürmüşler ancak, bu tezlerini Efgani'nin fikirleriyle teyid etmemişler veya edememişlerdir. Diğer yandan, en meşhur takipçisi olan Muhammed Abduh'tan istifade ederek yola çıkanlar O'nun samimi ve Sünni akideye sahip olduğu hükmüne varmışlardır. Bunların dışında Efgani'yi dinsizlik ve sapıklıkla itham edenler olmuş ama, bu iddialarının mesnedini gösterememişlerdir. Çünkü, yazdığı eserlerin önemli bir kısmını materyalist felsefenin reddi ve insanlığa verdiği zararı ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

     

    Efgani'ye göre insanlığın ilim, ahlak ve medeniyette yücelmesiyle beraber dünya ve ahiretteki saadetini kazanabilmesi şu esaslara bağlıdır:

     

    1-Doğru düşünme, gerçeği bulmada mani teşkil eden hurafelerden arınıp, İslamın tevhid ve tenzih ilkeleriyle hareket etmek.

    2-Fert ve toplum farkını gözetmeden, birilerine üstünlük vermeyip diğerlerinin de mükemmelliği (peygamberlik hariç her şeyi) yakalayabileceğine inanmak, ırk ve sınıf üstünlüğü yerine akıl, ruh ve fazilet gibi erdemleri yerleştirmek.

    3-İslamı diğer dinlerden ayıran en önemli özelliğinden olan ve çok değer verdiği bir esas olan; bilgileri sağlam delillere dayandırıp zan ve vehimlere meydan vermemek.

    4-İstisnasız her toplumda eğitime özel önem vermek, bunu sağlamak için de her toplumun kendi alim ve mürşidini yetiştirebilmesine imkan sağlamak. Bu konuda, İslamiyetin farz kıldığı ilim öğrenme konusuna dikkat çeker. (Hayreddin Karaman; Cemaleddin Efgani, TDV. İA. 10. C. s. 461).

     

    Efgani'ye göre içtihat kapısı açıktır. Siret, hadis, icma-kıyas hakkında bilgisi olup Arapça'yı bilenler içtihad yapabilirler. Ona göre Kur'an-ı Kerim'de, devlet yönetiminden, yöneticilerin görev ve sorumluluklarına, insani meselelerin yanında uzaydaki gök cisimlerinin arasındaki ilişkilere kadar pek çok şey hakkında açık veya kapalı bilgiler mevcuttur. Bunları doğru olarak anlayabilmek, aklın ve ilmin verilerine uymakla mümkündür.

     

    Efgani'ye göre, Batılılar Şarklılardan daha zeki, daha kabiliyetli değiller. Güç ve hakimiyetin sırlarını keşfeden Batılılar, Doğuluları esaretleri altına almışlardır. Batılılar, ülkelerinde okuyup ilerlemenin ve gücün sırlarını öğrenememiş Doğululardan, dejenere olmuşlardan istifade etmektedirler. Müslümanların gerileme sebeplerini de şu şekilde tesbit etmiştir:

     

    1-Hilafetin saltanata dönüşmesi, dirayetsiz kişilerin halife olması.

    2-Din ve milliyetin zayıflamasıyla birlikte halifelerin yabancıları devlet hizmetinde istihdam etmeleri.

    3-9. ve 10. yüzyıllarda yayılan batıni ve zındıkların safsataları.

    4-Müslümanların heyecanlarını kıran ve hamlelerini durduran cebir inancının yayılması.

    5-Hainler tarafından uydurma hadis ve israiliyatın dini kitaplara sokulması, temiz inançların kirletilmesi.

    6-Eğitim ve öğretime gereken önemin verilmeyerek, hurafelere karşı koyacak seviyeye yükseltilememesi.

    7-Doğuda Moğolların, Batıda ise Haçlıların saldırılarının sonucu meydana gelen yıkım ve tahribatlar.

    8-Müslümanlar arasındaki birliğin zedelenmesi ve meydana gelen bölünmeler.

     

    İttihad-ı İslam konusunda, halifelik, hac ve din bağı üzerinde önemle durur. Din bağı İslam birliği için gerekli olduğu gibi milli kimliklerini muhafaza etmek isteyenler için de gereklidir. Din bağı kurulamadığı takdirde ırki manadaki birliği kurmak da imkansızlaşır. Müslümanlar din bağına sımsıkı sarılıp birbirlerini gözetirken, başka din ve inanca sahip olanlara da saygılı olmalıdırlar. İnananların manevi merkezi Mekke ve Medine'dir.


  3. Hay söylemez olaydım! Haklıymışsın Hafakan kardeşim. Ne kıt kafalı mahluklar var! Kendi çaplarında eğleniyorlar ha? Sizin eğlence anlayışınız bu mu? Ne cahillik ne vicdansızlık! Allah ıslah etsin bu zihniyeti! Yüzlerce mümin genç yaşta şehit oluyor. Her gün bir anne bir evladını bombalara bağlayıp işgale dur demeye gönderiyor. Parmağınız kesilse acıdan geberircesine çığlık atarsınız! Gazze sokakları her an bu çığlıklarla inliyor. İnatla kulaklarınızı tıkamaya, onlarca insan İslam uğruna binbir türlü işkenceye maruz kalırken oturduğunuz yerden ahkam kesmeye utanmıyor musunuz?! Yazıklar olsun!

     

    Daha fazla amacından sapmadan konunun kilitlenmesini öneriyorum.


  4. Hafakan arkadaşım..

    Bilmem hiç Gazze veya Kudüs sokaklarında gezme imkanınız, oradaki herhangi bir cenazeye katılma olanağınız oldu mu? Kur'an okunmazmış dediğim dikkat ediniz cenaze törenleri için geçerli. Yalnızca medyanın bizlere yansıttığı ağıtlar ve yakarmalarla sınırlı kalmamanızıda ayrıca öneririm. Kimseyede bunu ıspatlayacak değilim. Merak eden varsa İsrail'den vizesini alır, gider. :) Belki cümleyi kati ve sert uzuvlarından az da olsa uzaklaştırmak için çoğunlukla böyledir demek yerinde olur. Şundan emin olunuz, ithamda bulunmuyorum, bildiğimi söylüyorum.


  5. ‘Seyyid Kutub mezhepsizin tekidir.’

