Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Selmanbey

Üye
  • Content Count

    233
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    6

Posts posted by Selmanbey


  1. Sonuç

     

    Bu yazının amacı bütün yönleriyle bir "Muhammed Abduh portresi" ortaya koymak olmadığından, sadece onun itikadî görüşleri arasından önemli gördüklerimizi aktarmaya çalıştık.

     

    Bizzat kendi ifadelerinden hareketle yansıtmaya çalıştığımız bu görüşler bir arada ele alındığında onun itikadî bakımdan sahih İslam'a ve Selef-i salihin'in tarzına aykırı düştüğü görülmektedir.

     

    Ortaya koyduğumuz hususlarda yanıldığımızın veya yanlı davrandığımızın delilleriyle ortaya koması halinde yazdıklarımızı tekrar gözden geçirmeye hazır olduğumuzu belirtmekten memnuniyet duyarız; ancak yapılacak bu "istidrak" faaliyetinin önyargıdan ve peşin hükümden arınmış objektif bir faaliyet olması şartıyla...

     

    Başarı ve hidayet Allah Teala'dandır...

     

    Ebubekir Sifil


  2. 5- Tevessül meselesi

     

    Abduh'un Tasavvuf konusundaki düşünceleri, tarihsel dönemler ve kurumsal yapı itibariyle iki farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır.

     

    "Selefî Tasavvuf" tabirinin anlattığı şekilde ilk dönemlerde bireysel zühd hayatına yöneliş hakkındaki düşüncesi olumlu olmakla birlikte, Tasavvuf'un daha sonraki dönemlerdeki tezahür biçimlerini şiddetle eleştirmektedir:

     

    "Tasavvuf İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkmıştır ve o dönemlerde önemli bir fonksiyonu vardır. İlk dönemlerde Tasavvuf'tan maksat, ahlakın güzelleştirilmesi ve nefsin, dinî amellerle terbiyesi ve bu alana yönlendirilmesi idi. (...)[44]

     

    Daha sonra Abduh, Tasavvuf ehli arasında, fakihlerin baskısı neticesinde bir "içe kapanma" tavrının baş gösterdiğini ve bunun da bu kesim içinde birtakım bid'atlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını söyler ve sözü, sadedinde bulunduğumuz meseleye getirerek şöyle der:

     

    "Özetle çizdiğimiz bu çerçeveden anlaşılmaktadır ki, Tasavvuf ehlinin bu meselelerdeki kasdı sahih idi ve onlar sadece ve sadece hayrı amaçlıyorlardı. Çünkü kasdın doğruluğu ve hüsnü niyet onların yollarının esası idi.

     

    "Ancak bunun Müslümanlar arasındaki etkisi nasıl olmuştur? Sufiyye'nin güzel maksatları tersine döndü ve onların zahirî görüntülerinden olarak sadece –her bir sufinin teberri– ettiği "zikir" dedikleri birtakım sesler ve hareketler ile şeyhlerin kabirlerinin dinî anlamda ta'zimi kaldı. Onlar bunu yaparken, şeyhlerin, Allah Teala'nın hikmeti gereği müsebbiplere bağlı olan sebeplerin üstüne çıkan bir gaybî güce sahip olduklarına inandılar. Buna göre şeyhler, bu gaybî güçleri sayesinde kainatı idare ediyor ve kainatta diledikleri gibi tasarrufta bulunuyor, müritlerinin ve kendilerinden imdat isteyenlerin –nerede olurlarsa olsunlar– ihtiyaçlarını gidermeyi üstlenmiş oluyorlar. Bi itikat, Allah'a birtakım ortaklar koşma inancının aynısıdır ve Allah'ın Kitabı'na, Resulü'nün Sünneti'ne ve Sahabe'den, Tabiun'un imamlarından ve Müçtehitler'den ibaret Selef'in gidişatına aykırıdır. (...)

     

    "Onlar, şeyhleri Allah'a ortaklar olarak ittihaz etmiş ve ihtiyaçlarının giderilmesi, hastalarının şifa bulması ve rızkının genişlemesi için kabir ve türbeleri ziyaret etmeye başlamışlardır. Oysa daha önceleri kabirler, ibret ve örnek alınmak için ziyaret edilirdi. (...)

     

    "İlk asırda ve hatta ikinci asırda, bugün gördüğümüz fiil ve gelenekler hiçbir şekilde mevcut değildi. Bu bid'atlere ne Kitap'ta, ne de Sünnet'te rastlamak mümkündür..."[45]

     

    Abduh'un, yukarıdaki ifadeleri meyanında da geçtiği üzere şiddetle muhalefet ettiği konulardan birisi de, bir kimsenin, dünyevî veya uhrevi bir hacetini Allah Teala'dan isterken, ind-i ilahîde makbul ve yüksek bir mevkii olduğuna inandığı bir kimseyi duasına katmak, onun duasını istemek veya onun aracılığı ile rahmet-i ilahîden talepte bulunmak anlamına gelen "tevessül"dür.

     

    Gerek tefsir ve hadis kitaplarında, gerekse müstakil çalışmalarda ele alınmış olan bu meselede, İbn Teymiyye dönemine gelene kadar Ümmet arasında aykırı bir sese ve tavra rastlanmazken, hatta Ümmet, avamıyla havassıyla tevessülü meşru kabul edip uygulamışken[46] İbn Teymiyye ile birlikte tevessülü şirk sayan bir anlayış yerleşmeye başlamış ve bu durum günümüze kadar böylece gelmiştir.

     

    Abduh da tevessülü şirk sayanlar arasındadır. O bu konuda şöyle der:

     

    "Bu tevessül anlayışı ile ilgili tatbikat (hatta) bu anlayışa herhangi bir benzerlik gösteren bir uygulama ilk üç asırda mevcut olmamıştır. Sünnet ve Siyer kitapları elimizin altındadır ve bu söylediğimizin şahididir. Bu zaman diliminden sonra ortaya çıkmış olan her uygulamanın haiz olduğu özellik, en azından bid'at olmasıdır. Her bid'at delalettir ve her delalet ise cehennemdedir.

     

    "Bid'atlerin en kötüsü, üzerinde durduğumuz bid'atler türünden, içinde Allah Teala'ya şirk koşma şüphesi ve su-i zanda bulunma olanlardır.Bu iddia sahipleri, bu uygulamada sandi Hz. Peygamber (s.a.v)'i, enbiya veya evliyayı ta'zim bulunduğunu sanıyorlar. Oysa peygamberlere yapılacak en efdal ta'zim, getirdikleri vahyin sınırlarını çiğnememek ve Rabblerinin izniyle koydukları kanunlarda onların üzerine eklemede bulunmaktan sakınmakla, evliyayı ta'zim ise, onların kendi nefisleri için seçtiklerini seçmekle olur. (...)

     

    "Bu kimselerin, tevessül esnasında enbiya ve evliyaya izafe ettikleri "câh" kelimesi, örfî kullanımda sulta (güç) demektir. (...) Bu anlamda olmak üzere "Falan kimse, cah'ı ile filan kimsenin malını gasbetti", "Falan kimse, emir veya vezir nezdindeki cah'ı ile filan kimseyi cezadan kurtardı" denir.

     

    "Bu iddia sahipleri, falan kimsenin Allah indinde bir câh'ı olduğunu bu anlamda iddia etmektedirler. Oysa bu, gizli değil, "açık" bir şirktir. Tevessülde bulunanların aklına, tevessülün lugavî anlamı nadiren gelir ki, lugavî anlam, "menzile" ve "kudret"tir. Oysa bizzat menzile ve kudret ile tevessülde bulunmanın bir anlamı yoktur. Çünkü bu, kişiye fayda verecek birşey değildir..."[47]

     

    Görüldüğü gibi Abduh, tevessül uygulamasının ilk dönemlerde mevcut olmadığını ve bunun şirk olduğunu söylemektedir.

     

    Oysa –aşağıda zikrettiğimiz eserler dışında– bu konuda yapılmış birçok çalışmada, tevessüle delalet eden pek çok sahih ve hasen hadis ile, anlam bakımından bu rivayetlerle desteklenen zayıf rivayet, tevessülün sabit ve tatbikat konusu olmuş bir husus olduğunu ortaya koymuştur.[48]

     

    Bu rivayetler içinde merfu hadisler olduğu gibi, Sahabe'nin uygulamalarını anlatanlar da vardır. Dolayısıyla yukarıda da söylediğimiz gibi doğru olan şudur: Tevessül uygulaması İslam'ın ilk dönemlerinden, İbn Teymiyye'nin yaşadığı asra kadar (h. 8. asır) tartışma konusu olmamış ve ittifakla kabul görmüştür. İlgili dipnotlarda ismini zikrettiğimiz çalışmalara bakıldığında bu husus açık bir şekilde anlaşılacaktır.

     

    Dolayısıyla Abduh'un bu konudaki şedit tutumunun, Ümmet'in durumunu düzeltme ve "ıslah" adına hareket eden birisine "metodik" olarak uygun düşmediği gibi, bizzat kendisinin ifade ettiği, "Bir kimsenin söylediği bir söz veya yaptığı bir şey, yüzde doksan dokuz o kimsenin küfre düştüğüne, yüzde bir de iman üzere bulunduğuna delalet ederse, ikincisi tercih edilir ve o kişinin mü'min olduğuna hükmolunur" kaidesine de temelden aykırılık teşkil etmektedir.


  3. BELKİ DE BİRİNCİ SIRAYA ALMALIYDIK! (Selmanbey)

     

    4- Taklit ehlinin durumu

     

    Abduh'un fikriyatını oluşturan temel taşlarından birisi "taklid"in reddi ve zemmidir. Gerek müstakil yazılarında, mektuplarında ve gerekse tefsir ettiği Kur'an ayetlerinde bu mesele üzerinde geniş bir şekilde durmakta ve taklidi mahkûm etmek için adeta her fırsatı ganimet bilmektedir.

     

    Abduh için taklidin cevazı veya adem-i cevazı sadece metodolojik bir mesele değildir. Bilakis ona göre Ümet-i Muhammed'in kurtuluşu, taklidin reddi ve aklın bağımsızlaştırılması ile doğrudan ve etkin bir biçimde ilgilidir. Hatta Abduh taklidi yererken bu noktada da kalmamakta ve işi, taklidin, kişiyi şirke düşüreceğini iddiaya kadar götürmektedir. Aşağıdaki pasajları birlikte okuyalım:

     

    "Eğer bizler Kur'an'ın ve peygamberî hidayetin beyan ettiği sınırlarda durursak, darlığa ve zorluğa yer vermeyen müsamahakâr hanifliğin ne demek olduğunu anlamamız kolaylaşır. Yine kendisinde hiçbir eğrilik ve nakz bulunmayan halis dinin ne olduğunu biliriz. Ancak fakihlerin görüşlerine ve bu görüşlerdeki farklılıklara, onların ihtilaflı meselelerine ve bunların illetlerine bakacak olursak, bunlardan birini diğerine tercih konusunda şaşırır kalırız. (...)[38]

     

    "Biz, söz konusu görüş sahiplerine ve bir görüşü diğerine tercih edenlere ilişmiyoruz. (...) Aksine onlar hakkında hüsn-ü zan ediyor ve diyoruz ki: Onlar, ilimlerinin ulaştığı şeyleri söylemişler ve kendilerini şari' kılmamış, araştırmacı mevkiinde görmüşlerdir. (...) Dine inanan kimselerin, dinin hükümlerinin kendilerine karışık gelmemesi için daima o dinin kitabına bakmaları gerekir ve hiç kimsenin, akaidinde ve ibadetinde Allah'tan başkasına müracaat etmesi caiz değildir. (...)

     

    "Yukarıda geçen ayet, Allah Teala'nın azabının, O'nu bırakıp endâd (şirk vasıtası) edinenlere ineceğini söylemektedir. Bu ayet, hem endad edilenleri hem de endad edinenleri kapsayacak şekilde ve şahsi görüşle, hevayla ve taklitle teşride bulunma hususlarını ve benzeri dalaletleri ihtiva eder tarzda geneldir. (...)

     

    "Kur'an'ın hidayeti ile mukallitler arasındaki engeller olmasaydı, bu ayette onlar hakkında şiddetli bir sarsıntı mevcut bulunduğu anlaşılırdı. Çünkü onlar din konusunda ölü veya diri insanların sözleri ve görüşleri üzerinde donup kalmışlardır. Buradaki taklidin akaid veya ibadetler, helallık veya haramlık hükümleri konusunda olması bir şeyi değiştirmez. (...)

     

    "Din konusunda kendine özgü bir anlayış ortaya koyan ve delilden, kendisine açık gelen hükmü çıkartarak takrir eden ve bu tavrıyla insanlara fıkıh kapılarını açmayı, ilmin yolunu kolaylaştırmayı amaçlayan ve sonra da insanlara, kendi görüşünü Allah'ın Kitabı'na ve Resulü'nün Sünneti'ne arz etmelerini emrederek onları, deliliyle ikna oldukları dışında kendi görüşünü benimsememelerini yasaklayan kimseye gelince, o, hidayet imamlarından ve müttakilerin ileri gelenlerindendir. Başkasının, kendisinden habersiz olarak kendisini taklit etmesi ve ölümünden sonra kendisini Allah'a ortak kılması ona bir zarar vermez.[39]

     

    Taklidin kişiyi dinden çıkmaya kadar götürdüğünü ileri süren Abduh, Kur'an'da şirk ve küfür ehli için zikredilmiş olan ve onların dünya ve ahiret ahvalini tasvir eden ayetleri tefsir ederken sözü mutlaka taklit meselesine getirmekte ve sözkonusu ayetlerin şümulüne onları da sokmaktadır. Bu konuda zikredilebilecek örnekler alabildiğine fazla olduğu için burada bunları zikretmek yerine, okuyucuya onun tefsire dair yazdıklarını okumayı tavsiye etmek daha uygun olacaktır.

