Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nedamet..

Üye
  • Content Count

    291
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by nedamet..


  1. CEMAL SÜREYA

     

    760. GÜN

     

    760. Gün

     

    Cahit Zarifoğlu ölmüş. Bugünün adı da bu olacakmış. Bir ay kadar önce, öğrenmiştim onulmaz sayrılığa tutulduğumu. Bazı kanserler mutlaka çok büyük bir çocukluk mutsuzluğuna bağlıymış gibi gelir bana. Hiçbir bilimsel tutamağı olmayan bu kanıya tanıdıklarımda bir şeyler göre göre vardığımı sanıyorum. Bir izlenim işte. Zarifoğlu’nu tanıdığım yılları düşünüyorum. Sevinçlerle büyümüştü sanki.

    İyi şairdi. İlk şiirleri de iyiydi. Karakoç çevresinden. Daha yüz yüze gelmeden, 1962’de bana, Paris’e bir mektup yollamıştı. Adresimi Sezai’den almış. Saklamamışım o mektubu. Zarifoğlu o sıra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul’a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda. Ben de bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride. O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat koşuluna mı indirmek istiyor beni.

    Dönüşte yeniden tanıştık. Zaman zaman vapurda, yolda, Sezo’nun evinde bürosunda, rastlaştıkça konuşurduk, (ama her şeyden)… Daha çok 1964-1966 yılları. Söylenmemiş güzel sözler de vardı aramızda. Ama bir arkadaşlığımız olmadı. Serüvenlerinden söz ederdi. Bunları, tuhaf yanlarını öne getirerek anlattığını anımsıyorum. Şiirine de yansıtmıştır. Sezai ile onun bu tavrı ve öyküleri üzerine çok konuşmuşuzdur. O yıllarda mukaddesatçı genç sanatçılarla, aramızda büyük kopukluk yoktu. Kopukluğu onlar yarattı. Zaman nasıl da akıp gitmiş? Tam yirmi yıl oluyor Cahit Zarifoğlu ile görüşmeyeli. Bir gün de bin yıl olacak.

     

    761. Gün

     

    Öğleden sonra Buyrukçu ve Nihat Öztaş ile buluştuk. Buyrukçu Cahit Zarifoğlu’nu son olarak Papirüs’te gördüğünü söyledi. 1966’da. Ben anımsamıyorum dergiye geldiğini.

    Zarifoğlu’nun şiiri başlangıçta benimkiyle Sezai Karakoç’unki arasında kendine yer arar. O ara bana daha da yakın olduğunu söyleyebilirim. Giderek kendini buldu. İsimler sözlüklerinde ve ansiklopedilerde onun ‘gizemci’ oluğu çok kesin biçimde söylenir. Bence o kadar değil ya da Zarifoğlu’nun ayırıcı özelliği orada değil. İşaret onda aynı zamanda sorudur. Maraşlı delikanlı tavrını hiç bırakmamış, onun bir inançtan çok, bir afiye, bir gösteriye ilişkin olmasından kaynaklanıyordu. Mahallesini çok seven ve oradan gelen dayanışma duygusunu bir silah gibi de görmeye başlayan çocuk. Zarifoğlu’nun şiirinde çok şey serüven duygusundan doğmuştur. Serüvenin kahramanı kendisidir.

    Özdenören (Alaeddin ve Rasim) kardeşleri de o günlerde tanımıştım. Onlar ürünlerinde serüvenin kahramanı değil tanıkları olma yolundalardı.

    Evet, bir ‘kabala’ var Zarifoğlu’nun şiirinde. Ama cinlerle içli dışlı olmayan bir kabala, bir çeşit yazgı pokerine yönelmiş…

    Ece Ayhan’a sordum, ona göre ‘Cahit Zarifoğlu’ şiirde yapı sorununu en iyi kavramış bu konuda örnek gösterilebilecek sanatçılardan biri. Kolsuz bir Hattat’ta da ayrıca belirtmiş bunu.

    Ece’nin evi yanmış.

     

    (Gösteri-Temmuz 87)


  2. Hz. Peygamber’den Herakliyus’a

     

    ‘Bismillahirrahmanirrahim.

    Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Bizanslıların büyük reisi Herakliyus’a: ‘Selam hakikat yolunu izleyene (olsun)!... İlave edeyim ki seni bütün olarak İslam’ı kabule davet ediyorum. İslam’ı kabul et ki felah bulasın. İslam’ı kabul et ki Allah değerini iki kat artırsın. Ama eğer kaçınırsan, tebeanın günahı da senin üzerine yüklenecektir. Ve siz, ey Kitab-ı Mukaddes’in insanları (Ey Ehl-i Kitab!) sizinle bizim aramızda aynı olan bir söze doğru geliniz: ki biz ancak Allah’a taparız, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayız ve aramızda kimse kimseyi, Allah’ın dışında sahib (rab) edinmez. İmdi, eğer kaçınılırsa, şöyle deyiniz: Şahit olun ki biz Müslümanlardanız (Allah’a teslim olanlarız)

     

    Kaynak: Hz. Peygamber’in Altı Diplomatik Mektubu, Muhammed Hamidullah..


