Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Selmanbey

Üye
  • Content Count

    233
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    6

Posts posted by Selmanbey


  1. Peki, nakil yoluyla kimler rivayet etmiş?

     

    Gönüldaş yalnış anlama biz rivayetin fıskından fücurundan ötürü kaynak diretmiyoruz ancak böyle rivayetler sağlam olmalı. Hulefai Raşidini övmeye kelime deryaları yetmez amenna ve saddakna ancak senedi belli olmayan rivayetler başımıza iş açabilir. Daha dikkatli olmak lazım.

    Bu arada Vakıf kardeşime de esselam...

    • Like 1

  2. Allah senden razı olsun güzel Gönüldaşım.

    Allah böyle mübareklerden eksik etmesin bizi.

    Hey gidi heeeey, ne hayatlar var bu garip dünyada.

    Yunusum ne güzel demiş:

     

    Aşık öldü diye sela verirler

    Ölen hayvan olur aşıklar ölmez

     

    Yunus bu tevhide gark oldu gitti

    Geri gelmekliğe aklı derilmez

     

    Maşallah...


  3. TASAVVUF VE PASİFİZASYON - 4

     

    Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun farkında bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla birlikte ele alındığında Tasavvuf hakkındaki önyargılardan veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan kimi olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden geçirilmesine vesile olacağını umarım.

     

    Cihad'ın mana ve maksadında mündemiç olan "İslam'ın kitlelere ulaştırılması" görevi, temelde bir "tebliğ ve davet" işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.

     

    Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.

     

    Öte yandan –bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi– Tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz.

     

    Mağrib'de kurulan Murabitun ve Muvahhidun devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…

     

    Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında Tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.

     

    Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî ve Şah Veliyyullah çizgisinin varisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sufi alimler), Kuzey Afrika (Libya'da Senusiyye hareketi, Cezayir'de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan'da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır'da Ahmed el-Arabî, Mağrib'de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya'da Şeyh Şamil ve bugün Filistin'de adını "İzzeddin el-Kassâm Tugayları" vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…

     

    Bu noktada biraz durup vakıaya "kuş bakışı" bakalım:

     

    Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle "cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma" iddiasının, mesela "savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme" tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuş ulemanın tamamının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir?

     

    Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?

     

    Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.

     

    "Hayata katılma"nın en somut ve keskin göstergesi olan "cihad"a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslam büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.

     

    Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak "Tasavvuf insanı hayattan koparıyor" gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur.

     

    Bu yazıyı teberrüken İmam eş-Şa'rânî'nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim:

     

    "Resulullah (s. a.v)'e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.

     

    "Resulullah (s.a.v)'e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik.

     

    "Resulullah (s.a.v)'e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allah yolunda savaşmayı nefislerimize kabul ettirmekten gafil kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini sağlayacaktır.

     

    "Resulullah (s.a.v)'e, cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik."

     

     

    Milli Gazete - 9 Nisan 2005


  4. TASAVVUF VE PASİFİZASYON - 3

     

    Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim.

     

    Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan "ribat"larda yaşamış, bir yandan mücahidleri teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.

     

    1. Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.

     

    2. Seriyy es-Sekatî: "Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…" (3/Âl-i İmrân, 200) ayetini tefsir sadedinde, "Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin" dediği ve İmam Ahmed b. Hanbel tarafından cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.

     

    3. Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır: "Birgün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.

     

    4. Ebu'l-Abbas et-Taberî: Tartus'ta mücahidlere vaz ediyordu. Allah Teala'nın celalinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti.

     

    5. Züheyr b. Şu'be el-Mervezî: Şöyle dediği nakledilmiştir: "Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz. Eti o ganimetlerden yerim."

     

    6. Ali b. el-Hüseyin: İslam ülkesini Haçlılar'dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sufinin ribatına toplanan insanların, oraya bir "kışla" görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur.

     

    7. "Şam Aslanı" lakaplı Abdullah el-Yuninî: Ttarihçiler tarafından "Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihadla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi" ifadeleriyle anlatılmıştır.

     

    8. Ebu'l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs'e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine "Ebû Sevr" lakabı verildiği nakledilmiştir.

     

    9. Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.

     

    10. Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid olmuştur.

     

    11. el-Haccâc el-Fendulavî: "Allah mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır" ayetini okuduktan sonra müridleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur.

     

    12. Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat'ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehid düşmüştür.

     

    Bu örneklerin çoğunu "çok bilinen" isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, "çok bilinen" isimlerden de birkaç örnek verelim:

     

    1. Necmeddin-i Kübrâ: "Kübreviyye" tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında değil, Hadis ve Tefsir gibi "zahirî ilimler"de de yed-i tula sahibi idi.

     

    Moğollar Horasan'a girdiğinde Cengiz Han ona, Harezm'i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar'ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu.

     

    2. İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, "Avârifu'l-Ma'ârif" yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî'den giydi. Zahir Baybars'ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar'ı büyük bir hezimete uğrattığı Ayn-Calut savaşının fetvasını o vermiştir.

     

    İslam ordusunun Haçlılar'la Mısır'da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî'nin "Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye"sinde anlatılmıştır.

     

    3. Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yşında iken Bağdat'a geldi; Abdülkadir-i Geylanî'nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada "Kadirî" tarikatına girdiğini, yine bir sufî alim olan İbnu'l-Mulakkın'ın, Kadirî hırkasının kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî'den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.

     

    Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme'nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.

     

    4. en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)'ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars'ı Moğollar'la savaşması için defaatle teşvik etmiştir.

     

    Devam edecek.

    Milli Gazete - 7 Nisan 2005


  5. TASAVVUF VE PASİFİZASYON - 2

     

    Tasavvuf'un, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat ve Medeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, Tasavvuf'un bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir "bütün" olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.

     

    Özellikle bu topraklarda böyle "miyop" bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında sathî bir düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslam'la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da Tasavvuf'un, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır.

     

    Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu'ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf'un oynadığı vazgeçilmez rolü germemek mümkün müdür?

     

    Anadolu'nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda Müslüman bir medeniyetin teşekkül etmesinde birçok Tasavvufî anlayışın (tarikat) rolü vardır. Bunları kısaca İbn Arabî, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunus olarak ifade edebiliriz.

     

    Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn Keykâvûs'un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun Müslümanlar'a yapacağı en büyük hizmetin, İslam'ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, "Türk Tefekkür Tarihi", II, 135.)

     

    Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu'ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ etkisi, daha önce de söylediğim gibi "gazi dervişlik" geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır. "Abdalân-ı Rum", "Gâziyân-ı Rum", "Alperenler", "Horasan erenleri"… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında "fütuhat" ruhunu işlemek suretiyle henüz "beylik" merhalesinde bulunan Osmanlı'nın, siyasî nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, "Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri", 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, "Osmanlı", IV, 453.)

     

    Osmanlı'nın "beylik"ten "devlet"e, oradan da "cihan devleti"ne geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf'un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.

     

    Özellikle "kuruluş" aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.

     

    Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur.

     

    Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar bir araya gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur.

     

    Bu itibarla Tasavvuf'un toplumda icra ettiği fonksiyon da "tek boyutlu" olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir…

     

    Osmanlılar'da devlet-Tasavvuf münasebeti, Osman Bey'den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey'in bir Tasavvuf şeyhi olan Edebali ile, Orhan Gazi'nin Ahi Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba ile, Murad Hüdavendigâr'ın –bir "ahi" olan– Sinanüddin Yusuf Paşa ile, Yıldırım Bayezid'in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buhârî ile, II. Murad'ın Hacı Bayram Veli ile, Fatih'in Akşemseddin ile, III, Murad'ın Şeyh Şaban Efendi ile, Kanuni'nin Şeyh Ebû Sa'îd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile… ilişkisi Osmanlı'ya vücut veren yapının "ilmiye" (ulema), "seyfiye" (askerler) ve "kalemiye" (bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha istinat ettiğini gösterir ki, o da "irşadiye" diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir.

     

    Devam edecek.

     

    Not:

     

    Bir önceki yazının son paragrafında geçen, "İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir zaafı yoktur " cümlesi, "… sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur" olacak. Düzeltirim.

     

    Milli Gazete - 5 Nisan 2005


  6. TASAVVUF VE PASİFİZASYON - 1

     

    E-posta adresime gelen maillerin önemli bir bölümü, başlıkta ifade etmeye çalıştığım hususu soruyor. Tasavvuf insanları dünyadan uzaklaştırmakla hayata ve topluma ilgisiz mi kılıyor, Tasavvuf ehli olarak bilinen insanların mesela cihada iştirak ettiği vaki midir?...

     

    Bu soruya, Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren fetihlerin öncü kuvveti olmuş gazi dervişleri, Senûsiyye hareketini, Hindistan'lı Rabbânî alimlerin ya da Şeyh Şamil'in cihadı gibi harc-ı alem örnekleri zikrederek kestirmeden cevap verebilirdim.