     

    Ancak bu bahsi kapatmadan Abduh'tan bir-iki aylıntı daha yapmak istiyoruz:

     

    "Eğer (taklit ehli alim) gözünü açsa, meşayihin ileri gelenlerinin bunu yaptığını (mezhep imamının görüşlerini anlamaya çalışmak ve hadiseler hakkında bağımsız hüküm vermek, E.S) ve bu hususta daha da ileri giderek kendi görüşlerinden bazılarını benimseyen kimseye muhalefet ettiklerini görecek. Sonra bu konuda o kimse ile tartışacak olsan, seni zındık saymaya ve senin, kendisini dinden çıkmaya çağırdığını iddia etmeye yatkındır. O miskin kişi bilmez ki, bu hususta asıl kendisi dininin nasslarına muhalif hareket etmekte ve dinden çıkmaya hazırlanmaktadır..."[40]

     

    Taklide getirdiği çözüm

     

    Taklidi caiz görmeyen, hatta şirk sayan Abduh'un, Ümmet'in fertlerini taklitten kurtarmak içen geliştirdiği formül şudur:

     

    "Bu görüşler arasında orta yol şudur: Kişinin, akaide ilişkin kanaatlerini imkân bulduğu kadarıyla kendisinin tesbit etmesi. Bu hususta delillerin arasını mantık kuralları çerçevesinde telif etmek şart değildir. (...)

     

    "Ahkâma ve helal-haram meselelerine gelince, bunlar arasında hiç kimsenin kimseyi taklit etmesinin caiz olmadığı meseleler vardır ki bunlar, namazın, zekâtın, orucun, haccın farziyeti gibi (...) dinden olduğu zaruretle bilinen hususlardır. Zira bunların delilleri ve uygulanış biçimleri mütevatirdir. (...)

     

    "Bunlar arasındaki bir diğer grup da, mütevatir olmayan hadislerden istinbat edilen ince fer'î meselelerdir ki, müslümanların tümü bunlara muttali değildir. Böyle meselelerde Selef-i salihinin tavrı şöyle olmuştur: Bir kimseye bu türlü meseleler hakkında bir hadis, itimat ettiği ve sübutuna inandığı bir tarik ile ulaşmışsa, onunla amel ederdi. Onlar hiç kimseye –velev kendisini ilim tahsiline adayanlar olsun–, bir konuda rivayet edilmiş olan bu ahad hadislerin tümünü araştırmayı ve onlarla amel etmeyi gerekli görmemişlerdir. (...)[41]

     

    "Böyle fer'î meselelerde avamın cehaleti evleviyetle mazur görülür. Avama gereken, bu hadislerden kendisine ulaşmış olanları araştırmaktır. Şu halde avamdan olan kişi, herkesin rivayetini ve kitaplarda gördüğü her görüşü kabul etmeyecektir. Çünkü kitaplarda mevzu ve zayıf hadisler çoktur.

     

    "Bu metodun takip edilmesinde müslümanlar için herhangi bir sıkıntı ve darlık yoktur; ancak atalarını ve aşiretlerini taklit ederek sünnet olanı bid'at olandan ayırmanın kendilerine kolay olabileceği birtakım adet ve amellerle iktifa ederek dinlerini tamamıyla terk etmeyi istiyorlarsa başka..."[42]

     

    "Delalet tarzını, nasihini-mensuhunu, umumunu-hususunu ve konunun otoritesi ulemanın kanaatlerini bilmeden, bir kimsenin, gördüğü herhangi bir hadis ile amel etmesini istemek, dini konusunda hassasiyet sahibi bir kimsenin arzu edeceği bir şey olabilir mi?" şeklindeki bir soru bu noktada elbette anlamlıdır. Ancak bizce bu yaklaşımı daha da "anlamlı" kılan bir nokta var:

     

    Abduh, görüldüğü gibi "fikir hürriyeti", "aklın otoritesi", "taklitten kurtuluş" gibi temel sloganlar eşliğinde avamdan olan fertlere böyle bir özgürlüğün kapısını "teorik olarak" açarken, meselenin "pratik" yansıması hiç de böyle olmamıştır.

     

    Kur'an ve Sünnet'in bireylerin vicdanına bıraktığı talak, taaddüd-i zevcat, vakıflarla ilgili birtakım hükümler...[43] Abduh tarafından şahsî inisiyatif alanından çıkartılarak hakim kararına bağlı hale getirilmiştir. Bunun, kişiyi ulemanın otoritesinden "kurtarıp", hakim ve kanunun otoritesine teslim etmekten başka bir anlamı var mıdır? Yine bu durumda ulemanın içtihatlarıyla amel eden kişi niçin şirk ithamıyla karşı karşıyadır da, hakimin ve kanunun kendisine gösterdiği yolda davranma "zorunluluğu" ile kuşatıldığında şirke "zorlanmış" olmamaktadır?...

     

    Burada maksadımız bu metodolojik meselede ileri sürülmüş olan ve Usul'e dair müellefatta uzun uzadıya tartışılmış olan görüşleri tekrarlamak değil. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğiz ki, Ümmet'in içinde bulunduğu olumsuz durumun sebeplerini teke indirgeyerek günahı taklit ehlinin boynuna yüklemek ve bu noktada da kalmayarak taklidi dinden çıkmaya ve cehennem azabına müstehak olmaya sebep olarak göstermek aklın ve insafın sınırlarını zorlamak olur.


  4. 3- Meleklerin ve cinlerin ontolojik varlığı

     

    Abduh bu meseleyi işlediği 2/el-Bakara, 34 ayetinin tefsirinde cinlerin ve meleklerin, hakikatini bilemeyeceğimiz gayb alemine ait varlıklar olduğunu söylemekte ve şöyle eklemektedir:

     

    "Biz bunların hakikatini araştırmayız ve bunlara, masum olan Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen kat'î bir nass bulunmadıkça herhangi birşeyi nisbet etmeyiz..."[25]

     

    Ancak bu sözlerden hemen birkaç sayfa sonra birden karar değiştirmekte ve –kısaca– şunları söylemektedir:

     

    "Daha önce meleklerin gaybî mahluklar olduğunu, hakikatlerinin bizim tarafımızdan bilinemeyeceğini (...) söylemiştik. Şimdi ise diyoruz ki: Hayrın ilhamı ve şerrin vesvesesi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in lisanında varit olan hususlardır. (...) İlham ve vesveseden her birinin mahalli ruhtur. O halde melekler ve şeytanlar da insanların ruhlarıyla birlikte bulunan ruhlardır. Dolayısıyla meleklerin, bizim bildiğimiz şekillerde temessül etmesi sahih değildir. (...)

     

    "Sen, Allah'ın gökte melekleri bulunduğunu iddia etmiyor musun? Peki yeryüzündeki meleklerin nerede ikamet ettiğini biliyor musun? Onların bulunduğu mevkileri tayin ve meskenlerini tasvir edebiliyor musun? Onlardan, senin sağında ve solunda bulunanların nerede oturduğunu biliyor musun? Onların "nuranî" cisimlerinin, karanlıklarda sana ışık saçtığını görüyor musun? (...)

     

    "Şu halde irfan taliplilerini, senin de iman ettiğin Kur'an'ı tasdik ve senin de risaletini tasdik ettiğin Peygamber'e iman ettikleri sürece şüphecilikle itham etme! Onlar, imanlarında senden çok daha üstün bir derecededirler! (...)

     

    "Dikkat et ki, bir mü'minin nefsi, Rabb'inden kendisine indirileni anlama konusunda –dediğimiz gibi– kalbinin itmi'nan bulduğu bir tarza meylederse, o kimse dininde güven içindedir..."[26]

     

    Sırası geldiğinde tekrara düşmek pahasına vurgulayacağımız gibi, Abduh bu meselede de kendisiyle çelişiyor görüntüsü vermekten kurtulamamakta ve mesela bir yerde şöyle demektedir:

     

    "Melekler ruhanî, akıllı ve kendi nefsiyle kaim mahluklardır ve gayb alemindendirler. Bu sebeple –daha önce de belirttiğimiz gibi– onların hakikatini araştırmayız."[27]

     

    Oysa yukarıda da gördüğümüz gibi, meleklerin hakikati ve varlıklarının mahiyeti üzerinde tamamen aklî bir tavırla fikir yürüten de bizzat kendisi olmuştur.[28]

     

    Burada hatırlamalıyız ki, meleklerin ontolojik haricî varlığını bize bildiren ve onları –en azından bir kısmını–

     

    "ikişer, üçer, dörder kanatlı" varlıklar olarak tasvir eden, başkası değil, bizzat Kur'an'dır:

     

    "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur..."[29]

    Ve yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Cebrail (a.s)'i iki kere gördüğünü de söyleyen Kur'an'dır:

     

    "Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Sonra yaklaştı da aşağıya iniverdi. Derken iki yay kadar veya daha yakın oluverdi. (...) Andolsun ki (Peygamber) onu (Cebrail'i) diğer bir inişinde de gördü..."[30]

     

    Hatta bu ayetler üzerinde dururken Cebrail (a.s)'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'e, görülebilecek bir şekilde temessül ederek göründüğünü söyleyen[31], 97/el-Kadr suresini tefsir ederken, "Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'in melekleri ilk defa bu gece gördüğünü haber vermektedir. Melekler bu gece ruhanî alemlerinden inerek (...) Hz. Peygamber (s.a.v)'in görmesi için temessül etmiş (onun görüp idrak edebileceği bir şekle bürünmüş) lerdir."[32] diyen ve hatta "Onları (melekleri ve cinleri) insanlardan hiç kimse görmemiştir; onlar hakkında herhangi bir şey bilmek de imkân dahilinde değildir..."[33] diyen Abduh'un, "meleklerin, bizim bildiğimiz şekillerde temessül etmesi sahih değildir" dediğini hatırlayacak olursak, bu işkâli kendi zihninde nasıl çözdüğünü merak etmemek elde değil...

     

    Meseleyi daha da ilginç kılan, bu yaklaşımın aklî bir istidlal olarak "görüşlerden bir görüş" şeklinde takdimiyle yetinilmeyip, bu görüşe kail olanların imanının diğerlerine göre daha üstün olduğunun iddia edilmesidir.

    Oysa "zann"ın itikad olarak görülmesinin sahih olmadığını söyleyen[34], –aşağıda zikredeceğimiz– "taklit" meselesinin caiz olmadığına Kur'an'dan istidlal ederken "Sadr-ı Evvel" ve ilk üç asır ulemasının icmaını öne çıkartan[35], ("nefs"in mahiyetine değinirken) "biz, duyu ve akılla bilinen hususların ötesindeki konularda, peygamberimizin (s.a.v) getirdiği vahiyden başkası ile ihticac etmeyiz; bu vahyin çizdiği sınırda durur, ondan ne fazlasını, ne de eksiğini söyleriz"[36] diyen ve dahi meleklerin de ruhu olduğunu ihsas eder biçimde "meleklerin ruhu" terkibini kullanan[37] da yine Abduh'tur...


  5. 2- Bilgi kaynağı olarak Hadisler

     

    Abduh'a göre hadislerin bilgi kaynağı olarak görülebilmesi için tevatür seviyesine ulaşmış olmaları şarttır. Bu kategorinin dışında kalan ve Usul-i Hadis uleması tarafından haber-i ahad olarak nitelenen, Usul-i Fıkıh uleması tarafından ise meşhur, müstefiz, ahad gibi alt kategorilere ayrılarak her biri hakkında ayrı bir hüküm verilen[16] hadisler hakkında ise şöyle der:

     

    "Bu türlü hadislerde gelen hususlara, bu hadisler kendisine ulaşmış bulunan ve sıhhatini tasdik eden kimselerce iman edilmesi gerekir. Böyle haberlerin kendisine ulaşmadığı veya ulaştığı halde sıhhatleri hakkında kendisine bir şüphe arız olan kimselere gelince, bunları tasdik etmediği için o kimseler kınanamaz. Bütün bu hususlarda aslolan şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)'in söylediğini veya onayladığı bildiği bir şeyi inkâr eden kimse, peygamberliğin doğruluğuna ta'n etmiş ve peygamberliği yalanlamış olur. Tevatürle sabit olan ve dinden olduğunu bildiği hususları göz ardı eden kimselerin durumu da böyledir. Bu (tevatürle sabit olma özelliği) Kur'an'ın ihtiva ettiği hususlar hakkında söz konusudur. Bir de amelî sünnet(ler) böyledir, (ancak) bunlar azınlıktadır."[17]

     

    Nitekim mesela peygamberlerin mucizelerini teorik olarak kabul ederken[18] Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizelerini anlatan nasslar ile ilgili tavrındaki olumsuzlukta, yukarıdaki iki maddenin (aklî izah gayreti ve hadislere güvensizlik) belirleyici bir rolü vardır. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizelerini anlatan rivayetler –lafzen olmasa da manen– tevatür seviyesindedirler ve Abduh bunları kabul etmemektedir.[19]

    Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizeleri konusundaki olumsuz tutumu onun şu ifadelerinden açık şekilde anlaşılmaktadır:

     

    "Bunlara (Efendimiz (s.a.v)'den önceki peygamberlerin mucizelerini anlatan Kur'an ayetlerine, E.S) zahir anlamları üzere iman etmemiz gerekir. (...) Böylece (Kur'an'ın nüzulüyle birlikte) mucizeler dönemi sona ermiş ve insan, İslam dini ile (insanlığın) olgunluk döneminde girmiştir. Bu dönemde artık mucizelerin çarpıcı özelliği insanı imana cezbedicilik vasfını yitirmiştir. (...) Bilakis Allah Teala insanı, Allah'a ve vahye imanı elde etmesi için son vahyi ile, "Kur'an" ile aklını kullanmaya yönlendirmiştir.."[20]

     

    Abduh'un bu yaklaşımında, biraz önce geçen bir dipnotta zikrettiğimiz bir argümanın da ağırlığını görmek zor değildir. Hatırlanacağı gibi o, insanlığın Kur'an ile birlikte gelişme evresini tamamladığını ve artık olgunluk dönemine eriştiğini söylemekteydi...[21]

     

    Bu sebeple o, insanların ahirette sorumlu olacakları şeyin, Kur'an ve "onun beyanı olan" Sünnet'ten ibaret olduğunu söylediği halde[22] Kur'an'ın mübhem veya mücmel bıraktığı hususlarda sahih Sünnet'in (hadislerin) getirdiği açıklamayı çoğu zaman görmezlikten gelirken, zaman zaman da kendi yaklaşımını temellendirmek maksadıyla zayıf hadislere (Fil suresi tefsirinde[23] ve "İlim çinde de olsa arayın" hadisi[24] ile istidlal ederken yaptığı gibi) dayanmakta bir sakınca görmemektedir.


