Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HİÇ

Editor
  • Content Count

    948
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    92

Posts posted by HİÇ


  1. İskilipli Atıf Hoca

     

     

     

    Dünya üzerinde bizim milletimiz kadar “zor zamanlar” geçiren başka bir halk yoktur.

    Her milletin elbet tarihi vardır. Ama bu tarih içerisinde yine bizimki kadar yalan söyleyen başka tarihe rastlanamaz.

    Soru şu:

    -“Bir milletin tarihi o topluma neden doğru şekilde anlatılmaz?” Böyle bir soru, bizden başka milletlerde de sorulmaz. Sadece bizde sorulur ve sorunun cevabı verilemez.

    En az beş nesil, yalan söyleyen tarihle eğitim gördü. Yalan söyleyen tarihe inandırıldı.

     

    ¥

    Savaşların en berbatı, “tarih ve kültür savaşıdır.” Bir milletin tarihinden, kültüründen, inancından, değerlerinden koparılma savaşıdır.

    Dilimizle oynandı, dinimizle oynandı, örf, adet ve geleneklerimizle oynandı. Tarihimiz karalandı, yalanlandı. “Yalan” tarih, “doğru” diye dayatıldı.

     

    ¥

    İşte İskilipli Atıf hocamız (1874- 4 Şubat 1926) kültür savaşının kurbanlarındandır.

    4 Şubat 1926 yılında Ankara Ulus’taki eski meclisin karşısında bulunan ve bugün yüzüncüyıl çarşısı olan sahada idam edilmişti?

    -“Suçu neydi İskilipli Atıf hocamızın?”

    Şapka Kanunu çıkmadan 1,5 yıl önce devletin resmi organlarının izni ile basılan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabı yüzünden idam edilmişti.

     

    ¥

    Türkiye’nin zor yıllarından birisi de 1993 yılındaki, “gizemli ölümler,” ve “gizli darbeler”dir.

    İşte böylesine kargaşalı günlerde bir adam çıktı ve İskilipli Atıf hocamızın hayatını filme aldı.

    Milli sinemanın yalnız kahramanı ve zor zamanların yönetmeni Mesut Uçakan, tabiri caizse kelleyi koltuğa alarak, hiç olmaz bir zamanda, İskilipli Atıf hocamızın idamını, “Kelebekler Sonsuza Uçar” ismiyle beyaz perdeye aktardı.

    Kendime pay çıkarmak istemem ama ben de kişisel hayatımın en zor zamanlarında böylesine bir filmde Mesut Uçakan’ın yardımcısıydım.

    Kendi adıma söyleyemem fakat Mesut Uçakan adına şunu söylemeliyim.

    -“Uçakan, Türkiye’nin bunalımlı yıllarında Atıf hocamıza iaede-i itibar isteyen bir filmi çekme gücünü nereden bulmuştu?” Halen bu soruyu sorarım.

    Böyle bir film, para için çekilmezdi. Şan, şöhret, makam, mevki için yapılamazdı.

    Demek ki, ister uhrevi, ister dünyevi olsun, bir işin başarılması için “inanmak” yetiyor.

    Uçakan, Atıf hocamızın mücadelesine inanmış, ondaki iman gücünü görmüş ve neticesi ne olursa olsun filmi yapmıştı.

     

    ¥

    Kısacası, İskilipli Atıf hocamızın hayatı ve mücadelesi, Müslüman milletimizin hayatı ve mücadelesidir.

    Savunmasını yapacağı günün gecesi, savunmasını hazırlarken, uykuya daldığı bir sırada, Peygamberimiz (s.a.v.)i rüyasında görüp, Efendimizin (s.a.v.)in;

    -“Bize gelmek istemiyor musun ki, savunma hazırlıyorsun Atıf efendi” hitabı üzerine uyanır ve savunmasını yırtar.

    İşte bu milleti yoğuran mayanın temelinde böylesine iman bağları vardır. Atıf hocamız bize şunu öğretmiştir.

    “Allah istemedikçe kuldan imanını kimse alamaz, hüküm O’nundur.” El fatiha.

     

    Hüseyin Öztürk / Yeni Akit


  2. Camiler erkeklere yasaklanacak!

     

     

     

    Bütün Türkiye’de kadınları camiye teşvik etmek, hatta zorlamak, kendilerine farz olmadığı hâlde onları Cuma ve cenaze namazlarına götürmek için Diyanet İşleri Başkanlığı, bünyesinde kadrolaşan Feminist, Mutezileci (Mu’tezilî) ve Fazlurrahmancı tahrifçiler eliyle bir seferberlik başlattı.

    Basından takip etmişsinizdir. Ankara, İstanbul, İzmir gibi birçok şehirde müftülükler, kendilerine gelen emirler doğrultusunda otobüslerle kadın toplamaya, onları şehrin mutena camilerine Cuma namazlarına götürmeye başlamışlardı. Gelenler de genelde namazla alakası olmayan sosyetik tipler idi. Fakat dökme su ile değirmen dönmeyeceği için bu uygulama muvakkaten bırakıldı.

    Otobüsle kadın cemaat toplama girişimi inkıtaa uğradı, ama camilerin üst katları erkeklere kapatıldı. Bugün Türkiye’nin pek çok şehrinde özellikle büyükşehirlerdeki merkez camilerde hatta mahalle aralarındaki küçük mescitlerde bile erkeklerin üst kata çıkmaları yasak. Yine büyük camilerin bazıları, kadınların Cuma namazına gelme ihtimalleri olduğu için, perdeyle ikiye ayrılmış vaziyette. Neymiş kadınlar oralarda Cuma namazı kılacaklarmış.

    Vatandaşlar muztarip, cemaat öfkeli. Cuma günleri camide yer bulamayan cemaat önceleri hiç olmazsa üst katta namazını kılabiliyordu. Şimdilerde üst kat yasaklandığı gibi bazı camilerin yarısı paravanlarla kapatılıp erkeklere yasaklandı. Bütün bu uygulamalar Diyanette yuvalanmış Feministler ve tahrifçilerin çabaları ile yapıldı.

    Sonuç, hüsran. Üç beş Feminist dışında kadınların Cuma namazına filan geldiği yok. Camiyle cemaatle ilgisi olmayan, ömründe Caminin kenarından bile geçmeyen Feministlerin hatırına, camilerde fitne çıkarılmak isteniyor.

    Tekrar ediyorum: Mahalle mescitlerinde dahi erkek cemaat üst kata çıkarılmıyor. Büyük camilerin bazıları ikiye ayrılmış durumda. Sebeb, oraların Cuma namazı için kadınlara ayrılmış olması. Oysa kadınlardan Cuma namazına gelen yok. Üst katlar ve ayrılan bölümler bomboş duruyor. Erkek cemaat dışarıda soğukta perişan bir hâlde namazlarını kılmaya çalışıyor. Kılınan bu namazda da ihlâs filan kalmıyor.

    Fitnenin girmediği tek yer camilerdi. Şimdi camilerde de huzur kalmadı. Müftülükler bu konuda bir şey yapamaz. Zira emir devletten geliyor. Sabık Devlet Bakanı Mehmet Aydın döneminden beri devam eden uygulamanın merkezinde modern tahrifçi ekolü var. Bu ekolün neresi olduğu da cümlenin malumu.

    AB Bakanlığı işin içinde. Devlete emri veren de AB’den başkası değil. Diyanet ve müftülükler de emre amade bekliyor. Hayır paraları ile lüks otellerde basın toplantıları düzenleyen, camilerde toplanan paralarla makam arabalarının yakıt paraları karşılanan müftüler ne yapabilir ki! Kendileri o çarkın içine girmiş bir kere…

    Müslümanlar kendi mescitlerini mi oluşturmalı yoksa?

    Diyanetin gidişi hayra alamet değil. Benden söylemesi. Hükümetin Diyanet konusunda yaptığı tek hayırlı iş, imamların maaşlarını yükseltmek oldu. Yoksa merkezî ezan sistemi aynen devam ediyor. Camilerin mahallelinin hizmetine verileceği, mabetlerin tarihsel misyonlarına geri döneceği konusu tamamen teoriden ibaret kaldı.

    Diyanet ne kadar rejimin temsilcisi olsa, ibtida gizli ajanda sahibi olarak tesis edilse bile yine de Müslümanların göz ardı etmemesi gereken bir kurum. Tabii ıslah edilmesi şartıyla.

    2010’da otuz yıldır beklenen Diyanet teşkilat yasası yürürlüğe girdi ama değişim müspet mânâda olmadı. Akılda kalanlar, Sayın Başkanın Patriği ziyaret etmesi, televizyonlarda sıklıkla arzıendam etmesi bir de Yargıtayın Cemevleri ile ilgili olarak sorduğu soruya kurumun yanıt vermesi oldu, o kadar.

    Müftülerin halkla bir olma adına yaptıkları şey, siyasîlerin yoğun olarak katıldıkları temel atma ve açılış törenlerinde kurdele kesmekten öteye gidemedi. Bugün Diyanet hangi esaslı probleme çözüm getirdi. Halkın hangi yarasına merhem oldu?

    Burada Feminist (kadın ırkçısı) olan ve dindarlığı da bırakmak istemeyenlere şunu söylemek istiyorum: Kadınların dindarı; aile kuran, ailesinin yıkılmaması için çalışan ve çocuklarını İslam’a göre yetiştirendir. Bunları yapmayıp da Feminist olmayı tercih edenlere diyeceğim şey sadece şudur: Allah bu milleti Feministlerin şerrinden korusun!.

    SAHTE PEYGAMBER EYLEME GEÇTİ

    Pek çok insanın haberi olmadı. Ocak ayı içinde Türkiye’nin pek çok şehrinde hatta ilçe ve kasabalarında eş zamanlı olarak tek merkezden idare edilen birçok program düzenlendi.

    Temel teması sözde tasavvuf olan bu programları, kurdukları paravan dernekler ile sahte peygamberin müritleri gerçekleştirdi. Bu yıl onların eylem yılı.

    ABD’de bulunan İskender Evrenosoğlu müritleri aracılığıyla Türkiye’de dernekler kurdurmaya başladı. Bunların merkezinde Bursa’daki Tasavvuf Derneği var. Aynı şekilde Konya Tasavvuf Derneği de bu misyonla kurulmuş.

    Bursa’da bulunan Tasavvuf Derneği birçok şehirde konferanslar tertip etmiş. Bu programlarda İskender Evrenosoğlu telekonferans yöntemi ile konuşma yapıyormuş. Eş zamanlı olarak Türkiye’nin birçok yerinde program tertip etmişler. Mesela Siirt Kurtalan’daki programı vatandaşlar protesto etmiş. Konya’da Konevi Kültür Merkezinde ise sorunsuz program yapmışlar. Milletin zihnini bulandıracak bu tür programlara belediyelerimizin salon tahsis etmeleri hayra alamet değil.

    Peygamberlik (resullük) iddiasıyla ortaya çıkan bu kişi ABD’de yaşıyor. Fakat Türkiye’deki faaliyetleri daha organizeli ve legal bir şekilde hızla devam ediyor.

