Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HİÇ

Editor
  • Content Count

    948
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    92

Posts posted by HİÇ


  1. KADINLARIN CEMAATE GELMELERİ GEREKİR Mİ?

     

    Ümmü Seleme (r.anhâ)’nın nakline göre Hz. Peygamber (s.a.v.) söyle buyurmuştur: “Bir kadının geceledigi odasında kılacağı namâz, evinde (sofa) kıldığından daha hayırlıdır. Evinde kıldığı namâz konağında kıldığı namâzdan daha hayırlıdır. Konağında kıldığı namâz, kavminin mescidinde kıldığından daha hayırlıdır.”(Münziri, Tâberânî)

    Hz. Âişe (r.anhâ) söyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınların kendisinden sonra ortaya çıkardıkları (zînet, güzel koku, güzel elbise gibi) şeyleri görseydi İsrailoğulları kadınlarına yasak edildiği gibi onların mescide gelmelerini yasaklardı.” (Müslim)

    Ebû Amr es-Seybânî’nin, Abdullâh’ı bir cuma günü kadınları mescidden çıkarıp “Evinize gidiniz, bu sizin için daha hayırlıdır” derken gördüğü nakledilmiştir. (Tâberani)

    Yukarıdaki hadîsler, kadının mescid dışında evinde kılacağı namâzın mescidde kıldığından daha fazîletli olduğuna delîldir.

    Bunun sebebi, -uzak bile olsa- fitne çıkma ihtimâlidir. Bu ihtimal, yakın ve beklenen bir şey olsa veya bilfiil gerçekleşmiş bulunsa sakınca daha ağır olur ve kadının evinde kılması fazîlet olmaktan çıkar, vâcib ve tek seçenek haline gelirdi. Bundan dolayı Hz. Âişe (r.anhâ) ve Ebû Amr (r.a.) hadîsinde olduğu üzere sahâbîler kadınların mescide gitmelerini yasaklamışlardır. İbn Mes‘ûd (r.a.), yemin ederek ve yemininde ağır ifâdeler kullanarak şöyle derdi: “Bir kadın için -hac veya umre hali hâriç- evinden daha hayırlı namâz kılacak bir yer yoktur. Ancak kocaya gitme yaşı tamamen geçmis, dönüşte olan kadınlar bundan müstesnâdır.” Kendisine “Dönüşten kasdın nedir?” diye sorulduğunda: “Bir ayağının çukurda olmasıdır.” diye cevâb verirdi. (Taberani)

    Ancak kadınların hacc veya umrede tavaf için mescid-i Haram’a veya Peygamber (s.a.v.)’e salât ü selâmda bulunmak için Mescid-i Nebî’ye gelmiş olan bir kadının, bu mescidlerde tahiyyetü’l-mescid namâzı veya farz namâzı kılmalarında herhangi bir sakınca yoktur.

     

    (Eşref Ali et-Tehânevî, Hadislerle Hanefi Fıkhı 3.c. s.324-326)

     

    23 Şubat, Mevlâna Takvimi

    • Like 2

  2. İyi de Nilüfer erkekler ağlamaz diyor. Yalan mı söylüyor kadın.

     

    kardeşim kusura bakma da bu nasıl bir yorumdur? şöyle mükemmel bir yazının altına değil yazılacak asla ve asla yazılmayacak bir yorum senin bu yaptığın. ya insan hiç düşünmez mi kardeşim. yukarda kimlerin sözleri var görmüyor musun? Allah Rasulu sav in sözü var kardeşim. Sahabenin sözü var birader!

     

    nilüfer dediğin kaç kuruşluk insan ki böyle saçma ve düşünceden uzak bir yorum yapıyorsun? müslüman "basiret" gözüyle bakar, "basiret" ile düşünür, "basiret" ile yazar.

     

    yorumunu düzeltme seçeneğinden yorumunu tekrardan düzenle ben de sana teşekkürlerimi sunarım.

     

    Allaha sığınırız kardeşim yapma etme...


  3. sinemaya gitmiyorum o yüzden evimde ilerleyen zamanlarda belki izlerim. izleyen arkadaşlar güzel değerlendirmeler yapmış Allah razı olsun. mütereddid kardeşimin eklediği yazı ister istemez "acaba mı" dedirtecek cinsten. bir taraftan da mahlas kardeşin haklı olarak "o zaman Fatih niye Ayasofyada namaz kılarken gösterilmedi" eleştirisi var. madem ki Ayasofyanın üzerinde durulacak, ilk cuma namazı sahnelenmeliydi. Akşemsettin Hazretlerinin , Fatihi azarlaması, ikaz etmesi, malumdur ki 3 kere tekbir almıştır Sultan Fatih ve orda Fatihin üstünlüğü ortada lakin Akşemsettin Hazretlerinin sualinde "ilk 2 tekbirde neredeydin?" mesajı da bulunmaktadır ve burada Akşemsettin hazretlerinin olayı bilmediği değil aksine tamamen vakıf olduğu ve Fatihi neden ilk 2 tekbirde gafil oldun uyarısı mevcuttur.

     

    ne şanlı bir ecdadın evlatlarıyız, Allahu Teala onları anlayabilmeyi nasip eylesin...

     

    inşallah Ayasofya'nın zeminine secde edeceğimiz günler yakındır...Allah en kısa zamanda nasip eylesin...

    • Like 1

  4. MTTB'nin varisi Fatih Gençlik Vakfı

     

    MTTB’nin 47. ve 48. Dönemi’nde Fatih Sultan Mehmed Hân’a layık bir eser vücuda getirmek gâyesiyle bir komite kurulmuş ve halktan para toplanmıştı. Orta Öğretim Komitesi adını taşıyan bu komitenin gâyesi sâdece rozet mukâbili halktan yardım toplamaktı. Bu şekilde toplanan 200 bin TL civarındaki yardım 48. Dönem MTTB Genel Başkanı İsmail Kahraman’a teslim edilmiş ancak Fatih Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak güzel bir eser vücuda getirme düşüncesi 1971 Nisan’ına kadar fiiliyata geçirilememişti.