     

    İlk olarak burada kullanılan üslup bayağı ve aşağılayıcı niteliktedir. İnsanları mezhepli-mezhepsiz olarak sınıflandıramayız. Bu konuda kimseyi sorgulama hakkına da sahip değiliz. Mezheplerin çıkış nedenlerini irdelememiz ve ona göre tenkitlerimizi yapmalıyız.

     

    Mezhepler yorum farklılıklarıdır. İnsanoğlu her yükseliş aşamasında ihtilaflar yaşamış, bu ihtilaflar da fıkhi, siyasi ve iktisadi alanda mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu ihtilaflar zıtlık, tezatlık olarak değil, zenginlik ve çeşitlilik olarak algılanmalıdır.

     

    Seyyid Kutub hususunda ise kendisi Mısırlı bir düşünürdür. Mısır’da ise mezhepsizlik diye bir olgu yoktur. Genel olarak Arap dünyasındaki fıkıh anlayışını kabaca incelediğimizde şunu görürüz:

     

    Bir Fıkıhçı herhangi bir konu hakkında sırasıyla, ayetleri, hadisleri, son olarak da tarih boyu süregelen alimlerin düşüncelerini nakleder. Kişi tüm bu fikir ayrılıklarını derinlemesine inceler ve hangi müçtehidin düşüncesi kendisi için uygun ise onu uygular. Bu Fıkıh kitapları arasından örnek olarak Bülüğ’ül-Meram’ı verebiliriz. Ayrıca Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler adlı kitabını yazarken Kur’an ve sünnetten başka herhangi bir referansa başvurmaması kendisinin mezhepsiz olduğunu göstermez. Ki burada illa ki icmaa ve kıyas zorunluluğuda yoktur.

     

    Seyyid Kutub’un Türkiye’de neden bir türlü yer edemediği konusunda ise sayın cellman'a katılıyorum. Beni en çok üzen hususta budur. Bazı kesimler yeniliklere, farklılıklara kendilerini alıştıramamanın hazımsızlığı içinde…

     

    Ayrıca sayın cellman Üstad'ı şeyh olarak nitelendirmenizi de bu konudaki bilgisizliğinize ve önyargınıza bağlıyorum. Zira aynı durumu bizzat yaşadım. Forumu yüzeysel olarak bile incelemeniz görüşlerinizin değişmesinde yeterli olacaktır.

     

    Selametle...


  6. Selamun Aleyküm

     

    Malumunuz olmuştur, Gazze’de durum son günlerde daha da kötüledi. Şimdilik elimizden gelebilecek en iyi şey dua etmek. Bunun yanında bir de ölen kardeşlerimiz için hatim başlatalım diyorum. Katılabilen herkes katılsın.

     

    İlk cüzü alıyorum…


  7. Kusura bakmayın, cahillik ettim. Şöyle bir göz atarak yorum yapmamak gerekiyormuş. Aşırı tepki önyargıyla harmanlanınca hoş olmuyor.

     

    Ancak tuhaf bir şekilde yanılmışım. Ben Ahmed Davutoğlu diye bahsettiğiniz kişiyi Başbakanlık Baş Danışmanı Prof. Ahmed Davutoğlu zannetmiştim. Kendisinin Mevdudi hakkında bunları söylemesi şaşırtıcı geldiği için ufak çapta bir araştırma gereği duydum, ki iyiki de duymuşum. Zira düşünce ve fikir hayatında bu gibi safsatalara yer vermesi abes olurdu. Üstad’ın konu ile ilgili tüm eleştirilerini iyice belleyip, diğer sağlam kaynaklara da başvurarak fikir muhasebesine girişmem yerinde olacaktır. Bu durumda sarf etmiş olduğum tutarlılık konusu güncelliğini korumakta. Paylaşmaya devam edelim.

     

    Uyarınız için ayrıca teşekkür ederim.

     

    Not: Edindiğim bazı duyumlar çerçevesinde değerlendirme yaptığımda sizin sözünü ettiğiniz Ahmet Bey bahsettiğim sağlam kaynaklar arasında bulunmamaktadır.

     

    Saygılarımla.


  8. Mevdudi başlığının açıldığını görünce heyecanlanıp, sevinmiştim. Bir de baktım ki gene o yazılardan! Ali Şeriati, Hasan El Benna, Seyyid Kutub.. e sıranın Mevdudi’ye gelmesi gayet olağan.

     

    Üstad’ın merhum hakkındaki ifadelerini nakletmişsiniz. Keşke onunla sınırlandırsaydınız. Veya Ahmet Davutoğlu’nun kitabından birkaç cümle ekleseydiniz. Eminim daha tutarlı ve ikna edici olurdu.

    Hem bu kadar basit yargılar niye? Yazı hangi zihniyete aitse bu bayağılık neyin zorlaması?

     

    Mevdudi casus ha? Hem de İngiliz? Üstüne İskoç masonu? Ne yönlü bir zat imiş. Tanıyamamışım, aydınlandım(!)

     

    Ya sabır Ya selamet…


  9. Buyukdogu kardeşimin bahsettiği bayrak olayıyla ilgili olarak;

    Geçen gün Kosova’nın bağımsızlığını konu edinen bir konferansa katıldım. Sizin gibi ‘Bu bayrakların ne işi var ellerde’ gibisinden bir soru yöneltti bir arkadaşım. Konuşmacı (Hüseyin Kansu) ‘O an Türk bayrağını verseniz onu da sallarlardı’ kabilinde bir cevap verdi. Tabi pek tatmin etmedi bu cevap bizleri. Sonunda kendi aramızda istişare ederek ABD son hız işine devam ediyor şeklinde bir sonuca vardık. :)

    • Like 1

  10. Adem Özköse (Puran Şeriati ile röportaj)

     

    -Dr. Ali Şeriati İran İslam Devrimi'nin en önemli teorisyenlerinden biri olarak biliniyor. Devrim gerçekleşeli yaklaşık 30 yıl oldu. Sizce İran İslam Devrimi ilk 30 yıllık hedeflerine ulaşabildi mi?