     

    Ancak Tasavvuf hakkındaki bu iddiaların alabildiğine yaygınlık kazanmış olması, bu meselenin –bu köşenin boyutlarının izin verdiği ölçüde–detaylandırılmasını zorunlu kılıyor.

     

    Esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayete değinmek istiyorum:

     

    Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan dönen ashabına, "Hayırlı bir gelişle küçük cihaddan büyük cihada geldiniz" buyurmuş, Sahabe, "Büyük cihad nedir ya Resulallah?" diye sorunca, "Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir" buyurmuştur.

     

    "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" lafzıyla daha yaygın olan bu rivayeti el-Beyhakî, "Kitâbu'z-Zühd"de (I, 42) naklettikten sonra, "İsnadında zayıflık vardır" demiştir. el-Irâkî, Ali el-Karî, el-Münâvî ve el-Aclûnî de eserlerinde bu ifadeyi nakletmekle yetinmişlerdir. (Bkz. "Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ", III, 7, 64; "el-Esrâru'l-Merfû'a", 211-2; "Feydu'l-Kadîr", IV, 511; "Keşfu'l-Hafâ", I, 511-2.)

     

    ez-Zeyla'î, "el-Keşşâf" hadislerini tahriç ettiği eserinde (III, 395-6), rivayetin "el-Keşşâf"ta zikredilen varyantını, "Nebi (s.a.v) gazalarından birinden döndü ve "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" buyurdu" şeklinde verdikten sonra şunları söyler: "Cidden garibdir. Bu rivayeti es-Sa'lebî, bu şekilde senedsiz olarak zikretmiştir."

     

    Daha sonra el-Beyhakî tarafından "Kitâbu'z-Zühd"de nakledilen sened ve metni (ki en başta zikrettiğim gibidir) zikrettikten ve el-Beyhakî'nin, "İsnadında zayıflık vardır" dediğini naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:

     

    "en-Nesâî, "Kitâbu'l-Künâ"da şöyle der: (…) Ebû Mes'ûd Muhammed b. Ziyâd el-Makdisî bize, İbrahim b. Ebî Able'nin (Bu zatın adı İbn Receb'in "Câmi'u'l-Ulûm ve'l-Hikem"inde (185) "İbrahim b. Ebî Alkame" olarak geçmektedir; doğrusu "İbrahim b. Ebî Able" olmalıdır, E.S.), gazadan dönen insanlara şöyle dediğini rivayet etti: "Küçük cihaddan döndünüz. Peki büyük cihadı ne yaptınız?" Muhatapları, "Ey Ebû İsmail! Büyük cihad nedir?" diye sordu, "Kalbin cihadıdır" dedi."

     

    Buradaki İbrahim b. Ebî Able, Şam'lı Tabiun'dandır.

     

    Bahse konu rivayet, el-Bayhakî tarafından, senedinde peş peşe yer alan üç ravi (İsa b. İbrahim, Yahya b. Ya'lâ ve Leys b. Ebî Süleym) sebebiyle "zayıf" olarak nitelendirilmiş olmalıdır. Ancak Rical kitaplarının bu zatlar hakkında verdiği malumattan, zayıflıklarının rivayetin tamamen reddine müncer olacak derecede şiddetli olmadığı anlaşılmaktadır.

     

    Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varid olduğunun söylendiğini naklettiği bu rivayet hakkında "Aslı yoktur" ifadesini kullanan İbn Teymiyye'nin ("Mecmû'l-Fetâvâ", XI, 197) bu hükmünün "aşırı" olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin Tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir.

     

    Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayeti taz'if ederken sadece "senedinde zaaf vardır" demekle yetinmiş olması da İbn Teymiyye'nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir.

     

    Sonuç olarak:

     

    Bu rivayetin biri merfu (Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözü), diğeri İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olmak üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir şüphe yoktur. Merfu varyantı ise, senedindeki bazı raviler sebebiyle zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen "uydurma" veya "asılsız" olarak nitelendirmek için yeterli değildir.

     

    Bir sonraki yazıda devam edelim.

     

    Milli Gazete - 2 Nisan 2005


  7. Allah Cezanızı Versin!..

     

    İSLAMCILIĞIN cıcığını çıkarttınız, Allah belânızı versin!.. Ben çoğunuzun o eski mücahitlik günlerini bilirim, ne nutuklar atıyor, mangallarda kül bırakmıyordunuz. Sonra mücahitlik postunu çıkardınız müteahhit oldunuz.

     

    Müslümansan, hangi meşreb ve mezhepten olursan ol, mutlaka doğru ve dürüst olmak zorundasın. Siz yıllar var ki, doğruluk şişesini taşa vurup paramparça ettiniz. Allah bin kere belânızı versin!

     

    Namaz kılıyor, günde onlarca defa Allah'tan sirat-ı müstaqime (doğru yola) kılavuzlamasını lisan ile niyaz ediyorsunuz ve hayatta tam tersini yapıyorsunuz.

     

    Bre uğursuzlar!..

     

    İslam'da devlet ve belediye bütçelerini hortumlamak var mıdır?

     

    Rüşvet almak var mıdır?

     

    Haram yemek var mıdır?

     

    Her türlü emanete hıyanet etmek var mıdır?

     

    Yalan söylemek, halkı aldatmak var mıdır?

     

    Arsa ve arazileri yapılaşmaya açarak, binalara fazla kat çıkma izni sağlayarak haram komisyonlar almak var mıdır?

     

    İhalelere fesat karıştırmak var mıdır?

     

    Haram yollarla süper zengin olmak var mıdır?

     

    Size beddua ediyorum. Allah belanızı versin!.. İki yakanız bir araya gelmesin!.. Haram servetlerinizi huzur içinde yiyemeyin emi!..

     

    Müslümanların yüzünü kara çıkarttınız... Başınız belâdan kurtulmasın.

     

    07.08.2010 - Milli Gazete

     

    Selmanbey: İmza!..


  8. İNCİL-İ ŞERİF'İN VE HAVARİLER'İN ÖYKÜSÜ

     

    Murat Hafızoğlu

     

    İnkişaf, IV, Eylül-Kasım 2005

     

     

    İNCİL-İ ŞERİF'İN VE HAVARİLER'İN ÖYKÜSÜ[1]

     

    Hz. Musa (a.s)'dan uzun asırlar[2] sonra bile, İsrailoğulları'nın sapmalarla dolu inişli-çıkışlı serüveni boyunca bir dizi peygamber aralıksız bir şekilde "kavm"i istikamet üzere tutmaya çalışmış, birçoğu bu uğurda canını vermiştir.

     

    En son Hz. Zekeriyya ve oğlu Hz. Yahya (ikisine de selam olsun) İsrailoğulları'nın önüne geçerek "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak" diye haykıracak, ancak bilahare Mesih (a.s)'a yönelecek olan öfke, şiddet, gayz ve sapkınlık daha önce onları yutacaktır.[3]

     

    İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderilen[4], 1 veya 3 yıllık[5] tebliğ sürecinin ardından Yahudiler'in Romalı yöneticilerle işbirliği yaparak canına kasdetmeleri üzerine göğe kaldırılan[6] Hz. İsa (a.s)'dan sonra ne oldu? O'na indirildiğini Kur'an'dan öğrendiğimiz İncil'in ve O'na iman ettiklerini yine Yüce Kitabımız'ın haber verdiği Havariler'in başına neler geldi?

     

    Tarih boyunca Müslümanlar'ın ilgisi Hz. İsa (a.s)'ın dünyaya gelişindeki ve dünyadan ayrılışındaki sıra dışılığa –ifade yerinde ise– kilitlenmiş, Hristiyanlar'la girilen teolojik tartışmalarda ise, eldeki İnciller'den hareketle "İncil'in tahrifi" meselesi ilk sırayı almıştır.

     

    Bu sebeple Müslümanlar tarafından tarihte Hristiyanlık üzerine yazılanların genellikle "reddiye" edebiyatı kapsamında çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz.[7] Gerek bunların, gerekse "Milel-Nıhel" tarzı kitapların, bir önceki paragraftaki sorunun cevabını araştıranlar için sadra şifa malzeme ihtiva etmemesini bu bakımdan yadırgamamak gerekir. Buna mukabil günümüzde genel olarak Dinler Tarihi, özel olarak da Hristiyanlık Tarihi üzerine yapılan çalışmaların geçmiştekilere oranla konumuz açısından biraz daha aydınlatıcı olduğunu görüyoruz.

