Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Selmanbey

Üye
  • Content Count

    233
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    6

Posts posted by Selmanbey


  1. Mutmain olmadınız değil mi :)

     

    Naparsak boş, siz kendi mezhebinizi kurmuşsunuzda haberiniz yok, Allah'a Emanet olunuz...

     

    Es-Selam...

     

    Eshab-ı kiram ve Tabiin-i izam, bid'at işlememek için, Asya ve Afrika’da, hutbeleri hep arabi okudu. Halbuki, dinleyenler arabi bilmiyordu. Bunun için, Osmanlı âlimleri, 600 yıldır, hutbelerin, kabul olmayacağını bildikleri için, Türkçe okunmasına izin vermediler. Cuma vaazları koydular. Bu vaazlar, namazdan önce veya sonra, hutbenin manasını anlatırdı. Hutbe böylece öğrenilirdi.

     

    Kaynak

     

    Aman, aman, bu meseleler hiçbir davayı müdafa etmeye benzemez!

    Aman derim aman!..


  2. Es-Selamun Aleyküm.

    Forumda bir PM yani Özel Mesaj sistemi mevcut.

    Mevzu, Yavuz Sultan Selim Hazretlerini konu edinmiş bir film...

    O mevzudan burada apayrı bir mevzuya atlanmış.

    Orta yerde cengaverlik pek iyi değil... Kaldı ki Yavuzlenk Gönüldaş da sitede yok. Hasılı o, töhmet altında kalmış olabilir.

    Daha dikkatli olunsun inşallah.

    Allah'a emanet olunuz...


  3. Üslub meselesi güzel kardeşim.

    Ben Türk'üm zorunluluk, gem, dinlemem.

     

    Hakk(c.c.) katında biz doğruyu söyledik varsın halk katında yalan olsun :)

     

    Esselamun Aleyküm

    İddiacı iddiasını kanıtlamakla mükelleftir! İster Türk ol ister Arab ister Seyyid...

    Müfteri damgası zor değil de bi' sabırla şu Hakk katındakine nasıl ulaştığını anlamaya çalışıyorum?

    Evet, vesikalar neler?..

    • Like 1

  4. :S Basmacı Gönüldaş, gözünüzü seveyim Büyük Doğu yolu bunları kusmasın de ''netsin?'' Biraz sinir biraz alay... Olacak o kadar. Siz gocunmayın lütfen farkettiyseniz Ozan Ariften pırıltılar da naklettim. Bir de ülkücü gözüyle bakalım diye :D Neyse mesele ben değilim en tepedeki mesaj... Ona odaklanalım. Hadi selametle...


  5. Trradomir Gönüldaşım epey gergin... Gönüldaşım, şunları izle de rahatla biraz:

     

    Bahçeli'den Analitik Siyaset Dersleri Hahahaha :D Alkışlayan denyolara dikkat edin nasıl gaza geldiler hahaha :D

     

    Hortumcular Aahaahaha :D Yorum yooook!.. Yalnız mimiklere dikkat! Haha :D

     

    Haldaşlık başka tabi ;)

     

    Bir de ülkücü kardeşlere bir hediyem olacak:

    Ozan Arif - Adam Değilmiş Şu videoyu bulana kadar neler çektim :D

     

    Hadi selametle...


  6. Doğrusu ben politika ve siyaset ehli ile ilgili pek konuşmak istemem çoğu yerde de konuşmam. Uzun zamandır -elhamdülillah- Bosna'da olduğum ve 4 aydır televizyon izlemediğim için birçok adilikten uzak kalmak suretiyle sinirlerimi korudum. Buraya gelir gelmez de bu ülkenin her müminin sinirlerini bozan pis havasını her hücremde hissettim. İşte bu pis hava trradomir Gönüldaşımın başlığına malzeme olanlar yüzündendir. Neresinden tutup başlasak... O kadar mide bulandırıcı ve utandırıcı ki bu manzaralar insan ne yapacağını bilemiyor. Nasıl oldu da bu hale düştük, pes! Bir millet nasıl daha fazla alçalabilir ki? Bu soruyu soruyorum çünkü Kainatın Efendisi ''siz nasılsanız öyle yönetilirsiniz'' diyor; sallallahu aleyhi vesellem.

     

    Şunları masaya oturtup, islami kişiliklerini, islam ahlaklarını, dava ahlaklarını, politika zihniyetlerini, yönetim kabiliyetlerini, fikir tamlıklarını vs tahlil etmek gerekir. Tahlile girmek gibi bir zahmete kalkışmayacağım bile. Peşinen hükmümü belirteyim: Bu kılçıklar saydığım ve saymadığım her türlü sahalarda kalkılmaz bir iflastalar!

     

    Burnuma kadar gelen şu MHP... Aman ya Rabbi! Mecliste bir tane bile şöyle 'mümine bak, helal olsun be' diyeceğimiz adamları olmaz! O Devlet Bahçeli... Üstad Hazretlerinin politika yazılarını okurken bu dipsiz, sonsuz bayağı adamlara bakıyorum da hayret ediyorum. Ben bir ülkücü olsam bunlara nasıl tahammül ederim? Bunlar siyasetten, -bütün- davadan, edebden, dürüstlükten anlamadıkları gibi İslam Ahlakıyla da yakından uzaktan alakaları yoktur! Nasıl olur da ülkücüler davalarını bu vasıfsız yoğurttan adamlara emanet ederler. Ülkücülük tarafını geçelim. İslam da edeb vardır! Sen önce kürsüdeki adamı bir dinle, sonra ne diyeceksen kalk kürsüde de! Orası meclis ve güya beni yönetecek vasıflarda adamlarsınız. Öbür taraftan, bu parti Davos gecesi 'bu yapılan diplomatik bir felakettir' diyen bir partidir. Böylesine mi dönek, ruhsuz, münafık olunur! Tayyip Efendi güzel bir yere değinmiş; bu MHP hem müslümanlardan oy alacak hem de kafir orduyla saf alacak!.. Yerler onların münafıklıklarını. Utanmaz boş kafalılar, size oy verip sizi milletvekili yapan müslümanlara sormak lazım bu hallerinizi.

     

    Aslında yorulduğuma değmez, söze de gerek yok!.. Buyrun sevgili Büyük Doğu Gençliği, eğer İdeolocya Örgüsü okumuşsanız, Çerçeve ve Raporlardan da az çok geçmişseniz yorum sizin!

     

    ***

     

    Bıçak soksan gölgeme

    Sıcacık kanım damlar

    Girde bak bir ülkeme

    Başsız başsız adamlar

     

    Ağlayın su yükselsin

    Belki kurtulur gemi

    Anne seccaden gelsin

    Bize dua et emi

     

    Ah Üstadım Aaaah!.. Bana seni gerek seni...


  7. Allah sizden de razı olsun büşraaa gönüldaş. kırkgeçit gönüldaşın aktardığı kıssa da harika...

    Büyükler derler kimi okursan ona muhabbet beslersin diye.

    İmamı-ı Azam Ebu Hanife hazretlerini sık sık okumak lazım...

    Nerden mi? Tabi ki Yaşar Nuri Öztürk Hocadan... Yeni çıktı hemde gıcır gıcır :D

     

    (Aman ha şaka yaptım)


  8. Not

     

    (Şiirler ve hayat hikâyesi için MEB tarafından yayınlanan, "Tercüme" dergisinin, "Elem Çiçekleri"nin yüzüncü yılı için hazırlanmış sayısı ile, Erdoğan Alkan?ın "Karanlıklar Prensi Baudelaire? isimli kitabı ve Baudelaire hakkında yazılmış çeşitli makalelerden faydalanılmıştır.)


  9. ŞEYTAN’A METHİYE

     

     

    Ey bütün meleklerin en âlimi, güzeli, sen,

     

    Kaderi dönük Tanrı, yoksun tüm övgülerden,

     

     

    Sen ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Ey sürgünler Prensi; haksızlığa uğrayan,

     

    Yenildiğinde bile, güçlü, doğrulup kalkan,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Herşeyi bilirsin sen ve tüm yeraltılarının

     

    Kralı, sıkıntıyı dindiren otacısın,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Ölüm adlı o eski ve güçlü sevgilinden

     

    Ümidi, çılgın kızı gibi doğurtacaksın, sen!

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    İdâmlık, ölümünü görmeye gelenlere,

     

    Sakin ve tepeden bakar senden aldığı güçle,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Toprağın altındaki o değerli taşları

     

    Sen bilirsin, nereye sakladı kıskanç Tanrı,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Kefenlenip uyuyan madenler nerededir,

     

    Derinlikleri gören keskin gözlerin bilir,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Çatının kıyısında yürürken uyurgezer

     

    Uçurumları ondan büyük ellerin gizler,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Atların çiğnediği sabahçı bir ayyaşın

     

    Yaşlı kemiklerini korur, yumuşatırsın,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Sen öğrettin dindirmek için sızılarımı

     

    Kükürt ve güherçileyi karıp melhem yapmayı,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Kurnaz ortak, damganı ustalıkla sen vurdun

     

    Alnına acımasız, o alçak Kârun’un,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Kızların gözlerine, kalbine sokmadın mı

     

    Yıkımdan zevk almayı, paçavralar aşkını

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Sürgünlerin değneği, mucitlerin lambası

     

    Asılıp ölenlerin, suçluların papazı,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

    Baba Tanrı’nın kızıp yeryüzü cennetinden

     

    Kovduğu insanların o üvey babası, sen,

     

     

    Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!

     

     

     

     

    -DUA-

     

     

    Saltanat sürdürdüğün göğün tepelerinde,

     

    Yenik, hayâller kurduğun cehennemin dibinde,

     

    Medihler olsun sana, zaferin hep süregelsin!

     

    Yardım et,şu kimsesiz ruhum bir gün dinlensin,

     

    Senin yanında ve İlim Ağacının altında

     

    Dalları Mabet gibi yeşerirken alnında!

     

     

     

    SOĞUK AZÂMET

     

     

    Dalganan sedef giysileriyle, onun

     

    Yürürken bile dans ettiğini sanırsın,

     

    Uzun değneği üstünde, Hint fakirinin

     

    Oynattığı yılanlardan biri bu, dersin

     

     

    Benziyor donuk kuma, çöllerin göğsüne,

     

    Onlar kadar acımasız ve duyarsız,

     

    Benziyor o çoşkun denizlerin ağına,

     

    Dalga dalga yayılıyor, öyle umarsız.

     

     

    Hoş bir madenden yapılmış kaygan gözleri.

     

    Erden bir meleğin sıfenksle buluştuğu,

     

    Herşeyin çelik, elmastan oluştuğu

     

     

    Bu garip sembolik gövdenin içinde, bak,

     

    Faydasız yıldız gibi parlıyor, sonsuza dek

     

    Kısır ve dölsüz kadının soğuk azâmeti.

     

     

     

    BİR CESEDİN YANINDA

     

     

    O gece bir cesedin yanında yatar gibi,

     

    Gudubet bir Yahudinin yanına uzandım,

     

    Hiçbir haz uyandırmayan hazin güzelliği,

     

    Satılık bedenini seyredip, düşünceye daldım.

     

     

    Canlandırdım gözümde körpe kızlık hâlini,

     

    Bakışı belki haşin, belki yumuşacıktı

     

    Ve başında kokulu bir şapkaydı saçları,

     

    Bunları hayâl etmek bile mestetti beni.

     

     

    O âsil bedenini nasıl öper, severdim,

     

    Serin ayaklarından saçlarına dek

     

    Seni okşar, herşeyim yoluna feda, derdim.

     

     

    Yeter ki, gözlerinden dökülen bir damla yaş

     

    Gudubetler ecesi, karartsın yavaş yavaş

     

    O soğuk gözlerini son ışık sönene dek!

     

     

     

    KOKU

     

     

    Kiliselerde günnük tohumunu

     

    Veya miski ufacık torbadan,

     

    Esrikçe ve yutarca, zaman zaman

     

    Ey okurum kokladığın oldu mu?..

     

     

    Yanlışlardan arınmış bir geçmişte

     

    Şimdi bizi büyüleyen bir yan var!

     

    Âşık, tapılası beden üstünde

     

    Nefis çiçekleri hatıradan toplar.

     

     

    Canlı torba, odanın buhurdanı

     

    Dalga dalga, esnek, ağır saçları

     

    Vahşi, yaban bir hava yayıyordu,

     

    İçine, saf billur gençliği sinen

     

    İpek veya kadife giysisinden

     

     

    Bir kürk kokusu yükseliyordu.

     

     

     

    BÜTÜNÜYLE

     

     

    Bu sabah yüksek tavanlı odamda

     

    Şeytan ziyaretime geldi benim,

     

    Aldatmak, düşürmek için tuzağa,

     

    Dedi ki: "- Söyle, çok merak ettim,

     

     

    Sevgilinin büyüsünü yaratan

     

    Bütün güzel ve hoş şeyler içinde,

     

    Cazibeli bedenini oluşturan

     

    Siyah, pembe tüm nesneler içinde

     

     

    Hangisi en tatlı sence?” -Ey Ruhum!

     

    Cevabladın Şeytan’ı: “- Bu mümkün mü!

     

    Hangisini sayayım, bilemiyorum,

     

    Herşey onda geyikotudur çünkü.

     

     

    Nasıl seçebilirim bir tekini,

     

    Herşeyini beğeniyorsam eğer,

     

    Işıl ışıl yanar şafak vakti gibi

     

    Gece gibi beni teselli eder;

     

     

    Nice araştırsam, incelesem ben,

     

    Güçsüz çabalarım işe yaramaz,

     

    Onun güzel bedenini yöneten

     

    Nefis uyumun sırrına varamaz.

     

     

    Ey tek içinde eriyip tek olan

     

    Duyguların esrarlı değişimi!

     

    Soluğudur mûsikiyi yaratan

     

    Ve kokuyu yaratan onun sesi!"

     

     

     

    ŞİŞE

     

     

    Güçlü kokular vardır, onlar için, her madde

     

    Gözeneklidir. Sanki, geçerler camdan bile.

     

    Doğu işi ve köhne kilidi gıcırtıyla

     

    Homurdanıp açılan eski bir sandıkta,

     

     

    Veya ıssız bir evin, yıpranmış, hazin, kara,

     

    Küf kokuları sinmiş tozlu bir dolabında

     

    Yaşlı bir şişe vardır, hâtıralar canlandıran,

     

    Bir ruh dipdiri, gelip fışkırıverir ondan.

     

     

    Usul usul ürperen, gerip kanatlarını

     

    Uçmaya hazırlanan, mavi, pembe, yaldızlı

     

    Krizalitler gibi nice yoğun düşünce

     

    Uyuyordu o ağır karanlıklar içinde.

     

     

    Esrikleştiren ânı işte geldi... uçuyor

     

     

    Garipleşen havada... ve gözler yumuluyor,

     

    Başdönmesi yapışıp itiyor yenik ruhu

     

    Tortumuzla kirlenmiş kara çukura doğru;

     

     

    Vurup yere seriyor çukurun kıyısında

     

    Ki yırtıp; kefenini kokulu Lazare, orda

     

    eski, buruk, sevimli aşkı kımıldatıyor,

     

    Hortlak cesedini uykudan uyarıyor.

     

     

    Oy! Bir gün kaybolunca, yitip gidince böyle

     

    Hafızalardan silinip bir dolap köşesinde,

     

    Tükenmiş, tozlu, kirli, çatlak, iğrenç, yapışkan

     

    Yaşlı bir şişe gibi, boş, atıldığım zaman,

     

     

    Ey meleklerin damıttığı kutsal zehir!

     

    Ey, yaşatan, öldüren, beni kemiren iksir!

     

    Dünya tanısın diye gücünü, irinini,

     

    Tabutun olacağım, pis kokulu, sevimli!

     

     

     

    KEDİ

     

     

    I

     

    Beynimin içinde gezinir durur,

     

    Evinde rahat gezindiği gibi,

     

    Güzel, güçlü, hoş, sevimli bir kedi,

     

    Miyavlar, sesi pek hafif duyulur,

     

     

    Öyle yumuşak, usuldur sesi,

     

    Bazen homurdanır, bazen sessizdir,

     

    Ama hep derin, her zaman zengindir,

     

    Burdan doğar, çekiciliği, sırrı.

     

     

    Yuvarlanır, damla damla süzülür

     

    Bu ses, karalıklarımın dibine,

     

    Doldurur beni, uyumlu bir dize,

     

    İksirdir, gönlüm onunla haz bulur.

     

     

    Uyutur en feci ağrılarımı,

     

    Bütün çoşkuları taşır içinde;

     

    Ne gerek var o uzun tümcelere,

     

    Sözcüklere yok onun ihtiyacı.

     

     

    Yüreğimden iyi keman olur mu!

     

    En tiz telinin üstünde gezinsin,

     

    Şarkısını, saltanatla söylesin,

     

    Sürsün yayını, yürek yorulur mu!

     

     

    Ey esrarla dolu kedi; sesin,

     

    Ey semavi mahluk, garip ve soylu,

     

    Meleğinki kadar yüce, uyumlu

     

    Sesin saltanatla şarkı söylesin!

     

     

    II

     

    O sarılı ve siyahlı kürkünden

     

    Öyle tatlı bir koku çıkıyor ki,

     

    Bir akşam bütün tenime sinmişti

     

    Onu bir kez, bir kez okşayınca ben.

     

     

    Kaldığı yerlerin evliyasıdır;

     

    O yönetir, o esinler, yargılar,

     

    Çünkü kendi imparatorluğu var;

     

    Belki bir Peridir; belki Tanrı?

     

     

    Gözlerim usulca döndüğü zaman,

     

    Tıpkı bir mıknatıs çekmişcesine,

     

    Bu sevdiğim, sırlar dolu kediye,

     

    Ve, şöyle bir kendime baktığım ân

     

     

    Hayretle bir ateş görürüm orda,

     

    Aydınlık fenerler, canlı opaller,

     

    Beni izleyip duran gözbebekler,

     

    Solgun gözbebekler görürüm orda.

     

     

     

    BAYKUŞLAR

     

     

    Garib Tarnılar gibi baykuşlar

     

    Karaselvilerde dizi dizi,

     

    Sessiz, düşünmeye koyulmuşlar,

     

    Gözleri ok gibi, kırmızı.

     

     

    Kımıldamadan duracak onlar,

     

    Hüzün taşıyan saatlere dek,

     

    Orda, ışığı sürgün ederek

     

    Açılacak yoğun karanlıklar.

     

     

    Baykuşlar bu haliyle bize der:

     

    Hayat bazen de durgunluk ister

     

    Kargaşadan, devinimden korkun;

     

     

    İnsan bir tutkuyla şaşkınlaşır

     

    Yer değiştirmek ister ve bunun

     

    Yıllarca pişmanlığını taşır.

     

     

     

    CENAZE

     

     

    Ağır ve karanlık bir gecede

     

    Dini bütün biri, medhe değer

     

    Saygın gövdenisi bir mezbeleye

     

    İyilik yapıp da gömerse eğer,

     

     

    Sofu yıldızlar, göz kapaklarını

     

    Kapayıp uykuya daldığı zaman,

     

    Örümcek orada örücek ağını

     

    Ve orada yavrulayacak yılan;

     

     

    Lânetlenmiş başınızın üstünde

     

    İşiteceksiniz bütün bir gece

     

    Felâket uluyuşunu kurtların

     

     

    Ve sıska büyücülerin sesini,

     

    Yaşlıların şehvet iniltisini,

     

    Tuzağını kara düzenbazların.

     

     

     

    OLAĞANÜSTÜ BİR GRAVÜR

     

     

    Bu garip hayâletin bütün süsü, iskelet

     

    Alnına gülünç bir şekilde kondurulmuş, bet

     

    Ve ancak karnavallarda görülen korkunç bir taç

     

    Ne koşum var, ne mahmuz, ne de elinde kırbaç,

     

    Kıyamet günü kadar dehşet verici olan,

     

    Burnundan, saralı gibi, salçalar saçılan

     

    Hayalet atını sürüp dalıyor boşluğa,

     

    Eziyorlar sonsuzu devingen bir toynakla.

     

    Atının çiğnediği yığınlar üstünde, atlı

     

    Gezdiriyor parlayan görkemli kılıcını,

     

    Ve tıpkı, mülkünü denetleyen bir prens gibi

     

    Geziyor, ufuksuz, soğuk ölüler ülkesini,

     

    Ki, beyaz ve donuk bir güneşin ışıklarında

     

    Eski ve yeni çağın halkları uyuyor orada.

     

     

     

    HÜZNÜN SİMYASI

     

     

    Tabiat! Kimi sırtını ısıtırken,

     

    Kimi de yasını sen de sergiler,

     

    Kimine "canın cehenneme!” diyen

     

    Kimine de ömür, saltanat diler.

     

     

    Gizli Hermés’im, hep yardımcım oldun,

     

    Ama simyacıların en hazini

     

    Zavallı Midas’a benzettin beni,

     

    Hep yıldırdın, gözümü hep korkuttun;

     

     

    Altunu seninle demir ederim,

     

    Cenneti, cehenneme çeviririm;

     

    Ve bulutların beyaz kefeninde

     

     

    Sevgili bir cesed bulurum

     

    Mübarek ve semavî sahiller üzerinde

     

    Taş mezarlar, lahitler kuruyorum.

     

     

     

    KENDİNİ CEZALANDIRAN KİŞİ

     

     

    Yaracağım seni bir gün

     

    Nasıl kayaları Musa

     

    Değneğiyle yardı ise

     

    Nasıl, duymadan öfke, kin

     

     

    Kasap keserse koyunu

     

    Sunmak için Sara’ma ben

     

    Alacağım göllerinden

     

    Büyük acının suyunu.

     

     

    Gözyaşlarında yüzecek

     

    Ümitle dolu yüreğim,

     

    Uzaklaştırmak için gemim

     

    Palamarını çözecek.

     

     

    Gözyaşların o zaman, bak

     

    Yüreğimde, esrik, hür,

     

    Davul gibi, gümbür gümbür

     

    Nasıl ses verip çoşacak!

     

     

    İtip kakan ve ısıran

     

    Alay öğretti: Ben neyim?

     

    Çatlak bir ses değil miyim?

     

    Mukaddes uyumları bozan?

     

     

    Bu çığırtkan ses benimdir!

     

    Kara ağu kendi kanım,

     

    Ben bir uğursuz aynayım,

     

    Bakan cadı bedenimdir!

     

     

    Yara ben’im, bıçak ben’im!

     

    Hem tokat, hem tokat yiyen!

     

    Çarmıh da ben, İsa da ben,

     

    Hem cellat’ım, hem kurban’ım.

     

     

    Ben kanımın vampiriyim,

     

    Gülümsemeyi bilmeyen,

     

    Sonsuz gülüşü bekleyen

     

    -Terkedilmişlerden biriyim!

     

     

    (* Sara-Sarah; Hazret-i İbrahim’in eşidir ki, zemzem suyunun çıkmasına vesile olandır.)

     

     

     

    LÂNETLENMİŞ KADINLAR

     

     

    Çevirip gözlerini denizlerin ufkuna,

     

    Dalgın bir sürü gibi sahilde uzanmışlar,

     

    Ellerde, birbirini arayan ayaklarda

     

    Tatlı halsizlikleri, ıstırablı gözyaşları var

     

     

    Bir kısmı, uzun uzun günah çıkartmak için,

     

    Gidiyor, derelerin şakıdığı koruda,

     

    O çocuk yıllardaki korkulu aşkların

     

    Kabuğunu ve yeşil fidanları oya oya;

     

     

    Kimileri, Aziz Antonie’nin, düşlerinde

     

    Çıplak, kızıl göğüslerin lavlar misâli

     

    Fışkırdığını gördüğü kayalar içinde,

     

    Yürüyor, rahibeler gibi, ağır ve ciddi;

     

     

    Putperest mağaralarının oyuğunda, bir kısmı

     

    Reçineleri akmış çıralar ışığında,

     

    Azabları uyutan, ey Bachus!, yardımını

     

    Bekliyorlar, uluyup ateşli arzularla!

     

     

    Karıştırıp karanlık ormanda, gecelerde,

     

    Acının gözyaşına arzunun köpüğünü

     

    Bir kırbaç saklayarak uzun giysilerinde,

     

    Keşiş yeleklerini seviyor bir bölüğü.

     

     

    Yalnız gerçeğin dışında herşeyi küçümseyen

     

    Erdenler! Canavarlar! Kurbanlar! Büyük canlar!

     

    Şehvet çığlığı atan, pişmanlıkla inleyen

     

    Sofular, yarı insan, yarı hayvan kadınlar!