     

    Ali Şeriati'nin amacı İran'da bir devrim gerçekleştirmek değildi. Şeriati, İran toplumunun şuurlu bir hale gelmesini, İran'da yönetimden önce düşünce alanında bir devrim gerçekleşmesini istiyordu. Şah'a karşı çıkmasının sebebi de Şah'ın insanların düşünmelerini, akletmelerini engellemesiydi. Eşim yönetimlerin değişmesini çok önemsemiyordu. Onun için daha önemli olan toplumun değişmesiydi. Ali Şeriati, toplum bilinçlenmeden gerçekleşecek bir devrimin sonunu iyi görmüyordu. Onun bu öngörüsü de doğru çıktı.

     

    -İran Toplumu 30 yıl önce böyle bir devrime hazır değil miydi? Bunu mu demek istiyorsunuz?

     

    Sokaklarda gözlemler yapıp, insanlarla konuştuğunuzda bu sorunuzun cevabını rahat bir şekilde alabilirsiniz. İranlılar 30 yıl önce devrime hazır olsalardı, devrim sonrası yetişen gençlik bu durumda mı olurdu? İlk sorunuzda Ali Şeriati'nin İran devriminin teorisyeni olduğunu söylediniz. Bu doğru değil. İran devrimi, insanların düşünceleri değişmeden, kısa zamanda yapılan bir devrimdir. Gerçek devrim ise çok uzun zaman alır. İran'daki devrim gerçekleştiğinde halkın büyük çoğunluğu eğitimsizdi. Halk gerçek İslam'ı bilmiyordu. Eşim böyle bir devrimi asla doğru bulmuyordu. Ayrıca böyle bir devrimi de zafer olarak görmüyordu. Şeriati, asıl zaferin düşüncelerde gerçekleştirilen devrim sonucu elde edileceğini savunuyordu. Fakat İran'da böyle olmadı. Toplum yukardan aşağı doğru değiştirilmeye çalışıldı. Devletin din adına yaptığı kısıtlamalar ise olumsuz sonuçlar doğurdu. Ali Şeriati'nin iki hedefi vardı. Bunlardan ilki insanların geleneksel İslam'ı değil; gerçek İslam'ı anlamalarını sağlamak, ikincisi ise insanlara düşünme, sorgulama alışkanlığı kazandırmak.

     

    "ŞERİATİ MOLLALARI RAHATSIZ ETTİ"

    -Şeriati, İran İslam Devrimi gerçekleştikten sonra bugün de yönetimi ellerinde bulunduran muhafazakar kanat tarafından mesafeli yaklaşılan bir isim oldu. Hatta kitaplarının bir kısmı İran'da sansüre uğradı. Mollalar Şeriati'den niçin bu kadar rahatsız oldular?

     

    Sansürü bir tarafa bırakın, Ali Şeriati'nin bazı kitapları 20 yıl boyunca İran'da yayınlanamadı. Onun fikirlerine yakınlık gösterenler çeşitli baskılara maruz kaldılar. Ali Şeriati'nin eserlerine niçin yasak getirildi? Çünkü Ali Şeiati insanlara gerçek İslam'ı anlatıyordu. Bu durum Mollaları rahatsız etti. Mollalar insanların aydınlanmalarını, gerçek İslam'ı yaşamalarını istemiyor.

     

    -Şeriati bugün yaşasaydı İran'daki reformcu kanadın içinde yer alır mıydı?

     

    Ali Şeriati hayatta olsaydı bugünkü yönetimin uygulamalarına kesinlikle tahammül edemezdi. İran'daki yönetim de Şeriati'nin bu ülkede rahat bir şekilde yaşamasına, fikirlerini söylemesine asla izin vermezdi. Onun amacı toplumsal bir uyanış gerçekleştirmekti. Ali Şeriati düşüncenin dirilmesini, dinamikleşmesini istiyordu. Reformcular da düşünce olarak Ali Şeriati'nin çok gerisindeler. Onun seviyesine erişemediler. Bana göre Şeriati bugün yaşasaydı ne muhafazakar, ne de reformcu kanadın içinde yer alırdı. Tek başına da olsa kendi inandığı doğrular için mücadele etmeye devam eder, mollalara muhalefet ederdi.

     

    -Ali Şeriati İran halkı için ne ifade ediyor?

     

    Özellikle İranlı gençler onu çok seviyor ve okuyorlar. Sadece İranlı gençler değil; dünyanın dört bir yanındaki genç insanlar ona büyük bir sevgiyle bağlılar. Ali Şeriati İran halkının aydınlık, düşünen, dinamik yüzüdür. Eşimin eserleri 30'dan fazla dile çevrildi. Ali Şeriati'nin eserleri ve fikirleri ile ilgili bir çok üniversitede akademik çalışmalar yapıldı. Bu her yazara nasip olmayacak bir ilgidir.

     

    - Sokaklarda sohbet ettiğimiz İranlıların bir çoğu bu ülkede yoğun bir baskı olduğunu söylüyorlar. Siz de bu baskıyı hissediyor musunuz?

     

    Evet, bu baskıyı ben de hissediyorum. Biz de şu an hükümetin onaylamadığı görüşlere sahibiz. Bunun için siyasi konularla ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum.

     

    "İNSANLARI GERÇEK İSLAM'A ÇAĞIRDI"

    -Bir kısım İslamcı entelektüeller Ali Şeriati'nin eserlerinin bir çoğunda Marksist dilin etkisi olduğu yönünde eleştirilerde bulunuyorlar. Bu eleştiriler hakkında neler söyleyeceksiniz?

     

    Bu düşünce yanlıştır. Ali Şeriati İslami dünya görüşüne mensup bir insandı. Şeriati'nin çağrısı gerçek İslam'adır. Eşim İslam'ın kendine ait bir orjini olduğunu düşünüyordu. Ali Şeriati sol anlayıştan asla esinlenmemiştir. Fakat Ali Şeriati'nin insanlara anlattığı gerçek İslam, Marksist fikirlere sahip olan kişiler tarafından da ilgiyle karşılandı.

     

    -Bugün Ali Şeriati'nin fikirleri kim tarafından temsil ediliyor? Mesela Abdulkerim Suruş'u, Ali Şeriati'nin günümüzdeki temsilcisi olarak görenler var. Siz de aynı görüşte misiniz?