    Teslis Havzasında Tevhid'in İzini Sürmek

     

    1945 yılında Mısır'ın Uksur şehrine yaklaşık 100 kilometre mesafedeki Nec'u Hammâdî (veya Nec'u'l-Hammâdî)[8] bölgesinde bulunan Koptça (Kıptî dili) yazmalar ile 1947'de –bugün İsrail sınırları içinde bulunan– Lut Gölü (Ölü Deniz) civarındaki Kumran harabelerinin yakınında bulunan İbranice, Aramice ve Grekçe dillerinde yazılmış tomarlar, özellikle Müslümanlar bakımından Hristiyanlık Tarihi'nin adeta yeniden yazılmasını mümkün kılmıştır.[9] Ne ki, bu iki büyük keşif üzerinde gerçekleştirilen bilimsel faaliyetlerin herhangi bir aşamasında Müslüman bilim adamlarının yer al-a-mamış olması son derece düşündürücü ve esef verici bir durumdur.

     

    Koptça kaynaklar, Kanonik İnciller'den birinin adına izafe edildiği Markos'un, ilk yüzyılın ortalarında Mısır'a geldiğini ve burada vefat ettiğini[10] söylemektedir.[11] Bilahare Roma Hristiyanlığı'nın başını ağrıtacak olan ve Hristiyanlık tarihindeki "Tevhidçi çizgi"nin bir tezahürü olarak dikkat çeken "Arius/çuluk" hareketinin kökenini burada aramak yanlış mıdır?[12]

     

    Keza Yahudi-Hristiyan havzasındaki Muvahhit çizginin tarihsel kökeninin, tarih sahnesine milat öncesi zamanlarda çıkan ve Hz. Yahya ve Hz. İsa'nın (ikisine de selam olsun) davetine hemen icabet eden Essenîler/İsiyîm ve/veya Zelot/Zealotlar'a dayanması –bu gruplar hakkındaki bilgilerin bütün spekülatif ağırlığına rağmen– bir ihtimal olarak bile bir Müslüman araştırmacı için yeterince heyecan verici değil midir?![13]

     

    Kısacası Muvahhid İsevîlik Hristiyanlığa dönüşmeden önce ya da "erken Hristiyanlık" döneminde neler olup bittiğinin ortaya çıkarılmasında Nec'u Hammâdî ve Ölü Deniz yazmalarının son derece büyük önemi bulunmaktadır.

     

    Ancak dinî/tarihî tecrübelerimiz, bu yazmaların gerek tarihlenmesi, gerekse muhtevaları konusunda Yahudi-Hristiyan bilim adamlarınca yapılmış çalışmaların ilan edilen sonuçları hakkında bize hep ihtiyat telkin etmektedir. Terk-i dünya etmesinin üzerinden bir nesil bile geçmeden Hz. İsa (a.s) ve İncil etrafında oluşturulan efsane yumakları, "apokrif" ilan edilip insanlıktan gizlenen İncil versiyonları ve diğer metinler, "Hakk'ı batılla karıştıran" bir kitle karşısında bulunduğumuzu ihtar edip durmaktadır.

     

    Dolayısıyla Havariler'in ve İncil'in akıbetini "tam anlamıyla" ve doğru bir şekilde gün yüzüne çıkarmak üzere yola çıkanları hâlâ büyük engeller beklemektedir. Zira bunun için ilk akla gelen en verimli tarihsel kaynaklar, Havariler'in de İncil'in de tamamen karşısında konumlanmış bulunanların patentini taşımaktadır.

    "İNCİL-İ ŞERİF" VE "MÜJDELER"

     

    İncil, Kur'an'ın haber verdiği gibi bir "kitap" mıdır, yoksa Hristiyanlar'ın kabul edip kullandığı anlamda sadece bir "müjde" midir? Hz. İsa (a.s)'a "inzal edilmiş" İncil diye bir "kitab"ın mevcudiyetini kabul etmek resmî Hristiyanlık bakımından mümkün değildir. Onlar bakımından "İsa'nın İncili" ifadesi ancak "İsa'nın müjdesi" anlamında kullanılabilir. Zira eğer bir vahiy varsa o bizzat İsa Mesih'tir; vahyin, ontolojik olarak O'nun dışında bir varlığından söz edilemez.[14] Dolayısıyla Kilise'nin (Hristiyanlığın) İnciller'den değil, İnciller'in Kilise'den (Hristiyanlık'tan) zuhur ettiği tesbiti, gerçeğin ifadesi olarak telakki edilmelidir.[15]

     

    Hristiyanlar böyle düşünse de, –yukarıda da vurgulandığı gibi– Kur'an Hz. İsa (a.s)'a "indirilmiş", ahkâm ihtiva eden bir İncil'den söz ettiğine göre[16] biz Müslümanlar bakımından burada önemli bir problem bulunmaktadır: Hz. İsa (a.s)'a "indirilen" bu İncil'e ne oldu?

     

    Kanonik Dört İncil'in, İsa Mesih'in hayat öyküsü olduğu, dolayısıyla resmî Hristiyanlığın "yazılı İncil" anlayışının bundan başka bir şey olmadığı bilinen bir husus. Ancak yukarıda sözü edilen "Tomas İncili"[17] ile onun gibi Nec'u Hammâdî kitaplığı arasında bulunan "Filip İncili"[18] –kısmen– Hz. İsa (a.s)'ın ağzından çıkan sözleri ihtiva etme iddiası dolayısıyla bunlardan oldukça farklı bir tarza sahiptir. Bu durum "İncil" adıyla yazılanların tamamının aynı kalıpta değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.

     

    Hz. İsa (a.s) sonrasında kaleme alınan İncil metinlerinin her biri[19], içinde yazıldığı ortamın, yazarının ve hitap ettiği kitlenin durumun göre farklılıklar arz eder.[20] Bununla birlikte, Kilise'nin gerek "kanonik" saydığı, gerekse "apokrif" ilan ettiği İncil metinleri, muhtevaları itibariyle birbirine tamamen yabancı değildir; parça parça da olsa hepsinin yer verdiği ortak tema ve anlatımlar vardır. İbraniler İncili, Ebionitler İncili, Barnabas, Tomas, Yakub ve Filip'in adına izafe edilenler gibi çok sayıda "apokrif" İncil ile Kanonik İnciller arasındaki paralellikler ortak kaynaklara işaret ettiği gibi, farklılıklar, hatta zıddiyet de yukarıda ifade edilen "mücadele süreci"ni resmetmektedir.

     

    Öte yandan Hz. İsa (a.s) sonrası ilk dönemlerde Muvahhid İsevîlik[21] ile Pavlus Hristiyanlığı arasında vuku bulan –aşağıda Havariler'i anlatırken bir miktar detayı verilecek olan– mücadele süreci Pavlus Hristiyanlığının galibiyetiyle sonlanınca doğal olarak Hristiyanlık kendi "resmî" akidesini oluşturup tarihini yazacak, buna uymayan metinleri de "gizlenmesi gereken" (apokrif) olarak ilan edecektir.

     

    Pavlus din değiştirmeden önce İsevî Muvahhidler'in Yahudiler'den gördüğü baskılar "Resullerin İşleri"nde (8/3; 9/1-2) ve Pavlus'un mektuplarında (Galatyalılara, 1/13-23; Filipililere, 3/6) açıkça anlatılmaktadır. Bütün bu anlatılar, İsevî Muvahhidler'in sadece Yahudiler'den gördüğü baskının göstergesi olarak ele alınmalıdır.[22] Hz. İsa (a.s)'a yönelen Yahudi-Romalı öfkesi, doğal olarak Havariler'e ve ilk İsevî cemaate de yönelecek, hatta bir süre sonra buna Pavlus Hristiyanlığının sosyal baskısı da eklenecektir.[23]

     

    Böyle bir ortam içinde Hz. İsa (a.s)'a indirilen İncil'in eksiksiz biçimde yazılı hale getirilmesi, getirilebilse bile muhafazası ve aktarımı elbette son derece güçtür. Mevcut dört Kanonik İncil'in kaynaklarının tesbiti konusunda yapılan çalışmalar, bu İnciller'in muhtevasını oluşturan unsurların hayli uzun, çok yönlü ve girift bir etkileşim süreci sonunda bugünkü şeklini aldığını göstermektedir.

     

    İnciller'in kaynaklarını tesbit maksadıyla yapılan çalışmalar meyanında muhtelif nazariyeler ortaya atılmıştır. Detayları ilgili çalışmalarda görülebilecek olan "İlk İncil", "Kısa Parçalar", "Şifahi Rivayet" ve "İki Kaynak" gibi faraziyelerin ortak yanı, hepsinin de mevcut İnciller'den önce şifahi veya yazılı bir kaynağın/kaynakların mevcudiyetini varsayıyor olmasıdır. Yine ilgili araştırmalar, bu kaynağın/kaynakların İncil yazarlarına gelene kadar karmaşık bir oluşum süreci yaşadığını kabul etmektedir.[24] Bu süreci oluşturan unsurlar –özellikle "şifahi" unsurlar– arasında, "İncil-i Şerif"in şifahi rivayetlerinden muhafaza edilebilen kısımların da bulunduğundan şüphe duymak için herhangi bir sebep yoktur.

