Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Mustafa Cilasun

* Mustafa Cilasun Şiirleri *

Recommended Posts

Sen… Yine sen!

 

Sen

Güzelliğin hazzıyla

Yüreğinin, sesine yolcusun

 

Sen

Bir goncasın

Arsın, haslığın bir baharsın

 

Sen

Sinenin yârisin

Yaransın, gönüllerin cilasısın

 

Sen

Berraksın aksın

Safsın, ön yargısız bakansın

 

Şevk

Katan bahtsın

Katlayansın ahengin farkısın

 

Dilenen

Bir karsın

Hazansın, hasreti tadan nazsın

 

Bir

Hamt sabrısın

Sazendesin, gönül güftendesin

 

Bazen

Sessiz süzensin

Seçensin, hengâmeyi bilensin

 

Çok

Güzel bir nefessin

Süzülensin, mana yükleyensin

 

Varlığı

Darlığı, dirliği

Birliğin mübelliğini bilensin

 

Sen

Sitemsin

Gönül’ü bilensin, ona girensin

 

Bir

Sanatsın

Hilkatinin aslındasın, vakıfsın

 

En yüce

Olan şerefsin

Mahlûkatın baş tacı, efendisin

 

Erensin

İdrak içinde

Nihayetini, melalini seçensin

 

Sen

Hürriyetsin

Nefsi tanır, mahkûmu olmazsın

 

Bir

Onursun

Zilletin mekânından korunursun

 

Evet

Uykususun

Teheccüt’e vakıfsın, kapanırsın

 

Sen

Bereketsin

İsrafı, müsrifi, kanaati seçensin

 

Sen

Bir kulsun

Ahengin vurgunusun, onu arasın

 

Sen

Gönüllerin

Sultanısın, şahısın, padişahısın…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Neyleyim ki!

 

Şu hislerimle

Sarmaş dolaş olan dikenler

Gönlüm de var olan mekânı bilendir

 

Biliyorum ki

Feryatlar bir nafile

Figanlar sessizliğe çekendir

 

Hissedince

Derinliğimi silkeleyen

Tercih edilen türlü biganelerdir

 

Kimseye

Kızmayın ve sakın

Çok görmeyin işte biçareyim

 

Şimdi

Çulsuzum ve gamsız

Sırnaşığımla bedbin bir arsızım

 

Varlığımda

Ar’ı çoktan unuttum

Tükenince cihan da çok yalnızım

 

Kendi

Kalbine bir çareyi

Bulamayan bahtsız hesapsızım

 

Artık

Unuttum sevmeyi

Yozluğumla ben gamı neyleyim

 

Siz

Durmayın sevin

Sevinin, yalnız onun kadri bilin

 

Sakın

Can’ı canan’ı vicdanı

Kendi nefsinize amade etmeyin

 

Muhakkak

Onun kıymeti bilin

Saygıyı hak edin sevin ve sevilin

 

Ben

Diken’e de razıyım

Vermeyin güller içinden bir gül’ü

 

Şimdi

Ruhum perişan

Bu halimle anlayamam bülbülü

 

Sevgi adına

Ne revanı, canı, gülü

Ve hatta bülbül, sümbül güzelliğini

 

Ruhuma

Mana katan o yâr

Bir kul olduğunu bilmesi ne yücedir

 

Nazar

Ettiğim keyfim,

Enaniyetim, eğildiğim şu nefsim

 

Benim

Cazibe merkezim

şekliyet her zaman önceliğim

 

İnsanı,

İnsan yapan kanaati

Erdemi bilmesi ancak idrak iledir

 

Emanetteki

Can da, canan da

Ve hatta kız da tükenmeyen naz da

 

Her şey

Mana ile değerlidir

O vakit ne bulunmaz bir hazinedir

 

Lakin

O gönül aç ise

Hazine ne yapsın elbette yetersizdir

Share this post


Link to post
Share on other sites

Geceler bir hınç içindeler!

 

 

Çaresiz

Birazdan yine akşam olacak

Yalnızlık bir aç kurdun misali

O hıncıyla üstüme çullanacak

 

Ben

Çilemi çaresizce nefeslenirken

Yine kıvranarak seni anacağım

Senin sevda izlerine sığınacağım

 

Kör

Ve sağırlaşan geceler eşiğinde

Bir tutsağın ruh haliyle ve sana

Mahkûm olarak ta yaşayacağım

 

Özlemin

Devşirecek melalimi titretecek

Tenim soğuyup sensiz ağlayacak

Dudaklarımdan dökülen şarkının

 

Nağmeleri

Sensizliğin hicranında aşkının

Ritmini sunacak bir kez daha

Ağlayacağım sensizliğin acısıyla

 

Gözyaşlarımın

Islaklığında yüreğim burkulurken

Yine seni anarak halime soracağım

Ne istiyorsun, nereye gidiyorsun la

 

Sen

Bir paye vermeyi çok görsen de

O beyanımı hikâye zannetsen de

Ben kanacağım uyuyup kalacağım

 

Ve artık sen

Kendi aşkını yaşa dilediğin sürece

Sevdalarına gömün vakti keyfince

Sen hiç aldırma el âlemin melaline

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yorgunum!

 

Ses etmeyin ne olur yorgunum!

Heyecanım bitap, yürekten solgunum!

Ses etmem, söz etmem, gölge dahi etmem!

Çatmayın bana, takatsiz, bir yolcuyum…

 

Kimseye, hiçbir şeye, dahi gölgeye!

Bilinmeyenleri güfteleyen geceye!

Sessizliğimde anlam bulan, heceye!

Siz aldırmayın, hiçliğimdeki mezeye!

 

Mekân aramam, mey bulamam!

Sinende ki aşkı, kimseye soramam!

Aşk mı, sevdamı, meczuplaşamam!

Kalbim mi, beni sürükleyen anlamam!

 

Divana durdum, orda kayboldum!

Densizliğimi görünce kahroldum!

Bildiğim, enaniyetimle kavruldum!

Haşyet bile kesmedi, mahvoldum!

 

Yürek hayvanda da var, kan pompalar!

Kalp öylemi! Sadece yaratanı arar!

Kâinatın sahibi ancak orda yer alır!

Vakıf olmayan, hazzı, aşkı karıştırır!

 

Ne olur seslenmeyin, bir ahenk arıyorum!

Arzı mekânda bulunca, kayboluyorum!

Bedenim manasız, ahvalim hesapsız!

Bu hayata, manasız bakmak bile, anlamsız!

 

Anlamadan, bir hayatı yaşadım!

Oysaki zevk aldın, anladığımı sandım!

Meşkten habersiz, yaşanan bir zevk!

Betbah ve bühtanlığı yaşamaktır!

 

Olacak ve olmuşlarda, mana bulmayanlar!

Kuvvetin, gerçek sahibini bilmeyenler!

Rahmetin, membaını kestiremeyenler!

Mey içse, âşık olsa, kendini avutsa, ne yazar!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Seni beklemek!

 

Yine

Gelmedin, gelemedin

Ne kadar bekleyeceğimin

Korkusuyla baş başa kalmayı yaşatıyorsun bana

 

Kaç kez

Deneyerek bir çığlığın

Hicranını her yanımı kuşattığın da

Kaldırımlar yalnızlığın şarkısıyla avunuyordu

 

Benimle

Alay edercesine

Bir acımanın nedametini yaşatarak

Umudun sabır içinde abitleştiğini haykırıyordu

 

Oysa

Toprakta tıpkı

Benim ile hasreti yaşıyordu

Ne kadar hoş kokuyordu seni bana hatırlatıyordu

 

Ne onun

Susuzluğunda Ne de benim

Umudum azaldığında İzlerinin tortusuyla

Oyalanıyorum seni bulmanın umunu yaşayarak

 

Yağmur damlası

Tenime bir bir nüfus ettikçe

Sensizliğin acısını toprağa akıtıyorum

Yalnızlığımı ona sunuyorum öylece bakınıp kalıyorum

 

Bazen içimde

Dalgalanıp figan neden hiddeti

Hıçkırıklar refakatinde çektiğim hasreti

Kime anlatacağımı bilemediğimi bir kez de sen söyle

 

 

Bir kahır ile yaşadığım

Metanetin çaresizliği çare olarak sunan

Sevda mertliğinde katiyetle dengi bulunmayan

Bir aşkın enginliğinde kal sen serinliğin güzelliğinde

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tabut’u zikrederken

 

 

Uygun görülen ismi sebebiyle

“Tabut” bir bakıma bizler için tanzim olunan

Ve varlığımızla anlamlaşan her ne varsa ruh bütünlüğümüzde

Son kez olarak bizlere, kendi içselliğinde ve ötelerin izlerinden

Hatırlatmalar yaparak omuzlayan dostların sinelerinde haşyetin kapısını aralayacaktır.

 

 

Bir isim sadece

Dikkat çekmek için konmayı asla kak etmez.

Tabut ürperten, dirliği nefeslendiren, ruh itminanlığında

Mazi ve ati muvazenesini idrak ettiren, ahşap ve nöbeti müddetince

Çürüyen, nihayetinde cesetle yani bizlerle birlikte toprakla bütünleşen değerdir.

 

 

Yaşadığımız hayatın silinmezleri,

Her birimizde farklı, hissiyat açılımlarıyla tezahür ederler…

Onca yaşadıklarımız, acıyla, neşesiyle bizlerin sahip olduğu zenginliğimizdir.

Oysaki henüz yaşarken farkına varamadığımız nice silinmeyen izlerin olduğunu biliyoruz.

 

 

Efkârın bulvarında adımlarken,

Bu izleri, zaman mefhumu durmuşçasına yeniden yaşarız.

Yaşanmışlar, ancak ibret alınırlarsa anlam bulurlar, ibret alınması için, kayıt’a girmesi asıldır…

 

 

Aşkların örüldüğü,

Sırların gömüldüğü mezarlarda, geceler gibidir.

Aşkı, sırrı, mezarı ve geceyi yaşayanlar olarak satırlara yazarsak, anlaşılır oluruz…

 

 

Kuş ve ağaç, gül ve diken,

Su ve balık dünyada, gezegenler kozmik âlemde yol alıyorlar…

İnsan denen varlık, her ikisinde de yol alıyor, düşünen ve akledenler için…

 

 

Yaşadığım yılların,

Farkına varamadığım gerçekliğini,

Efkârımın derinliğinde solumak, sorgulamak,

Hafızam da, silinmezler bölümünde bulunan, naçar kaldığım feryadımdır…

 

 

Bir duruşu olmayanlara isyanımdır…

Himmeti, hizmeti, külfeti, nimeti karıştıranlara,

Suizan edenlere reddimdir, konuşmak, koklaşmak, barışmak,

Yarışmak, kaygısıyla heveslerimde zuhur eden gafletimin yansımalarıdır…

 

 

Manasını kaybetmiş bedenler, mekanikleşmişlerdir…

Mekanikleşen bedenler, mezarlara da, manzara keyfiyetiyle bakarlar…

Oysaki mezarlar, “tabut”un içindekini beklerken zahirin bittiği anlatırlar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

En son giyeceğim elbisenin izlerinden!

 

 

Hepimiz gelmiştik bir şekliyle

Nasip olunacak dirliğin alınacak nefesleriyle

Hilkatin mücerret olan ve takip edilecek izlerinden giderken

En çok özlemi çekilen, yüreği ısıtan, hali donatan sevgiye kavuşabilmek…

 

 

Bu sayede aşılmayacak bir engel

Katlanılmayacak bir çile, gözden çıkarılmayacak bir varlık

Mefkûreleşen, umutlar tumağı olarak sineleri coşturan her ne varsa

Aşk ve sevdayla, vakfedilen her canla, ötelerin vaat ettiği inzivayla gidilir…

 

 

Yoksa onca çileler niye çekilir

Yaratan eza etmek için mi bizleri halk etmiştir

Niçin mübelliği göndermiştir, neden kızgın çöllerde gülü işaret etmiştir

Kalpleri neden iman hakikatine erdirmiştir, tebessümü, hoşgörüyü niye öğretmiştir…

 

 

Onu yaratan, tuğyanlara sabırla bakan

Mühleti anlamlandıran, hikâyelerle öğütler vererek uyaran

Sadece ve yalnızca mürebbiyelerle, vesilelerle aklı, izanı gerçeğe davet eden…

İnsan fıtratına uygun olmayan, edebi ve zihni tarumar eden zilleti haberdar ederek…

 

 

Azabın nihayetinde temizlenecek

Ona duçar olmayanlar, sabrı bir erdem sayan canlar

Efendiler efendisinin sancağı altında nefeslenerek bir murada erecekler

Dirilişin, ölümde süzülüşün, ten içinde bulunan kokunun, beden atıklarının bulunmadığı…

 

 

Zaman kavramının anlamının manalaştığı

Batın içinde zahire kapı aralayan ummanın ruh denkliğinde

Vuslatın işaretleri, faziletin hikmeti, çilenin keyfiyeti aşkla işliği anlaşılacak

Sabahlar, baharlar, hırslar, maksatlar, toprakla gizlenen sırlar gün gibi açığa çıkacak…

 

 

Bir yaşa kadar her türlü melaneti

Bilerek ve zevk alarak, nasıl olsa af edileceğini bekleyerek

Solgun bir çiçeğin, kökleri çürüyen bir ağacın, hissiyattan uzaklaşan uzuvların

Eşliğinde, tavaf etmeyi bekleyerek, orda tertemiz olunacağı sözünü vereni hatırlamadan

 

 

En son giyeceğim olan elbisemle

Ruhuma, aklıma, vicdanıma, izanıma sormak istiyorum

Nefsini tanıdığın kadar, seni bahşedeni neden gereği kadar öğrenmedin

Ümmetine şefaat edeceğini vaat eden bir peygamberi hırs ve zevklerinde hatırladın mı?