     

    Abdulkerim Suruş kendi alanında gerçekten çok başarılı bir kişi. Fakat Suruş ile Ali Şeriati arasında keskin bir fark var. Suruş toplumun belli bir kısmına hitap ediyor. Bu kısım eğitimli, kültürlü belli bir mesafe kat etmiş insanlardan oluşuyor. Fakat Ali Şeriati'nin eserleri toplumun bütün kesimlerine hitap ediyordu. Ali Şeriati kendini toplumun üstünde görmüyordu ve toplumla kaynaşmayı başarmıştı. Ali Şeriati'nin hiçbir yerde reklamı yapılmıyor. Fakat bugün binlerce genç Ali Şeriati'ye hayran. Bu gençler Ali Şeriati'yi bir kez görmediler. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Bu durum ancak Şeriati'nin toplumun her kesimine hitap etmesi ve toplumun her kesiminin Ali Şeriati'nin yazdıklarını anlamasıyla açıklanabilir. Tekrar sorunuza dönecek olursak. Ben Suruş'u veya bir başkasını Ali Şeriati'nin günümüzdeki temsilcisi olarak görmüyorum.

     

    "AHMEDİNEJAD'I SEVMİYORUM"

    -İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad dünyada çok popüler bir isim. Özellikle Türk halkı Ahmedinejad'a büyük bir sevgi besliyor. Fakat Ahmedinejad'ın İran'da pek fazla sevilmediğini gözlemliyorm. Hatta Türkiye halkı Ahmedinejad'ı İran halkından çok daha fazla seviyor. Siz Ahmedinejad hakkında ne düşünüyorsunuz?

     

    Biz de Ahmedinejad'ın yurtdışında çok popüler olduğunun farkındayız. İnsanlar Ahmedinejad'ı sadece ABD ve İsrail hakkında söylediği sert sözlere bakarak değerlendiriyorlar. Bu çok doğru bir değerlendirme değil. İran doğal kaynakları nedeniyle çok zengin bir ülke. Fakat insanlar bu zenginlik içinde fakirlik çekiyorlar. ABD ve İsrail'e karşı dik durmayı başarabilen Ahmedinejad, ekonomiyi yönetmeyi başaramıyor. Ekonomiyi iyi yönetemediği ve seçimler öncesi yaptığı vaatleri gerçekleştirmediği için İranlılar onu sevmiyorlar.

     

    -Peki, siz seviyor musunuz Ahmedinejad'ı?

     

    Halkımın sevmediği bir lideri ben de sevmiyorum.

     

    -Ali Şeriati nasıl bir eşti? Bize biraz da evinizin içindeki Ali Şeriati'yi anlatır mısınız?

     

    Eşim aydın fikirli, okuma ve araştırmayı çok seven bir kişiydi. Eşimle üniversitede aynı sınıftaydık. Ali Şeriati düşünce ve fikir olarak benden ve sınıftaki bütün arkadaşlarından çok daha ileri seviyedeydi. Ayrıca sınıfın en çalışkanıydı ve çok zekiydi. Bana karşı çok nazikti. Fakat ev işlerini hiç sevmezdi. Bundan dolayı da ev işlerinde bana yardımcı olmazdı. Eğitimime çok önem veriyordu. Paris'e gittiğimizde oğlumuz İhsan daha yeni doğmuştu. Eşim, Fransızca öğrenmem için beni dil kursuna gönderir, evde oğlumuz İhsan'a bakardı. Derslerimde de bana sürekli olarak yardımcı oluyordu. Eşim kültürlü olmama çok önem verirdi. Bazı günler yemek yemeden önce masayı güzelce süslerdim. Eşim yemek masasını süslenmiş olarak görünce; "Lütfen zamanını bu tür şeylerle harcama. Masayı süslemeye ayıracağın vakti, kitaplara ve bilgiye vermeni tavsiye ederim " diyordu. Ali Şeriati tam bir bilgi aşığıydı.

     

    -Eşinizi genç denilecek bir yaşta kaybettiniz. Eşinizin vefatı sizde nasıl bir boşluk oluşturdu?

     

    Eşimin vefatında 42 yaşındaydım. Ayrıca 4 de çocuğum vardı. Onun vefatından sonra çok sıkıntılar yaşadık. Her şeyden önce şah yönetimin baskılarına maruz kaldık. Eşim Ali Şeriati'yi hep özlememe rağmen hayata ve karşılaştığım sıkıntılara karşı güçlü durarak, 4 çocuğumu da iyi bir şekilde yetiştirmeye çalıştım.

     

    "BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI ÇOK SAÇMA"

    -Türkiye hakkında neler biliyorsunuz? Sanırım Şeriati de bir dönem Türkiye'ye gelmişti.

     

    Ali Şeriati birkaç kez Türkiye'ye geldi. Ben de eşimle bir kez Türkiye'yi ziyaret etmiştim. Erzurum ve İstanbul'da gezdiğimizi hatırlıyorum. Ülkeniz gerçekten çok güzel. Özellikle İstanbul harika. Türkiye siyasi ve toplumsal açıdan çok faal bir hale geldi. Ekonominiz de gelişti. İnsanlar İran'da Türkiye'nin ürünlerini güven duyarak alıyorlar. Fakat ülkenizde başörtüsü takanlara yapılan baskı ve yasaklamalar bana çok saçma geliyor. Bu yasağın kalkmasını temenni ediyorum. Türk toplumunun başörtüsü yasağına karşı çıkması ve dinine sahip çıkması da çok güzel. Türkiye'yi gerçekten çok takdir ediyorum. Ayrıca eşim bana Türkiye'den kısa bir de mektup göndermişti.

     

    -Sizden bu mektubun özel olmayan bölümlerini okumanızı rica etsek.

     

    Memnuniyetle. (Puran hanım mektubu okumaya başlıyor.) " Sevgili Puran! Bugün 21 Ağustos ve ben İstanbul'dayım. Senin boşluğunu hissediyorum. Şu an Marmara denizinin kenarında bir çay bahçesinde oturuyorum. Çay istedim. Bir de baktım ki önüme demliğiyle, bütün her şeyi ile birlikte bir çay servisi geldi. Koca bir de semaver getirdiler. Fransa'da çay istediğimde küçük bir bardakla çay geliyordu. Fakat Türkler Fransızlar gibi cimri değiller....."

     

    -Eşinizin vefatıyla ilgili de çeşitli rivayetler var. Kimileri eşinizin bir kalp krizi sonucu, normal bir şekilde vefat ettiğini, kimileri de Savak Ajanları tarafından öldürüldüğünü iddia ediyor. Sizin görüşünüz nedir?

