Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HİÇ

Editor
  • Content Count

    948
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    92

Posts posted by HİÇ


  1. bilek ve kollarda tesettür hududuna dahildir kapalı olması lazım ama maalesef dediğiniz gibi baş kapalı ama kollar dirseğe kadar sıvalı şekilde ortada dolaşanlar da mevcut.

     

    zamanımız fitne zamanı muhakkak ve fitne devrinde; "oturan ayakta durandan, yatan da oturandan hayırlıdır" buyurmakta Peygamber Efendimiz sav, mümkün mertebe fitneye sebep olacak ortamlardan uzak durulmalı. İmamı azam hazretleri yüzyıllar önce kadınların mescide gelmeleri fitneye sebep oluyor diye bu konudaki hadislere binaen kadınların evlerinde namazlarını kılmalarını mescide camiye cemaate gelmemelerini öğütlüyor, tavsiye ediyor. o zaman için bunlar söylenirse şimdi ki hali varın siz düşünün. kadın cumhuriyetle birlikte sokağa döküldü ve bu durum müslümanlardan çok şey götürdü ve hala çığlaşarak götürmeye devam ediyor.

     

    bu minvalde ve takva üzere düşünüldüğünde ki bize yakışan odur, özellikle günümüzde mümin kardeşin dediği gibi hareket etmek en doğrusu olacaktır.

    • Like 1

  2. Bir sual.. Yanlızca eller, ayaklar ve yüz değil mi tesettürün istisnası? Açık olan bileklerin ve kolun bir kısmını göstercek şekilde kısaltılmış elbiselerin biryerlerde cevazı var mı ki bukadar yaygın?

     

    "İhtiyaç ve zaruret sebebiyle kadınların yüz ve ellerinin açılması, dinen helal kılınmıştır.Hz. Ali (k.v.) ve Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.), ayeti kerimede istisna edilen "Bunlardan görünen kısım müstesna" tabiriyle yüz ve ellerin kastedildiğini ifade etmişlerdir. Hanefi mezhebinin hükmü de bu esasa dayanmaktadır. Yüzler, eller ve bir rivayete göre ayaklar namazda ve bakmak hususunda avret sayılmamıştır. Bu sebeple bahsi geçen uzuvların açıkta kalması haram olmadığı gibi, mahrem olmayan kadınların el, yüz ve ayaklarına şehvet bulunmaksızın bakmak da yasaklanmış değildir.

    Yalnız bu ruhsat, şehvet bulunmaması şartına bağlanmıştır. Şayet şehvetin doğması muhakkak veya ihtimal dahilinde ise o zaman bakmak haramdır."

    Mehmed Emre/İslamda Kadın ve Aile/Sayfa 163-164/Bedir Yayınevi 1993

     

    Erkek ve Kadının Avret Sayılan Uzuvları

    1)Tenasül uzvu ve etrafı

    2)Hüsyeler

    3)Def-i Hacet mahalli ve etrafı

    4-5)Arka taraftaki kaba etler

    6-7)İki uyluklar(dizler uyluklara dahildir)

    8)Göbek ile kasığın arası

     

    Kadında bunlarda fazla olarak avret sayılan 16 uzuv daha vardır

    1-2)Topuklar dahil olmak üzere iki incikler

    3-4)Göğüsler

    5-6)İki kulak

    7-8)Dirseklerle beraber 2 pazular

    9-10)Dirseklerle bileğe kadar olan iki kol

    11)Gerdan

    12)Baş

    13)Saç

    14)Boyun

    15)Ellerin üzeri(bunda ihtilaf vardır)

    16)Omuzlar

     

    Mehmed Emre/İslamda Kadın ve Aile/Sayfa 165-166/Bedir Yayınevi 1993

     

    mütereddid kardeşim herhalde sualine cevap olmuştur, affınıza sığınaraktan bazı hoş olmayan kelimeleri de cevaba taşımak mecburiyetinde kaldım.

    • Like 2

  3. ahzab suresinde Cenabı Hak "cilbablarını üzerlerine alsınlar" buyurmakta. cilbab ise baştan ayağa kadar komple kadını örten bir elbise. bu örtünmenin en makbulüdür lakin bunu dünya üzerinde her coğrafyada uygulayamazsın. kutuplarda -300C de yaşayan müslüman da var ekvatorda 50-60oC de yaşayan müslüman da var hal böyle olunca tesettürün nasıl olması gerektiği ana hatları ile verildikten sonra, yaşanılan bölgenin özelliğine göre elbiseler seçilebilmektedir. nedir mesela; bol olacak, dikkat çekmeyecek, vs... ama şimdi bu özelliklerin tam tersi tesettürmüş gibi tatbik ediliyor. bak ben konyada yaşıyorum pardesü almak için belli başlı tesettür mağazaları da bunların içinde olmak kaydıyla İslama uygun pardesü bulmakta zorluk çekiyorum. pardesü dediğin bol olur ama şimdi üretilenlerin çoğunun beli dar, dikkat çekici renkler olmamalı bakıyorsun pardesülere renk cümbüşü, boyu topuğa kadar arıyorsun, kademe kademe her kısalıkta pardesü mevcut. böyle saçmalık olmaz kimse kusura bakmasın. en iyisi alacaksın kumaşı terzide diktireceksin gidişat onu gösteriyor. beyaz kadına dışarda haramdır, siyah ise dışarda kadın için en makbul renktir.


