Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HİÇ

Editor
  • Content Count

    948
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    92

Posts posted by HİÇ


  1. İmtisal-i cahid-ü fillah oluptur niyyetim

    Din-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim

     

    Fazl-ı Hakk ü himmet-i cünd-i ricalullah ile

    Ehl-i küfrü ser-teser kahreylemektir niyyetim

     

    Enbiya vü evliyaya istinadım var benim

    Lütf-i Hak'tandır hemen ümid-i feth-i nusretim

     

    Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad

    Ham-ü lillah var gazaya sad-hezaran rağbetim

     

    Ey Muhammed mucizat-ı Ahmed-i Muhtar ile

    Umarım galip ola a'da-yı dine devletim

    ....

    (Sadeleştirilmişi)

    Allah yolunda savaşmaktır niyetim

    İslam dininin mücerred gayretidir gayretim

     

    Allah'ın ve evliya ordusunun yardımıyla

    Küfür ehlini baştan başa kahreylemektir niyetim

     

    Peygamberlere ve Velilere dayanmışlığım var benim

    Allah'ın lütfundandır fetih ümidim ve kuvvetim

     

    Nefsimi ve malımı dünyada feda etsem ne olur?

    Hamd olsun, var yüzbinlerce gazaya rağbetim

     

    Ey Mehmed! Ahmed-i Muhtar'ın mucizeleriyle

    Umarım galip olur din düşmanlarına devletim.

     

    Şanlı ecdadımız Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri; görüldüğü gibi pekçok alandaki başarısını şiirde de göstermiştir. Hem de ne şiir. Buram buram,mısra mısra Cenabı Hakka ve Peygamber Efendimiz sav e olan bağlılığını okumaktayız. Allah kendisinden razı olsun, bize de ceddimize layık nesil olabilme yolunda çaba sarfedebilmeyi nasip eylesin.


  2.  

    İslami rejim ifadesi çok geniş bir ifadedir. Dünyada kendisini 'İslami rejim' ismi ile gösteren pek çok devlet var. Bu devletlerin her birinin rejimleri birbirinden çok farklıdır üstelik... Bir bakıma Asrı Saadet dönemini bir kenara bırakırsak, o devirden sonra tam anlamı ile 'İslami rejim' uygulayan devlet çıkabilmiş midir? Mesela günümüzde İran devleti sizce bir 'İslami rejim' ile mi yönetiliyor? Kendilerini belki öyle gösteriyorlar ama sadece gösteriyorlar... Onu geçelim, Osmanlı devleti bir 'şeriat' devleti miydi? Hayır!

     

    'İslami rejim' veya 'şeriat devleti' derken, bütün kurumları ile bir devlet yapısı ortaya koyabiliyor musunuz? Kur'an-ı Kerim'e bakarak, o mukaddes kitaptan hükümler çıkararak bir devlet yapısı ortaya koyabilir misiniz? Ya da şöyle soralım: Dünyadaki bütün müslüman devletler Kitabımıza bakıp bu mevzu ile alakalı hüküm çıkarmaya kalktıklarında, tek bir devlet yapısında birleşebilirler mi? İşte Sudi, işte İran ve diğerleri...

     

    Ama İslamda ne vardır? Necip Fazıl bir kitabında şöyle açıklıyor: 'İslamda idare şekli yok, idare ruhu vardır(...)'

     

    İslam bize bir idare şekli, bir rejim yapısı sunmuyor. Ya ne yapıyor? İşin ruhunu gösteriyor. Bu mevzu ile alakalı Necip Fazıl şöyle diyor: '...ulvi ve münzzeh İslamiyetin, saltanat, cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidai şekil ve kadro tercihlerine karşı herhangi bir alakası mevcut değildir.' Yani rejimin ismi ne olursa olsun, O işin ruhu ile alakalı... (Tabi burada Komünist bir sisteme İslam ruhu girdirmekten söz etmiyoruz:)) Necip Fazıl yukarıdaki cümlesine devamla: '... O, Hakka esir bir fert hükümranlığını, başıboşluğa mahkum bir hürriyet idaresinden üstün tutar.'

     

    Çanakkale Şavaşındaki kahramanlıkları biliyorsunuzdur. Askerlerimiz iki çephe arasında kalmış yaralı düşman askerlerini tepelerinde uçuşan kurşunlara aldırış etmeden tutup sırtlıyor ve kendi yerine geri dönüyor. Orada da o düşman asker ile ilgileniyor. Uzaklara gitmeye gerek yok, daha bir kaç gün önce bizim askerler teröristlere elleri ile yemek yediriyorlardı. Burada şekillerden ziyade zemine yayılmış şeriatı görebiliyor musunuz? Birisi saltanat rejiminde, diğeri Cumhuriyet şeklinde. Burada Cumhuriyetimize hakim olan zihniyeti ayrı tutuyorum.

     

    Necip Fazıl bir başka eserinde şöyle diyor: 'Lafın gerçeği:Davaları idari, içtimai, iktisadi, sınai, ilmi, siyasi, edebi, beledi, sıhhi, istediğimiz kadar sınıflara ayırabilir.' Necip Fazıl davaları bu şekilde sıralarken, Ahlak davamıza sözü getiriyor ve şu misalle durumu açıklığa kavuşturuyor: 'Mesela balmumundan yapılan heykel topyekün erirken, o heykelin kayan burnunu, düşen gözünü, çarpılan ağzını ve kopan kolunu ayrı ayrı, müstakil olarak düzeltmeye kalkmaktan bir şey çıkmaz.' Topyekün balmumunu ahlak diye misallendirirsek, her şeyin başı ortaya çıkar. İslamın anlamlarından birinin de ahlak olduğunu düşünürsek, bir anlamda balmumunu 'şeriat' diye düşünebiliriz. Necip Fazıl aynı kitaptan şöyle sesleniyor:' Ruh ve Ahlak herhangi bir fayda mevzuunda, insan iradesini hayra yöneltecek tek müessir olduğuna göre, bu ana müessir üzerinde herhangi bir inhiraf, artık başka şubelerdeki inhirafların o şubelere mahsus çerçeveler içinde düzeltilmesini imkansız kılar.'

     

    Bizim rejimimiz henüz bu ruhtan uzak olduğu için, haliyle, bu rejim ile asli bünyemiz arasında anlaşmazlıklar çıkıyor. Hemen başörtüsü misali verilebilir. Bir başka misal ise miras olayıdır. Medeni kanunlar miras konusunda ne der, fıkıh kitapları ne der? İncelendiğinde görülecek ki, çok farklı noktalarda duruyorlar. Tabi daha çok, benzersiz örnekler var. İlk anda aklıma gelenler bunlar.

     

    Keza ben İslami rejimi destekleyen biri değilim derken, İslami rejime verdiğimiz anlamlar burada önem kazanıyor. Birisi çıkıp 'ben İslami rejimi desteklemiyorum!' derse, bir başkası da çıkıp 'Ben destekliyorum, seni de anlamıyorum'' bağlamında karşılık verir. Aslında anlaşamayan bu iki insan aynı şeyleri söylüyor olabilirler. Bunu anlamanın yolu ise İslami rejim derken, neyi söylemek istedikleri. Her iki fikir İslami rejimi tam anlamı ile ele alıyorlarsa, aynı kapıya çıkarlar. Yine bu iki kesim İslami rejimi dünyadaki yanlış uygulamalarına bakarak ele alıyorlarsa, yine aynı kapıya çıkarlar.

     

    Hacegan kardeşim Osmanlı'nın İslam devleti olmadığı fikrine dayanak noktan nedir? İslam dininin esasları Osmanlının kuruluşuyla birlikte tatbik edilmeye başlamıştır. Osmanlının özünde vardı İslam,şeriat. Osmanlıya İslam devleti değildi demek bence çok eksik ve yanlış bir tanımlama. Osmanlı; halkından padişahına kadar dinini bilen ve o dinin hem halk bazında hem de devlet bazında yaşandığı bir topluluktu.

     

    Karacahisar'ın fethinden sonra;

    "Bugün şanla şerefle dolu bir gündü.Aşiretten devlete geçişin birinci günüydü. Çünkü o zamana kadar kurulan Türk devletlerinden hiçbirinde kadılık müessesesi yoktu. Her türlü ihtilafa beyler bakıyor, sadece ulemayla istişare ediyorlardı. İslam öncesinden kalma bazı alışkanlıklar ise yer yer sürüyordu. İlk defa bir kadı tayiniyle hukuk işleri de İslama göre tanzim edilmiş ve İslam şeriatı devlet idaresine hakim hale getirilmişti. Osmanlı Devleti yıkılana kadar bu böyle sürüp gidecekti..."

     

    (Osman Gazi/Yavuz Bahadıroğlu/16. Baskı/Sayfa 40)

     

    Osmanlı, islamın yeryüzünde tatbik edildiği son devletti. O bakımdan madde planında kurtulduktan sonra ruh planında helak edilişimiz ve bunun tatbik edicileri bu bakımdan da değerlendirilmelidir.


  3. Reis Bey:Merhamet! Lugat kitabında bir kelime! Onu öğretmek...İnsanlara acımayı belletmek. Acımanın usullerini, ana mektebi programına eş yürütmek...Bütün cemiyeti mahşer arsasına benzer, bir acıma ve bağışlama zemininde toplamak, oradaki bir milyon bacalı, bilmem kaç milyon çarklı merhamet kombinasında çalıştırmak...İnsanda kötülük iktidarını döve döve pekleştirmek yerine, hohlaya hohlaya yumuşatmak, insanı kötülüğe iktidarsız kılmak...

     

    Görünmeyen Hakimin Sesi:Buna bir hayal mi, hezeyan mı, ne gözle bakıyorsunuz?

     

    Reis Bey:Kaskatı bir gerçek gözüyle bakıyorum! Boyuna fedakarlık, durmadan fire isteyen, hatta sermayeyi tehlikeye atan bir gerçek...Fakat uğrunda kaybedildikçe, kazancının büyüklüğünü gösteren, yalanı meydana çıktıkça doğruluğu sağlamlaşan bir gerçek...Ben bu gerçeğe kurbanım...


  4. bizim kanunlarımız kanun olmadığı müddetçe Allah muhafaza daha çok can yanar. Avrupa Birliği vs hikaye, bu ülkede idam olmadı, her türlü şerefsizliği yapacak ve yaşamaya devam edecek, bu nasıl bir düzen böyle? Nerede İslam ceza hukukunun üstünlüğü nerede bizim kanunlarımızın rezilliği, yazık günah

     

    her gün cinayetler,hırsızlıklar,gasplar,dolandırıcılık,soysuzluk,şerefsizlik,adilik,vs bilimum suçlar işlenmekte ve verilen cezalar caydırmaktan öte teşvik edici. cezaevlerinde yer yok, düşünebiliyor musunuz? adam ceza alıyor ama içeri girmiyor kapasite dolu, daha neler neler?

     

    Allah sonumuzu hayır eylesin, ideal düzenle yönetildiğimiz günleri görmeyi de nasip eylesin inşallah...


  5. açılan konu merve kavakçıdan ziyade ecevitle alakalı olduğu için şahsen o konuya hiç değinmedim. şayet değineceksek de sayın adıgüzele katıldığımı beyan ederim. Üstad "Son Devrin Din Mazlumları" adlı kitabının Şeyh Said bölümünün kıymet hükmünde; Şeyh Said'in kendi namına vazifesini yaptığını ancak uyuyan fitneyi uyandırarak da pekçok müslümanın bundan zarar gördüğünü söylemektedir. Merve Kavakçının yaptığı da budur. Kendi namına haklılık payı var mıdır bu da tartışılır!