  6. 1- Batı düşüncesi

     

    Önce yandaşı/karşıtı herkesin ortaklaşa dile getirdiği bir noktayı tebarüz ettirelim: Muhammed Abduh, fikriyatını kristalize eden temel görüşlerinde Batı düşüncesinden ve Batılı Modernist yaklaşımdan etkilenmiştir.[2] Aksini düşünmek vakıa ile ters düşmek olur. Zira onun görüş ve düşüncelerinden ilham alan İslam Modernistleri'nin, İslam Dünyasındaki Modernist hareketi besleyen temel hareket noktaları itibariyle Abduh'un düşüncelerinde kendileri için alabildiğine münbit bir alan bulmuş olduklarını söylemek, yeni bir keşifte bulunmak olmayıp, sadece "malumun ilamı"ndan ibarettir.

     

    Bizzat "din" olgusuna bakışında pragmatik bir eğilim sezilen Abduh'un bizce tartışılması gereken ön önemli tavırlarından biri budur. Zira kanaatimize göre bu nokta, onun diğer görüşlerinin şekillenmesinde bir anlamda temel bir fonksiyon icra etmiştir.

     

    Mesele şudur: İslam Dünyası, Batı'nın elde ettiği bilimsel ve teknolojik gelişmenin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik ve sosyal refah seviyesinin gerisinde kalmıştır. O halde Müslümanlar'ın yapması gereken, İslam Dünyasının "geri kalması"na sebebiyet veren taklit, taassup, dinin özünden uzaklaşılması, aklın geri plana itilmesi... gibi unsurları ortadan kaldırarak yerlerine zıtlarını ikame etmek olmalıdır. "Peki Müslümanlar bunu niye yapmalıdırlar?" sorusunun cevabı ise, açıktır ki "dinî" olmaktan çok "dünyevî"dir.

    Abduh'un, yazılarında –bir kısım örneklerini aşağıda göreceğimiz– kimi İslamî asıllardan sarf-ı nazar ederken veya o asıllara tavır alırken, akla adeta "abanarak" aşırı bir vurgu yapmasının altında yatan gerçek saik de budur.

     

    İslam ilim geleneğinin, kuruluş dönemleri itibariyle Antik Yunan'a dayandığını ileri süren Abduh'a göre[3] insanlığın iki rehberi vardır: Vahiy (Kur'an) ve akıl. İslam ve onun kutsal kitabı sayesinde insanlık aklî bakımdan öyle bir olgunluk seviyesine erişmiştir ki, artık yeni bir semavî dine, yani vahye ihtiyacı yoktur. İnsan, aklı ve fikriyle başbaşa kalmıştır. Bu yüzden, genel İslamî kurallar çerçevesinde kendi yolunu kendisi çizecektir.[4]

    Ona göre, dine inanan insan için iki büyük özellik vardır: İrade özgürlüğü ve fikir özgürlüğü. Kişi, bu iki özellik ile insanî hususiyetlerinde kemale erer.[5]

     

    İslam'ın, insanlar için bütün fazilet kapılarını açtığını, bütün iyiliklerin yolunu gösterdiğini ve bütün nizam/intizam kaidelerini takrir ettiğini belirttikten sonra şöyle der: "Böylece, –zikrettiğimiz gibi– rüşd dönemine erişmiş olan insan için fikir hürriyeti ve düşünmede/araştırmada aklın bağımsızlığı için gerekli unsurlar bir araya gelmiş olmaktadır. (...)

     

    "Rüşd çağından sonra vesayet ve aklın kemale ermesinden sonra velayet olur mu?"[6]

     

    Biraz önceki bir dipnotta da belirttiğimiz gibi bu ifadeler, bir kısım modernistler tarafından, Muhammed Abduh'un, insanlığın artık hazır vahyin verilerine ihtiyaç duymayacak ve kendi kurtuluş kaderini kendisi çizebilecek bir olgunluk dönemine eriştiğini ileri sürdüğü biçiminde yorumlanmıştır.

    Ancak "Risâletu't-Tevhîd"de yer alan bu ifadelerden yola çıkarak böyle bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir. Zira bu eserinin, yukarıdaki ifadelerinden önce gelen birçok kısmında, aklın bağımsız olmadığını ve mutlak biçimde vahyin yol göstericiliğine muhtaç olduğunu tekitli ifadelerle dile getiren de yine Abduh'tur.[7]

     

    Nitekim Farah Anton'a yazdığı reddiyede İslam'ın akla tanıdığı yetkiden ve bu yetkinin sınırlarından bahsederken şöyle der:

     

    "İslam milleti –kale alınmayacak bir azınlık dışında– ittifak etmiştir ki, akıl ve nakil çatıştığında, aklın delaleti esas alınır; naklin durumu konusunda ise şu iki nokta kalır:

     

    "1- Naklin sıhhatine teslim olmak, manasının anlaşılmasından acze düşüldüğünü itiraf ve o konudaki ilmi Allah'a havale etmek;

     

    "2- Nakli, anlamının aklî isbat ile uygunluk arzetmesi için lugat kaidelerine riayet ederek tevile tabi tutmak..

     

    "Kur'an'a, sahih Sünnet'e ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulamasına dayanan bu esas sayesinde aklın önündeki bütün yollar açılmış, bütün engeller kaldırılmış ve akla sınırsız bir alan tanınmış olur..."[8]

     

    Naklin tevilinde sadece lugat kaidelerinin belirleyiciliğine başvurulması burada akla şu soruları getirmektedir:

     

    1- Burada söz konusu olan "nakil", eğer Kur'an ayeti ise, konu hakkında Sünnet'in hiçbir fonksiyonu yok mudur?

     

    2- Eğer bu kelime Sünnet'i de içine alıyorsa, Hz. Peygamber (s.a.v)'in terbiyesinde yetişmiş olan Sahabe'nin bu konudaki kanaatinin de dikkate alınması gerekmez mi?

     

    3- Eğer bu konuda geçmişte vuku bulmuş bir İcma var ise, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde kollektif olarak belirlenmiş böyle bir hususun hiçbir epistemolojik değeri yok mudur?

    Nitekim Abduh'un da sık sık vurgu yaptığı Selef alimlerinin ve Müçtehid İmamlar'ın[9] tutumu budur. Söz gelimi Müçtehid İmamlar'ın, bilgi edinme ve hüküm çıkarma kaynakları meyanında, yani Şer'î deliller hiyerarşisinde Kur'an ve Sünnet'ten sonra Sahabe'nin icmaının ve hatta ihtilafları halinde, tercih edilen sahabî görüşünün esas alınmasını ortak bir kıstas olarak belirlemiş olmalarının bir anlamı yok ise, onlara yapılan vurgunun ne anlamı kalacaktır?

     

    Öte yandan anlaşılması konusunda problem yaşanan naklin, Kur'an ve Sünnet'ten müstenbat olan genel Şer'î asıllara irca edilmesi daha "İslamî" değil midir?..

    Belki bütün bu noktalardan önce şu sorunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir: Burada öne çıkartılan "akıl" hangi akıldır? Burada söz konusu olan "profan akıl" ise, böyle bir aklın en temelde vahiy olgusu karşısındaki olumsuz tutumu önemli bir problem olarak önümüzde duruyor demektir.

     

    Eğer kastedilen, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde fonksiyon icra eden "İslamî akıl" ise, Abduh'un birtakım Kur'an ayetlerini –zaman zaman kendisiyle çelişkiye düşerek– aklî (!) izahlarla tefsir etmeye çalışmasını anlamak mümkün değildir. (Aşağıda "melekler" konusuyla ilgili söyledikleri üzerinde dururken bu noktaya örnekler zikredeceğiz.)

     

    Onun, profan aklı değil de İslamî aklı kasdettiğini söyleyebilmek için İslamî aklın "oluşturulması" ve " doğru işletilmesi" konusunda Abduh'ta Kur'an ve Sünnet nasslarıyla desteklenip beslenmiş temelli yaklaşımlar bulmamız tabii olmalıdır. Zira kişi –hele Abduh konumundaki kişi–, iddialarını bu şekilde sistematize etmedikçe

    kendi içinde çelişkiye düşmekten ve tutarsızlıklar/eksiklikler sergilemekten kurtulamaz.

     

    Akla yaptığı onca vurguya rağmen, aklın her şeyin künhünü kavrayamayacağını söylemekten de geri durmamış olan Abduh, bir Tefsir Usulü kaidesi olarak şu prensibi sık sık vurgulamaktadır: Akılla kavranamayacak müteşabihatın ilminin Allah'a havale edilmesi ve Selef'in izlediği "tefvîz" metodu.[10] Keza aklın fonksiyon alanının, müşahedat ve tecrübe çerçevesiyle sınırlı olduğunu söyleyen de odur.[11]

     

    Ancak bu prensibi, Kur'an'da zikredilen meşhur "fil olayı"nı tefsir ederken yine bizzat kendisi ihlal etmektedir. Yaygın olarak bilindiği gibi Abduh, 105/el-Fîl suresinde anlatılan fil ordusunun helakini, askerler arasında çıkan çiçek ve kızamık salgınına bağlamakta, hastalığın kaynağını da surede anlatılan "siccîl"e bağlamaktadır.[12]

    Hatta bu kadarla da kalmamakta, Fil ordusunun çiçek ve kızamıktan helak olduğu görüşünü İkrime ve Ya'kub b.

    Utbe'den naklettiği iki rivayetle destekleyerek şöyle demektedir:

     

    "Rivayetlerin ittifakla naklettiği ve inanılması doğru olan husus budur. (...)

     

    "Bu kuşların, bazı hastalıkların mikroplarını taşıyan sinek veya sivrisinek cinsinden olduğuna ve (surede anlatılan) bu taşların, rüzgârların taşıması ile bu hayvanların ayaklarına bulaşan zehirli pişmiş çamurdan olduğuna itikat etmen caizdir...

     

    "Bu surenin tefsirinde itimat edilmesi doğru olan budur. Bunun dışındaki açıklamaların ise, rivayeti sahih olsa bile ancak bir te'vil ile kabul edilmesi doğru olur..."[13]

     

    Merhum müfessir Elmalılı Hamdi Yazır'ın, "Fakat Hammer'in bile bir ihtimalden ileri götürmediği bu çiçek illeti sözünü, teessüf olunur ki Abduh, fahiş bir tedlis-ü teşviş ile tevatür miyanına karıştırıp rivayetlerin ittifak ettiği sahih bir habermiş gibi ileri sürmeye çalışmış ve güzel bir başlangıçla başlayan kelamını güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır. Onun için burada onun sözlerini gözden geçirerek doğrusunu eğrisini ayıklamak bir vazife olmuştur..." sözleri ile başlayan sert tenkitlerine maruz kalmış olan[14] bu yaklaşımda dikkatimizi çeken iki hususa temas etmeden geçemeyeceğiz:

     

    1- Sahih haber-i vahidleri, tevatür seviyesine ulaşmadıkları gerekçesiyle bilgi kaynağı olarak görmeyen Abduh, bu surenin tefsirinde kendisine sadece iki zayıf rivayeti dayanak almaktadır ki, Elmalılı merhumun da ifade ettiği gibi, yakından bakıldığında bu rivayetler de onun maksadına hizmet temekten uzaktır.

     

    2- Yukarıda bir vesile ile belirttiğimiz gibi Abduh, bu tarz şazz tutumlarını "görüşlerden bir görüş" olarak takdim etmek yerine, "doğrusu budur" diyerek kestirip atmaktadır. Tefsirinde geçmiş müfessirleri çoğu zaman muahezeden geri durmayan Abduh'un unuttuğu önemli bir husus var ki, dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır: Eleştirdiği o müfessirler, ayetlerin tefsirine dair kendilerine doğru gelen ve tercih ettikleri açıklamayı "Allahu a'lem" demeden bitirmezken, Abduh'ta böyle bir inceliğe tesadüf olunamamaktadır. Elbette bu tutum bizatihi tefsire bir halel getirmez ama, kendi görüşünü, "itimat edilecek doğru tefsir tarzı budur" diyerek bitirmek ne kadar ilmîdir?!..

     

    Esasen burada vahiyle[15] birlikte sadece aklın öne çıkartılması, diğer bir İslamî temel olan Sünnet'e ve dolayısıyla hadislere bakışla doğrudan ilgilidir ki aşağıda bu hususa değineceğiz. Ancak burada Abduh'un "es" geçtiği bir noktayı dikkatlere sunmadan geçmek, bu bahis için önemli bir eksiklik olacaktır.

     

    Hiçbir medeniyet, kendisinden önceki birikim ve tecrübeyi görmezden gelerek ya da reddederek oluşmamıştır. Esasen böyle birşey mümkün de değildir. Tıpkı kuruluş döneminde İslam medeniyetinin, kendisinden önceki bilgi birikimine "Müslümanlar eliyle oluşmamıştır" gerekçesiyle sırtını dönmediği gibi, Batı medeniyeti de İslam coğrafyasında vücuda getirilmiş olan tecrübeye bigâne kalmamıştır.

     

    Kanaatimize göre Abduh'un fikriyatındaki en önemli badirelerden birisi, aklın bağımsızlığına abartılı bir vurgu yaparak mazinin birikimini "taklid"i zemmetmek adına karalamaya çalışmasıdır. Abduh, geçmişle refere ettiği her yaklaşımında İslam'ın ilk üç asrını öne çıkartırken, bu doğru tavrı bin yıllık tecrübenin reddi nakisasıyla malul hale getirmektedir. İslam tarihinin bu dilimi üzerinde durduğu hemen her yazısında göze çarpan, kargaşa, taklit, taassup vs. dir. Oysa unutulmamalıdır ki, İslam medeniyetinin, en görkemli ve somut yansımaları bu "taklit dönemi"nde ortaya çıkmıştır!


  7. MUHAMMED ABDUH'UN BAZI İTİKADÎ GÖRÜŞLERİ

     

     

    Ağırlıklı olarak 18. yüzyıldan başlatılan ve ivme kazanarak 19 ve 20. yüzyılları da önüne katıp sürükleyen Modernizm, o "seyl-i hurûşân", enteresandır, en büyük yıkıcı etkisini İslam Dünyası ve Müslümanlar üzerinde gösterdi.

     

    Grek-Hristiyan izdivacının acı meyvesi olarak dünyaya geldiği coğrafyayı, yani Kıta Avrupası'nı ve onun "doğal uzantısı" Amerika'yı (ABD) mecburen hariç tutarak konuşursak, diğer kültür ve medeniyet havzalarında bu boyutlarda bir çalkalanmaya yol açmayan Modernizm'i İslam Dünyası'nda böylesi "etkileyici" ve hatta "belirleyici" kılan neydi?

