Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Beylerbeyi

Admin
  • Content Count

    785
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    26

Posts posted by Beylerbeyi


  1. Zamansız yazı

     

    Bir "ulus-devlet" kuruyorsun... Fiilen yıkılmış bir imparatorluğu yabancılarla da anlaşarak, onların gözetim ve onayıyla tasfiye ediyor, senden kopup gitmiş olan toprakları ve halkları reddediyor (o saatten sonra etmesen ne yazar?), elinde kalan topraklarda yeni bir devlet oluşturuyorsun...

    Harika! Mucize!

    "Kendinden" saydığın toprakların küçük bir kısmını da istemiyor, onlardan vazgeçiyorsun. Peki, o kadarını da anladık. "Reel politika", acı gerçekler, ancak bu kadarını kurtarabildik, idare edin, geri kalanını da isteyecek gücümüz yok, falan. Tamam.

    İmparatorluğun bir kısım halkını hiç tanımıyor, onlara hepten sırtını dönüyorsun, zaten müttefiklerin (yani düne kadar düşmanlarının) eline geçmiş, fiilen sömürgeye dönüşmüşler. Anladık. O dönemde Arap'tan ne bize hayır var, ne de bizim onlara hayrımız dokunabilir, peki.

    İmparatorluğun diğer bazı halklarının da senin yaptığını yapmalarını, yani onların da kendi devletlerini kurmalarını engelliyorsun. Devlet kurmak senin hakkın, onların hakkı değil.

    Gerekçe olarak, onların "zaten mevcut devletlere eklemleneceklerini" öngörüyorsun. Ayrıca bağımsız bir Anadolu Rum ya da Anadolu Ermeni devleti olmayacak, gidip başkalarına, komşu soydaşlarına "katılacaklar"... Buna karşı çıkıyorsun, güzel.

    Kurduğun devlet, bir ulus-devlet.

    Ermeni unsurunun bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını sürmüşler, Rum unsurunu "göndermişsin", temizlik yapmışsın. Elinde, katlanman gereken bir avuç "azınlık" kalmış, onları tutmak zorunda kalmışsın, ama onlara da baskı yapıyorsun. O kadar ki, adalet bakanın "onların hakkı uşak olmaktır, bize hizmet etmektir" diyebiliyor... Onları bürokrasiye almıyor, daha doğrusu Osmanlı bürokrasisinden temizliyor, yeni kuracağın (kuracağını iddia ettiğin) cumhuriyet bürokrasisine sokmuyorsun. Memur yapmıyorsun. Askere aldıklarının eline "kullanmayı öğrenmesinler" diye silah bile vermiyorsun.

    Bunu da, kabul etmesek, hoşumuza gitmese bile "oldu bitti" niyetine anlayışla karşıladık, hadi bunu da, hoşgörmesek bile eleştirmekle yetindik...

    Böylece, İttihat ve Terakki diktatörlerinin, dünya savaşında yenileceklerini hissedince düşündükleri son çözüm, son çare, "imparatorluk hevesinden vazgeçip Anadolu'da bir Türk devleti oluşturma, hiç olmazsa bu şekilde ayakta kalma" fikri de gerçekleşmiş oldu. Bunu, yenilmiş, yıpranmış, yerlere düşmüş A kadrosu değil de, temiz kalmış, dipdiri, üstelik yeni bir savaşı da kazanmış B kadrosu başardı. Kabul.

    Lakin...

    Bir ulus-devlet kurduğunu söylüyorsun...

    Peki Kürt kamburunu niçin sırtına alıyorsun?

    Onlara başlangıçta "federasyon" sözü verip niçin sonra vazgeçiyorsun?

    Nasıl bir devlet bu "iki halklı ama tek ulus-devlet" yahu? Literatürde var mı böyle bir şey?

    Federasyon olursa, yapmayı planladığın "radikal Batılılaşma devrimini" onlara kabul ettiremem diye mi endişe ettin?

    Yoksa "nasıl olsa zaman içinde baskıyla eritirim" diye mi düşündün?