 

 

Diye devam edince elbise ürpertiyor

Ne kadar bembeyaz olsa da ruhumun kirliliği onu lekeliyor

Ne gözyaşlarım ve nede ahu figanım vicdanımın sızısını dinmesine muvaffak oluyor…

Share this post


Link to post
Share on other sites

İz bırakacak hazır cevaplı ünlüler!

 

Ne Yedirelim?

Lokman Hekim'e:

-Hastalarımıza ne yedirelim? Diye sorduklarında, şu cevabı vermiş:

-Acı söz yedirmeyin de, ne yedirirseniz olur.

 

 

Ben Çekilirim…

 

 

Dünya nimetlerine önem vermeyen yasayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karsılaşır.

 

 

İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek olanaksızdır. Mağrur zengin, filozofa:

-Ben bir serserinin önünde kenara çekilmem.

Bunun üzerine Diyojen kenara çekilerek, gayet sakin su karşılığı verir:

 

—Ben çekilirim.

 

 

 

 

Sabır…

 

 

 

Cüneyt-i Bağdadi'ye "sabır nedir?" diye sorduklarında şu cevabı vermiş.

— Yüzünü ekşitmeden, acıyı yudumlamaktır.

 

 

Tabip

Beyazıd-i Bestami Hazretleri akıl hasta hanesinin önünden geçerken, bir tabibin havanda ilaç dövdüğünü görerek:

 

— Çok günahkârım, der. Bunun içinde ilaç var mı? Tabip daha cevap vermeden, konuşmaları dinleyen bir hasta, pencereden seslenir.

 

— Tövbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır. Kalb havanında Tevhid tokmağı ile döv. İnsaf eleğinden geçir, gözyaşı ile yoğur. Aşk fırınında pişir ve sabah akşam bol bol ye. Göreceksin hastalığından eser kalmayacak.

 

Bestami hazretlerinin gözleri dolar ve :

- Ya Rabbi, der. Şu dünya hastanesinde ne tabipler var.

 

 

Biz de Onlara Yaklaşıyoruz…

 

 

 

Sultan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında

ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:

- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.

 

 

Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:

- Biz de onlara yaklaşıyoruz.

 

 

 

Bal ile Sirke…

 

 

 

Hocaya "bal ile sirke uyuşmaz" derler. Niçin uyuşmasın der ve gider yarım okka bal yer, yarım okka da sirke içer, gelir oturur. Yüzünün yemyeşil olduğunu görenler sorar:

 

— Bal ile sirke uyuşmadılar değil mi?

 

Hoca hiç erkekliği elden bırakır mı?

 

— Yo yo onlar uyuştular da, şimdi beni aradan çıkarmaya çalışıyorlar.

 

 

 

Caize…

 

 

Şair Ebu Dellame ile Halife Mehdi arasında şöyle bir vakıa geçmiştir: Ebu Dellame, Abbasi hükümdarlarına bir kaside takdim eder. Halife kasideyi pek beğenir:

 

 

— Sana bu kasiden için ne caize vereyim?

— Efendimiz bendeniz bir av köpeği isterim.

— Bu kadar güzel bir kasidenin caizesi bir av köpeği olur mu?

— Efendim kulunuz böyle istiyor.

 

 

Halife Mehdi işe şaşar, ama şairi de kırmak istemez:

- Peki, istediğin gibi sana bir av köpeği versinler.

— Fakat Efendim bendeniz ava ne ile gideceğim?

— Hakkın var bir de at versinler.

— Ata nasıl bineceğim?

— Doğru, güzel bir eğer takımı da versinler.

— Efendimiz ata kim bakacak?

— Haklısın, bir de köle versinler.

— Ama Efendim ben atı nerede barındıracağım?

— Bir de ahır versinler.

— Köleyi nerede yatırayım?

— Bir ev versinler.

— Bu kadar halkı ne ile doyuracağım?

— Bin altın da haçlık versinler.

— Efendim...

 

 

Halife Mehdi şairin sözünü kesmiş:

Eğer masrafı idare etmeye bir kethüda, hesapları tutmaya bir katip istersen köpeği geri alırım ha!

 

 

 

Açlık…

 

 

 

Fatih, hocası Akşemsettin'e sorar:

 

 

— İnsan açlığa ne kadar dayanabilir?

Akşemsettin cevap verir:

 

 

— Ölünceye kadar

 

 

 

Sır…

 

 

 

Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:

 

 

— Sen sır saklamayı bilir misin? Diye sormuş. Vezir: - Evet hünkârım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış: - Bende bilirim.

 

 

Karınca…

 

 

Kanuni Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülmesi için Şeyhül İslam Ebussud Efendi'den şu beyitle fetva istemiş:

 

 

Dırahta ger ziyan etse karınca

Zararı var mıdır anı kırınca

(Ürünlere zarar veren karıncaların öldürülmesinde dinen bir zarar var mıdır?)

 

 

Ebussud Efendi bir beyitle cevap vermiş:

Yarın Hakkın divanına varınca

Süleyman'dan hakkın alır karınca

 

 

 

Mesele Getirme de…

 

 

 

Rusya sefiri meşhur İgnatiyef memleketine giderken veda için geldiği Yusuf Kamil Paşa'ya:

 

 

-'Efendimize Rusya'dan ne getireyim?' demesiyle Paşa:

-'Bir mesele getirme de, ben hiçbir şey istemem' dedi.

 

 

 

Manav Olsa Gerek…

 

 

 

Garip halleri ile ünlü olan şair Ruhi, serbest nazım usulüyle şiir yazmanın moda olduğu dönemlerde bir gün eline geçen bir şiir mecmuasında genç şairlerden birisinin irili ufaklı mısralarla bütün bir sahifeyi dolduran mısralarına uzun uzun baktıktan sonra:

 

 

— Garip, demiş. Bunlar üzüm salkımı, yazan da şair değil manav olsa gerek.

Ne Kadarda Fuzuli

 

Fuzuli ile Ruhi beraberce yürürlerken bir köpek görürler. Ruhi köpeği göstererek;

'Bu köpekte ne kadar fuzuli' der. Fuzuli hemen cevabı yapıştırır:

 

Çünkü içinde Ruhi var.

 

 

 

Yüzük…

 

 

Sultan III. Ahmed Han kendisine hediye edilen çok kıymetli zümrüt yüzüğü, bir gün, divan toplantısında vezirlere göstererek:

 

-'Acaba bundan daha kıymetlisi var mıdır?' diye sordu. Hazirûn:

 

-'Hayır, Efendim, sıhhat ve afiyetle takınız. Bundan daha değerli bir şey olamaz'cevabını verdikleri halde yalnız Nevşehirli İbrahim Paşa itiraz etti:

 

-'Bundan daha kıymetli şey vardır padişahım!' dedi. Padişah beklemediği cevap karşısında sordu:

 

-'Nedir?'

-'O yüzüğün takıldığı parmak Efendim' diye cevap verdi.

 

Ahmet Müsaade Etmez

 

Sadrazam Keçeci zade Fuat Paşa'ya yetmişlik bir kadının otuz yaşında bir gençle evlenmek istediğinden bahsetmişler. Paşa hemen:

 

— Ahmet müsaade etmez, demiş. Sormuşlar

- Hangi Ahmet

- Karaca Ahmet.

 

 

 

Domuz Eti…

 

 

Tarihimizde "Kafkas kartalı" diye geçmiş bulunan İmam Şamil yüz binlerce Rus ordularını birkaç arkadaşıyla yıllarca uğraştıran kahramandır.

 

 

Üstat Şeyh Celaleddin Efendinin dizi dibinde Tarik-ı Nakşibendiyyenin ab-ı hayat pınarından kana kana içmek suretiyle maneviyatın zirvesine yükselirken, sol eliyle kullandığı kılıcıyla tek başına ordulara göğüs germek gibi bu dünyanın en büyük zevklerine de tatmaktan geri durmamıştır.

 

Az bir kuvvetle uzun yıllar sürdürdüğü mücadelesini, esaretinden sonra aynı şekilde devam ettirmiştir. Ruslara esir düştüğünde; Yemek esnasında, İmam Şamil'in iştahlı iştahlı yemek yediğini gören çar'ın:

 

 

"Kumandan, bu iştahla beni de yiyeceğinizden korkuyorum" demesi üzerine etrafındakilerin kahkahaya boğuşları uzun sürmemiş Kafkas Kartalı:

"Çar hazretleri kaygılanmayınız. Ben elhamdülillah müslümanım ve domuz eti yemem haramdır."

 

 

 

Sigorta…

 

 

İngiliz Büyükelçisi, eski Türk evlerinin dış duvarlarına asılan "Ya Hafız" (Muhafaza Eden Rabbimiz) levhalarını görünce dayanamamış ve Keçeci zade Fuat Paşaya bunların ne olduğunu sormuş.

 

 

Fuat Paşa İngiliz'in tam anlayacağı dille cevap vermiş.

— O gördükleriniz, Osmanlı Sigorta Şirketinin levhalarıdır.

La Havle Vela Kuvvete

 

 

Meşhur Cimri Paşa atlarının arpa yemesi gerektiğini söyleyen seyislerine kızar ve her seferinde "La Havle" çekermiş.

 

 

Bir gün arabasının atları dermansızlıktan yığılıp kalınca, hiddetle sormuş.

 

— Atlarıma ne oldu?

 

Seyis, cevabı yapıştırmış:

 

— Ne olacak efendim "La Havle" yiye yiye "Vela kuvvete" oldular.

 

 

 

Veteriner…

 

 

 

Bir toplantıda bir genç M. Akif`i küçük düşürmek için:

 

— Afedersiniz, siz veteriner misiniz? Demiş. M. Akif hiç istifini

bozmadan şu cevabı vermiş:

 

— Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?

 

 

 

İçeri Alamadığımız Günler Oldu…

 

 

 

Mehmet Akif görevli olarak Berlin'e gitmişti. Orada tanıştığı bir Alman kadını:

 

 

— Affedersiniz, sizin şair olduğunuzu duydum. O halde merhametli bir kalbiniz olması lazım. Diyorlar ki, memleketinizde kadınları içeri kilitler, sokağa çıkmalarını engellermişsiniz. Onlara acımıyor musunuz?

 

 

 

Mehmet Akif şu cevabı verir:

 

 

— Yalanınız yok yanlışınız var madam. Biz kadınlarımızı içeriden dışarıya çıkarmıyor değiliz. Fakat dışarıdan içeriye alamadığımız günler çoktur.

 

 

 

Bülbül…

 

 

 

M. Akif yapmacıklı jest ve mimiklerle şiir okuyanlarda hoşlanmazdı. Bir gün böyle biri, Taceddin Dergâhında Akif'in bülbül şiirini okur. Bu okuyuşa canı sıkılan Akif, şöyle söylenir:

 

 

— Bu bülbül bizim Bülbül'e benziyordu ama adam ne kanadını bıraktı, ne kuyruğunu!

 

 

Eldivenim Yoktu

Şu edepsize neden bir tokat vurmadın derler Cenap Şehabettine. O da, eldivenim yoktu iğrendim der...

 

 

Kendimize Benzettik…

 

 

Bir sohbet sırasında Arif Nihat'a;

 

— Eğilir, bükülür, katlanır, istenilen şekle kolayca sokulur bir cam keşfedilmiş, derler.

Arif Nihat buna şöyle cevap verir:

 

— Desenize eninde sonunda camı da kendimize benzettik.

 

 

 

Dilememiştir…

 

 

 

Elmalılı Hamdi Yazır'a:

 

 

— Allah dilediğine hidayet verebilir mi? Diye sormuşlar.

 

— Evet, verebilirdi demiş.

 

— O halde niçin vermemiş? Dediklerinde ise şunları söylemiş:

 

— Vermediğine göre dilememiş, demektir.

 

Allah Allah

 

 

 

 

Serdengeçti'ye sormuşlar:

 

 

— Konuşmalarında "Allah" kelimesini neden bu kadar çok kullanıyorsun?

Serdengeçti, kendisinden beklenen cevabı vermekte gecikmemiş:

 

 

— Allah Allah yahu, hiç haberim yoktu.

 

 

 

 

Kiralık Ev…

 

 

 

Bir toplantıda bazı büyük adamların ölümünden sonra onlara yaşadıkları evlerin bir müze haline getirildiği ve üzerine levhalar asıldığı konu edilirken, toplantıya katılan şair Nazım, Süleyman Nazif'e dönerek: Üstat ben ölünce kapımın üzerindeki levhaya ne yazarlar.

 

Süleyman Nazif gayet ciddi:

 

Kiralık Ev.

 

 

 

Evde Kılardı…

 

 

 

İsmet İnönü'nün dinden uzak bir hayat yaşadığını, Cumaları bile kılmadığını aralarında konuşan gazetecilere bir basın toplantısında oğlu Erdal İnönü'nün açıklaması şöyle olmuş:

 

— Nereden biliyorsunuz? Babam Cuma namazlarını evde kılardı.

 

 

 

Namaz…

 

 

 

Vehbi Karakaş hocaya gençlerden biri:

 

 

— Hocam gündüz işteyim. O gün kılamadığım namazlarımı akşam eve dönünce kaza etsem olmaz mı? Diye sorunca:

 

 

— Sen askersin farz edelim. Komutan sana günde beş defa haber gönderse, sen gitmeyip de akşam komutanının huzuruna çıksan, üst üste üç selam veya beş selam çaksan olur mu? Der.

 

 

 

At Nalı…

 

 

 

Kadıköy Camiinde vaaz vermekte olan O. Demirci Hocaya:

 

— Hocam, diye sormuşlar. At nalını evimizin kapısına asarsak uğur getirir mi?