     

    Modernizm'in İslam Dünyası'nı "kuşatmaya" başladığı ilk dönemlerin ve ardından gelen süreçlerdeki karmaşanın oluşturduğu toz-duman ortamından biraz sıyrılarak meseleye soğuk kanlı bir biçimde baktığımızda, belki de en baştan sorulması gereken şu soru ağırlığını hissettirmektedir: Acaba Modernizm'i üzerimizde bu denli etkili ve söz sahibi kılan, bizzat onun doğasında var olan kuvve/ler miydi, yoksa onunla muhatap olduğunda birden cin çarpmışa dönen ve "şu işi bir anlayalım" diyerek Modernizm'i sorgulamak yerine, bir "sevk-i tabii" ile dönüp kendi dinlerini ve tarihsel tecrübelerini "sorgulama" kolaycılığını seçen Müslümanlar'ın yaşadıkları özgüven bunalımı mıydı? Bir diğer deyişle Müslümanlar'ın, kendi din anlayışları ve tarihsel tecrübeleri konusunda zaten bir problemleri mi vardı?

     

    Kanaatimiz odur ki, Modernizm'i İslam Dünyası'nda her bakımdan hakim mevkiine taşıyan, onun kendi doğasından getirdiği özelliklerden ziyade, Müslümanlar'ın yukarıda işaret ettiğimiz kolaycı, yüzeysel ve temelden yanlış tavrı olmuştur. Zira böyle bir badirede yapılması gereken şey, karşı karşıya bulunduğumuz bu cereyanın ve ortaya attığı iddiaların alabildiğine köklü ilmî ve tarihsel analizi olmak gerekirdi. Ona hayat veren temel kabullerin, olaylara, olgulara ve tarihe getirdiği bakış açılarının "niçin" ve "nasıl"ları yerine biz, kendi anlam haritalarımızın Modernizm ekseninde "meşru" olup olmadığını tartışmaya açtık!

     

    Bu, doğrudan kendi kimliğimiz üzerinde bizzat kendi rızamız(!) ile başlatılan bir soruşturma idi. Ne var ki, soruları soran da, cevapları veren de aslında biz değildik. Her iki ameliyeyi de Modernizm yaptı; doğunun miskin çocukları ise bu babda, ellerine tutuşturulan metni tercüme edip ezberledikten sonra kendilerine (bize?) ait kavramlar kullanarak irticalen konuşuyor görüntüsü verdiler...

     

    Bu söylediğimizin, yani Modernizm öncesi İslam Dünyası'nda yaşanan problemlerin Modernizm'in haklılığına ve doğruluğuna temel ve gerekçe kılınmasının yanlış olduğu tezinin sağlamasını en kolay yoldan şöyle yapmak mümkündür:

     

    Modernist anlayışın doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla (ya da neticede buna hizmet edecek tarzda) Modernist/Reformistler tarafından İslam Dünyası'nın mevcut görüntüsüne gönderilen sorgulamalar, aslında Modernizm'e hiç kapı aralamadan, "sistem içinde" kalarak kendi devinim mekanizmalarımız vasıtasıyla da yerine getirilebilirdi. Nitekim tarihin muhtelif dilimlerinde İslam coğrafyasında ilmî, ahlakî, idarî... alanlarda baş gösteren çözülmeler ve kaymalar karşısında kendi kültür dinamiklerimizi harekete geçirerek fonksiyon icra eden "mücedditler"in yaptığı aslında "işi aslına irca etmek"ten başka birşey değildi. Ömer b. Abdilazîz (r.a)'den (ilk yüzyıl) başlatılarak Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdirrahîm ed-Dihlevî'ye (18. yüzyıl) kadar getirilen liste içinde tecdid geleneğinin temsilcileri tarafından gerçekleştirilen icraatların ve geliştirilen bakış açılarının tahlili, İslam Modernistleri'nin temel hamlelerinin niçin yanlış olarak görülmesi gerektiğini ortaya koyacaktır.

    Bu yazının amacı böyle bir tahlile girişmek olmadığından, burada bununla iştigal etmeyelim ve meseleyi ilgili çalışmalara havale ederek esas maksada gelelim.

     

     

    M. Abduh'un düşüncesinin temel dinamikleri

     

    Kiminin "Erken Modernizm", kiminin de "Modernizm Öncesi Islah Hareketleri Dönemi" olarak ifade ettiği 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın sonlarına/20. yüzyılın başlarına kadar geçen dönem içinde görüşleri öne çıkan ve etkisi günümüze değin süren önemli isimlerden birisi olan Muhammed Abduh, tıpkı yaşadığı dönemde olduğu gibi günümüzde de görüşleri etrafında yoğun tartışmaların yaşandığı bir şahsiyet olarak bu yazının asıl konusunu oluşturacaktır.

     

    Konunun ayrıntılarına girmeden önce bir hususu tasrih etmekte zaruret görüyoruz. Muhammed Abduh, pek çok meselede ortaya attığı –kimi kendine özgü, kimi de daha evvel başkaları tarafından da ileriye sürülmüş– görüşlerle, hakkında, biri ifrat, diğeri tefrit olmak üzere iki ayrı yönelişin zeminini hazırlamış gibidir.

    Bir kısım kimseler –tabir caiz ise– "pür modernist" bir yaklaşım benimserken kendilerine onun düşüncelerinden payandalar aramışlar ve zaman zaman da ona, söylemediği şeyleri söyletmişlerdir.

     

    Aşağıda bir dipnotta göreceğimiz gibi Abduh, ağırlıklı olarak "aklî gelişme" bakımından insanlığın "kemale ulaşma evreleri" diyebileceğimiz bir dizi sürecin varlığından bahsetmektedir. Ona göre bu süreçler, İslam'ın gelmesiyle nihayetlenmiş ve insanlık İslam ile birlikte "olgunluk dönemi"ne (sinnu'r-rüşd) ulaşmıştır. Modernistler bu görüşten hareketle Abduh'un, insanlığın artık hazır vahyin verilerine ihtiyaç duymadığı ve kendi kurtuluş kaderini kendisinin çizebileceğini söylediğini ileri sürmüşlerdir...

     

    Oysa aynı dipnotun devamında da göreceğimiz gibi Abduh'ta, tam olarak bu görüşü destekleyen bir ifade bulmak zordur. Bu ancak onun –yoruma açık duran– bazı ifadeleri hakkında akıl yürütmeyle yapılacak çıkarsama neticesinde mümkün olabilir.

     

    Buna karşılık başka bir kısım zevat ise Abduh'un "sahih İslam"a aykırı herhangi bir tavır içine girmediğini, onun bütün yaptığının, insanları Selef akidesine ve Selef döneminde yaşanan İslam'a çağırmak, bid'atlerle mücedele etmek ve Batı dünyası karşısında perişan bir halde bulunan İslam alemini uyandırmak için mücadele etmekten ibaret bulunduğunu ve ondan, bunun dışında herhangi bir tavır ve kavil sadır olmadığını söylemektedirler.

     

    Yukarıda zikrettiğimiz ilk grup, kendi yaklaşımlarını terviç etmek için Abduh'un marjinal görüşlerini öne çıkarırken, ikinci grup ise sahih İslam'a ve Ehl-i Sünnet'e ters düşmeyen yaklaşımlarına[1] vurgu yapmaktadırlar. Bunun sonucunda da ortaya, birbiriyle bağdaştırılması hayli müşkilat arz eden birden fazla Muhammed Abduh portresi çıkmaktadır. Abduh'un bir "modernist" mi, yoksa sadece "ıslahatçı" mı olduğu yolundaki sorunun hala net bir cevaba kavuşamamış olmasında, bu kavramlara yüklenen anlamın sınırlarının açık bir şekilde tesbit edilmemiş olması kadar, Abduh hakkında kalem oynatan kimselerin onu kendi oluşturdukları şablonlar içinde görme ısrarının da rolü büyüktür.

     

    Oysa onu –ve tabii onun adıyla birlikte anılan Cemaleddin Efganî ve Reşid Rıza'yı– ne "kutsallaştırarak", ne de yere batırarak varılacak bir yer yoktur. Kanaatimize göre yapılması gereken, onun, Sahabe neslinden itibaren bu ümmetin muteber ve mutemet imamları ve ulemasınca ortaya konmuş bulunan sahih İslam anlayışına ters düşen görüş ve yaklaşımlarını herhangi bir zorlama tevil ve yoruma kaçmadan "net" bir şekilde ortaya koymak ve böylece "doğru" bir Abduh portresi ortaya çıkarmaktır.

     

    Burada peşinen belirtelim ki bu yazı, böyle etraflı bir çalışmayı hedeflememektedir. Bizim burada yapmaya çalışacağımız şey, onun, bu ümmetin selefi tarafından bize aktarılan sahih İslam'a muhalif itikadî görüşlerinden önemli bulduğumuz bazı hususları tebellür ettirmektir. Onun özellikle Fıkhî alandaki "şazz" görüşleri daha önce pek çok çalışmanın konusu olduğu için burada bunların tekrarını zait görüyoruz.

     

    Ortaya koymaya çalışacağımız hususların tarafsız ve peşin hükümden arınmış bir gözle okunması halinde, Abduh'un, olumlu ve makbul yaklaşımları yanında, birçok noktada kendi içinde çelişkiler taşıyan görüşlere sahip olduğu, bundan da önemlisi, yukarıda işaret ettiğimiz "sahih İslam"la bağdaştırılması mümkün olmayan tavırlar sergilediği görülecektir. Burada peşin olarak vardığımız bu sonucu "önyargılı" bulanlar çıkabilir. Ancak bu okuyuculara, hemen karar vermeden, yazıyı sonuna kadar ve "objektif" bir gözle okumalarını tavsiye etmekten başka yapabileceğimiz birşey olmadığı da ortadadır.


  8. Gönüldaşlar!

     

    Bizim forumumuzda amaç İslami amaçla paylaşımda bulunmak, Ehl-i Sünnet çevresinde muhasebe yapmak, Büyük Doğu çerçevesinde mütala etmektir. Burada iki gönüldaşın kapışması kadar saçma bir mesele yoktur. Art niyet taşınmasın yeter!

     

    Burada bize son derece ters gelen bir mesele açılsa dahi, nefsimize son derece ağır gelen ithamlar ve fikirler olsa dahi İbrahim Ethem Hazretleri gibi nefsimize kendi pisliğini yedirmek için şaklabana kendimizi oyuncak etmesini bilecek, gerekirse sırf nefsimize ağır geliyor diye sakalımızı pisliğe sürmesini ona yedireceğiz!

     

    Dolayısıya her ne şart altında olursa olsun vakit buldukça siteye uğrayıp malayaniye kaçmadan paylaşımlarda bulunun ve bizi bilmediklerimizden kurtarmaya çalışın. Doğrusu gönüldaşlara da bu yakışır!

     

    Sitede beğenilmeyen fikirler olup ulu orta konuşmak ağır kaçıyorsa ÖM ile mütala ediniz ancak böyle kızım gitmeler yakışmaz.

     

    Son birşey de basmacı Gönüldaşa diyeyim. Biz burada ne onun neferi, ne bunun tetiği, nede birilerinin güdücüsüyüz. Biz burada yalnız Büyük Doğucuyuz ve bu topraklarda bir mütefekkir tanıyorsak o da Üstad Necip Fazıl Hazretleridir. (Rahmetullahi Aleyh) Dolayısıyla burada, bir grubun yahut da bir şahsın koca koca pankartlarla reklamını yapmak hoş değil. Yarın öbür gün yaptığından pişman olabilir küçük düşebilirsin. Burada muhasebesini yapmaya kalkmayacağım ancak İslam'a ve Müslümana zıt kutuplardan beslenen tipleri -olurya bilmeden sevmişizdir- gözümüze sokarcasına reklam etmek yersiz. Kendini Mütefekkirin ellerine bırak, bir süre sonra konuşuruz inşallah.

     

    Selametle Gönüldaşlar, Allah'a emanet olunuz.


  9. Esselamun Aleyküm

     

    Basmacı kardeşe fazla yüklenilmesi hoşuma gitmiyor. İslam'a aykırı ve Ehl-i Sünnet'e ters bir başlık açmadı. O beğendiği bir makaleyi taşıdı. Alakalılar biraz düşünsün. Belkide ifade kabiliyeti bakımından Türk milletine uygun olan alfabe bahsi edilen Orkun Alfabesidir. Karabaş Tecvidini okumuş olan varsa anlayacaktır ki Arap harfleriyle Türkçe okumak bir hayli zor ve bazı seslerden feragat etmek zorundasınız. Bilemiyorum belki de latin harfleriyle okumaya alıştığım için bana biraz ters gelmiştir. Olamaz demiyorum, neticede kaç yüz senelik bir tecrübe var. Ayrıca dönülmesi durumunda Arap harflerine dönülmesi tarihi bağlarımız bakımından da daha uygun olabilir. Düşünmek, kafa yormak lazım.

     

    Selametle Gönüldaşlar...


  10. DİPNOTLAR

     

    [1] "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâallah yakında neşre hazır hale getirilecektir.

    el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler.

     

    [2] Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "Allah'ın Elçisi ve Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an", 317.

    Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir.

    Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.

     

    [3] Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır.

     

    [4] İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.

     

    [5] "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dahil olmak üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.

     

    [6] Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam aleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce Allah'ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce Allah'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır.

    Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?

     

    [7] Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.

     

    [8] Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam", 224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, Ekim-Aralık, 1998, 224.

    Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.

     

    [9] Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).


  11. MEZHEPSİZLİK NİÇİN "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ"DÜR?

     

    Bismillâhirrahmânirrahîm

     

    Bilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük alimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.[1] Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır.

     

    Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.

     

    Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım.

     

    Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.

     

    Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.

    Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.

     

    Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.

     

    Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.[2]

     

    Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir...

     

    Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?

     

    Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:[3]

     

    1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.[4] Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.[5]

    Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.

     

    Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.

     

    Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde[6]– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.

     

    2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimizbu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan akylının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle[7]

     

    Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.

     

    Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.[8]

     

    Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.

     

    3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.

     

    Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.

     

    Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.

     

    Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.

     

    Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

     

    Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.

     

    4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.

     

    Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri[9] için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.

    Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.

     

    Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!

     

    İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.

     

    Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.

     

    Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?

     

    Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.

    Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.

     

    İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlışılır biçimde ortaya koymaktadır.

     

    Selam, hidayete tabi olanlara...