    Eritemedin, adamlar yirmi kere ayaklandılar, bu kamburu bütün ağırlığıyla bize, gelecek kuşaklarına devrettin, ne halt edeceğimizi bilemiyoruz şimdi!

    Niçin Lausanne'da pazarlığı "Müslüman halk" üzerinden yaptın da "Türk milleti" üzerinden yapmadın?

    Niçin bırakmadın Kürtler de Araplar gibi "gitsinler"...

    Lausanne'da Müslüman davası görülecekse niçin Arap da gözetilmedi?

    Yok eğer amaç Türk'ü kurtarmaksa niçin Kürt de bu işe katıldı?

    Acaba sınırlar da yanlış mı çizildi?

    Nasıl çıkacağız şimdi biz bu işin içinden paşam? On binlerce insan öldü paşam...

    Kusura bakmayın, iyi bir yazı olmadı bu.

    İçinde ne Hanefi Avcı geçiyor, ne Emir Kusturica, ne Arda Turan, ne de Guus Hiddink.

     

    Sabah/15 Ekim 2010


  2. CHP’nin kadın vitrini

     

    Dün Bahriye Üçok’un ölüm yıldönümü imiş. Kimse anmadığına göre unutulmuş! Oysa cenaze merasiminde yükselen seslere bakılırsa, unutulmazlar arasına katılmış olmalıydı...

    Bahriye Hanım unutulmamalı mıydı?

    Tamamen unutulmasa bile şu sıralar hatırlanmalıydı! 20 yıl önce bir derin devlet operasyonu sonucu hayatını kaybetmişti. Cenazesi çok müthiş lâiklik gösterilerinden birine sahne olmuştu...

    Tek parti ideolojisini benimseyenlerin, CHP’nin sevdiği bir öğretim üyesi idi. İlahiyatçı olmamasına rağmen (Dil Tarih Fakültesinin tarih bölümü ve Konservatuvarın opera bölümü mezunu imiş), İlahiyat Fakültesi’nde bir teşehhüd miktarı çalıştığı için “ilahiyatçı” olarak lanse edilir, böylece dindar halka karşı kullanılırdı.

    Bu sayede 1971’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörü yapılmış. 1977’de CHP’ye katılmış. 12 Eylül’den sonra Halkçı Parti’nin kurucu üyeleri arasında yer almış. 1983 seçimlerinde bu partiden Ordu Milletvekili olmuş. 1986’dan itibaren SHP’li ve 1990 Eylül’ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçilmiş...

    Onun İslâmî ilimlerden bî behre olduğu gibi, dinî hassasiyet taşımadığını, Kasım 1988’da televizyonda yapılan bir açık oturumda, “İslâm’da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığı”nı iddia etmesinden kolaylıkla çıkarabilirsiniz.

    Nedense, son günlerde başörtüsü meselesi tekrar hem de CHP tarafından gündemimize sokulduktan sonra, televizyonlarda boy gösteren CHP milletvekili hatunlar, bana Bahriye Hanım’ı hatırlatıyor.

    Ölünün arkasından iyi şeyler söylemek lazım ama, normal şartlarda üniversite ile alakası olmaması gerekirken, bir proje olarak öğretim üyesi yapılıp İlahiyat Fakültesi’nin içine sokulmuş olmalıydı. “Türkiye’nin ilk kadın ilahiyat hocası!”

    Bahriye Hanım, Türkiye’de dindar kamouyunu terbiye maksadıyla kullanıldı. Bu rolü çok benimsemişti. 12 Eylül darbesinden sonra İlahiyat Fakütesi’nde din öğretim üzerine bir toplantı yapılmıştı. Çeşitli bölümlerde konunun uzmanları görüşlerini açıklıyor, değerlendirmeler yapılıyordu. Bütün toplantıların sabotörü Bahriye Hanım ve adını unuttuğum başka bir “ilahiyat” hocası hatun idi.