     

    Benim şahsi görüşüm kocamın zehirlenerek şehit edildiği yönündedir. Savak Ajanları Ali Şeriati'ye iğne yaptılar. İğne yaptıklarını kendileri de itiraf ettiler. Fakat onun normal şekilde öldüğünü iddia ediyorlar. Ortaya böyle bir iddia atılmasının sebebi cinayetin gizlenmek istenmesi olabilir. Bu konu araştırılmalı.

     

    GERÇEK HAYAT


  11. Edward Said (1935-2003)

     

    Edward Said aslen Filistinli. 1935 yılında varlıklı bir Hristiyan ailenin çocuğu olarak Kudüs'te dünyaya geldi. 1948 yılında ailesi göçmen olarak Mısır'a yerleşti ve İngilizce dışında başka bir dilin konuşulmasının yasak olduğu seçkin koloni okullarında eğitim aldı. Aldığı bu Anglosakson eğitim sırasında kendisine “Avrupalı olmayan diğer“ olduğu da öğretildi. Kendisi bu durumu şöyle anlatıyor: "Biz'i Onlar'dan ayıran dilsel, kültürel, ırksal ve etnik çizgi idi. Benim Anglikan kilisesine bağlı olarak doğmuş, orada vaftiz edilmiş ve kilisenin bir üyesi olmuş olmam işimi kolaylaştırmıyordu."

     

    Said, 1951'de Mısır'daki okuldan haylazlık nedeniyle uzaklaştırılınca babası tarafından eğitimini sürdürmek üzere Amerika'ya gönderildi. O yıllar Ortadoğu'nun giderek karıştığı yıllardır. Üniversite eğitimini Princeton ve Harvard'da tamamlar. Bu yıllarda, tatillerinde ailesinin Mısır'dan ayrılarak yerleştiği Lübnan'a gitmekte, edebiyat, müzik ve felsefe eğitimi almaktadır. 1963 yılında New York'da Columbia Üniversitesinde ders vermeye başlar.

     

    O yıllarda Arap ya da Filistin'li olarak değil herkesi daha rahatlatan bir terimle, Orta Doğulu olarak anılmaktadır. Durumunun garipliğini hissetmekle birlikte bilinçli bir tepki oluşturmadığı, geleneklerinden kopuk olarak yaşadığını söylediği 1967 yılına kadar politik bir eylemin içinde yer almaz. 1967 yılındaki Arap-İsrail Savaşı ile çakışan üniversitedeki politik hareketlilik ve Vietnam Savaşı değişikliklerin başlangıcıdır. Filistin milliyetçiliği hareketine katılır. Yahudi karşıtı olduğu gerekçesiyle ABD'de eleştiri alır. Kazanılmış kimliği ile doğduğu ve uzaklaştırıldığı kültür arasındaki farklılıkların oluşmasına izin verdiği düşüncesinden hareketle daha önce yapmadığı birşeyi yapar ve 1972 yılında sabbatical hakkını Beyrut'da Arap edebiyatı konusunda çalışarak kullanır. Böylece, hem Arap hem de Amerikalı olarak, hem birlikte hem de birbirine karşı düşünmeye ve yazmaya başlar.

     

    70'lerin sonlarında Enver Sedat ve Yaser Arafat tarafından barış görüşmelerine Filistin temsilcisi olarak atanır. Sürgünde Filistin Parlamentosunda 14 yıl görev yapar. 1980'lerin sonunda FKÖ lideri sonunda FKÖ lideri Yaser Arafat'la görüş ayrılığına düşerek barış görüşmelerinde görev almaz ve barış karşıtı olmakla suçlanır. 1985'de İsrail Savunma Gücü tarfından Nazi olmakla suçlanan Said çeşitli tehditler alır. 1999'da "Out of Place" adını verdiği anılarını yayınlamıştır. İngilizce ve Arapça dışında Fransızcayı da iyi bilen Said, Londra'da yayınlanan The Guardian, Fransa'da yayınlanan Le Monde Diplomatique ve Arapça yayınlanan günlük Al-Hayat gazetelerine düzenli olarak yazılar yazmaktadır.

     

    1978 yılında yayınlanan "Oryantalizm" (Şarkiyatçılık) üzerinde çok konuşulan ve tartışılan bir kitap olmuş. Bunu "Kültür ve Emperyalizm", Filistin ve İslam'a dair diğer kitapları izlemiş ve yayınladığı toplam 10 kitabı 14 dile çevrilmiş. Üç ayrı yayınevi tarafından Türkçe'ye de çevrilmiş ve basılmış olan "Orientalizm" dışında Türkçe'de basılmış diğer kitapları; "Filistin Sorunu", seçme yazılarının yer aldığı "Kış Ruhu", "Haberlerin Ağında İslam", "Kültür ve Emperyalizm", "Entelektüel; Sürgün, Marjinal, Yabancı", ve F. Jameson T. Eagleton ve E. Said'in yazılarından oluşan "Milliyetçilik, Sömürgecilik ve Yazım".

     

    1990'lı yılların başından bu yana lösemi hastası olan Said, 25 Eylül 2003'te New York'taki bir hastanede 67 yaşında hayata veda etti.


  12. Rasim Özdenören

     

    SEZAİ KARAKOÇ

    (bir entelektüelin profili)

     

    Biz mahcup ve onurlu çocuklarız

    Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız

     

    S. Karakoç

     

    ...

     

    Ortaokulu Maraş’ta, liseyi Gaziantep’te bitirdikten sonra yüksek öğrenim için Ankara ve İstanbul yollarına düşer. Aslında felsefe okumak istiyordur. Ama pratik zorunluluklar, onu, parasız yatılı sınavını kazandığı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya yönlendirir. Fakülte öğrencisiyken Büyük Doğu ile irtibatı süreklilik kazanır. Artık yalnızca yetişkin bir okuyucu değildir. Bir uçtan, kendiliğinden şiirler yazmaya da başlamıştır. Düz yazılar kaleme almaktadır. Büyük Doğu dergisinde okuduğu ‘İdeolocya Örgüsü’ başlığını taşıyan yazılar, onun için yalnızca soyut fikir maharetlerinden ibaret kalan yazılar değildir; bu yazılar, ona hayatın rehberi gibi görünür.’İdeolocya Örgüsü’nde gündelik hayatın uygulamaları zımnında dile getirilen önerileri benimser ve bu önerileri bir hayat tarzı olarak hayata geçirmek ister. Nitekim kalkıp İstanbul’a Büyük Doğu’yu ziyarete gittiğinde, derginin çalışma salonunda çalışanlara, kapıda durup sağ elini yukarıya kaldırarak: ‘Selam size!’ diye selam verir. Ve onlardan da ellerini kaldırarak: ‘Size selam!’ diye cevap vermelerini bekler. Fakat orada çalışanlar, bu genç adamın, kendine mahsus Büyük Doğu selamı verdiğinin farkında bile olmazlar. Bu tecrübe onu sükutu hayale uğratmış olsa bile, onun kafasının bir özelliğini ortaya koymaktan geri durmaz. Onun için fikir, soyut dünyada işe yarayan fikstürlemelerden ibaret bir keyfiyet değildir; fikrin hayata geçirilmesi de önem taşır.