 

Demirci hoca:

 

— Zannetmiyorum, diye cevap vermiş. Onlardan her atta dört tane var ama bütün gün kamçı yiyip duruyorlar.

 

 

 

 

Ne Diye Bindin…

 

 

 

Necip Fazıl Kısakürek vapurla Karaköy'e geçerken yanına biri yaklaşıp:

 

— Üstat, diye sormuş. Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik.

 

Necip Fazıl, okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:

 

— Ne diye vapura bindin ki, cevabını vermiş. Yüzerek geçsene karşıya…

 

 

 

 

Neresi Akıyor?

 

 

 

Kırkağaç Kaymakamlık binasının tamir gerektiği bildirilince, merkezden yazı gelmiş.

Nelerin aktığını, yegân yegân bildiriniz.

 

 

Aynı zamanda meşhur bir hicivci olan kaymakam Eşref, cevap yazmış.

 

— Muslukları hariç, her tarafı akıyor.

 

 

 

Elimi Yeni Yıkadım…

 

 

Mehmet Akif, elini yıkadıktan sonra Neyzen Tevfik'in kendisine uzattığı havlunun kirini görünce, ister istemez.

 

— Hayır, demiş. Elimi daha yeni yıkadım.

 

 

Fazilet…

 

 

Nihat Sami Banarlının anlattığına göre Yahya Kemal bir dönemdeki sohbetlerinde sık sık şöyle dermiş:

 

 

'Çocuklarımıza dediler ki:

 

— Selçuklu ve Osmanlı medeniyetin bilmemek fazilettir.

 

— Osmanlı devri Türkçe'sini bilmemek fazilettir.

 

— Fuzuli’yi, Nedim'i, Namık Kemal'i, Ham id’i, Fikret'i bilmemek bir fazilettir.

 

— Hâsılı, ... Bilmemek bir fazilettir.

 

Çocuklarımız bir de baktılar ki meğer ne çok faziletleri varmış.'

 

İstanbul’a Dönüşünü

 

Yahya Kemal’e "Ankara'nın en çok hangi tarafını seviyorsunuz" diye sorduklarında şu cevabı vermiş:

 

—İstanbul’a dönüşünü.

 

 

 

Ne Alırsınız?

 

 

Yahya Kemal, çok şişman olduğu için, bir yokuşun sonundaki dükkânın önünde dinlenirken, içeriden çıkan tezgâhtar:

 

 

—Buyurun beyim, diye atılmış, ne alırsınız?

 

Yahya Kemal tebessüm ederek:

 

—Evladım müsaade edersen bir nefes alacağım.

 

 

Yahudiler

Necip Fazıl Kısakürek, "Yahudiler hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna şu cevabı vermişti.

— Yahudiler mi dediniz? Onlar yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe veren lanetlilerdir.

 

 

 

Arkamı Döneyim…

 

 

 

Necip Fazıl Kısakürek, sakal bırakmaya karar verir ve bırakır. Sakallı halini görenler şaşırırlar. Hatta bazıları hakaret etmek bile ister.

 

Fakat üstat bu;

 

Hiç lafın altında kalır mı?

 

Adama laik olduğu cevabı verir.

 

Üstadın sakallı halini gören biri, üstada hakaret etmek için karşısına geçip sakallı halini kasderek;

 

 

-"Yahu Maymuna dönmüşsün!" der.

 

Bu söz üzerine üstat adama haddini bildirir:

 

-"Öylemiii, peki o zaman arkamı döneyim!"

 

 

 

Üstüne Etme!

 

 

 

Bir gün, Necip Fazıl hoşlanmadığı birisiyle yemek yemek zorunda kalmış. Yemek için bir lokantaya gidip, normal bir masaya oturmuşlar. Garson siparişleri almak üzere masalarına gelip;

 

 

—Hoş geldiniz efendim, ne alırsınız, ne arzu etmiştiniz? Diye sorar.

 

Necip Fazıl ile yemeğe gelen adam siparişini verir;

 

—Pilavın üstüne et!

 

Bunun üzerine garson Necip Fazıl dönerek siparişini sorar; Üstat da şöyle der;

 

—Benim, pilavın üstüne etme!

 

 

 

Derinlemesine

 

 

 

Batıl din ve ideolojileri, neden derinlemesine incelemek gerekmiyor? Diye sorduklarında, Mehmet Salah şu cevabı vermişti:

 

— Bir yemeğin bozuk olduğunu anlamak için, tamamını yemek icap etmez.

 

Hangi Kitapları Okur

 

Eski kitapçılardan Arif Polat'ın dükkânına gelen bir tanıdığı, çeşitli kitapları inceleyip:

 

—Bazı kitaplara bakıyorum da; bunları kim okur, diye merak ediyorum" deyince, Arif Polat başını kaldırmadan şu cevap vermiş:

 

— Ben de bazı insanlara bakıyorum da, bunlar hangi kitapları okur, diye merak ediyorum.

 

 

 

Keramet…

 

 

 

Son derece cahil bir arkadaşı, Mustafa Nihat Özen’e ilim satmak isteyen bir tavırla:

 

—Seninle aynı zamanda aynı şeyi düşünsek, buna telepati mi derler? Diye sorunca, ondan şu cevabı almış:

 

—Hayır, dostum, buna keramet derler!

 

 

 

İlgi…

 

 

 

Peyzaj mimarlarından Mevlit Baysal, gittiği lokantada bir saat beklemek zorunda kalmış.

 

Nihayet bir garson gelip sormuş:

 

— Ne isterdiniz?

 

Mevlit Baysal, kibarca cevap vermiş.

 

— Bir porsiyon ilgi lütfen!

 

 

 

Şeker…

 

 

Ahmet hoca, mesainin fazlalığından, fırsatını buldukça ufaktan kestirirdi. Bürgün sohbet sırasında birisi, şeker hastalığının uyku yaptığından söz açtı ve "Ahmet hocanın şekeri olmasın?" diye sordu.

 

Söze giren Ali Suad, gülerek şöyle cevap verdi: -

 

Ahmet hocada şeker yok ama şekerleme çok.

 

 

 

Uçan Tabak…

 

 

Gökyüzünde birtakım uçan cisimlerin görüldüğü iddia edildiğinde, bunlara ilk önce "uçan tabak" adı veriliyormuş. Nizamettin Nazif, bu esrarengiz olay hakkında Prof. Salih Muradın fikrini sorarak:

 

— Ne dersiniz, hocam? Demiş. Bu uçan tabaklar sizce gerçek midir? Ve daha önce görülmüş müdür? Profesör:

 

— Elbette gerçektir, diye gülümsemiş. Karı koca arasında sık sık görülür.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Siz mefkurenizle dinlerken!

 

Sizin

İçtenliğiniz ve zarafetiniz

Satırlarınızda sunduğunuz naifliğiniz

 

Şimdilerde

Kuraklığı yaşadığım gönlüme

Serabı değil, suyu o an gösterdiniz

 

Bilirsiniz

Halinde terennüm edenler

Tahayyül ikliminde çok yeşerirler

 

Her zaman

Tahkik, idrak ve tefekkür

Onların asla vazgeçilmesi olurlar

 

Artık

Bu hissiyat müdavimleri

Yaşadıkları arzı mekânlarda

 

Nedense

Beklendiği gibi anlaşılmazlar

Maksuda giderken, onu beklemek

 

Hazla

Zül celale kavuşma aşkı

Ahenk denkliğinde var olan meşki

 

Canda

Meczubun, metfunun farkı

İtminanımızla anlam bulacaklardır

 

Bizim

Ameller ve ibadetlerimiz

Bizlere asla cenneti getirmezler

 

Özlenen

Cennet, haniflerin değil

Mukallitlerin bir beklentisidir

 

O

Cemale muttali bulunmak

İçsellikte maksuda koşmaktır

 

Sizinle

Hislerimin hazzını yaşıyorum

Mana derinliğiyle tanış oluyorum

 

Sizinle

Bu manada hem hal olmak

Bilinmezler mefkûresiyle buluşmaktır

 

Bilinmeyen

Cana bu denli derunilik verirse

Biçare kimliğimizin hali bilmem ne olur

 

Hissederek

Cenabı Hakka, kul, köle olmak

İddiamız aşikâr bir şekilde bulunurken

 

Şimdi

Benliğimizin tercihlerinde boğulmak

Avuntularımızın sınırsız hadsizliğidir

 

Bakın

Hazan mevsiminde, kuşlar ve yapraklar

Kendi ahvalinde sukut ile garipliği yaşarlar

 

Sarkan

Ağacın dalları, yalnızlığı ve terkedilmişliği

Terennüm etmek zorunda vaktiyle bırakılırlar

 

Toprağı aralayan

Kök, verilen göreve öğle bağlıdır ki

Sadakatin derinliğini bizler gözlemleriz

 

Uçan

Kuşların, yaprağın, barınmalarına rağmen

Kendini terk etmek zorunda kaldıklarını bilirler

 

Nedense

Biçare kimliğimle size içimi açmak cesaretini

Kendimde buldum, beni dinlediğiniz için minnettarım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nakşeden İzler (anı roman 12)

 

Her halde haram işlemiş olmazlar, kız çocuklarını bu eylemleri yapmaktan, sakındıran ne olabilir, hangi düşünce onları bu eylemden mahrum bırakabilir?

 

Kâinatın sahibi, evrensel mesajın membaı ve onun sözcüsü olan peygamber, böyle oluşuma hiç rahmet eder mi, sorarım sizlere?

 

Sinemde çok daha huzur bulmam, mutmain olmam gerekirken, neden böyle perişanlığa talip olayım, neden bunlarla uğraşayım.

 

Yinede buna rağmen diyorum ki;

 

İnsan olarak yaratılmış olmanın hazzını, tarif etmek neredeyse mümkün görünmemektir.

 

Yaratan Rab, o kadar müteşekkil ve muazzam tanzim etmiş ki, bu oluşuma nereden ve nasıl bakarsak bakalım, bu harikulade eseri seyrettikçe, seyredeni adeta sukutu hayale uğratıyor.

 

Bu güzelliği keşfetmek, yaratılan gözüyle ne kadar mümkün, olmaktadır!

 

Bu âleme anlam kazandıran şaheseri, hangi ölçülerle tespit ederek, yaratanın azametini idrak edeceğiz!

 

Bu azamet ve haşmet karşısında, kul olabilmenin şuuruna nasıl varacağız?

 

Bunun idrakin tezahürü olarak, yaratana sevgi ve saygı ölçüsü nasıl olacak?

 

İnsanlar ilişkilerinin genelinde, kıymet, değer vurgusunu, saygı ve sevgi olgusunu yönlendirirken, kalb, beyin, nefs netliğini, çoğu kez sağlayamıyorlar!

 

Bu keşmekeşliği yaşantımızın bütününde niçin çözümleyemiyoruz?

 

İnsana fevkaladeliği kazandıran akıl, mantık, neden irtifa kaybediyor?

 

İlmin kaynağına ulaşmamız kesin bir çözüm olacak mı?

 

Duyguların geleneksel tabandaki terbiye metodu neden yozlaştı, yoksa yine nefis mi diyeceksiniz, başka sebep olamaz mı?

 

Ruhunu hangi an vereceğini bilemeyen o muazzam insana neler oluyor, sefalet ve zilleti niçin tercih eder hale geldiler?

 

Ölçü mihenk, tekabül ve terakki karşısında, kendini yenileyeme dimi?

 

Rehberin Kur’an olduğu kesin, önderin peygamber olduğu kesin, fakat yorumlayanlarında insan olduklarını unutmayalım!

 

Şura, meclis işlevini hakkıyla yerine getire biliyor mu, getiriyorsa evrensel bir dinin müntesiplerinin durumu neden içler acısı bir durumda?

 

Mahkûm kim, yargıç kim, malayanilik nereye kadar devam edecek?

 

Hiç masrafı olmadığı halde sevgide, şefkatte bizleri cimriliğe iten güç nedir, buna karşı mukavemet hazırlığı neden yapılmıyor?

 

Bu hasletlerin bulunmadığı bir gönülde, kişi kendisiyle barışık olabilir mi?

 

Ebeveynimize gösterdiğimiz saygı ve hoş görüyü unutmayalım.

 

Evladı ayalimize karşılıksız sunduğumuz tahammül, sabır ve şefkatin membaı gönlümüzden kendiliğinden zuhur ediyor olması şaşırtıcı değil mi?

 

İşte insan ve insanlık bu güzel hasletlere, ne yazık ki, hasret bırakılıyor!

 

Bizler ve mükellef olduğuna inanan her kez, hiç durmadan ve yılmadan, gülü koklarcasına ve dikenine tahammül ederek, insanlara yaklaşmak zorundadır.

 

Kuşun yavrusunu sevmenin hassasiyetiyle konulara ve sorunlara çözüm arayarak, sunabilmeyi başarmalıyız.

 

Kendimizi, kişiliğimizi, katiyen ön plana çıkarmadan ve tevazuu elden bırakmadan kazanımlarımızı, ukbaya matuf yatırımlara dönüştürmeliyiz.

 

Letafetlerin ve izzetin manasının, sadece dünyaya ait olmadığı bilincini, mutlaka deruhte edebilmeliyiz.

 

Mademki imtihan dünyası, işte o zaman sorunların psikolojik açılımlarını, yüce beyanı ve peygamber tefsirini net bir şekilde öğrenerek yaşamalıyız.

 

Ayrıca itminan olmuş bir gönlün sahibi olarak, aczi yetimizi ve şükrümüzü her halükarda ihmal etmeden sunabilmeliyiz ve bunu mutlaka başarmalıyız.

 

Neden bu soruları birilerine sormayalım ve bunların çözüm yollarını dondurarak, çözüm aramayalım ve niçin bu konuları konuşmayalım.