  3. SONE 29

     

    Düşünce insanların ve kaderin gözünden

    Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;

    İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden,

    Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım;

    Talihi yaver giden herkese gıpta eder,

    Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim;

    Şunda sanata, bunda dehaya içim gider,

    Oysa solda sıfırdır yapmak istediklerim;

    Kendimden iğrenirken aklım sana doğrulup

    Gönlüm kara dünyayı gerilerde bırakır,

    Gün doğarken yükselen bir tarla kuşu olup

    Cennet kapılarında kutsal ezgiler şakır;

    Öyle bir servettir ki sevgini anmak bile,

    Sultanlarla yer değiş deseler nafile…

     

    SONNET NO. 29.

     

    When, in disgrace with Fortune and men’s eyes,

    I all alone beweep my outcast state,

    And trouble deaf heaven with my bootless cries,

    And look upon myself and cursa mt fate,

    Wishing me like to one more rich in hope,

    Featured like him, like him with friends possessed,

    Desiring this man’s art and that man’s scope,

    With what I most enjoy contented least;

    Yet in these thoughts myself almost derpising

    Haply I think on thee, and then my state,

    Like to the lark at break of day arising

    From sullen eart, sings hymns at heaven’s gate:

    For thy sweet love remember’d such wealth bring

    That then I scorn to change my state with kings.


  4. sana bahsettiğim resmi bulamadım, hocama da ulaşamadım. Kafatasıyla oynayan adam var elimde… izini sürmekte oluğum şu birkaç adamın diğer bir adamın midesini açıp inceledikleri olay görünürlerde yok.. ki zaten anladığım kadarıyla sizin bir şeyler yapmanız isteniyor.. belki birkaç resim bir araya getirilerek hoş bir komposizyon oluşturulabilir, ama bütün bir sanat tarihini taramak gerekecek.. :) ve eserlere yöneltilen yorumların iyice araştırılması gerek.. bende iş üstüne iş çıkarıyorum sanırım, iyisi mi susayım.. :) yine de, da vinci, albrecht dürer ve karavaçyo yardımcı olabilirler bu konuda…onun dışında ben saksıyı çalıştırmaya devam edeyim… kolay gelsin, Allah yardımcınız olsun…


  5.  

    Adana’da tutukluları öyle bir yere tıkıyorlar ki –bir Maraşlının tabiriyle- köpekler bile barınamaz. Pislik, kazurat ve teaffün yuvası bir yer… Maraşlılar, milli müdafaaları zamanında memleketlerine geldiği vakit kendisine yapmadıkları ikram bırakmadıkları Kılıç Ali’ye baş vurup şöyle diyorlar:

     

    -Biz memleketin bellibaşlı insanları olarak sizi Maraş’a geldiğiniz zaman başımıza tac ettik. Şimdi bizi bu pislik kuyusuna atmayı nasıl reva görüyorsunuz?

     

    Cevap geliyor:

    -Sizi yakında kurtaracağım! Sabırlı olunuz!

     

    ‘Yakında ipte sallandırılıp kurtulacaksınız!’ manasına, sinsilik ve alçaklıkta son haddi tutan bir cevap…

     

    Maşallah Ali efendi, (lâkabı Maşallah –daima inşallah ve maşallah diye konuşurmuş-) Abdülkaadir ve Pekmezci Hacı Hüseyin idamlık…

    Bunlara hükümden önce soruyorlar:

    -Son ihtar! Şapka giyecek misiniz, giymeyecek misiniz?

    Cevap, üçlü bir koro halindedir:

    -Giymeyeceğiz!

     

    Üçü de sıcak bir yaz günü buzlu bir şerbet içercesine şehitlik şerbetini zevkle, saadetle içiyor.

     

    Maşallah Ali Efendi’nin sehpada, boynunda ilmik, muazzam sözü:

    ‘Benim adım Maşallah, şapka giymem inşallah… Eşhedü…’

     

    Şapka kurbanları, mazlumluk ve şehitliğin en üst mertebesidir… Şimdi sıra bu mertebenin fert planında en üst örneğine gelmiştir:

    İskilipli Âtıf Hoca…

     

    (Şapka Kurbanları)


  6. Necip,

     

    Mehmet’in doğması –bilmem inanır mısın- benim için bir bayram. Çok seviniyorum. Yüzünü gözünü merak ediyorum. Nasıl şey, çok bağırıyor mu? Görmek lazım vesselam.

     

    Dünya yüzüne ayağı uğurlu geldi. Mehmet bu, şaka değil, kolhoz reisi filan olur inşallah.

     

    Seni öperim.

     

    Karına, yeryüzüne bir Mehmet kazandırdığı için teşekkür, ellerinden öperim.

     

    Abidin.

     

    (Mehmed’e selam, artık çabuk büyüsün, unutma söyle)

     

    Abidin Dino


  7. Üstad,

     

    Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, sizden çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretinize geleceğim.