     

     

    Hazîn kızkardeşlerim, cehenneminize dek

     

    İzledim hepinizi, perişan hâldesiniz,

     

    Susuzluğunuz gibi acınız da dinmiyor,

     

    Ölü aşk külleriyle dolu kalpleriniz!

     

     

     

    LÉTHÉ

     

    (yasaklanmış şiir)

     

     

    Vahşi ve sağır ruh, gel kalbime, gel diyorum,

     

    Tembel, miskin canavar, sen tapılası kaplan;

     

    Şu titreyen parmaklarımı uzun zaman

     

    Ağır, yoğun yelene daldırmak istiyorum;

     

     

    Acılı, üzgün başımı usulca sokayım

     

    Teninin kokusuyla dolu eteklerine,

     

    Solgun bir çiçek gibi derinden derine

     

    Pis kokan ölü aşkımı içime çekeyim.

     

     

    Hayatdan çok uyumak istiyorum uyumak!

     

    Kuşkulu bir uykuda, tatlı ölüm misali,

     

    Vicdan azâbı duymadan öpücüklerimi

     

    Bakır gibi cilalı güzel vücûduna yaymak.

     

     

    Ancak senin yatağının uçurumu yutar

     

    Şimdi artık dinmiş olan hıçkırıklarımı;

     

    Senin ağzında unutuşun o güçlü tadı,

     

    Léthé ırmağı öpüşlerin içinden akar.

     

     

    Zevkin buyruklarına uymak, boynumun borcu,

     

    Çünkü, kaderim alnıma peşin yazılmış böyle;

     

    Ben, günahı körükleyip aşkın ateşiyle

     

    Alevlendiren uysal kurban, ben masûm suçlu,

     

     

    Dinsin diye bu acı, uyuşsun diye kinim

     

    Yıllardır altında hiç kalb barındırmayan

     

    Sivri göğüslerinin güzelim uçlarından

     

    Kana kana baldıran zehrini içeceğim!

     

     

     

    TAKILAR

     

    (yasaklanmış şiir)

     

     

    Soyunmuştu bir tanem, tek kalan şey teninde

     

    Gözalıcı takılar, çünkü beni tanırdı,

     

    Üstünde kölelerin hürriyet günlerinde

     

    Taşıdığı alnı dik fatih havası vardı.

     

     

    Alaycı ve canlıbir çığlıkla dansederken,

     

    Madenler ve taşlarla ışıklanan şu dünya

     

    Çoşturur kalbimi, dehşetli düşkünüm ben

     

    Sesin ışıkla hemhâl olduğu eşyalara.

     

     

    Bırakmıştı kendini koynuna sevgilerin,

     

    Süzüyordu divândan o gülen bakışları

     

    Bir deniz kadar tatlı, bir deniz kadar derin

     

    Sahile çarpar gibi ona vuran aşkımı.

     

     

    Gözleri gözlerimde sanki evcil bir kaplan

     

    Düşle dolu, şekilden şekile giriyordu

     

    Şehvete ve arzuya kucak açmış saflığı

     

    Her tavrına yeni bir albeni veriyordu;

     

     

    Kuğu gibi kıvrımlı, yağ gibi kaygan

     

    Kolları, bacakları, kalçaları, her yeri

     

    Geçiyordu duru ve keskin bakışlarımdan;

     

    Ve karnı; ve bağımın salkımı memeleri

     

     

    Kötülük meleğinden daha tatlı, daha hoş

     

    Üstüme geliyordu bana el atmak için,

     

    Kimsesiz, yapayalnız oturan şu ruhumu

     

    Kristal kayalarla huzursuz etmek için.

     

     

    Yepyeni bir desende birleştirmişti bir el

     

    Antiope’nin teniyle tenini bir tüysüzün,

     

    Dolgun kalçalarını yansıtan ince bir bel,

     

    Vahşi, esmer yüzünde beyaz, yüce bir düzgün!

     

     

    - Can çekişip dururken lambamızın fitili,

     

    Tek ışık, ocaktaki ateş de ölüyordu

     

    Alevin, soluyup iç çeken dumanlı dili

     

    O amber renkli teni kanlara buluyordu.

     

     

     

    VAMPİRİN DEĞİŞİMLERİ

     

    (yasaklanmış şiir)

     

     

    Demir kopçalı korsenin üzerindeki

     

    Göğüslerini sıkıp, kıvrıldı yılan gibi,

     

    Çilek ağzından akan amber sözcüklerle

     

    Dedi: "- Dudaklarım nemli oldukça böyle

     

    Eskil şuuru yitirme bilimi nedir

     

    Yataklarda, ben bilirim, sır bendedir

     

    Zaferlerle dolu göğsümde acılar, yaşlar diner,

     

    Yaşlının gülüşü çocuk gülüşüne döner.

     

    Beni çıplak seyredenler için her şeyim,

     

    Güneşim ve gökyüzüyüm, yıldızım, ayım!

     

    Sevgili bilgili dost, ah, bir bilsen

     

    Sevişme sanatında nasıl ustayım ben!

     

    Kadife bedenimi şöyle sarsalar

     

    Göğsümü, bağrımı, şöyle bir ısırsalar,

     

    Sıkılgan ve fındıkçı, nazenin ve gürbüz,

     

    Şu çarşaflar üzerine uzansam dümdüz,

     

    Uğruma Melekler cehennemlik olurdu!”

     

     

    Bunu söyleyip, iliklerimi sömürdü.

     

    Ben de, bir sevda öpücüğü sunmak için

     

    Ona döndüm, acılarla kıvranıp bitkin.

     

    Yoktu o, karşımda irin dolu bir tulum

     

    Duruyordu, dehşetle gözlerimi yumdum,

     

    Ve gözlerimi yeniden açtığım zaman

     

    Benden hayli kan emip depolamış olan

     

    Manken gibi o güçlü hayalet yerine

     

    Titreşip duran kemikler gördüm çevremde,

     

    Boğuk, acayip seslerle sanki karşımda

     

    Sürekli uğuldayan bir fırıldak veya

     

    Demir çubuk ucunda bir tabela vardı

     

    Rüzgârın kış gecelerinde salladığı.

     

     

     

    LANELENMİŞ KADINLAR

     

    (yasaklanmış şiir)

     

     

    Deélphine ile Hippolyte

     

     

    Hippolyte, lambaların solgun ışığı vuran

     

    Kokulu minderlere uzanmış duruyordu,

     

    Ve toy genç kızlığının perdesini kaldıran

     

    Güçlü okşayışları, dalgın, düşünüyordu.

     

     

    Sabah uyandığında nasıl başını yolcu

     

    Çevirip mavi ufka bakarsa, tıpkı öyle,

     

    Henüz uzaklardaki gökleri arıyordu

     

    Fırtınalı bir ânın ürküttüğü gözlerle.

     

     

    Ölgün halkalardakio tembel gözyaşları

     

    Bitkin, perişan hali, şehvetli, üzgün teni,

     

    Hurda silahlar gibi terkedilmş kolları

     

    Ve herşey süslüyordu narin güzelliğini.

     

     

    Dişlediği avını öldürmeyip gözleyen

     

    Güçlü bir hayvan gibi, Délpine, eteklerinde,

     

    Huzurlu ve gururlu, baktıkça alevlenen

     

    Gözlerini örtmüştü Hippolyte’in üstüne.

     

     

    Güçlü güzellik, ince güzellik önünde diz

     

    Çökmüş ve şarabını içerken zaferinin,

     

    Dermek istercesine ağzından bir tatlı söz,

     

    Uzanıyordu ona doğru, sevdalı, tutkun.

     

     

    Kurbanın gözünde arıyordu durmadan

     

    Arzunun şakıdığı sessiz ilâhileri

     

    Ve uzun ahlar gibi gözkapağından çıkan

     

    Şükran hislerini, o tatlı kelimeleri.

     

     

     

    Dedi: "- Nedir düşüncen, ne dersin olanlara?

     

    Hoyratça soldururlar, Hippolyte tatlı yürek,

     

    İlk güllerinin kutsal adağını o kaba,

     

    O yaban soluklara asla sunmaman gerek.

     

     

    Benim öpüşüm, akşam, büyük şeffaf gölleri

     

    Okşayan su sineği gibi yumuşacıktır,

     

    Erkeklerin dudağı saban demiri gibi,

     

    Tekerler gibi oyar, acı izler bırakır;

     

     

    Atlar, öküzler gibi geçerler üzerinden,

     

    Çiğnenirsin altında insafsız ayakların,

     

    Hippolyte, kızkardeşim, yüzünü bana dön sen,

     

    Ruhumsun, herşeyimsin ve öteki yarımsın,

     

     

    Kutsal merhem, çevir o yıldızlı gözlerini,

     

    Bir tek bakışın bana yeter, ey tatlı bacım,

     

    Daha loş arzuların kaldırıp perdesini

     

    Sonsuz rüyalar içinde seni uyutacağım!”

     

     

    Hippolyte, genç başını kaldırdı usul usul:

     

    "- Pişmanlık duymuyorum, hiç de nankör değilim

     

    Ama, ağır bir akşam yemeğı yemiş gibi

     

    Öyle acılı, öyle endişe içindeyim.

     

     

    Sanki, kanlı bir ufkun her yandan kapağı

     

    İşlek, uzun yollara beni sokmak isteyen

     

    O yoğun ve o kara hayalet taburları

     

    Çökmüşcesine ağır bir yük altındayım ben,

     

     

    Diyebiliyorsan de bana, dehşetim, ruhum,

     

    Yakışıksız, garib bir fiilde bulunduk mu,

     

    Sen "Meleğim” dedikçe korkudan titriyorum,

     

    Yine de dudaklarım gidiyor sana doğru.

     

     

     

    Kalbimin sonsuza dek sahibi, kızkardeşim,

     

    Artık tek düşümcensin, öyle bakma yüzüme,

     

    Beni yakacakları ateş ve cehennemim,

     

    Günahımın ilki, ilk sebebi olsan bile!”

     

     

     

    Öfkeyle silkeleyip perişan yelesini,

     

    Délphine, demir sehpada tepinir gibi, birden,

     

    Gözleri çakmak çakmak, haykırarak, dedi:

     

    "- Kim sözedebilirmiş aşk varken cehennemden?

     

     

     

    Binlerce lânet olsun o ilk hayalci kimse

     

    Lânet o budalaya, o dürüstlük satana,

     

    Çözümsüz ve abes bir meseleye inanıp

     

    Aşka dürüstlük denen saçmalığı katana!

     

     

    Soğuk ile sıcağı, gündüz ile geceyi

     

    Esrarlı bir uyumda görmek isteyen bir kız

     

    Bir işe yaramayan inmeli bedenini

     

    Sevda denen o kızıl güneşle ısıtamaz!

     

     

    Git, istersen aptal bir nişanlı bul kendine;

     

    Bu güçlü ve saf kalbini hoyrat öpüşlere sun;

     

    Koşa koşa, dağlanmış göğsünü, bil ki, yine

     

    Bana getireceksin, azabla dolu, solgun...

     

     

    Bu dünyada herkesin bir tek sahibi vardır!”

     

    Çocuk birden acıyla haykırdı: “- Duyuyorum,

     

    Şu ân tüm varlığımda, benliğimde derin bir

     

    Uçurum açılıyor; kalbimdir bu uçurum!

     

     

    Volkan gibi yakıcı, sonsuzluk gibi derin!

     

    Eumédi’in elinde meş’ale, kanına dek

     

    Yaktığı bu ejderin,bu inleyen kalbin

     

    Kanmayan susuzluğu dinmiyor, dinmeyecek.

     

     

     

    Kopalım bu dünyadan, perdeleri çekelim,

     

    Dinlendirsin öpüşler yorgun kalbimizi!

     

    Derin göğüslerinde yok olmak, tüm isteğim

     

    Ve bulmak mezarların serinliğini!”

     

     

    - İnin, durmadan inin, ey acıklı kurbanlar,

     

    İnin, sonsuz, ölümsüz cehennemin yoluna,

     

    Uçurumun dibine dalın, orda tüm suçlar

     

    Kamçılanıp göklerden gelmeyen bir rüzgârla

     

     

    Kaynar, fırtınaların, kasırgaların korkunç

     

    Uğultusunda, koşun en son noktasına dek

     

    Arzuların, ki onlar dinmek bilmeyecek hiç

     

    Cezanız, tutkunuzun karşılığı olacak,

     

     

    Tek serin ışık bile ulaşmayacak size.

     

    Ve işte yarıklardan, sokak feneri gibi

     

    Yanan kızgın mikroblar sızıyor içeriye,

     

    Korkunç kokularıyla kaplıyor vücûdunuzu.

     

     

    Kıvancınızın buruk, tatminsiz kısırlığı

     

    Susuzluğu giderip, derinizi geriyor,

     

    Şehvetli teninizin öfkeli rüzgârları

     

    Etinizi bir bayrak misâli titretiyor.

     

     

    İnsanlardan uzakta, seyyahlar, mahkûmlar,

     

    Koşun aç kurtlar gibi çöllerde akın akın;

     

    Kaderinizi kendiniz yazın, düzensiz ruhlar,

     

    İçinizde kökleşen sonsuzluktan sakının!

     

     

     

    LESBOS

     

    (yasaklanmış şiir)

     

     

    Annesi sahnelerin, yunan şehvetlerinin

     

    Lesbos, sen de şen veya hüzülü öpücükler,

     

    Güneşler gibi sıcak, karpuzlar gibi serin,

     

    Defneli gündüzleri ve geceleri süsler,

     

    - Annesi sahnelerin, yunan şehetlerinin,

     

     

    Lesbos, sen de öpüşler çağlayanlar gibidir,

     

    Korkusuzca atılır dipsiz uçurumlara,

     

    Koşar, hıçkırır, çoşar sarsıntılarla birbir,

     

    - Fırtınalı, esrarlı, kaynaşıp durur orda;

     

    Lesbos, sen de öpüşler çağlayanlar gibidir!

     

     

    Lesbos, sende Phryné’ler birbirlerini sarar,

     

    Sende iç çekişleri asla karşılıksız kalmaz,

     

    Ve tıpkı Paphos gibi yıldızlar sana tapar

     

    Sapho, ey Sapho! Venüs seni nasıl kıskanmaz!

     

    Lesbos, sende Phryné’ler birbirlerini sarar,

     

     

    Lesbos, sıcak ve hüzünlü gecelerin ülkesi,

     

    Aynalarında kısır arzuları yansıtan,

     

    Kızlar, gözleri çukur, sevdalı bedenleri,

     

    Okşar erginliklerin yemişlerini her ân,

     

    Lesbos, sıcak ve hüzünlü gecelerin ülkesi,

     

     

    Varsın yaşlı Eflâtun, kısık sert gözle baksın;

     

    Çoktan bağışlandın sen ateşli bûselerle,

     

    Tatlı bir imparatorluk ve soylu bir topraksın,

     

    Sonsuz inceliklerin ülkesi, kraliçe,

     

    Varsın yaşlı Eflâtun, kısık sert gözle baksın;

     

     

    Ölümsüz kurban zaten bağışlamıştı seni,

     

    Göklerin kıyısında belli belirsiz yanan

     

    Parlak gülüşün bizden uzaklara çektiği

     

    O tutkulu, sevdalı yüreklere sunulan

     

    Ölümsüz kurban zaten bağışlamıştı seni!

     

     

    Hangi Tanrı yargılar, işten solmuş alnını,

     

    Hangi Tanrı, hâkimin olmaya cür’et eder?

     

    Denizlere döktüğün gözyaşı tufanını

     

    Altın terazilerle tartmamışlarsa eğer?

     

    Hangi Tanrı yargılar, işten solmuş alnını,

     

     

    Bu kanûnların bizden istedikleri nedir?

     

    Duyarlı, ince kızlar, gururu adaların,

     

    Başka din gibi sizin dininiz de yücedir

     

    Aşk, cennet, cehennemle alay edecek yarın!

     

    Bu kanûnların bizden istedikleri nedir?

     

     

    Lesbos beni kendine dost seçti şu dünyada,

     

    Çiçekli kızlarımın esrarını şakı, dedi,

     

    Çünkü çocukluğumdan beri, beni, yaşlarla

     

    Islanmış gülüşlerin karanlığı besledi,

     

    Lesbos beni kendine dost seçti şu dünyada,

     

     

    Leucate tepelerinde beklerim yıllardır ben,

     

    Hani gözcüler vardır, şaşmaz keskin gözleri,

     

    Ufukta, uzaklarda şekilleri titreşen

     

    Kadırgaları izler, o nöbetçiler gibi

     

    Leucate tepelerinde beklerim yıllardır ben.

     

     

    Denize, dalgalara bakarım uzun uzun,

     

    Kayaları çınlatan hıçkırıklar içinde

     

    Bir akşam tapılası cesedini Sapho’nun

     

    Lesbos kıyılarına getirecek mi diye,

     

    Denize, dalgalara bakarım uzun uzun,

     

     

    Âşık ve şair Sapho, erce seven kalb,

     

    Hâzîn solgunluğuyla Venüs’ten de güzel kız!

     

    - Acılarla çizilmiş halkanın benek benek

     

    Sardığı kara göze yenilmiş lacivert göz,

     

    Âşık ve şair Sapho, erce seven kalb!

     

     

    Venüs’ten de güzel kız! Venüs ki dünyamızda

     

    Doğrulup, boşaltırdı berrak hazinesi

     

    Ve kumral gençliğinin ışıklarını, hazla

     

    O yaşlı okyanusun ayağına sererdi,

     

    Venüs’ten de güzel kız, bu yalan dünyamızda!

     

     

    O Sapho ki, ölmüştü sövgüyle, doğduğu ân,

     

    Uydurulmuş inançla ve nice âyinlerle!

     

    Bir gururki, zındığı bile cezalandıran,

     

    Güzelim bedeneni çayır gibi sunmuştu bize,

     

    O Sapho ki, ölmüştü sövgüyle, doğduğu ân,

     

     

    Lesbos, yanıp yakınır nice çağlardan beri,

     

    Ve kâinatın sunduğu o büyük azâmetlere

     

    Aldırmaz, kıyıların gökyüzüne ittiği

     

    Acının çığlığıyla sarhoş olur her gece.

     

    Lesbos, yanıp yakınır nice çağlardan beri!

     

     

     

    PEK NEŞELİ KADINA

     

    (yasaklanan şiir)

     

     

    Güzel bir manzara gibi güzel

     

    Başın, edan, her halin, davranışın;

     

    Yüzünde oynayıp duran gülüşün

     

    Sanki parlak gökteki serin bir yel.

     

     

    Yanından geçerken dokunsan, üzgün

     

    İnsanın gözleri, omuzlarından,

     

    Kollarından ışık gibi fışkıran

     

    Sağlık ile kamaşır bütün bir gün.

     

     

    Pırıl pırıl, elbisenin üstünde

     

    Gözalıcı o renkler yanıp söner,

     

    Sonra bir çiçek bahçesine döner

     

    Şairlerin zengin hayâlinde.

     

     

    Çılgın giysilerin sanki sembolü

     

    Türlü renklere boyanan aklının;

     

    Uğruna çılgına döndüğüm çılgın

     

    Sana hem kin duyuyorum hem sevgi!

     

     

    Tembel varlığımı sürüklediğim

     

    Bir bahçede göğsümü kimi zaman

     

    Alay edercesine tırmalayan

     

    Güneşin hışmına boyun eğerdim;

     

     

    İlk yazla birlikte yeşeren tabiat

     

    Kışkırtınca beni, yalnızlığımı,

     

    Bir çiçekten çıkarırdım acımı,

     

    Ezip karşı kordum bu nobranlığa.

     

     

    İşte tıpkı bunun gibi, meleğim,

     

    Şehvet saati çalınca,bir gece

     

    Sokulup alçakça, gürültüsüzce

     

    Hazinene tırmanmak tüm dileğim,

     

     

    Tüm dileğim yırtıp cezalandırmak

     

    Bağışlanmış velûd göğsünü senin,

     

    Üzerinde o neşeli teninin

     

    Geniş, büyük, derin bir yara açmak.

     

     

    Ve böylece, oy benim tatlı bacım!

     

    Aydınlanıp daha bir güzelleşen

     

    Bu yepyeni dudakların içinden

     

    Zehrimi sana da akıtacağım!

     

     

     

    İSYANKÂR

     

     

    Gökte kartal gibi inip öfkeli bir Melek

     

    Zındığın saçlarına doladığı bileğine,

     

    Silkeleyip dedi ki: "- Kuralı bilmen gerek!

     

    (İyilik Meleğinim) Buyruklarımı dinle!

     

     

    İsa Efendimizin geçtiği kutsal yola

     

    İnancınla dokunmuş bir halı sermek için,

     

    Yalnız fakire değil, çarpığa, aptala,

     

    Hinoğluhine bile sevgi beslemelisin.

     

     

    Gerçek aşk budur işte! Kalbin kararmadan,

     

    Onurlandır Tanrı’yı, bu aşk ateşiyle yan,

     

    Albenisi ebedî bu hakiki Şehvet’i tat!”

     

     

    Ne tatlı söz kâr etti, ne yumruk, adam inat;

     

    Melek bağırıp durdu: “- Herkesi sev, diyorum!”

     

    Zındık direniyordu: “- Hayır! İstemiyorum!”

     

     

     

    GURURU KIRILMIŞ AY

     

     

    Sen, ey, atalarımın gizlice tapındığı

     

    Ve mavi tepelerden, yıldızların bir saray

     

    Gibi, zarif ve süslü, izlediği tatlı ay,

     

    Sen, ey yaşlı Cyntia’m, evimizin lambası,

     

     

    Görüyor musun, yoksul, mutlu döşeklerinde

     

    Gösterip dişlerinin körpe minelerini

     

    Uyuyan aşıkları? Başı düşmüş şairi?

     

    Çiftleşen yılanları, kuru otlar içinde?

     

     

    Sarı kukuletanın altında, usul, ürkek,

     

    Gidiyor musun yine akşamdan sabaha dek

     

    Sevişmeye, o güzel çoban Endymion’la?

     

     

    "- Anneni görüyorum, güdük çağın çocuğu

     

    Eğiyor ağır yılları aynasına doğru,

     

    Seni emziren göğü alçılıyor ustaca!”

     

     

     

    YIKIM

     

     

    Sürekli dolanıyor İblis, yanımda yöremde;

     

    Yüzüyor çevremde, tıpkı görünmeyen bir hava;

     

    Yutuyorum İblis’i, alevi ciğerlerimde,

     

    Dolduruyor içimi, sonsuz, suçlu bir arzuyla.

     

     

     

    Büyük sanat aşkımı bilerek, bazen giriyor

     

    O baştan çıkaran, ayartıcı kadın şekline,

     

    Dudağımı alçak iksirlere alıştırıyor,

     

    Kendine has o sözde sıkıntı bahânesiyle.

     

     

    Böylece, uzaklaştırıp beni Tanrı gözünden,

     

    Götürüyor bitkin halimle ve soluk soluğa

     

    Sıkıntının o derin ve kıraç ovalarına,

     

     

    Ve kirli giysileri, açık yaraları birden

     

    Şaşkın şaşkın bakıp duran gözlerime atıyor,

     

    Kanlı aleti, Yıkımı üstüme fırlatıyor!

     

     

     

    BÉATRICE

     

     

    Otsuz, çorak yerlerde gezip dolanıyordum,

     

    Tabiata yakınıyor, derdime yanıyordum.

     

    Öğlendi... kanatlanırken, düşüncem rastgele,

     

    Bilerken hançerimi yüreğimin üstünde,

     

    Kasvetli ve iri bir fırtına bulutuyla

     

    Çirkef iblis tayfası üşüştüler başıma,

     

    Meraklı cüceleri andıran yaratıklar

     

    Soğuk bakışlarıyla beni seyre daldılar,

     

    Taptıkları deliyi ezip geçenler gibi,

     

    Gördüm, fısıldaşarak, bana güldüklerini,

     

    Kaç kez, işaretlerle ve nice göz kırparak

     

    Diyorlardı: “- Şu gülünç karikatüre de bak,

     

    Ebleh gözleri şaşkın, şaçları savruk yelde,

     

    Bu Hamlet kuklasını seyredelim keyifle.

     

    Ne büyük acı, görmek bu zavallı fâniyi,

     

    Bu gezgin palyaçoyu, bu çulsuz enayiyi,

     

    İstiyor ki, kartallar ve cırcır böcekleri,

     

    Irmaklar, akarsular, tabiatın çiçekleri

     

    Dinlesinler bitmeyen hüznünün şarkısını,

     

    Bizi bile, o eski kitabların yazarı,

     

    O dinî kitabların yazarı, bizi bile

     

    Uyutmaya kalkıyor uluduğu nutukla.”