    50. Genel Kurul’da MTTB Genel Başkanlığı’na seçilen Muhterem Ömer Öztürk, bu düşünceyi hayata geçirmek için hemen işe koyuldu. Bu öyle bir eser olmalıydı ki ecdâdın ebediyete uzanan eserlerine benzemeliydi: Sebiller, imarethaneler, köprüler, kervansaraylar, hanlar, çeşmeler, mekteblerle... Ecdâd kendini mezarında mütevâzî bir şekilde; fakat eserlerini cemiyetin hizmetinde bırakmayı tercih etmişti. Onların torunları olduğumuzu iddiâ eden bizlerin, onların rûhlarına tezat teşkil edecek birtakım teşebbüslerde bulunmamız elbette düşünülemezdi.

    Muhterem Ömer Öztürk, bu düşüncelerin neticesinde Fatih Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak en uygun eserin bir Vakıf kurulması olduğuna karar verdi. Daha önceki dönemlerde toplanan 200 bin TL civarındaki paranın 140 bin TL’si ile İsmail Kahraman, noter kanalıyla kendi adına vakıf tesis senedi hazırlamış, bakiyesi (60 bin TL civarındaki para) ise İsmail Kahraman nezdinde kalmıştır. Muhterem Ömer Öztürk, bu vakıf senedini kabul ederek hemen teşebbüslerine başlamış, kuruluş hazırlığını tamamlayarak 18 Haziran 1971 günü İstanbul 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne mürâcaat etmiştir. Yine aynı mahkemenin verdiği 21 Haziran 1971 tarihli kararı ile Fatih Gençlik Vakfı resmen tescil edilmiştir.

    Ağustos 1971 tarih ve 13919 sayılı Resmî Gazete’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tescilinin yayınlanmasıyla Fatih Gençlik Vakfı’nın resmen kuruluşu tamamlanmış ve Muhterem Ömer Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı döneminin önemli icraatları arasına girmiştir.

    Fatih Gençlik Vakfı kuruluşunun hemen akabinde faaliyetlerine başlamıştır. En önemli faaliyetlerinden biri olan Yüksek Öğretim Öğrencilerine burs vermeye, yine aynı yılda (1971-72 Öğretim Yılı) 15 kişiye karşılıksız olarak kişi başına ayda 300 TL ve 8 ay süreli olarak başlamıştır. 300 TL ile başlayan burs miktarı aynı dönem Nisan ayında 400 TL’ye çıkarılmıştır. 1972-73 Öğretim Yılı’nda bursiyer sayısı 50 kişiye çıkarılmış, takip eden yıllarda bu sayı artarak devam etmiş ve kısa zamanda 150 öğrenciye ulaşmıştır.

    Öğrencilerin hem ilmî hem de kültürel gelişimlerini de dikkate alan Vakfımızın Kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün, maddî ve manevî gayret ve himmetleri ile 1973 yılında 1 milyon TL civarında bir yatırımla İstanbul’un en büyük birkaç matbaasından birine sahip olan Vakfımız faaliyetlerini bu yönde de devam ettirmiştir. Kısa bir hesap yapmak sûretiyle kuruluşunda vakfedilen 140 bin TL’lik paranın kaç öğrenciye ne kadar zamanda burs olarak dağıtılabileceği ortaya çıkar. Buna rağmen her yıl hem öğrenci sayısı hem de burs miktarının artarak devam etmesi, bunun yanında ayrıca döneminin ilk beşi arasında gösterilen matbaa işletmesinin kuruluşu için yapılan yatırım da ancak Vakfın kurucusu olan Muhterem Ömer Öztürk’ün gayret ve himmetleriyle mümkün olmuş ve olmaya devam etmektedir.

    1980 ihtilali ile faaliyeti durdurulan MTTB’nin 1986 yılında İstanbul Valiliği tarafından fesh edilmesi neticesi tüzüğünde bulunan “Fesih halinde tüm mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na devredilir” maddesi gereğince yine İstanbul 1. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 12.02.1988 tarih ve 982/72 no’lu kararıyla bütün mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiş, böylece MTTB’nin tek vârisinin de Fatih Gençlik Vakfı olduğu karar altına alınmıştır.

    Fatih Gençlik Vakfı, tâ kuruluşundan beridir, Üniversite Gençliği’nin maddî ve ma’nevî her türlü ihtiyacına cevap vermek için, Kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün maddî ve ma’nevî yardım ve himmetleri ile faaliyetlerini devam ettirmektedir.

     

    (elhamdulillah)

     

    http://www.dirilisnesli.com/362_MTTB-nin-varisi-Fatih-Genclik-Vakfi.htm


  5. İmamı Gazzali, Ihya'nın Taksimatül Münazaraat bölümünde şöyle diyor: "içtihad mertebesine ermeyenler ise, ki çağımızın bütün ilim adamlan böyledir, o tabi olduğu mezhebin fetvasını nakil ederek cevap verir. Mensubu bulunduğu mezhebin fetvasının delilini zayıf görse bile, onu terk etmez."

     

    (Ehli Sünnet Akaidi / Mehmed Çağlayan)

     

    koskoca İmamı Gazali Hazretleri kendi devri için bu sözleri sarfedeken, günümüzün İslam adına konuşan reformistleri ki ;bunların hepsini toplasana havanda dövsen ilim olarak İmamı gazali hazretlerinin kesip attığı tırnak olamazlar; nasıl bir hezeyan içerisindedirler ki hadleri olmadan aba altından müçtehidliklerini ilan ederler. İmamı Gazali hazretleri bile böyle bir ilme vakıfken İmamı Şafii hazretlerinin mezhebini tercih etmişken bunların bu tavrı malum olduğu üzeredir ki "dini tamir davasında din tahripçiliği" nin tescillisidir. Bunların şerlerinden Allaha sığınırız ve müslüman kardeşlerimize bu mezhepsizlik fitnesine karşı uyanık olmalarını tavsiye ederiz...