    • Like 2

  6. bu ara Faruk Köseyi takip ediyorum, güzel yazılar yazıyor.

     

     

    Yüzüğünde "Lailaheillallah" yazıyormuş; ya yüreğinde?...

     

    Merak ediyorum, "şu bizim müslümanlar" bu "eziklik psikolojisi"nden ne zaman ve nasıl kurtulacaklar?

    Durum öyle tehlikeli bir hal aldı ki, bir zamanlar müslüman olmayan, hatta İslam'a karşı söylem ve eylem geliştiren "ünlü birilerinin birazcık İslam'ı övmesi" karşısında duyulan sevinç ve mutluluk, bugün yerini "dinini ünlü bir dinsize tasdik ettirme" noktasına kadar dayandı maalesef! Ünlü gayrimüslimlere "hoş görünmek", onlardan "aferin almak", onların "ama"lı da, "rezerv" koyarak da olsa "İslam'a dair küçük bir müsbet söz"ünü duymak müslümanları o kadar cezbetti ki, artık "İslam'ı gayrimüslim güç odakları nezdinde akredite ettirmek" gibi tehlikeli bir sarmalın içine düşüldü. "İzzet sahibi" müslümanlar, "ezik bireyler sürüsü" haline geliverdi!

     

    Oysa hiç kimsenin "olumsuzlama"sının İslam'ı alçaltmayacağını da, hiç kimsenin "olumlulama"sının İslam'ı yüceltmeyeceğini de müslümanlar biliyor olmalıydılar. İslam hiç kimsenin kabulüyle şereflenmeyecek; bilakis en şerefsizler bile İslam'a yönelirlerse şeref bulacaklardır!

     

    Oysa hiç kimsenin, "Kur'an'ı onaya sunma"ya, ya da "İslam'ı müslüman olmayanlara tanımlatma"ya hakkı ve yetkisi yoktur.

     

    Halbuki hiç kimsenin, kendi "müflis düşünce ve inanç"larından kaynaklanan yetersizlikleri "İslam'ı tasdik ettirme gafleti"yle telafi etme hakkı ve yetkisi yoktur.

     

    İslam "onaylanan" değil, üstelik de gayrimüslimlerce onaylanan hiç değil; bilakis herkesin ve her şeyin "meşruiyet"ini, "hak olup olmadığı"nı "onaylayan"dır. Müslümanlar "köstek"lemesin yeter ki, "tasdik"e de ihtiyacı yoktur.

     

    Buraya kadar "usûli" bir yaklaşımla müslümanların genel olarak hal-i pür melalini resmetmeye çalıştım. Sözü geçen haftanın ilginç haberlerinden birine getirmek istiyorum. Habere göre ABD Başkanı Obama'nın alyansında Arapça "Lailaheillallah" yazıyormuş. Her ne kadar yüzükteki kıvrımlar "yılan"ı da andırıyor olsa bile, birileri sağından solundan zorlayıp teşhisi koyuvermiş.

     

    Peki, kim bu Obama'nın yüzüğünde "Lailaheillallah" yazdığını teşhis eden? Haberde bu da ihmal edilmemiş. İnandırıcı olsun diye, teşhiste bulunanın "Mısırlı" ve "İslam bilimci" olduğu hassaten vurgulanmış. Ama garipdir ki, bu "Mısırlı İslam bilimci"nin adı "Mark A. Gabriel." Bay Gabriel'e, "böyle bir yüzük takan kişi İslam inancına, dinine ve toplumuna şüphesiz çok yakındır" diye yorum yaptırmayı da ihmal etmemişler.

     

    Obama'yla ilgili Amerikan basınında yer alan iddiaların devam eden "seçim süreci"ne ilişkin hesaplarla bağlantısı bir yana, ben meselenin "müslümanların zihninde uyandırdığı intiba"ya değinmek istiyorum. Zira, yüzyıllardır süregelen "yenilmişlik psikolojisi" öylesine ezmiş, öylesine etkisi altına almış ki müslümanları, "güçlü bir otorite"nin "kendinden" olduğuna dair her iddiaya balıklama atlıyorlar; bu yöndeki her emareyi hakikat zannedip bundan mutluluk çıkarmaya çalışıyorlar.

     

    Oysa birinin parmağında ne taşıdığından, evinde ne bulundurduğundan.... ziyade, neye inanıp neyi yaptığı değil midir önemli olan? Mısırlı Gabriel, "böyle bir yüzük takan kişi İslam inancına, dinine ve toplumuna yakındır" da dese, hakikat acaba öyle mi tecelli ediyor?

     

    Zira;

     

    Biz, bir tek ayetini bile anlamayıp, bir tek esasına bile inanmayıp, bir tek hükmüne göre yaşamayıp da evlerinin en müstesna yerlerinde, süslü kılıflar içinde Kur'an-ı Kerim bulunduranları da biliyoruz.

     

    Biz, bir kere alnı secdeye gitmeyip de ölünce caminin musalla taşına musallat edilenleri de biliyoruz.

     

    Biz, "Kur'an"ı fiilen reddedip de "Cevşen"siz adım atmayanları da biliyoruz.

    Biz, Kabe'ye gidip de dönüşünü alkollü içkiyle kutlayanları da biliyoruz.

     

    Biz, gündüz oruç tutup da akşam rakıyla iftar edenleri de biliyoruz.

     

    Biz, "müslümanım" deyip de "Şeriat"a karşı çıkanları da biliyoruz.

     

    Obama, ya da başka birinin yüzüğünde "Lailaheillallah" yazıyormuş, bunun ne önemi var, bu neyi gösterir?

     

    Siz, "Lailaheillallah"ın hangi gereğini yerine getiriyor, ona bakın.

     

    Siz, yüreğinde ne yazıyor, ona bakın!

     

    Siz, dili ne söylüyor, ona bakın!

     

    Siz, neyle amel ediyor, ona bakın!

     

    Siz, kime hizmet ediyor, ona bakın!

     

    Siz, İslam'a nasıl bakıyor, ona bakın.

     

    Siz, İslami uyanışı boğmak, İslam'ın kökünü kazımak için hangi planları icra ediyor, hangi çalışmaların içinde yer alıyor, hangi programları takip ediyor, ona bakın!

     

    Siz, müslümanlara ne hayrı var, ona bakın!

     

    "İnsanların yüreğini yarıp bakamayız" diyebilirsiniz. "Biz insanların yüreğinde ne yazdığına bakmayız" da diyebilirsiniz.

    Biz de bakmayız aslında, ama "o yürek" bizim, müslümanların aleyhine çarpmaya başladığından itibaren, ilgilenmemek de "müslümanca" olmuyor be birader!

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/yuzugunde-lailaheillallah-yaziyormus-ya-yureginde-55208.html

    • Like 1

  7. İmam Gazali Hazretleri başımızın tacıdır, Allah kendisinden razı olsun,Huccetül İslamdır sözüne de elbetteki itirazımız olamaz lakin belirtilmesi gereken noktalar var.

     

    İslam büyüklerinin kitaplarını karıştırırsanız "Hubbufillah Buğdufillah-Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek" konu başlığına sahip metinlere rastlarsınız. Hz. Musa as Tur Dağına çıktığında Cenabı Hak kendisine "Ya Musa benim için ne yaptın?" diye sorar. Hazreti Musa as da "Ya Rabbim, senin için namaz kıldım,oruç tuttum,vs..." yapmış olduğu ibadetleri sayar da Cenabı Hak "Ya Musa bunların hepsi senin içinde, benim için ne yaptın?" deyince Hazreti Musa as sessiz kalır ve Cenabı Hak "Benim için kimi sevdin benim için kime buğzettin?" der. Yani görüldüğü gibi Cenabı Hakkın rızasını kazanmanın yolu onun için sevmek ve onun için buğzetmekten geçmektedir. Siz buna anladığım kadarıyla kamil nefret demişsiniz, güzel bir tabir.

     

    Ayrıca kimseye kafir dediğimiz falan da yok. İslamda "hüküm zahire göredir" kıstasına binaen gördüğümüz ve şahit olduklarımızdan ötürü Allah rızası için eceviti sevmediğimizi belirttik. Olay bundan ibaret. "Hükmün zahire göre" olması o kadar önemlidir ki Peygamber Efendimiz sav münafıkların tamamını bildiği halde onların münafıklıklarını yüzlerine karşı vurmamıştır. Adamların içi bozuk ama şeklen müslüman. Burada ise şekil ortada hüküm de ortada...

    • Like 1

  8. GENÇ ADAM, DÜŞÜN!

     

    Genç adam düşün! Evvelâ insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün! Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir (antiseptik) olduğunu düşün! (Antiseptik) diyorum; zira devrimizin kıymet ölçüsünde sâf ve gerçek fikir mikroptur.

     

    Filozof:

     

    "- Madem ki, düşünüyorum, öyleyse varım!"

     

    Der.

     

    Bizim de:

     

    - Madem ki yokuz; öyleyse düşünemiyoruz!

     

    Dememiz mi lâzım?

     

    Aziz varlığın aciz aynası fikir...

     

    Genç adam düşün! Seni bozmak için evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını körletmekle işe giriştiler. Bunu düşün!

     

    Hiç, tavuğun suya dalıp balık avladığına, güvercinin kedilerin ağzından fare çaldığına dair ilmî bir vesika haberi duyulmuş mudur?

     

    Fakat, ey genç adam, senin için, seni kandırmak ve hakikate yüzde yüz zıt bir şeye inandırmak için sahte ilim yapılmıştır.

     

    Bunu düşün!

     

    Amerikanın bilmem hangi limanını görmemiş olan bir gemi süvarisi, oranın varlığını ilmen, ilmî tevatür beyyinesiyle bilir ve harita üzerindeki hesapla oraya, dilediği fener istikametinden varır. Ya böyle bir yer mevcut değilse diye düşünebilir mi?

     

    Düşün genç adam, düşün ki, işte buna benzer bir saçmalık eseri olarak senin için yalancı tarih kitapları ve menkıbeler düzülmüş ve senin, mazur olarak, bunlara inanman sağlanmıştır. Çünkü senin, ilme ve tarihe itimadın vardır.

     

    Bu an'ane ve taktik, Meşrutiyet inkılâbından başlar ve CHP şakavet çığırında bütün zalimliğiyle sürüp gider. Bu taktiği arka plânda idare eden de Yahudilik erkân-ı harbiyesidir.

     

    Bu taktik, sana, bütün gerçek kahramanlarını unutturup , sahtelerini; Garp emperyalizmasına, kozmopolitliğe, Yahudiliğe yardımcı tipleri mefkûreleştirmen için yaman bir İsrailoğlu tertibidir. İlk masonlardan, küçük çapta münevver örneği Avrupa hayranlarından Mithat Paşa, Namık Kemal gibi tipler, asıllarında cüce, her bakımdan değersiz ve zararlı hüviyet ve şahsiyetlerine rağmen, işte bu taktiğin ortaya attığı ve pompalayıp şişirdiği, kursaktan mamul dev heykelleridir. Daha neler ve neler?

     

    Genç adam, sen hep düşün! Düşün ki, sana sürdürdükleri bu kaba ve nefsâni hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait bütün telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış ve sana lâşe gibi iğrenç gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve yaşanmaya değer hayatın hesabı etrafındaki insanlar sahtekârsa, şenaatlerini, dürüstse ulviliklerini tesbit, fikir namusunun en küçük şartıyken, bunları topyekûn reddeden ve yerine hiçbir şey getirmeyen bir devrin manasını düşün!