  4. Abiler çok güzel bir konu açmışsınız. Sizden Allah razı olsun. Ama benim bu konuyla ilgili anlamadığım ve bilmediğim bir husus var beni bilgilendirirseniz sevinirim.Sorum şudur : Yanlış anlamayın asla inkar etmiyorum öğrenmek için soruyorum. Sakal bırakmak neden sünnetdir ve insanın ahlakına ve İslami şuuruna ne gibi bir katkısı vardır ? İşte ben bunu bir türlü anlayamadım siz İnşallah beni bilgilendirirsiniz. Ayrıca bırakmamanın günah olduğunu söylemişsiniz onu da hiç anlayamadım doğrusu. Ben sünnet sanıyordum.Tekrar söylüyorum kardeşler yanlış anlamayın bu konuyla ilgili pek bilgim olmadığı için soruyorum.

     

    Selam ve dua ile; Saygılarımla.

     

    Vesselam.

     

     

    Sakal bırakmanın sünnet oluşu Peygamber Efendimiz sav sakal bıraktığı içindir. Neden sakalı Peygamber Efendimiz sav tavsiye etmiş diye sorarsan da bir gün Medineye bıyıkları uzun, sakalları traşlı adamlar geliyorlar. Onlara siz kimsiniz diye sorulduğunda biz mecusileriz diye cevap vermişlerdir ve bıyıklarını uzattıklarını ve sakallarını traş ettiklerini söyleyip bunun kendi adetleri olduğunu beyan etmişlerdir. Bunun üzerine de Peygamber Efendimiz sav bunlara muhalefet edilmesini ve bunlar gibi diğer gayrımüslimlere de benzemememizi tavsiye etmişlerdir. Bu sebeple biz müslümanlar biliriz ki hangi hareketimiz, hangi davranışımız, hangi amelimiz olursa olsun, her hususta Allah Rasulu sav e benzemeye çalışırız. O sav "gaye insan - ufuk peygamberdir" üstadın beyanıyla yani insanlığın zirvesidir. Biz Efendimize sav ne kadar benzeyebilirsek, o seviyede insanlık iddiasında bulunabiliriz ve kulluğumuz o seviyede Cenabı Hakkın rızasına uygun olur ve O sav den yaşantı olarak ne kadar uzaklaşırsa bir insan artık onun için ölçü aşağıların en aşağısı veya belhum adal yani hayvandan da aşağı bir mertebedir. İslam şuuru ile alakalı ile soruların da yazdıklarımın içerisinde açıklanmıştır.

     

    Ama yine de yetmez dersen "müjdecim, kurtarıcım, efendim, peyamberim, sana uymayan ölçü hayat olsa teperim" (sav) diye sünneti ve müslümanların Peygamber Efendimiz sav e olan veya olması gereken bakış açısını çok zarif ve derin bir şekilde açıklamış olan üstadımızın bu eşsiz mısraları cevap için yeter de artar.

     

    bir de bir amel yapıldığında sünnet ve yapılmadığında mekruh veya haram olabilir, sakal mevzusunda olduğu gibi mesela namazda baş açık olarak namaza durmak erkekler için mekruhtur, baş kapalı veya takkeli namaz kılmak da aynı zamanda sünnettir...


  5. 24 Saat Sürekli Haram İşlemek Mi Yoksa 24 Saat Sürekli Sevap Kazanmak Mı?

     

    Bir amel düşünün ki yapmadığınız takdirde sürekli bir haramı işlemiş oluyorken tatbik ettiğiniz takdirde ise sürekli bir sünneti yerine getirmiş olup sevap kazanmaktasınız. Tahmin ettiniz mi bilmem ama bu amel sakal bırakmaktır.

    4 mezhebe göre de kesilmesi haram olan buna mukabil başta Kainatın Efendisi sav olmak üzere bütün peygamberlerin de sünneti olan bir amel. Bir erkek için ya 24 saat haram işleyerek günahla geçiyor ya da 24 saat bu sünneti tatbik ederek sevapla geçiyor. Bunların haricinde 3. bir ihtimal bulunmamakta.

    Eskiden öyle berberler varmış ki sakalının kesilmesini isteyen müşterilerin “ben sakal kesmek suretiyle bir haramı işleyemem” diyerekten müşterilerinin bu taleplerini takvalarından dolayı yerine getirmezlermiş. Şimdi ise berber koltuğuna oturduğumuzda bize ilk sorulan soru “saç mı sakal mı?” sorusudur. Tanıdığım bir berber arkadaş İstanbul Çarşamba’da hala sakal traşı yapmayan berberlerin olduğunu söyledi ve ekledi ki “ben sakal traşına başlarken besmele çekmem çünkü bu bir haramdır ve harama besmele çekilmez.” Ne kadar da küçük ama önemli bir ayrıntı değil mi? Bir kişi harama besmele çekerse Allah muhafaza daire-i İslamın dışına çıkmaz mı? Akıl yakıcı ve üzerinde durup düşünülmesi gereken bir mesele.