     

    Şu güçlü, saltanatlı başımı, ben, şöyle bir

     

    (Ki, onurum dağlardan daha yücedir,

     

    Papuç bırakmaz öyle iblis çığlıklarına)

     

    Saltanatlı başımı çevireceğim ânda

     

    -Yalnız güneş sarsılmaz böyle suç görünce-

     

    Yüreğimin sultanı, gözleri eşşiz ece,

     

    Baktım ki iblislerle, yıkımıma gülüyor,

     

    Kirli okşayışlarla kırılıp dökülüyor.

     

     

     

    HÂBİL VE KÂBİL

     

     

    I

     

    Yiyip içip uyu, Hâbil’in soyu;

     

    Tanrı gülümsüyor sevgiyle sana.

     

     

    Alçaklığında Kâbil’in soyu,

     

    Sürünüp öl, sefâlet içinde.

     

     

    Sunduğun kurban, Hâbil’in soyu,

     

    Ne hoş geliyor İsrâfil’e bak!

     

     

    Çektiğin azâb Kâbil’in soyu

     

    Ne zaman bitip bir son bulacak?

     

     

    Hasatın güzel, Hâbil’in soyu

     

    Davarın sığırın çoğalıyor;

     

     

    Karnın açlıktan, Kâbil’in soyu

     

    Yaşlı bir köpek gibi uluyor.

     

     

    Kızdır postunu Hâbil’in soyu

     

    Baba ocağından kısmetini al;

     

     

    Küçük ininde, Kâbil’in soyu,

     

    Soğuktan titre, zavallı çakal!

     

     

    Sev, sevil, üre, Hâbil’in soyu!

     

    Altınların da bak, yavruluyor.

     

     

    Ey tutuşan kalb, Kâbil’in soyu

     

    Bu tutkulara karşı tetik dur.

     

     

    Tahta kurusu, Hâbil’in soyu

     

    Kan emip büyüyorsun sürekli!

     

     

    Durma, yola düş, Kâbil’in soyu

     

    Al götür çaresiz aileni.

     

     

     

    II

     

    Vah ki! Hâbil’in oğlu senin leşin

     

    Bu tüten toprağı gübreleyecek!

     

     

    Kâbil’in oğlu, gereksinimin

     

    Yıllarca böyle sürüp gidecek;

     

     

    Ne utanç! Kazanan Hâbil’in soyu;

     

    Kargı sultan oldu demire inat,

     

     

    Çıkıp gökyüzüne Kâbil’in soyu

     

    Tanrı’yı göklerden yeryüzüne at!

     

     

     

    KAPAK

     

     

    Nerede olursa, karada, denizlerde,

     

    Ateşli iklimlerde, beyaz güneş altında,

     

    Azâmetli Kârunuyla, kara dilencisiyle,

     

    İsaya inananı, Cythére’e tapanıyla,

     

     

    Konarı, göçeriyle, köylüsü, şehirlisiyle,

     

    Kafası hızlı ve ağır çalışanıyla,

     

    Gizemin dehşetini duyar insan, her yerde,

     

    Gözleri titremeden bakamaz yukarıya,

     

     

    Bakamaz gökyüzüne! Boğucu bir mağaradır,

     

    Işıklı tabanında güldürüler oynanır,

     

    Her palyaço kanlı bir zemin üstünde yürür;

     

     

    Bütün bir insanlığın içinde kaynadığı

     

    O koca tencerenin büyük, kara kapağı

     

    Gök, inanmışa umut, dinsize dehşet verir.

     

     

     

    ROMANTİK GÜNEŞİN BATIŞI

     

     

    Ter-ü tâze doğduğunda Güneş ne kutludur,

     

    Günaydın der ansızın belirip, diri, canlı!

     

    Akşam olduğu zaman, bir düşten daha şanlı

     

    Batışını aşkla selâmlayana ne mutludur!

     

     

    Çiçek, kaynak, herşey, çırpınan kalp gibi

     

    Baygın düşmüştü akışlarıyla... hatırlarım!

     

    Yine kaçıyor, çabuk, ufka doğru koşalım,

     

    Hiç değilse, son bir ışık yakalarız belki!

     

     

    Çekti gitti Tanrı, boşuna düştüm peşine;

     

    Kuruyor saltanatını katlanılmaz Gece,

     

    Nemli, uğursuz, ürpertilerle dolu, kara;

     

     

    Karanlıklarda bir mezar kokusu yüzüyor,

     

    Kurbağaları, soğuk salyangozları eziyor

     

    Korkak, telaşlı ayaklarım bataklıklarda.

     

     

     

    PİPO

     

     

    Bir yazarın piposuyum;

     

    Anlar, Habeşliyi andıran

     

    Bu kara yüzüme bakan,

     

    Nice tiryaki sahibim.

     

     

    Efkârlanınca efendim,

     

    İşçinin duman duman

     

    Tenceresini kaynatan

     

    Bir ocak gibi tüterim.

     

     

    Ateş ağzımdan çıkıp da

     

    Yükselen şu mavi ağda

     

    Sarıp sallarım ruhunu,

     

     

    Yanıp geyikotu gibi

     

    Büyülerim yüreğini,

     

    Dinlendiririm zihnini.

     

     

     

    HİÇLİĞİN TADI

     

     

    Ruhum,o hırçın yüzün neden şimdi donuk, mat?

     

    Patlatırken hırsını Ümit mahmuzlarıyla,,

     

    Artık terketti seni! Yat, uyu hayâsızca,

     

    Sürekli tökezleyen canı çıkmış yaşlı at.

     

     

    Katlan kalbim, boyun eğ; hayvanca uykuna yat.

     

     

    Sen, yenik, bitkin düşmüş yüreğim, artık sana

     

    Aşkta ne hırçınlıklar kaldı, ne de eski tat;

     

    Elveda saksafonlar, hoşçakal içli flüt!

     

    Arzular! Aldırmayın bu somurtkan insana!

     

     

    O eski kokular yok güzelim İlkbaharda!

     

     

     

    Zaman bitirir beni her dakika, her saat,

     

    Bir gövde kazık gibi nasıl donarsa karla;

     

    Bakıyorum tepeden şu yuvarlak dünyaya,

     

    Sığınacak kulübe kalmadı artık. Heyhat!

     

     

    Ey çığ yıkıl üstüme, beni de kendine kat!

     

     

     

    UZAK İKLİMLERİN KOKUSU

     

    (Rarfum Exotique)

     

     

    Göğsünün kokusuyla içimi doldururken,

     

    Ilık bir güz akşamı gözümü kapıyarak,

     

    Değişmez bir güneşin aydınlattığı, sıcak

     

    Mesut kıyılar geçer gözlerimin önünden;

     

     

    Enginlerde kaybolmuş uyuklayan bir ada,

     

    Acayip ağaçları, tatlı meyveleri var;

     

    Ve saf bakışlarıyla hayret veren kadınlar,

     

    İnce, çevik vücûtlu erkekler hep orada.

     

     

    Büyülü iklimlere kokundur çeken beni,

     

    Görürüm dalgalarda, arasız sallanmaktan

     

    Yorulmuş gemilerin kaynaştığı bir liman.

     

     

    O demir hindilerin burun deliklerini

     

    Ve havayı dolduran kokusu, öylesine

     

    Karışır ruhumdaki denizci türküsüne.

     

     

     

    MAHKÛM BİR KİTAB İÇİN KİTÂBE

     

     

    Tatlı çoban türküleri okuru,

     

    Bu acıklı, esrik kitab sana tat

     

    Vermez, boş yere okuma, kaldır at!

     

    Saf yürekli, Tanrı’nın iyi kulu,

     

     

    Öğrenmedin, almadıysan dersini

     

    Şeytan denen o yaşlı düzenbazdan,

     

    At! Bir şey anlamazsın bu kitabdan,

     

    Veya bir isterik sanarsın beni.

     

     

    Ama, büyüye değil de, gözlerin

     

    Uçuruma dalmayı biliyorsa,

     

    Oku, beni sevmeyi öğrenirsin;

     

     

    Meraklı ruh, kıvranıp ıstırabla

     

    Aramaya giderken cennetini,

     

    Acı bana!.. Yoksa çarparım seni!


  10. IV. BÖLÜM: "LES FLEURS DU MAL - ELEM ÇİÇEKLERİ”

     

     

    ŞİİRLER:

     

    ALBATROS- (L‘albatros)

    BALKON- (Le Balcon)

    AKŞAMIN AHENGİ- (Harmonie Du Soir)

    NE DERSİN BU AKŞAM?- (Que Dıras-tue Ce Soir...)

    ŞEN ÖLÜ- (Le Mort Joyeux)

    DÜŞMAN- (L‘ennemi)

    AŞKLARIN ÖLÜMÜ- (La Mort Des Amants)

    İÇE KAPANIŞ- (Recueillement)

    İNSAN VE DENİZ- (L‘homme et La Mer)

    YOKSULLARIN ÖLÜMÜ- (La Mort Des Pauvres)

    GEZİ- (Le Voyage)

    SPLEEN

    HÜZÜN VE SERSERİ- (Moesta et Errebunda)

    REVERSİBİLİTE- (Reversibilité)

    SİSLER VE YAĞMURLAR- (Brumes et Pluies)

    SEYAHATE DAVET- (L’invitation Au Voyage)

    BÜTÜN BİR KÂİNATI BİLE

    SED NON SATAİTA

    VAMPİR

    ŞEYTAN’A SATILMIŞ

    KABİRDE AZAB

    GÜZELLİĞE İLÂHİ

    TAPARIM, HÜZÜN VAZOSU

    ŞEYTAN DUALARI

    SOĞUK AZAÂMET

    BİR CESEDİN YANINDA

    KOKU

    BÜTÜNÜYLE

    ŞİŞE

    KEDİ

    BAYKUŞLAR

    CENAZE

    OLAĞANÜSTÜ BİR GRAVÜR

    HÜZNÜN SİMYASI

    KENDİNİ CEZALANDIRAN KİŞİ

    LÂNETLENMİŞ KADINLAR

    LÉTHÉ (yasaklanmış şiir)

    TAKILAR (yasaklanmış şiir)

    VAMPİRİN DEĞİŞİMLERİ(yasaklanmış şiir)

    LANETLENMİŞ KADINLAR(yasaklanmış şiir)

    LESBOS (yasaklanmış şiir)

    PEK NEŞELİ KADINA (yasaklanmış şiir)

    İSYANKÂR

    GURURU KIRILMIŞ AY

    YIKIM

    BÉATRICE

    HÂBİL VE KÂBİL

    KAPAK

    ROMANTİK GÜNEŞİN BATIŞI

    PİPO

    HİÇLİĞİN TADI

    UZAK İKLİMLERİN KOKUSU- (Rarfum Exotique)

    MAHKÛM BİR KİTAB İÇİN KİTÂBE

     

     

     

    ALBATROS

     

    (L‘albatros)

     

     

    Çok defa eğlenmek için gemi tayfaları

     

    Albatrosları, bu cesîm deniz kuşlarını tutarlar,

     

    Bunlar, kayıtsız ve batî seyahat arkadaşları,

     

    Derin girdablar üzerinde kayan gemiyi takip ederler.

     

     

    Onları tahtaların üzerine bırakır bırakmaz

     

    Mavi göğün bu hükümdârları, beceriksiz ve mahcûb,

     

    Büyük beyaz kanatlarını acınacak hâlde

     

    Yanlarında kürekler gibi sürüklerler.

     

     

    Bu kanatlı yolcu ne acemî ne de metânetsizdir!

     

    Vaktiyle o kadar güzelken, şimdi ne gülünç ve çirkindir!

     

    Biri çubuğuyla onun gagasına dokunur,

     

    Öteki topallayarak eskiden uçan kötürümü taklid eder.

     

     

    Şair, fırtına ile uğraşan, yay ile eğlenen,

     

    Tahkirler arasında toprağa matrûd,

     

    Ve muazzam kanatları yürümesine mâni,

     

    Bulutlar hükümdârına benzer.

     

     

     

    Batî: yavaş, ağır hareketli.

     

    Matrûd: Tardolunmuş, kovulmuş,

     

    vazifesinden çıkarılmış

     

    Tahkir: Hakaret etme.

     

     

     

    BALKON

     

    (Le Balcon)

     

     

    Hatıralar annesi, sevgililer sultanı

     

    Ey beni şâdeden yâr, ey tapındığım kadın!

     

    Ocak başında seviştiğimiz o zamanı,

     

    O cânım akşamları elbette hatırlarsın.

     

    Hatıralar annesi, sevgililer sultanı

     

     

    O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan,

     

    Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen.

     

    Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman!

     

    Ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden,

     

    O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan,

     

     

    Ne güzeldir güneşler, sıcak yaz akşamları!

     

    Kâinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar!

     

    Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı,

     

    Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var.

     

    Ne güzeldir güneşler, sıcak yaz akşamları!

     

     

    Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece,

     

    Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini,

     

    Mestolur, mahvolurdum nefesini içtikçe.

     

    Bulmuştu ayakların ellerinde yerini.

     

    Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece,

     

     

    Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak;

     

    Yeniden yaşadığım dizlerinin dibinde.

     

    O "mestinâz" güzelliğini boştur aramak,

     

    Sevgili vücûdundan kalbinden başka yerde,

     

    Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak!

     

     

    O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler

     

    Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır?

     

    Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler

     

    Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır

     

    O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler!

     

     

     

    AKŞAMIN AHENGİ

     

    (Harmonie Du Soir)

     

     

    İşte her çiçeğin sâkında ürperdiği çağlar,

     

    Her çiçeğin bir buhurdan gibi uçtuğu lahza!

     

    Sesler ve kokular dönüyor akşam havasnda,

     

    Hazîn bir vals, bir tatlı başdönmesidir bu rüzgâr.

     

     

    Her çiçeğin bir buhurdan gibi uçtuğu lâhza!

     

    Keman sesinde üzgün bir kalbin titreyişi var;

     

    Hazîn bir vals, bir tatlı başdönmesidir bu rüzgâr;

     

    Bir büyük mabed gibi melûl ve güzeldir semâ.

     

     

    Keman sesinde üzgün bir kalbin titreyişi var;

     

    Nefret o kalpten bu geniş ve karanlık boşluğa.

     

    Bir büyük mabed gibi melûl ve güzeldir semâ;

     

    Pıhtılaşan kanında güneştir boğuldu tekrar.

     

     

    Nefret o kalpten bu geniş ve karanlık boşluğa;

     

    Bir kalp ki, aydınlık mâziden ne bulursa toplar.

     

    Pıhtılaşan kanında güneştir boğuldu tekrar.

     

    O mukaddes nurdur içime senden bir hatıra!

     

     

    Sâk: Sap. Köksap.

     

     

     

    NE DERSİN BU AKŞAM?

     

    (Que Dıras-tue Ce Soir...)

     

     

    Ne dersin bu akşam, sen garip kişi, sen bîçâre,

     

    Ya sen kalbim, sen ki, vaktiyle çiğnendin, ey kalbim.

     

    Ne dersin, en güzel, en iyi, en sevgili yâre,

     

    İlahî bakışıyla nasıl şenlendin ey kalbim?

     

     

    -Feda olsun gururumuz onu övmek yolunda!

     

    Dünyaya değer, emreden sesindeki tatlılık.

     

    Meleklerin kokusu var o lâtîf vücûdunda;

     

    O gözler bize esvab giydirir sâfi ışık.

     

     

    İsterse geceleyin ıssızlık içinde olsun,

     

    İsterse sokakta kalabalık içinde olsun,

     

    O hayâl havada rakseden bir meş’ale her dem!

     

     

    Bazen de konuşur: "- Ben güzelim, emrediyorum,

     

    Hatırım için yalnız güzel sevmeni istiyorum;

     

    Baş koruyan meleğim ben, İlham perisi, Meryem!"

     

     

     

    ŞEN ÖLÜ

     

    (Le Mort Joyeux)

     

     

    Kendim bir çukur kazmak istiyorum bir yanda,

     

    Sümüklü böcek dolu cıvık bir toprakta ki,

     

    Yayıp rahatça kocamış kemiklerimi,

     

    Uyuyayım, denizde balık gibi, nisyânda

     

     

    Vasiyetten de nefret ederim, mezardan da;

     

    Âlemden gözyaşı dilenmekten daha iyi,

     

    Kargaları çağırıp emdirmek iliklerimi,

     

    İğrenç gövdemin her ucundan, yaşarken daha!

     

     

    Bakın, önünüzde hür ve memnûn bir ölü var;

     

    Ey kurtlar! Kulaksız ve gözsüz kara yoldaşlar,

     

    Filozof hovardalar çürüntüler âlemi!

     

     

    Haydi, keder etmeden gezin şu harâbemi,

     

    Ve deyin bana, var mı daha başka işkence,

     

    Bu kart ve ölüler içinde ölü cesede!

     

     

     

    DÜŞMAN

     

    (L‘ennemi)

     

     

    Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,

     

    Birkaç yerinde parlak güneşler açan;

     

    Öyle harab çıktım ki bu fırtınadan,

     

    Bahçemde kızarmış tektük meyve kaldı.

     

     

    İşte, fikirlerin gözüne ulaştım,

     

    Suyun mezarlar gibi çukur açtığı,

     

    Sel basmış toprakları durmayıp gayrı,

     

    Kürekler, tırmıklarla onarmam lazım.

     

     

    Boy atacak mı esrarlı gıdayı bulup

     

    Hayal ettiğim yeni çicekler aceb?

     

    Bir kumsal gibi yıkanmış topraklardan?

     

     

    -Ey acı! Ey acı! Zaman ömrü yiyor.

     

    Ve kalbimizi kemiren sinsi düşman

     

    Kaybettiğimiz kanla şişip büyüyor!

     

     

     

    AŞKLARIN ÖLÜMÜ

     

    (La Mort Des Amants)

     

     

    Yatağımız olacak hafif kokuyla dolu,

     

    Divanımız olacak bir mezar gibi derin;

     

    Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin

     

    O garip çiçekleri süsleyecek konsolu.

     

     

    Son sıcaklıklarını sarfederek, hovarda,

     

    Birer ulu meş’ale olacak kalplerimiz;

     

    Çifte ışıklarından gidip gelecek bir iz,

     

    İkimizin ruhunda o ikiz aynalarda.

     

     

    Pembe, lâhûtî, mavi bir akşam saatinde,

     

    Vedâ ile dolu uzun bir hıçkırık hâlinde,

     

    Yanacak aramızda bir tek şimşeğin feri;

     

     

    Nihayet kapıları biraz aralıyarak,

     

    Sadık ve şen bir melek gelip uyandıracak

     

    Buğulu aynaları ve ölmüş alevleri.

     

     

     

    İÇE KAPANIŞ

     

    (Recueillement)

     

     

    Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;

     

    Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam;

     

    Siyah örtülere sardı şehri karanlık;

     

    Kimine huzur iner gökten kimine gâm.

     

     

    Bırak şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,

     

    Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte,

     

    Toplasın acı meyvesini nedâmetin.

     

    Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle

     

     

    Bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler

     

    Eski zaman esvablarıyla eğilmişler;

     

    Hüzün yükseliyor, güler yüzle, sulardan.

     

     

    Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi

     

    Ve uzun bir kefen gibi Doğu'yu saran,

     

    Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.

     

     

     

    İNSAN VE DENİZ

     

    (L‘homme et La Mer)

     

     

    Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;

     

    Deniz aynandır senin, kendini seyredersin

     

    Bakarken alıp giden dalgaların ardından,

     

    Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

     

     

    Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan;

     

    Gözlerinden, kollarından öpersin; ve kalbin

     

    Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman,

     

    O azgın, o vahşi haykırışında denizin.

     

     

    Kendi âleminizdesinizdir ikiniz de.

     

    Kimse bilmez ey ruh, uçurumlarını senin;

     

    Sırlarınız daima, daima içinizde;

     

    Ey deniz! Nerede senin o iç hazinelerin?

     

     

    Ama işte yine de binlerce yıldan beri

     

    Cenkleşir durursun, duymadan acı keder;

     

    Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi,

     

    Ey hırslarına gem vurulamayan kardeşler!

     

     

     

    YOKSULLARIN ÖLÜMÜ

     

    (La Mort Des Pauvres)

     

     

    Ölüm, avutan da, -ne çare ki- yaşatan da;

     

    Hayatın sonu yine de tek ümit, tek güven;

     

    Bizi bir iksir gibi kavrayan şarhoş eden;

     

    Karda, kışta, boralar, tipiler arasında.

     

     

    Akşamlara kadar didinmek gücünü veren;

     

    Parıldayan tek ışık, kapkaranlık dünyada;

     

    Dört kitabın yazdığı o koskocaman handa

     

    Mümkün artık doyup, dinlenip uyuyabilmem.

     

     

    Sihirli parmaklarla üstüne titreyerek,

     

    Uykuların en güzelini getiren melek;

     

    Yoksulun, çıplağın yatağını yapan eller;

     

     

    Tılsımlı ambar; tanrıların şerefi, şânı;

     

    Yoksulun dağarcığı ve en eski vatanı;

     

    Bilinmedik göklere açılan tak-ı zafer.

     

     

     

    Tâk-ı zafer: Tarihî bir hâdiseyi, zaferi anmak veya gelecek olan büyük bir kimseyi karşılamak için kurulan kemerli yapı.

     

     

     

    GEZİ

     

    (Le Voyage)

     

    (Maksim du Camp'a)

     

     

    I

     

    O harita, resim delisi çocuklar için

     

    Cihandır oburluğu dindirecek azık.

     

    Dünya, lambaların ışığında ne engin!

     

    Hatıraların gözünde ise minnacık!

     

     

    Alnımızda ateş bir sabah yoldayızdır,

     

    Zehir gibi arzularla kin dolu yürek,

     

    Sonlu denizde sonsuzluğumuz sallanır,

     

    Yürürüz suların raksını dinleyerek!

     

     

    Kimi memnûn, rezil bir ilden kaçtığına.

     

    Kimi soy ve sopundan iğrenmiş ve kimi,

     

    Dalmış bir kadın gözündeki yıldızlara

     

    Bir kadın, gaddar büyücü Kirke misâli.

     

     

    Baş tütsülenmezse hayvan oluvermek var,

     

    O kan rengi gökten, ışıktan mesâfeden;

     

    Buz dişler eti, güneşler bakırla kaplar,

     

    Yavaşça kaybolur kalan iz öpüşlerden.

     

     

    Gerçek yolcu yalnız, gidendir gitmek için

     

    Hafifçecik bir yürekle balon misâli,

     

    Bir ân ayrılmadan yanından kaderinin

     

    Ve sebeb bilmeden der daima: İleri!

     

     

    Bulutlara benzer arzuları ve toy er

     

    Nasıl düşünürse topu, onlar da bitmez

     

    Ve meçhul hazları öyle hayâl ederler,

     

    Hani adını kimsecikler bilemez.

     

     

    II

     

    Topu, topacı örnek tutmak ne kötüdür

     

    Dönüp zıplamasında; ve uykuda bile

     

    Merak bizi fırıl fırıl sürer götürür

     

    Şer Meleği gibi kırbaç çalan güneşe.

     

     

    Biricik baht ki, amacı takar peşine,

     

    Nerdedir bilinmez de, her yerdedir hani,

     

    Durak yok yolundakilerin ümidine,

     

    O kısa sükûn peşinde her zaman deli!

     

     

    Bir gemi ruhumuz, izinde İkarya'nın;

     

    "Gözlerini aç!" sesiyle çınlar ortalık.

     

    Çanaklıktan bir başka ses, ateşli, çılgın.

     

    "Aşk... zafer... saadet!" Felaket! Bir kayalık!

     

     

    Gözcünün eliyle gösterdiği her adacık

     

    Kaderin bağışladığı bir altın şehri;

     

    Hayâlin içki sofrası şimdiden açık

     

    Fecirde sığ bir kayalık bulabildiği.

     

     

    Ey hayalî illerin mahzûn sevdalısı!

     

    Acep denize mi atmalı zincirleyip,

     

    Amerika kâşifi bu şarhoş tayfayı

     

    O serabın acısıyla kalmış devrilip?

     

     

    Artık çamurlar içinde, o, bir serseri,

     

    Cennet rüyâları görür burnu göklerde;

     

    Capoue şehrini bulur büyülü gözleri

     

    Bir mumun aydınlattığı her mezbelede.

     

     

    III

     

    Ey üstün gezginler! Hikâyeniz ne soylu,

     

    Deniz gibi derin gözlerinizde okunan!