    Din öğretimine öylesine karşı idiler ki; en sonunda oturumu yöneten ve dinle diyanetle alakası olmadığı anlaşılan keçi sakallı profesör, “Yahu etmeyin, liselerde din dersi olunca bütün talebenin hemen dindar olacağını mı sanıyorsunuz? Liselerde fizik dersi var da, çocukların hepsi fizikçi mi oluyor yani?” deyivermişti!

    CHP’nin şimdilerdeki üç kadın atlısından ikisi akademisyen; Bahriye Hanım gibi ilahiyat sahasında at koşturmayı seviyorlar. Görevli oldukları sırada gencecik kızların örtü yüzünden üniversiteye girmemesi için bütün güçlerini kullanmışlardı. Kaç kızımızın onlar yüzünden psikolojisi bozulmuş, hayat boyu sürecek bir kırılmaya maruz kalmıştı. Bu CHP vekillerinden bir tanesi, ikna odalarının mucidi ve uygulayıcısı idi...

    Bu niteliklerinden ötürü, siyasete buyur edildiler ve milletvekili yapıldılar. Şimdi partileri siyaset alanını genişletmek için bir manevra yapıyor ve bu vekillerin varlık sebebini ortadan kaldırıyor!

    Gel de çık işin içinden!

    Eğer başörtüsü meselesi CHP’nin de tasvibiyle çözülürse, bu üç kadının siyasette yeri olmaz. Baksanıza, Bahriye bile unutuldu.

    Mezbuhane feryatları bundan!

     

    7 Ekim 2010, Vakit


  3. Harf Devrimi..

     

    NTV Tarih dergisinin son sayısında 1928 Harf Devrimi'ne ayrılmış güzel bir dosya var.

    Geçen akşam da NTV'de "Tarih Konuşmaları" programında konu ele alındı.

    İyiydi, hoştu da...

    Programı izlerken içimden sordum...

    "Devrim" denilen şeylerin, ister bütün toplumu, ister harfi, şapkayı, çiçeği böceği hedef alsın siyasi bir eylem olduğunu görmekten kaçınıyorsak, onları anlayabilir ve anlatabilir miyiz?

    Hayır! Asla!

     

    ***

     

    Sevindirici olan şu...

    Artık kimse, Devrim'in en fanatik savunucuları bile Latin alfabesine geçişin gerekçesi olarak, dünyanın en estetik kaligrafisine sahip Arap alfabesine "kargacık burgacık" demiyor.

    Malum, yıllarımız kocaman adamların hiç sıkılmadan böyle saçma şeyler iddia etmesiyle geçti.

    Pek kültürlü hanımlar beyler bilirim. Çok değer verdikleri Batılı sanatçıların bu "kargacık burgacık Arap yazısı"ndan hayranlıkla söz edişlerine şaşmışlardır.

     

    ***

     

    Bu "çocuk kandırmacası"nın yerini ne aldı peki?

    Onu da NTV'deki programda gördüm.

    Eski alfabenin imla sorunları varmış! Seslerle harfler arasındaki uyumsuzluk had safhadaymış! Devrim bu nedenle zorunluymuş!

    Oysa her dil alfabesiyle ve imlasıyla sorun yaşar! Latin alfabesini kullanan hangi dil (Türkçe dahil) bu uyumsuzluğu yaşamıyor ki! Çalışılır ve sorunlar en alt düzeye indirilir.

    1928'de Harf Devrimi'yle alfabe değiştirilmeseydi, Ankara bu "düzenleme"yi eski alfabe üzerinde yapardı, hiç kuşkunuz olmasın!

     

    ***

     

    Bazen diyorum ki...

    Acaba Harf Devrimi'ni tartışanların önce "dil nedir, alfabe nedir" gibi temel bilgiler alanında kafalarını berraklaştırması gerekmez mi?

    İyi de, profesörlerin, uzmanların kafası nasıl berrak olmaz?

    Söyleyeyim...

    Çünkü herkes alttan alta bilir ki, konu özünde ne dilsel, ne eğitimsel ne de bilimseldir. Basbayağı siyasidir.