     

    Bu bilgiler ışığında şunu söylemek mümkün görünüyor: Hz. İsa (a.s), kendisine inzal buyurulan İncil-i Şerif'i başta Havariler olmak üzere ilk inananlara tebliğ etmiş, fakat yazdırmamıştı. Zira hem kısa, hem de oldukça sıkıntılı geçen tebliğ süreci içinde buna fırsat bulamamıştı. O'nun göğe çekilişinden sonra Havariler de –aşağıda da anlatılacağı üzere– sürekli biçimde baskı ve kovuşturma altında, dolayısıyla İncil'i üçüncü şahıslara bir bütün olarak yazdırma imkânından mahrum yaşadılar. Yapabildikleri, uygun zeminlerde İncil'den ve Hz. İsa (a.s)'ın öğretilerinden aktarabildiklerini aktarmaktan ibaret olmuştur.[25]

     

    Bu menkulat uzun yıllar içinde ağızdan ağza, yöreden yöreye ve ortamdan ortama aktarıldıkça Hz. İsa (a.s)'ın ve Havariler'in hayat hikâyelerinden kimi unsurların girmesine mukabil, İncil pasajlarının önemli bir kısmının çıkması tarzında bir muhteva değişikliğine de maruz kalarak İncil yazarlarının kaynaklarına kadar ulaştı.

     

    Kur'an'ın, "Biz Hristiyanız" diyenlerden de kesin sözlerini almıştık. Onlar, kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular."[26] ayetiyle ifade ettiği noktaya gelişin hikâyesi kısaca böyle olmalıdır. Zira eğer Roma Hristiyanlığının resmîleştirdiği Hristiyanlık Tarihi esas alınacak olursa, bu tarih içinde bir yanıp bir sönen, ama hiçbir zaman tamamen ortadan kaybolmayan Muvahhid çıkışların ikna edici izahını yapmak asla mümkün olmayacaktır…

     

    HAVARİLER

     

    Her ne kadar İbn Hazm, resmî Hristiyanlığın kabul ettiği Havariler'in gerçek anlamda Hz. İsa (a.s)'ın Havarileri olduğunu kabul etmemiş ve "Kur'an'ın haber verdiği Havariler, Hristiyanların isimlerini saydığı kimseler değildir" demiş ise de[27], Hz. İsa (a.s) adına ortaya atılmış tezvirata ibtina eden resmî Hristiyanlığın, Havariler hakkında da "müzevver" bir hikâyeye sahip olması yadırgatıcı değildir.[28]

     

    Hz. İsa (a.s)'ın "sahabesi" hakkında detaylı bilgi bulunmaması –tıpkı İncil-i Şerif'in akıbeti meselesinde olduğu gibi– ancak "iz sürerek" ve "satır arası okuyarak" ortaya konabilen bölük-pörçük bilgi kırıntıları ile yetinilmesi sonucunu doğurmuştur. İsimleri konusunda bile tam bir ittifaka rastlanamayan Havariler hakkında İslam kaynaklarında da çok fazla bilgiye tesadüf edilmez. Mevcut bilgiler de büyük ölçüde Hristiyan kaynaklarından veya mühtedi Hristiyan alimlerin anlattıklarından elde edilmiş görünüyor…

     

    Hz. İsa (a.s) sonrası Muvahhid İseviler'in ilk büyük imtihanı, Stefanos isimli cemaat üyesinin Kudüs'te Yahudilerce taşlanarak şehid edilmesi olayıyla yaşanmıştır. Bu olaydan sonra Muvahhid İseviler cemaati Kudüs'ü terk ederek Yahudiye, Samiriye, Kıbrıs, Fenike, Antakya… gibi yerlere dağılmış, Kudüs'te sadece Havariler kalmıştı.[29] Aşağıda değinileceği gibi Kudüs'te kalmakla aslında "zor"u seçmiş olan Havariler, bilhassa Yahudiler'in tazyikine maruz kalacaktır…

     

    Hz. İsa (a.s)'ın Kur'an'da birkaç yerde[30] zikri geçen havarilerinin sayısı, gerek İslam gerekse Hristiyan kaynaklarında 12 olarak verilir. Liste Matta (10/2-4) ve Markos'ta (3/16-9) şöyledir:

     

    1. Simon Petrus (Kifas), 2. Petrus'un kardeşi Andreas, 3. Zebedi'nin oğlu (büyük) Yakub, 4. Zebedi'nin oğlu Yuhanna (Hanna), 5. Filipus, 6. Bortolomeus, 7. Didimus Yahuda Tomas, 8. Matta, 9. Alfeus'un oğlu (küçük) Yakub, 10. Taddeus, 11. Gayyur Simon, 12. Yahuda İskariyot.

     

    Bu listede 8. sırada zikredilen Matta, Markos (2/14) ve Luka (5/27) incillerinde Alfeus'un oğlu Levi olarak, 10. sırada zikredilen Taddeus'un adı Luka İncili'nde (6/16) Yakub'un oğlu Yahuda, Matta İncili'nde (10/3) ise Lebbeus olarak verilmektedir. 12. sırada zikredilen Yahuda İskariyot ise Ahd-i Cedid'e göre Hz. İsa (a.s)'ı ele veren kişidir. Bu ihaneti dolayısıyla diğer havariler tarafından listeye onun yerine Mattias alınmıştır.

     

    Burada Yusuf (Joseph) Barnabas'ın (meşhur İncil'in yazarı), Hz. İsa (a.s) ile birlikteliği sabit olduğu halde neden Havariler listesinde yer almadığı sorusu akla gelebilir. Hemen belirtelim ki, birçok otorite onu Havariler arasında saymıştır.[31] İhanetinden sonra Havariler arasından tard edilen Yahuda İskariyot'un yerine, yaşadığı sürece Hz. İsa (a.s) ile yoldaşlık etmiş kimseler arasından, "soyadı/lakabı Justus/Yustus olup Barsaba/Barnaba denilen Joseph/Yusuf ve Mattias tesbit edilip aralarında kur'a çekilmiş, kur'a Mattias'a çıkınca o havari sayılmıştır.[32] Bununla birlikte Yahudi kökenli Muvahhit İsevîler Barnabas'ı havari olarak kabul eder.[33]

     

    Hz. Yahya (a.s) döneminden itibaren Hz. İsa (a.s) ile yoldaşlık etmiş olması, Barnabas'ın Hz. İsa (a.s)'ın kadim ashabı arasında yer aldığını ve Havariler nezdinde de önemli bir mevkie sahip olduğunu gösteren tek gerçek değildir. Hz. İsa (a.s) sonrası Havariler cemaatinin faaliyetleri arasında adının hep ön planlarda geçiyor oluşu da onu önemli kılan hususlardan biridir.

    Yahudiler ve Havariler

     

    Hz. İsa (a.s) sonrasında Kudüs'te toplanmış bulunan Havariler, bir yandan Yahudiliğin, diğer yandan Roma yönetiminin baskısı altında Muvahhid İsevîliği yaşamanın ve yaymanın mücadelesini vermişlerdir. Petrus ve Yuhanna Hz. İsa (a.s)'ın öğretilerini tebliğ ederken Yahudiler tarafından tutuklanmış, bir süre sonra serbest bırakılmışlardı.[34] Babil Talmudu'nda Hz. İsa (as)'ın Mattay (Matta), Nakay (?), Nezer (?), Buni (?) ve Tadah (Taddeus?) isimli şakirtlerinin Yahudi mahkemesinde yargılanmalarından bahsedilmektedir.[35] Bu yargılanmanın sonucu Havariler'in idam edilmesini, Pavlus'un hocalığını yaptığı belirtilen ünlü Yahudi alimi Gamaliel'in engellediği söylenmiştir.[36] Bu, Resullerin İşleri'nde[37] anlatılan hadise olmalıdır. Nihayet muhtemelen 43 yılında Havariler'in reisi ve Hz. İsa (a.s)'ın kardeşi Yakub tutuklanmış ve boynu vurularak şehid edilmiştir.[38]

     

    Bütün bunlar sadece Havariler üzerindeki Yahudi baskısını açık biçimde göstermekle kalmaz, aynı zamanda İncil-i Şerif'in nasıl kısa süre içinde ortadan kaybolduğunun izahını da verir.