     

    Bize, yanıp sönen mücevherlerle dolu

     

    Mahfazalar açın zengin hâtıranızdan.

     

     

    Ne buhar bulunsun gezimizde, ne yelken!

     

    Şu mahkûmluk günlerimizi şâdedelim,

     

    Levha levha resim geçirin zihnimizden,

     

    Ömrünüzü ufuklar içinde görelim.

     

     

    Ne gördünüz, deyin?

     

     

    IV

     

    "- Neden söz açsak, neden,

     

    Yıldızlar, dalgalar, kumsallar gördük ılık,

     

    Duyulmamış bin kaza ve belâya rağmen

     

    Söküp içten bu sıkıntıyı atamadık.

     

     

    Güneşin menekşe sulardaki zaferi,

     

    Ve şehirlerin batan güneşler içinde,

     

    Yakar kalbimizde bir endişe alevi

     

    Dalarken sihirli akisler dolu göğe.

     

     

    En zengin şehirler, en geniş manzaralar,

     

    Ulaşmadı bir gün o sırlı cazibeye

     

    Tesadüfün göğe yaptığı resim kadar.

     

    Arzu tasayı biteviye

     

     

    Duyulan hazlardır arzuya kuvvet katan,

     

    Arzu; ey gübresi hoşnutluk olan ağaç,

     

    Büyürsün ve kabukların katılır her ân

     

    Yaklaşır dalların güneşe kulaç kulaç!

     

     

    Selviden ömürlü ulu ağaç daima

     

    Büyüyecek misin? - Bir iki çizgi resim

     

    Derledik özenerek doymaz albümüne

     

    Uzaktan geleni güzel bulan kardeşim.

     

     

    Mabudlar selâmladık ellerinde boru;

     

    Pırıl pırıl ışıklarla bezenmiş tahtlar;

     

    Peri sarayları işlemeli, gururlu,

     

    Bahâsından bankerleriniz yılacaklar;

     

     

    Elbiseler, gözleri sarhoş ediveren,

     

    Dişleri, tırnakları boyalı kadınlar,

     

    Hokkabazlar, kendini yılana sevdiren."

     

     

    V

     

    Sonra, daha sonra?

     

     

    VI

     

    "- Ey çocuk kafalılar!

     

     

    Asıl şeyi unutmamaktan olsa gerek,

     

    Heryerlerde onu gördük hiç aramadan,

     

    Mukadder sıranın başında sonuna dek,

     

    Onu, ebedî günah sahnesini, sıkan;

     

     

    Kadın, mağrur, budala, sefil bir köle, işi;

     

    Gülüp iğrenmeden kendi kendine tapmak;

     

    Erkek can-yakan obur; aklı fikri dişi,

     

    Kölenin kölesi, lağımdan geçen ırmak;

     

     

    Keyfi yerinde cellat, gözü yaşlı kurban;

     

    Lezzeti o kan kokusundan gelen cümbüş;

     

    İktidar zevki, zorbayı gevşeten yıkan,

     

    Ve halk, hayvan eden kırbaç peşine düşmüş;

     

     

    Bizimkine benzer sayısız bir sürü din,

     

    Her biri göğü aşma peşinde; ya Dindar?

     

    Kuş-tüyü yatağa uzanmış bir nâzenin,

     

    Çiviler ve saçlar içinde sehvet arar;

     

     

    Geveze insanlık zil-zurna dehâsından,

     

    Ve elbette yine aklı başında değil,

     

    Haykırır Tanrıya acılar arasından;

     

    "- Ey benzerim, ustam, usandım senden çekil!"

     

     

    Saflar, sersemliğe vurgun yüreği pekler.

     

    Kaderin güttüğü o sürüden kaçarak

     

    Sonsuz bir esrar deryasına gömülürler!

     

    --Bu dünya böyle başlamış, böyle batacak."

     

     

    VII

     

    Gezinin verdiği bilgiden acı bilgi!

     

    Dünya öylesine bir örnek ve ufacık.

     

    Dün, bugün, yarın, biziz bize gösterdiği

     

    Bunaltıcı çölde nefretten bir vahacık!

     

     

    Kaçsak mı, kalsak mı dersin? Elindeyse kal;

     

    Gerekirse kaç. Kaçan da vardır kalan da,

     

    Kurtulma ânıdır, ölümcül düşmana sal,

     

    Heyhat ki, sayısız, yorulmadan koşan da.

     

     

    Serseri Yahudiyle havâriler gibi,

     

    Kaçmalarına ne vagon yeter ne tekne

     

    Bu alçaktan; insanların bir kesimi

     

    Kımıldamaz da, öldürürler onu yine.

     

     

    Düşeceğiz elbet ayağının altına,

     

    Umutlanıp bağırabiliriz: İleri!

     

    Nasıl başladıksa o Çin seyahatine

     

    Rüzgarda saçlarımız gözlerimiz iri.

     

     

    Bir adem enginlerine açılmaktayız,

     

    Kalbimizde bir genç yolcunun sevinçleri,

     

    Bu sıcak mahzun sesi duyacaksın:

     

    "- Yemek isteyenler kokulu lotüsleri

     

     

    Buraya! Bağbozumu burada yapılır

     

    Kalbinizin acıktığı o meyvelerin

     

    Garip lezzetiyle başınız cilalıdır

     

    Bu bitmek bilmez öğle sonrasının."

     

     

    Külfetsiz buluverdik hayâlimizi;

     

    Kolları bize uzanmış Pylad'larımız.

     

    "- Serinle, Elektra'na doğru aş denizi!"

     

    Der, vaktiyle dizlerine kapandığımız.

     

     

    VIII

     

    Ey ölüm, koca kaptan artık gitmeliyiz!

     

    Ey ölüm, haydi, bizi boğdu bu memleket!

     

    Mürekkeb gibi kararsa da gökle deniz,

     

    Kalblerimizdeki bu ışık yeter elbet!

     

     

    Sun şu zehirden bize biraz canlanalım!

     

    Bu ateş yaksın bizi alabildiğine,

     

    Bu girdap, Cennet veya Cehennem, dalalım

     

    Yeniyi bulmak için meçhûlün dibine!

     

     

    Circe: Güneşin kızı meşhur sihirbaz kadın. Ulysee’i yanında tutmak için, onun arkadaşlarına sihirli içki içirerek domuz şekline sokmuştur.

     

    Capoue: (Kapu) İtalya’da br yer. Hannibal burasını işgal etiğinde askerleri orada zevk-ü sefaya daldıklarından, bu kelime-şehir, eğlence ve işret yeri mânâsına kullanılır.

     

    Altın şehri: II/4-2'de yeralan bu tamlama, orijinalinde, "Eldorado" olarak, (yani efsânevî, 'altın şehri' olarak) geçmektedir.

     

    Lotus: Mitolojide geçen, Kuzey Afrikasında yetişen ve lezzetinden ötürü yabancılara memleketlerini unutturan bir meyve.

     

    Elektra: (electra) Oluş. Miolojide geçen

     

    Agamennon ile lytemneistra’nın kızıdır

     

     

     

    SPLEEN

     

    Gök çökünce sıkıntılarla sızlanan

     

    Ruha bir kapak gibi, ağır ve basık,

     

    Dökünce çemberi kuşatan ufuktan,

     

    Gecelerden de acı siyah bir ışık;

     

     

    Dünya olunca bir rutubetli zindan,

     

    Ümit kanatları ürkek bir yarasa,

     

    Gider duvardan duvara vuraraktan,

     

    Ve başı çarpar çürümüş tavanlara.

     

     

    Andırınca yağmur tel tel süzülerek

     

    Loş bir cezaevinin çubuklarını,

     

    Ve gerince iğrenç bir sürü örümcek

     

    Beyinlerimizde tozlu ağlarını,

     

     

    Çalar tehevvürle birden havalanır,

     

    Fırlatırlar göğe korkunç bir uluma;

     

    Bunlar, sanki yurtsuz, başıboş ruhlardır,

     

    Koyulup dururlar inatla feryâda.

     

     

    Ve ruhumdan geçer upuzun tabutlar,

     

    Sessiz, ağır ağır, ümit ağlamada;

     

    Merhametsiz korku mütehakkim, çakar

     

    Siyah bayrağını eğilen kafama.

     

     

     

    HÜZÜN VE SERSERİ

     

    (Moesta et Errebunda)

     

     

    Agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasına,

     

    Büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan

     

    Bambaşka denizlere, bambaşka semâlara,

     

    Şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?

     

    Agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasıra?

     

     

    Deniz, tek tesellisi günlük ıstırâbların

     

    Acaba hangi şeytan veya hangi mûcize

     

    Her ulvî çalkanışta muazzam bir rüzgârın

     

    Orguyla uğuldayan denizi verdi bize?

     

    Deniz, tek tesellisi günlük ıstırâbların

     

     

    Hey, trenler, vapurlar, beni buradan götürün!

     

    Ne var gözyaşlarımdan çamurlar yoğuracak?

     

    Arasıra der mi ki, Agathe'nin ruhu, üzgün

     

    "- Nedâmetten, azâptan ve ıstırâbtan uzak,

     

    Hey, trenler, vapurlar, beni buradan götürün!"

     

     

    Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet

     

    Ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,

     

    Ey, her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet,

     

    Ey, bir ömür boyunca gönül verilen şeyler

     

    Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet

     

     

    Ah o yeşil cenneti çocuksu sevdâların,

     

    O koşuşlar, demetler, o şarkılar, bûseler,

     

    İnildeyen kemanlar arkasında sırtları,

     

    Akşam, koruluklarda şarap dolu kâseler,

     

    - Ah o yeşil cenneti çocuksu sevdâların,

     

     

    O bilinmez zevklerin yüzdüğü masûm belde

     

    Çok daha uzakta mı yoksa Çin'den Maçin'den?

     

    Beyhûde bir arzu mu inildeyen dillerde,

     

    Canlanan bir hayâl mi billûr sesler içinden.

     

    O bilinmez zevklerin yüzdüğü mâsûm belde

     

     

     

    REVERSİBİLİTE

     

    (Reversibilité)

     

     

    Neşeyle dolup taşan bilir misin kederi,

     

    Utanç, ayıp, nedâmet, hıçkırıklar acılar,

     

    O korkunç geceler ki, binbir azâbla uzar

     

    Buruşturur bir kağıt parçası gibi kalbi?

     

    Neşeyle dolup taşan, bilir misin kederi?

     

     

    Sevgiyle dolup taşan, bilir misin nefreti,

     

    O sıkılan yumruklar, yaşlar zehirle dolu

     

    Ve intikâm hırsıyla beyinler uğultulu,

     

    Emrine râmederken kinle kavrulan eti.

     

    Sevgiyle dolup taşan, bilir misin nefreti?

     

     

    Sıhhatle dolup taşan, bilir misin dertleri,

     

    Soğuk hastahânenin duvarları boyunca,

     

    Güneş gibi görmemiş sürgünler gibi bunca

     

    Işığa hasret öyle ve bir kemik, bir deri,

     

    Sıhhatle dolup taşan, bilir misin dertleri?

     

     

    Gençlikle dolup taşan bilir misin çökmeyi,

     

    Yaşlanmak korkusunu ve bir vakit her yerde

     

    İçimizi sevgiyle tutuşturan gözlerde,

     

    Merhamet okuyarak ecel teri dökmeyi.

     

    Gençlikle dolup taşan bilir misin çökmeyi?

     

     

    Işıkla, saadetle dolup taşan meleğim,

     

    Başı döner de gürbüz vücûdunun seyrinden,

     

    Vurulmuş bir kahraman sıhhat diler de senden,

     

    Duanı kazanmaktır benimse tek dileğim.

     

    Işıkla, saadetle dolup taşan meleğim,

     

     

     

    SİSLER VE YAĞMURLAR

     

    (Brumes et Pluies)

     

     

    Ey güz sonları, kışlar, çamura batmış baharlar,

     

    Uyutucu mevsimler! Seviyorum ve övüyorum sizi.

     

    Sardığınız için böyle benim kalbimi ve beynimi

     

    Buğulu bir kefenle ve müphem bir esrarla.

     

     

    Uzun gecelerle fırıldak sesinin kısıldığı,

     

    Soğuk rüzgârın oynaştığı bu büyük ovada,

     

    Benim ruhum ılık bahar zamanlarınkinden daha iyi

     

    Açacak geniş geniş karga kanatlarını.

     

     

    Ölümcül şeylerle dolu ve çoktan beri üzerine

     

    Kırağılar düşen bir kalbe hiçbirşey gelmez daha tatlı.

     

    Ey soluk mevsimler, bizim iklimlerin sultanları.

     

     

    Sizin solgun loşluklarınızın devamlı manzarasından.

     

    Meğer ki aysız bir akşam, iki can bir arada,

     

    Istırâb uyutula korkusuz bir yatakta.

     

     

     

    SEYAHATE DAVET

     

    (L’invitation Au Voyage)

     

     

    Yavrum, zevkini düşün,

     

    Oraya gidip bir gün

     

    Yaşamanın birlikte!

     

    Sevmek, daima sevmek

     

    Sevmek, ölünceye dek

     

    Sana benzeyen yerde.

     

    Görünce göklerdeki

     

    Islanmış güneşleri

     

    Arasında sislerin.

     

    Sihridir beni saran

     

    Yaşlarla pırıldayan.

     

     

    Orada ne varsa nizâm,

     

    Şehvet, sükûn, ihtişam.

     

     

    Gelip geçen yıllarla

     

    O pırıldayan eşya,

     

    Odamızın olacak.

     

    Bulunmaz çiçeklerin

     

    Kokuları, amberin

     

    Nefesine dolacak.

     

    Tavanlar süslü zengin,

     

    Bütün aynalar derin,

     

    Şarkın ihtişâmı var.

     

    Orda herşey gizlice

     

    Kendi ana dilince

     

    Ruha birşey fısıldar.

     

     

    Orada ne varsa nizâm,

     

    Şehvet, sükûn, ihtişâm.

     

     

    Bak, şu sular üstünde,

     

    Uyuyan gemilere!

     

    Hepsinin huyu gezgin.

     

    Gelmişler, hiç durmadan

     

    Dünyanın bir ucundan

     

    En küçük arzun için.

     

    Batan gün ışıkları

     

    Bütün kırları sardı,

     

    Sular ve bütün belde

     

    Altın renginde artık;

     

    Dünya uyuklar ılık

     

    Bir parıltı içinde.

     

     

    Orada ne varsa nizâm,

     

    Şehvet, sükûn, ihtişâm.

     

     

     

    BÜTÜN BİR KAİNÂTI BİLE...

     

     

    Bütün bir kainâtı bile yatağına alırsın,

     

    Sıkıldıkça vahşileşiyorsun iğrenç kadın!

     

    Dişlerin alışsın diye bu garip oyuna

     

    Hergün, çiğneyeceğin kalb gerek sana.

     

    Bayram günlerinde, şenliklerde ışıldayan

     

    Dükkânlar ve porsukagaçları gibi, yanan

     

    Gözlerin kullanır başka kudretin kanûnunu,

     

    Bilmez o kendi güzelliğinin kanûnunu

     

     

    Sen; sağır, kör, acımasız vahşet makinası,

     

    Sen; dünyanın kanını içen esenlik vasıtası

     

    Nasıl da utanmadın, aynalarda görmedin,

     

    Sararıp solduğunu tüm çekiciliğinin?

     

    Ustası geçindiğin kötülüğün dehşeti

     

    Tuttuğun yanlış yoldan seni döndürmedi mi,

     

    Bu gizli oyunların gerçek ustası tabiat,

     

    Bir deha yoğurmak için, seni kullandığında,

     

    -Seni;ey iğrenç hayvan- günahların ecesi?..

     

     

    Ey edepsiz büyüklük! Ey mübarek yüzkarası!

     

     

     

    SED NON SATAITA

     

     

    Geceler gibi esmer, misk, havana kokulu,

     

    Sen; acayip tanrıça, Faust’u Savana’nın

     

    Ey abanoz göğüslü güzel büyücü kadın,

     

    Siyah japon kuşağı, karanlıklar çocuğu,

     

     

    Ne yapayım şarabı, ne yapayım afyonu,

     

    İksiri bana yeter o kabaran ağzının;

     

    Gelince sana doğru kervanı arzuların,

     

    Bir sarnıçtır gözlerin, hüznümün içtiği su.

     

     

    Ruhumun penceresi o kara gözlerinden

     

    Daha az alev boşalt acımasız şeytan! Ben,

     

    Styx gibi dokuz kez seni kucaklayamam.

     

     

    Ey çapkın intikâm perisi, ey Mégére, ne yazık ki

     

    Köpeklerle kuşatıp yıldırmak için seni

     

    Cehennem yatağında Proserpine olamam!

     

     

     

    VAMPİR

     

     

    Sen, bıçak darbesi gibi

     

    Sızlanan kalbime daldın;

     

    Sen İblisler gibi güçlü

     

    Çılgın ve süslenmiş geldin.

     

     

    Bütün arzun yuvalanmak

     

    Şu garip, yalnız gönlümde;

     

    - Tutkunu olduğum alçak!

     

    Nasıl forsa zincirine

     

     

    Nasıl kumarbaz oyuna

     

    Leş, kurda; ayyaş, şişeye

     

    Bağlı ise, ben de öyle

     

    Lânet! Bağlanmışım sana!

     

     

    Yalvardım palaya: “- Artık

     

    Beni sen hür kıl!”, dedim,

     

    Bitsin diye bu alçaklık,

     

    Zehirden yardım diledim.

     

     

    Pala da, zehir de heyhat!

     

    Aşağılık buldu beni,

     

    Dediler ki: "- Böyle berbat,

     

    Böylesi köle birini

     

     

    Niçin kurtaralım aptal!

     

    Yakayı kaptırmışsın sen

     

    Onun imparatorluğuna

     

    Birşey gelmez elimizden,

     

     

    Tut ki, çabayla, gayretle

     

    Kurtardık, neye yarardı?

     

    Vampir öpüşlerin ile

     

    Diriltirdin kadavranı!”

     

     

     

    CİNNÎ

     

     

    Güneş, tüle bürünmüş. o güneş gibi sen de,

     

    Ey hayatımın Ay’ı! Örtün, gölgelerle dol;

     

    Uyu veya sigaranı iç keyfince; dilsiz ol,

     

    Sıkıntının uçurumuna dal bütünüyle;

     

     

    Seni böyle severim! Ama karanlıklardan

     

    Çıkan ışıksız yıldız gibi, bugün kubarmak,

     

    Çılgınlıklarla dolu yerlerde çalım satmak

     

    İstersen, tatlı hançer, tamam fışkır kınından!

     

     

    Parlak avizelerde yak gözbebeklerini!

     

    Budala bakışlarda doyur isteklerini!

     

    Her arzun kabülümdür; taşkın, marazlı, çarpık;

     

     

    Dilediğin gibi ol, kızıl şafak, kara gece;

     

    Şu titrek bedenimde haykırmayan tek lif yok

     

    "Sevgili Şeytan; sana tapınıyorum!”, diye.

     

     

     

    KABİRDE AZAB

     

     

    Zifiri kara gözlüm, uyuduğun zaman

     

    Birgün, mermerleri kara mezarın dibinde,

     

    Ve bir gün, bu yatak yerine, bu ev yerine,

     

    Yağmurlu, oyuk bir çukura girdiğin zaman;

     

     

    O tembel, kayıtsız göğsüne abanıp, taş

     

    Çırpınan kalbini, bütün özlemlerini,

     

    Serüvenlere düşkün ayağını, elini,

     

    Bütün tutkularını ezerken yavaş yavaş,

     

     

    Benim sonsuz rüyamın sırdaşı olan mezar

     

    (Zira, mezar, şairi hep anladı ve anlar)

     

    Uykunun sürüldüğü bütün geceler boyu

     

     

    Sorup sana diyecek: "- Ey acemi fahişe!

     

    Ölüler ağlıyorken, senin aklın neredeydi?”

     

    -Ve kemirecek kurtlar derini azab gibi.-

     

     

     

    GÜZELLİĞE İLÂHİ

     

     

    Derin gökten mi geldin, uçurumdan mı çıktın

     

    Ey güzellik! O kutsî, cehennemlik gözlerin

     

    Hem iyilik hem de suç dolduruyor kadehe,

     

    Belki bu yüzden çarpıcı bir şarab gibisin.

     

     

    Kokular taşıyan fırtınalı bir havasın;

     

    Gözlerinde, güneşin batışı, doğuşu var,

     

    Öpücüklerin iksirdir ve testidir ağzın

     

    Yiğidi alçaklaştırır, çocuğu yiğit kılar.

     

     

    Kara burgaçtan mı çıktın, yıldızlardan mı indin?

     

    Sapıtıp köpek olmuş Kader eteklerinde,

     

    Hem yıkım hem kıvanç saçıyorsun bütün gün,

     

    Yöneten sensin; ve sensin kem söz etmeyen de.

     

     

    Alay ettiğin ölüler üstünde yürüyorsun;

     

    Daha az mı çekici takılarından Korku,

     

    Ve Cinâyet sevdiğin süslerin arasında

     

    Mağrur göbeğinde sevdalı dans etmiyor mu?

     

     

    Su sineği, gözü kamaşmış, uçuyor sana,

     

    Cızırdayan mum diyor: Takdis edin alevimi!

     

    Eğilmiş sevgiliye âşık, soluk soluğa

     

    Mezarını okşayan canlı cenaze gibi.

     

     

    Ha cennetten gelmişsin, ha cehennemden, boş ver,

     

    Ey güzellik! Korkunç ama, kalbi temiz dev, sen

     

    Gözünle, gülüşünle, ayağınla bana n’olur

     

    Sonsuzun kapılarını şöyle açabilsen?

     

     

    Şeytanmış, Tanrıymış, Melekmiş veya Su Perisi

     

    Ey kadife gözlü peri, sen bunlara boşver,

     

    Ey uyum, koku, ışık, - ey tek ecem, kuluna

     

    Şu kainatı çekilir, hafif kıl, yeter!

     

     

     

    TAPARIM, HÜZÜN VAZOSU

     

     

    Taparım hüzün vazosu, büyük suskun, sana,

     

    Gecenin gök kubbesine taparcasına;

     

    Kollarımı sonsuz çoğalttığım zaman,

     

    Ve, ey gecemin süsü, sakındıkça kendini,

     

    Benden kaçtıkça daha çok severim seni,

     

     

    Cesedin peşindeki kurtçuklara dönerim,

     

    Üstüne saldırırım, tırmanırım, binerim,

     

    Taparım, vahşi hayvan, soğuyan bedenime!

     

    Soğudukça daha bir artan güzelliğine!


  11. CHARLES BAUDELAİRE

     

    9 Nisan 1821 - 31 Ağustos 1867

     

    Sinami Orhan

     

     

     

    I. KISIM: GİRİŞ

     

    Charles Baudelaire hakkında çok konuşulmuş, çok şeyler yazılmış bir şair... “Çok şey...” Bizim yazacaklarımız, bu “çok şeylere” ilave değil; bir mânâda da öyle... Yazacaklarımız, esasında Baudelaire hakkında yazılmış olanların kendimizce bir dökümü... Baudelaire’in pek bilinmeyen yönlerine de eğileceğiz

     

     

    Üstadımız bir konuşmasında, kendisine tevdi edilen, “Batıdan kimleri seversiniz?” sualine, ”Bir, Rembo; pek severim demesem de, bir Bodler şayan-i dikkatdir”, cevabını veriyor..

     

    “Şayan-ı dikkat Bodler”...

     

    Niçin ve nasıl?..

     

     

    Baudelaire’in “şayan-ı dikkat” ciheti, marazî bir kafa olmasında evveliyetle... Ve bu “marazî” halini, “intiharla kucak kucağa” yaşamaya kadar götürüp, hudűdda şiirler kaleme almasından...

     

    Bu çalışmamızda, marazî kafadan yansıyan şiirleri, “Elem Çiçekleri”ndeki şiirlerinden 53’ünü bulacaksınız.