 

Oysaki zekâ insana merak etmesi ve bilmediklerini öğrenmesi için verilmiştir, bir vazo olarak durması kimlerin işine yarar bir düşünelim!

 

Eğer her fert, kendi şahsına münhasır olarak, sorgulanacaksa, sadece, kendi aklından sorumlu tutulacaksa, mahşer gününde yaptıklarıyla haşr olacaksa,

 

Neden anlayamadıklarımdan mahrum kalayım, niçin kendi mantığımı, tespitlerimi, ferasetimi, askıya alarak, başkalarına havale edeyim.

 

Şayet bunları istemek, hata ve bir suç ise, onu da dinleyerek anlamaya çalışırım, sabrederim, boynumu eğer ve çeker giderim.

 

Fakat sorarım hakkım olarak, neden suç sayılıyor bu haklı gerekçeler? İnsanların indi görüşleri, ön yargıları ve zanlarıyla yargılamalarına, niçin tahammül etmek zorunda kalayım.

 

Sabrım kalmadı artık, bu konuları anlayarak idrak eden, bir çözüm sunabilen ve mayası sevgi olan mücadeleden hiç kaçmayan yürekli yiğitler ararım.

 

Bizzat yaşadığım ve şahit olduğum, hayali sukuta uğradığım, o kadar çok asılsız, zan, iftira, dedikodu ve kişinin gıyabında konuşarak gıybet yapan insanlara, tanık ve şahit oldum ki, oldukça şaşırdım kaldım!

 

İnanın böyle ortamlarda, çoğu zaman şeytanı unuttum ve insanların şerrinden Allah’a sığındım.

 

Benim böyle bir kanaate, varmama vesile olanlar, daha yaşıyorlar, hayattalar, terki dünya edenler varsa Allah taksiratlarını affetsin.

 

Ben aciz bir kulum, bunu biliyorum ve buna rağmen Allah deyince;

 

Kâinatı yaratan ve donatarak insanların hizmetine sunan, her türlü kötülükleri, haber vererek uyaran,

 

Müjdeci ve uyarıcı gönderen, gaflette olan geçmiş milletlerin, akıbetlerini hikâye eden, doğru yolu gösteren ve Kur’an gibi yüce bir kitabı vah yeden,

 

Bizzat yarattığı her şeyi, ibret olsun diye, ayetler gönderen, asıl dünyamızın, cennet olduğunu müjdeleyen, eşrefi mahlûkat diye bizleri şereflendiren,

 

Yanılgılarımız da bizleri uyaran, bizlere rahmet peygamberi lütfeden, aklımızın aczi yetini ortaya seren, enaniyet, tekebbür ve şirki yerle bir eden,

 

Bizlere her zaman mühlet veren, hayatımızın devamı için rızk bahşeden, ne zaman son bulacağı, belli olmayan bir hayatın, ipuçlarını veren,

 

Azametini ve gazabını zamanla gösteren ve bu yaşam mühletinin, imtihan olduğunu bildiren, böyle yüce bir Rab olan Allah’a, niçin kayıtsız kalırız ve sürekli kendimizi aldatırız.

 

Akıllı olduğunu zanneden bunca insanlar, bir türlü demezler ki, bu nasıl bir akıl ki sahibini, geçici olan ve belirli bir sınırda kalan, dünya ve zevklerine mahkûm ediyor.

 

Belki dersiniz, Allah bizim için gaip olduğundan, biraz duyarsız kalabiliyoruz.

 

Hepimiz biliyoruz ki, neye baktığımız önemli değil.

 

Neden baktığımız ve ne aradığımız, niçin aradığımız önemli!

 

Bilmekteyiz ki, akıl ve izan sahipleri, neden baktıklarını ve ne aradıklarını zaten biliyorlar.

 

Fakat bizler, kime ve niçin iman ettik, inandık dediğimiz, değerleri hakkıyla niçin bilmiyor ve tanıyor muyuz?

 

Evet, ben, kulluk bilincimin idrakindeyim, diyen hanif kullara;

 

Sözümüz elbette yok, böyle muttaki insanlara, Allah hizmetlerini asan eylesin diye dua ederiz.

 

Fakat benim gibi aciz bulunan ve bu nedenle kıvrananlara sorarız! Gaip olmayan;

 

Allah’ın bir kulu olan sabi çocuk, adet olduğu üzere sütannesine verilmiş, alan olmamış, sahipsiz kalmış,

 

Fakir fakat gönlü cömert olan, Halime isminde bir kadına kalmış, oda sahiplenmiş, sütannesi olmuş,

 

Şeyma isminde, bir sütkardeşi kazanmış yetim, öksüz, yavrucak, nihayet inanmayan amcasının himayesine geçmiş,

 

Şefkate susamış, putperestlerden eminlik sıfatı kazanmış, bir insanın yaşaya bileceği, bütün çileleri yaşamış,

 

Ama sebat gösterip sabretmiş, tebessümü yüzünden hiç eksik etmemiş, başı dertte olan birini gördüğü zaman, kayıtsız kalmamış, sahip çıkarak, onun gönlünü kazanmış,

 

Hayatında bir kerecik olsun, zevke, sefaya dalmamış, kimseyi aldatmamış, böyle de yaşanıla bilineceğini, açık ve seçik herkese göstermiş,

 

Topumun en seçkinlerinden, tacir ve oldukça mal varlığı olan, saygı ile anılan, herkesin gönlünü asaletiyle dolduran,

 

Ancak bir hanımefendi olan, dul, gönlü açık, şefkat pınarlarından, sevgi fışkıran, sürekli hakkı arayan, yüreği onun için yanan, annelerin annesini seçmiş ve tek vücut olmuş, onunla kenetlenmiş.

 

Yirmi beş yaşında, Allah’ın kendine lütfettiği, tüm beşeri duyguları, en güzel haliyle, müreffeh bir şekilde yaşamış,

 

Kervan ticaretinden, çok olumlu emareler almış, bunu da sevgili zevcesiyle, saklamamış, her zaman paylaşmış, ona her şeyi anlatmış, ona gönlünün derinliklerini açmış ve hiç çekinmemiş.

 

Kendini, kimliğini sorgulamak ve yaşadığı karanlık ortama çare olmak maksadıyla, yüksek tepelere, o muhteşem sessiz derinliğe, Hira dağına çekilip, kendine yön verene yöneliyormuş.

 

Ve bulunduğu, hayatını idame ettiği ortam, kör düğüm olmuş, sosyal dengeler bozulmuş, zulüm, gasp haddini açmış, safahat ve zillet tavana vurmuş,

 

Çare aramış ve boş durmamış, çare aramış, sade ve yüreği yanan insanlarla, Hulfulfudul cemiyetini kurmuş,

 

Gaye olarak, tüm mazlumların, şehir’e misafir olarak gelenlerin, can ve mal emniyetini korumak, gerektiğinde bu zulmü yapan, zalimleri cezalandırmak,

 

Maksat caydırıcı olmak ve yaşadığı hayata bir anlam katmak,

 

Zalimlerin gözleri kararmış, fuhuş artık doğallaşmış, kuvvetin veya paran var mı, o zaman canımın istediği her şey meşrudur, kanaati yaygınlaşmış!

 

(devamı Nakşeden izler 13)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nakşeden İzler (anı roman 13)

 

Geleceğin sevgili anne adayları, babaları tarafından kandırılarak…

Issız sahalarda avutularak ve çukurlar kazılarak…

Vahşetin doruğunu çıkarak…

 

Kız çocuklarının çığlıkları kulak zarlarını yırtarak ve acı içinde çırpınışlarına gözler kapatılarak…

 

Feryatlarını duymayarak, acımasızca gözlerine bakılarak, canlı ve bir o kadarda diri olarak, öldürülüyor ve toprağa canlı bir şekilde, gömülüyordu.

 

O dönemde kız çocukları, bir utanç vesilesi olarak görülüyor ve ailesinde, aşağılanmak kanaatini uyandırıyordu.

 

Bu kadar sapık, bir o kadar karanlık, hak, hukuk, adalet yok, sanki arşive kalkmış…

 

Gelenekler adına, Lat, Menat, Uzza adında, helvalardan putlar yapılırmış…

Ve her türlü hadsizlik, kaynağını ondan alırmış…

 

Nefsin ne kadar çok hadsiz ve hudutsuz istekleri varmış meğer!

Onu panayırlarda sergiliyorlarmış!

 

Şeytan görünmüyormuş, zira zafere ulaşmış!

Zaten geneli şeytandan farksızlaşmış…

 

İnsana has, saygı, sevgi, vicdan, edep ve hayâ hissiyatı, maalesef sadece kölelere kalmış.

 

Şarap içmek, put yapmak, en büyük marifet sayılırmış,

 

İşte zulmün, en revaçta olduğu bir dönemde; o emin sıfatlı insan!

 

Yüreğini, ortaya koyarak ve hiç bir kimseden çekinmeyerek!

İlke ve hedefleri istikametinde…

 

Yılmadan, yorulmadan, pislik ve kötülüğe ortak olmadan,

Putların önünde eğilip, diz çökmeden!

Gönül havuzunu oluşturuyordu…

 

En nihayeti sadece bir kuldu, bu insan fakat kutlu günlerin haberini veren, azmin ve umudun meşalesini yakan, her geçen gün, etrafında halka oluşturan,

Çoğu gariban, ezilmiş, hakları ellerinden alınmış, gasp ehli, zalimler tarafından dışlanmış ve sahipsiz kalmış fertlerden oluşuyordu.

 

Hilmi, vakarı, azimeti, ruhsatı, dirayeti ve ihsanı, azık olarak kuşanmış…

Bir uyarıcıya ve müdafaacıya, yıllarca hasret kalmışlar!

Çölde suya değil de, böyle bir lidere susamışlar…

 

Yine geleceğin muştusu olan, o emin insan, Hıra dağında ki, inziva mekânını seçmişti.

 

Kaygılıydı, sessizliğin o kuytu derinliğini niçin burayı seçiyordu, karanlığın o zinde kasvetinde aradığı ne olabilirdi?

 

Gökyüzünde ki bulutlar, neden başkasını değil de, sadece onu takip ediyordu ve güneşin haşmetli sıcağından koruyorlardı.

 

Sevgili, biricik sırdaşı, asalet timsali, güzel eşinin, rahip olan dayısından duydukları, tesadüfü olamazdı, sabretmeleri gerekiyordu, her şeyde mutlaka bir hayır vardı.

 

Fakat bunları anlayacak olanlar, akıl ve izanlarını, nefislerinin emrine sunmamış, sefalet ve zillete bulaşmamış, yaşamları boyunca net, berrak ve harbi kalmış,

 

Her an asli yetini sorgulamış, mazlumların yanında yerlerini almış ve zalimlere karşı göğüslerini siper etmiş bulunan sayılı insanlardı.

 

Böyle insanların, toplumun seçilmiş fertlerinden olmaları son derece doğaldır.

 

O dönemlerde, insanı, insan yapan değerlere haiz olmak ve bunları yozlaştırmadan yaşamak, erdemli olmayı başarmak, toplumun saygınlığını kazanmak adına, oldukça önemli ve yeterli sebeplerdir.

 

Bir milletin değer yargıları, asimilasyona tabi bırakılmadıkları sürece, insani değer mevhumlarını muhafaza ediyor kanaatini baz alır isek,

 

Vizyon sahibi, dürüst, halkına seçenekler sunan ve onlar için kendini feda eden, ama her zaman halktan biri olarak kalmayı başaran liderler;

 

Her zaman millete mal olmuşlar ve halkının sesi, soluğu olarak sinesinde yerlerini almışlardır.

 

Bu güzide insanlar, tarih sayfalarına, hiçbir zaman silinemeyen, kalıcı bir iz bırakmayı başarabilmişlerdir.

 

İşte bu emin insan, insan olarak ve daha peygamber olmadan, içinde bulunduğu cemiyete ve sonra ki nesillere, fevkalade güzel örnek olmuştur.

 

Fakat bizler, henüz kendimizi tanımadık ki, hakkıyla o emin insanı nereden tanıyalım der isek;

 

Kendimizi deşifre etmemiz bu kadar zor olmasa gerek, zira yaşadığımız sürece, eşimize, çocuklarımıza, işimize ve özellikle nefsimize verdiğimiz önem kadar,

 

Kendimize zaman ayırarak, fiillerimizi sorgulayıp, muhasebe yapmaz isek, inanın ve emim olunuz ki, sadece kendimizi değil, bizleri referans kabul eden herkesi, aynı anda zillete götürürüz.

 

Mademki, özellikle kendimizi ihmal ederek, düşünmek istemiyoruz, tercihimiz bu, o zaman emanetimizde olan eşimizin, çocuklarımızın ne suçları var, diye sormayalım mı, kendimize?

 

Onlara ben bakıyorum, bir lokma ekmek dahi, yemeye fırsat bulamıyorum, aç, açık kalmasınlar diye, gece gündüz çalışıyorum, diyerek kendimizi avutuyor ve kandırıyorsak, o zaman demezler mi insana,

 

Bu hezeyanların, iblisin vesvesesinden, başka bir şey olmadığını, bunu kendimizin dahi bildiğini!

Çünkü

 

Allah’ın Rahman ve Rahim olan sıfatını, rızkların taksimini, tek sende olmayan ve her insanda bulunan akıl nimetini verdiğini,

 

Allah’ın çeşitli vesilelerle, kullarına verdiği rızkların, sadece bizden mi kaynaklandığını zannediyoruz!

 

Ve ne hikmetse artık böyle inanmaya başlıyoruz, bu kadar tekebbürü içinde barındıran, absürt olan inanış biçimleri bizim için mantıklı geliyor!

Allah için düşünelim ve samimiyetle kendimize bir soralım!