    Pavlus Hristiyanlığı ve Havariler

     

    Müzevver "Şam vizyonu"ndan yaklaşık 3 yıl sonra Pavlus Kudüs'e gitmiş ve Havariler'in liderleri durumundaki Yakub ve Petrus ile tanışmıştır. Ancak 15 gün süren bu seyahatten ne Havariler'in ne de Pavlus'un memnun kaldığını söyleyebiliriz.[39] Her ne kadar bazı yazarlar, kısa bir tereddüt safhasından sonra Havariler'in, Muvahhid İsevîliği Hristiyanlığa dönüştüren Pavlus'un etrafında toplandığını söylese de[40] Resullerin İşleri ve bizzat Pavlus'un muhtelif mektupları durumun pek öyle olmadığını söylemektedir.

     

    Bu ilk temastan sonra Pavlus ile Kudüs'teki Muvahhid Havariler'in arası hiçbir zaman düzelmeyecektir.[41] Muhtelif yerlere yazdığı mektuplar[42], Kudüs cemaati ile aralarındaki rekabetin en canlı şahididir. Çıktığı üç büyük "misyon gezisi"nin hemen tamamının akabinde Kudüs'e giden veya çağrılan Pavlus'un, yaydığı "aykırı" inançlar dolayısıyla burada kendisini savunmak ve "hesap vermek" zorunda bulunması, Havariler'in etkinliğinin en bariz ifadesidir. Resmî Hristiyanlığın görüşleri doğrultusunda Havariler'den bazılarının Pavlus ile birlikte hareket ettiği, dolayısıyla onun öğretisini benimsediği yolundaki anlatımlar bu sebeple her zaman ihtiyatla karşılanmalıdır.

     

    Havariler'den Petrus, Zebedi'nin oğlu Yakub, kardeşi Yuhanna ve Alfeus'un oğlu Yakub'un öldürüldüğü görüşü ağırlıktadır.[43] Ayrıca Kilis'te –halk arasında "Kütküt Baba" diye bilinen– "Şem'un Nebi türbesi"nde yatan zatın Gayur Simon (Şem'un) olması muhtemeldir.[44]

     

    * * *

     

    Hristiyanlık tarihi içinde, uzak yıldızlar gibi bir parlayıp bir sönen, ancak varlığını muhafaza eden bir "muvahhit çizgi" hep var olagelmiştir. Resmî Hristiyanlık tarafından köşe bucak saklanmaya çalışılsa da Hz. İsa (a.s)'ın gerçek öğretisinin yansımalarını taşıyan metinler gibi Muvahhit İsevîlik de tarihsel bir realite olarak önümüzdedir. Kur'an ve Sünnet'in rehberliğiyle Hz. İsa (a.s)'ın gerçek mesajının farkında olan Müslümanlar, "doğru başlangıc"ı yapma avantajına sahip oldukları için, resmî Hristiyanlığın da, onun karşısında konumlanmış bulunan modern bilimsel çalışmaların da atladığı gerçeği insanlığın muhakemesine sunma şansına her zaman sahiptir: Hz. İsa (a.s) şüphesiz ki görevini yaptı ve Tevhid'i tebliğ etti. Bu nasıl tarihsel bir realite ise, O'na indirilmiş bir Kitab'ın (İncil) ve O'na inanan ve nezd-i Bârî'de "hakikatin şahitleri" ile birlikte kaydedilmeyi uman muvahhit Havariler'in mevcudiyeti de aynı şekilde tarihsel birer realitedir. Buna sadece resmî Hristiyanlığın "apokrif" (halktan saklanması gereken) dediği metinler değil, "resmî" (kanonik) metinlerin "satır arkaları" da şahitlik etmektedir. Şüphesiz ki Hristiyanlık tarihinin "heretik" (sapkın) olarak kaydettiği muvahhit hareketlerin her birinde, Havariler'in gayretinin, soluğunun ve adanmışlığının izi vardır.

     

    Dinler Tarihi konusunda çalışanların, Hristiyanlık Tarihi'ni, Hristiyanlığın resmî metin ve söylemlerine inhisar ettirme alışkanlığından sıyrılıp, bu izi sürmeye yoğunlaşmaları gerekir…

     

    Dipnotlar

     

    [1] İncil-i Şerif ve Havariler'le ilgili bu yazıda konunun ancak ana hatlarını işleyebildim. Hazırlıkları devam eden –Hristiyanlık, Diyalog ve Misyonerlik'le ilgili– kitapta bu konu daha geniş bir şekilde yer alacaktır.

     

    [2] Hz. İsa'nın tebligatının Hz. Musa'dan (ikisine de selam olsun) ne kadar zaman sonra vaki olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Çağdaş araştırmacılar bu zaman aralığını genellikle 1200 küsür yıl olarak verirken, daha eski kaynaklar rakamı 1700, hatta 1900 küsür yıla kadar çıkarmaktadır. Bkz. M. Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, I, 223; G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 211; Y. Kutluay, İslâm ve Yahudi Mezhepleri, 166, 11. dpnt.; es-Süyûtî, el-Hâvî, II, 251; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, I, 43.

     

    [3] İbn Kesîr, Hz. Zekeriyya (a.s)'ın normal bir ölümle mi öldüğü, yoksa şehid mi edildiği konusunda ihtilaf bulunduğunu söylerse de (bkz. Kasasu'l-Enbiyâ, II, 342; krş. et-Taberî, I, 591), kaynakların ağırlıklı olarak tercih ettiği, onun şehid edildiğini anlatan rivayettir. Bkz. İbnu'l-Cevzî, el-Muntazam, I, 302; es-Sa'lebî, Arâisu'l-Mecâlis, 380-1; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VI, 468-9…

     

    [4] 3/Âl-i İmrân, 49; 43/ez-Zuhruf, 59; 61/es-Saff, 6. Krş. Luka, 24/21.

     

    [5] Yuhanna İncili'nde Hz. İsa (a.s)'ın hayatı 3 Fısıh (Pesah) bayramına dağılmış sahnelerle anlatılırken (2/13, 6/4, 12/1), diğer İnciller tek bir Fısıh bayramından söz eder. Bu durum, Hz. İsa (a.s)'ın tebliğinin ne kadar devam ettiği sorusuna 1 veya 3 yıl şeklinde farklı cevaplar verilmesine yol açmıştır. Sinoptik (Matta, Markos ve Luka'ya izafe edilen) İnciller ile Yuhanna İncili arasındaki çelişkiler meyanında bu nokta da dikkat çekmektedir. Resmî Hristiyanlığın kabulleri doğrultusunda kısa bir "Hz. İsa (a.s) kronolojisi" için bkz. DİA, XXII, 468; Şinasi Gündüz, Pavlus Hıristiyanlığın Mimarı 153-4.

     

    [6] 3/Â-i İmrân, 55; 4/en-Nisâ, 157-8.

     

    [7] Bu konuda tesbit edilmiş bir bibliyografya için bkz. Ramazan Biçer, İslam Kelamcılarına Göre İncil, 17 vd.

     

    [8] نجع الحمادي veya نجع حمادي . Burada bulunan son derece kıymetli yazmalar hakkındaki malumatı olduğu gibi, yörenin ismini de ("Nag Hammadi" olarak) Batılılar'ın ağzıyla telaffuz ediyor oluşumuz gerçekten hüzün vericidir.

     

    [9] Her iki koleksiyon hakkında geniş bilgi için bkz. Ahmed Osman, Mahtûtâtu'l-Bahri'l-Meyyit, 127 vd.

     

    [10] Bkz. Özemre, 13 (26 nolu dpnt.)

     

    [11] Roma Hristiyanlığı bu bilgiyi "tartışmalı" bulur. Bkz. Hıristiyanlık Tarihi, 66.

     

    [12] Bkz. Maurice Bucaille, Tevrat İnciller ve Kur'an, 98.

     

    [13] Essenîler'le ilk muvahhid İsevîler arasındaki ilişki için bkz. Eliade, II, 400.

     

    [14] Yuhanna, 10/7; Korintoslulara-I, 1/24; Sarıkçıoğlu, 302, 305.

     

    [15] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, 133.

     

    [16] 5/el-Mâide, 46-7; 7/el-A'râf, 157...

     

    [17] Tomas İncili'nin, MS 30-60 yılları arasında (muhtemelen 50'li yıllarda) Hz. İsa (a.s)'ın manevi kardeşi ve Muvahhid İsevîler'in (Kudüs cemaati) lideri Yakub'un gözetiminde derlendiği, dolayısıyla bu metnin diğer İncil metinlerinden daha kadim bir döneme ait olduğu bilinmektedir. (Bkz. Gündüz, 149.)

     

    Bu İncil'in, biri Ekrem Sarıkçıoğlu'na (OMÜ İlahiyat Fak. Der. IV, 14 vd.), diğeri Ahmed Yüksel Özemre'ye (Hz. İsa'nın 114 Hadisi adıyla, İst. 2004) ait olmak üzere yayımlanmış iki ayrı Türkçe çevirisi bulunmaktadır. Özemre'nin çalışması, aynı zamanda Tomas İncili'nin ihtiva ettiği metinlerin yorumunu da yapmaktadır.