     

    ***

     

    TV'deki programda laf bir ara Latin alfabesiyle bilim yapmanın ve hatta bilgisayar kullanmanın kolaylığına geldi.

    Bir "uzman" fırsatı kaçırmadı, Arap alfabesini kullananların "acıklı" halini, bu yüzden Arapların global kültüre ve bilime eklemlenemediklerini anlattı.

    Yahu insan halen birçok farklı alfabeyi kullanan Japonları, bilgisayar dünyasını oyuncağa çeviren Hintlileri ve Çinlileri falan düşünmez mi! (Biz Latin alfabesine geçtik diye kaç bilim Nobeli kazanmışız? Sıfır. Biraz da bunları düşünsek artık!)

     

    ***

     

    Harf Devrimi olmuş bitmiş! Sevmişiz yeni harfleri, uymuşuz, sindirmişiz.

    Zaten insanlığın kültür tarihine baktığınızda görürsünüz ki, alfabeler dokunulmaz değiller, çok sık değişiyorlar.

    Sorun orada değil!

    Sorun bu devrim nedeniyle muazzam bir kültürel birikimle bağımızı koparmış olmamızda! (Bir Alman Goethe'yi, Hölderlin'i okuyabiliyor, biz yüz yıl öncenin şiirlerini bile yazıldıkları halle okuyamıyoruz.)

    Yine de bu kopuşun üstesinden gelebilirdik. Mesela ortaokullardan başlayarak seçmeli Osmanlıca dersi konulabilirdi.

    Konulmadı! Konulmazdı! Neden?

    İşte asıl bu sorunun cevabı önemli.


  4. Asil Bir Milleti Utanılacak Bir Duruma Düşüren Sefil

     

    Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı tercih ederim. O zamna, saltanatı babadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usulün sonucu olarak büyük bir makam, tantanalı bir unvan kazanabilmiş bir sefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

     

    Gerçekten de her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görecek kadar adi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! Şununla övünebilirsiniz ki bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından? atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer.

     

    Aciz, adi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna nasıl sığınabilir.? Ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların Halifesi sıfatını taşıdığı elbette doğru değildi. Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türk, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale sembol olmuş bir milletiz. Değersiz hayatların iki buçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin birbirleriyle olan ilişkillerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsi durumlarından ve kendi hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.

     

    Milletler arasındaki ilişkilerde korkuluklardan yararlanma yöntemine rağbet etme devrine son vermek medeni dünyanın samimi bir dileği olmalıdır?

     

    Nutuk isimli eserden iktibas edilmiştir.


  5. Biz ona diyelim “mahluk”!

     

    Necip Fazıl’a “yaratık” demiş. Böylece güya onu tahkir etmek istemiş... Hiçbir Türkçe sözlükte, kötü bir anlamı yok bu kelimenin. Zaten olmamalı.

    Yaratık, “yaratılan” demek... Arapça’sı mahluk, “halk edilmiş”... Biz her şeyi Allah’ın yarattığına inanırız. O yüzden Necip Fazıl’ın yüzyıllar öncesinden edebi atası Yunus Emre,

    Yaradılanı hoş gör, Yaradandan ötürü

    .. deyu buyurmuştur.

    Biz Necip Fazıl’a “yaratık” diyerek hakaret etmeye yeltenen kişiliğe bir yaratılmış olarak hoşgörü ile bakalım.

    Zaten hep öyle yapmadık mı?

    İsrail’i oluşturan “Yahudi” zihniyetine, Siyonizme karşı bir Yahudi olarak gördük onu. O öyle söylüyordu. Biz de öyle kabul ettik.

    Fakat sonradan okuma Necip Fazıl kaarisi, gecikmiş kıraatının cezasını çekmiş; Üstad’ın 1967’de yayınlanan “Yahudi” yazısından fena rahatsız olmuş. Şaşırmadım: Üstad kendini geç tanıyanları çarpar! Adam çarpılmış!

    Böyle biri rahatsız olabilir! Takabilir! Kızabilir! Öfkeye kapılabilir!