     

    Genç adam; hazmî ve tenasülî cihazlarının üstünde yaşayan ve hakkını bekleyen dimağî cihazına nafakasını ver; ve artık seni adamakıllı ürpertmeye başlaması gereken bir şafağın ilk söküntüsünde senden neler beklediğimizi kendi kendine tasarla!

     

    Düşün!

     

     

    16.10.1959

     

    şu topu topu 1 sayfalık değerlendirme manası itibariyle ansiklopedik çapta değil mi? Allah rahmet eylesin Üstadımıza...

     

    Zamanımızın düşünceden uzak yaşayangençliğine "Düşün" diyor Üstad...

     

    Düşünelim...


  9. Hiçkimse çıkıp Eceviti falan savunmasın. O Ecevit ki iki büklüm haline bakmadan Merve Kavakçı kürsüye çıktığında (şayet bir tepki verilecekse bunu da parti başkanından ziyade başkalarının yapması münasip kaçar), artık nasıl bir İslam düşmanlığına sahipse, bir anda içindeki öfke ve nefreti "burası devlete meydan okunacak yer değildir, bu hanıma haddini bildiriniz" diyerek ortaya dökmüştür. ecevit gibi bir İslam düşmanını yersiz bir şekilde savunmanın da geçerli bir tarafı yoktur. bazıları kendisinden bahsederken "rahmetli ecevit" derler bir de. Ya bu adam hayatında Allah düşmanıydı insan rahmetli derken bile Cenabı Haktan utanır...

     

    Böylelerine denilecek en güzel söz "toprağı bol olsun!" olacaktır...

    • Like 2

  10. Mehmet Görmezin açıklamasını okuduğumdan beri hazmedemediğim bu hususu ben de naçizane dile getirmek istedim. Hiç değilse ecdadıma karşı sorumluluğumu yerime getirmeyi arzuladığımı beyan etmek isterim. Faruk Köse de bu konuyu işlemiş Allah razı olsun. Onun yazısı, benim yazdığıma göre daha teknik ama bizim de elimizden gelen budur...

     

     

    “Anadolu’nun asli sahibi alevi vatandaşlarımızdır.”

    Geçtiğimiz hafta içerisinde Mehmet Görmez’in Alevilik ve alevilerle alakalı açıklamalarına şahit olduk. Açıklama metni içerisinde fazlasıyla zorlama ifadelerin olduğuna da şahit olduk. Mesela “Alevilik İslamın yoludur” gibi. Kendisi zaten Diyanet İşleri’ne başkan olduğundan beri her fırsatta “aleviler Müslümandır” olgusunu empoze etme çabası içerisindedir. Hatta bunun konuşulmasının bile kendisine ızdırap verdiğini de beyan etmektedir. Yalnız atladığı bir nokta var ki son derece ehemmiyet arzetmektedir. “Bizde Müslümanız veya bende Müslümanım” ifadesini neden bir aleviden duyamıyoruz. Müslümanım demek asıl onlara giran geliyor ki sürekli ve üstüne basa basa “aleviyiz” demekteler. Şayet Mehmet Görmezin dediği gibi olsaydı Müslümanız ifadesini az da olsa cümle içerisinde kullanmaları gerekirdi ki bu da vaki olmamıştır.

    Neyse bizim bu yazımızda asıl vurgulamak istediğimiz Mehmet Görmez’in açıklamasında olan diğer yanlışlardan ziyade bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapmış Selçuklu ve Osmanlının yurdu olan Anadoludur. Nasıl bir garabettir ki “Anadolunun asli sahibi alevilermiş”. Din hususunda bilgisizliğini açıklamalarından anladığımız Mehmet Görmez’in tarihi ve coğrafyayı da bilmediğini bu söylemlerinden anlıyoruz. Birazcık da olsa ortaöğretim seviyesinde tarih kitaplarını karıştırsa bu vatanın ehli sünnet yurdu olduğunu kolayca anlayacaktır. 1000 yıldır ne Selçukluda ne de Osmanlıda ehli sünnetten başka bir mezhebi kabul eden bir hükümdar ben bilmiyorum ve tanımıyorum. Tuğrul ve Çağrı Beyler, Alparslar, Melikşah, Kılıçarslan, Alaaddin Keykubat, Gıyaseddin Keyhüsrev, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi, 1. Murat, Yıldırım Bayezit, Çelebi Mehmed, İkinci Murat, Fatih Sultan Mehmed, 2. Bayezit, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman,…..,2. Abdülhamid, Mehmed Reşad ve Sultan Vahdettin; bütün idarecilerimiz ehli sünnete mensuptu. Ayrıca bu muhterem zatlar ehli sünnete mensup oldukları gibi diğer ehli sünnet düşmanı cereyanlara karşı da Anadoluyu ve Anadoluluyu muhafaza etmişlerdir. İşte Akkoyunlu Uzun Hasan’ı Otlukbeli Savaşı’nda yenilgiye uğratan Fatih Sultan Mehmed, işte 1514 de Çaldıran’da Safevi Şahı İsmail’i bozguna uğratan Yavuz Sultan Selim, işte Osmanlıya karşı haçlılarla ittifak teklif eden Şahı İsmail’in oğlu Tahmasb’a Tebrize kadar girerek haddini bildiren Kanuni Sultan Süleyman…Ahmed Akgündüz ve Said Öztürk’ün kaleme aldıkları “Bilinmeyen Osmanlı” adlı kitapta Osmanlının ilayı kelimetullah mücadelesinin sadece küffara karşı olmadığı bununla birlikte İslamın özüne aykırı hareket eden yani ehli sünnete muhalif görüşlere dekarşı olduğu beyan edilmektedir. Anadoluyu her daim şiileştirmeye dönük politika izleyen Farslılar hiçbir zaman bunda Mehmed Görmezin dediği gibi başarılı olamamışlardır.

    Hele ki Osmanlı gibi İslamın bayraktarlığını yapmış bir devlet örneği az önce de bahsettiğimiz gibi ortadayken nasıl olur da bu şekilde mesnetsiz ve dayanaksız, asılsız ve yersiz bir açıklama yapılabilmiştir çözmek çok güç. Anladık ki Mehmed Görmez din ve tarih konularında yeterli bilgiye sahip değil ya da coğrafyayı da bilmiyor ve Anadolu ile Acem diyarı İranı birbirine karıştırıyor. Böyle birinin de diyanetin başında vazifeli olması “vay halimize” dedirtecek cinsten.

    Bu şekliyle diyanetin Anadolunun 1000 yıldır sahibi olan bizleri temsil etmediği ortaya çıkmaktadır. Eğer Mehmed Görmezin amacı alevileri savunmaksa bıraksın diyanet işlerini, versin istifasını daha sonra nerede nasıl yaparsa yapsın ve isterse bir cemevine dede de olabilir ama Müslümanların yakasından düşsün bir zahmet…

     

    tazir/nfkkfn 14.10.2012


  11. Faruk Köse'den Allah razı olsun yaramıza parmak basmış...

     

    Anadolu'nun asıl sahipleri Aleviler mi?

     

    Geçen yazıda (10.10.2012) Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez'e, Almanya'da söylediği "Alevilik İslam'ın yoludur" sözü üzerine bir dizi soru sormuş ve meselenin aydınlatılmasını talep etmiştim. Ama henüz cevap alabilmiş değilim; bekliyorum.

     

    Bu arada Sayın Görmez'in, üzerinde durulması gereken bir cümlesi daha vardı. Diyordu ki:

    "Anadolu'nun asli sahibi Alevi vatandaşlarımızdır."

    Bu cümleye çok dikkat etmelisiniz. Zira Sayın Başkan, "Aleviler de Anadolu'nun asli sahiplerindendir" demiyor; "Anadolu'nun asli sahibi Alevi vatandaşlarımızdır" diyor.

    İyi de Sayın Başkan, biz ne oluyoruz peki? Sığınmacı mı, işgalci mi, yoksa başka bir şey mi?

    Neyse, sadece sorup, "Anadolu'nun gerçek sahipleri meselesi"ne geçiyorum. Tarihi kısaca hatırlayalım.

    Müslüman Türkler Anadolu'ya 1000'li yıllarda gelmeye başladı. 1071'deki Malazgirt zaferi, Anadolu'yu Müslüman Türkler'e açtı ve Türkler'in yeni yurdu Anadolu oldu. Malazgirt komutanı Alparslan ve ordusu Alevi değil, Ehl-i Sünnet'ti. O esnada Anadolu'nun güneydoğusunda Ehl-i Sünnet olan Kürtler yaşıyordu.

    İlk Kızılbaş Türkler Anadolu'ya "13. yüzyıl"dan itibaren gelmeye başladı. (Başlangıçta "Alevi" değil "Kızılbaş" deniyordu.) Kızılbaşlar geldiğinde devlet ve egemen toplumsal unsur Ehl-i Sünnet idi. Her ne kadar 13. yüzyıldan itibaren gelmiş de olsalar, "Kızılbaşlık"ın Anadolu'da yayılması, ancak "Timur'un Anadolu'yu istilası"ndan sonra mümkün olabildi. Alevilik, Anadolu'daki oluşum sürecini, 13.-15. yüzyıllar arasındaki 200 yıllık zaman diliminde tamamladı.

    Yani; Anadolu'yu Bizans'tan alan da, İslam yurdu yapan da, sahiplenen de Aleviler değil, Ehl-i Sünnet Müslümanlardır. Aleviler gelmeden önce ve oluşumunu tamamladığında Anadolu zaten Ehl-i Sünnet Müslümanlar tarafından sahiplenilmişti.

    Aleviler güçlenip belli bir toplumsal tabana sahip olduktan sonra ne yaptılar peki?

    Ayaklandılar!

    "Gerçek sahipler" denilenler, sürekli ayaklanarak eksiğiyle-gediğiyle, Ehl-i Sünnet üzere kurulu devleti zora soktular. Hatta "ilk Alevi ayaklanması" Anadolu Selçuklu Devleti'ni zayıflatarak yıkılışına giden süreci tetikledi.

    İlk ayaklanmayı "Alevilik"in Anadolu'da teorik yapısını oluşturan ve örgütleyen Baba İlyas ve Baba İshak başlattı. Daha sonra ayaklanmalar sürüp gitti. Şahkulu Ayaklanması, Nur Ali Halife Ayaklanması, Şeyh Celal Ayaklanması, Şah Veli Ayaklanması, Baba Zunnun Ayaklanması, Atmaca Ayaklanması, Kalender Çelebi Ayaklanması, Zünnuoğlu Ayaklanması, Veli Dede - Seyfi Bey Ayaklanması, Şah Geldi Ayaklanması, Düzmece Şah İsmail Ayaklanması, Sakarya Şeyhi Ayaklanması bunların başlıcaları.

    Babailerden sonra "Alevilik"e biçim veren, Hacı Bektaş-ı Veli'dir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Horasan'dan Anadolu'ya gelişi 1240. "Anadolu Alevilik Felsefesi"nin kurucusu kabul edilen Hacı Bektaş-ı Veli'nin öğretilerinin dayanağını teşkil eden Baba İlyas'ın Anadolu'ya gelişi ise 1230'lu yıllar. Demek ki, Anadolu'yu sahiplenen bir Alevi varlığından söz etmek mümkün değildi; zira o tarihe kadar Anadolu toprakları zaten sahiplenilmişti. Ancak o tarihten sonra yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan bir akım söz konusu.