     

     

     

    [19] Bkz. Luka, 1/1-4.

     

    [20] Bucaille, 96; Gündüz, 151.

     

    [21] İlgili çalışmalarda müntesiplerine genellikle "Yahudi Hristiyanlar" veya "Kudüs Hristiyanları" denmiş olsa da onların "Muvahhid İsevî" olarak anılmasının daha uygun olduğu düşüncesindeyim.

     

    [22] Eliade, II, 392.

     

    [23] Muhammed Atâurrahîm, Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, 67.

     

    [24] Yıldırım, 139 vd.; Şaban Kuzgun, Dört İncil Farklılıkları Çelişkileri, 116-7; DİA, XXII, 273.

     

    [25] Mahmut Aydın, "Yahudi Bir Peygamberden Gentile Tanrıya: İsa'nın Tanrısallaştırılması Süreci", İslâmiyât dergisi, III/4, 50. Ayrıca bkz. Kuzgun, 126.

     

    [26] 5/el-Mâide, 14.

     

    [27] İbn Hazm, el-Fısal, II, 89-91.

     

    [28] Havariler'in ağzından Hz. İsa (a.s)'a uluhiyet izafesi uydurması için bkz. Matta, 16/16; Yuhanna, 1/14.

     

    [29] Bkz. Resullerin İşleri, 6, 7, 8. bablar; ayrıca 11/19-24.

     

    [30] 3/Âl-i İmrân, 52; 5/el-Mâide, 111-3; 61/es-Saff, 14.

     

    [31] Bkz. DİA, V, 77.

     

    [32] Resullerin İşleri, 1/21-6.

     

    [33] Atâurrahîm, 60.

     

    [34] Resullerin İşleri, 3 ve 4. bablar.

     

    [35] Baki Adam, "Yahudiliğin Hıristiyanlığa ve İslam'a Bakışı", Dinler Tarihi Araştırmaları (Sempozyum metinleri), I, 162.

     

    [36] Yıldırım, 56.

     

    [37] 5/17-41.

     

    [38] Resullerin İşleri, 12/1 vd.; Eliade, II, 392.

     

    [39] Galatyalılara Mektup, 1/18-9; Resullerin İşleri, 9/26-8.

     

    [40] Yıldırım, 51.

     

    [41] Bkz Galatyalılara Mektup, 2/1-21; Gündüz, 59 vd.

     

    [42] Galatyalılara, 3 vd. bablar; I. Korintoslulara, 1/10 vd.; 4/18 vd.; Romalılara, 2, vd. bablar.

     

    [43] Yıldırım, 54.

     

    [44] Özemre, 6 (5. nolu dpnt.)


  9. Amin Gönüldaş, Allah sevdiği kullarından istifade etmemizi nasip etsin.

    Güzelliğe bakın ya :D

     

    Bu arada size muhteşem bir menkıbesini anlatayım. Bana Kıbrısta medresede hocalık yapan bir gönüldaşım anlattı. Zevkle okuyun:

     

    Mahmut Efendi'yi (K.S.) 50lerde hapse almışlar. Her mahkuma yapılanı yapmak istemişler. Saç-sakal traşı... Gardiyan saçını bitirdikten sonra mübarek sakalına vurmuş makinayı makina tıkanmış. Başka makina getirtmiş, o da kesmemiş. Sinirlenip makas almış. Çene kökünden tuttğu gibi vurmuş makası. Ne görsün; makas da kesmiyor. Hışımla yere fırlatmış. Hazretle gülümseyip makası yerdn almış, sakalını bir tutamlık tutmuş, kalanını aynı makasla kesmiş. Bir tutam sünnet olan, daha uzunu da her zaman kesilir.

     

    Sübhanallah!.. Vesselam...


  10. Ezanı merkezi sissteme bağlı olarak duyurma işi evet yanlıstır. her muezzin vakti geldiğinde cıkıp okumalıdır kucuk gunahlrı dokulur bunu dusunse mınare basamaklarını 2ser 3er atlaması lazım.. ama arkadasımızın dedıgı sunneti terk etme meselesıne katılmıyorum. hıkmetı nerede bulursanız alınız hadisinden de anlasıldıgı uzere mınareden okuma seslı ezan okumayı terk edıp bidat olmustur yorumu yapılamaz. o zamn eskıden savasa atlarla gıdılırdi de bugun kullanılan tanklar yahut f1leri kullanmak bıdat mı?!

     

    Esselamun Aleyküm güzel Gönüldaş.

     

    Sizi anlıyorum ancak meseleye yaklaşımınızı yanlış görüyorum. Dini mevzularda kıyas yaparken çok dikkat etmek gerekir. Sünneti terk etme meselesini ben demedim Hazret dedi, rahmetullahi aleyh. Ayrıca bir sünneti yapmak için hacdan dönen veliler olduğu hepimizin malumu. Peygamber Efendimizin Sallallahu Aleyhi ve Sellem en ufak bir sünneti bile kasten terk edilmemeli kaldı ki terk etmeyi adet hale getirmek nerde. Burada otombil kıyası yersiz çünkü mevzuumuz ibadet. İbadete en ufak bir yenilik karıştırmak bidat olur. Burada alimliğe soyunmak haddim değil ancak ilmi bir tarafa bıraksak bile Hazretin dediği gibi kocaman bir ruh kaybıyla karşı karşıyayız. At yerine araba kullanmak bidat olmaz çünkü ata binmek hakikatiyle ibadet değildir. Ancak -mesela- namaza başlamadan önce secdeyi öpmek bidat olur. Mikrofon bahsi de epeyce sıkıntılı bir mevzu ve henüz tam bir fetva verme cesareti kimsede yok. Bazı velilerin bu işten sözle değilde fiille uzak durmaları bunu gösterir. Biz ilmi daireye girmeden işin ruhuna bakalım ve ibret alalım yoksa tutup mikrofonları kıracak değiliz camilerde.

     

    Vesselam...


  11. Yorulmaya değmez...

    Hazreti Hocaefendi Hazretleri bu sitede defalarca konuşulmuş muhasebe edilmiştir. Cemaatten yana bir şey getirmeye çalışanlar hoşgörü gülücüklerinden başka birşey getiremedi. Şer'i meselelere gelmeye lüzum bile görmüyorum.

    Üstadıma, Üstadımın tiksindiği fikir ve herifler yamanamaz. Biri dağ biri uçurum.

    Dediğim gibi yorulmaya değmez!..

     

    Bu arada o kadar tiksiniyorum ki bazı mesele ve dönmelerden aklıma geldikçe bir fena oluyorum. Son bir yumurtlama hadisesine daha şahit oldum. Güzel bir röntgen filmi olduğu için aktarayım.

     

    İsmailağa Cemaatinden bir ağabeyime lavuğun, puştun, eşşeğin, şerefsizin, münafığın, zındığın biri demiş ki -sakal,cübbe ve sarığından ötürü- ''ulan sizin islama yaptığınız tahripleri biz düzeltiyoruz!'' Yoruma ne gerek tam da Faruk sıfatının kullanılacağı bir tip. Siz ve Biz kimler mi?

     

    Meramımız anlaşıldı...


  12. arkadaşlar ben bir nokta da takıldım..üstad hopörlör konusunda ...takdir ediyor ve mahzur görmüyoruz diyor.Orada ki görmüyoruz ifadesi görüyoruz olmayacak mı? Acaba ben mi yanlış anladım mahzur ifadesini..Hoş görme anlamında değil mi?

     

    Esselamun Aleyküm Gönüldaşlar.

     

    Öncelikle tam ifadeyi tekrar iktibas edelim:

    Hoparlörce ezanda duyurma gücünü takdir ediyor ve mahzur görmüyoruz ama minare gibi bir remz şekline bağlı bir ruh fışkırışını iptal etmesi bakımından onu sevimsiz buluyoruz.

     

    Burada Hazret (Rahmetullahi Aleyh) meseleyi niyet yönüyle ele alıp, bu şehir hengamesinde ezanı duyurmak istenmesini takdir ediyor ve bu yolun kullanılabileceğini ifade ediyor. Ancak dikkatimizi çekmek istediği nokta işin sünnet boyutu ve bunun terkediliyor olması. Yani minareye çıkılmaması... Cami içerisinden okumak ayıptır yani yüz kızartıcı bir haldir çünkü peygamber sünnetini cemaat imamının terketmesi ve bunu gözümüze sokması sözkonusudur. Bunu da birbirinin sebep ve neticesi olarak ruh kaybına bağlıyor. Bu ruh kaybının ve sünnet hassasiyetinin kaybolduu yerde bunun mukadder oluşu olarak merkezi ezan sistemi şaşılacak iş olmasa gerek.

     

    Herhalde meram anlaşıldı?

     

    Ben İsmailağa Camiinde hopörlörsüz ezan okunduğuna ve mikrofonsuz namaz kılındığına şahit oldum.