    Bu sakal ki erkeğin fıtratından gelen bir yaradılış nişanesidir. Başta da belirttiğimiz gibi bütün peygamberler sakal bırakmışlardır. Bütün Allah dostları sakal bırakmışlardır. Evliya ansiklopedilerine ve İslam alimlerinin hayatlarının anlatıldığı eserlere bakıldığında bazılarında ilk olarak İslam büyüğünün fiziksel özellikleri kısaca anlatılır. İş sakala gelince ya “gür sakallı” ya da “seyrek sakallı” ibaresi gözünüze çarpacaktır. Ama şunu asla göremezsiniz:”Bu Allah dostu da sakal bırakmamıştı”

    Bu sakal öyle bir ibadet ki vakti zamanında sakallarını kesmediklerinden dolayı insanlar işten çıkarıldı. Merhum Beşiktaş eski müftüsü Fuat Çamdibi Hocaefendi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kimya profesörü olarak ders verirken sakalını,sarığını ve cübbesini muhafaza ederek vazifesine devam etmekteymiş. Bir gün bu şekliyle ders anlattığı birileri tarafından gözlemlenince hocanın makamına, mevkisine, profesörlüğüne bakılmadan yaka paça üniversiteden atıldığı ve uzun müddet iş arayıp, sakalından dolayı kendisine iş verilmediği ve neticede 8 sene Sirkeci Garı’nda gelen ve giden yolcuların valizlerini taşıdığını tarih kaydetmiştir. Burada bu muhterem zatın (Allah kendisine rahmet eylesin), bizim için ibret alınması gereken takvası ve imanının boyutu elle tutulur, gözle görülür bir şekilde ortadadır. Neden sadece dininin gereklerini yaptığı için.

    Peygamber Efendimiz sav “ümmetimin fesada düştüğü devirde kim bir sünnetimi ihya ederse ona yüz şehid sevabı verilir” diye bize müjdelemekteyken, böyle bir fırsat günahlarla kuşatılmış hayatlarımızda adeta bize atılan bir can simidi mesabesindeyken ve hem de bu sünnet sakal gibi bırakılmadığı takdirde sürekli günah, bırakıldığı takdirde ise sürekli misli misli sevap kazandıracak bir amel ise neden bundan kendimizi mahrum ederiz ki. Şu mübarek ramazan ayına sakalsız girip sakallı çıkmak ne büyük bir kazançtır. Ne mutlu tek gayesi Rasulullah sav Efendimize uymak için sakalını uzatanlara…

     

     

    tazir(nfkkfn)/ 12.08.2012

    • Like 2

  6. Başörtülü Çıplaklık ve Ahlaki Çöküş

     

    Sorunun büyüğü"nü görüyor, ama nedense bir türlü üzerine gidip çözmeye çalışmıyoruz. Müslümanların nesli ahlaki çöküşe doğru yuvarlanıyor, ya biçare kalınıyor, ya da kimse umursamıyor. "İslam Toplumu"nun oluşmasına engel çirkin ve acı manzara; ahlaki çöküşün aleni belgesi. Güya "başörtülü", ama aslında çıplak!

    Öyle başörtülüler var ki, başlarını niçin kapattıklarını anlamak imkânsız. Yarım yamalak bir örtünün dışında tesettür namına bir şey göremezsiniz. Başörtüsü dediysem, onun da İslami ölçülere uygun olduğunu sanmayın. Başı açık ile kapalı arasındaki tek fark, başa öylesine dolanmış bir bez parçası. Müslüman ve mütesettir bir bayanın mahremiyetinden, edep ve hayâsından eser yok. Başlarındaki örtü hariç, tesettürlü olduklarının başka hiçbir alâmeti de yok!

    Büyük sorunlarımızdan biri bu değil mi? Nelerle uğraşıyoruz, ama aslında hangi sorunların üstesinden gelmemiz gerekiyor, bunun farkında mıyız? Kadınıyla, erkeğiyle İslam ahlâk ve edebinden nasibini alamamış bir "İslam gençliği" ile gideceğimiz tek yer "çürümüşlük ve çöküş" değil mi? "Müslüman toplumun yarınları"nı böyle bir gençliğe mi emanet edeceğiz?

    Manzarayı biliyorsunuz ama yine de kısaca tasvir edelim:

    Kızımızın başı örtülü, ama bacağına giydiği sımsıkı bir pantolonla dolaşıyor! Başı örtülü, ama yakasını-bağrını, ya da belini de açmak suretiyle, iç çamaşırını dahi gösteren bir gömlek giymiş! Başı kapalı, ama kısa kollu bir tişört var üzerinde! Başı kapalı, ama giydiği etek şeffafa yakın, ışık vurduğunda altını gösteriyor! Başı kapalı ama şeffaf bir elbise ya da etek giymiş, ama bacağında bir şey yok; rüzgar estiğinde, elbisenin etekleri kalkıyor, ortada ne tesettür kalıyor, ne mahremiyet! Başı kapalı, ama sokak ortasında bir herifle -kocası da olabilir, ama ne fark eder ki-, öpüşüyor! Başı kapalı, ama sevgilisiyle/kocasıyla sarmaş-dolaş sokaklarda, gezi ve eğlence yerlerinde uygunsuz davranışlar sergiliyor! Başı kapalı, ama erkeklerle birlikte öyle bir diyalog ve şaka/şamata içinde ki, kulağına geldiğinde utancından yerin dibine giriyorsun da kızımız/oğlumuz gayet rahat! Başı güya kapalı, ama başörtüsü öyle küçük ki, saçları sığmıyor örtüye, dışarı fırlıyor! Başı kapalı, ama saçını "deve hörgücü" gibi yapmış, çağdaş bir görüntüye özendiğini belli ediyor. Başı kapalı, ama başörtüsü öyle ince ki, örtünün altındaki saçları, kullandığı tokanın rengi ve şekli bile görünüyor! Başı kapalı, ama giydiği ince elbise göğüslerini bütünüyle belli ediyor! Başı kapalı, ama yırtmaçlı bir etek giymiş, adımını attığında -afedersiniz- kıçına kadar meydana çıkıyor!