    Burada Diyanet İşleri Başkanlığına iş düşüyor. Fakat Diyanetin, Feminist ve modernist tahrifçilere yaranma manevralarından dolayı bu tür önemli işlere fırsat bulacağını sanmıyorum.

     

    Mustafa Durdu

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/57505/camiler-erkeklere-yasaklanacak.html


  3. "4 Şubat 1926 sabahı Fatih Dersiamı İskilipli Atıf Hoca ve Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi; şapka kanununa muhalefetten, irticai faaliyetlerden ve halkı isyana teşvik etmekten şehit edildiler."

     

    mecal kardeşim Allah razı olsun hatırlattığın için.

     

    İskilipli Atıf Hoca ne o sebeple ne bu sebeple sadece ve sadece müslüman olduğu için şehit edildi. Hiçbir suçu yokken yazdığı risale kanundan önce neşredilmişken dünyanın neresinde böyle bir mahkeme ve böyle bir mahkeme kararı vardır?

    • Like 2

  4. Kadı Iyaz Hazretlerinin Şifayı Şerif adlı eserinde geçen bu 11 madde, müslüman için büyük ehemmiyete haizdir. Günümüzün arayış içerisinde olan müslümanlarına şaşıyorum! Neyi arıyorsun kardeşim? Amacın güzel müslüman olmak mı, işte İslam alimlerinin kıymetli eserlerindeki muhteşem hazineler. Şu 11 maddeyi hayatında tatbik edecek kişiye ne mutlu! "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurmakta Peygamber Efendimiz sav. Ama gel gör ki günümüzün müslümanları "aykırı fikirlerin", ne hikmetse ciltler dolusu kitapta yazmayanların, 1400 küsür yıldır uygulananın aksine olanın peşinde ahiretleri ile kumar oynuyorlar.

     

    Üstad Gençliğe Hitabede ne güzel demiş:

     

    "Tek cümleyle, allah'ın, kâinatı yüzüsuyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, o'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik..."


  5. bu yazıda Suriyenin tavrı ele alınmış, İranın tutumuna da kısaca değinilmiş;

     

     

    Dostun sillesi!

     

     

    Yumurtayı hangi tarafından kırmalı ya da İsrail’in Suriye ve Lübnan saldırısına nasıl bakmalı? İran ve Suriye’nin Lübnan büyükelçisi Abdulkerim Ali, İsrail’e sürpriz cevap vereceklerini söylüyor. Tabii ki halkı sindirmekten vakit bulabilirlerse! Bu sürpriz cevap gerçekten de Şam rejimini bilenler için gerçek bir sürpriz olacak! Lakin sürpriz beklemeyenler de var. Suriye rejimi 1973 yılından beri hala beklenen sürprizini yapacak! 2006 yılında Hizbullah’ın direnişi karşısında Arap liderlerine dayılandı ve onların adam bozuntuları olduğunu söyledi. Biz de konuşmasından dolayı Beşşar’ı bir şey zannettik. Babasının yolundan ayrıldığı zehabına kapıldık. Tam bir yıl sonra İsrail, Suriye rejimini test etti ve Deyri’z Zur yakınlarındaki nükleer tesislerini vurdu. Nedense Beşşar rejimi sürpriz yapmadı. Yalan rüzgarı ve bütün zamanlarda yalan ve yalancıların üstadı ve muallimi, Velit Muallim hemen Türkiye’ye damladı ve dayanışma gösterisinde bulundu ve ‘bizi koruyun’ mesajını verdi. Şimdi Türkiye kapısı kapalı ve İran ile birlikte verecekleri cevaba hazırlanıyorlar! 2007’de ‘cevap hakkımızı saklı tutuyoruz’ dediler. Biz de öyle sandık. Cevap hakkı kullanılmadan üzerine başka saldırılar geldi. İsrail defalarca uçaklarını başkanlık saraylarının üzerinden uçurdu. Suriye yol oldu. Suriye hiçbirine cevap vermedi ve İsrail’in alacağı cevaplar birikmeye başladı. Lübnan’da Vesim el Hasan’ı vuranlar hala İmad Muğniye’nin, Deyri’z Zur saldırısının rövanşını alabilmiş değiller. En son İsrail, Beşşar’ın harimi ismetine dalarak; saraylarının 6.5 kilometre yakınına sokularak (ruhu duymadan) Cemraya’daki tesislerini vurdu. Muhaliflerine göre, bu tesisler kimyasal silahlar üretiyor. Hizbullah’a giden konvoydaki S-17 füzelerini vurduğu da ileri sürülüyor. Türk uçağını fark edenlerin radarları nedense İsrail uçaklarına karşı köreldi? Hem de üç dalga halinde gelen filoyu göremedi? Suriye hava savunma mekanizması acaba İsrail uçaklarını dost olarak mı algıladı?

    *

    Bu vesile ile Suriye’yi vuran İsrail ile Suriye rejimiyle savaşan muhaliflerin aynı safta olduklarını da öğrenmiş olduk! Suri ve düz mantık böyle emrediyor! Neden, Golan Tepeleri 40 yıldır suskun ve ses vermiyor? Neden, İsrail’den rövanş alamayanlar halktan rövanş alıyor? 1982 Hama katliamları sırasında Mısır’da bulunuyorduk. Yine bugünlere denk gelen bir biçimde (Şubat ayı)Hama katliamı yaşanıyordu ve bazı dergiler ve gazeteler şu başlığı atmışlardı: Esedün ala şa’bihi ve naametü’n ala a’daihi. Halkına aslan kesilir düşmanlarına ise devekuşu ve kuzu. 30 yıl sonra Suriye rejimi aynı noktada. Düşman güllesine gül atıyor! Nasır gibi armut topluyor! 40 yıllık tarihlerinde bunun hilafı görülmüş müdür? 2006 yılında Hizbullah’ın İsrail ile mevzii kapışması hariç İran ile Suriye rejimleri İsrail ile kayıkçı kavgasının dışında ciddi bir çarpışma ve vuruşmaya girmiş midir? Neden sürekli İsrail vuruyor? İran-Suriye cephesi nal topluyor? Bu işte bir bit yeniği yok mu? İran isterse Lübnan üzerinden çok Suriye üzerinden ve Golan Tepeleri üzerinden İsrail’e ulaşabilir. Nejad’ın dediği gibi haritadan da silebilir. Sahte pehlivan değilse bunu yapabilir. İslam dünyasının yüreğini soğutacak gerçekten de kahramana ve kahramanlara ihtiyaç var. Halep oradaysa arşın burada! Gösterin kendinizi! Bu bir şamata değil. Sadece İsrail karşısında gerçek, ivazsız ve garazsız kahramanları görmek istiyoruz. Serdengeçti ve burnunu budaktan sakınmayan cinsten.

    *

    Bu saldırının üzerinden o cephe şu yorumu yapıyor: Suriye rejimine karşı çıkanların İsrail’in dostu olduğu tescillendi! Nasıl? İkisi de aynı hedefe saldırmıyor mu? Tabloyu biraz da tersinden okuyalım ve soralım: Halkını vuran ama İsrail’e sesini çıkarmayan ve cevap hakkını kullanmayan iktidar İsrail’in düşmanı mıdır? Halkıyla iki yıldır savaşan bir rejim İsrail ile kaç gün savaştı? Suriye rejiminin İsrail’le çarpışması, iki savaşta (1967-1973) birkaç günü geçmez! Ama halkıyla iki yıldır amansız bir şekilde savaşıyor ve onları her türlü silahla öldürüyor. Meşruiyetini de İsrail’le düşmanlıktan alıyor! Kimse kimseyi kandırmasın? Irak Baas’ına lanet yağdıranlar Suriye Baas’ıyla omuz omuza! Gerekçeleri de direniş rejimi olması. İşte fırsat, işte direnişçiliğini gösterme zamanı. Tabii ki halkını bombalamaktan vakit bulabilirse! Bir rejimin meşru olması için iki özelliğe sahip olması gerekir. Manevi olarak şer-i şerife dayanması ve siyasi olarak halkından onay alması. Suriye rejimi ikisinde de özürlü. Üstelik bir de köktenci laikliğiyle övünüyor. Bütün bunları örtbas eden İran, rejimi direniş edebiyatı üzerinden aklama paklama peşinde! Milletin gözlerine direniş perdesi çekmeye çalışıyor. Başbakan Erdoğan’ın tabiriyle İsrail öldürmeyi iyi bilir. Özellikle Filistinli olursa. Bunun tamamlaması şudur: Suriye rejimi de halkını öldürmesini iyi bilir. Bundan dolayı da geçinip gidiyorlar.

    İsrail’in Suriye hedeflerini vurmasını değerlendiren Esat rejiminin mağdurlarından karikatürist Ali Ferzat bu olay sorulduğunda şunu söylemiş: Dost sillesi! Bu konuda bir Arap deyimini hatırlatıyor: Darbu’l Habibi mislu ekli’z zebib. Dostun sillesi, kuru üzüm tanesi! Nasreddin Hoca’nın deyimiyle, Beşşar’a zorla helva yediriyorlar. Beşşar aksini ispat edinceye kadar sözlerimiz geçerlidir. Aksi ispat olacaksa peşinen özür diliyorum. Bizi yanıltmalarını dilerim. Yoksa üzüm yemenin zevkiyle yan gelip yatacaklar mı? Muhalif karikatürler çizdiği için bu benzetmeyi yapan Ali Ferzat’ın ellerini ezmişlerdi. Yine de Havadis dergisinin sahibi Selim Luzi’ye yaptıkları gibi parmaklarını kestikten sonra öldürmediler. Lakin bu defa, hele bu yorumundan sonra İbrahim Kaşuş’a yaptıkları gibi kesin hançeresini keserler. Tabii ki, yakalayabilirlerse!

     

    Mustafa Özcan / Yeni Akit


  6. Mekke’de yıkımın canlı şahidiyiz!

     

     

    Şu günlerde Mekke’de Osmanlı revaklarının yıkılışının canlı şahidi olarak bulunuyoruz…

    Zihnimizde günlerdir Süleyman Nahifi’ye ait olduğunu sandığımız bir beyit dolaşıp duruyor:

    Her kime Kâbe nasib olsa, Huda rahmet eder

    Her kişi sevdiğini hânesine dâvet eder

    Gerçekten dâvetli miyiz?

    Ehli-i irfanın ifadesiyle, “buraya dâvetsiz gelmek mümkün değil”! Hac için üç yıl önce müracaat ettiğimiz halde sıramız bir türlü gelmiyor, âni bir kararla Kaşgar ve Endülüs seyahatlerinde beraber olduğumuz Mehmet Sılay’la birlikte umreye niyetleniyoruz. Olan biteni görünce, hele de bu günlerde, 2013’ün ocak ayı sonu ve şubat başında, Mekke’de bulunmamızı bir şâhitlik çağrısı olarak görüyorum.