     

    Vesselam...


  13. İmam Nevevi'nin Şerhu'l-Müslim'inde köpeklerin necis kokusundan ötürü evde beslenemeyeceği ve beslenirse de rahmet meleklerinden mahrumlukla cezalandırıldığı geçiyor. Bir sitede okumuştum. Kitab'ul asl elimde olmadığı için daha ayrıntılı cevap veremeyeceğim. Lakin bu bilinen bir mevzu. İnternette şurda burda tam kaynaklarını da bulabilirsiniz.

     

    Benim bildiğim ayrıca, köpek salyasının necis olduğu, kıllarının ise bizim mezhebce temiz olduğudur. O yüzde salya falan namaza engel. Köpek besleyenler anlayamazlar ama eve yabancı girince hemen anlar ki ev leş gibi köpek kokar. O it ölse de leşi kalsa böyle kokmaz ya neyse...


  14. Hahaha :) Güzeldi Güzelim Gönüldaşım.

    İnsan fıtratında bir hal var ki çok garip; çok adi ve pis bir mevzu ve hali sürekli görünce artık o adiliğini ve necisliğini korusa da ilk rejleksi veremiyoruz. Bir tarafta köpekler bir tarafta akrepler...

    Neyse, mücerret fikir konuşulmadığı için gülelim bari. :)

    Vesselam...


  15. Bir tane daha...

    Anam babam canım malım sana ve dinine feda olsun ya Resulullah! Lebbeyk ya Resulullah!

     

    Hz. PEYGAMBER’İN VÜCUDUNU ÖPMEK

     

    Useyd b. Hudayr’ın Bu Konudaki Kıssası

     

    - Useyd b. Hudayr salih bir kimse idi ve şakacıydı. O Peygamber’in yanında iken halkla konuşur onları güldürürdü. Hz. Peygamber bir gün onun böğrüne vurdu. O

     

    “Bedenimi acıttın” dedi. Hz. Peygamber de

     

    “O halde kısas yap” dedi. O da

     

    “Ey Allah’ın Rasûlü! Senin sırtında bir gömlek vardır” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber gömleği kaldırdı, o Rasûlullah’ı kucaklayıp sonra onun böğrünü öpmeye başladı ve “Anam babam sana feda olsun, ya Rasûlullah! Ben bunu kastediyordum” dedi.

     

    Hakim, Müstedrek, III/288 (Abdurrahman b Ebu Leyla’dan). Ayrıca bunu, İbn Asakir, İbn Ebu Leyla’dan (Kenz, VII/201) Taberani de Useyd b. Hudayr’dan (Kenz, IV/43) rivayet etmişlerdir.


  16. Benim de çok beğendiğim bir kıssayı aktarayım buraya:

     

    Hz. Peygamber’in Ashâbından Cüleybib’in Evlenmesi

     

     

    - Ebu Berzeti’l-Eslemî şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber’in sahabilerinden Cüleybib konuşmayı, hanımlara takılmayı ve onlarla şakalaşmayı seven birisiydi. Bu yüzden ben kendi hanımıma

     

    “Sakın Cüleybib’le sizi birarada görmeyeyim; yoksa şöyle yaparım, böyle yaparım” diye tenbih ettim. Ensar’dan dulu ya da kızı olan kimseler, Hz. Peygamber’in ona ihtiyacı olup olmadığını, yani birisiyle evlendirmek isteyip istemediğini öğrenmeden onları evlendirmezdi. Bir gün Hz. Peygamber Ensar’dan bir kişiye

     

    “Kızını bana verir misin?” diye sordular. Adam

     

    “Evet! Başım gözüm üstüne ey Allah’ın Rasûlü?” dedi. O zaman Hz. Peygamber

     

    “Ben onu kendi nefsim için istemiyorum” buyurdular. Ensar’dan olan adamın

     

    “Peki, kimin için istiyorsunuz ey Allah’ın Rasûlü!” demesi üzerine de

     

    “Ben onu Cüleybib için istiyorum” buyurdular. Bunun üzerine adam

     

    “Kızın annesiyle istişare edip size haber veririm ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Sonra da hanımının yanına vararak

     

    “Hz. Peygamber kızını istiyor” dedi. Kadın

     

    “Başım gözüm üstüne!’’diye karşılık verdi. Ancak adam “Hz. Peygamber onu kendi nefsi için değil Cüleybib için istiyor” deyince kadın

     

    “Bizde Cüleybib’e verecek kız yoktur. Allah’ın zâtına yemin ederim ki, biz onu Cüleybib’le evlendirmeyiz” dedi. Adam kızın annesinin sözlerini Hz. Peygamber’e haber vermek üzere kalkmak istediğinde, kız

     

    “Beni sizden kim istiyor?” diye sordu. Kadın, kocasının getirdiği teklifi kızına söyledi. Kız da

     

    “Siz Hz. Peygamber’in emrini ret mi ediyorsunuz? Beni onun istediğine veriniz. Çünkü Allah Teâlâ beni zâyi etmeyecektir” dedi. Böylece adam Hz. Peygamber’in yanına dönerek olup biteni anlattı ve

     

    “Kızımı Cüleybib’le evlendirebilirsiniz” dedi. Hz. Peygamber de onu Cüleybib’le evlendirdiler.

     

    Bu olaydan sonra Hz. Peygamber bir gazaya çıktılar. Dönecekleri sırada sahabilerine

     

    “Eksiğiniz var mı?” diye sordular. Onlarsa

     

    “Hayır!” karşılığını verdiler. O zaman Hz. Peygamber

     

    “Fakat ben Cüleybib’i aranızda göremiyorum!” buyurdular. Bunun üzerine sahabiler sağa-sola dağılıp Cüleybib’i aramâya başladılar. Nihayet onu öldürdüğü yedi düşman arasında yatarken buldular; şehit düşmüştü. Hz. Peygamber’e gelip

     

    “Ey Allah’ın Rasûlü! Cüleybib öldürdüğü yedi düşman arasında ölü olarak yatıyor” diye haber verdiler. Bu haberi alan Hz. Peygamber

     

    “Demek o yedi düşman öldürdükten sonra öldürülmüş öyle mi? O bendendir, ben de ondanım” buyurdular ve bu sözleri iki ya da üç kez tekrarladılar. Sonra da Cüleybib için bir mezar kazılmasını emrettiler. Mezar kazıldığında da onu kollarına alarak oraya koydular. Ensar arasında Cüleybib’in dul hanımından daha zengin ve daha eli açık bir kadın yoktu.

     

    İshak b. Abdillah b. Ebî Talhâ, Sâbit’e

     

    “Hz. Peygamber’in, Cüleybib’in dul kalan hanımına ettiği duayı biliyor musun?” diye sordu. Sâbit buna şöyle cevap verdi:

     

    “Hz. Peygamber ona ‘Ey Allah’ım! Onun üzerine bol bol hayır indir ve yaşadığı müddetçe onu darda ve sıkıntıda bırakma!’ diye dua ettiler. Bu duadan sonra Ensar içerisinde ondan daha zengin ve daha eli açık bir kadın yoktu.”

     

    Heysemi IX/368 (İmam Ahmed’den)


  17. DÜNYANIZDA ÜÇ ŞEY

     

    Allah'ın Resulü buyurdular:

    «— Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözlerimin nuru olan namaz...»

    Bu muazzam ölçü, Allah'ın mahlûktan perdesinden tecellisinde, üstön beşeriyet sıfatlarını en çok neler üzerine cezbettiğinden bir işaret...

     

    Sevdiğimiz ve ona doğru ruhumuzun aktığını duyduğumuz her şeyin maverasında, ö şey, İlâhî tecelliye yol verir. Bu yol verişte de, her şey, kendi zatından hususî bir istidat taşır.

     

    Kainatın Efendisince dünyamızdan sevdirilmiş üç unsur karşısındayız: Kadın, güzel koku ve secde...

     

    Bu mesele, naziklerin naziği, incelerin incesi... Bu meseleyi Şeyh-i Ekber Muhiddin-î Arabî Hazretleri, «Füsûs»unda aklın pervaz edemeyeceği tecrid yüksekliklerine kadar çıkarır.

     

    Şeyhi Ekber'de, Allah Resulünün en başta ifade buyurdukları kadın —ki erkeğin bir cüz'üdür— erkekteki faaliyet hassasına karşı bir infialiyet merkezidir. Erkek varlığının aktığı ilâhî bir tecelli halinde, esrarlı bir cazibe mihrakı...

    Kadın neticede Allah'a teslim olacak nefsin, ilâhî kanun endazesiyle, yani helâl ölçüsüyle, bol bol, kana kana su içmeye mezun, hattâ memur bulunduğu bir pınar... Nefs, büyük rejimini tamamlayabilmek için boyuna oradan hız alacak ve aldığı hızı boyuna orada gösterecek...