     

    Kültür Bakanlığı büyük ödülünü kazandığınız için sizi candan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığını onurlandırdınız.

     

    Size gelecektim, ama üç gün sonra Almanya’ya gidiyorum; bir ay sonra döneceğim.

     

    Altı yıldan beri ‘Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı’ adı ile bir yıllık çıkarmaktayım. Size son sayısını gönderiyorum, tetkik etmeniz için. İnşallah yüzüncü yaşınızda da sizi tebrik etmek bana kısmet olur. Ben sizden dokuz yaş küçüğüm.

     

    Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı için, 75. yaşınıza dair bir yazı vermenizi rica ediyorum. Bu yazıyı eski Türkçe yazabilirsiniz. Size daha kolay gelirse. Yazmaya zamanınız yoksa bu mektubu size getiren hanıma söyleyerek yazabilirsiniz. Ama ben sizin yazınızı tercih ederim.

     

    Yazı, istediğiniz uzunlukta olabilir. Her ne isteseniz yazınız. Mesela 75. yaşınız dolayısıyla bir muhasebe, geçmişle muhasebe… yahud hatıralarınızdan bir bölümü anlatabilirsiniz. Şiirinizde yahut tiyatro yazarlığınızdaki merhaleleri de açıklayabilirsiniz ya da büsbütün başka şeyler…

     

    Yazınızla birlikte bir de fotoğraf rica ediyorum.

     

    Bu yıllığın neşri gecikmişti. Bu münasebetle mümkün olduğu kadar çabuk gönderirseniz beni sevindireceksiniz.

     

    Ziyaretinize geleceğim.

     

    Yolunuz düşerse bir gün vakfa da misafir etmekten şeref duyarım.

     

    Neslihan Hanımefendiye lütfen saygılarımı bildiriniz.

     

    Her zaman dostluklar…

     

     

    Aziz Nesin


  8. Genç Dergi Ocak ´08

    Sayfa: 28-29

    Harun Kırkıl

     

    Bir Apartman Uğruna Ne Konaklar Yıkılıyor

     

    Uzun yılların verdiği yorgunlukla dalmıştı bir İstanbul gurûbuna daha… İstanbul ufku kan kırmızı… Mâzînden kalan tatlı hâtıralar, gönlünde ince bir sızı…

     

    — Acaba dünyanın diğer yerlerinde de güneş bu kadar güzel mi batar, diye geçti içinden. Şimdi o burada olsaydı, güzel bir şiir yazardı, batan güneşten aldığı ilhâm ile. Yani hayatta olsaydı, diye düzeltti kendi düşüncesini, hayatta olsaydı mutlaka yazardı…

     

    Münâsebetsiz komşularının her zamanki ukalâlılıklarından biri bozmaya yetti, bu ânın bütün güzelliğini… Gözünün önünde canlanan mâzînin, titreyen hayâli silinip kayboldu, etrafını saran beton yığınlarıyla baş başa kaldı:

     

    — Daldın gittin yine konak harâbesi. Sabret, yıkacaklar seni de. Bahsettiğin o efendilerine, hanımlarına kavuşmana az kaldı, biraz daha sık dişini.

     

    Canınız cehenneme, deyiverecekti neredeyse, ama son bir kere daha “fesüphânallah” çekerek, büyük bir iman ve devlet terbiyesinden kalma efendiliğinden taviz vermedi:

     

    — Rica ederim, üzerime daha fazla gelmeyiniz, diyerek geçmiş günlerin hayâline dalmak istedi tekrar, ama mümkün olmadı. Komşu apartmanlardan birinde oturan şehir züppelerinden biri, son sesine kadar açtığı müzikle mûtâd gürültüsüne başlamıştı.

     

    Üstâdın köşkü, bu mîrasyedi ruhlu apartmanların arasında, merkep ahırındaki zavallı ceylan gibi hissediyordu kendini. Önceleri üzülüyordu beni de yıkacaklar diye; kaza süsü verip yakacaklar önce, sonra da yıkacaklardı. Onun da akıbeti bu olacaktı en nihâyetinde. Bir kere daha çekti içini, rüzgarda gıcırdayan pencere kapaklarının sesi, sanki hafif bir inilti gibiydi. İnşallah beni de yıkarlar da, kurtulurum sizden, diye geçirdi içinden.

     

    Komşu apartmanlardan biri yine hırlarcasına:

     

    — Ne gıcırdayıp duruyorsun yine! Yıkılmadın gittin be sende, mendebur!

     

    Nurlu bir sîmâyı andıran beyaz boyalı cephesiyle, kırışık bir çehre görüntüsü veren eski ahşap kaplaması ve çok şeyler görüp geçirmiş yaşlı gözleri andıran pencereleriyle, yanındaki bilmem kaç katlı apartmanı aşağıdan yukarıya bir kere süzdü ve dedi ki:

     

    — Bana mendebur diyorsunuz, lâkin kullandığınız kelimenin mânâsını dahi bilmediğinizden adım gibi eminim.

     

    Bu cevap üzerine civar apartmanlardan sataşmalar gelmeye başladı:

     

    — Sen o kelimenin mânâsını biliyorsun da neye yarıyor sanki!