     

    Allahu Teala İmamı Gazali Hazretlerinden razı olsun...


  6. Muhammed Kutub’la hasbıhal?

    11/08/2006

     

    Okur meraklı. Tadında kalması şartıyla, okurun meraklısı iyidir. Geçen seferki yazımda Muhammed Kutub’a yaptığım atıf üzerine, meraklı okurlardan bazıları soruyor: “Ne konuştunuz?”

     

    Anlatayım. Aslında Üstad Muhammed Kutub ile olan görüşmemizi bir iki yazıyla aktarmak istiyordum. Fakat umre ziyaretimiz üzerine araya daha yoğun gündemler girdi. Netice itibarıyla, yazmak istediğim yazıyı bir türlü yazamadım.

     

    Muhammed Kutub, bilindiği gibi İslam dünyasının yakından tanıdığı bir İslam mütefekkiri. Yirmiyi aşkın eserinden bir çoğu Türkçe’ye de çevrildiği için, Türkiyeli okur tarafından da tanınıyor.

     

    Onun Türkiye ile olan ilişkisi, sadece çeviri eserleriyle sınırlı değil. O kendini Osmanlı olarak gören biri. Bu yüzden, İstanbul’u mesken tutmuş. Bilenlerin malumu, yıllar boyunca her yılının bir kısmını İstanbul’da, Beylerbeyi’nde geçirmiş. İstemiş ki çocukları Türkçe’yi Türkçe’nin vatanında öğrensinler. İstediğini elde etmiş de. İki oğlu da, Türkçe konuşabiliyor. Bize, büyük oğlu Üsame klavuzluk etti. Benimle güzel bir İstanbul Türkçesi ile konuştu.

     

    Üstad Kutub, Mekke’de ikamet ediyor. 80’ine merdiven dayamış olmasına rağmen hayli dinç ve sağlıklı görünüyor. Ağabeyi Seyyid Kutub’un şehadetinin 40. sene-i devriyesi münasebetiyle, onun Seyyid Kutup hakkındaki sorulara verdiği cevaplardan bir kısmını okurlarımla paylaşmak istiyorum.

     

    Üstad Muhammed Kutub, muhatabını can kulağıyla dinliyor ve tane tane konuşuyor. İlk fark ettiğim şey, kendisine İngilizce sorulan suallere İngilizce cevap vermek istemediği. Yol refiklerimizden Prof. Dr. Nihat Bengisu ve Amerika’dan gelerek kafilemize katılan Dr. Murat Güzel beylerin İngilizce sorularına Arapça cevap vermesi, bunun bir delili.

     

    Üstad Muhammed Kutub’un, akademik kariyerinin İngiliz Edebiyatı olduğunu biliyor muydunuz? Şahsen ben kendisinden öğrendim. Ağabeyinin kendisine tefekkür ve yazarlık konusunda rehberlik yaptığını söylüyor. “Merhum Seyyid sayesinde İslami bir yazar olarak intişar ettim” diyor. Kendisi de, 10 yıla yakın hapiste yatmış. Ağabeyinin mücadelesine ortak olmuş. Daha sonra Mısır’ı terk edip Suudi Arabistan’a yerleşmiş.

     

    Mükalememiz Arapça sürüyor. Hoşbeşten sonra, sohbetin akışı bizi doğrudan Şehid Kutub konusuna getirdi.

     

    Seyyid Kutub hakkındaki anılarını kendi kaleminden okumak istediğimizi söylediğimde, burukluğunu belli ederek “O benim hem üstadım, hem kardeşim, hem de parçam” dedi. Belli ki, onun hakkında konuşmak bile üstadı yoruyordu. Üstelemediğimiz halde, Seyyid Kutub’un hayatını baştan sona anlattı. Yetiştikleri evi tasvir etti. Merhum Seyyid sayesinde bir medrese haline gelen evlerindeki ilim ve tefekkür atmosferinin derinliğini dile getirdi.

     

    İhvan-ı Müslimin lideri Hasan el-Benna’nın suikasta kurban gidişini, Seyyid Kutub’un hayatındaki dönüm noktalarından biri olarak işaret etti. O sırada Merhum Şehid boğazından ameliyat olmak için hastanede yatmaktadır. Hasan el-Benna’nın şehid olduğunu tevafuken öğrenir. Şöyle ki: Hastane personeli kutlama yapmaktadır. Nedenini sorduğunda, Hasan el-Benna’nın şehid olduğunu öğrenir. İşte o anda ve orada farkı fark eder ve kararını verir. Döndüğünde İhvan-ı Müslimin teşkilatıyla birlikte çalışmaya başlar.

     

    Üstada, Seyyid Kutub’da gördüğümüz keskin Doğu-Batı karşıtlığına katılıp katılmadığını sordum. Verdiği cevabın özetini, önceki yazımda aktarmıştım. Üstadın Batı’ya (ve ABD’ye) bakışı oldukça netti: Bize verecek hiçbir şeyleri yok. Ebu Gureybi ve Guantanamo’yu dile getirdi. Avrupa ile bizim farkımız medeniyet farkı değil, mahiyet farkıdır dedi ve ekledi: “Onlar (Promethe efsanesine atıfla) Yaratıcı ile savaşır, bizler teslim oluruz.”

     

    “Bütün bu olanlarda hayır vardır” dedi ve ekledi: “Allah Kur’an’da açıkça vaad ediyor. Ben İslam’ın gelecekteki parlak hakimiyetinin müjdesini Kur’an’da görüyorum” diyerek şu ayeti okudu: “O (Allah), Elçisini hidayet ve hak din ile gönderdi; böyle yaptı ki, onu tüm (batıl) din (ve hayat tarzlarının) üzerine galip kılsın.”