    Necip Fazıl, bütün dünyada hâlâ da çok sık dile getirilmekte olan ve bugünkü Siyonist İsrail zihniyeti ile tetabuk halinde olan “Yahudi” tanımlamasını kendi dil ve üslubu ile yapmış. Tanımlamaları sıradanlıktan kurtarmış. Kendi edebi şiddetini ortaya koymuş.

    Necip Fazıl, “Dünyayı arka plandan idare eden Yahudi” düşüncesini etkili bir üslupla ifade ederek köşe yazarını hep dışında olduğunu iddia ettiği Yahudi ile, yani derin beni ile karşı karşıya getirmiş.

    Zor duruma düşürmüş. Allak bullak etmiş. Asabını bozmuş. Resmen çarpmış!

    Kişilik de kendi müşkil halini, Üstad’a saldırarak bertaraf edeceğini sanmış!

    Bu asla mümkün değil!

    Eğer kendini Necip Fazıl’ın bahsettiği Yahudi kavramlaştırması içinde görüyorsan, bugüne kadar çizdiğin farklı imajı içselleştirmemişsin demektir.

    Onların ayyuka çıkan ve fakat, bugünkü dünya şartlarında çeşitli şekillerde dokunulmazlaştırılan zulümlerini gerçekte reddetmiyorsun demektir.

    Son vak’a hâlâ zihinlerde canlılığını koruyor. Mavi Marmara “insani yardım” için yola çıktı. Bize göre, Siyonistlerin tasallutu altındaki insanlara, yani Filistinlilere değil; kendini “Yahudi” olarak tanımlayan, Yahudiliği tam ve kamil manada temsil etmek iddiasında olan İsrail yönetimine insani yardım için yola çıktı.

    Çünkü en çok onların “insani yardım”a ihtiyacı vardı! Çünkü onlar insanlıktan çıkmış bir tavrın içindeydiler. Kendilerini en üstün olarak sayıyorlar, daha doğrusu “insan” sayıyorlar; Filistinlileri ise yaratık! Yaratıklar için insan haysiyeti söz konusu olmaz! Onlar insana mahsus izzetten, şereften, vakardan yoksundur!

    Her türlü aşağılamayı, zulmü hak etmişlerdir o yaratıklar. İşte Mavi Marmara bu zihniyete “insani yardım” için yola çıktı, cevabını da en net şekilde aldı! İstemezük! “Bize insani yardım dayatan yaratıklar ölümü hak etmiştir!”

    İşte Necip Fazıl’ın, yazarı kızdıran yazısı bu hadiseden sonra bütün evlerin duvarlarında yerini almalıydı!

    Bu “solduyu” sahibi yazarın da elbette!

    Eğer yazar bu Yahudilikten kaçmıyorsa, kendini nasıl farklı tanımlayabilir ki?..

    Ona kendi kelimesiyle hitab edeceğim, fakat Arapça’sıyla. Bu “mahluk”a bir hususta hak verdim: Nazım Hikmet’le Necip Fazıl birlikte anılamaz!

    Necip Fazıl, her çilesine katlanarak sonuna kadar bu memleketin insanı oldu; böyle zor bir insanlık mücadelesi yürüttü. Nazım saçma-sapan bir enternasyonalizm yüzünden tarihin gelmiş geçmiş en büyük zalimlerinden, canilerinden birine, Stalin’e teslim oldu ve kendine ihanet etti.

    Stalin’in kendisini yarattığını iddia etti! Oysa Stalin öldürdü Nazım’ı! Moskova’ya kaçabildiği gibi, İstanbul’a dönebilseydi, belki kurtulurdu. Buna cesaret edemedi!