     

    — Beyler! Aman yavaş, o üstadın köşküdür, okumuş yazmış takımındandır!

     

    — Üstadın köşküymüş hah! Sevsinler senin üstadını!

     

    Yeni yapılanlardan biri, hem de en lüks görüneni mevzuya yabancı kalmıştı:

     

    — Üstad üstad diyorsunuz, yaw kim bu Allah aşkına!

     

    — Necip Fâzıl Kısakürek, üstad derler kedisine! Sen tanımazsın, yenisin daha…

     

    Duyduklarına inanamadı, yığılıverecekti az daha. İçindeki kablolardan biri cız etti sanki, neredeyse kısa devre yapıp da yangın çıkıverecekti. Bu apartman ve içindekiler, üstadı hakikaten tanımıyor muydu? Adını bilmemesi, duymaması mümkün müydü? İçi içini kemiriyordu… Tekrar üstadı canlandı gözlerinde; O’nun en uzun süre kaldığı, en güzel şiirlerini yazdığı yerdi burası. Birçok kitabını burada yazmış, günü gelince hayata gözlerini burada yummuş ve cenâzesi bu evden kalkmıştı. Dile kolay, tam yirmi sene… Kimileri gelir ziyaret eder, kimileri akıl danışır, şiir meclisleri, edebiyat sohbetleri tertip edilirdi. Ah o günler, ne günlerdi…

     

    Mâzînn hatırasıyla yaşadığı huzuru da çok gördüler yine. Camları açık bir spor arabanın gürültülü müziği, onu daldığı hayallerden uyandırmaya yetti.

     

    - Ricâ etsem, dinlediğiniz müziğin sesini biraz kısabilir misiniz? Dedi.

     

    Amerikan rüyası da dedikleri Mustang’ın cevabı kâbus gibiydi:

     

    - Hey ahbab senin neyin var ha! Kendine bir iyilik yap da, kapa o lânet olası çeneni tamam mı?

     

    Al sana bir tane daha, Kadıköy değil mi? Züppenin harman olduğu yer, diye geçirdi içinden. Gürültüden rahatsız olması etraftakilerin dikkatini üzerine çekti.

     

    - Şuna bak şuna… Müzikten ne anlarsın sen, bir de rahatsız olmuyor mu ya!

     

    - Ben anlamıyorum ya! Kadıköy’ün göbeğinde, Göztepe’de böyle bir konağı bırakıyorlar ya! Bu müteahhitler ne iş yaparlar kardeşim…

     

    Üstadın konağı güzel bir cevap verdi:

     

    - Müteahhit dediklerin, eski diye sapasağlam güzelim konakları yıkar, yerlerine “depremde ilk yıkılacak” şekilde çürük apartmanlar yaparlar, dedi…

     

    Bilmem ne hanım Apartmanı, şuh bir kahkaha attı:

     

    - Aman da amaann, sevsinler senin sağlamlığını, merdivenlerinin gıcırtısı yedi sokak öteden duyuluyor ayol!

     

    - Ben yıllardır tamir görmedim olacak o kadar. Hem merdivenim gıcırdasın varsın, sizin asansörlerinizdeki gibi kimse merdivenimde mahsur kalmıyor en azından!

     

    - Konak eskisi sende! Biz yapılırken kaç ton çimento, kaç ton çelik kullanıldığını biliyor musun sen? Biz de çürüksek artık sana ne demeli bilmem.

     

    Konak, Üstada yakışır bir üslupla taşı gediğine koydu:

     

    - Çimento ve çeliğin kaç tonu kullanıldı, kaç tonu çalındı bilmiyorum doğrusu! Fakat bildiğim bir şey varsa, 1894 İstanbul depreminde, ahşap binalar kıyâm ederken, yanı başlarındaki kâgir binâlar önce rükûya sonra da secdeye kapanmışlar. Gölcük depreminde yerin dibine batanlarınız bile varmış. Bilmem ki tonlarca çimento ve demirden midir nedir. Bizim taşımız besmelesiz konulmaz, çivimiz abdestsiz çakılmazdı. Yerin dibine geçen kolonları hangi cenâbetler bağladıysa artık...

     

    Üstâdı tanımayan lüks apartman tekrar girdi araya:

     

    - Ay ne diyo bu ya! Rükû ne, secde ne? Bir de kalkmış bize çürük mü diyor?

     

    O kadar ilim irfan ehli görmüş konak devam etti, bu gün onun günüydü:

     

    - Ahşap ev daha dayanıklı olduğu için ABD´deki evlerin yaklaşık % 90´ı ahşap olduğunu bilmezsiniz tabii. Büyükada’daki Rum Yetimhânesi, dünyadaki en eski ve en büyük 3 ahşap binâdan biridir. 8 katlı bir binâ kadar yüksek ve 100 metre uzunluğunda olan bu bina tam 100 yıldır sapasağlam ayaktadır. Ahşap binâlar hafif olduğu için kolay kolay çökmez. Beton ise ahşaptan 5 kat daha ağırdır. Zaten bir depremde ölüm sebebi de, betonun ezici ağırlığıdır. Depremde hasar gören betonarme bina için yapılacak en akıllık iş, yıkmaktır. Ahşap binânın ise hasarlı parçaları değiştirilip tamir edilebilir.