     

    9 Nisan’da doğdu Baudelaire; bu sene 180. doğum yılı... Bu çalışmamızı -eksik hâliyle- bu “marazî kafanın” doğum yılına denk düşürmeye, onun düşüncelerini bu vesileyle anlatmaya çalıştık. Bir ay sonrası ise Üstadımızın tevellüdünün sene-i devriyesi... Mayıs ayında da O’nu, Baudelaire’le karşılaştırmanın ve bu meyânda da, okuduğunu anlayamayan, bura rağmen “şiir tercümesi” ve “şiir ve şair tenkidine” kalkışan küt bir kafanın söyledikleri üzerinde tetkikimizi sizlerle paylaşacağız. Dileğimiz; Mayıs ayında, Üstadımızı’ın “büyük şair” olma cephesini gösteren, “küf kokulu pohpohlamalar” ikliminden ırak tetkiklerinizle “HAYATI ŞİİR İDRAKIYLA HAPSETMEK: NECİP FAZIL” dosyası hazırlayabilmek. Mayıs ayında üç-beş günlük “iyiydi... şairdi... geçip gitti... başkası yeişemez... boşluğu doldurulamaz...” vesaire lâf-u güzafları arasında “hayatı şiir idrakıyla” KUŞATAN’IN “kafa kağıdı” geçiştirilecektir. Bu sene böyle olmasın, diyorum, diyoruz.

     

    Şimdi... Buyrun... Şiir ziyafetine...

     

     

    I. BÖLÜM: BAUDELAİRE’İN “KISA” HAYATI

     

    "Hakiki şair” sınıfından Charles Baudelaire; Françors Baudelaire isimli orta halli bir aileye mensub baba ile, Caroline Archenbaud-Defayis isimli Londra’da doğmuş bir anneden, 9 Nisan 1821’de’de Paris’te Hautefcuille sokağında doğmuştur. Charles Baudelaire’in babası, o altı yaşındayken vefat etmesi üzerine annesi ikinci evliliğini, bir subay olan Jacques Aupick’le yapar.

     

    Üvey babası 1833 yılında ayaklanmayı bastırmak için Lyon’a görevli olarak tayin edildi, Charles Baudelaire’i de, “Lyon Krallık Koleji”ne yatılı öğrenci olarak yerleştirdi; buradaki hayatı, mizacındaki melankoliyi kabartır ki, bunu “Balkon” şiirine de yansıtır.

     

    1838’de ailesiyle Pirene’lere yolculuk yapar; ilk mısralarını burada kaleme alır. Latince şiir yarışmalarında birincilik kazanır. 1839’da okuldan uzaklaştırılır; liseyi dışarıdan bitirir.

     

    20 yaşlarında okuduğu eserlerin ve mizacının tesiriyle felsefe ve din sahasında tefekkür etmektedir; ateist değildir ve “mistizme” kaymaktadır. Annesi, onu tam mânâsıyla desteklemektedir.

     

    Charles Baudelaire’in bu hayatından endişe eden üvey babası -ki, artık Albay olmuştur-, onu Hindistan’a giden bir gemiyle seyehata yollar. O ise Maurice adasında inip, Bourbon adasına gelir; bir aile dostlarının, Adolphe Autard de Bragard’ların yanında misafir olarak kalır. Burada baş şiiri olan “Albatros”u kaleme alır. Bu yolculuğuesnasında yazdığı “Sömürgeli BirKadına” (A une Dame créole) şiirinin ilhamını, evsahibesiden almıştır. O günlerin hatıralarını ise, “İnsan ve Deniz”, “Alıp Götüren Koku”, “Moesta et Errabunda” ve “Yolculuk” şiirlerinde mısralaştırır.

     

    1842 yılında, tiyatro oyuncusu bir aktrist olan Jeanne Duval ile karşılaşır; bu kadın ona “Elem Çiçeklerini” ilham edecektir. Bu sırada o, aşk ve kadın düşüncesi üzerinde yoğunlaşmaktadır; “Füzeler”, “Çıplak Yüreğim” isimli eserlerinde bu düşüncelerini kaleme alır.

     

    1842’nin 9 Nisanında artık “reşid” olduğundan babasından kalan 100 bin franklık mirası almaya hak kazanır. Saint-Lois’ye yerleşir; lüks bir hayat içinde zevk alemlerinde, tam bir bohem olarak mirası harcamaya başlamıştır. Temmuzayında annesi, onun bu hayatından endişe ettiğinden ötürü mahkeme başvurur ve onun “hacir” altına alınmasını ve bir “vasi” tayinini talep eder. 21 Eylül’de mahkeme Neuilly noteri Ancell’i Baudelaire’in vasii olarak tayin eder. Şair, ailesine lanetler yağdırmaktadır.

     

    1848 Paris ihtilâli sırasında; Fransa’nın 1789’dan beri gittikçe artan karmâşıklığı içinde o, barikatlardadır. Öyle ki, halkı, üvey babasının evine doğru bile sürükler öldürtmek için. Salut Public isimli gazetede ihtilali savunan yazıları yayınlanır. Bu sene Poe’dan tercümeler yapar.

     

    1855’de “Elem Çiçekleri-Les Fleurs du Mal”ı ismi altında , “Reuve des deux Mondes” isimli dergide onsekiz şiir neşreder.

     

    Modern şiirin ilk büyük eseri sayılan, "Les Fleurs du Mal-Elem Çiçekleri", kitap olarak ilk olarak, naşir Poulet-Malassis tarafından 25 Haziran 1857’de Paris'te bin üçyüz adet olarak neşredilir. Kitap, yayınlandığı tarihte, ”ahlâka aykırı“ görülerek Ağustos ayında, edebî eserlerle ilgili dâvâların en ehemmiyetlilerinden birine konu olmuştur. Dava neticesinde, Baudelaire ile neşredenler para cezasına çarptırılmış, “Elem Çiçekleri”nin 299 mısraı, “Takılar, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri” isimli şiirleri yasaklanmıştır.

     

    Baudelaire, hususi hayatında tam bir bohemdir; şarap ve afyona da tutkundur. Babasından kalan büyük mirası neredeyse bitirmiştir, annesinden de para almaktadır.

     

    1857’de “Le Pre’sent” isimli dergide “Gece Şiirleri” adı altında altı mensur şiir neşreder. “Artiste” dergisinde Flaubert hakkında bir tetkik makalesi kaleme alır. Kasım ayında da “Le Pre’sent”, Baudelaire’in şiirlerini neşreder.

     

    1858’de POe tercümeleri ile kendi şiirleri neşredilir.

     

    1859 13 Mart’ında “Artist” dergisinde Théophile Gautier üstüne bir tetkik yapması istendi. Bu tetkik makalesi, Victor Hugo’nun, Baudelaire’e “Elem Çiçekleri” üzerine yazdığı bir mektula beraber neşredilir. victor Hugo, mektubunda, yasaklanan kitab için, “‘Elem Çiçekleri’niz yıldızlar gibi parlayıp, ışık ve kıvılcımlar saçıyor” diye yazıyordu. Bu arada beyin hastalığı geçirir. Sağlığı gittikçe kötüleşmektedir. Baudelaire,

     

    1859 5 Nisan’da, felç olan sevgilisi Jeanne Duval’in yanına taşınır.

     

    1860 yılının Mayıs sonunda “Paradis Artificiels-Yalancı Cennetler” isimli kitabı neşredilir.

     

    1861’de “Elem Çiçekleri”nin ikinci baskısı çıkar. Frengilidir; vücûdundaki ağrılar gittikçe şiddetlenmektedir. Ağrılarını dindirmek ve yaşadığı bohem hayatın ürünü olduğu için, tabii ki, şiir de yazabilmek için, afyon ve geyikotu gibi uyuşturucu maddeleri kullanmaktadır.

     

    1864 yılında Le Figaro’da (7-12 Şubat) altı şiir halinde “Le Spleen de Paris”i yayınladı.

     

    1866’da annesine ve yakın dostu Asselineau’ya mektublar yazarak şiddetlenen ağrılarını hakkında tedavi us^üllerini sorar. 15 Mart’ta Saint-Loups kilisesini gezerken inme iner... Annesi onu Paris’e getirtir ve Doktor Duval’in hastahanesinde tedavi başlatılır. Dostları yanındadır.

     

    31 Ağustos 1867 tarihinde ölür. 2 Eylül’de de Montpoernassea’daki aile mezarlığına, nefret ettiği ve Paris ihtilali sırasında öldürtmeye çalıştığı üvey babası General Aupick’in yanına defnedilir.

     

     

    II. BÖLÜM: KENDİ DİLİYLE BAUDELAIRE

     

    Baudelaire’in karmaşık, çarpıntılı, “spleen” hâlindeki hayatını ve sanat anlayışını, şairin kendi diliyle yazdıklarından, vermek daha uygun olur.

     

    • "Güzel ve Kötü":

     

    «-Benim güzelimin tanımını buldum. Bu güzel, yakıcı, hazin, anlaşılmayı zamana bırakan, biraz kapalı bir şey. Fikirlerimi bir kadın yüzünü örnek alarak açıklayayım.

     

    Cazibeli, güzel, aynı zamanda ve karmaşık bir biçimde, hem cinsî arzu hem hüzün uyandıran bir baştır bu. Melankoli, bıkkınlık, hatta doyumsuzluk fikrini içeren veya tam tersine, bir fikri, yani, yoksunluktan ve ümitsizlikten doğar gibi ters akan bir acıyla birleşmiş bir yakıcılığı, bir yaşama arzusunu içeren baş.

     

    Güzelin başka nitelikleri de var: Esrar ve hasret gibi...

     

    Yüz ne kadar melankolik olursa o kadar çekicidir, o kadar kışkırtıcıdır. Ama baş, öte yandan, yakıcı ve hazin birşeyler, ruhî ihtiyaçlar, bastırılmış arzular -homurdanan ve kullanılmamış bir güç fikrini- bazen intikamcı bir duygusuzluk fikrini, bazen de -ki, bu güzelliğin en ilginç niteliklerinden biridir- esrarı ve son olarak da Mutsuzluk’u içerecektir. Güzellik, Kıvanç ile bağdaşamaz gibi birşey ileri sürmüyorum, ama diyorum ki; Kıvanç, onun en bayağı süslerinden biri, Melankoli ise muhteşem sevgilisidir. Öyle ki, bilmem beynim büyük bir ayna mı, içinde Mutsuzluk olmayan bir güzellik tipi aklımın köşesinden bile geçmez. Bu fkirlere inanmış -başkalarına göre bu fikirlere saplanıp kalmış- olan ben, kısaca, Miltonvari, en canlı güzellik tip Şeytan’dır demekten kendimi alıkoyamam.» ("Des Journeaux Intimes. (Şairin “günlükleri”) Füzeler XXII bölümü)

     

    • "Şer, Maraz ve Şuur”

     

    « Edebî tartışmalarda yıllardır sanatta, güzel, iyi, yararlı ve aktöre (halk arasında yerleşmiş gelenek, örf, adet/S.O.) gibi büyük ve korkunç sözcüklerle karşılaşırız. Ne kargaşa!.. Felsefî bilgelik eksikliği yüzünden herkes bayrağın bir yarısını kendine alıp, öteki yarısının hiçbir değeri olmadığını söylüyor...

     

    Yazık ki, benzer yanılgıları birbirine zıt bir iki okulda da, burjuva ve sosyalist okulunda da görüyoruz. Misyoner ateşiyle tutuşarak “toplumu aktörel bakımdan yükseltelim!” diye haykırıp duruyorlar. Tabiî olarak, biri burjuva aktöresinden, diğeri sosyalist aktöreden sözediyor. Böylece sanat da artık bir propaganda âleti halini alıyor.

     

    Sanat yararlı mıdır?.. Evet!... Niçin yararlıdır?.. Sanat olduğu için... Zararlı sanat da var mıdır?... Hayat koşullarını rahatsız eden sanat zararlı sanattır...

     

    Hayâsızlık ayartıcıdır; o halde onu ayartıcı bir biçimde betimlemek gerekir. Hayâsızlık kendisiyle birlikte, kendine has aktörel hastalıklar ve acılar da yaratıyormuş... O halde onları da betimlemek gerekirmiş... Bir eserde kötülük, suç her zaman cezalandırılır, erdem, her zaman ödüllendirilir mi?.. Hayır!... Ama yazdığınız roman, yazdığınız tiyotro oyunu iyi ise, kimsede tabiatın kanunlarını çiğneme arzusu uyandırmaz. İyi bir sanat yapmanın ilk zorunlu şartı, eksiksiz bir bütünlüğe inançtır. Bahse girerim ki, güzel’in bütün şartlarını yerine getirdiği halde, zararlı olabilen tek bir eser gösteremezler...

     

    Yıllarca Berquin’in adını söyleyerek kulağımda davul çalan bir dostum vardı. Tam bir yazarmış, sevimliymiş, iyiymiş, insanların yüreğine su serpiyormuş, iyi şeyler yazıyormuş, bu yüzden de büyük bir yazarmış! İster mutlu bir olay, ister mutsuzluk deyin, çocukluğumda yalnızca yetişkinlere yönelik eserler okuduğum için bu yazarı bilmiyordum. Kafamın yine bu pek moda, sanatta aktöre meselesiyle allak bullak edildiği günlerde, rastlantı sonucu elime Berquin’in bir eseri geçti. Dikkatimi ilk çeken şey, kitaptaki çocukların büyük adamlar ve kitaplar gibi konuşmaları ve babalarına, annelerine, aile büyüklerine aktöre dersi vermeleri oldu... Kendi kendime, “düzmece sanat işte bu!” dedim... Okumayı sürdürdükçe gördüm ki, akıllılık, usluluk tatlıyla ödüllendiriliyor, yaramazlık, verilen cezalarla gülünç duruma düşürülüyordu. Uslu durursan, tatlı ve şeker veririm; işte bu aktörenin temeli!... Başarının şartı, kesinkes erdemli olmak... “Berquin yoksa Hıristiyan değil mi?”, dedim kendi kendime... Ve hükmümü, kararımı hemen verdim, “zararlı sanat dedikleri işte bu sanat!..” Zira, Berquin’in öğrencisi, yetişkinler dünyasına girdiğinde kararını verecek: Erdem başarının şartıysa, o halde başarı da kesinkes erdemin şartıdır. Öğretmeninden aldığı öğütlerin de yardımıyla erdemin hanında oturduğunu sanarak erdemsizliğin hanına kapağı atacak!» (1851 tarihli, "Tiyatro Oyunları ve Dürüst Romanlar isimli makalesinden.)

     

    • "Sanat’ta Elem ve Kötülük"

     

    İyi, aktörel araştırmaların temeli ve amacıdır. Güzel ise, zevkin tek tutkusu, tek amacıdır... Bir başka sakar düşünce daha var, yedi canlı bir yanılgı... Bu safsatanın üç de yapışık kardeşi var: Tutku, gerçek ve aktöre...

     

    Şiirin amacının şunu veya bunu öğretmek olduğunu düşünen bir yığın insan var. Şiir, gelenek ve görenekleri yetkinleştirmeliymiş, şuuru güçlendirmeliymiş, kısaca yararlı olanı göstermeliymiş. Kişi kendine eğilme, ruhunu sorgulamak, çoşkulu hatıralarını yadetmek istesin, yeter, o zaman şiir’in şiirden başka amacı olmadığını görürüz.

     

    Sözüme kulak verilsin, şiir, gelenek ve görenekleri soylulaştırmaz, demiyorum; son amacının, hedefinin, insanları bayağı çıkarlar üzerine yükseltmek olduğunu yoksaymıyorum. Söylemek istediğim şu: Eğer şairin tek amacı aktöreyi izlemek ve savunmak olursa o zaman eserinin şiirsel gücü de zayıflamış olur. Hatta denebilir ki, böyle durumda ortaya çıkan eser de kötüdür. (...)

     

    Umumi yanılgıda açıklanması çok kolay bir karışıklık var. Falan şiir güzelmiş ve temiz duyguları dile getiriyormuş. İyi ama Güzel olmasının sebebi, temiz duyguları dile getirmesi değil ki!.. Falanca şiir de güzelmiş ama temiz duyguları dile getirmiyormuş; iyi de, Güzel’liği, temiz duyguları dile getirmemesinden doğmuyor ki; daha açıkcası,güzel olan dürüst olmayandan daha dürüst değil ki!..» (Théophile Gautier ve Auguste Barbier üzerine yazdığı makalelerden.)

     

    «- Her insanın, aynı anda iki dileği var; biri Tanrı’ya dönük, diğeri Şeytan’a.Tanrı’an yardım umma veya tinsellik derece derece yükselme arzusudur. Şeytandan medet ummak veya hayvanlık iniş kıvancıdır. Kadınlara karşı duyulan aşk ve hayvanlarla, köpeklerle, kedilerle falan içden konuşma, Şeytan işi olsa gerek. Bu iki aşktan türeyen kıvançlar, bu ki aşkın tabiatına uygundur. Pisi pisim, minik kedim, arslanım, minik maymnum, koca maymun,gidi boğa, hüzünlü sıpam!.. Dilde yinelenip durulan bu tür kaprisli sözler,sevgiliye çoğu zaman hayvan adlarının takılması,aşktaki şeytan yanın tanığıdır. Şeytan da hayvan biçiminde değil mi? “Cazotte’un devesi, deve, iblis ve kadın...»

     

    • “Ruh hali"

     

    «- Durumumu sana açmak için ne zaman kalemi elime alsam, seni kahretmekten, zayıf düşmüş bedenini incitmekten korkuyorum. Her an canıma kıydım, kıyacağım, bundan hiç kuşkun olmasın. Beni çok, çok sevdiğini biliyorum; aklın kör ama yüce bir karakterin var! Canıma kıymam sana saçma geliyor değil mi. “Demek yaşlı anneni, yapayalnız bırakmayı düşünebiliyorsun”, diyeceksin. Buna doğrudan hakkım olmasa da otuz yıla yakın bir süreden beri çektiğm acılar bağışlanmama yeter. “Allah korkusu da yok mu?”, diyeceksin. Görünmez bir dış varlığın kaderimle ilgilendiğine inanmayı ne kadar isterdim (bu konuda nasıl içtenolduğumu benden iyi kimse bilemez); buna inanmak için ne yapsam bilmiyorum ki?

     

    Ben senin yanında hep yaşayan bir varlıktım; yalnızca benimdin artık. Hem putum, hem arkadaşımdın. Çok çok gerilerde kalmış yıllardan tutkuyla sözetmeme belki şaşacaksın. Ben bile şaşıyorum. Belki de ölümü bir kez daha arzulamamdan, geçmişin, eski vakaların aklımda lif lif çözülmesinden kaynaklanıyor bu.

     

    Daha sonra, bilirsin, kocan, (annesinin ikinci eşi olan subaydan bahsediyor. S.O.) ne acımasız bir eitim seçti benim için; kırk yaşındayım ve hala o kolej yıllarını ve üvey babamın oluşturduğu korkuyu acıylahatırlıyorum. Yine de onu sevmiştim, zaten bugün ona hak verecek olgunluktayım. Hasılı sakat tutumunu ısrarla sürdürmüştü. Bu meseleyi geçelim; zira, gözlerindeki yaşları görür gibiyim. Sonunda kurtuldum ama tümüyle terkedildim.» (6 Mayıs 1861 tarihli annesine yazdığı mektubdan...)

     

     

    III. BÖLÜM: "ELEM ÇİÇEKLERİ” MAHKEMESİ

     

    "Elem Çiçekleri"nin neşrinden kısa bir süre sonra "Le Figaro" gazetesinde, Gusttave Bourden isimli birinin yazdığı tenkid makalesinde, kitabın "dinî ve örfî kurallara aykırı” olduğundan bahsedilmiş ve Savcılık, tıpkı, bugün olduğu gibi "göreve çağrılmıştır.” Makalede, kitab şu şekilde anlatılmaktadır:

     

    «- Kitabı okudum, gayem, bir hüküm vermek değil; sadece, bende bıraktığı intibahı yazıyorum ve bunu başkalarına zorla kabul ettirmek maksadında değilim... Öyle anlar oluyor ki, insan Bay Baudelaire’in aklından şüpheye düşüyor. İğrençlik, rezillikle dirsek dirseğe; kokuşmuşlukla, çirkef kolkola girmiş. Bu kadar az sayfada, bu kadar çok memenin ısırıldığı ve çiğnendiği hiçbir kitabda görülmemiştir; bu kadar iblis, cenin, şeytan, kemirgen, kedi ve kurtların cirit attığı başka bir kitab da yoktur. Bu eser, aklın tüm delilik ve şaçmalıklarına kalbin tüm kokuşmuşluklarına açık bir hastahanedir; gayesi, elbette ki, delilik ve kokuşmuşlukları iyileştirmek değil, çünkü onları iyileştirmenin çaresi yoktur.»

     

    Bunun ardından da katoliklerin neşir organı "Journal de Bruxelles"de, aynı minvalde fakat imzasız bir makale neşredildi:

     

    «- Elem Çiçekleri ismiyle yayınlanan şiir kitabının yanında “Madame Bovary” denen o iğrenç roman bile ağzı süt kokan bir çocuk gibi kalır. Yazarı, Edgar Poe’yu çeviren, başıbozuk ve gerçekçi basının çirkefleriyle beslenmiş, küçük bir topululukta on yıldır büyük bir adam yerine konmuş Baudelaire adında biri... Bu kitabın nice alçaklıklar ve çirkefliklerle bezendiğini anlatacak sözcük bulamıyorum. Yazarın dostları bile, korkuya ve dehşete kapılmış durumdalar. Polisin harekete geçmesinden endişelenerek, telaş telaşa, yazarının ruhî bir çöküntü içinde olduğunu iddia ve savunmaya çalışıyorlar. Dürüst bir kalem için bu kitabdan iktibaslar yapmak bile, çok zor. Kendine saygı duyan her okuru, Baudelaire’i kırbaçlamaktan alıkoyan tek şey, ancak ona karşı duyduğu tiksinti olabilir.»

     

    Şurası şüphesiz ki, Baudelaire, 1500 veya 1600’lü, 1700’lü yıllarda yaşamış olsa idi, hem sorgusuz sualsiz, Engizisyon hâkimlerinin huzurunda "suçunu itiraf etmiş!!!” olacak hem de hemen yakılırdı. Fakat, 1789 Fransız İhtilali’nin açtığı yol, onun kurtarıcısı(!) olmuştur.

     

    Kitab üzerine yazılan aleyhte makaleler sebebiyle, hemen soruşturma açıldı., Baudelaire’e isnad edilen suç, "genel aktöreye ve dinî inançlara saldırmak”... Soruşturmayı açan savcı, İmparatorluk Savcısı adına yardımcısı Savcı Pinard’dı. Baudelaire’in avukatı ise, çok kısa bir süre önce, aynı sebeble dava açılan “Madame Bovary” kitabının yazarı Gustave Flaubert’i savunan, Gustave Chaix d’Est-Ange...

     

    • Baudelaire’nin Dava Hakkındaki Düşünceleri

     

    Baudelaire, avukatına yolladığı yazılı bir metinle, kitabın neyi anlattığınıve onu nasıl savunması gerektiğini anlatır:

     

    • «-Eser, bir bütün olarak değerlendirilmeliir; o zaman da nasıl bir müthiş aktöreye sahip olduğu görülecektir. Yüz şiirin tamamı ele alınacak yerde, yalnızca onüç-13’ü ele alınıp suç isnad ediliyor; ne hoşgörü!.. Böyle bir hoşgörüden elbette kendime övünme payı çkartacak değilim. Kitabın kendi içindeki bütünlüğünü vurgulayarak sorgu hâkimine şunları söylemiştim: “- Tek hatam, evrensel zekaya güvenmek ve bu yüzden de kitabıma, edebî ilkelerimi ve aktöre üstüne düşüncelerimi açıklayan bir önsöz koymamam oldu.” (Sanat eserlerindeki aktöre konusunda, Bay Honoré de Balzac’ın “Le Semaine” isimli günlüğünde, Bay Hippolyte Castille’e yazdığı ilginç mektubları araştırmanızda fayda var.)

     

    Kitabım, piyasadaki diğer kitablardan daha yüksek bir fiyata satılıyor. Bu da önemli. Demek ki amacım, geniş kitlelere seslenmek değil. Kitabda suçlanan şiirlerden ikisi, "Lesbos" ve "Aziz Pierre’in İnkârı”, dergilerde uzun zaman önce neşredilmiş ve haklarında hiçbir soruşturma açılmamıştır.

     

    Bazı hatalarım olduğu konusunda diretiyorlarsa, ben de, bunların zamanaşımına uğradığını söylüyorum. Ayrıca kovuşturmaya uğramamış, benimki gibi kötülük korkusu, dehşetini solumayan bir kitablık dolusu çağdaş eser de düzenleyebilirdim. Otuz yıldan beri edebiyatımız hürriyete sahipti, bu hürriyetin acısını şimdi birden bire benden çıkartmak, beni cezalandırmak istiyorlar. Doğru mu bu?

     

    Çeşit çeşit aktöre var; herkesin uymak zorunda olduğu, pratik yarar sağlayan bir aktöre var elbette... Ama sanatın da bir aktöresi var. Bu aktöre bambaşka ve dünyanın başlangıcından beri sanatlar onun başkalığını iyice kanıtladılar.