    Konuyla ilgimiz okuyucularımızın malûmudur. Tarihî çevre konusundaki hassasiyetimiz bizi bu mevzularla meşgul olmaya sevk etti. Geçmiş yıllarda konuyla ilgili olarak bir hayli yazdık, çizdik. “Yaşayan Geçmiş” ve “Kaybolan Şehirler” isimli belgesellerin yapımında emeğimiz geçti. Büyük şairimiz Mehmed Âkif’in Ankara’da bulunduğu zaman ikamet ettiği Taceddin Dergâhı ve çevresinin kurtarılması, yaşatılması mücadelemizi bilenler bilir.

    Ankara’nın merkezinde, Hacı Bayram Veli Camii civarının uzun süre belediyece yıkılmaya terk edilmesi üzerine kaleme aldığımız “Mahzun Hacıbayram” yazısının bir dönüm noktası olduğunu düşünüyoruz. Hacı Bayram Camii ciddi bir onarımdan geçirildi. Çevresi tanzim edildi ve şu sıralar sivil yapıların ihyası için hummalı bir faaliyet göze çarpıyor.

    “Şehir ve kutsal” konusu üzerinde kafa yorduğumuz için Eyüp Belediyesi’nin sempozyumuna davet edildik ve orada “Yaşayan Sultanlar: Semerkand’da Şah Zinde, İstanbul’da Eyüp Sultan” başlıklı bir tebliğ sunduk. İstanbul’un fethi seferine yaşlı hali ile katılan Peygamberimizin Medine’deki ev sahibi Eba Eyyub el Ensari’nin İstanbul’daki türbesi ve çevresinde oluşan yapılaşma ile Semerkand’ın fethine katılan Resulullah’ın amca oğlu Kusem bin Abbas’ın şehid düştüğü yerde yapılan türbe ve zamanla etrafında teşekkül eden külliye hakkındaki bildirimiz ilgi ile karşılandı.

    Bir seneye yakın zamandır gündemde olan Çamlıca Camii projesi ile ilgili ilk yazılarımız da kamuoyunun malûmudur. Burada, büyük cami yapmak değil, çevreye uyumlu, cemaati gözeten, aynı zamanda güzel ve mütenasib bina yapmanın esas olduğunu, camilerin, mabedlerin yüksek yerlere yapılmasının onların kadrini yükseltmeyeceğini, Kâbe örneğine dikkat çekerek ifade etmeye çalıştık.

    Evet Kâbe, dağlık ve kayalık Mekke’nin irtifaı en düşük yerinde bina edilmiş… Mabudlarını yüceltmek için yüksek tepeleri seçen putperest dinlerin aksine.

    Suudilerin benimsediği dini görüş, Vehabilik tarihe ve tarihî olana düşman bir akım. Bu yüzden birçok tarihi eser ortadan kaldırılmış durumda. Henüz ayakta bulunanlar da sırasını bekliyor!

    20. yüzyılda devletleşen Suudilik, kendisinden öncesini umursamıyor. Ama kendi kısa tarihini önemsediğinden şüphe yok. Her yerde Suudi kralların isimleri ve resimleri var. Resimle arası iyi olmaması gereken bu anlayışın resmi dairelerde ve işyerlerinde kralların resimlerinin asılmasına nasıl müsaade ettiğinin bir açıklaması olmalı.

    Mekke’de sadece tarihi yapılar ortadan kaldırılmıyor, tabii çevre de bu müdahaleden nasibini alıyor. Tepeler, dağlar düzleniyor.

    Eski bir belediye başkanı şehircilik gözüyle bakınca şunları söyledi: “Kâbe’yi kuyunun içine atmışlar!”

    Söylediği doğru: Kuyunun başına varmadan içindekini göremiyorsunuz!

    Suudilere gelinceye kadar, Kâbe Mekke’nin en görünür yapısı idi. Onun etrafına yapılanlar Kabe’yi örtmüyordu. Hele Osmanlıların yaptığı (önce Kanuni zamanında, sonra şiddetli bir sel yüzünden 4.Murat zamanında) revaklar, Kâbe dikkate alınarak hem daha alçak, hem de sade, basit ve süssüz olarak yapılmıştı. Kemerler Kâbe’yi kapatmıyor, çevreliyor. Önemini böylece ortaya çıkarıyor.

    İlk Suudi yapıları Mekke ile Kâbe’nin ilişkisini kesti. Artık Kâbe Mekke’yi göremiyor, Mekke de Kâbe’yi… Mekke Kâbe’ye hasret, Kâbe de Mekke’ye.

    Osmanlı revaklarının yıkılışını ayan beyan görüyoruz. Kırıcı ve deliciler durmaksızın çalışıyor. Dört küsur asırlık kemerler, Kâbe’nin dört asırlık şahitleri yok ediliyor.

    Bir tarih cinayeti işleniyor. Fakat hiç kimsenin sesi çıkmıyor! Dünya bu cinayete seyirci kalıyor…

     

    D.Mehmet Doğan / Yeni Akit


  7. Mahzun Ayasofya

     

    Takvimlere baktığımızda; Bakanlar kurulunun 24 kasım 1934 tarihli kararıyla müzeye dönüştürülen AYASOFYA CAMİİ’nin 1 Şubat 1935 te müze olarak ziyarete açıldığını üzülerek görüyoruz. Yarın maalesef müzeye çevirilişinin 79.yıldönümü.

     

    Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethinin sembolü olarak camiye tahvil edip, tezyin edip tam 560 yıl önce içinde ilk Cuma namazı eda edilmesiyle Müslümanların ma’bedi olarak vakfettiği tarihî AYASOFYA; tam 79 yıldır boynu bükük MAHZUN AYASOFYA.

     

    Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) müjdesine mazhar olmak için, Köhne Bizans’ın surlarını aşarak İstanbul’u fetheden Güzel komutan, Fatih Sultan Mehmet’in büyük gayretleriyle camiye çevirdiği ve 5 asır boyunca Müslümanların içinde ibadet ettiği, hemen yanıbaşında bulunan SULTANAHMET CAMİİ’ne âdeta imrenerek bakan ve hüzünlenen MAHZUN AYASOFYA’da ilk Cuma namazının kılındığı tarih, 1 Haziran 1453 tür.

     

    O gün Hz.Fatih büyük bir kalabalıkla AYASOFYA’ya gelip, burada ilk Cuma namazını kılmış ve AYASOFYA resmen cami olmuştu. AYASOFYA’da kılınan bu ilk Cuma namazında hutbeyi bizzat Hz.Fatih okumuş, namazı da hocası Akşemseddin Hazretleri kıldırmıştı. AYASOFYA’yı baştan aşağı tâmir ettiren ve bahçesine bir de Medrese yaptıran Sultan Fatih; buranın kıyamete kadar câmi olarak kalmasını yazılı bir vasiyetname ile vakfetmişti.

     

    Hatta Sultan Fatih, sanki 5 asır önce bu günleri görüyor, seziyor ve bu vakfiyesinde, “Vâkıfın şartlarına uymayarak, Ayasofya’yı câmi olmaktan çıkartacaklara lâ’net ediyordu.”

    Ayasofya’yı câmi olmaktan çıkaranların bunu neden ve niçin yaptıklarını irdelemek istemiyorum. Bu konuda çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Yakın tarihimizi analiz eden ciddî araştırmacılar; Ayasofya’nın mahzenlerindeki gizli anlaşmalardan söz etmektedirler. Naçiz kanaatime göre; biz geçmişe takılmak yerine, geleceğe bakmalı ve bugün boynu bükük AYASOFYA’nın hürriyetine nasıl kavuşacağını düşünmeliyiz.

     

    Tarihçi Yusuf b.Abdullah’ın “Tevârih-i Âl-i Osman isimli eserinde şöyle yazar: “Muhammed Mustafa (s.a.v.) dünyaya geldiğinde Medâyin’de Nuşirevan’ın köşkünün kubbesi zelzeleden göçtü. Acem vilâyetinde ateşperestlerin ateşi söndü. Ayasofyanın kubbesi çatladı. İmparator o kubbeyi tekrar yaptırdı ve her yaptırışında yıkıldı. Neticede âciz kaldılar ve râhipler ittifak edip imparator’a gelerek durumu anlattılar: “Arap diyarında bir Peygamber zuhur etmiştir, adı Muhammed’dir, onun dünyaya gelmesiyle bu kubbe yıkılmıştır, derman ancak ondan gelir.” Dediler.

     

    İmparator Herakliyus hemen itibarlı bir elçiyi hediyelerle Hz.Muhammed’e gönderdi. Elçi mektupla varıp durumu bildirdi. Muhammed Mustafa (s.a.v.) mübarek ağız suyunu alıp güzel bir taşa sürdü ve elçiye verdi:”Bu taşı kubbeye koyunuz.” Buyurdu. Elçi de taşı Herakliyus’a götürdü. Herakliyus taşı ustalara verdi, onlar da kubbeyi yeni baştan inşa ederken bu taşı kubbeye yerleştirdiler. Kubbe bir daha yıkılmadı.”

     

    Velhâsıl, fetih sembolü olan ecdat yâdigârı AYASOFYA; buraya yazamayacağımız pek çok esrar, keramet ve mucizelerle doludur. Yeteri kadar çile çekmiş, mahzun kalmıştır. İbadete açılmasının zamanı gelip geçmiştir. Müslümanların gönlünde bir hançer yarası gibi saplanmış duran AYASOFYA ACISI artık sona ermelidir.

     

    Ülkemizdeki ve dış dünyadaki pek çok vakıf eseri onarıp ihya eden, yeniden şaheser nitelikte câmiler inşa edilmesine öncülük eden hükümetimizin, başta sayın Cumhurbaşkanımız ve sayın Başbakanımız olmak üzere ilgili tüm devlet adamlarımızın AYASOFYA MESELESİNİ gündeme alıp cami olarak ibadete açmalarını bekliyoruz.

     

    Bu çok önemli ve tarihî kararın şerefini ve ağırlığını müdrik hükümetimizce, hiç zaman kaybetmeden, ibadete açılışının 560. sene-i devriyesi olan 1 Haziran 2013 günü AYASOFYA’nın ibadet, irşat ve ihya hizmetlerine açılmasını istiyoruz. Yazarlarımızı, Diyânetimizi, Sivil toplum önderlerini ve tüm Müslümanları bu konuda gayret göstermeye dâvet ediyorum.ARTIK MAHZUN AYASOFYA’NIN YÜZÜ GÜLSÜN.

     

    Şevket Tandoğan

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/57381/mahzun-ayasofya.html


  8. "Yüce Tark ulusu! Seni cüceleştirdiler. Cüce Tark ulusu! Yüceleşmeye bak!..."

     

    kitap sadece bu cümleden oluşsa bile, tek başına bu cümle bin cilt esere bedel değil mi? Biz ki güneş dolu tarihi ceketimizin astarı içerisinde kaybetmedik mi? 1000 yıl Batının önündeydik şimdi adamlar 150 yıldır teknolojik olarak önümüzdeler diye eziklikten dolayı şekilden şekile giriyoruz. Batı bizim için nasıl bir tabu haline gelmişki geçmişimizin önüne adeta set çekmekte. Bu milletin potansiyelini körletmek üzerine bütün bize okutulan bir tarih...