     

    Bir de yaşanan bir örnek verdi: İslami tesettür. “Arap topraklarında tesettürlü sayısı Türkiye’dekinden kat kat fazladır. Ama, İslami tesettür bilincinin en yüksek olduğu yer, eminim ki Türkiye’dir” dedi. Bu durumu, Türkiye’deki tesettür yasağına bağladı. Üstüne basa basa söylediği şuydu: “Çektiklerimiz bizi olgunlaştıracak”

     

    Bir cümlesi çok dikkat çekiciydi: “Müslümanların kendine gelmesi bir anda olacak.”

     

    Murat Güzel bey, Fi-Zılali’l-Kur’an’da geçen bazı yorumlarından yola çıkarak, Seyyid Kutub’un “tekfir” hakkındaki düşüncesini sordu. Üstad Kutub, bu konuda ağabeyine yapılan ithamların asla haklı olmadığı söyledi ve ekledi: “O Müslümanı asla tekfir etmiyor; onun yaptığı tek şey, Allah’ın hükmünü dile getirmekten ibarettir.” Ağabeyinin, “Bizler davetçiyiz, kadı değil” dediğini aktardı.

     

    Biz bu sözü, İhvan’ın ikinci lideri Hasan el-Hudeybi’nin eserinin adı olarak biliyorduk. Bazıları bu kitabı, Şehid’in Yoldaki İşaretler kitabına bir reddiye olarak takdim eder. Meğer, kitabın adı bile, Seyyid Kutub’dan mülhem imiş.

     

    Üstad önemli bir iddiada, hatta meydan okumada daha bulundu: “Merhum Şehid’in insanları şiddete çağıran bir tek cümlesi yoktur”.

     

    Dünyada yaşayan bir şehid ile, ahirette yaşayan bir şehidi konuşmak ne güzel!

     

    Sami Hocaoğlu

     

    sami hocaoğlu müstear isminin sahibi mustafa kazankayadır yani mustafa islamoğlu. vakit gazetesinde sami hocaoğlu diye yazarken, abdestsiz Kurana dokunulabilir makalesine yine aynı gazetede yazan ali eren hocaefendinin ilmi cevabından sonra arif çevikel diye yazmaya devam etmiştir.

     

    o yüzden ne mustafa kazankayanın, ne mustafa islamoğlunun, ne sami hocaoğlunun, ne arif çevikelin ve bundan kaç tane varsa hiçbirinin ne düşündüğü umrumda değildir...

    • Like 2

  7. Nazım Hikmet Ran…

    Nazım Hikmet mevzuu geçince aklıma hep ‘Nazımım…’ geliyor Kurtlar Vadisinden…

    Kemal Sunal’ın bir filmi vardı… Buzdolabı, pantolon reklamında filan oynuyor Sunal… Millet ise reklamda oynayan şahsiyete güvenip alıyordu reklam ürünlerini ama… Ama işte… Sonra o ürünler fosss… Şu yağlama yıkama var ya, dünyanın en bakılmazını fanuslar içerisine aldırır, biz de önümüzde sanat icra ediliyor diye öyle ağzımız açık bakakalırız… Oysa her şey yalandan ibaret…

    ‘’Makineleşmek İstiyorum’’ şiiri Nazım’ın en güzel şiiri…

    ‘’Trrrrum,

    trrrrum,

    trrrrum!

    trak tiki tak!

    Makinalaşmak

    istiyorum!’’

    Şu şiirdeki sanatın reklamını nasıl yapmak gerekir, bilmem ki? Makina genç galiba...

    ‘Trrrrum,

    trackakık,

    cızızkık!

    Trak tiki zonk!

    Hurdalaşmak

    istemiyorum!’

    Bu şiiri de ben yazdım işte... Kominist arkadaşlar yapsınlar reklamımı, beni yoldaşları olarak görsünler de bak... Bak o zaman bu şiirden ne anlamlar çıkarırlar... Gözlerinde dünyanın en büyük şairlerinden olurum... Benim şiirime biraz yağ gerekiyor, e onu da siz ekleyin artık...

     

    ‘’Gelsene dedi bana

    Kalsana dedi bana

    Gülsene dedi bana

    Ölsene dedi bana

     

    Geldim

    Kaldım

    Güldüm

    Öldum’’

    Yani şu şiirdeki inceliği görememek demek... Yani başka bir şey demiyorum... Nazım’ın Vera’sına yazdığı bir şiir... Vera da çok şey olmuştur, duygulanmıştır canım... Merak ediyorum da Vera başka bir şey isteseydi diyorum, yani ‘İslama gir Nazım!’ deseydi misal... Aman ya... Aslında Nazım bu şiirin son mısrasına Vera’ın bir isteğini de yazabilirdi... ‘Haftada 2 gün dedi bana/ eski eşime gideyim dedi bana/ gönderdim’ gibi mesela...

     

     

     

    Hele bir şiiri var Nazım’ın... ‘Kızıl Saçlısına’ yazdığı bir şiir... Piraye’ye mi yazdı? Belki Vera... Nüzhet olabilir mi? Münevver?.. Amannn... Kime yazdıysa yazdı işte... O şiir şöyle başlıyor:

    ‘Pembe yanaklı al dudaklı bir karım olursa eğer..

    Olursa 24 ayar ahlaklı..

    Anama bakar gibi bakar..

    İlaha tapar gibi taparım..!’