     

    D.Mehmet Doğan/Vakit


  6. Hakikaten böyle bir saçmalık olmaz, elin yahudisi üstad'a verip veriştirsin büyükdoğu denen pasif oluşum çıkıpta şu yahudiye resmi bir cevap nakşetmesin olacak iş mi şimdi bu? Ya da cevap verdiysen bile nasıl bir cevap verdin ki hergün, onlarca kez siteye girip çıkan bunca insanın hiç haberi olmadı, kamuoyunda 

    ses getirmedi. Sahi büyükdoğu'nun fonksiyonu tam olarak nedir? Üstad'ın kitaplarını bir eksik bir fazla bastırıp fahiş fiyatla üç beş kitapçıda sattırmak mı? Yoksa bir iki tane kitap fuarına katılıp boy göstermek mi? (Onu da yapsa gam değil ya!) Birde düşünün ki Büyükdoğu'nun başında üstadın kanından birileri var,

    oğlu, torunları vs vs. Acaba haksızlık mı ediyoruz tüm bunları söylemekle. Yoksa hakiki manada bir gayretleri varda, bürakrasi mi buna engel oluyor? Birde

    Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül engeli var galiba!. Heyhat ki ne heyhat! Mukaddes dava, ötelerin ötesi, mana, ruh, Allah, Peygamber çok mu geldi bize, fazla mı konuştuk acaba? Bakın birileri yine konuşmuş, yeri geldiğinde tekrar söyleyip tekrar konuşacak, hakaret edecek, saygı bulacak. Alıntıladığım da son bombası efendinin, buyrun efendiden cevap var...

     

    Gavurun Akıbeti! -Roni Margulies

     

    Vay be! Necip Fazıl'ın su katılmamış bir ırkçı olduğunu belgelemek ne çok kişiyi gaza getirdi!

     

     

    Önce, göğsünü gere gere ırkçılığını beyan eden meczuplar gaza geldi.

     

     

    "Hep cibilliyetinizi belli ediyorsunuz. Sevan Nişanyan da böyle cami duvarına işemekten gitmişti. İşin mi yok çıfıt? Şaşkın!!! Akıbetin öteki gâvurun aynı olacak, anlaşıldı. Hitler'e hak verdirecek kadar kızdırdın beni şimdi."

     

     

    Veya

     

     

    "Sizin milletinizin dünyadaki marifetleri gibi konulara girmeden, hele çok lanet okuduğunuz Hitler'in de akrabanız olduğu ortaya çıkmışken, üzerinde yaşadığınız toprakların kültürel ve dinî prensiplerine göre.. siz ateist, komonist vs. perdesinin arkasına sığınarak bu milletin değer verdiği bir yazara hakaret edemezsiniz..."

     

     

    Şaşılacak bir şey yok. Sadece, Hitler neyim oluyormuş, onu bilemedim. Kayınçomun kuzeni mi, daha yakın bir akraba mı, kim bilir?

     

     

    Ardından, hayal kırıklığına uğrayıp gocunanlar gaza geldi.

     

     

    "Ben senin bütün yazılarını okuyordum. Seni ne çok sevmiş benimsemiştik. Kendimizden biri saymıştık. İnsan bellemiştik. Bir çuval inciri berbat ettin.. Kemalizm'le dalga geçiyordun, bizim de hoşumuza gidiyordu. Bu da nereden çıktı şimdi."

     

     

    Kemalizm'le dalga geçmek kolay. Buyurun, geçeyim.

     

     

    İşte size 'İzmir'de Bugün' internet sitesinden bir haber:

     

     

    "Konak Belediyesi'nin projelerini tamamladığı ve önümüzdeki günlerde çalışmalarına başlayacağı Gültepe Rekreasyon Alanı'nda, bir de tarihi mirasımızın sergilendiği Minyatürk Ege kurulacak. Bir benzeri İstanbul'da bulunan Minyatürk Ege'de İzmir ve çevre il ve ilçelerde yer alan tarihî ve kültürel zenginliklerimizin yanı sıra Anıtkabir'in de minyatürü sergilenecek."

     

     

    'Rekreasyon', eğlence ve dinlenme demek. Bir eğlence ve dinlenme alanına bir mezarın minyatürünü koyan kafa yapısıyla dalga geçmekten vazgeçemem. Allah bilir, "Anıtkabir büyüktür, büyük kalacaktır, küçük gösterilemez" diye Konak Belediyesi'ne dava açanlar bile çıkabilir İzmir'de.