     

    Komşularının asâletsiz ihtişamları tez sönüverdi, temelsiz yükseklikleri küçüldü gitti. Kimseden itiraz gelmiyordu. Bir tanesi acziyet içerisinde son çıkışını yaptı:

     

    - Bizden sağlam olsan bile, değişen bir şey olmayacak, bizden önce yıkılacak olan sensin. Senin devrin sona erdi, artık tarih oldun, bütün sağlamlığın ile yıkılacaksın hem de.

     

    Üstâdın konağı acı bir tebessüm ile sükûtu tercih etti cevap olarak.

     

    Bu münâkaşadan bir iki gün sonra, bahçesinde farklı bir hareketlilik vardı. Önce bir iki taksi geldi, daha sonra da iş makineleri. Bir de ırgat suratlı kalantor bir müteahhit…

     

    Bir zamanlar, bir tatlı huzur almaya gelenlere huzurun binbir çeşidini ikrâm eden köşk, İstanbul’u sevmeyen ve dolayısıyla aşkı anlamayan apartman kafalı adamlar tarafından yıkılıyor, suya düşen hayallerle birlikte eski zamanlar da bir bir eriyip gidiyordu. Batan günle birlikte uğursuz bir gün sona ererken, etrafı bir dumandır kapladı. Şarap renkli değil… İnşaat makinelerinden mütevellit, bildiğin eksoz dumanı… Yıkılıyordu; duâlar etti. Bir zamanlar odalarında çarpan mümin gönüllerin şevkiyle duâlar etti: Beni bu ruhsuz binâlar ile birlikte olmak sefâletinden kurtardığın için sana şükürler olsun Allahım. Yâ Rabbi ne olur, beni bir köşk olarak cennetine kabul et.

     

    Hayata açılan pencerelerini duâlarla kapattı. Ebedi bir hayata açılmak üzere…


  9. HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

     

    Seni, anlatabilmek seni.

    İyi çocuklara, kahramanlara.

    Seni anlatabilmek seni,

    Namussuza, halden bilmeze,

    Kahpe yalana.

     

    Ard- arda kaç zemheri,

    Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.

    Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...

    Bir ben uyumadım,

    Kaç leylim bahar,

    Hasretinden prangalar eskittim.

    Saçlarına kan gülleri takayım,

    Bir o yana

    Bir bu yana...

     

    Seni bağırabilsem seni,

    Dipsiz kuyulara,

    Akan yıldıza,

    Bir kibrit çöpüne varana,

    Okyanusun en ıssız dalgasına

    Düşmüş bir kibrit çöpüne.

     

    Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,

    Yitirmiş öpücükleri,

    Payı yok, apansız inen akşamlardan,

    Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,

    Seni anlatabilsem seni...

    Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır

    Üşüyorum, kapama gözlerini...


  10. EMİNE DOLMACI

     

    “Osmanlı’nın son dönem sanat tarihini yanlış öğrendik. 18. ve 19. yüzyılda İstanbul’daki önemli yapıların büyük bir kısmını bilindiği gibi Balyanlar yapmamış. Mimar olarak bilinen ünlü aile, mimar değil müteahhitmiş.”

    Henüz çok fazla taraftarı olmayan bu iddia, Atatürk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden Yard. Doç. Dr. Selman Can’a ait. Can, Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Ortaköy Camii, Rami Kışlası gibi eserlerin Balyan ailesine değil, Osmanlı’nın son başmimarı Abdulhalim Efendi’ye ait olduğunu iddia ediyor. CRR’de yarın açılacak olan, ‘Balyan Ailesinin Mimarideki Rolü’ isimli sergi öncesinde bu iddialar daha da önem kazanıyor.

     

    Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’u birbirinden güzel ve ihtişamlı saraylarla, camilerle, kiliselerle donatan Ermeni Balyan ailesidir. Bunu herkes böyle bilir. Osmanlı sarayına hizmet eden bu aile, mimari yeteneklerini de kuşaktan kuşağa aktararak, uzun bir döneme damgasını vurmuştur. Şimdi, 24-30 Aralık 2007 tarihleri arasında, bu eserler ‘Balyan Ailesinin Mimarideki Rolü’ isimli fotoğraf sergisinde izleyicilerin dikkatine sunulacak. Ancak, Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü ve Atlas Dergisi tarafından Cemal Reşit Rey Sergi Sarayı’nda düzenlenen serginin, akademi dünyasından bir muhalifi var. Atatürk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Selman Can, Balyan ailesinin kendilerine ait olduğu belirtilen eserlerin mimarı değil müteahhidi olduğunu, eserlerin büyük bir kısmının mimarının ise Osmanlı’nın son başmimarı Abdulhalim Efendi olduğunu iddia ediyor. Can’ın savunduğu tez ve “Eserler tek tek incelenerek gerçek mimarları belirlenmeli ve hak sahibine teslim edilmelidir.” teklifi üzerine, mimarlar ve mimarlık tarihi araştırmacıları konuyu tartışıyor. Balyan ailesi üzerine geniş araştırmalar yapan Prof. Dr. Afife Batur, “Bilim adamları bir sempozyumda bir araya gelerek çalışmalarını ortaya koymalı ve tartışmalıdır.” diyor. Ayasofya Müzesi Müdürü Dr. Haluk Dursun, bu iddianın önemli bir iddia olduğunu; ancak belgelerle konuşulması gerektiğini belirtiyor. Mimarlık tarihi üzerine araştırmalar yapan mimar Dr. Sinan Gerim ise konunun hem Ermeni hem de Türk kaynaklarına göre değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.