     

    Melekiyetin secde emrini aldığı beşeriyet yapısı budur.

     

    Kadın, gaye değil, vasıta... Ve hayvanî değil, insanî nefse göre...

     

    Bazı âşıklardan Şeyh-i Ekber'in nakli:

    «— Ben âşıkım ve benim aşkımı bildiler, lâkin aşkımın kime olduğunu bilemediler. Halk zanneder ki, ben mahlûka âşıkım... Halbuki benim aşkım, mahlûkun mazhariyetinde tecelli eden Allah'a...»

     

    BU DÂVA

     

    Evet: Bu dâva hudutsuz nezaketlere kadar uzanır ve kıl farkıyle işi hidayet caddesinden dalâlet uçurumuna alabilir. O'nun için meseleyi fazla lâfa boğmayalım; kuru akılla sıkmayalım; hususiyle sırları ürkütmeden sımsıkı hakikat noktasına yapışalım:

     

    O ki, Muhammedi hakikatin sahibi... Ferdî Hikmetin mazharı ve her mahlûktan üstün beşer sırrının mümessilidir. Allah'ın verdiği kâmil mizaca göre kadın O'nda ilâhî tecellînin derin aynası ve İlâhî marifet rejiminin esrarlı vasıtası...

     

    Allah O'na ve o mizacın vârisleri Muhammed Ümmetine bu aynayı sevdirmiş ve kemal yolunun bir lüzum unsuru olarak hedeflendirmiştir.

     

    Böylece, O'nun, Gayeleşan ve Ufuk-Peygamberin mizacına ermekten başka bir şey olmayan kemal çilesinde, kadın, en büyük velîlerin, en ileri yaşlarda bile kaybetmedikleri ruhanî ve cismanî bir alâka hedefi olmuştur.

    Bir alâka hedefi ki, kendisiyle değil, haber verdiği hikmet ve hakikatle kaim ve bu arada gördüğü hizmet ve ettiği delâletle makbul...

     

    Büyükler, Muhammedi mizacın kadın alâkasını ve bu alâka içinde İlâhî marifet terakkisini öyle benimsediler ki, fazla evlendiği için etrafında dedikodu yapılan bir velî, bir gün anlayışsızlara şöyle bir levha gösterdi:

     

    Parmağının ucunu kesti ve açılan incecik yarada bir damla kan yerine bir damla bembeyaz cevher toplandığı görüldü.

     

    Tekrar edelim:

     

    İlâhî marifet yolunun terakkî sahipleri için kadın dâvası bütün bir sır ve bu bakımdan hak ölçüsüyle çembere alınmış şehevî kuvvet, müslümanlıkta en makbul bir istidat işareti... Ve o nokta o kadar tehlikeli bir kıvrım yeri ki, onda, yine kıl farkıyle en üstün beşeriyet faziletinden en aşağı hayvaniyet derecesine yol açık... Aralarını ayırd edebilmek de çok zor...

     

    Kadın, bir yüzünde İlâhî, öbür yüzünde hayvanî birer remz bulunan esrarlı madalyon... Sanki yazı-tura oyununun parası... İnsanoğlu hemen bütün kadrosuyle, o parayı atılınca yalnız hayvanî remz, tura tarafıyle düşen bir nesne zanneder ve bu yüzden zıt kutuplar arasında ahengi göremez. Böylece hayvanî remz yüzünü mefkûreleştirir ve o zaman hasretinin şiddetinden, kadının ve şehvaniyetinin dışına çıkmaya başlar, kadını ve şehvaniyeti kaybetmeye kadar gider.

     

    Halbuki dâva, ne kadında kalmak, ne kadını kaybetmek... Dâva, kadınla kadını aşmak.. Yüzler arasındaki ahengi muhafaza etmek ve İlâhî marifet cihetinde nefsin kadın gıdasını şeriat ölçüsüyle vermek. Nefsi kadınla tamamlayıp Allah'a sunmak...

     

    İnsanlığın Tacına ait sultanî beşeriyet vasfının bu azîm sırrını —ki biz ancak kendi âciz idrâk perdemize toplayabildiğimiz kadariyle gösteriyoruz— Hıristiyanlık ve bir takım kuru ruhbaniyet rejimleri kavrayamaz.

     

    Hayvanla insan arasında müşterek gördüğü şehevî seciyeyi şiddetle cezalandırmaya, nefsi öldürmeye ve o yoldan kemal bulmaya bakar. Halbuki esasta nefs ötmeyecek —ki zaten ölmez— bir başka hale inkılâb edecek ve yola gelecektir. Nefs yola gelince de Allah'a yol açılacaktır.

     

    Nefsi öldürme veya nefsin öldürülebileceğini zannetme yolu sadece serap... Ya insanı, gerçek gayesiyle ve büsbütün kaybettirir; yahut manastırlarda ve daha bilmem nerelerde gördüğümüz gibi, büsbütün nefsin eline teslim eder, sefalet derecelerinin en altına indirir.

     

    İçinde, babasız hak peygamber Hazret-i İsa'dan tek İlâhî soluk bulunmayan, baştan başa suni ve ruhbanı edebiyat tertiplerinden ibaret Hıristiyanlık, kabul ettiği Peygamberlerden Hazret-i İbrahim, Hazret-i Yakup, Hazret-i Musa, Hazret-i Davut, Hazret-i Süleyman'ın çok zevceli, yâni üstün beşerî vasıflı nebîler olduğunu bilir de, sonra üstünlerin üstününe, mânasını kavrayamadığı ve kemal noksanı diye gördüğü bir şehvanîlik isnad eder. Çünkü bağlılık iddia ettiği büyük Resul İsâ Peygamber hiç evlenmemiştir, «İsâ-yı Müberret» tir ve bu işin sırrı da yine Hristiyanlıkça meçhuldür.

    KORKU YOK

     

    İşin en açı tarafı şu ki, tersinden nefs hizmetkârı rahiplerin ve sözde hakikat âşıkı garblı münekkidlerin bu kaba, kabaların kabası anlayışına karşı, son zamanların İslâm muharrirlerinde, Kâinatın Efendisine ait üstün ve mükemmel beşeriyet vasfının âdeta gizlenmesi, gözden kaçırılması ve birtakım tevillere saptırılması gibi bir şey seziliyor. Boşuna!...

     

    Korku yok!

     

    Bu cephe, Allah Sevgilisinin en büyük İlâhî nimete mazhar, sultanî, ferdanî, nuranî, insanî yüzüdür ve tek mesele işte bu cepheyi anlayabilmektir.

     

    Bu cepheyi kaçırmayınız, gölgelendirmeyiniz, peçelemeyiniz; nasipsizlerin gözlerine sokunuz.

     

    Kendilerinde recülî kuvvet, her mikyasın üstünde ve ruhanî kuvvetleriyle tam nisbet halinde.. Zevceleriyle alâkaları da en titiz adalet ölçüsü içinde...

     

    Hangi hadımdan büyük adam ve hangi iğdişten yarış atı çıktı?

     

    Bunları küfre açıkça bildiriniz ve devam ediniz: Kadın, fikir gibi şey... Onda bütün hasretlerimizi, idealimizi;, iştiyakımızı, visal mefkuremizi vâdeden bir mâna buluyoruz. Neticede bütün bunları kadından çevirip aslî ve hayatî dönemecin icracı vasıtası oluyor ve bizi maddemiz ve mânamızla besleyici bir vesile halinde daima beşeriyet sıfatımızı koruyor. Onu bu hudut içinde kıymetlendirmek ve o kıymeti tadmaya mahsus beşerî hassemizi kemal yolunda basamak diye kullanmak, büyük oluşun esaslarındandır. Devam ediniz:

     

    Kadından kesilme hali Müslümanlıkta en mezmum işlerden biri ve kemale değil, zevale götüren bir saik...

    Marifet, Peygamber Kızı Derin ve İnce Fâtıma'nın vefatından sonra sekiz kere evlenen ve otuz iki evlâd vücuda getiren Ali gibi olduktan sonra, yine Ali gibi:

     

    «— Ömrümde hiçbir yabancı kadının yüzüne şehvetle bakamadım.»

     

    Diyebilmekte... İş bu mizanı tutabilmekte...

     

    O'ndan Nur alan Ali gibi ve bütün sahabîler gibi...

     

    Şeyh-i Ekber'in tabiriyle, Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber'in hakikati «Ferdî»dir. Bu hakikat Peygamber hakikatlerinin en üstünü ve toplayıcısıdır. Ve O'nda kadın, insanlığın nihaî zirvesine ait bütün faaliyet hassasını kendi infiâliyetinde toplayan bir mihrak, beşeriyet vasfının pırıldama noktasıdır.

     

    Çöle İnen Nur / 75. Peygamber ve Kadın Bahsi

×
×
  • Create New...