     

    en basitinden Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri İstanbulu 21 yaşında fethetti ama İstanbula girişinin resmedildiği tablolarda Fatih en aşşağı 35 yaşında(al sana subliminal mesaj). Niye 21 yaşında İstanbula giren bir Fatih yok? Gençliğin düşünce dinamiklerinin önüne set çekmek için...Sizden hiçbirşey olmaz mesajı vermek için. Hiçbirşey olmaya çalışma mesajı vermek için...vs...

     

    sahip olduğumuz geçmişe bakıldığında evet tam olarak cüceleşmiş haldeyiz. Koskoca dev ne hale getirilmiş! İnşallah yeniden devleşip yüceleşeceğimiz günler yakındır...

     

    Bunu defaatle kullandım ama kullanmayı çok seviyorum,Üstad diyor ya Ayasofya Hitabesinde:

     

    "Bekleyin,biraz daha rahmet yağsın sel yakındır"

     

    diye,beklemeye devam...


  9. miralay kardeşim adamların düşünce yapısında bu durum gayet normal olsa gerek ki son derece rahat hareket ediyorlar. "her küp içindekini sızdırır" sözünü burada amelleriyle ispatlamışlar. Hem Üstad karşısındaki acziyetleri hem de menfaatleri için her yolu mübah görmeleri gerçekten acınası bir durum.

     

    hala aynı zihniyet var,yıllar geçti ama kafa aynı değil mi?


  10.  

    Müslümanlara hitap eden gazete ve televizyonları idare eden yazar-çizer taifesinin bir kısmı, açıkça Esed’ten yana tavır alarak sadece zarfıyla İslam’la alakası olduğunu bir kez daha tescil eden İran’ı tezkiye etmeye devam ediyor. Hiçbir hadiseyi küçümseme amacımızın olmadığını, bütün bir alem-i İslam’ı misak-i milli olarak kabul ettiğimizi ilanen söyleyelim ki, bilad-i İslam’da birkaç şehit için nümayişler düzenleyenlerin bir kısmı, günde yüzlerce kişinin şehit olduğu Suriye cihadına karşı sükut orucuna büründü; hissetmiyor, görmüyor, duymuyor, konuşmuyorlar. Kur’an-ı Hakim’in ifadesiyle, sağır, dilsiz ve kör oldular. Diğer bir grup ise hakikati tahrif ediyor, gaddarı mazlum; mazlumu da gaddar olarak gösteriyor. Camileri bombalayan, ulema, avam ayırımı yapmadan Müslüman’ın ya boğazını kesen ya da onu kurşuna dizen İran, Beşşar ve Hizbullah’ı hakperset; mazlum ümmetin, yıkılan camilerin, ırzına geçilen kadınların hesabını soran, Allah Azze ve Celle’nin adını yücelten Özgür Suriye Ordusu’nu ise Amerikancı olarak haber yapıyor: “Müşkül budur ki, suret-i haktan zuhur ede.”

     

    Haleb’in, Şam’ın minberlerinde şehadeti anlatan mücahit imamlar mı; Okullarını terk edip Özgür Suriye Ordusu saflarına katılan muazzez İslam gençleri mi, kim Amerikancı?

     

    Liva-u Sukuri’ş-Şam komutanına gelip cihad etmek için tabura alınmasını isteyen silah yetersizliğinden talebi karşılanamayınca yere kapanıp ağlamaya başlayan, bir müddet sonra toparlanıp komutana, “Neden cennete girmeme engel oluyorsun? Vallahi Cennetin kokusunu alıyorum.” diyen, ısrarları üzerine kendisine bir silah temin edilen ve ilk çatışmada şehit olan 15 yaşındaki genç mi Amerikancı?

     

    Konteyner kentte bir Perşembe günü… Çocuklara çikolata ve helva dağıtılıyor. On yaşlarındaki bir kız çocuğuna da helva uzatıyorlar. Israrlara rağmen geri çeviriyor. Sonra öğreniliyor ki muazzeze kız, nafile oruç tutuyor.

     

    Müslüman! Sen kimden tarafsın? Eğer ümmetten tarafsan, ‘bizi kurtarın!’ diye feryat eden kardeşlerin için, Türkiye’ye iltica edenler için ne yaptın?

     

    Bütün cepheler dağılsa da, maaşlı aydınlar gürühu doğruya yanlış, yanlışa doğru etiketi vursa da, bilad-ı Şam büyük bir inkılaba hazırlanıyor.

     

     

     

    Hüküm Dergi yayın hayatına bu ay başladı. Bu dergiden emir abdülkadir kardeşim vasıtasıyla haberim oldu. cumartesi günü temin ettim ve ilk 3 yazıyı okudum. İhsan Şenocak ismini "İnkişaf" adlı dergiden hatırlayanlar olacaktır. Çok uzun soluklu olmadı bu dergi 10 sayı civarı çıktı. Ancak ehli sünnet çizgisine gönül vermiş müslümanlar tarafından ilgiyle takip edilmiştir. O dergi şayet inceleme fırsatınız olursa gerçekten ilimle dolu bir dergiydi. Hem ehli sünnet büyüklerini anlatırken hem de ehli sünnet düşmanlarına cevap veriyordu. Günümüzün ehli sünnet alimleri ile röportajlar yapılıyordu. Derginin en son sayfaları ise Üstad Necip Fazıla ayrılmıştı. Büyük Doğulardan alıntılar ve Üstadın fikirlerinden paylaşımlar da ayrı bir hava katıyordu dergiye. Bu derginin tadı damağımda kalmıştır kısacası.

     

    Şimdi İnkişaf ekibinden Ebubekir Sifil Hocayla beraber derginin yükünü omuzlayanlardan İhsan Şenocak "Hüküm" adı altında bahsi geçen mecmuayı çıkartıyor.

     

    Ehli sünnet çizgisinin, ehli sünnet kaleminin, ehli sünnete uygun düşüncenin ve ehli sünnete uygun basiret ve bakış açısının ne olduğunun ve nasıl olması gerektiğinin örneklerini bu mecmuada görmek mümkün.

     

    Suriye ve İran ile ilgili tespitler kusursuz.

     

    Okuduğum 3 yazıda gördüğüm tek kusur ama tek olduğu kadar da önemki kusur bazı yerlerde Peygamber Efendimizin sav adı anıldıktan sonra "sav" yazılmamasıydı.(Bunu da belirtmek lazım)

    • Like 1

  11. Hanımlar! Asli vazifenize dönün

     

     

    Biliyorum, bu beyanlarımızı marjinal bazı kesimler sindiremeyecek, bundan dolayı da feveran edecekler. Olsun varsın, bizim vazifemiz hakikatları gizlemeksizin duyurmaktır. Yaptığımız budur.

     

    Allah (C.C.) kadın ve erkekleri farklı özelliklerde ve özelde de farklı vazifelerle görevlendirmiştir. Mesela çocuğu kadın doğurur; rızkını temin etme görevi de erkeğindir. Böyle olunca kadının vazifesi çocuğunun anası, kocasının da karısı/eşi olmasıdır. Bu vazifeyi ikinci plana atan her kadın helak olmaya mahkum olmuştur.

     

    Bir kadın:

     

    • Evin yerine sokağı;

     

    • Mutfağı yerine büroyu;

     

    • Anneliğin yerine sekreterliği;

     

    • Mahremiyetin yerine teşhiri tercih ediyorsa, böyle bir kadın normal bir hatun değildir. Kişiliğini örtüp, dişiliğini ön plana çıkarmıştır. Fıtratından uzaklaşan kadın erkekleşir. Erkekleşen kadın toplumu helak eder, ediyor da.

     

    Çağımızda kadın;

     

    a- Ya elinden tutanı bulunmadığından;

     

    b- Veya kocasının getirdikleriyle yetinmeyen bir açgözlü olduğu için çalışmaktadır. Bu sınıfa girenler nefislerine tapınanlardır.

     

    Kadınlar konfeksiyonlarda, marketlerde, bilmem ne işyerlerinde çalışmak için değil ana olması için yaratılmışlardır.

     

    Kadın, çalışma hayatına çekilince;

     

    • Tüketim hızlandı;

     

    • Moda yaygınlaştı;

     

    • Tesettürsüzlük çoğaldı;

     

    • Kozmetikler moda oldu;

     

    • Kreşler-yuvalar çoğaldı;

     

    • İslah evlerinin sayısı arttı;

     

    • Hapishaneler her yıl katlanarak çoğaldı;

     

    • Hastaneler, akıl hastaneleri önünde kuyruklar oluştu;

     

    • Eşler arasında iletişimler bozuldu;

     

    • Kadının yapısında bozulmalar devamlı artıyor oldu.

     

    Bu olumsuzluklardan dolayı diyoruz ki:

     

    Yaratan’ın yaptığı vazife taksiminde, vücut teşekkülü ve ruh muhtevası bakımından taşıdığı özellikler sebebiyle, kadına 4 büyük vazife verilmiştir ki, bunlarda kendisiyle kimse rekabet edemez:

     

    1- Hamile olmak;

     

    2- Doğum yapmak;

     

    3- Çocuk emzirmek;

     

    4- Terbiye etmek.

     

    Bu vazifeleri yapmanız için hanımlar dışarıda yıpranmayın. Lütfen asli vazifelerinizin başına dönün.

     

    Mevlüt Özcan/Milli Gazete

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/57142/hanimlar-asli-vazifenize-donun.html

    • Like 2

  12. Üstad'ın okumadığım bir eseriydi. Senaryo roman olarak sınıflandırmış "büyük doğu yayınevi" bu kitabı. İlk basım tarihi 1972. Bendeki baskı 2009 tarihli 5. baskı. Kitabın "En Kötü Patron" kısmını okudum. Ayrıca yarım kalmış olan "Battal Gazi" diye de ikinci bir bölüm mevcut.

     

    Önemli gördüğüm bazı cümleleri aktarmak istiyorum:

     

    -"Makinanın beyni,yüreği ve ciğeri Batılıda kaldıkça karasaban yeğdir."

     

    -"Devlet, makinaları kadar memurlarına da yedek parça arasın."

     

    -"Yedek parça ve akaryakıt kaynağı olmadan sanayileşmek esarettir."

     

    -"Makineyi yapan makine yapılmadıkça, makine ezer."

     

    -"Demokrasi yalanından daha büyüğü söylenemedi."

     

    -"En kötü patron, nefsini fikir ve hakikatin üstünde görendir.En iyisi de kafasını vicdanının koluna sıkıştırıp murakabe edebilen."

     

    -"Şimdi iş dedelerimizin toprak muvazenesinden sonra onların ruh ve ahlak dengelerini elde etmekte...