    Ne şiir ama değil mi? Freud’a çok meraklıydı herhalde Nazım… Anasına bakar gibi karısına mı bakacak, yoksa karısına bakar gibi anasına mı bakacak? Ne karışık… Öyle olsa olmaz, böyle olsa hiç olmaz… Nazım ve tapmak… Bu da ayrı bir mizah konusu zaten…

    Nazım Hikmet efendi hiç rahat durmamış… Nüzhet, Lena, Piraye, Münevver, Galina, Vera… Yoruldum… Çok hızlı adam bu Nazım… Ayrılmış, hemen evlenmiş… Eşinden ayrılmadan başkasıyla olmuş, sonra ayrılmış beraber olmuş… Ayrıl demiş kadına ayrılmış kadın, sonra kendi de ayrılmış bilmem kaçıncı eşinden, evlenmiş ayrıl dediği kadınla… Bazen de ayrılmadan evlenmiş başkasıyla, iyi mi? Aklınız mı karıştı? Yani benim de karışmıştı ilkleri ama insan sonra alışıyor Nazım’ın özel yaşantısına…

    Nüzhet ile evlenmiş… Sonra Lena ile evlendi… Bu arada Nüzhet bir profla evlendi… Piraye ile evleniyor Nazım… Nazım ile Piraye boşanıyor… Nazım Münevver’e aşık oluyor ve evleniyorlar… Nazım Münevver aşkı, Piraye ile nazım evli iken başlıyor… Bu arada Nazım münevver birlikteliğinden bir çocuk oluyor… Çocuk 3 aylıkken Nazım kaçıyor ve Rusya’da Vera ile evleniyor… Nazım Vera evliliğinden önce de Dr. Galina ile evleniyor… Ömrünün sonuna kadar da Vera ile evli kalıyor… Vera’nın külleri Nazım’ın mezarının yanına koyulmuş…

    Nazım En uzun Piraye ile evli kalıyor… Piraye Vedat Örfü ile evliydi ve bu adamdan Piraye’nin iki çocuğu var… Böyleyken Nazım ile evleniyor…

    Münevver de Nurullah Berk ile evliydi ve bir kızları vardı… Sonra araya Nazım giriyor, Münevver Nazım evliliği oluyor, Nazım’ın bu adamdan bir oğlu oluyor…

    Vera bir başka adamla evli… Çocukları var Vera’nın… Boşan diyor Vera’ya Nazım… Vera şart koşuyor… Haftada iki kez eski kocamın yanına gideceğim ve Nazım kabul ediyor… Evleniyorlar…

    Bu arada Nazım habire evleniyor... Geride bıraktıklarından boşanıyor mu, bilmiyorum? Yani boşanmadan habire evleniyor... Sadece periye ile boşandığını biliyorum, ondan da emin değilim ya...

    Başka kadınlar da var arada ama onlarla evlenmiyor…

    Sanki birbirine geçmiş filmlerden oluşuyor Nazım'ın hayatı...

    Nazım’ın bu halini, onu sevenlerin az kısmı, farklı değerlendiriyor… Nazım’daki aşkın büyüklüğünden bahsediyorlar… İnanın böyle… Her dala konan bir aşk… Nazım hayranlarından büyük kısmı ise bu olanlardan habersiz.... Müslüman bir Sosyal Demokratın nasıl Nazımcı olduğunu sanıyorsunuz? Habersiz de ondan...

    Hâlbuki karısını aldatan vatanını satar… Nazım vatanını satmış mıdır, bilemem!?!

    Daha çok şey yazardım ama şimdilik bu kadar…

     

    güzel tahlil...


  8. Fuat Çamdibi Hoca ile Bir Sünneti Yaşama Titizliği Üzerine

     

    Altınoluk Röportaj

    1987 - Kasim, Sayı: 021, Sayfa: 033

    KONUŞANLAR: İsmail L. Çakan - Mustafa Eriş - Ahmet Maraşlı - Abdullah Sert - Hasan Kâmil Yılmaz

     

    Fuat Hoca 86 yaşmda. Mehib bir insan. Göze önce heybeti çarpıyor. Bembeyaz cübbesi, beyaz sangı ve akpak sakalı ile içinizi dolduruyor. Bu süt renginin içinde ibadetin aklığı yansımış duru bir sima. Vakarın eşlik ettiği.. Ağır ağır atılan adımlar.

    Bir sünneti yaşama titizliği üzerine...

    Osmanlı'nın son döneminden bugüne, millet hayatımızın çok önemli bir kesitine şahitlik etmiş müstesna insanlardan biri de Mehmet Fuat Çamdibi Hoca. 1901 yılında dünyaya gelmiş. Soyadını doğduğu köyden alıyor. Çankırı'nın Çerkeş ilçesinin Çamdibi köyünde doğmuş. Babası dersiam Mehmed Rüştü Efendi. Annesi Hûriye hanım.

    Üç yaşında İstanbul'a geliyor. Babası o sırada Kumkapı'daki çadırcı Ahmed Çelebi Camiinde imamdır. Kısa süre sonra annesini kaybediyor.

    İlk okuduğu okul Tavşantaşı Katip Sinan İlkokulu. Babasından ve Cemaleddin Destani'den özel dersler alıyor. Saha Medresesi son sınıf imtihanlarını üstün bir başarıyla vererek ihtisas sınıfına girmeye hak kazanıyor. Burayı bitirdiği sene medreseler kapanıyor. Fuat Hoca, İstanbul Fen Fakültesinin Kimya bölümüne giriyor ve büyük bir başarıyla mezun oluyor. Daha sonra İstanbul Yüksek Mühendis Mektebinde (Şimdiki İstanbul Teknik Üniversitesi) sekiz sene asistanlık yapıyor. Bursa Erkek Sanat Enstitüsünde Fen Bilgisi öğretmenliği, Armutlu ve Hırkai Şerif camilerine imamlık, Şişli ve Arap Camilerinde hatiplik, muhtelif camilerde vaizlik Beyoğlu Müftü müsevvidliği, Beşiktaş Müftülüğü, Süleymaniye Kütüphanesinde memurluk Fuat Hoca'nın dolu dolu geçen hayatının uğrakları oluyor. İslam'ın Nuru mecmuasına makaleler de yazan Hoca, 1960 yılında İstanbul Müftülüğünü deruhde ediyor. Beşiktaş Müftülüğü'nde iken de emekliye ayrılıyor.