 

Kendimize zaman ayırarak, heves ve keyfiyetin dışında, bütün içtenliğimizle düşünerek, gerçek gücümüzün ölçüsünün ne olduğunu, hiç merak ettik mi, bir gün deneyerek kendimize sorduk mu?

 

Hareket ve kuvvetin gerçek sahibi kim diye?

Hareket ve kuvvetin asıl sahibi olan, yüce Allah’ı sürekli ihmal ediyoruz ve buna devam ediyoruz.

 

Ne zaman hakkıyla ona yönelerek, gaflet ve dalaletten ve hatta kendimize ve efradımıza olan hıyanetten kurtulacağız?

 

Emanetimizde bulunan insanların, yemek, giymek gibi doğal ve fıtri ihtiyaçları olduğu kadar, kendinin, kim olduğunu, kime ait olduğunu, neye, hangi şekilde ve nasıl inanması gerektiğini,

 

İnançlarının gereğini öğrenerek, tercihini yapmaya, asli hüviyet’ini tanımaya, belki daha çok ihtiyacı vardır, bunları neden düşünmüyoruz diye soramaz mıyım?

 

Elbette ki, sahiplenme duygusunu veren Yüce Allah’ımıza, sonsuz hamt ederim,

 

İnsan olmayı ve yaşama biçimini öğreten Peygamberimize, selatü selam ederim,

 

Benim dünyaya gelmeme vesile olan, sevgili babam ve anneme, şükranlarımı sunarım.

 

Üzerimizde, bir dirhem dahi emeği olan herkese, teşekkürü her zaman bir borç bilirim ve onlara her zaman dua ederim.

 

İnsanların teveccüh gösterdikleri, akın ettikleri, böyle bir yola girmem ve bilmediklerimi öğrenmem, asıldı.

 

En azından müşahhas bir şekilde, tespit yapmam, dolayısıyla, zanda bulunmadan, yaşadıklarımı olduğu gibi yansıtmam, benim için büyük bir kazançtı.

 

İftira atmak, karalamak, çarpıtmak, kimlerin asli işi olduğu bellidir, hesap gününü düşünerek, bunu idrak edemeyen ve bu manada hayatına yön veremeyenlere sadece dua ederiz.

 

Allah hidayet versin, feraset sahibi kılsın, gerçekleri görmelerini sağlasın deriz.

 

Aynı baharat işinde, bazen iç piyasalara, sair zamanlarda şehir dışına sürekli giderek, siparişleri teslim ediyor ve pazar payımızı artırıyorduk.

 

Şaban bey sağ olsun, bazen müesseseye ait kırmızı fort bir minibüsle, bizleri Yahyalının kavacık mevkiinde bulunan, Hacı Hasan efendi dergahı diye bilinen, mekana götürdü ve ne hikmetse her zaman kalabalık ziyaretçi grupları mevcuttu.

 

Enteresandır belki fakat mekânın kuşatan ikliminde, sessizliğin ön plana çıkması ve bunu edep sayması, oldukça farklı geldi bana.

 

Gizli ve özel sırlara çözüm sunması, yeşil yapraklı meyve ağaçların geleceğe ümit aşılaması ve o anda canlı, tefekkür keyfiyeti sunması, benim ufkumda çağrışımlar yaptı.

 

Henüz içeriye girmeden bir huzur kuşatmıştı benliğimi, adeta beni bir başka, diyarlara ve daha önce tanımadığım, mekânlara götürmüştü.

 

Duygularım galeyana gelmiş, feyiz ikliminde, gönlümün derinliğinde, şevk, heyecan, merak hepsi birden ve hiç beklemeden, hissiyat beni aniden ihata etmişti.

 

Sıra ile odaya pür dikkat alınıyorduk, oradan çıkanların yüzleri kızarmış, gözleri mahzunlaşmış, ayrılmanın hüznü, her tarafını sarmış bir ruh hali ile başları öne eğik vaziyette, adeta şarj olmuş bir yürek serinliğinde bulunuyorlardı!

 

Yüzlerinden eksilmeyen tebessümle, bulunanlarla tokalaşarak, mutlaka en kısa zamanda, yeniden geleceğim, temennisinde bulunuyorlar ve Allah’a emanet olun dualarıyla müsaade alarak gidiyorlardı.

 

İçeriye girdik, etrafa baktık, insanlar halka olmuş bir vaziyette zatı muhteremin önünde ve dizlerinin üstünde oturuyorlardı.

 

Zatı muhteremin üzerinde, adeta kefeni andıran, beyaz ve uzun bir elbise, onun üzerine uygun bir yelek giyilmiş, başında özenle işlenmiş bir takke bulunuyordu.

 

Oldukça beyaz olan bir yüz siması ve yanaklarında beliren tebessüm, kuşatıcı oluyordu.

Canlılığı nişanesi olan sevinç, kendini hiç gizlemiyor, aşikâr olarak gösteriyordu.

 

Güzele güzellik katan ve bir bütünü tamamlayan, ağarmış seyrek sakalı vardı.

Bu durum hayat ve memat denkliğinde bizleri tefekküre zorluyordu.

Yaşadığı dünyada, mahşerin haşyetini taşıyan, yüz hatları mevcuttu.

 

Allah’ın bir lütuf olarak verdiği tebessüm de cimrilik yapmıyordu.

Dalga, dalga her tarafa yayılıyor ve mecliste bulunanları rahatlatıyordu.

Sohbet vurguları bizleri adeta, yaşanılan mekândan çıkartıyordu.

 

Ukbanın derinliğine doğru yol aldırıyordu.

Peygambere tabi olmayı en büyük fazilet görüyordu.

 

Sahip olunan değeri, fevkalade bularak bizlere bu mirası tanıtıyordu.

Peygamber efendimizi o kadar çok özümsemiş ki.

Sanki o anı, onunla birlikte yaşayarak terennüm ediyordu.

 

Ve bizleri hissiyatın zirvesine çıkartıyordu.

Allah’ın cennetine girmek gaye değil, diyordu.

Cemalini görmenin asıl olduğunu vurguluyordu.

 

Hak rızasının önemini, insana hizmetin maksadını izah ediyordu.

Piri fani ölçeğine uygun bir hali, bulunuyordu.

Bedeninde fazla kiloları barındırmıyordu.

 

Sohbet ederken devamlı ağzı kuruyordu.

Gözlerinden biraz rahatsızlığı vardı.

Gözlük takıyordu, şeker hastalığını, bir lütuf sayıyordu.

 

Derdi kim verdi ki, kime şikâyet edelim diyordu.

Güzel ve kıraatine uygun okunan Kur’an ayetlerini dinleyince, çok etkileniyordu ve gözlerinden yaş boşalıyordu.

 

Bu mübarek insan, okunan ayetin hemen bitiminde;

Ayetin nüzul sebebini ve anlamını açıklıyordu.

 

Ve böylece dinleyenleri aydınlatıyordu.

Var mı bana suali bulunan diyerek.

Misafirlere bir söz hakkı tanıyordu.

 

İnsanın kafasına takılan, müphem bir şey kalmasın istordu.

Şayet kalırsa, kuşku, zan ve ön yargı mantığa galebe çalar buyuruyordu.

İşte böyle bir Allah’ın kuluyla, tanışmam,

Benim için en büyük bahtiyarlık olmuştu.

 

Beni etkisi altına almış ve kuşatmıştı.

Zatını görmeden dahi, sinemdeki daralmalara kapı aralamıştı.

Züht ve takva konusunda duyarlı olan bu insan…

 

Ve insanlar tarafından teveccüh gösterilen bu insan.

Bu insanda, nasıl bir farklılık vardı ki, beni bu kadar etkiledi, diye kendime sormadan edemiyordum.

 

(devamı Nakşeden izler 14)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nakşeden İzler (anı Roman 14)

 

O insanı görmeden, mezarlığı en mahrem haliyle yaşadım bir an.

Çeşitli meyvelerin, bulunduğu bahçe dünyanın idi

Ama ben burada bilmediğim cenneti anmıştım.

 

Peygamber ve onun sevgili Rabbine yakın olmam.

Rehber olan Kuran’ı ve inmesine vesile olan insanları,

Huzur ve emin olmanın, sevincini bizzat yaşadım ve gördüm.

 

Yaşadığım güzelliklerde bunlar gizlidir, işte hikmetleri de budur.

Haktan geldik ve yine ona döneceğiz diyerek buharlaşmayan,

Amellerimizin kurtuluş reçetemiz olacağını idrak ederek, infak yapmalıyız.

 

Dünya ve nimetlerinin kimin olduğunu bilerek, tekebbürden uzak durmalıyız.

Kur’an ve inmesine vesile olan peygamberini, nefsimizden ziyade sevmeliyiz.

 

Onun ümmeti için bıraktıklarını vuslat pusulası olarak görmeliyiz.

Tüm bunlara rağmen Allah ve resulüne yabancı kalıyor isek.

 

Nefsimizin hazin ve trajikomik durumunun,

Kimseyi de şefaatçi yapmayacağını mutlaka bilmeliyiz.

 

Allah hayırlısını versin, her neyse içim rahattı.

Artık bu sevincimi paylaşmalıydım, içim içime sığmıyordu.

Yaşadıklarımı makul ölçülerde sevdiklerime anlatmalıydım.

 

Sevgili annem ve babamla paylaşamazdım.

Zira onların bu konuları anlayacak durumları bulunmuyordu.

 

Kolay değildi sülalemizde bir ben, bu manada beş vakit namazı eda ediyor ve kıyafetimi dahi farklı giyerek takva uygunluğu arıyordum.

 

Genç yaşımda sakal bırakmıştım.

İslami söylemleri, sinemde bir muştu gibi saklıyordum.

 

Geleceğin meşalesini umutla yakarak, bu meşaleyi onurla taşımaya gayret gösteriyordum.

Anneannem, dayılarım ve teyzem, sol yelpazesinde bulunan insanlardı.

 

Cami, hoca veya hafız deyimleri onlar için çok bir şey ifade etmeyen, içi boş kelimelerdi. Benim durumuma oldukça hayret eder ve şaşarlardı.

 

Benim hangi süreçlerden, geçtiğim ve bu yolu neden seçtiğim, onların ilgi alanlarına girmiyordu.

 

Anneannemiz annemin öz annesi değildi.

Annem dünyaya geldikten 5 gün sonra annesi vefat etmiş ve ne yazık ki, daha yaşına dahi girmeden yetim kalmış.

 

Büyükbaba dediğimiz annemin babası bir müddet beklemiş, baktı ki olmuyor, yine evlenmiş.

 

Fakat hanımı 3 yıl sonra yine ölmüş.

Bir zaman sonra, şimdiki anneanne dediğimiz hanımını almış.

Analık olduğu için midir, nedir bilemiyorum!

 

Bu kadın anneme zülüm adına ne biliyorsa hiç esirgememiş.

Bir çocuğa karşı, bu kadar acımasız olmak ve yetim çocuğu sevgiden mahrum bırakmak, niçin gerekliydi, bilmek isterdim doğrusu.

 

Bunlardan birisi ve diğerlerinden büyük olan;

Mustafa dayım bir gün, bugünkü gibi iyi hatırlıyorum ve henüz 4–5 yaşında bulunuyordum, öğleden sonra idi.

 

Annem dış kapının önünde dizi bükülü otururken, dayım annemin yanı başında ayakta durarak, sert ve kızgın bir şekilde anneme kızıyordu.

Ben çok üzülüyordum fakat bir şeyde yapamıyordum.

 

Dayım anneme istemiş olduğu kolonyayı almadı diye, annemin dizine öyle vuruyordu ki, bir bilseniz, için kan ağladı.

 

O an dayıma olan kızgınlığım ve şahit olduğum olay, hala aklıma geldikçe hayıflanıyorum ve ne kadar çok üzüldüğümü anlıyorum.

 

Anneme vurduğu ve kızdığı için, sinemde mahkûm ettiğim dayım, kibirli, kimseyle konuşmayan havacı astsubay olan bir kişiydi.

 

Oysaki o yaşadığım olaya kadar, dayım bizlere hiç şefkat göstermese dahi, asker olduğu için ona gıpta ediyordum ve böyle bir dayım var diye seviniyordum.

 

Zeki dayım ise; kara takım kabilinden sayılan, Mustafa dayımın tam zıttı bir kişiliğe sahip, mütereddit hali eksik olmazdı.

 

Hanımı öğretmendi ve ondan son derece çekinirdi, fakat alçak gönüllü olması ve bizlerden sevgisini esirgememesi çok özeldi, oda asker ve karacı bir astsubaydı.

 

Benden bir yaş küçük teyzem, oldukça insancıl, her iki dayımdan farklı, biraz tok sözlü, Ankara adli tıpta görevli bir doktor olarak çalışıyordu.

 

Büyük ablam Ankara da, Çincin bağlarında, iskeletçi ustası olan beyi ile, kahırlı günler geçiriyordu.

 

Zira beyi beşer olmaktan kurtulamamış, işe gitmeyi istemediği için adeta sürünerek gidiyor ve acıdır ki, evinin ekonomik durumunu pek önemsemiyordu. Akranlarının çok gerisinde kaldığının farkına dahi varamıyordu.

 

Ablamın göz nuru dökerek, el işleriyle kazandığı küçük paralarla idare etmeyi içine sindiren, ay içinde 2–3 hafta çalışan ve sonra kaytaran zavallı, fakat iyi niyetli bir insan diye tanıyabiliriz.

 

Küçük ablam Almanya da beyi ile çalışan, oldukça çile çekmiş, gençliğini bir gün olsun yaşayamamış, kahırla gününü geçiren, sevgiye susamış bir insandı.

 

Her iki ablamda, maalesef annemin mantıksız, plansız, acımasız ve manasız kararlarından dolayı, çok küçük yaşlarda talihsizce, seçeneksiz ve istemedikleri halde birer evlilik tecrübeleri olmuştu.