    E, o zaman niye örtünüyorsun kardeşim? Açıver de bari "İslam'ın ahlâk ve âdâbı"na, "Müslümanın izzet ve onuru"na, gerçekten örtünen "mü'mine kadının mahremiyet, edeb ve hayâsı"na zarar verme! Git, ne halt edersen et, ama dinime bulaşma!

    Kadınlarımız böyle de, erkeklerimiz sütten çıkmış ak kaşık mı? Hangi melaneti ararsan, genciyle yaşlısıyla, "Müslümanım" diyen erkeğimizde bulabilirsin. Karısını, kızını, kızkardeşini yukarıda sergilediğimiz manzara içinde gördüğü halde buna ses çıkarmayan baba, koca, kardeş sanki daha mı edebli? Ya da az önce çizdiğimiz manzaranın bir yarısında da güya Müslüman erkeklerimiz yok mu?

    Böyle bir manzarayı görüyoruz da uyarıyor, "nasihat görevimiz"i eda ediyor muyuz? Her şeyden önce, böyle bir derdimiz var mı? Bundan da önce, "İslam'ın ahlâk ve edebi"nden ne biliyoruz? İkaz edersek bizi terslerler, hakaret ederler; bize bulaşmasınlar da, ne halleri varsa görsünler" mi diyoruz yoksa?

    İyi de, onlar senin dininin mensubu olarak algılanıyor; yaptıkları her şey İslam'a mal ediliyor! Buna nasıl duyarsız kalırsın? Yoksa, Rasulullah'ın, kıyamet alâmetleri arasında saydığı, yol üstünde zina edenlerin olacağı, ama hiç kimsenin, "ne yaparlarsa yapsınlar, ama bana bulaşmasınlar" diye müdahale etmeyeceği dönem acaba bu dönem mi?

    Sözün kısası, tam bir "ahlâki çöküş" yaşanıyor! Böyle giderse, bugünümüz pislik içinde, geleceğimiz ise içinden çıkılması imkânsız görülen zifiri karanlık!... Ne yapıp edip, bu "ahlâksız gidişat"a dur demeli, bu rezalete, böyle çirkin bir kepazeliğe son verecek etkili ve kesin çarelere başvurmalı. Evet, "etkili ve kesin çareler"e!...

    Ahlâken çökmüş, edebini kaybetmiş, gençliğini boşvermiş bir toplum, bir gün devrilip gidecektir de kimse farkına bile varamayacaktır. Bunun hesabını vermeyi göze alacak biri var mı?

     

    Faruk Köse/Yeni Akit

    • Like 1

  7. burda Üstadın Peygamber Efendimiz sav e karşı olan edep, haya ve inceliği görmekteyken, "3 Muhammed" (onlar salavatı şerifeyi çok görürler ama bizim boynumuza vecibedir, sallallahu aleyhi vesellem) diye kitap yazanda da tam ters özelliklere şahit olmaktayız.

     

    Ne diyor Cebrail as "senin adın anıldığında sana salat etmeyenin burnu yerde sürtünsün" diyor ve Efendimiz sav de buna "amin" diyor.

     

    Allah şaşırtmasın...


  8. Abdest alırken ayaklarını yıkamayıp yanlızca çorabın üzerine mesh etmekle yetinen, veyahut yanlızca ayakkabı üzerine meshedip ayakkabı ile namaz kılan müslümanlar var. Dört mezhepten birinde bunnlara cevaz var mıdır? Bu kimselerin ardında namaz kılınabilir mi?

     

    günümüzün en büyük hastalıklarından biri de Kuranı Kerimde geçen bir manayı olduğu gibi alıp hayata tatbik etme hezeyanıdır. Kuranı Kerimde maide suresi 6. ayette cenabı hak "Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). " buyurmaktadır. burada ki mes verme işlemini baş ve ayak için bir tutan günümüzün sivri zekalı hocaları, ayak için mes vermenin farz, yıkamanın ise sünnet olduğunu söylemektedirler.(mustafa islamoğlu). halbuki Peygamber Efendimiz sav ki baştan sona Kuranı Kerimi hayatında yaşayıp, açıklayıp bizlere öğretmiştir, kendisinden gelen sahih bütün rivayetlerde ve yalanda birleşmesi mümkün olmayan onlarca sahabe efendilerimizin rae aktarımıyla her zaman abdest esnasında ayaklarını yıkamıştır. hiç bir yerde (mes kullanmaya ait özel durumlar hariç) ayağına mes verdiği rivayet edilmemiştir. şimdi hiçbir mazereti yokken üşengeçliğinden(başka bir açıklaması yok) ayaklarını su ile yıkamayan biri abdest almış olmaz. bunu apaçık bilen birinin de böyle bir kimsenin arkasında namaz kılması doğru olmaz lakin, sizden başka, bu şahsın abdestinde kusuru olduğunu bilmeyen cemaat varsa benim bildiğim fitneye sebebiyet vermemek için o namaz kılınır ardından da tarafınızdan iade edilir. bu adamı da niye böyle yapıyorsun diye uyarmak lazım, sessiz kalmamak lazım.(emri bil maruf nehyi anil münker vazifemiz var). mümkün mertebe böyleleri imamlık yaptığında mescidde veya camide bulunmamaya da çalışılmalı.