     

    Ebubekir Sifil – BEYAN Dergisi Temmuz 1999


  12. Esselamun Aleyküm.

     

    Konu çok uzamadan Üstad Hazretleri noktayı koysun. Biz de kendi muhasebemizi yapalım. Kendimizi hesaba çekmeyi, fikirlerimizi ölçüp biçmeyi bilmek İslam ahlakındandır. Zor da olsa bu işe girişmek ise; evet, Büyük Doğu genci bunda tereddüt dahi etmez.

     

     

    ÜMMET VE MİLLET

     

    • Ümmet, Varlığın Tâcı'na mânada tabi olanların dâiresi; millet de bu dâirenin insan kadrosu. Bizde kavim yerinde kullanılan bu anlamı yerli yerine iade etmek ve millet deyince hatıra İslâm milletinin geldiğini bilmek lâzımdır. Nitekim «küfür tek millettir» ölçüsü bu nükteyi ifadelendirir.

     

    • Arap, Fars, Kürt, Türk vesaire milletleri yok, kavimleri vardır. Ve hepsi birden İslâm dâiresi içindedir. İslâm milletinden...

     

    • Bugünkü İslâm milletinin, içinden ve dışından islâm nizâmını yepyeni bir ifâdeye kavuşturmayı dileyelim ve bunun duasını edelim.

     

    İdeolocya Örgüsü / Nizam Bahsi

     

     

    Ayrıca Mehmetçik Konferansından;

     

    Samanyoluna kadar bütün yıldızları sermaye diye kullanan bir kumarbaz olsaydı, gökte yıldız bırakmazdı da, Mehmetçiği siyasî kumar oyunlarında harcayanlar sarf ede ede bitiremediler. Birinci Dünya Harbinde, Erzurum'da, nakıs 30 derece hararette, Allahuekber dağının bir eteğinden kolordu çapında bir toplulukla tırmandırılan Mehmetçik, öbür eteğinden, düşmanla çarpışmaksızın manga kadrosuna düşmüş olarak inerken, kendi ezelî teslimiyet ve itaat vasfının kaatilce istismar cinayetini, ne hazin arzeder. Tek kurşun atmadan ve yemeden, soğuğa yedirilen bir kolordu...

     

     

    Basmacı kardeşimin resmini taşıdığı zat işte o zattır...

    Selametle...


  13. Üstadın ve Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Said Nursi'yi eleştirdikleri yazıyı lütfen siteye taşıyınız!

     

    İlimde 'O, ehl-i sünnet değildir çünkü şundan duydum o da bundan duymuş falanca veli buna filanca ithamı kullandı' diye safsataların yeri yoktur. Kitaplar ortadadır ve Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet olduğu da... Kaldı ki o bile yetmez bir alimi ''afaroz'' etmek için. Bu mevzuya bakış açımızla ilgili ışık tutacak bir iki örnek vermek istiyorum. Bunlar yazıya dökülmüş ve dedikodudan uzak ithamlardır.

    İmam-ı Rabbani Hazretleri, Vahdet-i Vucud konusunda Şeyh-i Ekber Hazretleri için ''Ehl-i Sünnete çok ters ifadeleri var ancak bunlar keşfi hatalardır şerri olsaydı...'' diye devam eden bir yazısı var mektubatında. (Uzun zaman önce okumuştum, mektubu hatırmayamıyorum. Bilen varsa paylaşsın) Zaten Şeyh-i Ekber'in bu konudaki görüşünü adeta nesh etmiş ve hataları düzelterek hakikati ortaya çıkarmıştır. Neden kimse Şeyh-i Ekber'e ehl-i sünnetten ayrıldı demiyor?

     

    Yahut Mustafa Sabri Efendi... Merhum, son senelerinde talebesi Kevseri Hazretleriyle sert tartışmalar yaşamıştır. Nedeni ise Mustafa Sabri Efendi Cebriye mezhebinin görüşlerine yaklaşmaya başlamasıdır. el-Kevserî merhum onu bu anlayışından vaz geçirmek için gayret sarfetmişse de, netice alamamıştır. Mustafa Sabri merhum, Mevkıfu'l-Beşer adlı eseriyle itikâdî tavrını ortaya koyunca el-Kevserî, Kemâluddîn el-Beyâdî'nin İşârâtu'l-Merâm'ını, Râgıb Paşa'nın el-Luma'ını ve el-Cuveynî'nin el-Akîdetu'n-Nizâmiyye'sini kıymetli ta'liklerle neşrederek büyük Şeyhülislam'ı bu görüşünden vaz geçirmeye çalışır. Ancak o bu görüşünden vaz geçmek şöyle dursun, bu sefer de Mevkifu'l-Akl isimli muhalled eserinde el-Kevserî'ye cevap verir ve Mâturîdiyye'ye yüklenir. Bunun üzerine el-Kevserî el-Istibsâr'ını yazmak zorunda kalır.

     

    İmam Buhari'nin İmam-ı Azam'a mürci dedi herkesin malumu... İbn-i Teymiyye'yi yerden yere vurup adının yanına (Rahmetullahi Aleyh) yazan okadar çok Ehl-i Sünnet alimi var ki... Kevseri merhum bunlardan ki O'nun vahhabilere ve Teymiyye-Kayyum ikilisine reddiyeleri ve ithamları meşhur.

     

    Tamam, Bediüzzaman yalnış keşiflerde bulundu denilsin. Bu O'nu ehl-i sünnetten çıkarmaz zira keşfin şeriata mutlak uygunluğu ancak Sıddıklık dercesindedir. E sıddık olmadığı da malum... O makam başka...

    Ben Külliyata baktım da Abduh iki defa geçiyor -onlarda bir cümle de- efgani bir defa -o da ''bu konuda selefim'' denilerek-.

     

    Bilemiyorum Gönüldaşlar, ben böyle bir ithamla Bediüzzamana gidemem. Ben eserlerinden istifade ediyorum. Bana çok yararı var. Sitede de paylaştığım ''İçtihad Risalesi''ne bir göz atında elinizi vicdanınıza koyun.

     

    Dedikodularla bu yola çıkılmaz. Tekrar ediyorum:

    Üstadın ve Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Said Nursi'yi eleştirdikleri yazıyı lütfen siteye taşıyınız!

     

    Selametle Gönüldaşlar...


  14. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Musiki Hakkındaki Görüşleri

     

    Kimdir?

     

    Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi 1869 senesinde Tokat'ta doğdu. Kayseri ve İstanbul'da okudu. Müderris olup Fatih Camii’nde ders verdi. 1900-1904 arasında II. Abdülhamid Han’ın kütüphaneciliğini yaptı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Tokat mebusu olarak Meclis'e girdi. 1908-1912 arasında Beyanu’l Hak mecmuasının başyazarlığını yaptı. 1910'da kurulan Ahali Fırkası'nın ve 1911'de kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. 1913'de İttihatçıların Babıali baskını darbesi üzerine önce Mısır'a sonra Romanya'ya kaçtı. I. Dünya Harbi'nde Romanya'ya giren Osmanlı ordusunca geri yollandı ve Bursa'da mecburi ikamete tâbi tutuldu. 1918'den sonra Damad Ferid Paşa'nın birinci kabinesinde şeyhulislamlığa getirildi. Kabine düşünce Ayân (senato) üyeliğine atandı. 1919'da İskilipli Mehmed Atıf ve Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte Cemiyet-i Müderrisin'de çalıştı. 1920'de tekrar şeyhulislamlığa getirildi. Kabineden aynı sene içinde istifa etti. 1922'de yine Romanya'ya kaçmak zorunda kaldı. Daha sonra 1924'de "150'likler" listesinde yer aldı. Önce Hicaz sonra Mısır'a geçti. 1938'de 150'liklerin affından sonra da Türkiye'ye dönmedi. 1954'te Mısır'da vefat etti. Pek çok eser yazan Mustafa Sabri Efendi, İslam aleminde kelam ilminde müctehid olarak bilinmektedir. Maalesef ülkemizde değeri yeterince bilinememiştir. Kemalist sisteme getirdiği eleştiriler sebebiyle sistem tarafından da adı unutturulmaya çalışılmıştır. Ancak Büyük Doğu'ya bağlı aksiyon cephelerinde önemli yeri olan dergiler vesilesiyle onun ihtilal teşebbüslerinden bahsedilmiş, adı yeniden ilmi mahfillerde konuşulmaya başlamıştır. Bazı eserleri Türkçe’ye çevrilmiştir.

     

    Aşağıdaki makale Beyanu’l Hak (aded: 63, sene: 2, cilt: 3, 1328 (1910) dergisinde "Din-i İslam’da Hedef-i Münakaşa Olan Mesâilden: Musiki" ismiyle yayınlanan yazıdan biraz sadeleştirilerek çevrilmiştir.

     

    Bu nefis yazıyı aktarmaktan maksadımız müzik hakkında bir tartışma başlatmak değil. Osmanlı’nın son dönem uleması ile bizler arasında maalesef feci bir kopukluk olduğu malumdur. Asıl gayemiz işte bu kopukluğu bir az olsun gidermek, onların nasıl düşündüklerini, meselelere nasıl baktıklarını anlamaya bir nebze katkıda bulunmaktır.

     

    İSLAM’DA TARTIŞMA KONUSU OLAN MESELELERDEN MUSİKİ

     

    Evin reisi defe düşkün olunca

    Bütün ev ahalisi de rakseder.

    (Orijinalinde bu beytin sadece Arapçası var)

     

    Gerek doğrudan doğruya tabii seslerle ve gerek aletler ve çalgılar vasıtası ile icra edilen musiki nağmelerinin envâi ve muhtelif şekillerine göre haramlığına, kerahetine ve hatta cevâzına dair ahkâm ve akvâl-i şer'iyye mevcud olduğu malum bulunmakla beraber her halde din-i İslam’ın musikiyi mutlak surette kabul etmekden buna karşı tamamen kayıtsız kalmaktan kaçınmakta olduğu da malumdur ki işte biz de asıl bu ikinci nokta hakkında, yani din-i İslam’ın, musikiyi kayıtsız ve şartsız tecviz veya tahsin etmeyerek buna karşı velev kısmen korumacı bir tavır almakta olmasının sır ve hikmetine dair beyan-ı mütalaa edeceğiz.

     

    Bilenlerin zevkine göre ruhu okşayan büyük bir kıymete haiz olan bu sanat-ı nefise hakkında şeriat-ı garrânın şu muttaki muamelesinin, musiki nağmelerinin tesirli kokularını takdir edemiyen bazı kasvetli yaratılışlı kimselerin haline kıyas olunması asla caiz değildir. Belki din-i İslam musikinin tab'a ne kadar hoş geldiğini, duygularımızı ne derecelerde gıcıkladığını bizden ziyade takdir ettiği için buna karşı lakayd kalmayı uygun görmüyor. Zaten en tatlı, en zevkli şeyde mevcud olan en gizli sakıncaları keşfetmek hususunda dinimiz gayet müstesna bir derin görüşlülüğe malikdir ki bu da dinler arasındaki yüceliğine şehadet etmektedir. Öyle ya bir din-i semavi, beşeri kendi akılları ile anlayamayacağı hakikatlara ulaştırmalıdır ki hidayet edici sani ile mütenasib olsun.

     

    İste musiki ilkin, malayani ile istiğal kabilinden olmak hasebi ile meşguliyet seklinde bir ataletdir ki, kumar bahsinde dahi beyan edileceği vecihle ataletin bu nevinde, yani insanlar için bir iş sırasına geçmiş bulunanlarında mündemiç olan kat kat atalet dinimizin nazar-ı dikkatinden gizlenememiştir. İkincisi, musikiden alınan lezzet, edilen istifade derin hevâcı bir manaya sahiptir. Din-i İslam ise gerek ataletin ve gerek hevâcılığın yegane düşmanı olduğu cihetle bunları saklandıkları umulmadık yerlerde arayıp takip etmek önemli vazifelerindendir.

     

    Musikinin ataleti ihtiva eylediği pek güçlükle kabul edileceğine rağmen dikkatli bakışlar bu hususta hiç tereddüd etmez. Çünkü bir kere musiki için uhrevi bir fayda tasavvur olunamaz. Dünyaca ise karın doyurmaz tabirine mâsadak olacak surette faydasızdır. Fakat musiki sayesinde, mesela Avrupa'da, geçim temin eden ve belki büyük bir servete nail olan bu kadar hânendeler, sâzendeler mevcud olduğu halde, bunun maddi menfaatlerini inkara nasıl cesaret olunur demekte acele edilmesin. Çünkü geçim temini insan haysiyetine halel getirmeyecek surette olmadıkça vicdan rahatlığını temin edemediği için nazar-ı itibara alınamaz.

     

    Lakin biz de serd eylediğimiz nazariyatta garabetten garabete intikal ediyoruz. Bunun haysiyete halel getirme neresinde? Yine acele buyurulmasın. İnsanları aşırı derecede eğlendiren bütün sanatlar selim ahlak nazarında düşük işlerden sayılır. Bu gibi işleri yapanların itibar ve şöhretine yapılan alkışlara ihtiramlara belki istirhamlara bakmayınız. Bu ihtiramlar, istirhamlar onlardan bir parça haysiyet koparmak ve bu zararı belli etmemek üzere gururunu okşayarak yaptırmak manasına olduğu için red edilmez. Cevher-i ismetinden sıyrılmak istenilen kadınlara karşı da pek çok ihtiramlar gösterilir.

     

    Hânendelik ve sâzendelikde mevcud olan su "eğlendirmek" nokta-i nazarından kızlarına çalgı öğretmiş olmakla bunu olumlu bulan ebeveynin aklına, ve kadınların hürmeti meselesi en muazzez kavaidinden addolunan Avrupa medeniyetini taklid levazımında olmak üzere dest-i izdivacına talib olduığu kızın çalgı bilmesini arzu eden beylerin haline taaccüb etmek lazım gelir. Bir kadının zevcini eğlendirebilmek iktidarına malikiyeti ayıp şeylerden değil övgüye değer olması iktiza edeceği ve çünkü kadının zevcini refakati ile memnun mesud etmesi kendisi için bir vazife-i tabiiye olduğu makam-i itirazda söylenemez. Çünkü refakatiyle mesud olmak, eğlenebilmek karşılıklı bir menfaattir. Su halde çalgı bilmek şartının kadın tarafından erkeğe karşı dermeyân olunmak ve erkeklik meziyetlerine güvenen bir zevcin çalgı çalmasını bilmediğinden dolayı kıymet-i zevciyesi eksik görülmek ne kadar garib ve ne kadar gülünç geleceği tasavvur buyurulsun.