     

     

    Aynı yıl, onun sayesinde tanıyacağımız Üstad Necip Fazıl’la onu ister istemez kıyaslamaya gidiyorduk. O zaman kendimce üstadı zekada, Sezai Karakoç’u akılda yüceltiyordum. Sezai Karakoç, tanıdığım ilk bilge insandı. Ve ilk düşünür… Eski düşünürlerin, filozofların eserlerinin, herhangi bir arkadaşının düşüncelerini eleştirir gibi eleştirmesi benim için şaşırtıcı bir olaydı.

     

     

    Düşünce dünyasının, onun gündelik pratik hayatına ayak bağı olduğunu ileri sürmek de mümkündür. Öylesine düşüncesinin (buraya şirininde dahil olduğunu söylemeye gerek var mı?) surları arasına gömülmüştür ki, nerdeyse onun için bir dış dünya yok haline gelmiştir. Memuriyetten ayrılmaya karar verdiği ve ayrıldığı günde, aslında ne yapacağını, nasıl geçineceğini nerdeyse hesaba bile katmamıştır, diyebiliriz. Nasıl geçineceğine ilişkin soru, herkes gibi elbette onun da sorusudur. Bu sorunun ona ayak bağı olmadığını anlatmak istiyorum. Sonradan çektiği sıkıntılar, onun ‘geçim dünyası’na ne kadar hazırlıksız bulunduğunu göstermeye yeter. Necip Fazıl, bir defasında, içinde bulunduğu sıkıntıyı ifade sadedinde şöyle söylemişti: ‘Necip Fazıl’ı bir gün Yeni Cami duvarının dibinde bir boyacı sandığının önünde görürseniz, bundan doğacak mahcubiyetin mecmuu ondan başka herkese racidir!’ Necip Fazıl, ayakkabı boyacılığı yapmadı. Ama Hatıralar’ında okuduğumuz kadarıyla Sezai Karakoç, evinde, açlık sınırlarına teğet geçti.

     

     

    İmanın doruk noktasında, o, isyan eder, inkarı sevdiğini söyler. ‘Aşkı göğsünde kurşun gibi’ taşır. Bütün bu karmaşanın ortasında iyilik ve yardımseverlik duygusu asla küllenmez. Cömertlik duygusu asla nekesliğe dönüşmez. Münzevi hayatını şimdi dostlarından uzak bir çilecilikle geçiriyor. Ama dostlarının ondan uzak olduğunu düşünmüyorum. O, dostlarını nasıl görürse görsün, dostları onu yüreklerin de yaşatıyor, seviyor.

     

    (Hece Dergisi ‘Diriliş’ Özel Sayısı)


  13. RASİM ÖZDENÖREN

     

     

    Gençlik’te gazeteciliğimizde sürüyordu. Bir gün Maraş’a resmi görevli bir kadastrocu ekibi gelmişti. Doğan Bey, Ali ile beni bunlarla mülakat yapmaya göndermek istiyordu. Kabul ettik. Fakat mülakata gitmeden önce sorularımızı hazırlayalım dedik. Doğan Bey:

     

    -Soruya gerek yok, dedi, siz gidince onlar zaten kendilerinden konuşmaya başlayacaktır.

     

    Ya, öyle mi, kolaymış. Ali ile kadastrocuları, çalıştıkları büroda bulduk. Selamünaleyküm, aleykümselam. Kendimizi tanıttık.

     

    -Biz, dedik, Gençlik gazetesinin muhabirleriyiz, sizinle mülakat yapmaya geldik.

     

    Adam kalktı, kerli ferli bir adam, bizimle tokalaştı, yer gösterdi. Oturduk, beklemeye başladık. Büroda dört beş kişi vardı, önlerinde, masalarında aydınger kağıtları, cetveller, pergeller, kurşun kalemler, çini mürekkepler, kalemlerini bırakmış, ellerini masalara dayamış, arkalarına yaslanmışlar bizi seyrediyorlar. Bizse ne diyeceğimizi bilmeden onlardan birinin konuşmaya başlamasını bekliyoruz. Nihayet o kerli ferli adam konuştu:

     

    -Çay içer misiniz?

     

    Çaya henüz ünsiyetimiz yok o sıralar. Ortalık yaz sıcağı ile kavruluyor. Çay mı? Mütevekkil, boyun kırdık. Biraz sonra çaylar geldi. Şekerleri atıp karıştırıyor, adamların konuşmalarını bekleyerek çay kaşıklarını bardağın içinde döndürüp duruyor, vakit öldürüyoruz. Nihayet kerli ferli adam:

     

    -Sorularınızı bekliyorum.

    Tüylerim diken diken oldu. Ali’yle gizlice bakıştık. Ali çaresizlikle çayından bir yudum aldı. Ulan kahrolası Doğan Bey… Fakat kafamda müthiş bir şimşek çaktı, soruyu buldum:

     

    -Yaptığınız işin önemine inanıyor musunuz?

    Adam bu sorudan kalkarak işlerinin önemini, buralarda neler yaptıklarını anlatabilirdi. Fakat adam çay bardağını elinden masaya bırakmış kıkır kıkır gülüyordu. Ötekilerde gülüşmeye başlamışlardı. Sorduğum soru o anda bana da anlamsız ve komik geldi. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Ali, yerinden kıpırdadı ve yarım bırakılmış çayının bardağını bir yere iliştirdi. Kaçacaktı. Anladım. Ben de elimdeki bardağı bir yere bırakıp fırladım. Garip bir şekilde sıvışıyorduk oradan. Kerli ferli adam arkamızdan:

     

    -Çaylarınızı bitirseydiniz, diye sesleniyordu.