 

Şimdiki eşleri, bu durumları bilerek ve de isteyerek, ikinci evliliklerini yapmışlardı, yıllar geçti 30–35 yıl oldu, hala mutlu ve umutlu bir şekilde geçinip gidiyorlar.

 

Ben evimizin en küçüğü olduğum için, küçük ablamla üç yaş, büyük ablamla beş yaş farkımız vardı.

 

Çok küçük yaşlarda iken yaşadıkları bu talihsiz evlilikler, benim ruhumda çok derin yaralar bıraktı.

 

Şahit olmak zorunda bırakıldığım bu trajikomik olaylar, kanıma dokunuyordu, fakat seyretmek zorumda kalıyordum.

 

Karar veren annemdi, mağdur olanda ablamdı, sırf bu açmazlar, içimi dağlıyordu ve hiçbir şey yapamamanın acısını ne yazık ki, yıllarca içimde yaşadım.

 

İçimden annemi suçluyorum o an, yanımız da bulunmayan ve Ankara da yaşayan dayılarımdan dahi medet umuyordum.

Bu üzücü olaya birileri engel olsunlar diyerek etrafıma bakınıyordum fakat nafileydi.

 

Bir taraftan annemi de düşünüyorum, fakat bir türlü suçlayamıyorum.

Çünkü henüz beş günlükken annesi ölmüş, iki analık elinde büyümüş, fakat neler çekmiş bir bilseniz, yazmaya kalksam, muazzam bir kitap olurdu.

 

Aklını kullanmamış, tecrübelerini mukayese etmemiş, dost ve ahbaplarını, neye göre seçeceğini bilememiş, biraz gözü pek, fakat zavallı olan, beşer olmaktan kendini kurtaramayan bir insan.

 

Sevgili babam, “dünya varmış, yar yokmuş bana ne” kabilinde olan, oldukça saf bulunan bir kişiliğe sahipti.

 

Caddeden karşıya geçmek için, bir kaldırımdan diğerine geçerken, en az beş defa araç geliyor mu diye bakıyordu.

 

Araç yoksa dahi karşıya, koşarak geçmeyi marifet sayarak, canının kıymetini biliyordu, fakat maalesef hanımına ve çocuklarına duyarsız kalıyordu.

 

Evin her türlü ihtiyacını ve yükünü, hanımına bırakan, kızdığı zaman gözü kararan, kendi halinde zararsızdı.

 

Bir ideali yoktu, hedefi bulunmuyordu, dedikodudan ve lüzumsuz sözlerden uzak kalırdı, beşer olmaktan kendini kurtaramamış iyi bir insandı.

 

Allah’tan akrabalar vesile olmuşlarda, Sümer bez fabrikasına girerek, iş bulmuşlar ve idarecilerin kurduğu kooperatiften nihayet bir ev sahibi olmuşuz.

 

Çok küçük yaşlarımda hatırlarım, babamın maaş alacağı zaman, Sümer’in kapısında beklerdik, bulamayınca babamı sabahçı kahvelerine gider arardık.

 

Yoksa mesai arkadaşları, kandırarak kötü olan yollara götürürler ve babam maaşı tüketmiş olarak, eli, avucu bomboş halde eve gelirdi.

 

Daha hala sevgili babamın, beni bir gün kucağına alarak sevdiğini ve benimle ilgilendiğini ve hatta kucağına alarak oğlum dediğini, maalesef hiç hatırlamıyorum.

 

Ben içimde hissettiğim, sevgi ve şefkat yokluğunu, babamı ve annemi daha çok severek, bilakis onlara bunu gösteriyordum, hatta birer çocuk gibi ilgilenerek, günlerimi geçiriyordum.

 

İşte o nedenle, Yahyalı kavacıkta yaşadığım güzellikleri ve sevincimi, bu insanlarla paylaşamazdım, zaten namaz dahi kılmıyorlardı.

 

Namaz dedim de; yakınlarıma yararlı olmak adına yaptıklarımı hatırladım.

Sevgili babama, anneme, ablalarıma namaz konusundaki, hassasiyeti ve önemini anlatarak, onların psikolojilerini bilmem sebebi ile çok zorlanmadım.

 

Bir Müslüman olarak, namaz kılmamak gibi bir lüksleri olmadığını ve başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını izah ediyordum.

 

Zaten cehennemden bir ölçüde farksız olan, maneviyattan yoksun yaşantıları, daha fazla uzun süremezdi ve sürmemeliydi.

 

Bu konunun bir başka seçeneği yoktu, bu aşamadan sonra olmamalıydı, onlara bildiklerimi, dilimin döndüğünce anlattım ve olmazsa olmaz şartımı arz ettim!

 

Namazlarına başlamadıkları takdirde, onları terk edeceğimi, daha mı olmadı reddedeceğimi söylemek durumunda kaldım ve onlara bir mühlet verdim.

 

Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hepside namazlarına başladılar, Kur’an okumayı öğrendiler ve ben evlatları, kardeşleri olarak fevkalade huzur buldum, rahatladım ve o bu nedenle, en yakınlarıma karşı görevimi yaptığıma inanıyordum.

 

Yahyalı kavacık ziyaretimi ve orda yaşadıklarımı, arkadaşım Mehmet’e anlatarak, onunla hemhal oldum ve sevindim paylaştım. Mehmet te bende yaşamış gibi oldum, Allah senden razı olsun, diyerek sevincini izhar etti.

 

İşten servisle eve geliyordum, servis yeni mahalle meydanda durarak, burada inecekleri bekliyorduk.

 

Yorgundum, Mükremin hocayı, dolmuşun kapısını açarken fark ettim, bana yönelerek servisin yanına geldi.

 

Ve sevgilim ne diye inmiyorsun aşağıya, inan ki bak seni çok özledim ve asla bırakmam diyerek, kolumdan tuttu ve servis aracından aşağıya çekerek indirdi.

 

Sarılıp kucaklaştık, yine meşhur derviş bakkaldan bir karpuz alarak, hemen orada bulunan bir kasa üzerinde, keserek ikramda bulundu, çok ikram olmuştu sağ olsun, Allah geçmişlerine rahmet eylesin.

 

O an aklıma geldi ve Yahyalıda yaşadığım, unutulmaz hatıramı bir solukta sevgili Mükremin hocama da anlattım.

 

Dizlerime ellerini koyarak, o kadar şaşırmıştı ki, sanki rahmetlik babasını yeniden görmüş gibi sevinerek, anlatmaya devam etmemi arzuluyordu.

 

Meğer Hafız Mükremin hocam da, Hacı Hasan efendi diye bilinen ve benimde sohbetinden çok etkilendiğim zatı muhtereme intisaplıymış.

 

Bunu bilmiyordum ve o an öğrendim, fevkalade sevinmiştim.

Müsaade isteyerek, vedalaşıp ayrıldım, fakat yorgunluğumdan eser kalmamıştı, yeniden şarj olmuştum ve sükûnete ulaşmıştım.

 

Bu kadar kısa bir zaman diliminde, bu kadar farklılaşmayı, nasıl ve ne şekilde izah edecektik.

 

Bizlere bu imkânları bahşeden, hiç ummadığımız anda vesile kılan Allah’a, nasıl şükretmeyelim ve niçin bundan mahrum kalalım.

 

Ankara’daki ablamın beyi, sürekli mektup yazıyor ve Kayseri’ye yerleşmek istiyordu, benden yardım ve destek bekliyordu.

 

Bende en yakınlarımın her zaman, etrafımda olmalarını isterdim, çünkü küçüklüğümde ve gücümün yetersiz olduğu zamanlarda, yardımcı olamadığım ablalarıma bir vefa borcumun olduğuna inanıyordum.

 

(devamı Nakşeden izler 15)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Seninle ilkler!

 

İlk kez

Elerimden tutmuştun

Yüreğim uçmak için kanat çırpıyordu

 

İlk aldığım pusula

Senin melalinin nakışlarıydı

Yüreğin bir pınar misali akıyordu öylece

 

Seçtiğin kelimeler

Kurduğun cümleler içimi açıyordu

Yıllarca biriktirdiğim sayfaları aralıyordu

 

Beklenirken

Buna rağmen sesiz, izin bir başkaydı

Uykular tutmaz, yorgunluk bilmez sabahlardık öylece

 

Çözemediğim

Bir gizemin vardı cazibelerinde

Hissedince, içim kabarır, yüreğim yerinde duramazdı

 

Doyasıya

Bir tanışmamız olmadığı halde

Neyin nesiydi bu öyleyse inanıyorum dirliğin birliğine

 

Sevmek

Başka nasıl olur dense bile

Ben seni çok seviyorum sinemin el verdiği güzelliğinle

 

Takılmadım

Ne kaşa ve nede güzelliğe

Umut eyledim yazgımın muvacehesince nasibi tercihimle

 

Dilemişimdir

Bir nisanın edebi en önemli rengi

Desenler içindeki heveslerini azimetle bir nizam etmeli

 

Adamın onursuzu

Delikanlının hiç haz etmediği korkusu

Hanımefendinin ar içinde gizlediği en önemli hazinesi edebidir

 

Edepsiz bir kadın

Hiddet, şiddet yanlısı korkak adam

Ruhu zedeleyen, hissiyatı öldüren virüslerden hiç farksızdırlar

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bilerek güçlenmek!

 

Bir devlet

Milletin bekası için evet

Açziyetin izlerinde nefeslenmek nedamet

 

Varlığımız

Millet olarak tek sığınağımız

Semanın hürriyetinde dalgalanır bayrağımız

 

Milli birlik

Her şeyin üzerindedir dirlik

Hamaset içinde biz nasıl birliğimizden edildik

 

Vatan aşkı

Her şeyin üzerindedir manası

Hürriyetin mayası, ruhun ve vicdani düşüncenin beyanı

 

Akıl insan içindir

Onu kullanmasını bilmeyen cahildir

Bağnazlık ve yobazlık bilgisiz, izansız olan topluluklarındır

 

Akılın ve mantığın

Kabul etmediği manasız maslahatın

Kehanetler içindeki gizlenen nice enaniyet olan hezeyanlardır

 

Efrat saf

Dini müeyyide için çıkıyor fırsat

Her kez mübelliği kesiliyor, hukuku bilmeden hüküm veriyor

 

En çok ezilen

Asırlarca zulmet içinde sömürülen

Allahın rızası için kilitlenen, az çok tahkik etmeyen bireylerdir

 

Sen bilmeden

Can, mal, akıl, nesil, din emniyetini

Nasıl sağlayacaksın ve onu nasıl muhafaza edebileceksin

 

Bilmeden

Ne derlerse yakinen teslim olman

Senin kendi içinde olan açmazın ve ruhunun sesini anlamamandır

 

Kuran ve sünnet

Öncelikle aklı, istişareyi öncelerken

Sen aklını ve zekânı birilerine tevdi ederek mukallit oluyorsun

 

Kuran ve sünnet

Tahkik eden insan merkezlidir

Gümüz de ise insanların geneli bir şeyhin izlerinde gitmektedir

 

Tasavvuf bunun için midir

Nefsin delaletinden kurtulması için reçetemidir

Bilmeyen, aklını kullanmayan, zekâsını öteleyen nasıl hesap edecektir

Ruh insan için verilmiştir, ruhun sahibi mizana gidecektir, şefaat akleden içindir

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ufuklarda kararınca!

 

Artık

Ufuklarda kararmağa yüz tuttu

Yeryüzünde reva görülen zülüm nedeniyle

 

İnsanlık

Asıl korkması gerekenden ziyade

Müstekbirin dipçikleriyle canlar tarumar edilince

 

Anlaşma

Aldatmacası asırlarca sürünce

Zalim kuvveti ellerine geçirince akıldan kime ne

 

İnsanlık

Medeniyet adına onca yapılan simsarlık

Takiyyelerle efrat her daim biliyoruz ki kurbanlık

 

Zalim nara nutuk

Yönetmek, onun şerrinden emin olmak adına

Nelerimizi gözden çıkartmadık, kimlerin eline kaldım

 

Yaşamak

Eğer bir ülfetse onca katledilen canlarla

Hiç vazgeçemediğimiz kara sevdamız olan makamlarla

 

Aşkın hükmü katlı

Kuran anlaşılmaktan o kadar uzaklaştı

Bir meal ticareti başladı, yazanlar Kur’anı farklı anlattı

 

Bilmeyen ben

Ne yapacağını şaşırmışken, fıkıh yozlaşırken

Hadislerin bir kısmı uydurma hadisler diye tasnif edilirken

 

Şimdiye kadar neredeydiniz

İnananları sürekli ilmi siyaset diyerek oyladınız

Sizler din adına bir farklılıkla yozlaşmayı hızlandırdınız

 

İnsanlarda

Bir güven mi koydunuz, şarta göre vaziyet aldınız

Tebaanızın sürekli bağımlılığını artırarak refahınızı artırdınız

 

Hani nerede vaziyet edenler

Ümmetin dertleriyle dertlenip Kuran hakikatine erdirenler

Tesbihat ve ibadetle kurtulacağına inandırılan yokluk içinde kıvrananlar

 

Dikkat buyurun

Ümmetin efendisi nasıl yaşadı ve ne bıraktı

Şimdiki sultanlar sanki bu dünyada cenneti parselledi

 

Bir kelam edecek olursan

Anlamadığın bir şey sorsan sukut ile cevaplarlar

Hani nerede peygamber aşkı ve bıraktığı maslahatlar

Şimdi düşünürken la havle derken kime, neyi anlatarak aydınlatacağım

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yavuz Sultan Selim`in Küpesi Gerçeği!