     

    şiilerde abdestte ayaklarını meshederler.onlarda ayeti olduğu gibi aldıklarından bu hataya düşmüşlerdir. ehli sünnet çizgisinde 4 mezhebe mensup bir müslüman abdestini Peygamber Efendimiz sav in aldığı gibi alır namazını da o Rasulullah sav nasıl kılmışsa o şekilde kılmaya çalışır. 4 mezhepte uygulama böyle, değişmez...

    • Like 1

  9.  

    1 "Vahhabilik"in böyle bir itikada sahip bulunduğuna kaynağınız nedir?

    2 "Vahhabi" diye adlandırdığınız büyük bir coğrafya bu isnadı yapacak cesreti nereden buluyorsunuz?

    3 Küfürle itham etmenin neticesini biliyor musunuz?

     

    arkadaş üye olmadığından ben bildiğim kadarıyla cevap vereyim

     

    nasıl ki bizde inkilap tarihi dersi olmazsa olmaz durumda ise Suudi Arabistanda da buna benzer "tevhid" adlı bir ders vardır. orada ikamet eden Türklerden bildiğim kadarıyla bu derste sorulan yine olmazsa olmaz bir soru vardır. "Allah nerdedir?" ve bu soruya onların istediği cevap (haşa) "Allah semadadır".

     

    kaynağa gelince vahhabilik ile alakalı ehli sünnet alimleri tarafından yazılan kitaplar piyasada mevcuttur. ben elimde bulunan Yusuf Nebhani'nin "Şevahidul Hakdan Vehhabilere Cevaplar/Fazilet Neşriyat adlı kitabının, 208. sayfasında başlayan Allah'a Cihet(Yön) Tayin Etmek kısmını önerebilirim.(İstanbul 2009). Bu kitap anlatım olarak biraz ağır olmakla beraber vahhabiliği ana hatlarıyla ve ehli sünnetten cevaplarla açıklar mahiyettedir.

     

    aynı kitabın 225. sayfasında ise "cihetle hüküm verenlerin ve mutezile gibi bidat sahiplerinin tekfir olunmaması" adlı bir başlık var ki bu da mütereddid kardeş senin dediğin gibi ihtiyatlı davranmayı gerektirir.

     

    bu kısımda gözüme çarpan şu bölümü de mevzu ile alakalı olduğu için aktarıyorum: "İbni Teymiye'nin kitaplarından biri de Arş kitabıdır. Keşfuzzunun'da denilmektedir ki:O (yani ibni Teymiye), bu kitap içinde noksanlıktan münezzeh bulunan Allah'ı;Arş üzerinde oturmaktadır,boş bir yer daha bırakmıştır ki orada da Resulullah (sav) birlikte oturur, diye zikretmektedir"

    • Like 1

  10. kabei muazzamada ve mescidi nebevide imamlık yapan hocaların tamamına yakını vahhabidir. yalnız oraların özel durumlarına binaen namazın iadesi şart değil diye biliyorum. elhamdulillah 2 kez o kutsal topraklara gitmiş biri olarak iade edilmesi lazım diye birşey duymadım ama iade edenler belki takva boyutundan ve azimeti tercihlerinden dolayı iade etmiş olabilirler.


  11. şii üst tanımlamasının öğelerinden olan ve (haşa) hazreti ali (k.v.) ye ilahlık izafe edip kendisine tapınan, sapık üzeri sapık bir düşünceye ve inanışa sahip olan nusayriler azınlık olmalarına rağmen Suriyede yönetimi ellerinde bulundurmaktadırlar. Hafız Esad ve şimdi oğlu Beşşar Esad denilen zavallı "belhüm adal" örneğinin sünni düşmanlıkları yılardır güttükleri mezhep taassubuna dayanmaktadır. Bu adamların kendilerinden başkasına tahammülü yok.(tipik yahudi mizacı). varsa yoksa kendileri ve kendi saltanatları. İran da aynı. her zaman şiiliğin yayılması için çalışmış ve tarihinde hep sunnilerle savaşmış. Osmanlı ne zaman Batıya yönelse arkasında Şii hançerinin acısını hissetmiş. O kadar ki Kanuni devrinde İran şahı Tahmasb, Haçlılara Osmanlıya karşı birlikte hareket etmeyi bile teklif etmiştir. İran eğer İslam devleti ise bu esad denilen aşşağılık şerefsize ve yaptıklarına sessiz kalmazdı. Bu mu müslümanlık, bu mu İslam ahlakı. hergün yüzlerce müslüman kardeşimiz ölüyor, katlediliyor acımasızca. 20000 leri geçmiş öldürülen kişi sayısı. ama yok İran suriyenin yanında neden çünkü esad nusayri, yani şii üstbaşlığı içerisinde. bu kadar büyük alçaklık, namussuzluk, şerefsizlik, haysiyetsizlik, onursuzluk, adilik, hayvanlık ancak kendinden başkasını düşünmeyenlerde olur. İrana da suriyeye de israile de avrupayada burmadaki budistlere de iyi bir Osmanlı tokadı lazım ama yok işte yok...