    Hoca şimdi, Kuzguncuk'taki mütevazi evinde ibadet, dua ve niyazla meşgul. Hoca'yı, Oğlu Mahmut Çamdibi Bey'in tavassutlarıyla ziyaret ediyoruz. Salonda beklerken Mahmut Bey'le Hoca üzerine konuşuyoruz. Hoca'nın Sıla-ı rahime verdiği önemden, hayatının değişik devrelerinden v.s. bahsediliyor. Az sonra Hoca salona giriyor.

    Fuat Hoca mehib bir insan. Göze önce heybeti çarpıyor. Bembeyaz cübbesi, beyaz sarığı ve akpak sakalı ile içinizi dolduruyor. Bu süt renginin içinde ibadetin aklığı yansımış duru bir sima... Vakarın eşlik ettiği... Ağır ağır atılan adımlar...

    Salonun bir penceresinden Boğaz görülüyor. Hoca o pencerenin yanındaki koltuğa oturuyor. Elini öpmek istiyoruz. Elini elimize alıyoruz. Kısa bir buluşma bu. Hemen çekiyor. Tutmakla öpmek aynı anda oluyor gibi. Ancak bu kısa buluşmada abdeste doymuş bir elin serinliğini, yumuşaklığını, ılıklığını, maddi ifadelerle ancak anlatabildiğiniz abdest güzelliğini hissediyorsunuz. Bu hissi, Fuat Hoca gibi, abdeste doymuş kaç mü'min elinde hissettiğinizi siz de bir hatırlamaya çalışınız. Mahmut Bey bizleri tanıtıyor Hoca Efendi'ye... Sohbetin anahtarı her zaman Hoca efendilerde... Burada da öyle oluyor. Mümkün olduğunca onların sürüklemesini istiyoruz. Bizlerin görevi sadece onların sohbetine yol açmak...

    Bir saat kadar süren sohbetten sonra, izin isteyerek ayrılıyoruz.

    Dışarı çıktığımızda bakışlarımız birleşiyor. Galiba hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz. Hislerimizi bir arkadaşımız dile getiriyor:

    - Fuat Hoca Efendi, bizlere hayatımızın dersini verdi...

    Fuat Hoca, sakal üzerinde fevkalade titiz. Sohbetimiz genel olarak o çerçevede cereyan ediyor. Altınoluk'la ilgili çalışmalarımızı tebrik eden Hoca "Ancak bir noksanınız var, onu da tamamlarısınız" demeyi ihmal etmiyor. İki arkadaşımız sünnet üzere sakallarını bırakmışlar. İki-mizin ise sakalı yok. Mevzuatın hışmına uğramış, iş muhitinin hışmına uğramış... Sebep mi yok. Ama işin özünde titizlik meselesi var. Sünnete "temessük" var. Fuat Hoca, işte onu vurguluyor:

    - 16 yaşında sakalı bıraktım ve ondan sonra hiçbir zaman kesmedim. Askerlik dahil.

    Hayretimizi bekliyor olmalı:

    - Evet, askerlik dahil, Yapsalar yapsalar nefer yaparlar, dedim kendi kendime. Ondan ötesi yok ya. Ben de ona razıyım.

    Hoca "en kötüsüne razı olduktan sonra, bir ibadeti yerine getirmenin önünde hangi engel olabilir "demek istiyor belli ki...

    Askerde bir paşa geliyor teftişe. Birlikler içtimada. Fuat Hoca sakallı. Paşa gelip duruyor önünde. Şöyle bir bakıyor.

    - Şimdi, diyor, senin sakalını kesmekle boynunu kesmek arasında fark olmasa gerek değil mi?

    Evet paşam, diye cevap veriyor, Fuat Hoca. Bana dünyayı verseler, şu sakalını bir kere kes, sonra yine bırak deseler kesmem. Paşa;

    - Tabi tabi, niye keseceksin diyor ve uzaklaşıp gidiyor.

    Şimdi askerde değil, üniversitelerde bile sakalın, başörtüsünün gördüğü idarî baskıyı düşününce Türkiye'nin inanç hürriyeti yönünden ileriye mi geriye mi gittiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

    Fuat Hoca, sakalın Peygamberimizin güzel bir sünneti olduğunu belirtiyor sık sık. Onun Peygamberimizin bu sünneti üzerindeki titizliği, bizde, yangından bir parça kurtarma çabası olarak iz bırakıyor. Müslümanlar bir farzı, bir vacibi, bir sünneti, müslümanlar İslam'ı Fuat Hoca'nın hassasiyeti içinde temessül edebilseydiler, bugün onun gibi ömrünün hesabını yüzü ak verebilirlerdi. Fuat Hoca adeta "Ben şu kaleyi yüzümün akıyla savundum" diyor. Elhak doğru. Ya diğer burçlarımız nerde? Onları kim bekliyordu? Hani onların bekçileri?

    Fuat Hoca'ya sohbetin sonuna doğru tanıdığı alimlerden, katıldığı zikir meclislerinden soruyoruz. Zikir meclisler tatlı bir lezzet halinde Hoca'nın gönlünde yaşıyor. Esat Efendi Hazretlerinin zikirlerini anlatıyor.

    Coşkulu bir havaya giriyor. Teybimize Hoca'nın bu coşkulu havasından zikirler alıyoruz. Hoca bu anları şöyle noktalıyor:

    - İşte o zulumatın içerisinde o nurlar bizi aydınlatıyordu.

     

    http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d021s033m1


  9. mühim bir mevzu, bilmeyen kardeşlerim faydalanabilirler...

     

    biz Arabı severiz arkadaş, Peygamber Efendimiz sav böyle emretti. Arabı da bütün müslümanları da severiz...

     

    şu tabir de halk arasında kullanılmakta "Ne Şam'ın şekeri, Ne Arabın yüzü" biz de diyoruz ki;

     

    "Hem Şam'ın şekeri, hem Arabın yüzü"

     

    Allahu Teala suriyeli kardeşlerimizi şu nusayri Esadın şerrinden tez zamanda kurtarsın inşallah...