    Öyle bir akım ki, "Zerdüştlük"ün İslam içinde gizlenmiş hali olan "Kızılbaşlık"a dayanıyor. Nitekim Alevilik, Anadolu'da yaklaşık son 400 yıldır kullanılan bir kelime. Daha önce kullanılan kelime Kızılbaşlık. "Alevi" kelimesinin, öyle sanıldığı gibi Hz. Ali ve onun evi ile hiçbir ilgisinin de olmadığı, "ateşperest" anlamına gelen Horasan kökenli "Allavi" kelimesine dayandığı biliniyor. Araplar'ın kullandığı "Alaui-Alavi" kelimesi ise, "ateş ruhunu benimseyenler" anlamına geliyor.

    "Anadolu Aleviliği"ni Hacı Bektaş-ı Veli'den sonra en çok etkileyen, Şah İsmail. Mensuplarınca Hz. Ali'nin yeniden bedenlenişi olarak görülen Şah İsmail, "Alevi Cemleri ve erkanı"nın kurumlaşarak bugünkü halini almasını sağlamış, "Alevilik"e son şeklini vermiş. Bu yüzden, Şah İsmail zamanında Anadolu'daki Aleviler bırakın vatana sahiplenmeyi, vatanın önemli bir bölümünü koparıp Şah İsmail'in hükümranlığına teslim etmek için çalıştılar. Halk Ozanı olarak bilinen Pir Sultan Abdal da elebaşılarındandı. Ancak Yavuz Sultan Selim Çaldıran'da bu bölücü taifeyi tepeledi ve Şah İsmail'i yenerek Anadolu'yu işgalden kurtardı.

    Görüldüğü üzere, Sayın Diyanet İşleri Başkanı'nın ileri sürdüğü gibi Anadolu'nun asıl sahipleri Aleviler değil, Ehl-i Sünnet Müslümanlardır. Aleviler ise bırakın sahiplenmeyi, sürekli ayaklanmışlar, Safeviler'le ve Vatikan'la işbirliği yaparak, gerek Selçuklular'ın, gerekse Osmanlılar'ın başına sürekli dert açmışlardır.

    Bunlar tarihi gerçeklerin minik bir bölümü. Şimdi Sayın Başkan, bu "sahiplik" konusunu neye dayandırıyor? Lütfedip izah etse de aydınlansak, değil mi?

    _______________

    Önyargılılara Not: Bu yazının konusu, "Alevi düşmanlığı" falan değil; "başlık"ta ne soruyorsak odur.

     

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/anadolunun-asil-sahipleri-aleviler-mi-55158.html


  12. Hay Allah razı olsun Faruk Köse inşallah bu minvalde yazıların devamını bekliyoruz. Meydanı boş buldular ağzı olan konuşuyor!!!

     

     

    Alevilik hangi İslam'ın yolu?

     

    Birilerini yanımıza çekmek, "yanımızda olan"ı bozup "yanımıza çekmek istediğimiz"in hoşlanacağı hale getirmekle mi, yoksa "yanımıza çekmek istediğimiz"e, "yanımızda olanın doğrusu"nu anlatmakla mı olmalı?

    Mesela; bir hıristiyanı, yahudiyi, budisti vs. "İslam'a davet" ederken, İslam'ı onun "hoşlanacağı hal"e mi dönüştürüp anlatmalıyız, yoksa onu "İslam'ın hakikatleri" ne ise onunla tanıştırıp, o asla mı davet etmeli, "İslam'ın aslı"ndan hoşlanmasını mı sağlamalıyız?

     

    Aynı şekilde, "müslüman"ım deyip hata edenlere, "İslam'a uygun olmayan bir hayat" yaşayanlara "İslam'ın doğrusu"nu anlatmak mıdır aslolan, yoksa onun İslam'dan hoşlanması için aslı eğip bükmek, "hakk"a "batıl" karıştırmak, "dinin aslı"nı bozmak mıdır?

     

    "Davet edilen" ve "kendisine davet olunan" doğru tanımlanmazsa, "davet"in mahiyeti bozulmuş ve gerçekleşmemiş olmaz mı?

     

    Buraya nereden geldim?

     

    Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Almanya'da calib-i dikkat bir cümle kurdu:

     

    "Alevilik İslam'ın yoludur."

     

    Koskoca Diyanet İşleri Başkanı'nın böyle bir cümlenin mana ve mefhumunu, ne anlama geldiğini bilmeyeceğini sanmıyorum elbette. Ama madem ki söyledi, bizim de "bunu neye dayandırdığını sorma hakkımız" teşekkül etmiş oldu.

     

    Müslüman, işlerini dinine göre yapar, sözlerini dinine göre söyler, hayatını dinine göre yaşar. Din, elbette Allah indinde makbul olan "İslam"dır. Kimsenin inancıyla derdim yok; ama konu İslam'a dayanınca, dinin eğilip bükülmesine kayıtsız kalma hakkımız da yok. "Alevilik İslam'ın yoludur" cümlesine bu kapsamda bakınca üreyen yüzlerce sualden birkaçını sormak istiyorum.

     

    "Alevilik İslam'ın yoludur" demek, "İslam'ın yolu Alevilik'tir" demekle aynı şey. Zaten Başkan Görmez, bir kişinin "Alevilik İslam dışı" demesi halinde karşısında kendilerini bulacağını hassaten vurguluyor. Peki, madem ki "İslam'ın yolu Alevilik" ve "Alevilik İslam içi", o halde Sayın Görmez şu hususları bir vuzuha kavuştursa da "yanlış kanaatlerimiz"i tashih etsek:

     

    Geçenlerde Ankara'da, Alevi Bektaşi Federasyonu ve Alevi Dernekleri Federasyonu öncülüğünde, Türkiye'nin her yanından Alevi dernekleri, CHP, ÖDP, TKP, Halkevleri, Halkın Kurtuluşu Partisi gibi bilumum "İslam karşıtı sol kitle örgütleri"nin ve siyasi partilerin katılımıyla bir miting düzenlendi. Mitingin adına dikkat: "Laik ve Demokratik Türkiye İçin Eşit Yurttaşlık Mitingi." Sloganlar da cabası: "Zorunlu din dersine hayır", "Cemevleri Ucube değil, ibadethanedir", "Pir Sultan pirimiz, Kızılbaşlık yolumuz" vs.

     

    Sayın Başkan;

     

    Görüldüğü gibi Alevilerin yolu "Laiklik" ve "Kızılbaşlık" yoluymuş. Bunu kendileri söylüyorlar, bu adla ve bu sloganla miting düzenleyip polisle çatıştılar. Şimdi, madem ki sizin tabirinizle "Alevilik İslam'ın yoludur", o halde "Laiklik yolu İslami midir?" Laiklik adına eyleme geçen, yolunun Osmanlı'ya ihanet edenlerin teşkil ettiği "Kızılbaşlık" olduğunu söyleyen Aleviler için yapılacak "İslam yolunda" tanımlaması Kur'an ve Sünnet'e uygun düşer mi? Alevilerin gönlünü hoş tutmak için "Laiklik"e razı olmak İslami bir yol mudur?

     

    Madem Alevilerin yolu İslam yolu, o halde Nusayri Alevilerinden olan Suriye diktatörü Esed de İslam yolunda mı? Bu nasıl bir İslam yolu ki, Ehl-i Sünnet müslümanlara karşı kıyım içinde?

     

    İslam, Kur'an ve Sünnet'e göre biçimlenmiş ilahi din ve hayat biçimi olarak siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi ve diğer bütün hususiyeteriyle fert, aile, toplum ve devlet hayatında egemen olacak hükümler vazetmiştir. Peki, Aleviler İslam Şeriatı'nı, Devlet düzeninde Şeriat'ın uygulanmasını, "İslam Devleti" mefhumunu kabul ederler mi? Devletin İslam'a göre yönetilmesine, toplumun İslam'a göre yaşamasına razı mıdırlar?

     

    Aleviler müslümanın şiarı olan ibadetleri eda ederler mi? 5 vakit namazı kılarlar, Ramazan Orucu'nu tutarlar, zekât verirler mi? Camiye gelirler mi? Cemevlerinde yapılan ritüeller İslam'a, Kur'an ve Sünnet'e göre "ibadet" midir? İbadet olduklarına hangi deliller var?

     

    "İslam yolundaki" Aleviler okullarda "din dersleri"ne niçin karşı çıkıyorlar? İslam yolunda olanlar, İslam'ın esaslarının, "İslam'ın kitabı Kur'an"ın, "İslam'ın Peygamberi Hz. Muhammed'in hayatı"nın öğrenilmesine karşı çıkarlar mı? Kur'an'a karşı çıkmakla, hilafına yaşamakla İslam yolunda olunur mu?

     

    Alevilerin inancı "tevhid" mi?

     

    Alevilerin hal ve gidişlerine, söz ve eylemlerine, savundukları davaya, tuttukları yola baktığımızda, Kur'an ve Sünnet'e dayalı İslam ile bağdaştıramıyorum. Ben mi İslam'ı yanlış biliyorum, -ki o zaman doğrusunu lütfen tanımlar mısınız?-, yoksa başka bir İslam daha mı var? Peki, Allah hangi İslam'dan razı olacak? Kur'an ve Sünnet'e dayalı olandan mı, "Alevilerin yolu"nda tanımlanandan mı?

    http://www.habervaktim.com/yazar/alevilik-hangi-islamin-yolu-55077.html


  13. rocky filmleri çocukluğumuzun vazgeçilmezlerindendi. "eye of the tiger" şarkısı geldi aklıma mesela. yazı ilginç ve neden olmasın tarzında...

     

    mevzu bokstan açılmışken ülkemizde boksörlerle alakalı bir değerlendirme yapmadan geçemeyeceğim. Boksör tanıdığınız varsa şu cümleyi duyarsınız kendisinden: "Boksörler dindar olur!". Tabi burda dindarlık kriteri önemli. Bir insanın abdest alıp namaz kılması günümüz standartlarında yeterli görülmekte veya bu amelleri yapanlar dindar diye nitelendirilmektedir. Yalnız bu kabul özellikle boks camiası ile alakalı bence havada kalıyor. Niye derseniz dindar bir insan boks yapar mı sorusu zihinde beliriyor. Hem insanlıkla alakası olmayan bir spor yapacaksın ve insanın en şerefli yeri olan yüzüne vuracak ve vurduracaksın hem de dindarlıktan bahsedeceksin. Şort olayı da malum ki tesettüri şeriyi sağlamamakta. Bütün bunları düşününce boksörler dindar olur cümlesinden duyduğum anlamsızlığı belirmek istedim konu açılmışken. Gereksiz laf kalabalığı yaptıysak da affola...

    • Like 1

  14. Diyanet işleri başkanından alevilere görülmemiş ve anlaşılması güç, hezeyansal yaklaşımlar. Anadolunun asıl sahibi alevilermiş, bu nasıl bir cümle? Anadolu 1000 senedir ehli sünnet çizgisinde, Peygamber Efendimiz sav in ve ashabının rae yolunda, İslam alimlerinin, evliyaullahın yolunda...Bu tür peşkeşler diyaneti müslümanlar nazarında hiçbir yere yükseltmez, Üstadımızın tabiriyle; hıyanet işlerinin veya cinayet işlerinin daha aşağı seviyelerine bile indirir.

     

     

     

    Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, ''Alevilik İslam'ın yoludur. Buna hiçbir can hayır diyemez'' dedi.

     

     

    Görmez, Almanya'daki temasları çerçevesinde Avrupa Türk İslam Birliği, Köln ve Çevresi Hacı Bektaş-ı Veli Alevi Cemevi ve İslam Kültür Merkezleri Birliği'ni ziyaret etti.