     

    O tokadı atacak Osmanlıyı tarihe gömdüler...


  12. İran'ın derin Osmanlı korkusu

     

    Devletlerin ve toplumların kimi zaman aktif kimi zaman da pasif derin korkuları vardır; aktif olduklarında çevrelerini yıkıcı olma, pasif olduklarında ise uyanma istidadı taşırlar.

    Derinlerdeki korkular devlet ve toplumların gelecek tercihlerini belirlemede rol oynar. Siyasiler ve kanaat önderleri de tarihten tevarüs edilen bu korkulara duyarlı şekillenmiş toplumsal algıyı ihtiyaç hâlinde harekete geçirirler.

    Meselâ Türkiye'nin yılan hikayesine dönüşen Avrupa Birliği'ne girmesinin önüne çıkarılan engellere bakın. Birliğe giriş müktesabatı dedikleri yerine getirilmesi gereken şartları, yerine getirmeyen ülkeler bir bir birliğe alınırken o şartları yeni üyelerden fazlasıyla yerine getiren Türkiye ısrarla askıda tutulabiliyor.

    Avrupa'nın Osmanlı'yla özdeşleşmiş "derin Türkiye ve Müslüman korkusu"nun bunda etkisi açıktır. Bugün "Osmanlı uyanıyor" sloganı, Avrupa'nın lokal ve bölgesel nice siyasi açılımlarının kaldıraç gücüne dönüşmüştür.

    Daha dün Avrupa'nın ortasında bir Müslüman ülke kurulmasın diye Bosna'yı Müslüman Boşnaklardan - onlara göre Türklerden - temizlemek amacıyla soykırıma gittiler.

    "Türk / Müslüman" korkusunun Avrupa'da ne kadar derinlerde olduğunu görmek isteyenlere Viyana'yı bir günlüğüne ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Müzelere, kiliselere, ders müfredatına ve hatta sokaklara bu korkunun resim ve heykeller üzerinden efsane hikayeler eşliğinde nasıl yansıtıldığını ve nasıl canlı yaşatıldığını görebilirsiniz.

    Güncel politik argümanlarda ve buna binâen geliştirilen siyasette Osmanlı korkusunun yeni Türkiye üzerinden kullanıldığını da rahatça görebilirsiniz.

    Norveç'te başkent Oslo ve Ütoya Adası'nda düzenlediği saldırılar ile 77 kişiyi katleden aşırı sağcı terörist Anders Behring Breivik Avrupa'yı Türklerden korumak için bu eylemi yaptığını geçenlerde mahkemede açıkladı. Daha alarm verici olanı ise, bu adamı yargılayan mahkemenin Breivik'i "deli" göstermeye çalışıp aklamaya kalkışmasıydı.

    Amerika'da da Ak Parti sonrası "Yeni Osmanlıcılık" diye bir tartışma başlattılar. İsrail ve neoconlar bu tartışmayı ısrarla körüklüyor, bu da malûm. Yeni Osmanlıcılık kodlamasıyla hem kendi halklarını, hem kukla Arap rejimlerini Türkiye aleyhine kışkırtarak Türkiye'nin Ortadoğu'da oyun kurucu bir ülke olmasını engellemeye çalışıyorlar. Osmanlı korkusunun Türkiye üzerinden sürdürülmesine dikkat edin lütfen.

    Batı'da bol bol kullanılan bu korkuyu İran'ın da kullanmaya başlaması câlibi dikkat bir meseledir. Suriye meselesinde kılıçlar çekileli beri önceden alenen dillendirilmeyen bu "derin korku" artık açıkça dillendirilmeye başlandı.

    İran medyası, önemli devlet ricali Türkiye'nin Suriye politikasını lanetlerken, "Türkiye'nin yeni Osmanlıcılık siyaseti"ne vurgu yapmaktan kaçınmıyor artık. Lanetlenen Osmanlı ruhu üzerinden Türkiye'nin Suriye politikasının şeytanlaştırılması ise "direniş hattı" iddialarını açığa çıkartıyor. Emperyalistlerle antiemperyalistler Osmanlı korkusunda niye birleşir ki!?..

    Batı'da tanık olduğumuz bir derin korkunun İran'da da kendisini göstermesi ciddi analizlere muhtaçtır elbet. Bir taraftan kendi halkına, bir taraftan kukla Arap rejimlerine, bir taraftan da Batı'ya Osmanlı'yı hatırlatarak mesaj vermek, neocon söylemlerle nasıl buluşulduğunu gösterir maalesef.

    İnsan sormadan edemiyor; Türkiye'nin Osmanlı ruhuna geri dönme ihtimali İran'ı neden rahatsız etmektedir? İran Türkiye karşıtı Batılılarla aynı korkuda neden buluşmaktadır?