  10. "alimden zalim doğar, zalimden alim doğar" , Cenabı Hakkın takdiridir. Malumunuzdur ki Nuh as ın oğlu Kenan gemiye binmemiş ve tufanda helak olmuştur. Nuh as onun kurtulması için dua ettiğinde Cenabı Hakk Kuranı Kerimde "o senin ehlinden değildir" diyerek onun için üzülmemesini söylemiştir.

     

    Allah kendisine hidayet etsin inşallah...,

     

    ayrıca şu tespit önemli. iddia denilen kumardan önce şans oyunları bu kadar yaygın değildi. iddianın çıkmasıyla zaten futbolla yatan kalkan bu toplum, futbolun içindeki haramlara bulaşması yetmiyormuş gibi, bir de kumar illetine müptela oldurulmuştur...


  11. Osmanlının inceliğine ve düşünce iklimine tarihte hangi medeniyet erişmiştir. (Peygamber Efendimiz sav ve 4 halife devri müstesna). Fatih Sultan Mehmed'in şu kendi sözü son derece ilgi çekicidir. İtalyaya hitaben diyor ki: "Bizim yaşadıklarımıza sizin hayalleriniz yetişemez,canımızı sıkmayın o çizmeyi ayağımıza giyeriz" diye.

     

    artık ecdadımızın yaşantısı bizim bile aklımızın algı sınırlarını zorlamakta. Allah o büyükleri anlayabilmeyi bizlere nasip eylesin...


  12. ilk sohbetin 2. bölümüdür, mutlaka izleyin...

     

    Sohbetin Ana Başlıkları:

    *Müslüman kadının tesettürü nasıl olmalıdır?

    *İslam günümüzün şartlarına uymaz, günün şartları İslama uymalıdır.

    *Yahudi ve Hristiyanlar Resulullah (s.a.v.)'e iman etmedikçe O'na uymadıkça İman etmiş olmazlar, cennete giremezler.

    *Sultan İkinci Abdulhamit Han Hazretlerinin tarihimizdeki önemi.

    *Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: " Size bir şey getirildiği zaman onu benim sünnetime arz edin. Sünnetimde varsa kabul edin, yoksa reddedin."

    *İslam temenni ile değildir. İslam amel dinidir.

    *Sokaklarda gösteriş ve yürüyüş yapmanın, bu gösteri ve yürüyüşlerde bağırıp slogan atmanın İslamda yeri var mıdır? Bunun İslama ve Müslümanlara faydalar veya zararları nelerdir?

    *İntihar (şahadet) komandolarının yaptıkları İslama göre uygun mudur?

    *Velev ki Yahudi olsun sivilleri öldürmeye hakkımız yoktur.

    *Yahudilerin, Siyonistlerin insan haklarından anladıkları nelerdir?

    -Yahudilerin birlik ve beraberlik içerisinde olduklarını zannediyoruz. Oysaki onlar dağınık haldedirler. Yahudilerin içerisinde İsrail devletinin yıkılması için dua edenler var.

     


  13. yazının sadece baş kısımlarını okudum ve okuduğum kadarıyla fikrimi beyan edeyim.

     

    hayatının merkezine islamı yerleştirmiş bir kimseye anayasayı nasıl yapalım diye sorarsanız vereceği cevap açıktır. müslümanın anayasasının ne olduğu bellidir. netice şu ki ancak komple bir sistem değişikliğidir ki müslümanca düşünen birini razı edecektir. onun harici ehveni şer hesabının ötesine geçemez...

    • Like 1

  14. insanlara yanlışları doğruymuş gibi göstermenin veya onları yanlışa sürüklemenin cihazlarındandır facebook ve twitter. müslümanın işi ne kadar zor çünkü he rtaraftan ablukaya alınmış durumda. kendi nefsimiz ve şeytanımız yetmezmiş gibi bir de çevresel ve toplumsal etkiler içerisinde karanlık girdaplara çekilmek isteniyoruz.

     

    televizyon, futbol, facebook, iddia(bununla kumar tüm topluma yayılmış oldu), vs,.. her an kişilerin ulaşabileceği mesafede. Allahu Teala yardımcımız olsun...

    • Like 1

  15. Hak Mezhepler Niçin Lazımdır?

     

    Peygamberimizin (Salat ve selam olsun sona) sağlığında Ashab dini, imanı, işlemekle ilgili hükümleri ve bilgileri bizzat ondan öğreniyorlardı. Öğrenenler, henüz bilmeyenlere öğretiyorlardı.

    Efendimizin vefatından sonra İslam dünyası hızla genişledi, kısa zamanda Atlas Okyanusu ile Çin sınırlarına dayandı.

    Peygamberimiz zamanında Kur'an tek bir kitap (Mushaf) halinde toplanmamıştı. Bu iş Hz. Ebubekir zamanında yapıldı, Hz. Osman Mushaf nüshalarını çoğalttırdı, vilayetlere gönderdi. Böylece Kur'anın nazmı/metni korunmuş oldu.

    Başta İbn Sebe' olmak üzere münafıklar, yalancıktan ihtida etmişler İslam'a bozmak istiyordu. Ortaya, Tevhid'e ve sahih akaide aykırı batıl ve bid'at inançlar ve görüşler atılmıştı. İşte bu devirde zuhur eden müctehid imamlar Kur'andan, Sünnetten ve icmâ i ümmetten çıkardıkları fıkıh hükümlerini sistemleştirdiler. Bu konuda dört fıkıh mezhebi yayıldı, diğerleri devam etmedi.

    Fıkıh mezhepleri ile Kur'anın ve Sünnetin işlemeye, muamelata, hukuka ait hükümleri bir araya getirilmiş, sistemleştirilmiş ve korunmuş oldu.