    Görmez ziyarette, ''Alevilik İslam'ın yoludur. Buna hiçbir can buna hayır diyemez'' diye konuştu.

    Görmez bir kimsenin ''Alevilik İslam dışı'' demesi halinde karşısında kendilerini bulacağını vurgulayarak, şunları söyledi:

    ''Bazı ithamlar karşısında Alevi kardeşlerimiz üzülüyordu. Anadolu'nun asli sahibi Alevi vatandaşlarımızdır. Hiç kimsenin onları azınlık statüsünde göstermeye hakkı yoktur. Haddi de değildir. Cemevi ısrarla sürekli tartıştığımız husus. Cemevi ve cami üzerinden bizim ayrılmamamız lazım.''

    Görmez, konuşmasında bir Alman filozofun, ''Sınırların dilin nereye kadar konuşuluyorsa oraya kadardır'' sözlerine atıfta bulunarak, ''Ben de bir dil biliyorum ki o dilin hiç sınırı yok. Tüm dünyayı sizin yapar. O gönül dilidir. Bizim öyle bir gönül dilimiz var ki onunla konuştuğumuzda anlaşmamamız mümkün değil. Hz. Muhammed hepimizin peygamberidir'' diye konuştu.

    Konuşmasında Madımak Oteli yangınına da değinen Görmez, ''Aklı başında, kalbinde vicdan taşıyan hiçbir varlık, bu hadiselerde yanlışlık olmadı diyemez'' ifadesini kullandı.

    Camilere gelen vatandaşların Alevilik hakkında sahip oldukları ön yargıları kıramadıkları için üzüldüğünü belirten Görmez, ''yanlışların çift taraflı olduğunu'' ifade etti.

    Görmez, tartışmalı kısımları bir yana bırakarak ortak yanlara bakılması gerektiğine dikkati çekerek, ''Acısıyla neşesiyle ortak kültürümüz var. Anadolu coğrafyasında aynı özden yaratılmışız. Biz ilk defa Alevi kitapları yayınladık onların bir tanesinde güzel bir şey okudum. Toprağın mütevazı ve cömert olma özelliği çok hoşuma gitti'' dedi

    Alevi dedesi Yusuf Garib de Diyanet İşleri Başkanı'nın cemevini geç de olsa ziyaret etmesinin kendileri için mükafat olduğunu söyledi.

    Konuşmasında Kuran ayetlerinden örnekler veren Garib, ziyaret sonrası gazetecilere yaptığı açıklamada, Aleviliği İslam dışında göstermek isteyenleri eleştirerek ''Alevilik İslam'ın içindedir'' diye konuştu.

    Hacı Bektaş Veli Cemevi Köln ve Çevresi Başkanı Yüksel Söylemez de ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

     

    http://www.haber7.com/guncel/haber/937371-gormez-alevilik-islamin-yoldudur


  15. Benim İslamla ilgili aklıma yatmayan meselelerden bazıları:

    1- İffetli olmak neyin gereği? Gerçekten geçerli bir gerekçesi var mı?

    2- Neden Müslüman mucit ve kâşiflerin sayısı çok az? Din, afyon mu yani?

     

    soruların cevaplarına geçmeden önce sormuş olduğunuz sorularla alakalı hiç kafa yormadığınız gerçeğini belirtmek isterim. çok küçük az birşey düşünseydiniz veya tenezzül edip araştırsaydınız böyle ilköğretim seviyesinde soruları sorup bizi de meşgul etmezdiniz. neyse...

     

    1. Sorunun Cevabı; İffetli olmak insanlığın gereğidir. İffetsiz, namussuz,ahlaksız insan hayvandan aşağı kalır mı? İnsanlar alemi ile ilgili pek bilginiz yok gibi ama hayvanlar alemini şayet biliyorsanız onlarda durum insanlardan farklıdır. Onları frenleyen hiçbir saik mevcut olmadığından her an her yerde herşeyi düşünmeden yapabilmektedirler. Akıl nimetinin eksikliği. Maalesef aklını yitiren insanlarda da aynı durum görülmektedir. Benim aklım var diyen insan hayvan gibi yaşamayı tercih etmez, niye hayvanlar gibi yaşamıyoruz diyenin de aklı yoktur.

     

    2. Sorunun Cevabı; El insaf demek bile yeter de neyse...Bizim dinimiz yerinde saymaya tahammülü olmayan bir dindir. Sevgili peygamberimiz sav "iki günü birbirine eşit olan zarardadır" diyor. Böyle üstün nitelikli ve her an insana kendisini aşmayı nasihat edici aksi takdirde zararda olduğunu telkin eden bir söz başka hangi dinde vardır. Müslüman mucit ve kaşiflerin sayısını ansiklopediler almaz. Batı denilen olgu müslümanların seviyesine 18. yüzyılda ancak ulaşabilmiştir. o tarihe kadar hep müslümanları geriden takip etmişlerdir. Cabir bin Hayyan, İbni Nefis, İbni Heysem, El Battani, Harezmi, El Kİndi, Akşemseddin, İbni Firnas, Sabir bin Kurra, Kaşani, Biruni, Farabi, İbni Sina, El Cezeri, Kazvini, Davüdül Kayseri, Ali Kuşçu, Nasuruddini Tusi, İbni Kuteybe, Uluğ Bey, Hocendi, Ömer Hayyam, Hazerfan Ahmed Çelebi, Lagari Hasan Çelebi, Beni Musa Kardeşler,... sınırlı zamanda benim gibi sınırlı bilgiye sahip birinin yazabildikleri bunlar. Daha nice büyük ve marka isimler...Sadece biraz araştırma bunlardan çok daha fazlasına ulaşmak için yeterli olacaktır.

    • Like 1

  16. Bir mesele tenkit edilirken neticede o mesele hakkında çözüm getiriliyorsa ancak o zaman yapılan tenkit müspet olur. Kuru eleştiri yazının sonuç kısmında da geçtiği üzere yıkıcı etki yapar ve eldeki mevcudun yitirilmesine sebebiyet verir.

     

    maalesef ki halkımız eleştiriyi sever ama çözümle pek arası yoktur...


  17. Mareşal Fevzi Çakmak maalesef ki kendisinden çekinilen biri olmasına rağmen İslam adına sağlam bir duruş sergileyememiştir. Kazım Karabekir merhumun tavrını Fevzi Çakmak da gösterebilseydi belki tahribat bu boyutta olmazdı. Mezarı Üstadımızın kabrinin üst tarafında Mevlana Küçük Hüseyin Efendi Hazretlerinin ön tarafındadır. Hazreti ziyaret eden büyüklerin Fevzi Çakmak'ı ziyaret etmeden aşağıya indiklerini biliyorum...


  18. İran devleti zaman zaman israil ve abd aleyhindeki çıkışlarıyla müslümanların gözünü çok iyi boyamaktadır. Tarihleri boyunca Osmanlıya düşman bir siyaset izleyen, osmanlının müslümanların halifesi, 3 kıtanın hakimi olmalarını içlerine sindirememiş ve hala da bu ezikliğin ve düşmanlığın bir neticesi olarak sadece ve sadece müslümanlar nazarında popülarite kazanabilmek ve müslümanların liderliğine haddi olmayaraktan soyunma teşebbüsüne zemin oluşturmak için büyük bir çaba içindelerdir. Bunda da başarılı oldular. Müslümanlar İrana sempati duymuyorlar mı? Ama şunu çok iyi bilmek lazım ki eğer İran günün birinde nükleer silah kullanırsa ilk vuracağı ülke Türkiye olacaktır. İsrailmiş, Amerikaymış bunlar hikaye ve danışıklı döğüşten ibaret...

     

    Taylasanlıların sırrı!

     

    Nejad'ı Washington'da yeni yüzüyle tanıdık. Bu yüz Batılılara Mehdi'yi anlatan yüzüne benziyor. Gayet munis ve müşfik. İçeride Mehdi kesecek biçecek diyor, dışarıda ise Mehdi'yi gayet sevimli göstermenin derdinde. Eski Nejad'dan hiç eser yok. 2012 versiyonu farklı.

     

    Hangi Nejad'a inanacağız?

    O da farklı bir mesele. New York'ta tam da Batılıların duymak istedikleri dilden konuşuyor. Dersiniz ki itidal abidesi! Aşırı tepkilere karşı olduğunu söyledi ama, İran'daki bazıları Selman Rüşdi'nin kelle ödülünü 3.3 milyon dolara çıkardılar. İyi de kelle bedelini artırmak için niye 20 yıl, özellikle de film günlerini beklediler!

    Nejad, Siyonizme karşı çıktı ama Siyonist olmayan dini bütün bir Yahudiyi gelin veya damat görmekten gocunmayacağını söyledi. Bu yönde sabıkalarına bir sabıka daha kattı.

    Birincisi; muhalifleri kendisinin aslen Yahudi olduğunu ve sonradan bu ismi aldığını ileri sürüyorlar.

    Hitler'in Yahudi olduğu ve annesinin zengin bir Yahudi ailenin hizmetinde bulunduğu sırada hamile kaldığı ve dolayısıyla bir yönüyle Yahudi olduğu yaygın bir kanaat.

    Nejad'ın kökenini ortaya koyan Sabourjian ismi veya lakabı kumaş, bez ve çuha dokuyucusu anlamıına geliyor. Siz bunu siyaset dilinde veya dünyasında 'çorap ören' olarak da anlayabilirsiniz. Asıl sır ise Sabourjian adının İbranice karşılığında. İbranice karşılık Nejad'ın sırlarını çözmemize imkan veriyor. Sabourjian adının İbranice karşılığı Tallit shawl. Yani Taylasanlı.

    Nejad'ın doğumundan sonra aile Müslüman olarak Ahmedinejad kimliğini alıyor. Aile Aradan'lı ve 1950'li yıllarda Tahran'a göç ediyor.

    ¥

    Anlaşıldığı kadarıyla Taylasan ifadesi Arapça'ya İbranice'den geçiyor. Delili şu: Eşkinazi veya Yiddiş lehçesinde Taylasan, tallitot, talleisim, tallism olarak ifade ediliyor (http://en.wikipedia.org/wiki/Tallit). Taylasan İbranice'de sabah ibadetlerinde dışa giyilen elbise anlamına geliyor.

    Arap İran Araştırmaları Merkezinden Ali Nurizade, Ahmedinejad'ın geçmişinin onun hakkında birçok bilinmeyene ışık tuttuğunu söylüyor. Özellikle geçmişlerini şiddetle karalayanların, geldikleri yerde tutunma ve yükselme şansına sahip oldukları bir gerçek.

    'Radikal' bir toplum içinde kendine yer edinmenin en iyi ve kestirme yolu Yahudilik hakkında en keskin laflar etmekten geçiyor. Ondan sonra da L formülüne geçebilirler.

    Londra'da İsrailli diplomatlardan Ron Gidor konuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınıyor ve kendilerini ilgilendirmediğini söylüyor.

    Nejad, ailesinin isim değiştirdiğini reddetmiyor (http://www.telegraph.co.uk/ news/worldnews/middleeast/iran/6256173/ Mahmoud-Ahmadinejad-revealed-to-have-Jewish-past.html ) Lakin değişen ismine veya ne sebeple değiştiğine değinmiyor. Sır gibi saklıyor. Demirci ustası olan babası, Mahmut Ahmedinejad dört yaşında iken yarı dini nedenlerle yarı ekonomik nedenlerle soy ismini veya aile ismini değiştiriyor. Başkanlık seçimleri sırasında bir televizyon tartışmasında isim değişikliğini itiraf etse de geçiştirdi. İnternet blogcusu Mehdi Khazali, Ahmedinejad'ın aliesinin geçmişini araştırırken kendisini hapiste buldu.