     

    Ayrıca hürriyet’in de pekçok çeşitleri var. Deha’nın hürriyeti başka, haylaz çocukların kısıtlanmış hürriyeti başkadır. Bérangér’ye tanınmış olan haklar (zira tüm eserlerinin yayınlanmasına izin verildi) Charles Baudelaire’den niçin esirgeniyor? Aynı şeyler Bérangér için de sözkonusu olmuştu. Hangisini yeğliyorsunuz; acılı şairi mi, yoksa kıvançlı ama yüzsüz, yırtık bir şairi mi, kötülükteki büyük korkuyu mu, yoksa eğlenceyi mi; vicdan azabını mı, yoksa yüzsüzlüğü mü? (Bu delilden yararlanırken, ölçüyü aşmamak belki de sağlıklı olmayabilir; ters dönebilir.) Bir kez daha söylüyorum; bu kitab bir bütün olarak muhakemeye çekilmeli ve değerlendirilmelidir.

     

    Amacım, sövgünün karşısına Tanrı’ya doğru yönelen sevgiyi, müstehcenliğin karşısına platonik çicekleri koymaktır. ŞİİRİN BAŞLANGICINDAN BERİ BÜTÜN BÜTÜN ŞİİR KİTABLARI BÖYLE YAPILDI. AKLIN KÖTÜLÜK ARACILIĞIYLA UYARILMASINA YÖNELİK BİR ESER, BAŞKA TÜRLÜ DE YAPILAMAZDI.

     

    Savcılık makamını asıl kızdıran, öfkelendiren, “Le Moniteur”deki yazıdır; kitabımın övüldüğünü görmek onu çileden çıkardı, böyle bir tersliğin tekrarlanmaması içn de tedbirlerini aldı.

     

    Bay d’Aurevilly (dindarlığına kimse birşey diyemez) bağlı olduğu yayın organı "Pays"ye, Elem Çiçekleri üstüne yazdığı bir makaleyi götürdüğünde, kendisine, “bu dergide Charles Baudelaire’den sözetmenin yasaklandığını” söylenmiş. Birkaç gün önce endişemi sorgu hâkimine açıkladım; kendisine, “hakkımda koparılan bu gürültü, kitabımda övgüye değer yanlar bulan iyi niyetli insanları da ürkütüyor”, dedim. Bay Hakim (ki, Charles Camusat Busserolles) şu vevabı verdi: “Herkes, bütün gazetelerde sizi savvunma hakkına sahiptir bayım!”

     

    Oysa, “Revue Française”in yöneticileri, âlim ve en ılımlı yazarlarımızdan Bay Charles Asselineau’nun makalesini yayınlamaya cesaret edemediler. Sözkonusu derginin yöneticileri, Savcılığa danışmışlar ve onlara, “böyle bir makale yayınlamak sizin için tehlikeli olur!” denmiş. Görüldüğü gibi yetkilerini kötüye kullanıyor ve savunmayı köstekliyorlar!

     

    Yeni Napalyoncu sanat, savaş kitablarından sonra sanat ve edebiyat kitablarına da el atıyor. Horozdan bile kaçan, eteğini bile göstermeyip namusluluk taslayan, düş kuranların sessiz dünyasında bile fesatçı aramaya kalkan bu garip aktöre neyin nesidir? Bu garib aktöre, birgün işi şunları söylemeye kadar vardıracak: "- Bundan böyle yalnız ve yalnız, avutucu ve insanın doğuştan iyi, tüm nsanların mutlu olduğunu ispatlamaya yarayan kitablar yazılacak!”

     

    İĞRENÇ BİR İKİYÜZLÜLÜK! (Sorgulamanın özetini ve yasaklanan şiirlerin listesini de gözden geçiriniz.)»

     

    Baudelaire’nin, “dindarlığına kimsenin birşey diyemeyeceği saygın yazar” olarak vasıflandırdığı Barbey d’Aurevilly’nin, "Pays" ("Ülke") dergisine gönderdiği fakat, “lehtte makale yayınlamanın yasak edildiği” haberi üzerine neşredilmeyen, Baudelaire’in ve “Elem Çİçekleri”nin değerlendirilmesini havi, müsbet makaleden bir kısımı iktibas ediyoruz:

     

    «- Elem Çiçekleri’nin yazarında Dante’yi buluyoruz; ama bu Dante, çökmüş bir dönemin Dante’si, tanrıtanımaz ve çağdaş Dante, Voltaire’den sonra, artık Aziz Thomas’ları olmayacak bir zamanda gelmiş bir Dante...

     

    Üstünde dinlendiği bağırlarda yaralar açan bu “çiçekler”in şaire, görkemli öncüsünün büyük cevherinden yoksun ve bu da onun hatası değil. Bunalımlı, kuşkucu, alaycı ve sinirli, değişimler ve ruhgöçlerinin gülünç umutlarında kıvrılıp burulan bir döneme aittir Baudelaire. Büyük katolik şairin sahib olduğu, yaşamın bütün acılarında ruha güvenin yüce dinginliğini veren inançlara sahip değil o. "Elem Çiçekleri" şiirinin belirgin özelliği, umutsuzluğun dondurduğu az sayıda bazı şiirlerin dışında, huzursuzluktur, öfkedir.

     

    Floransa Kahininin gölgelice aydınlık ve saydam bakışı değil, gergin bir bakıştır. Dante’nin ilham perisi, hayal içinde gördü cehennemi; Elem Çiçekleri’nin ilham perisi, top mermesini koklayan bir atın burnu gibi kasılmış ve gerilmiş bir burunla soluyor cehennemi! Birinin esin perisi cehennemden geliyor, ötekinin perisi oraya gidiyor. Dante’nin ilham perisi, daha yüceyse; ötekininkisiyse daha çoşkulu! Bu ilham perisi, hayâli yürekleri kaldıran ve tamamen olağanüstü dahilerin en tutkulu eserlerine kazandırmayı bildiği durulukta-sadelikte dehşetlerini dinginleştiren destansı görkeme sahip değil. Onun, tersine, bildiğimiz ve horgörünün ezici dinginliğine bile izin vermeyecek kadar tiksinti uyandıran korkunç gerçekleri var. Bay Baudelaire, "Elem Çiçekleri" adlı eserinde yergici (taşlamacı, hicivci) bir şair olmak istemedi. Buna rağmen, yine de, vardığı neticelerin ve eğitimin dışında, yergici bir şair o. SUÇLU YAŞAMIN BİR FİRARİSİDİR. Baudelaire ve bu şairimizi okurken, Atinalı Timon’da Archiloque’un dehası olsaydı insan tabiatı üstüne yazı yazabilir ve onu anlatarak insan fıtratına saldırabilirdi, diye düşünmekten kendimizi alamyoruz.

     

    Kitabdan hiçbir şiir iktibas etmek istemiyoruz burada; bunu yapamayız da zaten. Şunun için yapamayız: İktibas edilmiş şiirin toplu değil, tek başına bir kıymeti olurdu. Bu meselede yanlışa düşmemek gerek, Bay Baudelaire’in kitabındaki her şiir, detayların başarısından veya düşüncenin zenginliğinden daha çok, bir bütünün, saptanmış bir durumun içindeyken bir kıymet kazanır. Şiiri, o bütünden ayırıp, tek başına sunarsak, bütünlük ve durumdan doğan o çok önemli kıymet, yitip gider. Çizgileri rengin lüksü ve çiçeklenmesi altında gören sanatçılar burda “gizli bir mimari”nin, şairce hesablanmış, düşündürücü ve kararlı bir planın varlığını sezeceklerdir. “Elem Çiçekleri”, nice lirik parçalarda olduğu gibi, şiirlerin, ilham nizamı ve tarihine göre artarda dizildiği, salt kitab halinde sunmak için bir araya getirildiği eserlerden değildir. "ELEM ÇİÇEKLERİ”, ŞİİRLER OLMAKTAN ÇOK, “EN YETKİN BİRLİĞİ” OLUŞTURAN BİR ŞİİRLER ABİDESİDİR. Sanat ve estetik hisler noktasından kitab, ne yaptığını iyi bilen şairin sıralamasına uygun düzen içinde okunmadığında, kıymetinden hayli yitirir. Öte yandan bu makalenin başlangıcında değindiğimiz “aktörel tesir” açısından da çok şey kaybeder!»

     

    Ne yazık ki bu ifadeler neşredilme imkanı bulamamıştır; neşredilmesi yasaklanmıştır. Ve mahkeme öncesi ve sonrasında kendisine destek olacak sanatçıları ve makalelerini bekleyip durmuştur Baudelaire; nafile, bir tane bile yazan çıkmamıştır.

     

    En güvendiği iki dostu, biri hakkında övgüyle sözettiği Théophile Gautier, diğeri ise, şair ve münekkit Sainte-Beuve dahi kalemlerine uzan(a)mamışlardır. Sonuncusu, “Madame Bovary” romanın soruşturma konusu olduğu zamanda ortaya çıkmış ve kitabı “ustaca bir kitab” olarak savunmuş olduğu halde, aynı suçtan(!) itham edilen “Elem Çiçekleri” üzerine, ki, suçla itham edilen “Pek Neşeli Kadına” isimli şiirin kitabın en güzelbölümü olduğunu söylemiştir, kamuoyuna bir makale çıkmaktan çekinmiş ve ancak, şaire “Şöyle bir savunma yapılabilir; bütün mevzuular işlenmişti; tek bir mevzuu kalmıştı, o dabizim apkığımız!”diye“, ögüt vermiştir.

     

    Baudelaire, çaresiz kalmıştır; kimseden bir yardım görmemektedir. Herkese başvurmakta, kendisine tatbik edilen bu tarz bir ithamın, “sanata getirecek olan istibdatın nüvesi” olduğunu söyleyerek, destekte bulunulmasını istemektedir. Hatta, Apollonie Sabatier isimli yüksek sosyeteden, şair ile aynı yaşta (30’lar) ve onun “platonik bir hisle sevdiği” yüksek sosyeten; evini, o günün Avrupasında yaygın olduğu bir biçimde, sanatçılara, ressamlara, yazarlara, entellektüellere açan, “Bütünüyle” ve “Pek Neşeli Kadın” isimli şiirlerin ilham kaynağı, yüksek çevrelerde tesirli ve nüfuzlü bir kadına da başvurmuştur:

     

    «- Geçen perşembe günü hâkimleri gördüm, iğrenç derecede çirkinler hepsi... Ruhları da, suratları gibi... Flaubert’i, İmparatorçe savunmuştu. Benim de eserimi ve beni savunacak bir kadına ihtiyacım var. Birkaç gün önce aklıma siz geldiniz. Tanıdıklarınız çok, zor da olsa bir yolunu bulup b koca kafalılara belki meramımı anlatabilirsiniz.»

     

    •Savcılığın İthamı

     

    Savcı Pinard, Charles Baudelaire’in, değerli yazar ve münekkidlerce savunula bir şahsiyet olduğunu, amacının onu yargılamak olmadığını; savcılık makamının, münekkidlik3 gibi bir görevi olmadığını, dolayısıyla, şu iyibu kötüdür diye sanat akımları ve eserleri hakkında bir değerlendirmede bulunamayacağını; kanun koyucunun kendilerine yüklediği, adalete ve umumi töreye saldırı suçlarının incelenmesi ve araştırılması “bekçiliğinden” başka bir vazifesi olmadığını belirterek başladığı iddianamesinde; kitabdan aldığı çeşitli şiirler ve şiirlerin içindeki mısralardan haraketle, Baudelaire’in dinî hislere ve aktöreye saldırı suçunu işlediğini ispatlamaya çalışmıştır:

     

    «- 187 ve 197. sayfalar arasındaki LMesbos ve Lanetlenmiş Kadınlar adlı 80 ve 81. şiirleri bütünüyşle okuyun. Onlardalezbiyelerin sevişme, yaşam ve düşünce ve biçimlerini tam anlamı vebütünüyle bulacaksınız... Kuşkusuz Baudelaire, daha sonra aşağıdaki şu mısraları yazmakla tam birkarşıt düşünceyi savunduğunu söyleyecek:

     

    “- Bunu söyleyip iliklerimi somurdu.

     

    Ben de bir sevda öpücüğü sunmak için

     

    Ona döndüm acılarla kıvranıp, bitkin.

     

    Yoktu o, karşımda irin dolu bir tulum

     

    Duruyordu, dehşetle gözlerimi yumdum.”

     

    İnsaf baylar!! Herşeyi söyleyecek, betimleyecek, iğrenç şeyleri bütün çıplaklığıyla açıkça yazacak, sonra da, “benim amacım, iğrençliklerden doğan tiksintiyi ve bu iğrençlikleri cezalandıran sayrılıkları (hastalıkları) ortaya koymaktı”, diyeceksin, böyle şey olur mu?.. Aktöreye aykırı mısralardan yeterince misal verdim sanırım baylar. Ya ar, haya diye bir duygu kalmamış veya utanç duygusunun sınırları küstahça aşılmış durumda...

     

    Genel aktöreye olduğu kadar, dinsel aktöreye de saygı gösterilmiyor. İsa’nın değil, İsa’yı yadsıyanların; Habil’in değil, kardeş katili Kabil’n, Azizlerin değil, Şeytan’ın yanında yer alıyor. Törelerimizin ve toplumumuzun dtek dayanağı olan büyük Hıristiyan aktöresine saldırdığı için, aslında Baudelaire’i ceza hâkiminin önüne çıkartmak gerekirdi.

     

    Şöyle bir itirazda bulunmaya kalkanlar olacaktır; “efendim, bu kitab acıların kitabı, adından bile belli, kendimizi korumamız için kötülüğü ve onun aldatıcı okşayışlarını resmetmek istemiş. İsmine bakın “Kötülük Çiçekleri” değil mi? Eğitim amacı güden bir kitabda ne diye saldırı arıyorsunuz”, diyeceklerdir.

     

    Eğitimmiş!.. Bu sözü daha önce de duyduk. Gerçek hiç de bu değil. Başdöndürücü kokudaki çiçeklerin koklanmasınrda fayda mı var yani? Taşıdıkları zehir onlardan asla uzaklaşmaz; bu zehir, insanın başına vurur, sinirleri uyuşturur, aklı bulandırır, baş döndürür, hatta öldürebilir de...

     

    Eğitilmiş okurlarınız, yetiştirdiklerinizin çoğunun iyiyi kötüden ayırabildiğine, tam manasıyla muvazeneli bir kafaya, dengeli bir imgelem ve duyguya sahip olduğuna inanıyor musunuz? İnsan, az çok hasta, güçsüz, zayıftır; varlığını inkar etsin ettmesin, ilk günahının ağırlığını taşır. Asıl tabiatı buysa, bu tabiat, güçlü bir erdem savunucusu tarafından keskin hatlarla ortaya konmadığı, yazılmadığı sürece, kişi, yazarın vermek istediği eğitimle ilgilenmeksizin, şehvetli havailiklerden kolaylıkla zevk alır.

     

    Sahneler açıkca sergilendiğinde duyguları zayıflamamış, körelmemiş kişilerin bu tür tablolardanedineceği sağlıksız izlenimler her zaman vardır. Düzensizliğin neticeleri ne olursa olsun, bazı okurlar bu konuda ne kadar eğitilmiş olursa olsun, bir kitabın sayfalarında, özellikle, “Büyülenmiş aşığın önünde pozlar vermeyi deneyen çıplak kadına (20. parça)”, eteğinden ve uçları çekicisivri memelerinden Léthé ırmağının aktığı “Çılgın Bakire (30. parça)”yeaşığının yeni yaralar açarak kıvançlı tenini cezalandırdığı “Pek Neşeli Kadına (39. parça)”, iyi iliklenmemiş düğmelerin ardından göğüsleri görülen, kolları onu soymak için dualar eden “Kızıl Saçlı Dilenci Kız (65. parça)”a,çoşkudan baygın düşmüş döşeklerde, uğruna güçsüz melekler kendilerini lanetleyene dek kadife kollarındaerkeğin soluğunu kesen, gövdesinidişlere terkeden “Vampir Kadın (87. parça)”a karşı hep özlem duyacaktır. Yazarın duygusuzları bile kışkırtabileceğine dair bahse girmişcesine, her yolu denediği sayısı hayli çok bu şiirlerden, siz hâkim beyler, seçin seçebildiğiniz kadar. Hiç bir güçlük çekmezsiniz; zira, heryerde aktöreye saldırı var.

     

    İkinci bir itiraza kalkışıp, geçmişte de aktöreye aykırı kitablar çıktı ama haklarında bir kovuşturma açılmadı, diyebilirler. Onlara cevabım şudur: Geçmişte bu gibi durumların olması savcılığı bağlamaz. Eğer geçmişte savcılar tereddütlü davranmışlarsa, bunu muhakkak bir faydauğruna yapmışlardır. Kitabın okunma şansı yoktur, kocvuşturma açıldığı takdirde okurun dikkatini çekmiş olur ve o eser, haketmediği bir üne kavuşur, okunma şansı olmadığıhalde okunur. Böyle bir düşünceden ötürü harekete geçilmemesi, Savcılık makamına karşı kullanılamaz.

     

    İtirazlarınızı cevabladım beyler. Ve şimdi sizlerden, aktöreye karşı suçlarla ilgili kanunlar yürürlükten kalkmış veya aktöre denilen şey hiç yokmuş gibi herşeyi betimlemeye, herşeyi söylemeye yönelik, gittikçe artan bu eğilimleri, bu hastalık ateşini cezalandırmanızı istiyorum.

     

    Size bazı üstünkörü gerekçelerle kitabın karalandığını söyleyip aklanmasını isteyecekler. Bu kadar alçakgönüllü ve hoşgörülü olmayın beyler! Unutmayınki, halk neticeye batar. Akladığınız takdirde, halk kitabın masum olduğunu sanır; “gerekçeleri” çabuk unutur, hatırlasa bile adaletin söylediği son sözle bu gerekçelerin yalanlandığına inanır.

     

    endişe verice ve dengesiz bir yapıya sahip Baudelaire’e onun ardına sakklanmış naşirlerine acıyablirsiniz. Ama, en azından bu kitabın bazı bölümlerini yasaklayarak, çoktan zorunlu hale gelmişihtarı yapınız.!»

     

    Savcılık, "Takılar, Léthé, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri, Non Sataita, Güzel Gemi ve Kızıl Saçlı Dilenci Kız” şiirlerinin “aktöreye saldırı” ithamıyla; ‘Aziz Pierre’in İsa’yı İnkârı, Habil ile Kabil, Şeytan’a Methiye ve Katilin Şarabı” isimli şiirlerin de, “dinî inançlara saldırı” ithamıyla yasaklanmasını istemiştir.

     

    Savcıdan sonra Baudelaire sözalmış, uğradığı hayal kırıklığını “protesto” olarak anlatmış ve sıra avukatı Gustave Chaix d’Est-Ange’nin savunmasına gelmişti:

     

    «- Şair, başkaları gibi, kitabının başına, “ne söyledimse iyi niyetle söyledim!” gibilerden bir not koyabilirdi, elbette. ama hiç gerek görmedi buna.Ve şimdi, bu içten ve inanmış yazarın uğradığı düşkoroklığına bir bakın. Eseri küçümseniyor, aktöreye, dinî inançlara aykırılık iddiasıyla sanık sandalyesine otrtuluyor. Niyetinden ciddi ciddi kuşkuya düşülebilir mi? İzlediği ve vardığı amaç mevzusunda bir an olsun tereddüt edebilir misiniz?..

     

    Savcı, “herşeyi betimlemiş, çırçıplak ortaya koymuş”, diyor. Cevabım şudur: Ulu orta konu=şmayın! Böyle konuştuğunuzda, onun, uslub ve tarzını abartmadığınızdan, metinleri zorla tefsir edip, iyiyi kötü, beyazı siyah göstermediğinizden emin misiniz? aslında bunun da önemi yok! Baudelair u yolu ve tarzı izliyorsa, yanılş neresinde bunun, suç neresinde?..

     

    Ortadan kaldırmak için, kötülüğü abartarak ortaya koyuyor. Çirkefikeskin ve sert hatlarla tasvir ediyorsa, bunu okur, ahlaksızlığa, çirkefe karşı dahaderin bir kin duysun diye yapıyor. Şairin fırçası, iğrenç olan herşeyden faydalanıp, iğrenç bir tablokoyuyor önümüze.. Niçin yapıyor bunu? Siz de dehşete kapılıp iğrenesiniz diye!..

     

    Ayrıca madem ki yazarın niyetini yargılıyoruz, tartışıyoruz, kitabın kendisine bakalım. Daha kitabına verdiği isimle amacını söylüyor size şair; sizegöstereceği şey, kötülüktür, (elemdir), sağlıksız yerlerin bitki örtüsüdür, szehirli yerlerin meyveleridir. Dante’nin kitabının adı “Cehennem”; ve Dante bu kitabda Cehennem’in dehşetini anlatır. Baudelaire ise, ortadan kalksın diye, dehşet, kin ve tiksinti duyasınız diye, kötülüğü göstermek ister size... Yazarın bu içten düşüncesini daha ilk mısralardan itibarane bulabilirsiniz:

     

     

    “- Günahlarımız hoyrat, pişmanlıklarsa alçak,

     

    Suçlarımızı cömertçe, bol bol sergileriz,

     

    Çamurlu bir yola güle oynaya gireriz,

     

    Gözyaşları kirlerimizi yıkar sanarak.

     

     

     

    Birer kuklayız bizler, İblis’te iplerimiz!

     

    Çekici bir yan buluruz, iğrenç nesnelerde;

     

    Korkusuzca, pis kokan karanlıklar çinde

     

    Hergün bir adım daha Cehennem’e ineriz.”

     

     

    Bunu düzyazıya çevirin beyler, kafiyeyi ve ölçüyü atın, bu güçlü ve hayal kudreti dolu şeyin altında gizlenen gerçek amacı arayın ve söyleyiniz bana, bu dil kilise kürsülerinden inen aynı dil değil mi, bazı ateşli vaazcıların dudaklarından dökülen dil değil mi? Aynı düşünceleri, hatta bazen aynı deyimleri, Kilisenin bazı keskin ve ciddi babalarının nutuklarında, nasihatlarında da bulmuyor muyuz?

     

    Deyim yerindeyse, işte Baudelaire’in programı; insanlığın çirkefleri ve alçaklarına karşı açılmış bir savaştır bu. Bir mısraında dediği gibi, “zihinlerimizi kaplayıp gövdelerimizi işleyen” bütün utançlar üzerine fırlatılmış bir mızraktır bu. Öfkelenir Baudelaire, çünkü, “Günahlarımız hoyrat,pişmanlıklarsa alçak”tır!..

     

    Budalalık, yanılgı, günah ve pintiliği çarpıcı bir biçimde tenkid için, okurla ilişki kurdğu bu ilk satırda, o, tam anlamıyla ahlakçının yüksek diliyle konuşur. İntikamcı mısralarda ortaya koymak istediği şey, işte bu kötülüktür. Bu duygular yüzünden mi cezalandıracaksınız onu!?

     

    Bauedelaire’in tarzı dediğim bu yol ve yöntemebaşvurduğu için mi cezalandıracaksınız onu. Çirkefleri, çarpıcı renklerle iğrençlikleri tasvirlemek, -sizin deyişinizle ‘abartıcı olarak tasvir etmek’-, işte şairin tarzı! Amacı, iğrenç ve itici olanı daha iyi ortaya çıkarmak!!!

     

    Kuşkusuz bu tarzın tarihi, düyanın tarihi kadar eskidir ve onu ilk bulan da Baudelaire değildir. Bütün büyük yazarlar, şairler, dindar, dinsiz bütün kouşmacılar bu tarzı kullandı. Bu tarz, esriklikten nefret etmesi çin İsparta gençliğinin önüne esrik bir kölenin çıkarılmasından baka bir şey değil! Tiyatroda gördüğümüz de bu! İçinde kötü adam olmayan bir tek piyes var mı?.. Nedir yapılan. Sizde kin uyandırması ve Tanrı’nın gazabına uğramaı için, bu adam, en kötü yanlarıyla sahnelenir. Onun aşağılık yanını daha iyi ortaya çıkarmak için, bu kötü adamın karşısınaher zaman, sonunda galib gelen bir dürüst ve erdemli insan konur. Cezalandırılmış iğrençlik, mükafatlandırılmış iğrençlik denen şey budur. Çağlarca, heryerde ve herkesçe kullanılmışsa, bu, insanları düzeltmek için henüz ondan daha iyi bir tarzın bulunmamış olduğunu gösterir.