     

    Fakat biz kendimizi bir anda odanın dışında bulmuştuk bile. Hızla binayı terk ettik. Ali ile ağlayacak mıyız, gülecek miyiz kestiremedim, fakat ikimiz de Doğan Beye kahrederek hızlı hızlı gazetenin yolunu tuttuk. Doğan Bey sokağın köşesinde bizi bekliyormuş. Yılışarak:

     

    -Ne yaptınız, diye sordu.

     

    Elinin körü.

     

    -Kepaze olduk, dedim.

     

    -Konuşturmadınız mı?

     

    -Soru sormadık ki, ne konuşsunlar?

     

    Doğan Bey:

     

    -Zarar yok, zaten mühim değildi, diye geçiştirmeye çalıştı.

     

    Bu mülakat ‘skandalı’ bana iyi bir ders olmuştu. Gazetecilikte ikinci fiyaskom buydu.

     

    ...

     

    (Hece Dergisi Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı)


  14. 1940’ta Maraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde tamamladı. İ.Ü. Hukuk Fakültesini ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi. Aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı. 1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü.

    "Özdenören Denize Açılan Kapı adlı eseriyle 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikayecisi Ödülü'ne layık görülmüştür. İki Dünya adlı deneme kitabı da 1978'de Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından fikir dalında Jüri Özel Ödülü'nü kazanmıştır." Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan Çok Sesli Bir Ölüm, Uluslararası 1977 Altın Prag TV Filmleri Festivali’nde Jüri Özel Ödülü aldı. Bu ödül de, TRT Televizyonu’nun ilk ödüllerindendir.

     

    Kitapları

     

    Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler

    Kafa Karıştıran Kelimeler

    Müslümanca Yaşamak

    Yaşadığımız Günler

    Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı

    Çarpılmışlar

    Çözülme

    Çok Sesli Bir Ölüm

    Gül Yetiştiren Adam

    Hastalar ve Işıklar

    Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti

    Ruhun Malzemeleri

    Ben ve Hayat ve Ölüm

    Yeniden İnanmak

    Denize Açılan Kapı

    Red Yazıları

    Acemi Yolcu

    İpin Ucu

    Çapraz İlişkiler

    Kent İlişkileri

    Yüzler

    İki Dünya

    Kuyu

    Köpekçe Düşünceler

    Hışırtı

    Ansızın Yola Çıkmak

    Eşikte Duran İnsan

    Yazı, İmge ve Gerçeklik

    Aşkın Diyalektiği

    Toz Düşünsel Duruş

     

    (rasimozdenoren.com)


  15. koç.. :D kurban bayramı hariç pek görüşmüşlüğüm yoktur bu hayvancağızla.. inatçı ve çekilmez olduğunu ileri sürenler var.. ne kadarım ona çekmiş bilmem ama ben mutluyum halimden :D


  16. Burhanettin Duran

     

    KISAKÜREK'İN SİYASİ FİKİRLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

     

    Kısakürek’in Batı’ya Bakışı

     

    Batı’nın anlaşılması hem Türk modernleşmesini değerlendirmek hem de Büyük Doğu idealini tarif edebilmek için gereklidir. Dünyanın İkinci Dünya savaşına doğru gittiği bir dönemde siyasi yazılarına başlayan Kısakürek Batı’nın içinde bulunduğu manevi krize sıklıkla işaret ediyor ve Avrupalı olmamak şerefinden bahsediyordu. Ona göre müspet bilgiler manzumesine sahip olan Avrupa ‘ezeli ve ebedi iman, irade, ahlak, nizam, gençlik, huzur ve şevk kıymetleri yerine, şüphe, uyuşukluk, hile, karışıklık, ihtiyarlık, rahatsızlık ve kasvet’ (1) afetlerinin içinde çırpınmaktadır.

     

    Avrupa’ya eleştirel yaklaşımın oluşum dönemi öğrenci olarak gönderildiği Paris’teki bohem hayatına geri götürülebilir. Paris tecrübesinden vardığı sonuç maddi alanda ‘muhteşem bir müspet bilgiler manzumesi’ olan Avrupa’nın mamur dünyasının perdesinin gerisinde ‘karanlık ve haraplık’ vardır. Madde idrakine bağlı bir şuurla sadece dünyayı hedefleyen batı, ferdin metafizik ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Kısakürek’in ‘madde planına hâkim ve ruh planına mahkûm’ olarak gördüğü batının iki yüzü vardır; bir yüzü ruhi bir buhran içinde kıvranırken diğer yüzü maddi başarılarını dışarıya mutluluk olarak sunmaktadır. Doğu toplumlarındaki modernleşme hareketlerinin en zayıf yani batının sadece mutlu yüzünü görerek kendi ruhi özlerini reddediyor olmalarıdır.

     

    Kısakürek’e göre Batı medeniyeti üç faktörün birleşmesiyle şekillenmiştir: Yunan aklı, Roma nizamı ve Hıristiyanlık ahlak ve hassasiyeti. Rönesansla kilisenin ve feodalitenin baskısından kurtulan Batı 19. asrın ikinci yarısından itibaren siyasi alandan iktisadi alana kadar her yönüyle büyük bir buhranın içine yuvarlanmıştır ve ruhunu aramaktadır. Bu buhranın temelinde son haddine vardırılan müspet bilimlerin madde üzerindeki hâkimiyetinin insan ruhunun dayanaklarını yok ediyor olması yatmaktadır. Madde ile ruh arasında kurulamayan denge (aşağı kısmı dolarken yukarı kısmı boşalan bir kum saati gibi) bunalımın belli başlı sebebidir. Birinci ve ikinci Dünya Savaşları ise bu büyük buhranın belirtileridir. Komünizm, faşizm ve nazizm gibi ideolojiler buhran içindeki batının dertlerine çözüm olmaktan uzaktır. Ona göre birbirine yakın ve benzer dünyalar olan kapitalizm ve komünizmden hangisi galebe çalarsa çalsın batının buhranı devam edecektir; zira ‘Batı, makineyi ve aleti emrine vereceği ruhi nizam, ahlak ve iman kutbundan mahrumdur.’ Avrupa’nın bu zaafı dünyanın makinenin hâkimiyeti altına girmesiyle sonuçlanmıştır ve insanlık kaybolan ‘ruh müeyyidesini’ aramaktadır. (2)