    ¥

    Nejad geçmişte, İsrail için çok net eleştiriler yaptı. Holokost'un yaşanmadığını söyledi.. Aynı zamanda İsrail'in soykırım, barbarlık ve ırkçılık yaptığını ifade etti. İsrail'i haritadan sileceklerini söyledi.

    Ama hep gürledi, hiç yağmadı. Bunlar hepsi güzel de bu ifadelerinde ne kadar samimi? Zira Putin-Medvedev gibi birlikte ikili siyasi matruşka sistemi kurmak istediği dünürü İsfendiyar Meşşai, ABD ve İsrail'in en dost milletler arasında saymıştır.

    Dahası Nejad gibi Pers milliyetçisi olarak biliniyor.

    BM Genel Kurul toplantılarına katılmak için gittiği ABD'de CNN'de Piers Morgan'ın Tonight programına konuk olan Nejad kendisinin Siyonistlere karşı olduğunu ama Yahudilere karşı olmadığını tekrarladı. Buraya kadar bildik eski söylem. İtiraz yok.

    Lakin onun ötesine de geçerek çocuklarının veya neslinin Yahudilerle evlenmesine de karşı çıkmayacağını söyledi. (http://edition.cnn.c...view/index.html)

    Film konusunda da Washington'da farklı bir Nejad karşımıza çıkıyor. Filmi doğru bulmamakla birlikte aşırılığın her çeşidini kınadıklarını söylüyor! Muhammed Ali Caferi de, zaten Libya'daki Amerikan elçisinin öldürülmesini doğru bulmadığını söylemişti.

    Anlaşılan o ki, bu dil veya söylem iki taraflı çalışıyor! Bazen radikalizmi bazen de itidali oynuyor. Vaktiyle 'Osmanlı'da oyun bitmez' demişler.

    Nejad ve benzerlerinde ise hiç tükenmez. Washington'da karşımıza tuhaf bir Ahmedinejad tiplemesi çıkıyor. Vize kuyruğunda dökülenlere rağmen adeta bir çıkarma yapıyor.

    Düşman bir ülkeye bu kadar meraklı olmak niye? İran Meclisindekiler de bunu sorguluyor. Nejad da onları 'b...yemeyin' diye tersliyor (http://www.alarabiya.../25/240152.html).

    Yahudiler, Birinci Dünya Savaşından sonra üç yeni rejimin ve ülkenin kurucusu olduklarını söylerler.

    Birisi İsrail diğeri Rusya.

    Üçüncüsünü ise anmaya gerek yok.

    Acaba günümüzde Netanyahu'dan başka dünyanın kaç ülkesinin başında Yahudiler bulunuyor ve bu ülkeleri yönetiyorlar?

    http://www.habervakt...irri-54833.html


  19. Kültür bakanlığı işgalci konumunda

     

    Ayasofya Cami'nin müzeye çevrilmesinin üzerinden 78 yıl geçti. Ancak bu karar hiçbir zaman vatandaşın vicdanında kabul edilebilir-makul bir değer ifade etmedi. Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinin ardından, fethin nişanesi olarak ‘Fethiye' ismiyle camiye çevrilen Ayasofya 500 yıla yakın bir süre camii olarak kullanıldı. Ayasofya'nın bugünkü içinde bulunduğu durumdan rahatsızlıklarını dönem dönem çeşitli platformlarda gündeme getiren vatandaşların, Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması yönündeki taleplerine, devletin çeşitli birimlerinden hep olumsuz cevaplar geldi.

     

    VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ NEDEN SUSKUN

     

    Son olarak Başbakanlık Bilgi İletişim Merkezi (BİMER) yoluyla talepte bulunan vatandaşa, “Bakanlığımız Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı Ayasofya Müzesinin yeniden ibadete açılması talebini konu alan BİMER başvurunuz incelenmiştir” denilerek, Kültür Bakanlığınca cevap verildi. Vatandaşlar, başvurularını cevaplaması gereken kurumun Kültür Bakanlığı değil, Ayasofya'nın halen tapuda adına kayıtlı olduğu Vakıflar Genel Müdürlüğü olması gerektiğini düşünüyorlar.

     

    KÜLTÜR BAKANLIĞI İŞGALCİ KONUMUNDA

     

    Kültür Bakanlığı'nın verdiği cevap devamla: “Atatürk'ün başkanlığında yapılan 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile “Anıt Müze” ilan edilen Ayasofya, o tarihten itibaren “Müze” olarak hizmet vermektedir. Anılan Bakanlar Kurulu Kararı halen yürürlükte olduğundan Ayasofya Müzesi'nin yeniden Camii veya Kilise olarak hizmet vermesi mümkün değildir” deniliyor. Bu konuda Kültür Bakanlığı'nın karar verme, hatta açıklama yetkisine sahip olmadığını düşünen vatandaşlar, daha ileri bir iddia ortaya atarak Kültür Bakanlığı'nın Ayasofya konusunda işgalci konumda olduğunu söylüyorlar.

     

    NE SİYASET NE BÜROKRASİ NE YARGI ÇÖZÜM GETİREBİLDİ

     

    Yıllardır, siyaset ve bürokrasinin bir çözüm getiremediği Ayasofya Camii ile ilgili ihtilaf, mahkemeler yoluyla da bir çözüme bağlanamadı. Çeşitli zamanlarda açılan davalar, ya yetkisizlik veya ret kararları alarak soruna bir çözüm getiremedi. Çözüm yolu, siyaset, bürokrasi ve adliyenin dışından; tarihçi bir bilim adamından geldi. Sorun bütün tazeliğiyle ortada iken, çözüm noktasında asıl görev sahibi olan merciin Cumhurbaşkanlığı makamı olduğu ortaya çıktı.

     

    TARİHÇİ BİLİM ADAMI ÇÖZÜM YOLUNU GÖSTERDİ

     

    İşte bu noktada ortaya konan bir görüş tüm bilinenleri altüst edecek gibi gözüküyor. Tarih uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mithat Atabay, Ayasofya üzerinde söz söyleme ve yetki kullanma hakkının Türk milleti adına, Cumhurbaşkanlığı makamında olduğunu açıkladı. İstanbul'un fethiyle beraber Ayasofya'nın Sultan Mehmed'in mülküne geçtiğini hatırlatan Atabay, Hilafet ve Saltanat'ın kaldırılmasıyla birlikte bu yetkinin Devlet Başkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'na geçtiğini, Cumhurbaşkanlarının Türk milletinin malı olan tüm mülklerde olduğu gibi Ayasofya konusunda da her türlü yetkiyi üzerinde topladığını bildirdi.

     

    Kültür Bakanlığı'nın Ayasofya ile ilgili açıklamada bulunmasının ve Ayasofya üzerinde yetki sahibi olmasının, yapının sadece sanatsal yönü ve bakım onarımıyla alakalı olduğunu belirten Atabay, TBMM'nin önümüzdeki dönemde birtakım vakıflarla ilgili bir çalışma içinde olduğunu da hatırlatarak, “Ayasofya'nın da bu tartışmaların dışında kalabilmesi mümkün değildir. Elbette gündeme gelecektir. Ancak daha önce de dediğim gibi Ayasofya üzerindeki tartışmalara son noktayı koyabilecek kurum Devlet Başkanlığıdır. Ancak iç ve dış tepkileri Cumhurbaşkanı'nın göze alabileceğini sanmıyorum” dedi.

     

    AYASOFYA YASAL HAKLARINDAN VARESTE TUTULAMAZ

     

    Bu bilginin ardından, vatandaşlardan gelen taleplerin BİMER tarafından ilgili yerler olan Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığına yansıtılması isteniyor. Vatandaşların da direkt olarak Cumhurbaşkanlığına başvurabileceği hatırlatılıyor. Meclis'te yeni dönemde devletin bir şekilde el koyduğu tüm vakıf mallarının iadesinin sağlanacağı yönündeki kanun hazırlığını Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç açıklamıştı. Ayasofya'nın da her türlü itibarla bir vakıf malı olduğu, çıkarılacak kanun ve düzenlemelerden hiçbir şekilde vareste tutulmasının mümkün olmadığı, gayrimüslimlerden parası ödenerek dahi alınmış olan kilise ve diğer gayrimenkullerin teslim edildiği bir dönemde Ayasofya'nın da zincirlerinin artık kırılması gerektiği belirtiliyor.

     

    Osman Yiğit / Yeni Akit

    • Like 1

  20. Şair İsmet Özel ile yapılan röportaj şöyle:

     

    Şiire karşı olan ilginiz ne zaman başladı? Şair olmaya nasıl karar verdiniz?

    Eğer benim 40 yaşıma kadar yazdığım şiirlerin koleksiyonunu görmüşseniz "erbain" adını taşıyor. Orada ilk şiirin altındaki tarih, 1953'dür. Benim de 1944 yılında doğduğumu düşünürseniz demek ki o zaman 9 yaşından beridir şiire karşı ilgim var. Sanatın birçok alanına ilgim vardı. Bunun açıklaması çok basit. Ben 6 kardeşin en küçüğüyüm. Babam, 1955 yılında başkomiserlikten emekli oldu. Ailemdeki herkes iyi eğitim aldıkları için kitaplar yabancım olan bir şey değildi. En büyük ağabeyim resim öğretmeniydi. Daha ben okuma-yazma bilmeden büyük ressamların reprodüksiyonlarıyla karşılaştım. Böyle sanat eserlerine ihtiyaç duyulan bir ortamda profesyonel olarak kimsenin bir şey yaptığı yoktu. Ama ben yetişme çağlarında kendime bir gelecek eylemek için aklımı çalıştırdığımda hangi sanat dalıyla kendimi geliştirebileceğimi kendime sordum. Müzik ve resim çok masraflı olduğu için maliyeti en düşük olan şiirdi benim için. Bu yüzden şiir meşguliyet saham oldu. Kendimi şiire bağlı saymam lise son sınıftır. Ondan sonra bu işin beni taşıyacağına, benim de bu işe emek vererek kendimi sıhhatli kılabileceğime iyi gözle baktım.

     

    BÜYÜK ŞAİRLERİN ÖNCESİ OLMAZ

    Her şairin etkilendiği bir üstat vardır derler. Acaba bu doğru mudur? Sizin de etkilendiğiniz, size yön veren bir şair oldu mu?

    Bir kere gerçekten öyle bir şey var mı? Şimdi tam tersine büyük şairlerin hepsi kendinden öncesi olmayan şairlerdir. Çünkü deriz ki; "bunun dili bahis konusu." Bir şair ancak kurduğu cümlede diline baskı kurduğu zaman büyük şair kabul edilir. Yani, o yüzden bu bir zincir değildir. "Filanca filancayı doğurur" şeklinde gitmez. Ama ben, gençlik yıllarımda bir söz okumuştum. Şöyle diyordu: "Sanat alanında etkiden kaçanlar, kendilerini bu büyük akrabalığa layık görmeyenlerdir." Zaten sanat alanı ister istemez müzik olsun, resim olsun, şiir olsun, etkilerle doğabilen bir alandır. Brahms'ın "Birinci senfonisini Bethowen'in 10. senfonisi etkisi altında yapmıştır" derler. Brahms, tamamen kendi rengini aksettirir, yine de Bethowen'in ruhu götürür işi... Nitekim kendisi de uzun yıllar demiştir Brahms:"Ensemde o kişinin nefesini hissetiğim için senfoni yazamadım."