    Bu dava hepsi beş heceli iki kelimeye sığar:Allah,Peygamber...(sav)"

    • Like 1

  13. -İşçi,ezildiği ve sömürüldüğü her yerde canlı bir mustarip,komünizmin vatanındaysa ıstırapsız bir ölüdür. (Sosyalizm,Komünizm ve İnsanlık)

     

    -Devrim adlı afet çoktan unutuldu ama açtığı yangın yeri ve getirdiği kuraklık ortada...(Çerçeve-4 / 14.10.77)

     

    -Abdülhamid'i anlamak herşeyi anlamak olacaktır.(Ulu Hakan)

     

    -Bu kainat ve dünya bizimdir ve anahtarları cebimizde kaybedilmiştir.Yeter ki,onu astar içinden çıkarmayı bilelim!(Başmakalelerim-3 /30.8.67)

     

    -(Asrı saadette)Güneş öyle bir tepe noktasından vuruyor ki,hiçbir şeye gölge hakkı bırakmıyor;gölge,yani şüphe ayaklar altında.(Doğru Yolun Sapıl Kolları)

     

    -Bizim doğrumuz sadece İslam,yanlışımızda İslamdan başka herşeydir.(İslam ve Öbürleri)

     

    -Mutlaka herşeyi unutmam gerekirse ki,bence gerçek ilim,ledünni ilim budur,o zaman bende2kelime kalır sadece:Allah ve Rasulu!(Konuşmalar1975)

     

    -"Şair odur ki; renk,çizgi,ses,ahenk,hacim,pırıltı,ışık,buud,hareket,eda,mana,her tecelliyi şiir,şiiri de Allah için bilir."(Çile-Poetika)

     

    -Tarafsız! Bu kelimeden iğreniyorum. İnsan,taraf demek...Tarafsız fikir,cisimsiz gölge gibi birşey! (Çerçeve 3-1/2/1965)

     

    -Düşünmeyi düşün;düşünülecek herşey ondan sonra kuyruğa girer!(İdeolocya Örgüsü)

     

    -Genç adam düşün!Evvela, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!(İdeolocya Örgüsü)

     

    -"Edebiyatı olmayan millet, zatıyla da mevcut değildir." (Hitabelerim/1980)

     

    -Her ideal bir gayedir;fakat her gaye ideal değildir.Gayeler aşağılara düşebilir,idealler düşemez." (İdeolocya Örgüsü)

     

    -"Gerçek Türk tarihi henüz yazılmamıştır.Yazılabilseydi zaten mesele yoktu." (İdeolocya Örgüsü)

     

    -"Şiir,ham ve cılk bir duygu hali değil,üstün mamül bir idrak işi;ve hiçbir sınırda durmaksızın mutlak hakikati ebediyyen arama faaliyeti"

     

    -Dava tektir ve İslamı örmek,bilmek,anlamak ve pazarlıksız benimsemekten ibarettir" (HAC'dan Çizgiler,Renkler ve Sesler)

     

    -"Müslüman! Aynanın karşısına geç ve alnındaki "müslüman" yazısına her an ihanet halinde olup olmadığını düşün!"(Başmakalelerim-3/ 6/9/67)

     

    -"Maddi ve manevi bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse,bunun biricik müteahhidi İslamdır" (İdeolocya Örgüsü)

     

    -"İnsan ve cemiyet,kendini hesaba çekmek kalitesine ulaşınca aradığını bulur." (Hitabelerim/Beklenen Zuhur/1975)

     

    -Tasavvuf...İslami ruh ikliminin,su gibi,güneş gibi,ağaç gibi,ana unsuru...Belki de hepsi birden...(Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu)

     

    -İslam eskilik ölçüsüyle ezel kadar eski,yenilik ölçüsüyle ebed kadar yenidir. (Dünya Bir İnkilap Bekliyor)

     

    -Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati İslamdadır. (İdeolocya Örgüsü)

     

    -Biz hürriyet istemiyoruz!Hakka esaret ve hakikate teslimiyet istiyoruz!Bizim ihtiyacımız hakka esaret ve hakikate teslimiyet rejimidir.(Başmakalelerim 2)

     

    -Cemiyetin ölüm alameti,fertlerin hayvani istiklal gayretine düşmeleriyle başlar.(Çerçeve 4)

     

    -Şiir,Allahı sır ve güzellik yolundan arama işidir.(Çile-Poetika)

    • Like 4

  14. bunlar zaten siyam ikizi...

     

    sitelerine bakın(aman bakmayın,boşverin gerek yok) sorulan sorulara verdikleri cevaplar aynıdır. birinin ak dediğine öbürü kara demez. biri bir konuda konuştu mu öbürü de konuşur. birinin arka fon yeşil,öbürünün ki mavidir(hayret niye ikisi de yeşil ya da ikisi de mavi değil ya da niye bu adamlar ortak olmuyorlar?)...

     

    ikisi de aynı amaca farklı kitlelerle hizmet edenler.

     

    Allah şerlerinden ümmeti muhammedi emin eylesin...

     

    Bugün amentüden "kadere imanı" çıkarırlar yarın başka bir maddeyi. alıştıra alıştıra...


  15. Devlete 2 türlü yük. Hem işini gücünü bırakıp gidiyor,ekonomiye katkısı ortadan kalkıyor hem de devlet kendisine masraf yapıyor. 1 kişiden 2 kişilik ve hatta kişinin iş durumuna göre belki de 3-4 kişilik kaybı olabiliyor devletin.

     

    askerlerin çoğu hizmet sektöründe rütbelilere hizmet ediyor.

     

    adamlar golf sahasının otlarını yolmak için "ot mangası" kuruyorlardı ve bu manga baharda hergün ot yolmaya gidiyordu. başlarında da "ziraat mühendisi" işin içinde ya...

     

    ekmek fırınının inşaatının başında "gemi inşaatı mühendisi" asteğmen vardı hem de hava üssünde. olaya bak, adam gemici,denizci... bir kere bunu hava asteğmen yapmışsın tutup bir de fırın inşaatından sorumlu tutmuşsun. böyle bir saçmalık nerde var? adam yazık "bilmediğim işlerden yediğim fırçalardan bıktım usandım" diyordu. gemi inşaatı mühendisi ya içinde inşaat kelimesi geçti mi bu adam bilimum inşaat işlerinden anlar,devam...

     

    askerlik bu işte...

     

    askerlik odur ki binbaşı gazinoda diye kantinde tost yapılmaz çünkü kokudan rahatsız olur...

     

    vs,vs,...


  16. Ben yaptım herkes yapsın :shiny:

     

    En iyi askerlik bitmiş askerliktir. Şaka bir yana zor iş. Allahu teala askerdeki kardeşlerimizin yardımcısı olsun.

     

    Kimisi rahat oluyor,kimisi çetin şartlarda bu vazifeyi yerine getiriyor. Bu işin bir standardı olmayınca çok farklı ihtimaller var. Güzel bir vazife ama içindeki güzellikleri bitirmişler maalesef!


  17. Üstad ‘Yalvarmaz’ ama ‘Yalvartır’

     

     

     

     

    Haber Türk'ün Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i hedef alan "Necip Fazıl'dan Menderes'e yalvaran mektuplar!" başlıklı haberine tepkiler sürerken, en anlamlı cevap Necip Fazıl Fikir ve Sanat Kulübü’nden, Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Veysel Aslantaş’tan geldi: “Üstad yalvarmaz ama yalvartır.”

     

    Aslantaş'ın yazısında “Ağ babalarınız da çok uğraşmıştı ısırmak için, O ‘mermerden abideyi', fakat dişlerinin kırılması yanlarına kar kalmıştı. Çomarları mı zarar verecek, O tunçtan kavî Şahsiyete?” dedi.

     

    ÜSTAD “YALVARMAZ” AMA “YALVARTIR”

     

    Üstad “ucuna sinek kondu diye, otuzbeşlik top ateşlenmez” der. Ama biz Üstad değiliz; topu ateşlemesek de, “sineğe” tokat atmaktan kendimizi alamayacağız.

     

    Mazoşist misiniz nesiniz? Daha önce Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'na karşı da bir halt yemiştiniz de, boyunuzun ölçüsünü mecliste almıştınız. Haddinizi bildirenlerden bir Milletvekili, kendisine bir başka milletvekilinin “Hocam, size yakışmaz. Siz aydın birisiniz” sözünden bahsedince, “Tam da aydınlığın icabını yerine getiriyorum deseydiniz ya Hocam” sözüme karşılık “Vallahi, aklıma gelseydi söylerdim” demişti.

     

    Öyle değil mi ama? İyi aydın demek, “kişiye anladığı dilden konuşan” demektir. Anladığınız dilden konuşulduğunda da, siz yine anlamıyorsunuz. Amma kalın kafalıymışsınız. Omuz üstünde taşıdığınız, baş yerine taş mıdır nedir?

     

    Ne sırıtıyorsun? Sana söylüyorum sana.

    Angut gibi, ne bakınıyorsun ona buna.

    Her halinden belli yumuşak olduğun, lakin

    Fikir beton çivisi olsa, girmez kafana.

     

    Ağ babalarınız da çok uğraşmıştı ısırmak için, O “mermerden abideyi”, fakat dişlerinin kırılması yanlarına kar kalmıştı. Çomarları mı zarar verecek, O tunçtan kavî Şahsiyete?

     

    Sen parmak kadar çocukların önünde yalvar yakar inlerken, O, “üç idam” kararı veren Yassıada mahkemesi karşısında “yalçın kayalar” gibi dimdik duruyordu.

     

    Onun bunun önünde, doksan derece “beli bükük” duranlar, nereden bilebilirler ki “dimdik” durmanın ne demek olduğunu?

     

    Boynuzlu

    Teke, tek

    Başına

    At göbek.

    Eksiğin,

    “Tek etek.”

    Giyinsen,

    Tam köçek

    Olursun.

    Pis böcek!

     

    Mektuplar yayınlamışsın, “Necip Fazıl'ın Menderes'e yalvaran mektupları” manşetiyle. Mektupların tamamı bu kadar mı? On yılda, dört mektup! Orijinalleri nerede? Niçin birinci mektup'u özetlediniz? İkinciyi kırpma sebebiniz ne? Üçüncü ve dördüncü mektuplar, niçin birer paragraflık alıntıdan ibaret? Tamamı yayınlanırsa, “yalvaran” ifadesini kullanan dilinizin, gideceği yerin endişesi mi sizi buna sevk etti?

     

    “Şer üzerindeki insan, hiç kimseye hayır gözüyle bakmaz. Zira onun görüşleri kendi içinin dışarıya aksetmiş suretlerinden ibarettir” diyor Hz. Ali (ra). Şimdi anlayabiliyor musunuz, “eşya ve hadiselere” bakışınızdaki çarpukluğun kaynağını? Görebiliyor musunuz, kullandığınız ifadenin “ruh halinizi” yansıttığını?

     

    Onun hayatı, nefsi için hiç bir şeye asla tenezzül etmediğinin ve Davası uğruna, Dava hudutları çerçevesinde, herşeyi yapabileceğinin misalleriyle dopdolu. “Madde esaretine” son verecek ve “maddeyi teshir ve zapt edecek” fikrin banisi mi madde için “yalvaracak”? Gülünçlüğün fevkinde, aptallığın da ötesinde bir saçmalık.