     

    Hânendelere ve sâzendelere nisbet bestekarlar bir dereceye kadar yukarıda izah edilen gizli zilletten azade gibi görünürlerse de, yekdiğeri sayesinde revaçta kalabilen bu sanatlar birbirinin iyi ve kötü taraflarına az çok iştirak etmekten kurtulmamaları lazım geleceği gibi, şurası da mahsusdur ki ilim adamlarının saha-i tedrisinde yükselen vakar dalgaları ve iftihara bedel bestekar öğretmenlerin muhit-i taliminde hafifmeşrepliği hissettiren bir vakardan sıyrılmış bir hava yayılır. "Kırkından sonra saz çalmak" ne demek olduğunu elbette takdir ederiz. Onun içindir ki mesela ileri gelen bir zat hakkında velev en nefis, en musanna bir şarkıyı talim etmek mahall-i haysiyet ve kendisinden öyle bir şeyi istirham büyük bir cüret addolunur. Halbuki ulûm ve fünûn tedrisatı, büyük küçük herkes hakkında şan ve şerefi artırma vesilesi olmak icab etmez mi idi?

     

    Bir bestekarın şakirdleri huzurunda bağırıp çağırmak hiffet ve mezelletine düşmeksizin henüz bilcümle musiki eserleri hakkında kabil-i tatbik olmayan nota usulü sayesinde kendi tenha hücresinde eserlerini neşredebilmesini dermeyân eylemek ise bu hususda bir tesettür çaresi bulunmuş olmakla teselli kabilinden olacağı cihetle bize cevap olmak söyle dursun iddiamızı zımnen teslim yerine geçer.

     

    Musiki için yukarıdan beri şerhine çalıştığımız sakıncalar, bununla maişet temin eden sınıfa ait olup kendi kendilerini veyahut sevdiklerini eğlendirenleriyle hepsinin dinleyenlerini atalet mahzuru açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek bir açıklıktadır.

     

    Musiki dinleyenler bu müddette cemiyet-i beşeriyye için bir şey yapmış olmayıp yalnız bir hayli paraların bir çok ceplerden çıkarak bir cebe girmesine yardim etmiş oluyorlar. Sonra bu paraların mukabilinde bu adamlar ne almış oluyorlar? Hiç!... Bir kunduracı size paranız mukabilinde bir kundura verir. Fakat siz de o kundurayı giyer mesela dükkanınıza gidersiniz. Bilfarz kitap satarsınız. Hem kendiniz kazanırsınız, hem de bir tarafdan o kitapların münderecatından memlekete ulûm ve fünûn öğretirsiniz. Kitabın tabiine, mürettibine, müellifine, kağıdını imal eden fabrikaya, pamuğunu istihsal eden çiftçiye ve diğer tarafdan kunduranın köselesini yapan sanatkara, hayvanını yetiştiren inekçiye kazandırmış olarak bir çok zincirleme içtimai menfaatlara hizmet etmiş olursunuz. Lakin musikiye gelince onun da çalgı ve teferruatını temin edenlerle o mezkur çalgıları takdir duygunuza karşı kullananlar müstefid oldukları halde bu istifade zinciri artık sizde kesilir.

     

    Sizin para sarfederek musiki dinlemeniz bir araba tutarak gezintiye çıkmanıza da benzetilemez. Çünkü bu suretle arabacıya kazandırdığınız gibi kendiniz de sıhhaten edeceğiniz istifade ile hani o beşeri ihtiyaçlar silsilesinin tamamlayıcı bir cüzü olan işinize daha güzel çalısırsınız. Ve ayrıca gezintiye çıkanlar için hazır bulunan arabalar sair vakitlerde doğrudan doğruya işlerine gidenler hakkında da kolaylık vasıtası olur. Elhasıl gezinti başka musiki dinlemek başkadır. Bugün havanın yemek içmek derecesinde mühim bir gıda olduğu ve tebdil-i hava sıhhi tavsiyelerin müntehası bulunduğu kadar bir hastanın musiki dinlemesinde tıbbi gereklilik gösterirse buna bittabi bir şey denemez. Fakat musiki ile tedavi tabiri, yakın zamanlarda alısılagelmiş bir terkib haline gelmekle beraber henüz reçete ile musiki dinlendiği işitilmemiştir.

     

    Simdi gelelim musikinin mutazammın olduğu hevây-ı manaya:

     

    Musiki tahrikleri ile dolu sarhoş edici bir havanın cereyanına maruz olanlar acaba hangi nevi duyguların tesiri altında bulunuyorlar? Bununla hasıl olan tesirler hayli çeşitli olup bir garibe gariplik elemlerini, bir yetime kimsesizliğinin açısını, bir hastaya hüzün verme, bir ihtiyara ömrünün haraplığını ve bazen de bir sermest-i ikbale saadetinin dansettirici coşkusunu vererek hülasa mahzunun ye'sini ve memnunun neşvesini artırarak alemin olay ve çehrelerinin asli renklerini bir az daha koyulaştırması ve insanların mezkur olayları itidal sınırları haricinde karşılama ve telakki etmelerine sebebiyeti cihetiyle bilhassa tembellik tesirlerini andırır. Hele şu sayılan çehrelerin büsbütün üstünde olarak aşk duygularını tahrik etmesi vardır ki artık bu musiki yönünün beyan sihri için bir manay-ı mutabiki mesabesindedir. Bundan dolayıdır ki mükellef bir musiki meclisinin içki kapları ve dilberi ayrılmaz unsurları halinde bulunur. Nitekim en mühim en üryan aşk ve sevda sırları evvela ve saniyen musiki kisveleri altında -bazı kadınların tesettür ederken kendilerini daha cazibedâr bir surette gösterdikleri gibi- bir kat daha açılarak mevkii ilan ve itirafa vaz olunur. Yahut iştiyak heyecanı ile aşıkların dilinde terekküb edemiyen muhabbet kelimeleri bu iki mikyasın düzenleyici bağları sayesinde bir tezahür şekli alır. Bu nüktelere mebnidir ki mesela bir güzelin aşkından sabahlara kadar uyuyamıyorum, yanıyorum, çıldırıyorum demeye sıkılan bir adam bu mazmunu şiir ve musiki kuvvetiyle herkesin içinde bağıra bağıra tebliğ ve ifade ederse küstahlık etmiş sayılmaz. Hele ağzından izdivâc kelime-i meşruası çoklukla işitilen genç kızların, zamanımızda olduğu gibi gelin olmak için iktiza eden mükemmellik sebeblerinden sayılması itikadının bahşettiği cesaret ve salahiyeti ile en derin, en açık aşk cümlelerini alenen kullanmalarına, kızlarını akıl ve hikmet ve basiret dairesinde büyütmek isteyen ebeveynin muhakemesi nasıl müsait olur bilmem? Son asır hükemâsından bazılarının genç kadınlar işsiz bırakılırlarsa kendilerine başka isler bulmak için düşünürler dediğine göre çalgı ile meşgul olan kadınlar o gibi düşüncelere doğru düşüncelerini çekip götürecek mukavemetsiz bir rehber bile bulmuş olurlar.

     

    Lakin aşk ve sevda hayalleri fena bir şey midir? Aşk kadar hissiyata incelik, yücelik ve insana melekiyet bahseden hangi şey vardır? O derecede ki bu hal erbabının yanık kalplerinden tefahur inlemelerine kulak vermemek, göz yaşlarıyla hem cereyan olan müdafaa selinin önüne durmak mümkün olmaz. Pek doğrudur ama yine bu nazik, muazzez mesele kadar suiistimale kabiliyetli bir şey de yokdur. O halde ki, hoca Nasreddin efendi merhumun başınızdan aşk ve alaka geçti mi sualine cevap olarak bir defa geçiyor idi üzerimize adam geldi dediği kadar vardır. Alelhusus aşk ve sevda karşılıksız olamadığı halde kadınlar hakkında hayli ayıp görünür. Hatta bir erkek yalnız kendisini seven bir kadını taziz edebilir. Bundan başka hiç bir kadının, hiç bir erkeğin hakkında aşk ve sevdasını mazur görmediği gibi evvelki kadına da evvelki erkekden maada insanlar tarafından bir kıymet ve haysiyet verilmez.

     

    Musiki hakkında serdedilen şu mütalaalardan şiirin en latif kısmını teşkil eden gazel söyleme hakkında da bir fikir istihsali pek kolaylaşmıştır. Methiye ve hicviye kısımları ise, birincisi çoğunlukla dalkavukluk ve ikincisi genellikle ayıpçılık olmakla pek iyi bir şey değillerdir. Hüküm ve nasihat nevinden olan şiirlere gelince biz de bir şey demeyiz. Nitekim şiir hakkında İslam’ın fikri iyisine iyi ve kötüsüne kötü denmekle özetlenmiştir.

     

    İste maarif-i nefisenin belki enfesi bulunan şiire karşı da mütereddit bir nazarla bakılmasının sebebi fenalığının iyiliğine galip olmasıdır. Hatta tahsil-i ulûm ve fünûn hengâmında bir talibin şiir üzerine fazla düşmesi haylazlık belirtisi addolunarak son asır medeniyetinde dahi pek hoşnutlukla telakki edilmez. Şiirin sermayesi neden ibaret olduğu şairlerin kendileri tarafindan itiraf olunarak:

     

    Sermaye-i sâiran tükenmez

    Dünya tükenir yalan tükenmez

     

    denilmiş. Ve onların henüz bu gibi itiraflara yaklaşmadıkları bir devirde: "Onların (şairlerin) her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını söylediklerini görmedin mi" (Şuara 225-226, orijinalinde ayetler Arapça olarak veriliyor) tarzındaki beyanat-ı Kur'aniye ile meslekleri tanıttırılmıştır. Mamafih şiir zihni keskinleştirme ve malumat artırmaya medar olması cihetiyle musikiye kıyas kabul etmeyecek surette ehemmiyete haizdir.

     

    Musiki bahsine nihayet vermeden şurasını söyleyelim ki eğer bunun hissiyat üzerinde icra edeceği tesirler bir nevi azab-ı ruhani halinde mutlaka insanlar için lazım ise, din-i İslam’da tilavet-i Kur'an mesele-i mühimmesi bu ihtiyacı daha yüksek bir surette temin etmektedir. Nitekim tilavet-i Kur'an esnasında teganni müstahab olduğu da bunu teyid eder. Ancak burada şayan-i dikkat bir nokta vardır ki o da Kur'an okunurken teganni etmenin bir taraftan da mezmum olmasıdır. Yani tilavet esnasında teganni bazı ehadis-i şerife ile tavsiye edilmiştir. Fakat şeriat uleması teganni ile tilavet aleyhinde bulunurlar. Mesele her iki teganni arasını ayırt etmekle hallolunur:

     

    Teganni Kur'an’ın tecvid kaidelerini ihlal eder veya musikiye tatbik edilerek yapılırsa mezmumdur. Okuyanın tabiati güzelliği nisbetinde icra edeceği latif sesler beğenilir. Musiki nagmelerine esas maksat ve bizzat olarak Kur'an’ı ona icra aleti edinmekten sakınmak için mezkur sekil son derecede makuldur. Bundan dolayıdır ki musiki dairesinde bestelenen eserler ve şiirlerin güfteleri bihakkın anlaşılmayıp sırf beste kıymetlerini takdiren dinlenir ve taksim namı verilen musiki seslerinde bir dereceye kadar mana anlaşılırsa da bunun icab ettirdiği sanat eksikliklerinin aradaki heyheylerle tamamlanmasına mecburiyet hasıl olur ki bittabi bu gibi ahval Kur'an’da vukuuna cevaz verilir şeylerden değildir.

     

    Bir de hüsn-ü tabiat ve kabiliyet-i sanattan mahrum bir adamın musikisi de dinlenmez. Bu meziyeti haiz olanlara gelince dikkat edilirse tabii sesleri müzik eğitimi ile kazanılmış seslerinden daha latif ve tesirlidir. İddiamız garip karşılanmasın. Nice meşhur hafızlar biliriz ki musiki bilgilerini ileri götürdükten sonra tilavetlerinde evvelki kadar tatlılık ve saflık kalmamıştır. Hasılı, tabii musiki sun'i musikiden daha kıymetli olmak lazım gelir. Çünkü bunlardan birincisi sırf icat olduğu halde kullanılan sesleri taklidden ibaret kalır. Bu makamda bir delilimiz daha var: Bir milletin musikisinden diğer millet lezzet alamayıp onun da kendi musikisine rağbet gösterdiği görülüyor. Demek ki musikinin tesiri hususiyeti nisbetinde oluyor. Su halde bir adamın tabii sesi milli musikisinin dahi üstünde olarak şahsi musikisi demek olur.

     

    Hazırlayan: Abdulkadir COŞKUN


  15. Esselamun Aleyküm.

    Allah sizden de razı olsun.

    Bediüzzaman Hazretleri çevresinde paylaşımlar devam edecek inşallah. Sitede gördüğüm kadarıyla bir iki fikir katırı Risale-i Nur okuyucusu ve bağlısı gibi görünüp Bediüzzaman Hazretlerini reformcu ve mezhebsiz adilerle bir kefeye koymuş, Bediüzzamandan destek alacak kadar lafı evirip çevirmiş ve sahtekarlıkları beni üzmüştür. O başlıklarda polemiğe girmek yerine Bediüzzamanın fikir ve iman cephesini hiçbir yorum yapmadan vermek, kararı Büyük Doğuculara bırakmak ve İbn* Teymiyye meddahı olan Afganici ve Abduhcu tayfaya burada ve hiçbir ehl-i sünnet ortamında ''takılamayacaklarını'' göstermek istedim.

    İçtihad ve Müçtehid meselesi malumunuz ki en temel meseledir ve ilk olarak bu meselinin bilinmesi fevkalade nazik...

    İnşallah Bediüzzamanın bu fikir ve iman cephesini derleyip siteye taşıdıktan sonra da bu iman ve fikir cephesine tamamen zıt o katrandan güruhun fikir ve iman cephesini taşıyacağım.

    Allah isterse ne olmaz!

    Selametle...