 

 

 

Yavuz Sultan Selim’in sol kulağında küpe bulunan resmi konusunu birkaç açıdan ele almakta fayda vardır:

 

1) İslâm hukukuna göre kulakların küpe takılmak üzere delinmesi ve küpe takılması, kadınlar için caiz görülmüş, ama erkekler için caiz görülmemiştir.

 

Bazı hukukçular erkek çocukların da kulaklarının delinebileceğini ve bu tür bir hadisenin Hz. Peygamber (sav) zamanında yapıldığı halde, yasaklanmadığını ileri sürmektedirler. Her hal ü kârda ergen erkeklerin kulaklarını deldirmeleri ve küpe takmaları, çoğu hukukçulara göre haram ve bazılarına göreyse mekruhtur; yani kısaca caiz değildir.

 

İşte bu şer’î hükmü bilen Yavuz Sultan Selim’in kulağını deldirip küpe taktığına ihtimal dahi vermiyoruz. Zira Yavuz’un Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman’ın süslü elbiselerini görünce, “Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?” dediğini biliyor ve onun şahsi hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

 

Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır. Doğru olan resimlerinden pala bıyıklar vardır, ancak küpe yoktur.

 

2) Şu anda Topkapı Sarayı’nın Portreler Bölümü’nde 17/66 numarayla 70x65 cm ebadında bulunan küpeli Yavuz Portresi’yle Macar bir ressama ait olduğu söylenen küpeli resme gelince... Evvela Yavuz’un minyatürlerde ve elimizde bulunan resimlerinde bunun gibi küpeli olan üçüncü bir resmi bulunmamaktadır.

 

Kaldı ki bu resimler arasında resmi nakkaşlar tarafından yapılanları vardır. İkincisi, Yavuz’a isnad edilen ama tamamen hayali ve uydurma olan Avrupalı ve İranlı ressamlara ait resimler çokça bulunmaktadır. Tarih kaynakları bu noktanın altını çizmektedirler. Bu küpeli resmin de uydurma resimlerden biri olması kuvvetle muhtemeldir.

 

Zira sultanın kulağında küpe, boynunda incili madalyon, sarığında taç bulunmaktadır. Osmanlı padişahlarının kıyafetleriyle bağdaşmayan bu süsler, tablonun yakın tarihlerde yapıldığını göstermektedir. Zaten 1926 yılında Dolmabahçe Sarayı’ndan getirtilmiştir.

 

Dolmabahçe Sarayı’na ne zaman konulduğu da bilinmemektedir. Üçüncüsü, bazı araştırmacılara göre bu küpeli resim Şah İsmail’e aittir. Zira başında Şiî Mezhebi’nin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran şahlarına mahsus taç vardır. Ayrıca küpe de Şî’a mezhebinden câiz görülmektedir.

 

3) Küpeli resmin Yavuz’a ait olmadığı ortadadır. Ait olsa bile, son zamanların bazı ahlâksız insanlarının bunu gay’liğe yorumlamaları, en az bu resim Yavuz’a isnad edilmesi kadar yanlıştır. .

 

Tek kulağında olduğu hiç mevzubahis dahi edilmemiştir. Bazı yazarlar Yavuz’un bu küpesini Allah’a kul olma özelliği şeklinde taktığını ve bununla cihan hâkimi sıfatına rağmen âciz bir kul olduğunu göstermek istediğini anlatmaya çalışmışlardır.

 

Bize göre bu yorumlar zayıf yorumlardır. Zira küpeli resim hadisesi doğru görünmemektedir. Fakat kölelerin küpe taktıkları doğrudur. Bu arada küpenin bir Türk töresi olduğunu ifade eden yazarlar bulunduğu gibi, Yavuz’un Şah İsmail’in askerlerine şirin gözükmek için taktığını iddia edenler de vardır.Ama bunlar iddiadan öteye gitmemektedir.

 

Yavuz’un pala bıyıklarının Hz. Peygamber’in sünnetine uymadığı itirazına gelince...

 

İslâm hukukunda Hz. Peygamber’in “Bıyıkları kısaltınız, sakalları da bırakınız” mânâsını ifade eden hadisi sebebiyle bıyıkların kısaltılması sünnettir. Ancak bunun tek istisnası, düşmana heybetli görünmek için gazilerin bıyıklarını uzatmasının caiz görülmesidir. Nitekim Ebussuûd Efendi de bir fetvâsında bu hakikati dile getirmiştir:

 

“Sûfiler bıyıkları dibinden kesmek sünnetdir deyü i’tikad eyleseler, şer’an mezbûrlara nesne lâzım olur mu? El-cevâb: İftirâdan ictinâb etmek lâzımdır. Mesnûn olan kaş mikdârı kalınca almaktır. Ol dahi gazilerden gayrıyadır.

 

Gâzilerde uzatmak mendûbdur, adüvve (düşmana) heybetli görünmek içün.”İşte gerçek bi gâzi olan Yavuz’un pala bıyıklarının hikmeti ve şer’î dayanağı budur.Pal bıyık Türk geleneğinde bir Akıncı adetidir....

 

4-Yavuz küpe taksaydı... Onu çok seven ve onun neslinden olan Osmanoğulları içindede bir tanesi olsun küpe takmaz mıydı?.. İddialardaki gibi bir tek Allah`a köle olan Yavuz `mu?

 

Tarih Perspektifinden bakıldığında gerçek ortada ama hala kaynağı olmayan şeylere yada muteber olmayan kaynaklara dayanarak inanmaya devam edecekseniz siz bilirsiniz...Tarihe mantıklı bakmak gerekir...

 

Prof. Akgündüz : 1. İslam Hukuku`nda erkeklerin kulağını deldirmesi caiz değildir. Selim de bu şer`i hükmü bilen bir padişahtı. 2. Minyatürlerde ve elimizde bulunan diğer resimlerde Yavuz`un küpeli olduğu bir üçüncü örnek yoktur. 3.Yavuz, sadelikten hoşlanan, süsten uzak bir hükümdardır.

 

Prof. Akgündüz, Yavuz`un "Allah`a kul olma" düşüncesini yansıtmak için küpe taktığı fikrini de zayıf bir ihtimal olarak görüyor.

 

Selim`in sadece iki küpeli resmi var. Biri Topkapı Sarayı`ndaki Yavuz Portresi; ikincisi ise Macar bir ressama ait olduğu sanılan bir resim. Yavuz`un sade bir insan olduğunu belirten tarihçiler, küpenin yabancı ressamların yorumu olabileceğini söylüyor ve bir anekdot anlatıyorlar: Yavuz, Mısır seferinden döndüğünde oğlu Süleyman`ın şatafatlı giyimini görür ve çok kızar; "Bre Süleyman! Sen böyle giyinirsen anan ne giysin!"

 

Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu: Topkapı Sarayı`nda sergilenen resimde Yavuz`un başında 12 dilimli bir taç bulunur. Ancak Yavuz, 12 dilimli taç giymez. Şii`likteki 12 İmam`ı temsil eden taç Şah İsmail`e aittir.

 

Bunun gibi hatalar çok oluyor. Yavuz, minyatürlerde tablolardakinden çok farklı resmedilmiştir. Kulağında küpe yoktur minyatürlerde. Sadece Batı kaynaklı gravürlerde küpeli görünür. Bu da Batı yorumu olarak yansımıştır resimlere. Doğruyu yansıtmaz.

 

Dr. Necati Ulunay Uzunsatar : Avrupa müzelerinde Yavuz`a ait onlarca resim gördüm ama hiç birinde küpeli bir tablosuna rastlamadım.Yavuz`un sert mizacı ve önderliği onu küpe takmaktan alıkoyacak özelliklerdir.

 

Yavuz, belagati ve hitabeti güçlü, asaleti olan ve askerine önem veren bir önderdi. Ayrıca gerek İslam`da gerekse ordu içi gelenekte erkeğin süslenmesi uygun değildir. Avrupalı ressamlar kendi yorumlarını katmışlardır bu gibi çoğu resme.

 

Prof. Dr. Kemal Çiçek: Kaynaklarda Yavuz`un küpe taktığına dair bir bilgi yok. Ayrıca Yavuz, Fatih gibi doğrudan portresini yaptırmış bir padişah değildir. Bazı portrelerinde şatafatlı bir giyim tarzı içinde resmedilir oysa oğlunu giyim konusunda uyardığı bilinir.

 

Bu şekilde resmedilen başka padişah yok tarihimizde. Avrupalı ressamlar bu şekilde çizilmiş, Osmanlı minyatürlerinde tam tersine, sade görünümlü. 12 dilimli sarık da resmin orjinal olmadığı fikrini güçlendiriyor.

 

Bu açıklamalar,sanırım sizde belirgin bir fikir uyandırmıştır.. Bana göre de o resim ve minyatürler batılı ressamların sahtekarlığının birer eseri..

 

Adı Alevi düşmanlığı ile özdeşleşmiş ve İslam halifeliği zırhına bürünmüş bir padişahin ,Aleviliğin ve Bektaşiliğin simgesi haline gelmiş küpeyi takması düşünülemezdi!

 

Yavuz Sultan Selimin adi gecen her ders kitabında ünlü bir resmi yer alır hükümdarın. Pala bıyıklı ve küpelidir. Oysa Resim aslında Yavuza değil can düşmanı olan Sah İsmail’e aittir. Küpede Haydari ve Kalenderi derviş olmasının sembolüdür

 

Türk Tarih kitaplarındaki ilginç saptırmalardan biride Sah İsmail’ín ele geçirilen tahtıdır. Bilindiği gibi tarih kitaplarında Sah İsmail´in el konan tahtının İstanbul´a getirildiği ve Topkapı sarayında sergilendiği belirtilir ve bu tahtın resmi verilir. Simdi isin gerçek yüzünü ünlü müzeci Elif Naci´den okuyalım:

 

"Hangi tarih kitabini açsak hangi ansiklopediyi karıştırsak Topkapı sarayındaki tahtın Yavuz Sultan Selim´ in Çaldıran seferinden getirdiği Sah İsmail´e ait olduğunun geçtiğini görürüz.

 

Halbuki bunun Nadir Sah tarafından I. Mahmud´a hediye olarak gönderildiğini öğrendikten sonra , Bizzat tahtı getiren Mehmed-i Esterâbâdi´nin ağzından dinledikten sonra, Topkapı sarayında kaybolduğu için senelerce soruşturma konusu olan Çaldıran ganimet defteride bulunup meydana çıkarıldıktan sonra artik bunun Sah İsmailliği kalır mı?.

 

Bazen düşünülmüyor değildi lakin hikayesi bilinince muhakkak ki ibret ile şükredilmeli.(kaynak Tarih konusuyor Ekim 1996)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir vakte kadar!

 

İhtiyaçlı mıyım

Yıllara sâri olarak beklediğim

Sabır girdaplarında ömrümü tükettiğim

 

Senin beklettiğin

Bir ürperti içince nefeslendiğin

Netice muhayyilesinde çaresiz sürüklendiğin

 

Neydi sende aranan

Sinemim dirliğinde umut halimi kuşatırken

Melalimi sende bulunan sevgiye hasretmek varken

 

Yıllar mı geçmeliydi

Merak içinde mi şekillenmeliydi

Sana olan uzaklığım ne vakit yüreğinde bilinmeliydi

 

Geceler sabahlarken

Gün için hevesler meraka uzanırken

Sen ve ben yüreğimizde gizlediğimiz o sevgiyi hissederken

 

Yürek mi dayanıyor

Sabır çok zorlanıyor, heyecan alıyor

Sen ve ben söz etmediğimiz, hasredeceğimiz sevgimiz için

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sahneler açılan perdeler ötelenenler!

 

An her perdesini kapattığında

Halin terennümlerini bir bir sahneliyordu

 

Senaryo bir hüküm olarak netti

Figüranlar maharetiyle sahnede yer almışlar

 

Nasıl oynayacaklarının telaşındaydı

Zira tercihleri bizzat konumlarını netleştireceklerdi

 

Sanat yönetmenleri halin dirliği

Aşk iksirinin zindeliğinden nispeten habersizlerdi

 

Onların derdi beğenilmek ve gişe hâsılatı

Konusunda rakiplerini geçerek zamanla marka olmaktı

 

Oyuncular sahne alırken en çok

Yönetmenden çekindikleri için ürperti yaşıyorlardı

 

Elbette ki kameralarda olacaktı

Reklâm payesinden destekleyici devrede bulunacaktı

 

Peki, izleyenlere ne anlatılacaktı

Geçmiş zamanı yeniden farklı açılardan anlatacaklardı

 

Lakin bu zaman, zaman içinde kalan

Bu manada anlamlaşan insan hakikati saf dışı kalacaktı

 

Anlar içinde yaşanan kalanlarda anılar

Sanat adına, günlerce ekranlarda zikredilerek sunulacaktı

 

Ne rollerin oynandığı o ölmeyecek anlar

Ve nede zamanı hakkıyla anlamayan sadece alkış tutanlar

 

Benzer alışkanlıklarını nakarat halinde

Cenaze merasimlerinde de bir haşyet yaşamadan yaparlar

 

Aslında asırlarca sinelerine ekilen tohumla

Dini hasletlerin sanatın içine asla sokulamamağını biliyorlardı

 

Ya töre cinayetleri, dinmeyen kan davaları

Yâda illegal olarak yaşanan, yasakları hiçe sayan asi aşklardır

 

Asliyetinde ana tema insan ve zaman

Anların içinde oynanan oyunlar, anı ve zamanı insan çehresinden

 

Ruhun zafiyetinden, vicdanların rikkatinden

Anlata bilmeyi başarmış olsalardı işte o vakit sanat zirve yapardı

 

Tarafgirliğin hırlığında tokuşturulan kadehler

Zamanın içinde esrar perdesini aralamayan anlara bigane kalacaktır

 

Aşk sadece keyfin birliğinde, uçkurların lekelerinde nameyle anılacaktır…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sizinle hem hal ederken!