     

    Siz bilmezlikten gelseniz de, alem bilir ki: Üstad “yalvarmaz” ama “YALVARTIR”.

     

    “Mal bulmuş mağribi gibi” sarılmışlar üç beş mektuba, “kendi sıfatlarını” manşet yaparak haberleştirmişler. Malumun ilanı ne kadar haberse, bunların da haber kıymeti o kadar.

     

    “Solcular Necip Fazıl'ı niçin okumuyor?” sorusuna Can Yücel: “Solda adam mı var, Necip Fazıl'ı anlayacak. Hepsi dangalak...” diyor. Okuyabilseydiniz ve okuduklarınızı anlayabilseydiniz, Üstad'ın bu meseleyi birkaç kitabında bahsettiğini öğrenirdiniz. Böylece hem “dangalak” durumuna düşmemiş, hem de “ayan olanı beyan” etmenin bir haber değeri taşımayacağını anlamış olurdunuz…

     

    Geleli hem “malûm” hem de “ayan” olan meseleye.

     

    “Örtülü ödenek vaziyetine ne dersiniz?” sualine karşılık, ne diyor Üstad Yassıada duruşmalarında, “Evet aldım. Alırken de bir rejim ve hükumet meddahlığı vazifesini üzerime almadım.”

     

    Ceberût mahkeme karşısındaki bu heybetli duruş, “minareyi çukur zanneden”, 28 Şubat'ın “kiralık kalemlerinin” güdük havsalalarına sığmaz, cüce akıllarını da kaçırtır.

     

    Niçin kabul etmiş?

     

    Davasının hakkı olarak.

     

    Nerede harcamış?

     

    Aldıklarına, “evindeki eski koltuk ve halıların parasını” da ilave ederek, hepsini birden Davası uğrunda…

     

    Mektup yazmasındaki sebep?

    Demokrat Parti iktidarının menfi kutbu tarafından engellenen, Menderes'in “Bir kere başla da sonu gelir” diye vaad ettiğini talep etmek.

     

    Yalvarmak yok, “vaad edileni” talep var! “Yalvarmak”, sizin halt yemeniz.

     

    Kim kimi kullanmış?

     

    Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle Üstad'ı kullanmış değil, asıl Üstad onu ideali uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş.

     

    “Kullanılmaktan” zevk alanlar, “ideal uğruna” kullanmanın ne demek olduğunu anlayabilirler mi? “Deve hendek atlar belki, bunlara laf anlatmak muhal”.

     

    Yassıada duruşmalarında sizin gibileri de ihmal etmemiş. “Büyük gazeteler de aleyhinizde… Ne dersiniz?” sualine karşılık: “Büyük Gazeteden murad nedir? Tiraj sağlamak için işi fuhuş albümcülüğüne döken baldırbacak gazeteleri mi? Büyük gazetenin ne demek olduğunu arz edeyim mi?”

     

    Hayır, diye mukabele ediyor hakim.

     

    “Arz edebilme” imkanından mahrum edilmesinden dolayı müthiş mutluluk duyuyorsunuzdur, değil mi? Eğer “arz edebilseydi”, “büyük gazete” denilen şeyin, ne menem şey olduğunu, sizi de ihata edecek şekilde çepeçevre izah edecek, ne mal olduklarını ve olduğunuzu bir bir ortaya koyacak, Türk'ün “RUH KÖKÜ”ne olan düşmanlığınızı teşhir edecekti.

     

    Ve etti de!

     

    İkiye bölelim, insanı. Yok yok, bilinen “ruh” ve “ceset” halinde değil de, “belden aşağı” ve “belden yukarı” olmak üzere ikiye bölelim. Belden üst tarafta, “kalp” ve “beyin”, alt tarafında da “mîde” ve “tenasül uzvu” bulunmakta. İşte bu bütünlüğün dengesini bozup, “belden üst” yanının hakkını gasp ederek, “belden aşağısı”nı gaye edinen ve onun için faaliyet gösteren “belhum adal”lar, Üstad'ı ve Davasını anlayabilirler mi? Ne mümkün!.. Üstad'ın muhatap aldıkları da onlar değil zaten, “eşref-i mahlûk” olma muradındaki istidatlılardır. “Fikir, sanat ve aksiyonuyla” hep bu istidatlılara hitap etmiştir.

     

    Üstad “yalvarmaz” ama “YALVARTIR”.

     

    Bir misal: Faturası ödenemediğinden evindeki elektriğin dahi kesik olduğu bir mağduriyet içerisindeyken, CHP'liler bir çanta dolusu parayla geliyorlar. Üstad'ın kendi lehlerine ASLA yazmayacağını bildikleri için, “Bu parayı al, tek bizim aleyhimizde yazma.” diyorlar. Üstad içinde bulunduğu o fakr-ü zarurette dahi CHP'lilerin teklifini reddedip, geldikleri gibi geri gönderiyor.

     

    Bir başka misal: “Beni Stalin yarattı! Asıl vatanım Moskova'dır.” ifadesiyle cibiliyetini ifşa eden, tapındığınız şairimtrak'ın Moskova'sının yarısını, Türkiye'deki Rus Temsilci, komünist olması şartıyla Üstad'a verebileceklerini teklif ediyor. Ve devamla diyor ki, “Ama zırnık vermeyiz çünkü komünist olmazsınız”.

     

    Ya size, bırak Moskova'nın yarısını bir villa teklif edilseydi, ne yapardınız? Sahi, sizinkiler kaç paraya satmışlardı kalemlerini ve vicdanlarını? Bu memleket ve millete ihanetlerinin bedeli karşılığında, ne kadar almışlardı?

     

    Fazla söze ne hacet; “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az” demiş ecdadımız.

     

    Kedi ve köpekler gibi, çöplük karıştıranlar, Üstad'a karşı müttefik olanlar, Üstad üzerinden bu milletin “milli ve manevi” değerlerine savaş açanlar:

     

    Kabul edelim ki, her biriniz birer “top”sunuz. “Top”luğunuzun bütün marifetini kullansanız dahi, “O KAF DAĞININ” bir çakılına bile zarar vermeye gücünüz yetmez.”

     

    Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Veysel Aslantaş / Necip Fazıl Fikir ve Sanat Kulübü

     

    Habervaktim.com

    • Like 4

  18. Zemzem suyu kristallerinin sırrı çözüldü

     

    Zemzem suyunun bu özelliği ilk defa keşfedildi. Ezan okunduğunda berraklaşan su, çan sesi geldiğinde kararıyor.

     

    Alman ve Japon bilim adamları zemzem suyunu sırrını açıkladı. "Kutsal Su Zemzem /Zübeyde Su Yolu" belgeseline konuşan Japon ve Alman bilim adamları zemzemle ilgili hayrete düşüren açıklamalarda bulundu. Zemzem ezan okunduğunda berraklaşıyor, çan çaldığında ise kararıyor.

     

    Türkiye Gazetesi'nden Hayrettin Turan, kaleme aldığı yazı dizisinde TRT'nin çektiği belgesele konuk olan bilim adamlarının zemzem suyu hakkında yaptığı açıklamaları anlattı. Uzun yıllardır zemzem suyu ve kristalleri üzerinde araştırma yürüten bilim adamları kaynağın sırlarını çözdü. Ren Nehri'nin suyundan içen kişinin enerjisinin azaldığını belirleyen Alman bilim adamı Dr. Knut Pfeiffer , sular üzerine araştırma yaparken bir şekilde bir miktar zemzem bulur ve içer, 35 dakika sonra da rahatladığını hisseder.

     

    Zemzem bir kova suyu temizliyor

     

    Araştırmasını derinleştiren Alman bilim adamı Dr. Pfeiffer, şaşırtıcı bir gerçekle karşılaşır. Zemzemin mayalama özelliği bulunduğunu, bir bardağının bir kova şebeke suyunu temizlediğini, bu özelliğiyle bile enerji ve şifa kaynağı olduğunu tespit eder. Dr. Pfeiffer, "Su her şart atlında değişmiyor ama değiştiriyor. Çok acayip bir deney yaptım. Bir damla zemzem suyuna yüz damla normal su karıştırdım. Sonuçta gördüm ki suyun hepsi zemzeme dönüşmüş. Sonra bir damla zemzeme bin damla normal su karıştırdım. Ve yine gördüm ki hepsi zemzeme dönüşmüş. Bunun sebebi nedir, neden? Zemzem'de öyle bir enerji var ki başkasını değiştirir ama kendi değişmez." diyor.

     

    Ezan sesiyle parlıyor, çan sesiyle kararıyor

     

    Zemzem kristallerini mikroskop ortamında inceleyen Japon bilim adamı Dr. Masura Emot , suyun moleküler (kristal) düzeninin değişen frekanslara göre farklılaştığını görür. Zemzem kristallerinin çan sesinde karardığını Kur'an-ı Kerim ve ezan sesinde ise parlaklaştığını fark eder. İncelemede her bir kristalin, Kâbe-i muazzamaya benzeyen bir doku oluşturduğu, zemzemin çan sesinde kristallerinin karardığını, Kur'an-ı Kerim ve ezan sesinde ise parlaklaştığını ve netleştiği tespit edildi.

     

    Zemzem üzerine kaleme aldığı kitabı Japonya'da en çok satanlar arasına giren Dr. Emoto'ya göre zemzem, fiziksel ve kimyasal özellikleri bakımından yeryüzündeki bütün sulardan farklı. Dr. Emoto, "Zemzem, çevresinde cereyan eden bütün değişimleri hafızasına alıyor. Yapısı çok farklı. Bu, onu dünyadaki diğer elementlerin efendisi yapıyor. Müslümanların niçin hastaları tedavi etmek ümediyle Kur'an-ı Kerim'den sûreler okunup, suya üflediğini daha iyi anlıyorum" ifadesini kullanıyor.

     

    Türkiye Gazetesi

     

    http://www.youtube.com/watch?v=1nCNaqr4P-k


  19. "Büyük Doğu aleminin kadını, bu kılığa girdikten sonra, artık ona, ev, mektep, salon,daire, konser, konferans, merasim; zatiyle dini bir yasak belirtmeyen her yer açık ve serbesttir." İdeolocya Örgüsü- Kadın kılığı

     

    Selametle...