    İran'daki aklı başında otorite sahiplerine sadece şunu hatırlatalım; bu tür çıkışlar İran'ı yalnızlaştırır.

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/iranin-derin-osmanli-korkusu-53115.html


  13. İran kime hizmet ediyor?

     

    İran'ın, "İslam Cumhuriyeti"nin kurulduğu günden bu yana "Farisi Şiası"nın bölgede "başat unsur" olmasından başka bir çalışma içinde olduğu görülmemiştir. Müslüman coğrafyasında "İslam'ın otoritesi" için çalıştığına, "gulat"ıyla "ehl-i kıble"siyle bir bütün olarak kabul ettiği "Şii" unsurların dışında bir "İslami varlık"ın hayat bulmasına rıza gösterdiğine, özellikle de "Ehl-i Sünnet"e dayalı bir "İslami sistem"in kurulmasına gönlünün yatkın olduğuna şahid olunmuş değil.

    Bu cümleleri "mezhebi taassup"la yazıyor değilim. Bugün Ümmet-i Muhammed'in birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç var; "ayrılık lüksü"müz yok. Esasen "Ehl-i Sünnet"ten olduğunu söyleyip de "Kerbela duyarlılığı"ndan, "Hüseyni Kıyam"dan bihaber olanların, buna duyarsız kalanların ne derece "Ehl-i Sünnet" olacağını da sorgulamak gerektiğine inanıyorum.

    Ancak bunu yapmanın, "Ehl-i Sünnet yolu"nun, yani "Peygamber ve Ashabının yolu"nun terk edilmesi demek olmadığını; gücü eline geçiren bir ailenin yaptığı zulmün faturasının bütün Ehl-i Sünnet mensuplarına çıkarılmasının adil ve doğru bir yaklaşım olamayacağını, "Emevi zulmü"nü onaylamayanlara karşı "Şii değil diye" "ideolojik yaklaşım"la cephe alınması gerekmediğini hatırlatmak lazım.

    "Ehl-i Sünnet"ten olup da "Kerbela Faciası"nı onaylayan bir tek kişi gösterebilir misiniz? Bütün Ehl-i Sünnet topluluğunu Kerbela katliamının faili gibi görmeyi, Kerbela'daki "acı katliam" karşısında doğru tutumu göstermekten korkanlarla, olaya bir dahli olmayanları aynı kefeye koymayı "fıtri vicdan"a havale ediyorum. İnsanların korkularını itikadlarına bağlayan bir yaklaşıma da, "kıyam duyarlılığı"nı es geçen bir anlayışa da son vermek lazım. Çünkü bugün, ümmetin vahdet içinde olmasını gerektiren birlik ve beraberlik günü.

    Bu ana çerçeve içinde tekrar İran'ın "tutum"una dönersek; İran'ın, İslam Devrimi'nden bu yana Suriye konusunda "kesintisiz yanlışlık" içinde olduğunu görürüz.

    Hatırlayalım, merhum Humeyni 1 Şubat 1979'da İran'a dönüp dini liderliği üstlendi. Bundan 3 yıl sonra, 2 Şubat 1982'de Suriye'nin Hama şehrinde İhvan-ı Müslimin'in önderliğinde "Alevi-Nusayri Baas Rejimi"ne karşı ayaklanan Suriye Müslümanları, dünyanın gözleri önünde Baba Esed yönetiminin katliamına uğradı; 50 bin Müslüman şehid edildi.

    Suriye Hama'da katliam yaparken, "İslam Cumhuriyeti" İran'dan ne beklenirdi? Hiçbir şeye gücü yetmiyorsa, en azından Hama katliamını yapan Suriye yönetimiyle ilişkilerini gözden geçirmesi, katliamı kınaması, onaylamadığını ilan etmesi falan, değil mi?

    Ama hayır! Tam tersini yapan İran, Hama Müslümanlarının değil, katil Baas rejiminin yanında yer aldı. Tıpkı bugünkü gibi. Bugün de katil Baas rejimini ayakta tutmak için bütün gücünü sarf ediyor. Son hamle olarak, Halep'i kaybetmek ve böylece yıkılmak üzere olan Baas rejimini ayağa kaldırmak için Halep'te katliam yapan oğul Esed yönetimine askeri destek veriyor. İran Genelkurmayı'nın "Suriye'ye desteklerinin askeri boyuta dönüşebileceği" açıklamasının ardından, Halep'de tutunamayan Esed'e destek için 4 bin kişilik askeri gücü Suriye'ye gönderiyor.

    Yani İran, Suriye konusunda kuruluşundan bu yana istikrarlı bir politika izliyor. Ama bu istikrar, maalesef İslam'ın ve Müslümanların yararına değil. Çünkü İran'ın amacı, görünen o ki, "Fars yayılmacılığı"nı sağlamak. Bunun için mazlumun yanında yer almaktansa, zalimle işbirliği içinde olmayı, zulmüne devam edeceği belli olduğu halde zalimi desteklemeyi yeğliyor. İslam sadece bunun "ideolojik altyapı"sı gibi kalıyor.