  16. Yirmiyedinci Söz'ün Zeyli

     

    -Sahabeler hakkındadır-

     

    Mevlâna Câmî'nin dediği gibi derim:

     

    يا رسول اللّه ه باشد ون سكِ اصحابِ كهف

    داخلِ جنّت شَوَمْ دَرْ زمرهء اصحابِ تو

    او رَوَدْ دَرْ جنّت من دَرْ جهنّم كى رَوَاست

    او سكِ اصحابِ كهف من سكِ اصحابِ تو

     

    Yâ Resulallah, nasıl olur ki Ashab-ı Kehfin köpeği

    Senin Ashabınla beraber Cennete girsin?

    O Cennette, ben Cehennemde-revâ mıdır bu?

    O Kehf Ashabının köpeği, ben senin Ashabının...

     

    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَالّذِينَ مَعَهُ اَشِدّاءُ عَلَى الْكُفّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ ilâ âhir-i âyet...

     

    "Muhammed Allah'ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler." Fetih Sûresi, 48:29.

     

    Sual ediyorsunuz: Bâzı rivayetlerde vardır ki; "Bid'aların revacı hengâmında ehl-i îmân ve takvâdan bir kısım sulehâ, sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir" diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise, hakikatları nedir?

     

    Elcevab: Enbiyadan sonra nev'-i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemâatın icmâı bir hüccet-i katıadır ki, o rivayetlerin sahih kısmı, fazilet-i cüz'iye hakkındadır. Çünki cüz'î fazilette ve hususî bir Kemâlde, mercuh râcihe tereccuh edebilir. Yoksa Sûre-i Feth'in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'anın medh ü senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatın pekçok esbab ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tâzammun eden üç hikmeti Beyân edeceğiz:

     

    Birinci Hikmet: Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünki: Sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. Mâlûmdur ki: İn'ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanık iken çok defa sohbet-i Nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nûruyla, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuruyla sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir. Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksîr-i nûrani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i Kemâlât olurdu.

     

    İkinci Sebeb: Yirmiyedinci Söz'deki içtihad bahsinde Beyân ve isbat edildiği gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insâniyenin en a'lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i

    İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullah'ın (A.S.M.) a'lâ-yı illiyyîn-i Kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir. Meselâ: Nasılki zaman oluyor; medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insâniye dükkânında, Bâzı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve Bâzı şeylerin ve mânevî metâ'ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar eserler, bir tiryak-ı nâfi' ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimaiye-i insâniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzâb gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sıdk ve hakka ve imânâ en nâfi' bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarurîdir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesâfe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes'eleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi Beyân ediyorum. Şöyle ki:

    Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti.

    Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur'an-ı Hakîm'in envârıyla hasıl olan o inkılâb-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve Kemâlât bütün envarıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir Sûrette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir Sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid mânâları kendi zevklerine göre alır.. emer. İşte, şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı îmâniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimât-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.

     

    Üçüncü Sebeb: Onikinci ve Yirmidördüncü ve Yirmibeşinci Sözlerde isbat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velâyetteki sulehâya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddîkıyet ki, sahabelerin velâyetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez. Şu üçüncü sebebin müteaddid vücuhundan üç vechini Beyân ederiz:

     

    Birinci Vecih: İçtihadda yâni istinbat-ı ahkâmda, yâni Cenâb-ı Hakk'ın marziyâtını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, "Rabbimizin bizden istediği nedir!" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hâli işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhâverat, bu mânâları tâzammun ederek vuku buluyordu.

     

    İşte bunun için herşey ve her hâl ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hâzır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki: Şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor.. dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz'ün içtihad bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan'ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.

     

    İkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünki Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki Sûretle olur. Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci Sûret: Bu'diyetimiz noktasında kat'-ı merâtib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu Sûretle cereyan ediyor. İşte birinci Sûret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de; kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasılki dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmıyarak, bir kuvvet-i kudsiye ile; fevk-az zaman çıkıp, dünü bugün gibi hâzır görmektir. İkincisi: Bir sene kat'-ı mesâfe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki Sûretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikatı ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok merâtibden seyr-ü sülûk Sûretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesîre ile, ubûdiyetin enva'ına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubûdiyet-i evliya besatet peyda eder.

    Üçüncü Vecih: Fazilet-i a'mâl ve sevab-ı ef'âl ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki nasıl bir asker bâzı şerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibâdet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur'aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikaları, -o hizmet-i kudsiyede- o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet sahabeler mâdem İslâmiyetin tesisinde ve envar-ı Kur'aniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çıkar. Ümmetin اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle; sahabelerin, bütün ümmetin hasenatından hissedârlıklarını gösteriyor. Hem nasılki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet; ağacın dallarında büyük bir Sûret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasılki mebde'de küçük bir irtifa, gittikçe bir yekûn teşkil eder. Hem nasılki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik; daire-i muhîtada, bâzan bir metre 0kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misâl gibi, sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nûraniyesinin köklerinden, esâslarından oldukları, hem bina-yı İslâmiyetin hutut-u nurâniyesinin mebde'inde, hem Cemâat-ı İslâmiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinde, hem Şems-i Nübüvvet ve Sirac-ı Hakikat'ın merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. onlara yetişmek için, hakikî sahabe olmak lâzım geliyor.

     

    اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ اَصْحَابِى كَا لنُّجُومِ بِاَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ وَ خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

     

    Allahım! "Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz"(el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:132, Hadis No: 381) ve "Asırların en hayırlısı benim asrımdır"(Buhari, Şehâdât: 9, Fadâilü Ashâbi'n-Nebî: 1, Rikak: 7, Eymân: 10, 27; Tirmizi, Fiten: 45, Menâkıb: 56; İbn-i Mâce, Ahkâm: 27; Müsned, 1:378, 417, 2:228, 410, 4:267, 276, 5:350.) buyuran Efendimiz Muhammed'e, âline ve ashabına salât ve selâm et.orijinal

     

    "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.

     

    Sual: Deniliyor ki: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gördüler, sonra îmân ettiler. Biz ise görmeden îmân ettik. Öyle ise, îmânımız daha kavîdir. Hem, kuvvet-i îmânımıza delâlet eden rivayet var?

     

    Elcevab: Sahabeler o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakaik-i İslâmiyeye muârız ve muhalif iken; -sahabeler- yalnız Sûret-i insâniyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görüp, bâzan mu'cizesiz olarak, öyle bir îmân getirmişler ki; bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların îmalarını sarsmıyordu. Şübhe değil, bâzısına vesvese de vermezdi. Sizler iseniz kendi îmânınızı, sahabelerin îmânlarıyla müvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye, îmânınıza kuvvet ve sened olduğu halde; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve Sûret-i cismâniyesini değil, belki umum envar-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur'aniye ile nurani muhteşem şahs-ı mânevîsini bin mu'cizât ile muhat olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şübheye düşen îmânınız nerede! Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehûd'un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahabelerin îmânları nerede! Hem, sahabelerin kuvvet-i îmânlarını gösteren ve îmânlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvâları ve Kemâl-i salâhatları nerede! Ey müddei! Senin şiddet-i za'fından, ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük îmânın nerede! Amma hadîste varid olan ki, "Âhirzamanda beni görmeyen ve îmân getiren, daha ziyade makbûldür" meâlindeki rivayet, hususî fazilete dairdir. Has Bâzı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibariyledir.

     

    İkinci Sual: Diyorlar ki: Ehl-i velâyet ve ashâb-ı Kemâlât, dünyayı terketmişler. Hattâ hadîste var ki: "Dünya muhabbeti bütün hatâların başıdır." Halbuki, sahabeler dünyaya pek çok girmişler; terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednâsına, en büyük bir veli kadar kıymeti var, diyorsunuz?

     

    Elcevab: Otuzikinci Söz'ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gâyet kat'î isbat edilmiştir ki: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, Esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı Kemâldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibâdet ve mârifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcûdâtı, Esmâ-i İlâhiyenin âyinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar.

     

    Üçüncü Sual: Tarîkatlar, hakikatların yollarıdır. Tarîkatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddia olunan tarîk-ı Nakşbendî hakkında, o tarîkatın kahramanlarından ve imamlarından bâzıları esâsını böyle târif etmişler. Demişler ki:

     

    دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ َارِ تَرْكْ

    تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ

     

    Yâni, tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak; hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî mârifetullah ve Kemâlât-ı insâniye terk-i mâsiva ile olur?

     

    Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün mâsivayı terk, hattâ Esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedâr letâifi ve hâssaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letâifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir Sûrette.. kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramânâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.

     

    Dördüncü Sual: Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes'eleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i İzâma karşı müsavat dâva etmek neden ileri geliyor?

     

    Elcevab: Şu mes'eleyi söyleyen iki kısımdır: Bir kısmı, sâfi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; Bâzı ehadîsi görmüşler, şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve tergib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibaha gelirler. Diğer kısım ise gâyet müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i İzâma müsâvat dâvası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat dâvası altında icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalâlet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mâni olan tekâlif-i Şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Şu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hatâ edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?" İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytâniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu dâvaları ne kadar çürük, ne kadar esâssız olduğu Yirmiyedinci Söz'de kat'î bir Sûrette gösterildiğinden ona havale ederiz.

     

    Sâniyen; o kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyâ t-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalâlet, zaruriyâ t-ı dîniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki; müçtehidîn, nazariyâ ta ve kat'î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dâlalet, zaruriyâ t-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyâ t-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler. Heyhat! Değil bunlar gibi insan Sûretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat dâvasını kazanamadıkları, gâyet kat'î bir Sûrette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmiştir.

     

    اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ لاَتَسُبّوُا اَصْحَابِى.. لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابِى صَدَقَ رَسُولُ اللّهِ

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

     

    Allahım! "Ashabıma sövmeyin; sizden birisi Uhud Dağı kadar altın bağışlasa, Ashabımdan birinin bir avuçluk bağışının yerini tutmaz" buyuran Resulüne salât ve selâm et.(Buhari, Fedâilü Ashâbi'n-Nebî: 5; Müslim, Fedâilü's-Sahâbe: 221, 222; Ebû Dâvud, Sünnet: 10; Tirmizi, Menâkıb: 58; İbn-i Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 3:11.)


  17. Hâtime

     

    Asırlara göre Şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtem-ül Enbiya'dan sonra Şeriat-ı kübrâsı, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet nasılki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre Şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki: Ahkâm-ı Şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilâç olur. Enbiya-yı salife zamanında, tabakat-ı beşeriyye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki Şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt'ada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve Şeriatlar bulunurmuş. Sonra âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtat ile akvam-ı beşeriyye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek Şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı Şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hâl-i âlem, o hâle müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz.

     

    Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?

     

    Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine,zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur."

     

    İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlahiye mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle hânefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup Cemâatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzât dergâh-ı Kadıyy-ül Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu istemek için, imam arkasında Fatihayı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı Azam'a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizâm etmesiyle medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir Cemâat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, hânefî Mezhebi'ne göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.

     

    Hem meselâ, mâdem şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tadil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şafiî Mezhebi'ne göre: "Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medenî şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i hânefîye göre "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."

     

    İşte bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibariyle ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan; san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, Şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtal eder, bulaşma" mânevî kulağında bir sada-yı semâvî çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartıyla âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için Şeriat, mezheb-i hânefî namıyla ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur.

     

    Bir dirhem kadar fetva vardır." der, onu vesveseden kurtarır. İşte denizden iki katre sana misâl.. onlara kıyas et. Mizân-ı Şârânî mizanıyla, Şeriat mizanlarını bu Sûretle müvazene edebilirsen et.

     

    سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

    اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ تَمَثَّلَ فِيهِ اَنْوَارُ مُحَبَّتِكَ لِجَمَالِ صِفَاتِكَ وَ اَسْمَائِكَ بِكَوْنِهِ مِرْآةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَ مَنْ تَمَرْكَزَ فِيهِ شُعَاعَاتُ مَحَبَّتِكَ لِصَنْعَتِكَ فِى مَصْنُوعَاتِكَ بِكَوْنِهِ اَكْمَلَ وَ اَبْدَعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَ صَيْرُورَتِهِ اَنْمُوذَجَ كَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ وَ فِهْرِسْتَةَ مَحَاسِنِ نُقُوشِكَ وَ مَنْ تَظَاهَرَ فِيهِ لَطَائِفُ مَحَبَّتِكَ وَ رَغْبَتِكَ ِلاِسْتِحْسَانِ صَنْعَتِكَ بِكَوْنِهِ اَعْلَى دَلاَّلِى مَحَاسِنِ صَنْعَتِكَ وَ اَرْفَعَ الْمُسْتَحْسِنِينَ صَوْتًا فِى اِعْلاَنِ حُسْنِى نُقُوشِكَ وَ اَبْدَعِهِمْ نَعْتًا لِكَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ وَ مَنْ تَجَمَّعَ فِيهِ اَقْسَامُ مَحَبَّتِكَ وَ اِسْتِحْسَانِكَ لِمَحَاسِنِ اَخْلاَقِ مَخْلُو قَاتِكَ وَلَطَاءِفِ اَوْصَافِ مَصْنُو عَاتِكَ بِكَونَهِ جَمِعًالَمِحَاسِنِ الاخلاق كَافَّةً بِاِحْسَانِكَ وَ لِلَطَائِفِ اْلاَوْصَافِ قَاطِبَةً بِفَضْلِكَ وَ مَنْ صَارَ مِصْدَاقًا صَادِقًا وَ مِقْيَاسًا فَائِقًا لِجَمِيعِ مَنْ ذَكَرْتَ فِى فُرْقَانِكَ اِنَّكَ تُحِبُّهُمْ مِنَ الْمُحْسِنِينَ وَ الصَّابِرِينَ وَ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُتَّقِينَ وَ التَّوَّابِينَ وَ اْلاَوَّابِينَ وَ جَمِيعِ اْلاَصْنَافِ الَّذِينَ اَحْبَبْتَهُمْ وَ شَرَفْتَهُمْ لِمَحَبَّتِكَ فِى فُرْقَانِكَ حَتَّى صَارَ اِمَامَ الْحَبِيبِينَ لَكَ وَ سَيِّدَ الْمَحْبُوبِينَ لَكَ وَ رَئِيسَ اَوِدَّائِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اِخْوَانِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.

     

    "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.

     

    Allahım!