    Biraz kendinizden bahseder misiniz? Bir dönem sosyalisttiniz. Daha sonra bu fikir değişimi nasıl oldu? İslam'ı tercih etmenize ne tesir etti?

    Ben bunun için kitap yazdım. "Neden Müslüman oldun?" diye sordukları için böyle bir gerek hissettim. Şu kanaat temelden yanlıştır: "İsmet Özel, devre devre düşünce değiştiriyor." Böyle bir şey yok. Ben, akılbali olduğum sırada dünyaya nasıl bakıyor idiysem hala öyle bakıyorum. Hiçbir görüş değişikliği benim için söz konusu değil. Sadece ben, üzerinde yaşadığım toprakların ve birlikte yaşadığım insanların akibeti konusunda endişelendiğim için şöyle veya böyle davrandım. Onlar bunu beceremedikleri için bana "Bir zamanlar şuydu, sonra şöyle oldu" diyorlar. Bunu söyleyen insanlar, bu toprakların ne olduğu, bu insanların kim olduğu sorusunu bir kere bile kendilerine sormamıştır. Yani, "Sen neden bir zamanlar sosyalist görüşleri savunuyordun?" diye sormaya kalkarlarsa bana eğer benim yaşımda birisiyse ben ona "Sen neden sosyalist görüşleri hiç savunmadın?" diye sorarım. Anlatabiliyor muyum?

     

    SAĞCISI DA SOLCUSU DA İSHAL OLDU

    "Sen neden Müslüman oldun" diye birileri sorarsa ne cevap verirdiniz?

    "Müslümanlığın ne olduğunu biliyor musun?" diye soruyla karşılık veririm. Ve "Sen eğer Müslümanlığın ne olduğunu biliyor olsaydın hidayete ermenin ne demek olduğunu da biliyor olman gerekirdi, Fatiha Suresi'ni okuduğunda sana ne söylendiğini de anlıyor olman gerekirdi. 'Sen, ne zaman Müslüman oldun ve niçin Müslüman oldun' diye soranlara sen ne zaman Müslüman oldun" diye sorabilirim. Eğer Müslüman değilse de "Neden Müslüman değilsin?" diye sorarım. Eğer birileri benim fikir değiştirdiğimi söylüyorsa bu bana düşmanlıklarından gelir. Kendileri ne olmuşlar kendileri ne olmamışlar onu sormak lazım. Ben hiç görüş değiştirmedim. Benim yaşıtlarım arasında sağ olan ve gençlik ideallerine ihanet etmeyen tek insan benim. Hepsi, sağcısı da solcusu da ishal oldular.

    Yani hala sosyalist misiniz? Bu dediklerinizden öyle bir anlam çıkıyor.

    Sosyalist düşünce değil. Ben bunu söyledim de yazdım da. Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah'ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet'e yapmayacağı kötülük yoktur. Çünkü komünist olmak demek, cemaati esas almak demektir. Ferdi olarak namaz kılmak, ruhsat verilmiş bir durumdur. Ancak, namazın esası cemaatle kılınmasıdır. Bizim İslam'ın 5 şartı olarak bildiklerimizin hepsi, Komünistlikten ibarettir. Bir insan neden zekat verir? İslam'ın şartı olduğu için verir. Neden bir insan mülkünün servetinin 40'da birini insanlara dağıtsın? E işte komünistlik yapıyorsun. Düz mantıkta cevabı budur. Ama zekat temizlenmektir. Servetinin pis olan kısmını elinden çıkarıyorsun. Kur'an-ı Kerim'de defalarca belirtiliyor. Kazancınızda hastanın, yoksulun hakkı vardır diyor. Bir kere değil, birçok kere bildiriliyor. Senin kazanç sahibi olman, senin onun sahibi olduğun anlamına gelmiyor. Ne kazanırsan kazan; bunu temizlemiş olman lazım. Senin bunu kullanabilmen için temizlemen gerekiyor. Yani bunlar hesaba katılmadan, gizlice faiz alarak işlerini yürütenlerin, Müslüman addedilmesi, bu dine yabancı kalınması demektir. Allah katındaki dini, yedeğe almak manasına gelmektedir.

     

    MUHAFAZAKÂRLIK MÜSLÜMANLIK YERİNE KULLANILIYORSA BU SAHTEKÂRLIĞA BİR SON VERMEK LAZIM

    Peki, muhafazakârlık sizce nedir? Nasıl bakıyorsunuz muhafazakârlığa?

    Muhafazakârlık tercüme bir kelimedir. Konservatif kelimesinden türemiştir. Konserve kelimesinden anlaşılacağı gibi "muhafaza etmek" anlamına gelir. Şimdi, Avrupa'da siyaset alanında bu anlaşılabilir bir şey, konservatif olmak. Çünkü Avrupa'da Orta Çağ'dan itibaren hayatın nasıl idame edileceğine dair bir takım kaideler tayin edilmiştir. Bunlar, Hıristiyani, Yahudilikle alakalı veyahut başka bir görüşün uzantısı olan kaideler değildir. Bunlar zaruretin dayattığı, zaruretin icbar ettiği kaidelerdir. Avrupa'da hayat nasıl devam edecek? Bunu bir takım kaidelere bağlamışlar. İşte "Bu kaideler olmadan da bu kaideler terk edilerek de hayatımız devam edebilir" diyen insanlara "liberal" demişler. Yani, konservatif olmayan... Bunun Türk Tarihi ile alakası var. Çünkü Avrupalıları liberal yapan da konservatif yapan da Türk korkusudur. Yani onlar, kendi sahaları içinde "Ne yapacağız da bu durumda hayatta kalacağız" endişesini Türklerin onları orada yaşamaya mecbur etmeleri yüzünden hissetmişlerdir. Şimdi, Türkiye'de Müslüman dememek için muhafazakâr diyorlarsa bu sahtekârlığın bir sonu gelmesi lazım. Müslüman mısın, muhafazakâr mısın? Müslüman'san adı üzerine Müslümanlığın kendi gereklerine uygun hareket etmen lazım. Muhafazakârlık Avrupa'ya aittir. Bilhassa da İngiltere'ye. Muhafazakarlık daha çok İngiliz siyasi algısıdır. İngiltere'nin menfaatlerini "Mevcut kurumlara dayanarak koruyacağız" düşüncesidir.

     

    İSTİKLAL MARŞI NASIL YAZILMIŞSA DERNEĞİ DE O AMAÇLA KURULDU

    İstiklal Marşı Derneği'nin kuruluş amacından biraz bahseder misiniz?

    İstiklal Marşı ne sebeple yazıldıysa İstiklal Marşı Derneği de bu sebepten kuruldu. İstiklal Marşı ne için yazıldı? Öncelikle bunu açıklayalım. Bugün her milletin bir marşı varsa bizim de İstiklal Marşı'mız var. Hepimiz İstiklal Marşı'nın hikayesini biliyoruz. Bir harbin Zaferle sonuçlandırılmasına katkıda bulunmak üzere yazıldı İstiklal Marşı. İstiklal Marşı yarışmasına girip de finale kalanlara da baksanız, onların da her biri bu espriyi taşırlar. Bağımsızlık ve vatan... Hatta Kemalettin Kamu'nun İstiklal Marşı adayı olarak finale kalan şiiri, "Kim bırakır Türk kızını Yunan'ın koynuna" diyor. İstiklal Marşı'nın yazılma gayesi dediğim gibi vatandır. M. Akif'in metni kabul edilmeseydi, her hangi biri kabul edilecekti. Hangisi kabul edilirse edilsin, bugün yaşadığımız topraklarda bir müstakil devletin kurulmamasına dönük bir şeydir. Yani bu devlet kurulmuş da kabul ediliyor ama Sakarya Meydan Muharebesi'nin sonucunun ne olacağı konuyu belirleyici olacak. Sakarya Meydan Muharebesi'nin kazanılmasına moral tesir uyandıran bir metin olarak İstiklal Marşı doğdu. İstiklal Marşı'na doğduğu zaman itiraz edenler de aslında belli etmeden Sakarya Meydan Muharebesi'nin Türkler tarafından kaybedilmesini içten içe arzulayan insanlardı.

    Derneği kurduğunuzda olumsuz yönde tepkiler aldınız mı? Çünkü biliyorsunuz ki, ulusalcı cenah Mehmet Akif ve İstiklal Marşı aleyhtarlığı yapabiliyorlar. Sizin de önünüze engel koymak istediler mi?

    Biz Türkler, bütün düşmanlarımızı şaşırtarak hayrete düşürerek bugüne geldik. Hiç böyle olacağını sanmazlardı. Yani benim gençliğim sırasında sosyalist görüşleri savunan gençler arasında bir sıralama yapılacak olsaydı ben, Müslüman'ım diyerek ortaya çıkacak en son kişi ben olurdum. Biz Türkler, her zaman gavurları şaşırtmışızdır. Hayrete düşürmüşüzdür. Yani böyle mi olacaktı? İstiklal Harbi'nin dönüm noktası Sakarya Meydan Muharebesi mi olacaktı? Evet, biz onları şaşırttık, hayrete düşürdük. İstiklal Marşı Derneği de aynı şekilde İstiklal Marşının doğuşu gibi doğdu. Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'deki uzantıları bir şekilde milli refleksler gösteren İsmet Özel'i aleladeleştirmek üzere çareler arıyorlardı. Ne zamanki İsmet Özel'in 90'lı yıllardan itibaren İstiklal Marşı Derneği kurmak gibi fikri olduğunu duydular ve buna balıklama atladılar. "Hah" dediler. "Şimdi İsmet Özel'i bu derneğe hapsederiz" dediler. "Onu bir de bal mumuyla örtüp bir de cila sürersek basan kayacak" dediler. Fakat gene şaşırttık. İstiklal Marşı Derneği, hiç onların düşündüğü gibi bir şey olmadı ve alnı açık başı dik bir pozisyonu muhafaza etti.

    Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

    Ben vatanı, kullukla bağdaştırıyorum. Eğer bir insan Allah'a secde edecekse yönünü Kabe'ye dönmek zorunda. Peki ayakları nereye basacak? Tabii ki üzerinde bulunduğu toprak parçası olan vatanına. Yani bir insan eğer vatansızsa, kul da olamaz. Bana bu cümleleri paylaşma imkanı verdiği için Memleket Dergi'ye ve size teşekkür ediyorum.

     

    Kaynak: Memleket Dergi

     

    http://www.haber7.com/edebiyat/haber/933873-sair-ismet-ozelden-cok-tartisilacak-sozler


  21. Osmanlı armasının sırrı

     

     

    İhtişamlı Osmanlı armasına her yerde rastlanıyor. İnsanlar, maziye olan hasreti, duvarlara bu armayı asarak, telefonlarına duvar kâğıdı yaparak gidermeye çalışıyor... Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kıyımdan kurtulan birkaç tanesi de eski binaların girişini süslüyor. Bu arma, zannedildiği kadar eski değildir ve meraklı bir hikâyesi vardır...