     

    Çırağan Sarayı ile ilgili belgeleri tararken, sarayın mimarı olarak ‘Abdulhalim Efendi’ ismine rastlayan sanat tarihçisi Selman Can, bundan 14 yıl önce başlamış araştırmalarına. Osmanlı arşivlerinde araştırmalar yapan Can, Abdulhalim Efendi’nin ‘ser mimar-ı hassa’ yani başmimar olarak Mimar Sinan silsilesinin son halkası olduğunu söylüyor. Yaptığı araştırmalar sonucu Abdulhalim Efendi’nin çok büyük işlere imza attığını ve eski Çırağan Sarayı, Bayazıt Yangın Kulesi, Kasımpaşa Bahriye Mektebi, Rami Kışlası, Bayrampaşa Kışlası, Dolmabahçe Sarayı, Ortaköy Camii, Hırka-i Şerif Camii gibi yapıların mimarı olduğunu belirtiyor. Can, tüm bu yapıların Balyanlar tarafından yapıldığının iddia edilmesini de, son dönemin teşkilat yapısının bilinmemesine bağlıyor. 19. yüzyılda eskiden olduğu gibi ‘bina eminliği’nden ihale sistemine geçilmiş ve bu sistem içerisinde de ihaleyi alan hep Ermeni ve Rumlar, yani gayrimüslimler olmuş. Balyan ailesi de bu müteahhitlerden biri olarak kabul ediliyor. Osmanlı’nın ilk resmî inşaat şirketini de 1874 yılında, ‘Şirket-i Nafia-i Osmaniye’ adında Balyanlar kurmuş. Can, Balyanlar’ın saraydan aldığı, ‘ser mimar-ı devlet’ unvanının da bir atama kararı olmadığını, fahri bir unvan olduğunu aktarıyor.

     

    “Bugün dünyanın dört bir yanında Balyanlar üzerine yüzlerce eser var. Ama bunların hepsinde Balyanlar mimar olarak yer alıyor. Bizim yaptığımız bir ezber bozmadır. Bir yanlışın ortaya konulmasıdır.” diyen Can, araştırmalarını yayınlamaya başladığı zaman da Amerika’dan Ermeni diasporasından tehdit mektupları almış. Bunun soykırım için bir malzeme olarak da kullanıldığını belirten Can, Ermenilerin, ‘Biz Osmanlı’nın baskın unsuruyduk. İktisadî anlamda, ticarî anlamda ve kültürel anlamda vizyonuyduk. O yüzden bizi çekemediler.’ tezinin sunulduğunu söylüyor. Araştırmalarını önümüzdeki yıl içinde ‘Osmanlı Mimarlığında Balyanlar’ adı altında bir kitap olarak yayınlamayı düşünen Can, kendi tezlerine bilim camiasının tepkisiz kalmasına da anlam veremiyor. Geçen yıl düzenlenen Dolmabahçe Sempozyumu’nda bu iddiaları taşıyan bildirisini sunduğunu, ancak yanında oturan Prof. Dr. Afife Batur’un kendisine dönüp, “Bilinenler dışında şeyler söylüyorsunuz, bunları nereden temin ettiniz?” diye sormadığını aktarıyor.

     

    Yapılar tescil edilsin

     

    İTÜ Taşkışla Binası, Harbiye Müzesi, Yıldız Hamidiye Camii, Sarayburnu antrepoları gibi yapıların da Balyanlara değil başka mimarlara ait olduğunu iddia eden Can, azınlıkları övmenin prim yaptığını, o yüzden kendi çalışmalarının görülmediğini düşünüyor. “Benim yaptığım iş bilimsel bir iştir; ama Ermeni meselesi ile dolaylı veya doğrudan bir bağlantısı vardır. Bu bağlantı da beni çok fazla ilgilendirmiyor.” diyen Can, sanat ve mimarlık tarihi hocalarının araştırmaları ile gerçekleri dile getirmek zorunda olduğunu söylüyor. CRR’deki sergi açıldıktan sonra bir basın toplantısı ile konuyu açıklamayı düşünen Can, bu yanlışın düzeltilmesi için de şunları öneriyor: Öncelikle Milli Saraylar, bu sarayların gerçek mimarları kimdir, bilinen isimler mimar mıdır müteahhit midir kendi yayınlarında ortaya konulmalıdır. Kültür Bakanlığı Yayınlar Dairesi yapılarla ilgili yeni bilgileri kapsayan yayınlar yapmalıdır. Anıtlar Kurulu da, Balyanlar’a ait olarak gösterilen yapıların yeniden tescilini yapmalıdır. Tüm bunlar yapılırsa literatüre yerleşmiş olan bu bilgiler tashih edilir ve tarihsel hatalar zinciri kırılır. Biz Balyanlar’ın mimar değil müteahhit olduğunu herkese öğretmeliyiz. Bugün bir kaynak alınıyor ve irdelenmeden sürekli tekrar ediliyor. Öyle olunca herkes hataya düşüyor. Bu bilgiler yanlış yerleşmiştir ve bunların düzeltilmesi gerekir.” [email protected]