     

    Bu tarzı tanıyan ve üstünlüğü herkesçe bilinen Moliére, “Tartufe”ün önsözünde şunları yazmadı mı?:

     

    “- Ciddi bir ahlak dersinin en güzel nasihatleeri bile, yergi-hicivkadar güçlü değildir. İnsanların çoğuna doğru yolu göstermenin en iyi biçimi, onlara yanlışlarının, hatalarının gösterilmesidir.”

     

    Moliére ve onun eseri “Tartufe”ten sözettim. Bu baş eser neşredildiğinde başına gelenleri hatırlatmama gerek var mı? Düzmece sofular nice dalavereler çevirdi. Hatta ölümsüz yazar, “Bay Başbakan bu oyunun oynanmasını istemiyor!” diye İmparator Hazretlerine başvurdu. Bugün artık bu türden engellemelere bir anlam veremiyoruz, bu türdendirenişlere şaşıyoruz. Ve biliyoruz ki :

     

    “-Sahte ciddiler olduğu kadar, sahte sofularda var!”

     

    “Tartufe”nin iğrenç karakterni vurgulayan mısralara hepimiz katılıyoruz. Moliére zaten önsüzünde bizlere şunu söylüyor:

     

    “- Tiksindiğimiz, nefret ettiğimiz şeylerin sahnelenmesinden niçin korkalım. Onların tehlikeli olduğunu zaten sergiliyoruz. O halde bu tehlikeli şeyleri seyirci niçin benimseyecek? ipsiz sapsızın, vicdansızın tekinin söylediği şeylere seyirci niçin kanacak? Ya ‘Tartufe”ü kabul eder veya tüm komedileri sanık sandalyesine oturtursunuz!..”

     

    Bu söz beylik mibeyler? Bugün hepimis Moliére’le aynı düşünede olduğumuz göre, Moliére’in söylediği sözler benim ortaya attığım, çare kabilinden, yararsız, beyhude sözler mi beyler? O halde niçin Baudelaire hakkında soruşturma yapıyor, onu yargılıyorsunuz? O da aynı yöntemi tatbik ediyor. Hayasızlıkları österiyor sizlere, iğrenç yanlarıyla ortaya koyuyor onları. Çirkeften, hayasızlıktan nefret ettiği için, herkesin nefret etmesini, iğrenmesini istiyor, hayasızlığı horgördüğü için herkesin horgörmesini istiyor ve bu yüzde de çirkefleri, hayasızlıkları itici ve çarpıcı birbiçimde tasvir ediyor.

     

    Madem brada edebiyat sahasında izlenen yol,tarzı inceliyoruz, izninizle Balzac’ın, bir mektubunda yazdığı bazı satırları okuyayım:

     

    “- Büyük eserler, tutkulu yanlarıyla toplumda varolur. Tutku da aşırılıktır, kötülüktür. Yazar, her ebedî eserinde, bu temel lkeyi benimsediğ için görevini soylu bir biçimde yerine getirdi. Her eserinden çıkarılacak bir ders vardır. Bana göre, aktöreye aykırı eser, seçimini yaparak, yazarın kötülüğü onayladığı, mülkiyeti, dinîadaleti yıktığı ve böylece toplumun temellerine saldırdığı eserdir...

     

    Bir dahinin, yapılması çok güç, hatta imkansız bir işi başararak dürüst insanlarla dolu bir tiyatro eseri yazdığını varsayalım. Böyle bir eser, sahnede iki kez bile oynanamaz, kendine seyirci bulamaz.”

     

    Baudelaire’ ve gerçek niyetini açıklamaya çalıştım. Edebî tarzını ve usulünü, eserinde gerek öz ve şekil, gerek deyim ve düşünce yönünden edebiyatımızın her günyayınladığı ve yayınlamakta olduğu şeylerden farklı şeyler bulunmadığını gösterdim. Bu efendi adam ve bu büyük sanatçıyı cezalandırmak istemeyeceğinize ve aklayacağınıza inanıyorum, güveniyorum.»

     

    • Mahkeme Kararı: Suçlu

     

    Delesvaut, De Ponton d’Amecourt, Nacquart’un hakimliğinde görülen, İmparatorluk Savcısı Pinard’ın açtığı dava 20 Ağustos Perşembe 1857 tarihinde kararını verir:

     

    « - Gereği düşünüldü;

     

    Dinî inançlara saldırı vechesnden: Savcılığın iddiasını doğrulayacak inanılır bir delil gösterilemedğinden yazar aklanmıştır.

     

    Aktöreye, gelenek ve göreneklere saldırı vechesinden: Uslûb çabası, gerek betimlemelerinden önceki, gerek sonraki kınama ve uyarıları ne olursa olsun, şairin varmakistediği amaçta ve izlediğö yoldaki yanılgısı, hatası, okura sunduğu ve sözkonusu suçun işlendiği isnad edilmiş şiirlerdeki kaba ve edebe ve aykırı bir gerçeklikle ister istemez duyguları kıkırtma neticesini doğuran tabloların meydana getirdiği menfi tesiriyi ortadan kaldıramayacağı için, Baudelaire, Poulet-Malassis ve de Broise; aktöreye, gelenek ve göreneklere saldırı suçu işlemişlerdir.

     

    edebe veya aktöreye aykırı bölümler veya deyimler içeren Kötülük Çiçekleri adlı eseri Baudelaire, yazıp yaymaktan; Poulet-Malassis ve de Broise, neşretmek, satmak ve Paris ile Alançon’da satışa sunmaktan suçlu bulunmuşlardır.

     

    edebe ve aktöreye aykırı, sözkonusu bölümler, kitabın 20,30,39, 80, 81 ve 87 nolu parçalarında bulunmaktadır. 17 Mayıs 1819 tarihli kanûnun, 8, 26 Mayıs 1817 tarihli kanûnun 26, Ceza Kanûnunun 463 üncü maddesine göre;

     

    Baudelaire’in 300 frank, Malassis ve de Bdoise’ın 100”er frank para cezasına çarptırılmasına, kitabın 20, 30, 39, 80, 81 ve 87 nolu şiirlerinin neşredilmesinin mennine karar verilmiştir.

     

    Adliye Sarayı, yirmi ağustos, perşembe, 1857.»

     

     

    İmparatorluk Savcısı; Takılar, Léthé, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri, Non Sataita, Güzel Gemi ve Kızıl Saçlı Dilenci Kız şiirlerinin “aktöreye saldırı”; Aziz Pierre’in İsa’yı Yadsıması, Habil ile Kabil, Şeytana Medhiye ve Katilin Şarabı şiirlerinin de “dinî inançlara saldırı” iddialasıyla yasaklanmasını taleb etmiş fakat Mahkeme Heyeti, Takılar, Léthé, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri isimli şiirleri, toplam 299 mısraı, dinî inançlara saldırı ithamından beraat ettirip, “aktöreye aykırı” bularak neşrinin yasaklanmasına karar vermiştir.

     

    Karar, Baudelaire’i etkiler, şaşırmıştır. Vasisi, noter Asselinua, hatıralarında şöyle yazar:

     

    «- Oturum bitip mahkemeden çıktığımızda, Baudelaire’i, hakkında verilen karara çok şaşırmış görünce sordum:

     

    - Aklanmayı mı ümit ediyordunuz?

     

    - Aklanmak da ne demek; berden özür dileyip, kırılan gururumu ve şerefimi tamir etmelerini bekliyordum onlardan.»

     

    Baudelaire, babasından kalan mirası bohem hayatıyla yiyip bitirmiş, annesinden para alır durumda iken, kendisine verilen 300 franklık cezayı ödeyemeyecek bir halde olduğundan, entellektüelleri koruduğu bilinen imparatoriçe’ye 6 Kasım 1857’de başvurur ve; “kitabımın samimi duygularla yazıldığı adından da belli, ancak bu ad bile onu koruyamadı. Ancak akıl erdiremediğimden bir yığın giderlerle kabaran param cezam şairlerin dillere destan fakirliklerini aşmış durumda” diyerek, “majestelerinin iyilik severliklerine sığınmaya ve majestelerinin sayın Adalet Bakanı nezdinde nufuzlarını kullanmalarını” taleb ederek, para cezasının halli yolunda yardımını taleb etmiştir.

     

    İmparatoriçe’nin devreye girmesiyle para cezasını hafifletilmişse de, neşir yasağına dokunulmamış ve bu yasak, ancak 31 Mayıs 1949’da kaldırılmıştır.


  12. Ebu Hanife (R.A) Münazaraları

     

     

    Ebu Hanife

     

    İlk olarak Kelami disipline göre yetişen ve bu alanda parmakla gösterilecek bir yetkinliğe ulaşan Ebu Hanife’ye (r.a.) bu yönü, münazarada kuvvet, mantıkta güç ve akli uslüb çerçevesinde düşünmede pratiklik kazandırdı.[5]

     

    Aklı, İslam’ın tayin ettiği ölçüler çerçevesinde kullanması ile dikkat çeken Ebu Hanife (r.a.) münazaralara katılmak üzere 20 küsür defa Basra’ya gitti.[6] Hazır bulunduğu münazaralarda şartlar ne olursa olsun O, İslami ölçülerin dışına çıkmazdı. Muhatabını rencide etmez, hakkın ortaya çıkması için gayret gösterirdi. Kendisine hakaret edenlere karşı dahi asil duruşunu bozmazdı. Bir defasında münazara yaptığı bir kişi kendisine “Ey bidatçi, Ey zındık!” diye hitap etti. O (r.a.) ise adama şöyle karşılık verdi: “Allah Teala seni affetsin. O, iddia ettiğin gibi olmadığımı biliyor. Zira tanıyandan beri bir an dahi Onu (c.c.) terk etmedim. Sadece Rabbim’in mağfiretini umarım. Yalnız Onun azabından korkarım.” -Azap kelimesini telaffuz ederken gözlerinden yaşlar boşandı.-

     

    İfadeler karşısında sarsılan adam, Ebu Hanife’ye: “Söylediklerimden dolayı beni bağışla, bana hakkını helal et” diye ricada bulundu. O şöyle karşılık verdi: “Cahillerden kim hakkımda hoş olmayan şeyler söylerse onlara hakkım helal olsun. Fakat hakkımda olumsuz yargıda bulunan kişiler ulemadan olurlarsa onları mazur görmüyorum. Darlıkta kalsınlar. Zira alimlerin yaptıkları gıybet kişinin ardında kalıcı iz bırakır.”[7]

     

    Ömrünü İslami ilimlerin tedvin ve tertibine adayan Ebu Hanife (r.a.) kelamdan fıkha, hadisten tefsire kadar hemen her alanda çok sayıda münazaraya katıldı. İlk münazaraları kelam merkezli idi. Hammad’a öğrenci olduktan sonra ise ilgisini fıkıh üzerinde yoğunlaştırdı. Doğal olarak münazaraları da fıkhi ağırlıkta oldu. Zaman zaman ateistlerle de mücadele etti. Onun münazaralarını bu üç başlık altında incelemek söylediklerini daha da anlaşılır kılacaktır.

     

     

    KELAMİ MÜNAZARALAR

     

    Hakem Olayı

     

    Düşüncelerini Müslümanların devlet başkanına isyan etme temeli üzerine inşa eden ve “Hakem olayından” dolayı başta Ebu Musa el-Eşari ve Amr b. As olmak üzere hadiseye rıza gösteren bütün ashaba küfür isnadında bulunan “Hariciler”, tabiun kuşağından çok sayıda alime de eza ettiler. Onlardan Dahhak b. Kays Küfe’ye gelince Ebu Hanife’ye (r.a.) uğrar ve Ondan tövbe etmesini ister. Ebu Hanife neden tövbe etmesi gerektiğini sorar. Dahhak:

     

    - Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin sulh için meseleyi hakemlere havale etmelerini caiz gören görüşünden tövbe et.

     

    - Beni öldürecek misin yoksa benimle münazara mı edeceksin?

     

    - Münazara edeceğim.

     

    - Münazara ettiğimiz konuda bir meselede ihtilaf edersek, aramızda kim hakem olacak?

     

    - Dilediğin birisini hakem tayin et.

     

    Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.) Dahhak’ın adamlarından birisine: “Şöyle otur. Tartıştığımız konuda eğer ihtilaf edersek aramızda hakemlik yapacaksın” dedi. Sonra da Dahhak’a dönerek: “Bu kişinin aramızda hakem olmasına razı mısın?” diye sordu. Dahhak: “Evet.” cevabını verince; Ebu Hanife: “İşte sen de hakem tayin etmeyi kabul ettin.” dedi. Söyleyecek söz bulamayan Dahhak meclisten ayrılıp gitti.[8]

     

    Hz. Osman Meselesi

     

    Küfe’de “Hz. Osman’ın Yahudi” olduğunu iddia eden bir adam vardı. Ebu Hanife (r.a.) bu şahsa, azim bir hata içerisinde olduğunu göstermek ve hidayetine sebep olabilmek için ziyarete gider ve “Sana dünürlüğe geldim” der. Adam:

     

    - Kime?

     

    - Asil, zengin, hafız, cömert, geceleri ibadetle ihya eden, Allah korkusundan çok ağlayan bir adama.

     

    - Daha fazla sayma, yeter, bu meziyetlerin bir kısmı bile söz konusu kişinin kızımla evlenmesi için kafidir.

     

    - Fakat damat adayının bir özelliği var.

     

    - Nedir o?

     

    - Yahudi imiş.

     

    - Subhanellah! Kızımı bir Yahudi ile evlendirmemi mi istiyorsun?

     

    - Evlendirmez misin?

     

    - Tabiki hayır.

     

    - Sen kızını Yahudiye vermezsin de, Efendimiz (s.a.v.) iki kızını Yahudi olduğunu iddia ettiğin Hz. Osman ile evlendirir mi?

     

    Bu cevap üzerine adam tövbe etti.[9]

     

    Büyük Günah İşleyenlerin Durumu

     

    Günah işleyen Müslümanları tekfir eden Haricilerden bir grup Ebu Hanife’ye (r.a.) gelip şöyle derler: “Mescidin önünde iki tane cenaze var. Biri tıka basa midesini dolduruncaya kadar içki içen, boğazında fokurdatan ve ölen bir adama, diğeri ise zina eden, hamile olduğunu anlayınca da intihar eden bir kadına ait.” Bunların imani durumu hakkında ne dersin?

     

    Ebu Hanife:

     

    - Adam ve kadın hangi dine mensuptu? Yahudi mi idiler?

     

    - Hayır.

     

    - Hıristiyan mıdırlar?

     

    - Hayır.

     

    - Mecusi midirler?

     

    - Hayır.

     

    - O halde hangi dine mensuptular?

     

    - Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed aleyhisselamın Onun kulu ve resulü olduğuna şahadet eden millettendirler.

     

    - Bana söyler misiniz. Bu şahadet imanın üçte, dörtte, ya da beşte biri midir?

     

    - İmanın üçte, dörtte ve beşte biri olmaz.

     

    - O halde şahadet imanın ne kadarıdır?

     

    - İmanın tamamıdır.

     

    - Boş iddialarla zan altında tutuğunuz topluluk hakkında bana sorduğunuz sorunun cevabını siz verdiniz; Onların mümin olduklarını kabul ettiniz.

     

    Hariciler, Ebu Hanife’ye (r.a.) cevap veremeyince meselenin bu boyutunu bırakıp farklı bir bahis açtılar. Adam ve kadının cennet ya da cehennemden hangisine gideceğini sordular. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: “Bu meselede ben O ikisinden daha büyük suç işleyen kavim hakkında İbrahim Peygamber’in söylediğini derim: “Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan pek çok esirgeyensin.”[10] Keza o ikisinden daha büyük günah işleyen topluluk hakkında İsa (a.s.) söylediğini derim: “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın.). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”[11] Yine onlar hakkında Allah’ın Nebisi Hz. Nuh’a (a.s.) kavmi, “Sana düşük seviyeli kimseler tabi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!”[12] dedikleri zaman Hz. Nuh’un “Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz! Ben iman eden kimseleri kovacak değilim. Ben apaçık bir uyarıcıyım.”[13], “Sizin hor gördüğünüz kimseler için, ‘Allah onlara asla hiçbir hayır vermez.’ diyemem. Allah onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum.”[14] dediği gibi derim.[15]

     

    Arap-Mevali Telakkisi

     

    Arap asıllı olan mutaassıp alimler Ebu Hanife’yi (r.a.) “Mevali” olmasından dolayı hakir görürdü. Hac vesilesi ile gittiği Mekke’de devrin alimleri onu meclislerine çağırıp, hangi millete mensup olduğunu sordular. Arap olmadığını söyleyince ilmi açıdan yetersiz olduğunu bu durumda Kur’an’ı anlayamayacağını ona ihsas ettiler: “Sen bu halinde Kur’an’ı zor okursun nerede kaldı Onu anlayıp ta içtihat edeceksin; Hele bir ayet oku da dinleyelim.” türünden ifadeler sarf ettiler. Arap olduklarından dolayı kendilerini ilmi açıdan yeterli Ebu Hanife’yi de cehaletle itham eden heyete Üstat şu ayeti kerimeyi okur: “Araplar/bedeviler inkar ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sırlarını tanımamaya daha yatkındırlar.”[16]

     

    Arap olmayı ilmi açıdan iftihar vesilesi gören grup, Kur’an’ı anlamamakla itham ettiği Ebu Hanife’nin (r.a.) 6000 küsür ayet arasından Arapları yeren ayeti seçip okuması karşısında önce bir sarsılır ardından da “Mevali” telakkilerinde değişikliğe giderler.

     

     

    FIKHİ MÜNAZARALAR

     

    Ücret Meselesi

     

    Ebu Yusuf, İmam-ı Azam’ın iltifatlarıyla mağrur olup ders okumayı bırakır. Yeni bir ders halkası kurup orada öğrenci yetiştirmeye başlar. Ebu Hanife (r.a.) öğrencisine daha okuması gerektiğini ihsas ettirmek için, yanındaki birisine Ebu Yusuf’un ders halkasına gidip, bir dirhem karşılığında yıkaması için elbisesini temizlikçiye veren, almaya gittiğinde elbisesinin dükkancı tarafından gasp edildiğini öğrenen, daha sonra dükkana uğradığında ise elbisesi yıkanmış halde kendisine teslim edilen adamın durumunu sor, çamaşırcının parayı hak edip-etmediğini öğren, eğer mutlak anlamda dükkancı ücret alır derse “yanlış söyledin.”, ücret alamaz derse yine ”yanlış söyledin” de diye tembih eder. Adam Ebu Yusuf’a gidip meseleyi sorar. Ebu Yusuf: “Çamaşırcı yıkama ücretini alır.” der. Adam: “Yanlış söyledin.” diye mukabelede bulunur. Bir müddet meseleyi düşünür; “Hayır ücret alamaz.” der. Adam yine “Yanlış söyledin.” diye karşılık verir. İşin içinden çıkamayacağını anlayınca kalkıp Ebu Hanife’nin yanına gelir. Ebu Hanife talebesine; “Seni buraya şu çamaşırcının ücreti meselesi getirmiş olmalı.” der. Devamla aralarında şöyle bir konuşma cereyan eder. Ebu Hanife:

     

    - Sübhanellah. Kim oturmuş insanlara fetva veriyor; meclis kurup Allah Teala’nın dini hakkında konuşuyor. Halbuki bu, iş karşılığında alınan ücretlerle alakalı mesele hakkında bile doğru-dürüst cevap veremiyor.

     

    - Ey Ebu Hanife! Bana bu meseleyi öğretir misin?

     

    - Meseleyi gasptan önce ve gasptan sonra diye iki ayırmak gerekir. Eğer çamaşırcı elbiseyi gasbettikten sonra yıkadıysa müşteriden ücret alamaz. Çünkü onu kendisi için yıkamıştır. Yok eğer gasbetmeden önce yıkadıysa ücret alır. Çünkü bu durumda elbiseyi müşteri için yıkamıştır.[17]

     

    Ebu Yusuf hadiseden o derece etkilenir ki ders halkasını lağv edip, ölünceye kadar Ebu Hanife’ye talebelik etmeye devam eder.

     

    Vasiyyet

     

    Bir adam ölürken Ebu Hanife’yi (r.a.) vasiyetini uygulamak üzere görevlendirir. O ise vasiyet meclisinde yoktur. Mesele Küfe kadısı İbn Şübreme’ye intikal eder; Ebu Hanife konuyu kadıya anlatır; Adamın, ölürken kendisini vasi tayin ettiğine dair de şahit getirir. İbn Şübrüme Ebu Hanife’ye: “Şahitlerinin gerçekten hadiseye şahit olduklarına yemin eder misin?” diye sorar. Ebu Hanife:

     

    - Bana yemin gerekmez. Çünkü orada değildim.

     

    - Ey Ebu Hanife! Kriterlerin şaştı.

     

    - Peki sana şunu sorayım: Başı yarılan, iki kişinin de başının yarıldığına dair kendisine şahitlik ettiği bir ama hakkında ne dersin? Amadan şahitlerinin gerçekten olayı gördüklerine dair yemin etmesi istenir mi?

     

    Bu açıklama karşısında söyleyecek cevap bulamayan İbn Şübrüme vasiyeti kabul edip onaylar.[18]

     

    Akıl-nakil dengesi

     

    Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, “sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi”, diye sorar?

     

    Ebû Hanife; ”Bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…”

     

    Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a, “aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver” der.

     

    -Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?

     

    -Kadın.

     

    -Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?

     

    -Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.

     

    - Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.

     

    - Namaz mı oruç mu daha üstündür?

     

    - Namaz.

     

    - Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim.

     

    - İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?

     

    - İdrar.

     

    -Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim.”

     

    Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebu Hanife’nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, Onu alnından öperek kutlar.[19]

     

    Sözü mahallinde kullanma

     

    İmam-ı Azam, İbn Ebi Leyla ile birlikte yürürken şarkı söyleyen kadınların yanından geçerler. Kadınlar susunca Ebu Hanife (r.a.) onlara: “İyi yaptınız.” der. Bunun üzerine İbn Ebi Leyla İmam-ı Azam’a:

     

    - Bundan böyle şahadetini düşürdüm. Şahitliğin kabul edilmeyecektir.

     

    - Niçin?

     

    - Şarkı söyleyen kadınlara ‘iyi yaptınız’ dedin.

     

    - Ne zaman dedim?

     

    - Kadınlar şarkı söylemeyi kesince.

     

    - İyi ya, bu ifade ile, güzel şarkı söylediklerini değil, susunca güzel yaptıklarını kastettim.[20]

     

    Namazda Kıraat

     

    Ebu Hanife’ye (r.a.) göre namazda cemaatin imama “mütabaatı” esastır. İmamın namazda bir rüknü terk etmesi, ya da abdestsiz kıldırması durumunda cemaatin namazı fasit olur. Fakat diğer üç mezhebe göre cemaatle imam arasında “muvafakat” vardır. Her iki durumda cemaatin namazı sahihtir. Mezhepler arasındaki bu içtihat farklılığı kıraat meselesini de kapsar.

     

    İmamla cemaat arasında mutabaatın olduğunu söyleyen Hanefilere göre imamın kıratı cemaatin kıraati yerine geçer. Fakat Medine fukahasına göre cemaat imamla birlikte okumak zorundadır.

     

    Medine’den bir grup alim, imamın arkasında namaz kılan cemaatin kıraat edip-etmemesini tartışmak üzere Ebu Hanife’ye (r.a.) gelirler. Ebu Hanife (r.a.) Medinelilere: “Hepinizle birden münazara yapmam mümkün değil; En bilgili olanınızı sözcü yapın.” onunla münazara edeyim der. Birisine işaret ederler. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.): “Bu seçtiğiniz en alim olanınız mıdır? Onunla münazara yapmak sizinle münazara yapmak gibi olur mu? diye sorar. Medineliler: “Evet” diye karşılık verirler. Ebu Hanife devamla:

     

    - Ona karşı delil getirmek size de delil getirmek gibi midir?

     

    - Evet.

     

    - Arkadaşınızla münazara ettiğimde, seçtiğiniz ve sözünü kendi sözünüz kabul ettiğinizden dolayı onu bağlayan delil sizi de bağlar. İşte böyle. Siz münazarada en alim olanınızı seçtiniz, sözünü kendi sözünüz kabul ettiniz. Biz de namazda imamı seçtik. Kıraati bizim kıraatimizdir. O okuyunca biz de okumuş oluruz.[21]

     

     

    ATEİSTLERLE MÜNAZARASI (CEDEL)

     

    “Bir”den Önce Kaç Var?