    Arma adeti, Haçlı Seferleri sırasında başladı. Şövalyeler, kendi müfrezelerini ayırabilmek için muayyen bir arma altında bulundururdu. Zamanla devlet, hükümdar, asil aile, şehir, hatta tarikat, üniversite, kulüp, meslek ve loncalara ait alamet-i farika haline geldi. Arma, evvela bayraklarda, sonra kalkanlarda kullanıldı. Arma, zaten silah demektir. Sonradan elbise, miğfer, eşya, hatta ev duvarlarına işlendi. Miras olarak intikal etmeye başladı.İngiltere'de 13. asırdan beri arma kitapları neşredilegelmiştir. İlk zamanlar herkes alabilirdi. Sonradan krallar bağışlamaya başladı. Hatta 1484'te Kral III. Richard, Londra'da bir arma mektebi kurdu. Zamanla armalarla alakalı heraldik adında bir ilim şubesi teşekkül etti. XIV. asırda Bartolus de Sascoferrato adında bir İtalyan hukukçusu, armaların hukuku ve sanatına dair şümullü bir eser kaleme aldı. İngiltere'de sadece arma ihtilaflarına bakan bir mahkeme bugün bile faaliyettedir.

    Eski Türklerde armaya ongun veya damga denir. Her aşiretin bir ongunu; her beyin de hususî mühür makamında bir tuğrası vardır. Bu ongun, Avrupa Hunlarında kuş, Selçuklularda çift başlı kartaldır. Kayı boyunun damgası iki ok ve bir yaydır.

    Osmanlı arması, Windsor'da

    1854 tarihli Kırım Harbi'nde İngiltere, Fransa ve Sardinya, Osmanlıların müttefiki olarak Ruslarla harbetmişti. Bu vesileyle Fransa, Sultan Abdülmecid'e Legion d'Honneur nişanı verdi. Fransa'dan geri kalmak istemeyen İngiltere de, padişaha Dizbağı Nişanı verdi. Böylece Sultan Mecid, yabancı nişan kabul eden ilk hükümdar oldu. 1346'da Kral III. Edward ihdas ettiğinden beri, kendisine nişan verilen kişilerin armasının, Windsor Sarayı'ndaki St. George Kilisesi duvarına asılması adettir. Bu vesileyle Kraliçe Victoria, Charles Young isminde bir arma ressamını İstanbul'a gönderip, padişah için bir arma yaptırttı. Etienne Pisani adlı bir tercüman yardımıyla faaliyetlerini yürüten ressam, saltanat kavuğu, sorguç, tuğra ve ay-yıldızdan müteşekkil bir arma hazırlayıp Londra'daki Osmanlı sefiri Kostaki Efendi'ye teslim etti. Sultan Mecid, kendisine gönderilen arma müsveddesini beğendi ve kraliçeye gönderdi. Arma, yerine asıldı. Sultan II. Abdülhamid tahta çıkınca, babasından kalma bu armayı gözden geçirtti. Terazi ve silahlar eklenerek arma son halini aldı. 17 Nisan 1882 tarihli irade ile resmî arma olarak kabul edildi.

    Osmanlı armasındaki semboller

    Avrupa'da armaların çoğunda Latince vecizeler yazar. Osmanlı armasında hilalin içinde el-Müstenedü bi-Tevfîkati'r-Rabbaniyye ed-Devletü'l-Aliyyeti'l-Osmaniyye (Rabbanî muvaffakiyetlere dayanan Yüce Osmanlı Devleti) yazılıdır. ABD dolarının üzerindeki In God We Trust (Allah'a güveniriz) sözü ile benzerlik dikkat çekicidir. Armanın sağında kırmızı Türk bayrağı; solunda yeşil hilafet sancağı yer alır. Bazı yeni tasvirlerde üç hilal gözükmektedir. Halbuki orijinali ay-yıldızlıdır.

    Bayrakların ortasındaki eliptik şekil ve kavuk, saltanat ve hilafeti; soldaki çiçekler, müsamahayı; soldaki terazi, adaleti; soldaki kitap, Kur'an-ı kerimi; sağ ve soldaki silahlar, orduyu; güneş, devletin büyüklüğünü; güneşin ortasındaki yeşil yuvarlak ve içindeki tuğra, en büyük Müslüman Türk hanedanını; tuğranın altındaki ay, dünyadaki bütün Müslümanların hamisi oluşunu; madalyonların asılı olduğu aksam, köklü Osmanlı kültürünü; en altta asılı madalyonlar, çeşitli milletlerden Osmanlı halkını ifade eder.

    Osmanlı Devleti armasında 30 ayrı sembol bulunuyor

    1- Tuğranın etrafındaki güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir. 2- Sultan II. Abdülhamid'in tuğrası. 3- Sorguçlu kavuk: Osman Gazi'yi ve tahtı temsil eder. 4- Yeşil Hilafet sancağı. 5- Süngülü tüfek: Osmanlı ordusunun aslî silahı. 6- Çift taraflı teber. 7- Toplu tabanca. 8- Terazi: Şeşper ve asaya asılıdır, adaleti temsil eder. 9- (Üstte) Kur'an-ı kerim. (Altta) Kanunnameler. 10- Nişan-ı Âli-i İmtiyaz. 11-Nişan-ı Osmanî. 12-Asa ve şeşper. 13-Çapa: Donanmayı temsil eder. 14-Bereket boynuzu. 15-Nîşan-ı İftihar. 16-Yay. 17-Nişan-ı Mecidî. 18-Borazan. 19-Şefkat Nişanı. 20-Top gülleleri. 21-Kılıç. 22-Top. 23-El siperlikli merasim kılıcı. 24-Mızrak. 25- Çift taraflı teber. 26-Tek taraflı teber. 27-Bayrak. 28-Osmanlı sancağı. 29-Mızrak. 30- Kalkan, ortasında stilize edilmiş güneş motifi ve 12 yıldız...

    Bir armam bile yok!

    1925'de TC Maarif Vekaleti bir müsabaka açtı. Jürinin beşi Güzel Sanatlar Akademisi, beşi de Maarif Vekaleti'ndendi. Bir altının 8,5 lira olduğu bir zamanda birinciye 1000, ikinciye 500, üçüncüye 300 lira mükafat va'dedildi. Osmanlı armasından farklı olması için İslamiyet öncesi geleneklerin nazara alınması gerektiği işaret edildi. Bunlardan numune üzerinde istenen tadilatı yapmak suretiyle Namık İsmail birinci oldu. Armada, buğday başakları ile meşe yapraklarının içinde üstünde meşale yanan bir kalkan içinde ay-yıldız ile altında bir kurt resmedilmişti. Arma, 6/I/1927 tarihinde neşredildi. Ama resmen hiç kullanılmadı. Günümüzde devletin resmî bir arması yoktur. Çeşitli ay-yıldızlı şekiller bu yolda kullanılmaktadır.

     

    http://www.habervaktim.com/haber/osmanli-armasinin-sirri--265454.html


  22. Atatürk'ün maaşı ve serveti

     

    Üsküdar'dan Sırma Hanım'ın sorusu şöyle: "Atatürk'ün maaşı ve mal varlığı uzun zamandır internette dolaşıyor ama farklı değerlendirmeler ve rakamlar var; acaba bu işin gerçeği nedir?"

    Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı maaşı ortalama 13.000 TL. Bugün için hayli müteva­zı bir rakam gibi gözüküyor. Ama bu paraya bugünkü altın değeri üzerinden baktı­ğınızda karşınıza 700 bin TL: civarında bir meblâğ çıkıyor ki, yine altın üzerinden bugünkü Cumhurbaşkanı'nın maaşından en az 24, TL üzerinden ise 44 kat fazla ol­duğu görülüyor.

     

    Hâlbuki o günkü Türkiye, bugünkü Türkiye'den 20-30 kat daha fakirdir. Bu da göz önüne alınırsa, ilk Cumhurbaşkanı'nın, son Cumhurbaşkanı'ndan reel olarak 350-400 kat daha fazla maaş aldığı ortaya çıkıyor.

     

    Çok para: "Bu kadar parayı ne yapardı?" sorusu hemen akla geliyor. Harcayabildiği kadarını harcar, ar­tan parasını İş Bankası'ndaki özel hesabında biriktirirdi.

     

    Ayrıca da İş Bankası, Hintli Müslümanların (şimdiki Pakistanlılar ve Bangladeşliler) her kuruşunun Mil­li Mücadele'de kullanılması için aralarında toplayıp gönderdikleri 500 bin TL. ile kurulmuştur.

     

    Savaş yıllarında bu paranın sadece 120 bin TL'si harcanmış, geriye kalan 320 bin TL. ile de İş Bankası kurulmuş... Mustafa Kemal da bankaya ortak...

     

    Diyeceksiniz ki, İş Bankası'ndaki ortaklığını CHP'ye devretmedi mi? Etti. Hatırı sayılır servetinin önem­li bir bölümünü de Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'na bağışladı.

     

    Ama Türk Tarih Kurumu, düne kadar, tarihi çarpıtmak için kullanıldı, Türk Dil Kurumu ise dilimizi boz­mak için akla mantığa sığmaz kelimeler uydurdu...

     

    Bunlar bir yana, 1950 seçimleri dâhil, girdiği tüm seçimleri kaybeden halkın desteğinden mahrum bir CHP'nin, halkın kurtuluşu için gönderilen bir paradan hâlâ nemalanıyor olması, sizce normal bir du­rum mudur?

     

    Zaten servetinizi kime bıraktığınız değil, nasıl edindiğiniz önemlidir.

     

    Şimdi artık Atatürk'ün servetine gelebiliriz...

     

    *

     

    Kendisi hem CHP'li, hem "Atatürkçü", hem de Atatürk'ün hemşehrisi olan eski bakanlardan, eski TRT Genel Müdürlerinden yazar İsmail Cem, "Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi" isimli eserinde, Ata­türk'ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın "Atatürk'ten Hatıralar" isimli kitabına (Cilt.2, s.689) daya­narak, Atatürk'ün mal varlığının dökümünü dört sayfa halinde şöyle veriyor:

     

    Bu dökümden ortaya çıkan gerçek şu ki, Atatürk, ülkenin en geniş topraklarına ve sanayi tesislerine sa­hip zengin bir insandı.

    Arazilerinin toplam büyüklüğü 154 bin 729 dönümü geçiyordu.

    Ankara'da, Silifke'de, Tarsus'ta, Dörtyol'da, Yalova'da dev çiftlikler kurdurmuştu.

    Bu çiftliklerin gelirini ise 1927 ile 1937 tarihleri arasında yine CHP'ye bırakmıştı.

    1 bira fabrikası, 1 malt fabrikası, 1 buz fabrikası, bir gazoz fabrikası, 1 tarım aletleri fabrikası, 2 pastöri­ze süt fabrikası, 2 yoğurt imalathanesi mevcuttu.

     

    Atatürk ayrıca 13 bin koyun, 443 sığır, 69 at, 2.450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer-döver, 5 kamyon, 2 oto­mobil, 19 araba ve bir deniz motoru sahibiydi.

     

    45 dairesi, 7 ağılı, 6 mandırası, 8 ahırı, 7 ambarı, 4 samanlığı, 6 hangarı, 4 lokanta ve gazinosu, 2 fırını, 2 de serası vardı...

     

    Oysa Atatürk, Milli Mücadele başlangıcında gerçekleşen kongrelere ödünç elbiselerle katıldığını "Nu­tuk" isimli eserinde gururla anlatıyor.

     

    Elbette ne fakir olmak ayıptır, ne zengin olmak suçtur; sonradan zengin olmuş bir sürü fakir var. Önem­li olan zenginliğin kaynağıdır.

     

    Bazılarımız, "Cumhuriyetin kurucusuna feda olsun" diyebilir. Ben ise Hintli Müslümanların gönderdiği o parada küçücük bir hakkım varsa, CHP'ye helâl etmeyi düşünmüyorum.

    http://www.habervaktim.com/yazar/ataturkun-maasi-ve-serveti-54710.html

×
×
  • Create New...