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanıştıktan sonra bütün hayatını İslam davasına adamış bir mücahittir. Yaptıkları,çektikleri,sabrettikleri,mücadelesi,gayreti herkesin harcı olmadığından dolayıdır ki kendisine ÜSTAD dedi bizden öncekiler ve biz de diyoruz. Düşünün ki vefat edeli 30 sene olmuş ama burada adını yaşatmak ve insanlara duyurmak maksadıyla hizmet veren bir sitede, binlerce üye ve yüzbinlerce takipçi, hala Üstadın fikirlerinden istifade etmekteler.Bizde ettik ve hala da etmeye çalışıyoruz. Ama burada bazı hususların da iyi bilinmesi lazım. Üstad dini mevzularda da kitaplar yazmıştır ama hiçbir zaman "ben bir İslam alimiyim" iddiasında bulunmamıştır. Böyle bir yakıştırma yapılsa kendisine zaten ilk karşı çıkacak da kendisi olurdu.(Süper Mürşid olayını bilenler bilir). Tarihi kitaplar da yazmıştır ama hiçbir zaman "ben bir tarihçiyim" iddiasında da bulunmamıştır. Ama şairdir,fikir adamıdır. Fikirleriyle gençliğe yön vermiştir, şiirleriyle kavruk dimağlara su serpmiştir,vs,...Şimdi size bir örnek:Malumunuzdur ki Seyyid Kutub'un "Fizilalil Kuran" adlı bir tefsiri vardır. Seyyid Kutub'un bütün sakat fikirlerini(Hz. Osmana ra dil uzatması,mezhepsiz olması,sosyalizmden etkilenmesi,zekatla alakalı uygunsuz görüşleri,vs,...) bir yana bırakaraktan bir fikir adamı olarak tefsir yazması ne kadar doğrudur? Kendisinde tefsir yazma ehliyeti var mıdır? Her isteyen,önüne gelen,ilahiyat tozu yutan tefsir yazabilir mi? Şu linkte bahsi geçen ilimlere sahip olanların tefsire ehliyeti olduğu beyan edilmişken;http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/13204-tefsir-icin-gerekli-ilimler/Seyyid Kutub gibi bir fikir adamını tefsirine(dediğim gibi bütün olumsuz fikirlerini yok saydığımızı varsayılırsa) itibar edilir mi? Fikir adamı neticede.Şimdi arkadaşlar ülkemizde bazı kardeşlerimiz var ki "Üstad ne dediyse doğrudur" mantığı gütmekteler, bana göre Üstadı anlama noktasında büyük bir hata. Sonuca gelirsek; Üstadın İslam alimi olmadığını ama büyük bir veliden beslendiğini biliyoruz. Sağlam bir tasavvuf bilgisi olduğunu da biliyoruz. itikadının da son derece düzgün olduğunu(elhamdulillah) biliyoruz. Doğru Yolun Sapık Kolları ile Din Tahripçileri ile mücadelesine,eserlerine şahidiz. Hatta günümüzdeki şarlatanları susturacak bir Üstadın olmadığını gördükçe kendisine daha bir fazla özlem duyuyoruz.Ancak; ehli sünnet yolunun yine Üstadın tabiriyle "beyinlerinin zerreleri güneş gibi parlayan" İslam alimlerinin kaleme aldıkları kitapları varken, doğunun,batının,Türkün,Anadolunun,vs,... tahlillerinin yapıldığı ve bir İslam devleti fikrinin müslümanlara sunulduğu ve içinde çok mühim,şaheser çapta cümlelerin bulunduğu "İdeolocya Örgüsü" adlı fikir kitabının bu minvalde fıkhi bir meselede delil olamayacağını "hakikati teslim adına" beyan etmek yükümlülüğü altındayım.Bu sebeple önceki yazdıklarım cevap olma özelliğini korumaktadır.


  20. kardeşlerim;

     

    tartışmanın kalitesini belirleyen en önemli unsur fikir olmakla birlikte, tartışma esnasında üslubu korumanın ehemmiyeti de malumunuzdur. takdir ediyorum ki emir abdülkadir ve kelepir nickli arkadaşlarım güzel bir fikir ziyafeti çektiler. ancak arkadaşlar burada hepimiz "müslümanız elhamdulillah". bu hepimizin en temel ortak noktası. ayrıca Üstad Necip Fazıl Kısakürek'i seviyoruz, bu da burada bizi buluşturan en önemli husus.

     

    hata bizim için arkadaşlar. Peygamber Efendimiz sav "hepiniz hata edicilersiniz" buyurduğuna göre içinde bulunduğumuz hali bir düşünelim. Ashabı Kiram rae birbirlerinin hatalarını gördüklerinde yaka paça biribirlerini uyardıklarını ve bunun neticesinde ne arkadaşlıklarına ne de dostluklarına zarar gelmeden ayrıldıklarını asla aklımızdan çıkarmayalım.

     

    "Selim kalbin" 4 özelliği olduğunu söyler İslam büyükleri;

    1)Dünya üzerindekilerle birlikte senin olsa ve senden alınsa üzülmeyeceksin

    2)Dünya üzerindekilerle birlikte sana verilse sevinmeyeceksin

    3)Kimseyi incitmeyeceksin

    4)Kimseden incinmeyeceksin

     

    bunları yapabilecek babayiğitler "kalbi selim" sahibi olanlar. 3. ve 4. madde ile ilgili, incitmemek kolay da incinmemek zor derler. bence de öyle. incinmemek zor olanı.

     

    Burada ben kimsenin kötü niyet taşıdığına inanmıyorum. Kimsenin birbirini kırmak için yazdığına da inanmıyorum. yazan herkes katkıda bulunmak için yazıyor. Birbirimizden de öğreneceğimiz çok şey olduğunu unutmayalım.

     

    o yüzden seviyeli giden bir tartışmayı karşılıklı ithamlara dönüştürmeden fikirlerimizle devam edelim inşallah...

    • Like 1

  21. "Karma sınıf olmasın" Ü.Y'nin de dediği gibi biraz fazla ütopik duruyor şimdilik. Şu anda sayılı da olsa özel kız liseleri mevcut. Çok yakınımızda bir tane var hatta. Aileler zorlansalar da bu konuda hassasiyetleri varsa bir şekilde orayı tercih ediyorlar. Ama aynı şekilde maddi durumu oldukça iyi olmasına rağmen daha başarılı ve sosyal olduğu gerekçesiyle kızlarını o okulun hemen yanındaki karma liseye gönderen aileleri de azımsayamam. Şimdi tutup nedenlerini de eleştirmem. Tercih. Bu da bir zorunluluk değil tercih olabilir ancak. Günümüz Türkiyesi o kadarını yapabilir. Fazlasını beklemek lükse girer. Eğitim sistemimiz ciddi bir reform istiyor evet. Başta tevhid-i tedrisat olmak üzere birçok konuda yeni düzenlemeler şart. Bir şeyler yapmaya da çalışıyorlar. Fakat bir yönden verilen özgürlük ve bence hak başka yönlerden farklı özgürlükleri getiriyor. Getirmek zorunda. Karma yurt açılmış. Allah aşkına neresi büyük bu olayın yahu? Adını hatırlamadığım bilmem hangi lise kazananlarına burs+yurt hizmeti veriyordu. Yurt dedikleri küçük bir villa site. Ve bu dediğim nerden baksak 7-8 yıl öncesi. Evler kız erkek karma. Birçok üniversite kentinde yine öğrenci evleri kız erkek karma. Ahahah Anadolunun masum çocukları mı? Zorunda mı? Faruk Çakır'ı en basitinden mazbutluğuyla ünlü küçük sevimli beldemiz Isparta'ya davet etmek isterim. Masum Anadolu çocuklarını tekrar bir düşünür sanırım.

     

    He şu sözlerimden karma yurt olayını falan desteklediğim zannedilmesin. Ama bazı gerçekler de Ankara'nın müdahalesiyle bitemeyecek kadar vahim. Devlette değil insanlarda bitecek olay bunlar. Başbakan'ın Muhteşem Yüzyıl eleştirisi kadar olur getirisi. Hürrem dizide namaza başladı ya. O kadar. :)

     

    Dikkatimi çeken bir nokta da Tazir yöneticimizin kullandığı 'Kız çocuğum olursa neden okula göndermeyeyim?" cümlesi  oldu. Maalesef karma eğitimdeki de genel çekince bu. Bir erkeğe de aynı zararı dokunmasına rağmen, kızım olursa karma eğitimde okutmam! E oğlun olursa hacı baba? Farketmez o zaman. Diyorum ya şu anda özel liselerde sadece kızlara eğitim veren kurumlar var. Aranınca bulunuyor. Ama erkekler için aynısı geçerli değil maalesef. Arz-talep meselesi diyelim mi? Ya da şu zihniyet. İleride de eğitim sistemimiz değişmezse ben de oğlumu göndermem abiler okula. Ne işi var. Otursun oturduğu yerde. Di mi ama?

     

    Müslümanlar olarak son 100 yılda çok çetin imtihanlardan,merhalelerden geçtik. Bu süreç zarfında 100 yıl öncesinin müslüman Türkü ile günümüz Anadolu müslümanının şu anki durumu, Everest Tepesine nispetle Marianna Çukuru gibidir. .Üstadımızın da dediği gibi "Türkü madde planında kurtardıktan sonra ruh planında helak eden" bir devir yaşadık. Şu anki geldiğimiz,içinde bulunduğumuz,amaçsız,gayesiz,hedefsiz,şuursuz yaşamımız ruh planında helak edilişimizin en önemli göstergesidir..Dininize karışan mı var? mahut sualine çok farklı açılardan farklı cevaplar vermek mümkündür.Bence bu soruya verilecek cevaplar içerisinde "müslüman mı bıraktınız dinini yaşayacak?" suali de olmalıdır..Günümüz toplumuna sorulduğunda yüzde 99 luk bir müslüman oranı ve yine sorulduğunda da belli bir oran kendine dindar diyebilmekte. Dindarlığın ölçüsü nedir? Namaz kılmak mı? Tesettürlü gibi davranmak mı? Her ortama girip kalbim temiz demek mi? Mevzubahis din olduğunda mangalda kül bırakmamak mı? Göreceli bir kavram ancak geldiğimiz konumu açıklar bir kavram. Şimdi tesettürlü insanların karışmadığı kalabalık kaldı mı? Girmediği ortam var mı? Otobüste,dolmuşta erkekten çok kadın var! Bu kadar insan nereye gidiyor? Herkes mi dışarıya çıkıyor? Bu sorular üzerinde düşünmek lazım....Yüce dinimiz herkese,herşeye tam olarak hakkını vermiştir. İslam dininde kadının da erkeğin de vazifeleri belirlenmiştir. Avrupada daha 18. yüzyıllara kadar "kadın insan mıdır değil midir" tartışması yapılırken dinimiz 1400 sene öncesinde "Nisa-Kadın suresi" diye sure indirmiştir. Bundan başka Meryem Suresi,Tahrim Suresi,Mücadele Suresi gibi daha başka surelerde de kadınlarla alalakı hususlar anlatılmıştır. Yüce İslam dinidir ki kadının ayakları altına cenneti yerleştirmiştir....Dedik ya müslümanlar çetin merhalelerden geçti diye. Öyle bir sistem geldi ki elindeki önemli kozlardan biri de "kadın" idi. Eskinin perde ardındaki kadını artık her yerde ve her şekilde karşımıza çıkmaktadır.Buna dindarı da dindar olmayanı da,açığı da çarşaflısı da dahildir..Allahu Teala evin geçimi vazifesini malumunuzdur ki erkeğe,çocukların yetiştirilmesi görevini de anneye vermiştir. Bu ikisinin de birbirlerine karşı vazifeleri de en ince ayrıntısına kadar belirtilmiştir. Pek bilinmeyen bir hususu aktarayım. Kadın ev işlerini yapmak zorunda değildir. Yemek yapmam dediyse neden yapmadın deme hakkı erkekte yoktur. Kadın erkeğin;çamaşırını,bulaşığını da yıkamak zorunda falan değildir. Ancak çocuğunu yetiştirmelidir. Üstad diyor ya "gün doğmakta anneler ne zaman doğuracak?" işte bu çocukları doğuracak ve yetiştirecek olan annelerdir. Ama anneler okuma telaşında,kurslarda hocalık yapma telaşında,kariyer düşüncesinde,vs,... başkalarına hizmet etme derdindeyken kendi evlerini ikinci plana atmaktalar..Karma eğitim sistemi sadece kız çocukları için problem değil evet erkek çocuklar için de problemdir. Bu konuyla alakalı önceden yazdığım aşağıdaki yazıda fikirlerimi açıklar mahiyettedir. O yüzden daha fazla yazmayacağım...http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/13323-yerini-bilmeyen-musluman-kadin/

    • Like 1

  22. Mühim bir meseledir. Benim de altını çizerek söylemek istediğim bir takım şeyler var.

     

    Tazir kardeş, tartışılmaya değer bir noktaya parmak basmıştır. Evvela ona teşekkür ediyorum ve farklı bakış açılarıyla başlığa yön verecek arkadaşların da katılımını bekliyorum.