    Amarikan emperyalizminin ve siyonist güçlerin İran'ı yok etmek istedikleri malum. İran'ın, hayatiyetini sürdürebilmek için bölge içinden ve dışından destekçilere ihtiyaç duyduğu, bu açıdan kimi ittifaklara yöneldiği, Rusya, Çin ve Suriye ile ilişkilerinin bu kapsamda değerlendirilip anlayışla karşılanması gerektiği söylenebilir.

    Ancak bu, "mazluma karşı zalimin yanında olmak" şeklinde mi tezahür etmeli? İran, Baas rejimine karşı Suriye Müslümanlarının yanında yer alsaydı, bunu yaparken de Baas sonrası kurulacak bir İslami devlet ile ittifak ve destek anlaşmalarını şimdiden yapsaydı, kuruluşuna katkı sağladığı yeni Suriye ile ilişkilerini daha güçlü temellere dayandırsaydı da aynı sonucu elde etmiş olmaz mıydı? Bu noktada İran'ın, "mezhebi taassup"la hareket ettiğini söylesek, Şia dışında bir İslam devletini görmek istemediğini ifade etsek yanılmış mı oluruz?

    İran'ın, "Suriye tutumu" ile kime hizmet ettiğinin sorgulanması lazım. Görünen o ki, İran'ın tutumu İslam'a ve Müslümana hizmet etmiyor. Peki, İslam'a ve Müslümana hizmet etmeyen bir tutum, genelde küfre ve kâfire, özelde ise günümüz şartları itibariyle İsrail'e ve ABD'ye hizmet etmiş olmaz mı?

     

    Faruk Köse - Yeni Akit


  14. O ve Ben adlı kitapta geçen çok sevdiğim parağraflardır...

     

     

    "Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyun bağına, karalama defterinden polis hafiyesine romanına, beş taştan iskambil kağıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.

    .......................................................................................................

    Maddenin mahpus olduğu kaba bşr dört köşe içinde, birtakım eşya ve hadiseleri düzenleyip,Allaha var diyenlerle, yine bir takım eşya ve hadiseleri düzenleyip Allaha yok diyelere nispet, ruhumda beşeri kanunların tezgahı o türlü devrildi ki, bu devrilşin ardından ancak mutlak hakikat doğrulabilirdi. Herşeyi o türlü kaybettim ki, Allahı kazandım. "

    (sayfa98-99)

    • Like 1

  15. 2 haftasını geçirdik ramazanı şerifin. güzel bir ay, maneviyat dolu. 16 saatlik bir ibadet var içinde,oruç, 1-1,5 saatlik teravih namazı, sahuru, mukabelesi, fitresi, sadakası,... müslüman için ne büyük bir fırsat. manevi bir iklim başından sonuna. Allah hakkıyla idrak edip yaşayabilmeyi cümlemize nasip eylesin...

    • Like 1

  16. Üstad ile değerlendirmesi tam bir fiyasko olmuş. Bir insan anlayamadan "ideolocya örgüsü" diye bir kitabı nasıl yazabilsin. Bu ne kadar saçma, abes, garip, tuhaf bir düşüncedir. Üstadın İslam esaslarına göre, devlet mefkuresini kalıba döktüğü; doğunun,batının,Türkün muhasebesini yaptığı ve dalında örneği olmayan böyle bir kitabı ve yazarı Üstadı bu şekilde değerlendirmek yazısı içerisinde bulunan yanlışlardan sadece biri olarak gözüme ilişti.

     

    Mesela demiş ki; Ozan Mehmed Efendi medresedeki görevinden sonra müftülük vazifesini kabul etti diye. Bunun gibi örnekleri bulmak zor olmasa gerek yakın tarihe bakıldığında ama bunun tam tersi örnekler de var. Mesela 5. diyanet işleri başkanı olan Merhum Ömer Nasuhi Bilmen... Kendisi Osmanlı medrese eğitimi almış, Fatih dersiamlarından biriydi. Verilen vazifeyi İslama ve müslümanlara hizmet için kabul etmiş ama daha bir senesi dolmadan burada, bu kurumda İslama hizmet yapılamaz diye istifasını vermiştir.

     

    Görüldüğü gibi bir fikir nasıl insanlara empoze edilmek istenirse o paralelde örneklerden yola çıkılır ve diğer örnekler hiç ortada yokmuş gibi okuyucuya dikte edilir. Bu şekilde bir yazı tespit edilirse de yazarın samimiyetsizliği ortaya çıkmış olur. Ömer Lekesiz de kendini fikrini doğrulamak için ve savunduğu fikir olan müslümanların devlet kademesinde yer almasının gerekliliğine müslümanları inandırmak için bu yolu denemiştir. (Savunduğu bu fikir farklı bir tartışma konusudur...)


  17. bu aktivitenin "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu" adlı kitapla başlamış olmasının manidarlığı arkadaşlar tarafından izah edilmiş durumdadır. Bu kitap belki Üstadın yazmış olduğu kitaplar arasında en kalını veya sayfa sayısı olarak en fazla sayfa sayısına sahip olanı değildir lakin her satırının, kelimesinin hatta harfinin bile ilmek ilmek fikirle dokunduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, Üstadın yükte hafif ve pahada ise en ağır kitabıdır. okurken fikri süzerek okumak lazım ve tekrar tekrar göz atmak lazım...

×
×
  • Create New...