    İtikad bozukluklarını ortadan kaldırmak üzere İmamı Eş'arî ve İmamı Mâturidî sahih İslam akaidini ortaya koydular, Kur'ana ve Sünnete aykırı bâtıl ve bid'at inanç ve görüşleri ayıklayıp reddettiler.

    Dört fıkıh mezhebi ve iki akaid ekolü usûlde (asıllarda), temelde, esasta birdir. Bunların mensupları birbirlerini sapıklıkla ve esasta yanılmış olmakla suçlamazlar.

    Kan çıkmakla, yahut bir erkeğin eli kadına değmekle abdest bozulur mu, bozulmaz mı gibi farklı, çeşitli görüşler esasa ait değildir, teferruattır, dinde Rahmanî bir zenginlik ve genişliktir.

    Vehhabîler, mezhepsizler, Selefîler, reformcular "Asr-ı Saadette mezhep mi vardı?" deyip duruyorlar.

    Ehl-i Sünnetin başı, imamı, rehberi, mürşidi Resul-i Kibriya Efendimizdir.

    Ehl-i Sünnetin pişivası ve muktedası Ashab, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîndir, yani Selef-i Sâlihîndir.

    Ehl-i Sünnet demek İslam'ın Kur'anın, Sünnetin Peygamber Efendimizin öğretilerine, metoduna, talimatına uygun yorumudur.

    Peygamber ile Ehl-i Sünnet İslamlığı arasında hiçbir kopukluk yoktur. Pakistanlı bir yazarın "İslamın üç kuşağından sonra gerçek İslam'ın temel öğretileri unutuldu" iddiası iftiradır.

    İmamı Eş'arî ve İmamı Mâturidî; dört fıkıh ekolünün kurucuları müctehid imamlar (Ebu Hanife, İmamı Mâlik, İmamı Şafiî, İmam Ahmed ibn Hanbel) Kur'ana, Sünnete, Selef-i Sâlihîn inanç, yorum ve uygulamalarına aykırı tek bir hüküm getirmemişlerdir.

    Bu altı büyük imamın temsil ettiği Ehl-i Sünnet Müslümanlığı, kopuksuz bir şekilde Resulullah Efendimize ulaşır.

    Asr-ı Saadette mezhep mi vardı diyenlere deriz ki:

    Asr-ı Saadet'te tek bir kitap halinde Kur'an var mıydı?

    Kur'anın tek bir Mushaf halinde toplanmasına da mı bid'at diyeceksiniz?

    Ayetlerin Mushaf haline getirilmesi Kur'anı bir araya getirmiş ve korumuştur.

    Fıkıh mezhepleri de Kur'anın hükümlerini, Sünnetin ve Selef-i Sâlihîn uygulama ve icmâının ışığında zabt, tanzim ve derlemiştir.

    Asr-ı Saadette mezhep mi vardır diyenler ya cahillikten, yahut kasıtlı olarak yanılıyor ve yanıltıyorlar.

    Asr-ı Saadette Ramazan'a mahsus gece namazı vardı ama ona teravih denmiyordu. Geçen Ramazan ayında bazı aykırılar İslam'da teravih yoktur diye bağırıp çağırdılar ama Diyanet fetva heyeti onların ağzının payını verdi.

    İslam dini 23 yılda tamamlanmıştır. Kur'anın son ayeti Efendimizin vefatından kısa bir müddet önce inmiştir. Asr-ı Sadette fıkıh ilmi vardı ama onun sağlığında bugünkü şekilde tedvin edilecek vakit yoktu.

    Dört fıkıh mezhebinin dördü de esasta, usulde, temelde birdir.

    İhtilaflar ayrıntılara aittir ve hadîslerin yorumuyla ilgilidir.

    Hülasa-i kelam:

    Ehl-i Sünnetin iki akaid ekolü ve dört fıkıh mezhebi haktır.

    Dört fıkıh mezhebinin üzerinde ittifak ettikleri konulara aykırı ictihad yapılamaz.

    İmamı Eş'arîye ve İmamı Mâturidîye bağlanan, İslam'ı dört fıkıh mezhebinden birine göre hayata uygulayan Müslümanlar Resulullah Efendimize, Kur'ana, Sünnete kopuksuz bir şekilde bağlanmış olurlar.

    Asr-ı Saadette mezhep mi vardı sözü safsatadan, mantıksızlıktan, basiretsizlikten ileri gelen bir insafsızlıktır.

    Asr-ı Saadette Mushaf da yoktu, o da mı bid'attir?

    Fıkıh mezhepleri olmadan Müslümanlar İslam'ın hükümlerini hayata nasıl uygulayacaklar?

    Reformcuların hazırladıkları Kur'an tercüme, meal ve tefsirlerinden mi?

    Yağma yok!

     

    M. Şevket Eygi


  16. kervan yürüyor arkadaşlar, şayet müslümanlar üzerine oynanan oyunlar tutsaydı şu anda bu ülkede "Allah" diyen hiç kimsenin olmaması gerekirdir. kervan öyle veya böyle yoluna devam edecektir. Allahu Teala vaadinde sadıktır ve bu nur Allahın izniyle tamamlanacaktır. Allahu Teala görmeyi nasip eylesin inşallah...


  17. ben bu İranı hiç sevmiyorum arkadaş. tarih boyunca ellerinde hançerle kendilerine sırtmızı dönmemizi bekleyen bir ülke. hala da farklı olduğunu düşünmüyorum. hem de öyle rezil bir ülke ki İslamla uzaktan yakından alakası yok. geçen hafta irana gitmiş bir arkadaşımın cümlesini aktarıyorum. "eğer İran İslam Cumhuriyeti ise Türkiye şeriatla yönetiliyor" ahlaksızlığın her türlüsünün alenen yapıldığı bir ülke. dünyanın hiçbir müslüman ülkesinde erkeklere alenen laf atan kadınları İranda olduğu gibi göremezsiniz.

×
×
  • Create New...