     

    Esmâ-i Hüsnânın tecelliyâtına câmi bir ayna oluşu sırrıyla, esmâ ve sıfâtının güzelliğine olan kudsî muhabbetinin envârı onda temessül eden,

    masnuâtının en ekmeli ve en bedîi, kemâlât-ı san'atının enmuzeci ve mehâsin-i nukuşunun fihristesi olması hasebiyle, masnuâtındaki san'atına olan kudsî muhabbetinin şuaları onda temerküz eden,

    mehâsin-i san'atının en âli dellâlı, nukuşunun güzelliklerini ilân edenler arasında sesçe en yüksek oluşu ve kemâlât-ı san'atının en güzel medîhelerini dile getirişi sebebiyle, san'atının istihsânına muhabbet ve rağbetinin en lâtif cilveleri onda tezahür eden,

    Senin ihsânın olan mehâsin-i ahlâkın kâffesini ve eser-i fazlın olan letâif-i evsâfın hepsini câmi olması sırrıyla, mahlûkatının güzel ahlâkına ve masnuâtının lâtif evsafına olan muhabbet ve istihsânının aksâmı onda tecemmu eden,

    Furkan'ında muhsinlerden, sâbirlerden, mü'minlerden, müttakîlerden, tevvâbînden, evvâbînden ve Kendini onlara sevdirdiğin ve muhabbetinle onları şereflendirdiğin bilcümle esnâf-ı ibâdın için doğru bir mihenk ve fâik bir mikyas teşkil eden, ve öyle bir mihenk ve mikyas ki, Senin habiplerinin imamı ve Senin mahbuplarının seyyidi ve Senin dostlarının reisi olan zâta, bütün ashâbına ve ihvânına, salât ve selâm et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn.


  18. Yirmiyedinci Söz - İçtihad Risalesi

     

    Bediüzzaman Said Nursi

     

    Beş-altı sene mukaddem, Arabî bir risalede, içtihada dair yazdığım bir mes'ele, iki kardeşimin arzularıyla, o mes'eleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu söz, o mes'ele-i içtihadiyeye dair yazıldı.

     

    ِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلَى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ

     

    "Eğer o meseleyi Peygambere ve mü'minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi." Nisâ Sûresi, 4:83.

     

    İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye "altı mâni" vardır.

     

    Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı anında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahrîbatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet'e cinâyettir.

     

    İkincisi: Dinin zaruriyâ tı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyâ t, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet'in nazariyât kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid'akârane bir hıyanettir.

     

    Üçüncüsü: Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer metâ mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insâniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yâni çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi... Ve selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.

     

    İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuat ve muhâverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, "nûrun alâ nûr" sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

     

    Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tâbiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur'an'ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamânâ nisbeten, on defa daha fazla zamânâ muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan'ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun nazîri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hâzırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabûlünden geri kalmıştır. Onun için "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.

     

    Dördüncüsü: Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü' meyli bulunur. O meyl-i tevessü' ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi' için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi' değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyâ t-ı diniyenin imtisâli tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü' ve irade-i içtihad bulunsa; o Kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyâ tı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi' ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmağa vesiledir.

     

    Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semâviyedir ve içtihadat-ı Şer'iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semâviyedirler.

     

    Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek'at kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semâvî değildir.

     

    İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki Şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzât saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.

     

    Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yâni "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû'-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülemâ-i Şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû'-i ihtiyarıyla olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."

     

    İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme Sûretine giren çok umûrlar vardır ki; sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semâvî olamaz, şer'î değil. Halbuki semâvat va arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur. Meselâ: Bâzı gafiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi, Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi, iki sebeb için istihsan ediyorlar.

     

    Birincisi: "Tâ, siyaset-i hâzıra avâm-ı müslimîne de o Sûretle tefhim edilsin." Halbuki siyaset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir. Halbuki minber, vahy-i İlahînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki, o makam-ı âlîye çıkabilsin .

     

    İkinci sebeb: "Hutbe, Bâzı suver-i Kur'aniyenin nasihatları anlaşılmak içindir." Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâ tı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyâ t-ı şer'iye ve mesâil-i dakika ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur'aniyenin -eğer mümkün olsaydı- tercümesi (Haşiye) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat'iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve îmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki bir âmi ne kadar câhil dahi olsa, Kur'an'dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmâliyeyi anlar ki: "Herkese ve bana mâlûm olan îmânın rükünlerini ve İslâmiyet'in umdelerini hatib ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirat var ki; arş-ı âzamdan gelen Kur'an-ı Hakîm'in i'câzkârane, müfehhîmâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin!

     

    Altıncısı: Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirlerdi. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesâfede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.

     

    Eğer desen: "Sahabeler de insandırlar, hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki içtihadatın ve ahkâm-ı şeriatın medârı, sahabelerin adâlet i ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet "Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler" diye ittifak etmişler.

     

    Elcevab: Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka aşık, sıdka müştak, adâlet e hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesâfe Arşdan Ferşe kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb'ın derekesinden â'lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime'yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ı âlâ'yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.

     

    İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime'nin maskara-âlûd müzahrafat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübahat ve mi'rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risâlet'in hazine-i âliyesinde en revaçlı bulunan ve şaşaa-i cemâliyle içtimaat-ı insâniyeyi nurlandıran sıdkavedoğruluğave hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer'iyye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat'îdir, zarurîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesâfe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.


  19. REFORMACI İNANDIĞINDAN ŞÜPHE EDENDİR

     

    Reformacı, eski şeklin ismini ve güya esasını muhafaza edip, onu zannınca bazı ihtiyaçlara göre yenileştirmek isteyendir.

     

    Reformacı, yani ıslâhçı, her hangi bir dava ve mevzuu, ister maziye ister istikbale doğru olsun, yekpare bir vahid olarak kabul edemeyen biçare idrak bünyesidir. Ne attığını tam atabilir, ne de aldığını tam alabilir.

     

    Reformacı, dış şartları davanın öz bünyesine tâbi kılacak hâlis ve mutlak mekûreci olmak yerine, davanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta mahzur görmeyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.

     

    Reformacı inandığından şüphe edendir.

     

    Tanzimat hareketi, dinin merkezinde olmasa bile, muhitinde, çok aciz, şaşkın ve kısır bir reformacılık hareketidir.

     

    Meşrutiyet hareketi, bu reformacılığın, daha az şaşkın, fakat daha çok idraksiz, üstelik büsbütün tereddi ifade eden garp züppelerinin elinde, devamıdır.

     

    Son devir, reformacılığı bozdu ve Garbı ta kökünden benimsemeye kalkarak, davayı menfi tarafından tezatsızlığa götürmek istedi.

     

    Herhangi bir davanın istediği, muhakkak ki tezatsızlıktır, fakat hangi istikametten? Küfürden mi,İmandan mı?

     

    Nihayet, sun'î ışıkları ne kadar zengin olursa olsun, güneşi kaybetmiş bir beldenin korkunç hali gibi, tepemizde kanat açan ve mıhlanıp kalan manevi kara bulut, yekûn halindeki eksikliğin din ve iman olduğunu ihtar edince, ortalıkta yeni bir sınıfın üremesine istidat açıldı: Bunlar, gûya din taslayan veya taslaması ihtimali olan yeni reformacılardı…

     

    Bir çok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lâzımdır. Elbette Allah'a inanılır. Peygambere bazılarınca lüzumludur bazılarınca değildir.Kur'an bazılarınca Allah'ın kitabıdır, bazılarınca değildir. Peygamberi ve Allah'ın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz lüzumludur. Abdest imkansızdır. Kadın hayattaki yeni mevkiinden geriye sürülemez. Kur'an her dilde Kur'andır. Kur'anda malûm ibadetlerin bir çoğuna sarahat yoktur. Bunların hepsi ham yobazlar tarafından icat edilmiştir. Hadisler hep uydurmadır aklın kabul etmediği hiçbir şey doğru olamaz; akıl ve fen her sırrı teftiş ve murakabede biricik mizandır. Bütün dini merasimi bediiyatçılar elinde güzelleştirmek icap eder. Zaten tasavvuf dinin bu eksikliğini tamamlamak için sonradan bulunmuştur. Şeriat hükümlerini cemiyet kanunları yerine geçmesi mânasızdır. Vesaire vesaire… Bu hünsâ ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartiyle, harikulâdedir, güzeldir, şarttır, mutlaka lâzımdır, onsuz hiçbir şey olmaz. Allah bir ve ebedidir, ruh vardır, Peygamber mutlaka cihanın en büyük adamıdır fakat!!! İşte bu "fakat" işin en belâlı dönemeci…

     

    Henüz seslerini işittirebilecek hale gelmemiş olsalar da yarın birden bire zuhurları pek muhtemel olan devrin reformacıları, bugün tam dinsizlere tam dindarlar arasında bir köprü vaziyetindedirler; ve aralarında, mebuslar, profesörler, doktorlar, muharriler, mühendisler, avukatlar ve daha neler, neler vardır! Bunlar, umumiyetle "münevver" klişesinin belirttiği zümrelere mensupturlar ve şaşkın Tanzimat efendisinin sadece muhite bağlı mütereddit reformacılığına karşılık, dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyen biri merkezi reformacılık üzerindedirler. Yani akıllarınca İslâmiyeti merkezinden değiştirecekler, muhite tatbik edebilecekler, böylece büyük eksiği tamamlayacaklardır.

     

    Reformacı der ki: "Allah'a ve Peygambere evet, Şeraite hayır!" Yani güneşe evet, ışığına hayır O kadar saçma!...

     

    Aralarında, hiçbir şeye hiçbir cüz'iyle inanmayan sahtekar istismarcıların da bulunduğu yerli reformacılar zümresi, kime ve neye ve ne nisbette samimiyetle inanırsa inansın, gerçek Müslüman gözünde, zift renkli inkârdan daha kara, daha tehlikeli ve mukavemeti daha zor bir küfür şubesini temsil eder.

     

    Düpedüz kâfir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir; hidayet vincine bağlanırsa olduğu gibi doğrulur, yüzer, mükemmel bir tekne halini hemen kazanır. Fakat reformacı, gûya denizde yüzeni ama her noktasında su sızan, kırık dökük,perçin ve macun kabul etmez bir teknedir. İkincisini kurtarmak, birincisinden çok daha zor…

     

    Üstelik reformacı, mücerret fikir ve dâva haysiyeti bakımından da, hem mü'min hem kâfirin nefretini kazanmış, mitolocya unsurları gibi, başı insan, vücudu keçi, bir hilkat galatı...

     

    Yarın kendilerine bir zuhur planı açılmasını muhtemel gördüğümüz reformacılar, üç katlı evlerinin üst katında tam bir İslâmi edeple ellerini Allah'a açan ihtiyar annelerinin hakkiyle, alt katta erkek arkadaşlarına kokteyl veren ve onlarla mayo içinde dans eden kızlarının hakkını , "Allah'ın hakkını Allah'a, Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz" tarzında bir demagocya tesellisi içinde ve aynı zaman ve mekanda barındırmak isteyen muhteşem ve ebediyen mahrum nasipsizlerdir. Biricik fârikaları, münevverlik ve okumuşluk yaftası altında salâh kabul etmez bir enayilik ve cahilliktir.

     

    Fakat sayıları günden güne çoğalan bu tip insanların, pestenkeranî bir açıkgözlülükle bir gün İslâmiyet himayeciliğine geçmeleri ve kendileri gibi "fasl-ı müşterek" noktasında oturanları, avlamaya yeltenmeleri daima mümkündür.

     

    Bunlar, topyekûn en çok, "softa" diye isimlendirdikleri, şeraitin kışrında ve kabuğunda kalmış tiplere düşmandırlar. Bilinmezler ki, kendileri de, o örnekler de biri menfî ve öbürü müspet taraflardan şeriatı heva ve nefsaniyetlerine, aynı zamanda dar ve basık ruhlarına tatbik suretiyle hakikatten uzak kalmış iki örnektir.

     

    Reformacılar arasında mühim bir zümrenin, imân adına hiçbir zerreye mâlik olmaksızın, insan kitlelerini sevk ve idarede dini sadece vasıta ve "maslahat" unsuru kabul etmiş esfeller olmasına karşılık,havai ve nefsani tefsirler, hiç farkında olmadıkları küfür şeklini din sanan ve keyiflerine göre din icat ettiklerinin farkında olmayan bedbahtlar… Bazı gözlerin, görmek fiilini büsbütün kaybetmek için yaratılmış olması gibi, bunların bilgi ve anlayışı da, bilgisizlik ve anlayışsızlığın ta kendisidir. Bunlar emirler ve yasakların ruhunu, sağa doğru uzaklaşarak bozan müspet kaba softalara inat, sola doğru uzaklaşarak bozan menfi kabalık timsalleridir; ve birincilerin aksülâmeli olarak doğmuşlar ve türemişlerdir.

     

    Bir de, Türkiye dışının reformacıları var ki, üstelik ilmi bir nikap altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslâmı fesada sürüklemekten başka rolleri yoktur.

     

    Reformacı, ne türlüsü olursa olsun, İslâmı harap bir bina farz edip onu dışından payandalamak, ahşap evlere dışardan çimento püskürtürcesine, onu dışından desteklemek, onu yardıma muhtaç bilip bu yardımı dışından tedariklemek gayretinde bir fikir haini ve iman yoksunudur.

     

    Birinci hüküm, İslâm inkılâbı bunlarla olamaz!

     

    İdeolocya Örgüsü - shf: 173-177


  20. Gazze Konvoyuna yazılan bir güzelleme...

     

    Mısır kilit ülke...

     

    Sayılan Benna-Kutup-Udeh Müslüman Kardeşler Hareketinden...

     

    Şehidlik konusunda Üstad gibi ihtimalli cevap vermemiş yazar, gönlündekini dile getirmiş...

     

    Ehl-i Sünnet dışı bu tür zavallı hareketlerin bir Akıncı tarafından siteye taşınması şaşırttı beni. İnşallah biraz daha dikkat edersin Gönüldaş. Bu isimleri gören adam Mahkum da bunlardan mı acep dese... Mazallah.

    Esselamun Aleyküm.


  21. Evet, Cübbeli Ahmet ''Efendi Babamızın arkadaşıdır'' diyerek Mahmud Efendi'nin icazet aldığı Veli'nin Arvasi Hazretlerinin arkadaşı olduğuna işaret etmiştir.

     

    Verdiği bilgiler için ibniss Gönüldaşa teşekkür ederim.

     

    Not: Ne alakası var şimdi Cübbeli Ahmet'le bu konunun :) Yahu, Onu mütala edecek yer mi bu başlık. Hemen araya sokuşturulmuş. İlahi... :)

×
×
  • Create New...