     

    Rum asıllı bir ateist, ulema ile münazara eder ve Hammad hariç hepsini susturur. Ona karşı kimse yeterli malumatı ortaya koyamaz. İmam-ı Azam o tarih çocuktur. Hammad ateistin aynı şekilde Ebu Hanife’yi de susturmasından ve İslam’ın bundan zarar görmesinden endişe eder; O gece rüyasında bir ağacın filiz ve dallarını bir domuzun yediğini görür. Domuz, gövdesi hariç bütün ağacı yer. Ağaçtan bir aslan yavrusu zuhur eder ve domuzu öldürür.

     

    Rüyanın görüldüğü sabah Ebu Hanife Hammad’ın yanına gider, hocasını ateistle yapılan münazaralardan dolayı son derece üzüntülü görür. Münazaralar ve görülen rüya Hammad’ı etkilemiştir. Ebu Hanife (r.a.) hocasının gördüğü rüyayı şöyle tevil eder: “Elhamdülillah, domuz o muzır ateist; ağaç ilim; dalları sizin dışınızdaki alimler, gövde siz, ondan doğan aslan yavrusu ben; ve ben Allah’ın yardımıyla o ateistin hakkından geleceğim.”

     

    Bu teville hocasına moral veren Ebu Hanife (r.a.) onunla birlikte münazaranın akdedileceği camiye gider. Ateist minbere çıkar ve tartışacağı kişiyi ister. Çocuk olduğu halde karşısına Ebu Hanife çıkar. Ateist yaşına bakarak onu küçük görür. Ebu Hanife: “Yaşla insanları kıymetlendirmeyi bırak da ne söyleyeceksen onu söyle.”der. Ateist Ebu Hanife’nin cesareti karşısında dona kalır. Belli bir zaman geçtikten sonra kendini toparlar ve Ebu Hanife’ye: “Başı ve sonu olmayan bir şeyin mevcudiyeti nasıl mümkün olur?” diye sorar. Ebu Hanife:

     

    - Sayı sistemini bilir misin?

     

    - Evet.

     

    - O halde söyle bakalım “bir” sayısından önce ne vardır?

     

    - O ilktir ondan önce sayı olmaz.

     

    - Mecazi manada “bir” olan sayıdan önce bir şey olmaz da gerçek anlamda “bir” olan Allah Tela’dan önce nasıl bir şey olur?!

     

    Ateist bu cevaba karşılık veremeyince yeni bir meseleye geçer ve Ebu Hanife’ye;

     

    “Hiçbir şeyin yönlerden hali olmadığını, bu durumda –haşa- (Allah Teala’nın da bir yönünün olması gerektiğini) Onun (c.c.) görünüşünün hangi yöne doğru olduğunu” sorar. Ebu Hanife (r.a.):

     

    - Lambayı yaktığında ışığı hangi yöne doğrudur.

     

    - Işığı alma noktasında bütün yönler eşittir.

     

    - Mecazi ışığın durumu bu ise, göklerin ve yerlerin ebedi ve daimi nuru Allah Teala nasıl olur? Onun yönlerden münezzeh olması evleviyetle gereklidir.

     

    Ateist bu cevaba da karşılık veremez ve yeni bir bahis açar. Ebu Hanife’ye hitaben şöyle der: “Mevcut olan her şey için bir mekan olmadır. Madem Allah vardır o halde nerededir?” Ebu Hanife ateiste karşılık verme yerine etraftakilere emredip meclise süt getirtir. Ardından da ateiste: “Bunda yağ var mı?” diye sorar. Ateist “Evet” diye karşılık verince Ebu Hanife Şöyle der:

     

    - Yağ sütün neresindedir?

     

    - Belli bir yerle sınırlı değildir.

     

    - Varlığı geçici olan bir şeyin durumu böyle olursa yer ve göklerin yaratıcısı ebedi ve sonsuz olan Allah Teala’nın durumu nasıl olur?!

     

    - O ne ile meşguldür?

     

    - Sen bütün bu soruları minberde iken sordun. Ben de onlara cevap verdim. Şimdi sen yere in, minbere ben çıkayım.

     

    Ateist iner ve Ebu Hanife söylediği gibi minbere çıkar. Ardında da ateistin sorusunu yanıtlar: “Minberde senin gibi yaratanı, yaratılanlara benzetenler olduğunda onu indirir; yerde de benim gibi muvahhitler olduğunda onları oraya çıkarır. ‘O her an yeni bir ilahi tasarruftadır.’[22] Dehri şaşırır; Tek kelime konuşamaz.[23]

     

    Kaptansız Gemi

     

    Allah Teala’nın varlığını inkar eden dehriler tartışmak için yanına geldiklerinde onlara size gelip şöyle bir olay anlatan adam hakkında ne dersiniz: “Ticaret eşyaları ve yüklerle dolu bir gemi gördüm. Ki o denizin derinliklerinde birbirine çarpan dalgalar ve çeşitli yönlerden esen rüzgarlardan oluşmuştu. Onu sevk eden denizci ve kaptan olmaksızın düzgün bir şekilde fırtınada gidiyordu?”

     

    Ne dersiniz akıl böyle bir hadiseyi onaylar mı? Ateistler:

     

    - Hayır. Akıl böyle bir hadisenin olmasına imkan vermez.

     

    - Sübhanellah. Akıl, geminin kendiliğinden oluşmasına ve kaptan olmadan gitmesine imkan vermez de, nasıl farklı halleriyle şu dünyanın kendiliğinden yaratılıp idare edilmesine onay verir?![24] Bir gemi kendiliğinden meydana gelemez de şu muazzam kainat nasıl tesadüfen oluşabilir?!

     

    ***

     

    Nassları anlamada zafiyeti olan fakihler, İslam’ın hakikatini tahrif eden sapık kelamcılar ve yaratılış gerçeğini reddeden dehriler Onun (r.a.) karşısında ya hakikate teslim oldular ya da susmak zorunda kaldılar.

     

     

    Dipnotlar:

    [1] İlavelerle bkz. Ahmed Cevdet Paşa, Adab-ı Sedad min İlmi’l-Adab, İstanbul, 1303, s. 3.

     

    [2] Cevdet Paşa, a.g.e., s. 4.

     

    [3] Cevdet Paşa, a.g.e., s. 3.

     

    [4] Muhammed Ebu Zehre, Eblu Hanife Hayatuhu veAsruhu-Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 69.

     

    [5] Ahmed Emin, Duha’l-İslam, Beyrut, 2004, II, 139.

     

    [6] Ahmed Emin, a.g.e., II, 139.

     

    [7] Şihabuddin Ahmed b. Hacer el-Mekki, Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty. s. 40; Ebu Zehre, a.g.e., s. 53.

     

    [8] Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracmi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai, Riyad, 1983, I, 151-2.

     

    [9] Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarih-u Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 498-9; et-Temimi, a.g.e., I, 111-112.

     

    [10] Kur’an, İbrahim(14): 36.

     

    [11] Kur’an, Maide(5): 118.

     

    [12] Kur’an, Şuara(26): 111.

     

    [13] Kur’an, Şuara(26): 112-115.

     

    [14] Kur’an, Hud(11): 31.

     

    [15] Ebu Zehre, a.g.e., (Dipnot no:1), s. 24.

     

    [16] Kur’an, Tevbe(9): 97.

     

    [17] et-Temimi, a.g.e., I, 93-94.

     

    [18] Ebu Zehre, a.g.e., s. 55.

     

    [19] Hafızu’d-Din b. Muhammed el-Kerderi, Menâkibu Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi Beyrut, 1981, II, 221-222.

     

    [20] Taşköprüzade, Miftahu’s-Saade, Beyrut, 2002, II, 184.

     

    [21] Ahmed Emin, a.g.e., II, 146.

     

    [22] Kur’an, Rahman(55): 29.

     

    [23] Taşköprüzade, a.g.e., II, 186.

     

    [24] Muhammed b. Abdirrahman Humeyyis, Usuluddin İnde’l-İmam Ebi Hanife, Riyad, 1996, s. 222; Benzer bir rivayet için bkz. Molla Aliyyu’l-Kari, Şerh-u Kitabi’l-Fıkhı’l-Ekber, Beyrut, 1984, s. 14.

    • Like 1

  13. DİPNOTLAR

     

    [1] Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.

     

    [2] Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2000, I, 113.

     

    [3] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2003, s. 16.

     

    [4] Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı, “Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.

     

    [5] Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2003, s. 102

     

    [6] İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.

     

    [7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.

     

    [8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.

     

    [9] İbn Arabi, a.g.e., II, 51.

     

    [10] Kur’an, En’am(6): 121

     

    [11] Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2005, s. 226.

     

    [12] İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.

     

    [13] İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.

     

    [14] Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.

     

    [15] Kur’an, Maide(5): 64.

     

    [16] İbn Arabi, a.g.e., II, 256.

     

    [17] İbn Arabi, a.g.e., I, 151.

     

    [18] İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.

     

    [19] İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.

     

    [20] İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.

     

    [21] Kur’an, Kasas(28): 88.

     

    [22] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.

     

    [23] İbn Arabi, a.g.e., II, 371.

     

    [24] İbn Arabi, a.g.e., III, 377.

     

    [25] Kur’an, Kasas(28): 88.

     

    [26] İbn Arabi, a.g.e., III, 443.


  14. Sonuç

     

    İbn Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır; ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen ifadelerini çarpıtmaktadır.

     

    Bu üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.

     

    İhtimaller tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince, Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu, ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı –adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.

     

    Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır.

     

    İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.

     

    “Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.

     

    Modern dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.

     

    Her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.

     

    Recep YILDIZ


  15. Vahdet-i Vucud

    İddia

     

    İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.

     

    İbn Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık tanımadığını iddia etmektedir.

     

    İbn Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama (eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]

     

    Gerçek

     

    İbn Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu” bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk, yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.

     

    Yine Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]

     

    Burada ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:

     

    “Âlem, Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]

     

    İbn Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları isnat etmiştir.


  16. Övgü-Tenkit

     

    İddia

     

    İbn Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.”[10]

     

    İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır: “İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi yerilenleri övmektedir.[12]

     

    İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]

     

    Gerçek

     

    İbn Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği görülmektedir:

     

    İbn Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham” realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.

     

    İbn Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır. Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.

     

    İbn Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte, onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar uzaklaştığını haber vermektedir.

     

    Meclisinde meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.

     

    Hz. Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15] diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret eder ve uzaklaşırlar.

     

    Yahudilerin peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler. Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]

     

    Yukarıdaki satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif etmektir.

     

    Müslümanlar katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]

     

    İbn Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.

     

    Hallac-ı Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş, durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.


  17. Hatemü’l-evliya

     

    İddia

     

    İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]

     

    Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]

     

    Gerçek

     

    “Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]

     

    İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.

     

    İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]

     

    Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]

     

    İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.


  18. İBN TEYMİYYE’NİN İLİM ADAMI KİMLİĞİ VE GÜVENİLİRLİĞİ

     

    -İBN ARABİ MUDAFAASI-

     

    Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]

     

    İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.

     

    Alim, sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal kabul eder.

     

    Alim, ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur. İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.

     

    Alimin ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.

     

    İslam tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen göstermişlerdir.

     

    İlim esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler olarak değerlendirmiştir.

     

    Her asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin “İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani “el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[3]

     

    Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]

     

    İbn Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam örgüsünden uzaklaştırmaktadır.

     

    Bu makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.


  19. DİPNOTLAR

     

    [1] Akaid babında Allah Teala'nın teşbih ve tecsimden tenzihi, cebr ve ihtiyar gibi meseleler ile Ahkâm babında Ehl-i Sünnet'e ters düştüğü hususlar dışındaki tavırları burada zikredilebilir.

     

    [2] Nitekim Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN şöyle demektedir: "Abduh, muâsırı olan Hindistanlı Seyyid Ahmed Han (v. 1898) kadar olmasa da Batı ilim ve medeniyetinin tesiri altında kalmış, İslâm'ı modern ilmin ve medenî gelişmelerin gerektirdiği şekilde ifade için zaman zaman zorlanmıştır." (Bkz. "İslamın Işığında Günün Meseleleri", II, 208.)

     

    [3] Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", I, 117-8; II, 175; III, 335-6.

     

    [4] Mehmet Zeki İşcan, "Muhammed Abduh'un Dinî ve Siyasî Görüşleri", 163.

    Yukarıda adını zikrettiğimiz tez çalışmasında M.Z.İşcan, Abduh'un bu görüşü üzerinde durduktan sonra şu neticeye varmaktadır:

     

    "Din ve akıl bahsinde Abduh'un en özgün düşüncesi budur. Bu görüşün varacağı sonuç, genel İslâmî-ahlâkî kurallar çerçevesinde dünyayı ilgilendiren tüm konuların beşerin aklına emanet edilmiş olmasıdır. Fazlurrahman bu görüşün daha tutarlı hale gelmesi için şu noktanın da eklenmesi gerektiğini belirtmektedir: İnsanlığın ahlâken olgunlaşması ilahî hidayete bağlıdır. Ahlâkî çöküşün ise bugün hâlâ devam ettiği aşikârdır. İnsanlık ilahî hidayetten uzak oldukça, hangi devirde olursa olsun olgunlaşmamış demektir. Öyleyse peygamberliğin sona ermesinin mânası, ilahî hidayetin anlaşılmasının artık "seçilmiş" kimselere (peygamberlere, E.S.) bağlı olmayıp toplu bir fonksiyon halini almış olmasıdır." (Bkz. a.g.e.; 164.)

     

    Fazlur Rahman bir başka yerde de bu nokta ile ilgili olarak şöyle der:

    "İlk şekliyle Muhammed Abduh tarafından ortaya atılan bu iddia, Muhammed İkbal tarafından felsefî bir terminoloji ile yeniden ifade edildi. Buna göre Kur'an'ın son vahiy ve Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeği, insanlığın gelişmesi açısından oldukça anlamlıdır. Bu demetir ki: insan öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır vahyin yardımına ihtiyacı yoktur. İnsan kendi ahlakî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir..." (Bkz. "İslam", 307-8.)

     

    Eğer Abduh'un düşüncelerinden böyle bir sonuç çıkarmak doğru ise –ki az ileride de belirteceğimiz gibi, bu noktanın yeterince tartışıldığı kanaatinde değiliz–, bu yaklaşım, yine bizzat Abduh'a ait olan şu ifadelerle çelişki içindedir:

     

    "Bu ayette (4/en-Nisa, 13) Resul'e itaatin Allah'a itaat ile birlikte zikredilmesinin sebebi, Yahudilik'ten önce ve sonra ve aynı şekilde İslam'dan sonra günümüze değin, insanın aklı ve ilmi sayesinde vahiyden müstağni olduğuna inanan birtakım kimselerin mevcudiyetidir. Bu görüşte olanlardan, "Ben, alemin, alîm ve hakîm bir yaratıcısı olduğuna inanır ve bu noktadan sonra aklımın gösterdiği doğrultuda hayır işler, şerden de kaçınırım" diyen olur.

     

    "Bu, insandan kaynaklanan bir hatadır. Eğer bu bakış açısı doğru olsaydı, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı..." (Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", V, 175.)

     

    [5]"el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 455.

     

    [6]"el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 468-9.

     

    [7]Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 411 vd.; 438 vd.

     

    [8] "el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 301-2.

     

    [9] Müçtehid İmamlar'ı "ehl-i Din'in öncüleri olarak takdim ettiği bir ifadesi için bkz. el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 357.

     

    [10] Mesela bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 510.

     

    [11] Bkz. "Risâletu't-Tevhîd", 72.

     

    [12] Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", (Fîl suresi tefsiri), V, 504.

     

    [13] A.g.e., V, 505.

     

    [14] "Hak Dini Kur'an Dili", IX, 6126 vd.

     

    [15] Abduh bakımından buradaki "vahiy"den maksat elbette bizzat Kur'an'dır. Ehl-i Sünnet ulemanın, Sünnet'i (hadisleri) vahyin "gayri metluvv" kısmından sayması ile Abduh'un konuya bakışı birbirine karıştırılmamalıdır.

    Abduh'un hadisler hakkındaki kanaatini biraz sonra aktaracağız.

     

    [16] Bu tasnifler hakkında geniş malumat için Usul kitaplarına başvurulmalıdır. Bu konu üzerindeki bir tartışma için "Bilgi ve Hikmet" dergisinin Bahar-1994, Yaz-1994, Bahar-1995, Yaz- 1995 tarihli nüshalarına bakılabilir.

     

    [17] "el-A'mâlu'l-Kâmile", III,482-3. Ayrıca bkz. a.g.e., IV, 60.

     

    [18] Mesela bkz. "Risâletu't-Tevhîd", ("el-A'mâlu'l-Kâmile" içinde), III, 416-7; ayrıca bkz. a.g.e., IV, 174.

     

    [19] Burada kasdettiğimiz, hurma kütüğünün inlemesi gibi somut olayları anlatan mütevatir rivayetlerden ziyade, farklı mucizeleri anlatmakla birlikte "mucize" olayını ortak tema olarak işleyen rivayetlerdir ki, bunların mecmuundan tevatür-i manevî hasıl olacağında kuşku yoktur.

     

    [20] "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 174.

     

    [21] BKz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 146, 545.

     

    [22] "el-A'mâlu'l-Kâmile", (Mukaddime fî Tefsîri'l-Kur'ân), IV, 14.

     

    [23] Bu mesele üzerinde aşağıda durulacaktır.

     

    [24] "el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 317.

    Bu hadis hakkında şöyle der:

    "İlim çinde de olsa arayın" hadisi, her ne kadar senedinin Hz. Peygamber (s.a.v)'e ittisali hakkında aleyhde söylenmiş sözler var ise de, mana olarak senedi mütevatirdir. Zira onun mana olarak senedi bizzat Kur'an'dır..."

     

    [25] "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 133.

     

    [26] "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 130-9.

     

    [27] "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 412.

     

    [28] Bu konuda bir tahlil ve Abduh'un görüşlerinin tenkidi için bkz. Mustafa Sabri Efendi, "Mevkıfu'l-Akl" I, 332 vd.

     

    [29] 35/Fâtır, 1.

     

    [30] 53/en-Necm, 6 vd.

    Meleklerin haricî ontolojik varlıkları bulunduğunu gösteren Kur'an ayetlerinin dökümünü yaparak bu yazıyı uzatmak istemediğimiz için okuyucuyu, Mustafa Sabri Efendi'nin "Mevkıfu'l-Akl"ına havale edeceğiz. Bkz. a.g.e., I, 332 vd.

     

    [31] "el-A'mâlu'l-Kâmile", V, 331.

    Abduh'un burada belirttiğine göre Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.v)'in, kendisini "tanıyacağı" bir surette tecelli etmiştir!

     

    [32] "el-A'mâlu'l-Kâmile", V, 452.

     

    [33] A.g.e., II, 453.

     

    [34] Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", (2/el-Bakara, 78 ayetinin tefsiri), IV, 209.

     

    [35] A.g.e., a.y.

     

    [36] A.g.e.,(4/en-Nisa, 1 ayetinin tefsiri), V, 160.

     

    [37] Bkz. A.g.e", (3/Âl-i İmrân, 121-9. ayetlerinin tefsiri), V, 87.

     

    [38] Ulema arasındaki ihtilaflara da sık sık eleştiri dolu göndermelerde bulunan Abduh, bir yerde şöyle demektedir:

     

    "Bu cinayetlerden en büyüğü, fırkalaşma cinayetidir. (...) Selef'in fetva konusundaki ihtilafı, fertlerin anlayışındaki ihtilafa dayanırdı, ancak hepsi de bir tek asla raci idi. Onda ihtilafları yoktu. O, Allah'ın Kitabı ve Sünnet'in sahih olan kısmı idi. Ne mezhep, ne grup, ne de karşılıklı birbirini besleyen asabiyetler vardı..." (Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 339.)

     

    Yine şöyle der:

    "Bu yahudilerin ("Kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra da "Bu, Allah indindendir" diyenlere yazıklar olsun" mealindeki 2/el-Bakara, 79 ayetinde zikredilen yahudiler, E.S) içinde bulunduğu durumun benzerini görmek isteyen kimse, önüne baksın. Zira bu durumu orada açık seçik bir şekilde görecektir. Din'in akait ve ahkâmı konusunda yazılmış kitaplar görecektir ki, bu kitaplar dinin maksatlarını tahrif edip insanları aldatacak çevirmişlerdir. (...) Bu kitaplar ancak Allah'ın kitabına nazar etmekten ve onunla hidayet bulmaktan sapmış kimselerin yazdıklarıdır..." (Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 210.)

     

    Ancak ne gariptir ki, Abduh'un bütün hayatı boyunca yaptığı şey, "fikir hürriyeti"ne vurgu yaparak önceki ulema ile ihtilafa düşüp düşmediğine aldırmadan görüş belirtmek olmuştur. Bu ise mevcut görüşlere muhalefet edip ihtilaf alanını daha da genişletmekten başka bir şey değildir!

    [39] "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 381 vd.

     

    Ortaya attığı bütün görüşlerinde Abduh'u destekleyen ve onun görüşlerini savunun kimseler de ölümünden sonra kendisini Allah'a ortak koşmuş olmakta mıdırlar?!

     

    [40] A.g.e., III, 341.

     

    [41] Bu sözlerinin devamında Abduh, Sahabe'nin hadis yazmadığını, hatta hadislerin yazılmasını yasakladığını söylemektedir. Bu hususların tartışması için şu çalışmalara başvurulabilir: M. Muhammed Ebû Zehv, "el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn"; Muhammed Acâc el-Hatîb, "es-Sünne Kable't-Tedvîn" ve "Ebû Hureyre Râviyetu'l-İslâm"; Mustafa es-Sıbâ'î, "es-Sünne ve Mekânetuhâ fi't-Teşrî'i'l-İslâmî"; Süleyman en-Nedvî ve Muhibbuddîn el-Hatîb, "Difâ' ani'l-Hadîsi'n-Nebevî"; Abdurrahman b. Yahya el-Mu'allimî, "el-Envâru'l-Kâşife"; Muhammed Abdürrezzâk Hamza, "Zulumâtu Ebî Reyye"; Abdulmun'im Sâlih el-Alî el-İzzî, "Difâ' an Ebî Hureyre"; Sâlim Ali el-Behnesâvî, "es-Sünnetu'l-Müfterâ Aleyhâ"; Nuruddîn Itr, "Menhecu'n-Nakd fî Ulûmi'l-Hadîs"; Muhammed Ebû Şehbe, "Difâ' ani's-Sünne"; M. Mustafa el-A'zamî, "Studies in Early Hadith Literature" ve "On Schacht's Origin of Muhammadan Jurisprudence."

     

    [42] A.g.e., IV, 386 vd.

     

    [43] Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", II, 535 vd.; Karaman, "Gerçek İslam'da Birlik", 92 vd.

     

    [44] Bu sözlerinin devamında Abduh, bu dönemlerde Tasavvuf ehlinin, zahir ehli fikri donmuş fukaha tarafından baskı altına alındığını, hatta tekfir edildiğini ifade etmektedir ki, bunun –en azından böyle bir genellemeye imkân verecek tarzda– doğru olmadığını söylemek insafın gereğidir. Tasavvuf alanında daha sonraki yüzyıllarda görülen kurumlaşma ve –"rabıta" örneğinde olduğu gibi– birtakım uygulamaların kimi fukaha tarafından eleştiri konusu yapıldığını söylemek gerçeğin ifadesi ise de, bu noktanın da mutlak bir şekilde genelleştirilmesi doğru değildir.

     

    [45] "el-A'mâlu'l-Kâmile", IV, 377 vd.

     

    [46] Bu mesele hakkında bkz. Muhammed Zâhid el-Kevserî, "Mahku't-Tekavvül"; Mahmud Sa'îd Memdûh, "Ref'u'l-Minâre li Tahrîci Ahâdîsi't-Tevessül ve'z-Ziyâre"; es-Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî, "Mefâhim Yecib en Tusahhah", İsmail Çetin, "Mesâfu'l-Ulemâ"; Selâme el-Azzâmî, "Furkânu'l-Kur'ân"; Heyet, "Rabıta ve Tevessül".

     

    [47] "el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 537 vd.

     

    [48] Bu konudaki hadislerin değerlendirmesi için bkz. Dr. Zekeriya Güler, "Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri", "İLAM Araştırma Dergisi", II/I, (Ocak-Haziran 1997), 83 vd.; Yrd. Doç. Dr. Mehmet Necmeddin Bardakçı, "Tasavvufî Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesîle", "Tasavvuf" dergisi, I/II, (Aralık-1999), 33 vd.

×
×
  • Create New...