     

    (Zaman\pazar eki)


  11. Aşktır, cezbe-i süphan-ı vedûd

    Aşktır, gevher-i deryâ-yı vücud

    Aşktır, cevher-i iksîr-i kemâl

    Aşktır, lem'a-i hurşid-i cemal

    Aşktır, şule-i bezm-i alem

    Aşk ile geldi vücuda adem

    Aşktır, silsile-i Cenbân-ı Hüdâ

    Aşka dilbeste olur şah ü gedâ

    Aşk ile dinle Ataî'nin sözünü

    Bildirir âdeme kendi özünü...

     

    ATAÎ

     

    Allah'ın insanlara verdiği en büyük cezbe aşktır.

    Aşk, varlık deryasının cevheridir.

    Aşk, güzellik, güneşinin parıltısı, kemal iksirinin cevheridir.

    Aşk Allah'ın yaratıcılık gücü, zincirinin bir halkası ve insanın var oluş sebebidir.

    Padişah da dilenci de aşktan kurtulamaz ve onun esiri olur.

    Ataî'nin sözünü aşkla dinle. İnsana insan olduğunu, kendi özünü öğreten yine aşktır.


  12. BEN SANA KAVUŞURUM

     

    Senin gülümsemen yetişir bana

    Bir filiz verir dal olur yüreğimde

    Bin defa güç verir duruluğun

    Bir çiçek gibi nazlı boynun

    Ve de o güzelim huyun.

     

    Sana gönlümü verdim ya

    Gönlümü- Bilesin.

    Ellerimi uzattım ya sana doğru korkusuzca

    Benim kara yazılım

    Acı biledim günler boyu

    Bir sigaraya bin umut bağladım

    Bir damla suda ırmak oldum

    Yıkıldım, yenildim, güçlendim

    Sevdim- Bilesin.

     

    Deniz kıyısı

    Ağaç dibi

    Parmaklarımız birbirine değer

    Gözlerimiz bakışır

    Gün geceye kavuşur

    Karanlık aydınlığa

    Bulut buluta

    Yağmur toprağa

    Ben sana kavuşurum...


  13. 21 Aralık 1984

     

    Geceye ait bir kafa üzerimde hala: kahvehanede gidip gidip gelen bardaklar: aslında iki çay içtim de, öbür masalardakilere takıldım nedense: hepsi de bağışlanmış derilerimizin o bildik kızamık rengi.

    Ne olursa olsun, derisi de direnişinin remzidir.

    Hele de bir mü’min alnı: Özgürlük Şifası okunur, her dilde; BAĞIMSIZLIK BÂBINDA yani.

    Mintanımın üzerinde ince bir kazak giyişim iyi olmuş; yakasını da kaldırdım parkamın: güneşli de, soğuk; sertçe.

     

     

    Kudüs’ü İstanbul görüyorum.

    İstanbul’u Kudüs görüyorum.

     

     

    Sapmasız bir çizgide, tam bir sıfır noktasından başlamıştım adımımı atmaya.

     

     

    Saat kaç olmuş… hala bir çocuk yürümemiş bu sokakta!

     

    NURİ PAKDİL (Klas Duruş)


  14. Aliya İzzetbegoviç (Özgürlüğe Kaçışım)

    2357. Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir.

     

    2374. akıllı adam nasıl konuşulacağını bilir. Hikmetli adam ise nasıl suskun kalınacağını da bilir.

     

    2405. Sinekleri öldürmekle uğraşma, bataklığı kurut!

     

    2429. Sadece özgürlük sık kullanmakla eskimez.

     

    3639. Bazen İslam bana bütünü itibariyle, insanın bir melek olmaya çalışmaksızın –çünkü olamaz- ve kendisini hayvan seviyesine düşürmeksizin –çünkü bir hayvan olmamak zorundadır- kendi tabiatına bağlanması yönünde yapılmış bir talep gibi gelir.

     

     

    25 Kasım 1988

     

    25 Kasımda öğleden sonra saat 3-4 arasıydı. Beni müdüriyete çağırdılar. Orada muhafız komutanı Malko Koroman, tören kıyafeti içinde ve vakur bir sesle Yugoslavya Devlet başkanlığı’nın, mahkumiyetimin geri kalan kısmından affedilip serbest bırakıldığıma dair kararını okudu. Bugün, mahbusiyetimin 2075. günüydü.