 

Sizin

İçtenliğiniz ve zarafetiniz

Satırlarınıza nüfus eden naifliğiniz

Kuraklığı yaşadığım şu gönlüme

Ahu serabı değil, suyu hal ile gösterdiniz...

 

İhsanın

Dirliğinde terennüm edenler

Tahayyül ikliminde yeşerirler

Tahkik, idrak ve tefekkürler

Onların bizzat vazgeçilmezleri olurlar…

 

Tefekkür eden

Bu hissiyat müdavimleri

Yaşadıkları mekânlarda

Umdukları gibi anlaşılmazlar

Maksuda giderken, beklemek gibi…

 

Çileyle

Zül celale kavuşma aşkı

Ahenk denkliğinde meşki

Meczubun, metfunun farkı

İtminanımızla bir anlam bulacaktır…

 

Kul olarak

Ameller ve ibadetlerimiz

Bize, cenneti getirmezler

Cennet, haniflerin değildir

Mukallitlerin bir beklentisi olacaktır…

 

Aşk ile

Cemale muttali bulunmak

İçsellikte maksuda koşmak

Hislerin hazzını yaşamaktır

Mana birliğinde tanışmak, hem hal olmaktır…

 

Bilinmezlerin

Mefkûresinde, buluşmaktır

Batın bu denli derunilik verirse

Biçare kimliğimizin hali korunur

Cenabı Hakka, kul olma iddiamız bulunurken…

 

Benliğimizin

Tercihlerinde bizzat boğulmak

Avuntularımızda sınır tanımamak

Hazan ikliminde kuş ve yaprakları

Kendi ahvalinde nasibi celiliği mahzunca yaşarlar…

 

Ağacın dalları

Anlatır yalnızlığı ve terkedilmişliği

Terennüm etmek zorunda bırakılırlar

Kök tevdi edilen göreve çok bağlıdır

hali lisan ile nazar edince sadakatin keyfini gözleriz…

 

 

Esintiye duçar olan

Kuşların ve yaprağın, barınmalarına rağmen

O gün terk etmek zorunda kaldıklarını bilirler

Sevgiye rağbet ederler hükmün sahibini bilirler

Aşk ile kendi hallerinde sema ederler o eren önemli değerler…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sizinle ruh denkliğinde sohbet!

 

 

Sizin

Nadide satırlarınız

Mesrur olmama vesile oldu

 

Sizinle

Ruhlar âleminde

Tanıştığımızı bilerek Hemhal olmak

 

İstememi

Anlayışla karşılamanız

Benim için ne büyük bir kıvançtır

 

Estetik

Anlayışınız, seçiciliğiniz,

Rikkatliğiniz ve özellikle şefkatinizle

 

Zatımı

Sizin himmetinize

Meftun olmaya mecbur bırakmıştır

 

Sizi

Donanım olarak büyüğüm,

Miat bakımından küçüğüm görüyorum

 

Biliyorsunuz

Yaşlılar daha ziyade olarak

İlgi ve şefkate ihtiyaç zorunluluğu duyarlar

 

Yarım asırlık

Bir gazel yaprağı denkliğinde

Yaşanmış bir ömür, sizin tevazu ikliminizde neşet ediyor

 

Mesleğiniz,

Özeliniz ve gizemleriniz muhteremdir

Yoğun bir trafiğin, keşmekeşliğin, yaşandığı İstanbul da

 

Edebe ve akideye

Verdiğiniz önem, bariz bir şekilde öne çıkıyor

Sizi bilmem ama ben müziğin aheste olanını tercih ederim

 

Acemaşiran,

Mahur saz semaisi, hüzzam

Olan saz eserleri dinlemeyi özellikle tercih ederim

 

Arzı mekânın

Manzaralarını temaşa ederken

İçinde bulunduğum anı terk eder ötelerle nefeslenirim

 

Hayatım boyunca

Her ne hikmetse, bir yöneticilik

Vasfı giydirildi şahsıma onunla iktifa ederek gidiyorum

 

Telli sazlardan

Taburu, udu, kemanı, kanunu

Nefesli sazlardan, neyi ve bazen de klarneti dinlerim

 

Ahengi her zemin de ararım

Davranış bozukluğu beni katiyen açmaz

Okumayı, ibret almayı, hüznü yudumlamayı pay ederim

 

Şu anda sizinle

Hazan mevsiminin asudeliğinde

Yaprakların tevazuuyla ağaç dallarının gökyüzünü kapattığı

 

Bir güzergâhta

Gezerken ve fakir olan şahsımın

Hal dilindeki perişanlığını dinlerken çok asude buluyorum

 

Yaşadıklarımı

Beyan etmek adına, vehmi çağıran

Bilinmezleri deşifre etmek amacıyla her hali bilenen olmak dileğimdir

 

Hakikatin

Defterine kayıt ettiren

Benim sineme iltica eden, vefayı bilen mekânım ve dergâhımdır

 

Sizi yoruyor ve bıktırıyor

Zehabına kapılmayım öyle değil mi

Arzı mekânda bu denli samimi paylaşımı, her canla yapılmıyor

 

Zülcelâl ve tekaddes hazretleri,

Sizi gönlünüzün derinliğinde seyredenken

İdealinize kavuştursun özlemi çekilen itminanlık sizleri bulsun

 

Bu yaşlı fakire

Dua etmeyi lütfen esirgemeyiniz

Lütfediniz şefkat ve himmet ile Rabbi Zülcelâla niyaz eyleyiniz

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sizinle kalbi muhabbet!

 

Siz ki aşka nazar ederken,

Kalemin rüknünü bilirken,

Ruh ekseninde terennüm ederken,

En sevgiliye hasret bir hicranla anlatılır...

 

Hazan bunun için anılır,

Aşiyanlara niye bakılır,

Bülbüller feryadıyla ne anlatır…

 

Nisalar… Muhterem ağıtlar…

Hasreti koklayan o yanıklar…

Yazılar…

Hal ikliminde seyretmezse merak ederim neye yarar…

 

Bin bir çeşit senaryolar,

Kimler için kalbin sahibini unuttururlar…

Yazılanlar…

Belleklerde yerini alamıyorlarsa, hezeyandan ne farkı var…

 

Siz ki hissiyatınızla sörf ederken,

Varlığın kime ait olduğunu bilirken,

Tenin hükmüyle heveslerini öteleyensiniz…

 

Mana ikliminde bir zerre olmak

İçin gayret gösteren nefessiniz

 

Bir takdir, itminanlık için haktır

Bir tekdir, düşünen için nimettir

 

Tenkitler eğer anlamlıysa güzeldir

Ahenksiz konuşmak kalbin zilletidir

 

Size hasetsen niyaz eğliyorum

Halinizin asudeliğine gıpta ediyorum

Sizi sevgi ve muhabbetlerimle selamlıyorum…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Duygular seni alıp götürmemeli!

 

Duyduğum

Çok zarif bir keman sesiydi

Hissiyatım kendince dalgalanıyordu

 

Alamıyordum

Kendimi, sesin geldiği yönün

İstikametine doğru öyle adımlıyordum

 

Çok eskilerde

Küllenmiş sayfaları tekrar

Gün yüzüne perdeleriyle çıkartıyordu

 

Oysaki ben

Tamburun perdelerinden

Süzülen, varlığın ahengini nağmeyi severdim

 

Birden sergi

Açılmıştı önümde farklı farklı

Hatıraları anlatan, ibret için zorlayan bazdı

 

Duygularım

Kendiliğinden akıyordu

Hissetmek bu kadar mı aşikâr farklılaşıyordu

 

Gönül bu derler

Bırak gittiği yöne diye isterler

Hakikat karşısında daha sonra taaccüp ederler

 

Hislerin sahibi

Muhakkak vaziyet etmeyi bilmeli

Yoksa onun var olan iradesine nasıl güvenmeli

 

Heveslerin engeli

Kanaat ile çaresizle zikredilmeli

Bir sivilcede kıvılcımın mazisi idrak edilmeli

 

Nağmeler

Anıların güzelliğinde dinlenmeli

Asla bir nedametle gölgelenmeden nefeslenmeli

 

Pişmanlık anlıktır

Zamana yayılan en önemli zarardır

Kar farklıdır onun beyazlığında ne hikmetler saklıdır

 

İnsan candır

Kanın hükmünü bilen yardır

Ruhun itminanlığındaki kalp istikametle sıratı bulandır

 

Aşk kalbin tadı

Ruhun cilası, vicdanın kalesidir

Hilkatin asliyetini bilmeyen vaziyet edememektedir

Share this post


Link to post
Share on other sites

İnsan tuğyan içinde aşkı arayan!

 

En mübariz olan hasletler kurutuluyor

Tefekkür adım adım insanı terk ediyor

Hisler tarumar oluyor vicdan kararıyor

Zaman insan için sanki yerinde sayıyor

 

Aynalar boy boy duvarlarda boy ölçüyor

İnsan, suretine bakıyor halinden geçiyor

Vehimler içinde bir adalet taksim ediyor

Zanlar ne hazindir ki finali galip bitiriyor

 

Mutlak hükümler azimetle itibar bulurlar

Ruhsatı ihsandan uzaklaşanlar kullanırlar

Vakti kuşanmak, seherlerden önce başlar

İnsan, rızayı bari için yaşar hizmete koşar

 

Sineler fetihlerden azat edilince ne yapar

Hurafeler içinde, sen düşün bahar mı açar

Ekranlar sabi zihinleri tuğyan içinde oyalar

Kan akar, husumet azar, insanda ona bakar

 

Maksat içinde maksat vardı kitabı celil kaldı

İdrakler için, asırlarca ümmetçe anlaşılmadı

Şuralar kalktı o tavaf anlaşılmaktan uzaklaştı

İnsanlar akidelerinden soyutlanarak kandırıldı

 

Her adımda bir cami söyle cemaat şuuru hani

Hatim indirmek kolay, o an yazan hüküm fani

Zevklerin içinde yapılıyor, heveslerin içtiması

Efrat melülleşiyor azimete hiç rağbet olmayalı

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mezarlar içinde açılan sayfalar!

 

Onca

Yaşadıklarımız, acıyla

Neşesiyle zenginliklerimizdir

 

Oysaki

Henüz yaşarken farkına

Varamadığımız nakşeden izler oluşmuştu

 

Efkârın

Bulvarında adımlarken bu izleri

Zaman mefhumu durmuşçasına yeniden yaşarız

 

Yaşanmışlar, ancak

İbret alınırlarsa anlam bulurlar

İbret alınması için, kayıtlara girmesi aslolandır

 

Aşkların örüldüğü

Sırların gömüldüğü mezarlarda

Geceler misali asudeliğiyle haşyeti yaşarlar

 

Aşkı, sırrı, mezarı

Ve geceyi yaşayanlar olarak

Yazarsak şayet gelecek adına anlaşılır oluruz

 

Kuş ve ağaç

Gül ve diken, su ve balık dünyada

Gezegenler ise kozmik âlemde yol alıyorlar düşünülürse

 

İnsan denen

O muhteşem varlık

Her ikisinde de yol alıyor, hükmün sahibi bilinirse

 

Yaşadığımız yılların

O zaman dilimindeki farkı ne kadar anlaşılırdı

Bunun gerçekliğini, efkârımızın derinliğinde solumak dilenir

 

Hafızam da

Silinmezler bölümünde bulunan

Çaresiz kaldığımız hıçkırıklarımızla demlenen feryadımızdır

 

Bir duruşu

Olmayanlara isyanımızdır

Himmeti, hizmeti, nimeti karıştıranlara, reddimizdir

 

Konuşmak

Koklaşmak, barışmak, yarışmak

Kaygısıyla gafletimizin en bariz yansımalarıdır

 

Manasını

Kaybetmiş bedenler

Bila istisna mekanikleşmişlerdir, monoton betonlaşmıştır

 

Mekanikleşen

Bu bedenler, mezarlara da,

Manzara keyfiyetiyle bakmayı asla ihmal etmezler

 

Oysaki

Mezarlar, zahirin

Bittiği nihayetle anlamlaşan mekânlardır

 

Ruh kalp için vardır

İnsan onun nizamı için bahtiyardır

Ufki darlık yaşayan can düşünelim kimlere lazımdır

 

Aşk onunla

Sevda o yolda hali anlatır

Güller koklanır, iklimler böylece çok anlamlaşır

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dil çaresiz gönül dirliksiz!

 

Kuşatmışsa dilimi şayet bir hezeyan

Hale tesir etmez, asla idraksiz kalan

Sen oyalan mühlet içinde anlamayan

Anlamadan nefes alan aşkı solumayan

 

Dert ki tenin dirliğinde bir nihayettir

Derbeder olan ancak hali bilmeyendir

Kalbin sahibi kimdir hissetmeyen bilir

Hezeyanlar içinde o kendiyle konuşur

 

Ah Rabbim verensin, sen bahşedensin

Rahmetin için verdiğin süreyi beklersin

Sen en güzel yârsin ölümü halk edensin

İnsanı bilen ona en güzel şeref verensin

 

Düşünmeli bir insan, lekeleri karşısında

Bitmeyen nefeslerin azameti konusunda

Var olan hukukun muhafazası hususunda

Hükmün sahibinin hoş görüsü noktasında

 

Anlamalı o insan hep bağırıp çağırmamalı

Hata karşısında, mağdura mühlet tanımalı

Hemen kararmamalı, muvazeneyi anlamalı

İnsan olduğu için onu bahşedeni hatırlamalı

 

Ne can ve nede kan insan içindir her zaman

İnsansız arzı cihan ne kadar anlamlaşır biran

Akledense bir insan ruhuyla o kalbini anlayan

Sağlık içinde hamd ile kulluğun gereğini yapan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...