     

    Kısakürek için Batı Avrupa’dır. Amerika batının içinde değil, kenarındadır; zira ruh ve ahengin doğurduğu çileye yabancı ve bütün başarısı madde planında gerçekleşen bir cemiyettir. Maddeci ve kemiyetçi, basit ve sığ Amerika’nın Batı’nın buhranlı macerasında yeri yoktur. Hatta soğuk savaş döneminde Avrupa medeniyetinin doğudan Rusya batıdan Amerika (iki ejderha) tehdidi altında olduğu kanaatindedir. ‘Maddecilik yatağı Rusya, resmi fikirde maddeci, hususi hayatta mistik, Amerikalı ise inanışta anti materyalist, yaşayışta maddecidir.’ Amerikanın batı içinde yükselişini ‘Batının ucuzluğu’ olarak tasvir eder ve eğer batı ölmeyecekse, Avrupa’nın gebe olduğu yeni bir davranışla bu ucuzluktan kurtulabileceğini iddia eder. (3) Ona göre aslında Batı’nın ucuzluğu Engels ve Marks’ın tarihi materyalizmi ve pozitivizm ile başlar. Komünist devrim ve Amerika’nın yükselişi ile doruğa çıkar. Komünizm, faşizm ve nazizm gibi batılı ideolojiler insanlık için kurtuluş yolunu göstermekten acizdirler ancak birbirlerinin yanlışlarını çıkarmak hususunda doğrudurlar. Sözgelimi komünizm batı toplumunun buhranına işaret ederken haklıdır ama öte yandan kurtuluş adına bütün ruhi değerleri yok sayarken yanlıştır. Soğuk Savaş döneminde muhafazakâr aydınlar arasındaki yaygın komünizm karşıtlığını Kısakürek’te de görmek mümkündür. Kısakürek komünizm karşısında Türkiye’nin ve İslam dünyasının batı demokrasileri yanında olması gerektiği fikrini taşımıştır. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi komünizmin yıkılması batı emperyalizminden intikam alma fırsatı verecektir zira bu yıkılış batının yıkılışı anlamına da gelecektir. İkincisi, tarihi düşman Moskof ve yeni silahının (komünizm) yıkılışı ile İslam’ın ve Türklerin ayağa kalkmasının önü açılacaktır.

     

    Batı’nın doğu’yu ‘fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhi eda ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemi’ olarak algılamasını eleştirir. Ona göre doğu, vahyin ve ruhi değerlerin; her şeyin geldiği yerdir. Ancak Kısakürek devamla Doğu’nun temel zaafının aklı ve maddeye hâkimiyeti önemsememesi olduğunu söyler. Buradan hareketle Doğu’nun düşüşünün sebebini Batı’nın rönesansında değil Doğu’nun kendi içinde rehavete düşmesinde görmüştür.

     

    Avrupa insanının fikir çilesini takdir eder ve şöyle bir sonuca varır: ‘Avrupa’nın arayıp çok kanlı mücadelelere rağmen, bulamadığının İslam’da olduğuna kaniim.’ Benzer bir şekilde Avrupa insanının, en beğendiği yönü eşya ve hadiseler üzerinde hâkimiyet kurmasıdır ve bu aslında İslami bir emirdir. Kısakürek’in bu fikri Rönesans hareketini olumlayan sözlerinde çok net ortaya çıkar. Onun gözünde eğer Müslümanlar Kur’anın emirlerini yerine getirseydi Fatih döneminde başlayan Rönesansı yapar ve batılılardan önce füzeyi icat ederlerdi. ‘Eşya ve hadiseleri feth ve teshir etme’ aksiyonu olarak gördüğü Rönesans hareketinin hakikat ve hikmeti İslam’dadır ona göre. Ortaçağ’da İslam’ın Bağdat sitesinden övgüyle bahsederken aynı dönemde Avrupalıların ağaç kökü yediğini üstten bakan bir psikoloji ile anlatır. Eski Yunan ve Roma’nın metinlerini Müslümanların tercümelerinden alan Avrupalı, İslamiyet olmasaydı Rönesansı yaratamazdı. (4) Kısakürek’in batıda gördüğü ama temelini yine İslam’a dayandırdığı bir olumlu özellik de nizam fikridir. Batı nizam fikri etrafında dünyayı fethetmiştir ki bunun hakikati de İslam’dadır.

     

    Son dönem Osmanlı aydınını sıkça eleştiren Kısakürek Avrupa’dan öğrenme ihtiyacı hususunda onlarla hemfikirdir. ‘Azametli bir kütüphane’ olarak nitelediği Batı’nın kültürünün her şubesiyle Türkçeye hızla çevrilmesi gerektiği kanaatindedir. Kültürlenme davasında Türk kültürünün üçüncü temeli olarak gördüğü Batı kültürü Yunan’dan Roma’dan Rönesans sonrası sanat akımlarına fenlere ve ideolojilere kadar bilinmelidir. Hedeflenen şey Batı’nın kabuğunu oymak ve meyvesine ermektir. Kısakürek ‘Aynadaki Yalan’ adlı romanında Naci’nin dilinden Batı’yı takdir eder: ‘Batılı ilim ve tefekkür adamının en büyük imtiyazlarından biri de hakikate ermek uğrunda fikre tanıdığı haktır. Ne yazık ki bu hak, batı taklitçisi ülkelerde mevcut değildir.’ Kısakürek’in hayatının son dönemlerinde Batı hakkında daha sert yorumlar yaptığını görmekteyiz. Şiirindeki ve düşüncesindeki Batı tesirlerine rağmen ‘hiçbir tesirine maruz kalmadığım bir tarafa, şiddetle aleyhtar olduğum medeniyetin ismi Batı’dır’ (5) sonucuna varmıştır.

     

    1-Kısakürek, Çerçeve1

    2-Kısakürek, İdeolocya Örgüsü

    3-İdeolocya Örgüsü

    4-Kısakürek, Dünya Bir İnkılap Bekliyor

    5-Kısakürek, Konuşmalar

     

    (Kısaltılmıştır)

     

    Hece Dergisi-Necip Fazıl Kısakürek Özel sayısı

×
×
  • Create New...