  15. YİNE HÜRRİYET

     

    ‘Hürüm!’ demeye zorlanan bir fert hür olabilir mi?

     

    ‘Esirim!’ diye haykırabilen bir insan, sahte hürden daha hür değil mi?

     

    Eşek hürriyetiyle insan hürriyeti arasındaki sınırı çizecek ölçüler nerede?

     

    Hakikate esir olduğumuz zaman niçin ciğerlerimizdeki havaya kadar hür olduğumuzu seziyoruz. O hangi padişahtır ki, en büyük hürriyet kendisine kul olmaktır?

     

    ‘Dinde ikrah yoktur!’ buyuran Allah, insanı ne çapta hür yarattığını ve onu cebr altına girmekten nasıl münezzeh tuttuğunu belirtirken, insanoğlunda, dudaklara polis dikerek vicdanları avlamaya çalışmak gayreti nasıl yorumlanabilir?

     

    Sırayla 1839, 1908, 1923, 1945, 1950, 1960 vesaire doğumlu; ilki 137, ikincisi 68, üçüncüsü 53, dördüncüsü 31, beşincisi 26, altıncısı 16 vesaire yaşındaki bunca bakireden hangisi iffetini koruyabilmiş ve umumhaneye düşmemiştir?

     

    Hürriyetin gaye değil, vasıta ve ancak hakikatin kölelerine mahsus bir hak olduğunu ne gün anlayabileceğiz?

     

    Hastanede doktora, orduda kumandana, sınıfta hocaya karşı hürriyet mi olurmuş?

     

    Hürriyetin adresini, parti, gazete ismi, perükâr salonu, kemer altı sermayesi ve Amerika’daki liman heykelinden ayrı olarak öğrenmek isteyen niçin İslama yapışmaz?


  16. TÜRKİYE’DE DİN DÜŞMANLARI

     

    (Milliyet, 16 Ocak 1956)

     

    Evvelki gece evimde telefon çaldı. Eski güreş federasyon üyesi Doktor Saib Ali Toygarlı’nın sesi:

    -Size bir hatıramı anlatacağım. 1952 Olimpiyatları Helsinki’de idi. Bütün Amerikan spor ekipleri oraya gelir gelmez, yanımda bulunan Eşref Sefik’i de, beni de hayrete düşüren şu manzarayı gördük. Otelimizin bahçesine çarçabuk bir portatif kilise kuruldu. Biz pencerenden seyrediyorduk. İstisnasız bütün amerikan sporcuları, bu kilisede, dantelli siyah kisvesini giymiş amerikan rahibi ve zangoçla birlikte, dualarını okudular, dini törenlerini yaptılar. Sonra, birer birer rahibin önünden geçerek mukaddes suya batırılmış sakızı ondan aldırlar ve önünde rükûa vardılar. Eşref Sefik ve ben, amerikan milletinin Olimpiyatlara seyyar bir kilise, rahip ve zangoç gönderecek ve bütün sporcuları duaya sevk edecek kadar dindar olmasının bu canlı tablosunu gözlerimizle gördük, şaştık ve kendi hesabımıza utandık.

     

    Bu hatırasını bana nakletmek lütfunda bulunan Sayın Toygarlı’ya teşekkür ettim. Dedi ki:

    -Bir de, kendim için çok hazin ve utandırıcı bir hatıramı anlatayım. Oğlum Almanya’ya gidecekti. Alman konsoloshanesinde vizesini yaptırıyordu. Oradaki alman kızı, bir fiş doldurmak için, oğluma lüzumlu bazı sualler sorduktan sonra:

    -Dininiz nedir? Diye sorar.

    Oğlum:

    -Müslüman! Cevabını verir.

    -Mezhebiniz nedir? Diye sorar.

    Kemali hicabla arz edeyim ki, oğlum bunun cevabını veremez. Okulların hiçbirinde din dersi almadığı için mezhep hakkında ve kendi mezhebi hakkında hiçbir fikri ve bilgisi yok. Ben de işlerimin çokluğundan ona lazım geldiği kadar bu bilgiyi veremedim.

    Alman kızı oğlumun yüzüne dikkatle baktıktan sonra:

    -Herhalde ‘Hanefi’ olacaksınız!

    Der ve öylece kaydeder.

    Sayın Toygarlı’nın bu iki hatırası, bizdeki birçok din düşmanlarını hak yoluna getirmez. Çünkü onların hedefi lâiklik ve Atatürkçülük maskesi altında bu memleketi Sovyetleştirmektir. Fakat onların telkini altında kalan bir sürü gafil için, bu hatıralar, uyandırıcı ve düşündürücü bir tesire sahiptir. Dindar Amerika ile çocuklarını din bilgi ve terbiyesinden mahrum eden Türkiye’nin bugünkü durumlarını karşılaştırsınlar, kâfi!

     

    (Din, İnkılap, İrtica adlı kitabından..)

×
×
  • Create New...