     

    İkinci olarak meseleyle alakalı sıkıntıları dile getiren ve birtakım haksızlıklardan, şeni icraatlardan yakınan Fatih Akkaya ve Faruk Çakır'a katıldığım hususlar elbette var. Fakat Fatih Akkaya'nın kanıt diye sunduğu örneklerde eksiklik görüyor, ifadelerinde hatalı genellemelere düştüğünü belirtmek istiyorum.

     

    Bir kere 1973 tarihli Milli Eğitim Temel Kanunu'nun 15. Maddesi şöyle diyor: "Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır." Ve bitmiyor. "Ancak eğitimin türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir."Görüldüğü gibi kanunda bir esnekliğin var olduğu açık ve net bir şekilde ortaya konulmuştur ki bu zamana kadar bu maddeyle ilgili herhangi bir değişikliğe gidilmemiştir.

     

    İkinci olarak "Batı ise bugün "yüzyılın pedagojik yanlışı" olarak değerlendiriyor, karma eğitimini" ifadesi bir hatalı genellemedir. Bazı bilim adamlarının araştırma çıktılarının karma eğitimin zararlarını işaret ediyor oluşu, hatta ispatlıyor oluşu, (tüm) Batı'nın karma eğitimin yüzyılın pedagojik yanlışı olarak değerlendirmesi anlamına gelmiyor ki bunun için henüz yeteri kadar kanıt olmadığını yine batılılar da ifade etmektedir. Ayrıca cinsiyetlerin ayrılmasının olumlu etkilerine dair çalışmaların sonuçlarının da belirsiz olduğunu belirtmekte Smithers ve Robinson (2006).

     

    Üçüncü olarak evet, kendisinin ve Prof. Mokrosch'un da belirttiği gibi bu bir trenddir. Bir eğilim. Tıpkı karma eğitimin de bir zamanlar trend olduğu gibi… Tak, olmadı. Şimdi çıkar. Hımm oldu gibi. Başka yok mu, bir de şu var. Dene bakalım. Ne bu ya? Tamam eğitim programları gözden geçirilip değişikliğe tabii tutulmalı. Ama bunun bir sistematiği olmalı ki Batı bunu bizden daha iyi gerçekleştiriyor. Biz bunun altından kalkamayız. Denemesi bile iltibasa yol açacaktır. "Örnek aldığımız Batı'da yıllardır karma eğitim sorgulanıyor" evet Avrupa en azından artısıyla eksisiyle tek cinsiyetli eğitimi ve karma eğitimi konuşuyor, tartışıyor, araştırmalar yapıyor ve bunları yorumluyor. Peki biz? Lütfen yok.gov.tr 'ye girin, Ulusal Tez Merkezi'nde aratın bakalım, konuyla ilgili herhangi bir bulguya rastlıyor musunuz? Dolayısıyla ön incelemeler muhakkak yapılmalı, araştırmalarda cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulmalıdır. Ülkemizde bir tane araştırma yok ki tek cinsiyetli okullara geçiş yapılma ihtimali olsun.

     

    Dördüncü olarak demiş ki "son on yıldır bu sistemden ayrılma trendi yaşanıyor." Valla mı? Benim baktığım kaynaklar öyle demiyor ama:

     

    Görelim:

    "Kamuya ait tek cinsiyet okulları sadece yedi Avrupa ülkesinde ve bölgesinde yer alır. Avrupa'da tüm seviyelerdeki kamu okullarının çoğu karma eğitim vermektedir. Kamuya ait tek cinsiyet okullarının olduğu yerlerde, bir ülkeden diğerine sayılar değişmektedir. İskoçya'da sadece bir tane, Galler'de 7 ve Malta'da 25, Kuzey İrlanda'da 77, İrlanda'da 120 ve 400'den fazla İngiltere'de bu tür okullar vardır. Yunanistan'da 27 tane erkeklere özel kamuya ait dini tek cinsiyet okulu vardır. İrlanda'da bu tür okul sayısında düşüş gözlemlenmektedir.

     

    İrlanda'da tek cinsiyet ilköğretim okullarında okuyan öğrenci sayısında azalma vardır. 1975 yılında çocukların %60'ı bu tür okullardayken bu oran 2005'te %20'ye düşmüştür.

     

    Benzer bir durum ortaöğretimde de geçerlidir. Ancak, erkeklerden çok kızlar bu okullara gitmektedir. 1980'de %50'den fazla erkek %60'dan fazla kız tek cinsiyet okullarına gitmekteydi. 2005'te erkeklerin %30'u kızların ise %42'si bu tür okullara yönelmekteydi.

     

    Çoğu ülkede kamuya ait tek cinsiyet okulları çok yaygın olmasa da bu okullar tüm ülkelerde özel sektörde bulunur. Bu kurumlar kamudan destek alabilir ama mail olarak tamamen bağımsızdır. Çoğu durumda bunlar dini okullardır (Katolik, Protestan ve Müslüman). Sadece birkaç ülke bu tür okulların kurulmasının temel nedenlerinin özel pedagojik hedefler olduğunu rapor etmişlerdir. Ancak, çoğu ülkede bu sektör gelişmiş değildir. "

     

    Yaa böyle işte.

     

    Ama Fatih Akkaya'nın son cümlesi çok güzel ve destekliyorum: Meclis'e tavsiyemiz şudur:

    "Karma eğitim zorunlu olmaktan çıkarılsın. İsteyen veli çocuğuna ayrı eğitim aldırabilsin."

     

    Evet arkadaş, seçenekler olmalı. Bu, tek yönde gitme zorunluluğu, olmazsa olmaz bakış açısı ortadan kalmalı. Ama zaten kanunda eğitimin türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir diyor. Bence Kanunun meclise hatırlatılması, üzerinde düzenleme yapılabileceğinin söylenmesi yeterli olacaktır.

     

    Faruk Çakır ise tam ütopik kafa şu durumda. Karma sınıflar kaldırılsın diyor. Bizimki emeklemeden yürümek, yürümeden koşmak istiyor. Türkiye'de zaten ortaöğretim kurumlarında (özel) artık bu imkan var. Örneğini verdiğim yedi Avrupa ülkesinde de özel kurumlarda sunuluyor bu imkan.

     

    Bütün bunlara rağmen bu çırpınışların nedenini ise anlıyor, hak veriyorum. Burası lütfen yanlış anlaşılmasın. Yoksa ben karma eğitimi desteklemiyorum. Ben hakikat ehli, gözünün ucunun günaha değmesini istemeyen, kendi doğasına uygun olarak yaşamak isteyen insanların seçenekleri, dini bakımdan yaşam kaliteleri  artsın istiyorum… Ve de yazarlarımız dini hususlara uyan & uymayan hal ve hareketleri, yöntem ve teknikleri bilimsel açıdan incelemeye çalışırken, konuyla ilgili kanıt gösterirken ihtiyatlı davransın istiyorum.

     

    Çünkü cühuda bu şekilde medar olunabilir. Umarım kastımı anlamışsınızdır. Ayrıca ilgilenirseniz ve tahammül edebilirseniz buyrun:

     

    http://eacea.ec.euro...ports/120TR.pdf

     

    Eleştirilerinizi bekliyorum

     

    Saygılar

     

    ilk olarak yazarların konuşulmayan hususları gündeme getirmelerini takdirle karşıladığımı beyan etmek isterim. günümüzde maalesef ki olaylara "İslam" gözlüğü ile bakabilme özelliğimiz gittikçe azalmaktadır. "İslam" gözlüğünün yerini "akıl ve mantık" gözlüğü almış ve müslümanlar çevrelerinde gerçekleşen olaylara ve yaşadıkları hayata bu şekilde bakar olmuşlardır.Herşey bir yana dediğim gibi yazarların asıl bakılması gereken bakış açılarıyla bakma gayretleri benim açımdan takdire şayandır. Yazarların, bu gayret içerisindeyken bazı eksiklikleri vardır ki siz de bazılarını tespit etmişsiniz, doğrudur.Fatih Akkaya'nın verdiği örnekler Amerikadan. Bazı eyaletlerden,şehirlerden örnekler vermiş, Batı da bu konularda araştırmalar yapıldığını beyan etmiş. Batıdaki araştırmaları sayısal veri olarak yazmamış olması ve Amerikadan verdiği örneklerle tüm Batıyı genellemesi eksik olarak değerlendirilebilir.Faruk Çakır ise olayın daha vahim noktalara geldiğini belirtmiş. Boğaziçi Üniversitesi'nin yurtlarından örnek vermiş. Benim bildiğim o şekilde yurtlar bu sene faaliyete geçmedi nerden baksanız ben 7-8 senedir bu yurtların olduğunu biliyorum. Yazar önemli noktaya parmak basmakla beraber bu halin uzun zamandır olduğunu yeni öğrenmiş olsa gerek.Böyle bir değişime altyapı olarak sizin fikrinize göre hazırlıksız olabiliriz ancak bu mevzular gündeme gelmezse,getirilmezse kim tutup da çalışma yapacak. Şunu diyebilirsiniz müslümanların onca sıkıntısı var,bunlar çözüme kavuşmamışken bir de bunu gündeme getirmek kime ne fayda getirir? tartışmaya açık.Yazarları bence iyi anlamak lazım. Düşünceleri ütopik gibi görünse de bu adamlar, en azından şu yazılarında müslümanların bazı sıkıntılarını gündeme getirmişler. Bir köşe yazısı bünyesinde de zaten geniş çaplı bir çözüm beklemek garip olur ki yazının hacmi bellidir.Netice:Yazarlardan Allah razı olsun diyorum bu yazıları münasebetiyle...

×
×
  • Create New...