     

     

    Ama Kemalist devlete karşı mücadele etmek ve bu arada inançlı insanların da haklarını savunmak bir Müslüman'ın ırkçılığını mazur görmek anlamına mı gelir? I-ıh, gelmez, kusura bakmayın.

     

     

    Ve sonra, "Yok yahu, bütün dünya tarihini bir Yahudi komplosu olarak görmek aslında ırkçılık değildir, ne var ki bunda" diyenler sıraya girdi.

     

     

    "Yahudi düşmanlığı ve ırkçılık konularını bir daha gözden geçirmenizi tavsiye ediyorum. Bu sözlerde 'Yahudi' o zamanlarda tüm Yahudiler için kullanılmaktaydı. Günümüzde ise tasnif edilmiş durumda. Necip Fazıl'ın kastettiği Siyonist Yahudilerdir, o zamanlarda bu tasnif yaygın olmadığı ve bizler de bunu pek önemsemediğimiz için Yahudi denmiştir o yazılarda. Söylenmek istenen Siyonistlerdir, tüm Yahudiler değil. Zaten Müslüman bir insan böylesi bir ırkçılık içine girmez diye düşünüyorum, çünkü ırkçılık İslam'da yasaktır."

     

     

    Yok, olmadı. Siyonizm 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış olan, Yahudilerin kendi ayrı devleti olmasını savunan bir siyasî harekettir. Ve 1948 yılından bu yana İsrail devletinin resmî ideolojisidir.

     

     

    Necip Fazıl bundan bahsetmiyor. Tüm Yahudilerden bahsediyor:

     

     

    "Yahudi, ilk hiyanetini kendi Peygamberine ve daha nice Peygamberlere gösterdikten sonra, bu hiyanet ruhunu dölleştirmiş, asırlar boyunca bu dölü geliştirmiş, örnekleştirmiş, nihayet ondan ibaret kalmış.. Follukta yumurta gibi daima yerini muhafaza eden bu ruh vâhidi etrafında da, Yahudi, renk renk ve çizgi çizgi, kavim hususiyetleriyle üreyip gitmektedir."

     

     

    "Siyonizm'in hususiyetleri" demiyor. "Kavim hususiyetleri" diyor. Bir ırkın bütününden bahsediyor. Dedim ya, su katılmamış bir ırkçı.

     

     

    Ve nihayet, gerçek Müslümanlardan da ses geldi:

     

     

    "Yıllardır söylediğim, ama söylediğim için ciddî eleştiri aldığım bu argümanı dile getirdiğinizden dolayı sizi kutluyorum. Okuyan ve aklı başında olan muhafazakâr kesim bunun farkında, ama bir türlü dillendirememişlerdi. Benim de içim acıyordu Necip Fazıl isminin kültür merkezlerine verildiğini görünce. Oysa İslam bunu şiddetle reddeder. Maalesef kendini Müslüman diye tanımlayan ama kendisinden olmayanları yok sayan büyük bir güruh var. Neyse ki aklı başında Müslümanlar da varız. Biliyorum ki yazılarınızı bu kesimden de okuyan var, eminim onlar da benim gibi size teşekkür edecektir."

     

     

    Ben teşekkür ederim


  7. Sumela, Akdamar, Ayasofya

     

    İlk iki mahal, ortodoks hıristiyanlara mahsus dini mekânlar. Birisi manastır, diğeri kilise. Bu iki tarihi mekân, bunca yıllık tarihi yaşadıktan sonra, tarihin bir cilvesi olarak neredeyse yüz yıldır cemaatsiz durumda ve müze olarak muhafaza edilmeye çalışılıyor.

    Ne Trabzon’da Sumela’yı dolduracak rumlar var, ne de Van’da Akdamar’ı kilise olarak yaşatacak ermeniler... Buna rağmen, Türk hükümeti bir cemile olarak yılda bir defa bu mekânlarda dinî ayin icrasına izin verdi. Sumela’daki ayine binlerce Türkiye dışından gelmiş Rum-ortodoks katıldı. Akdamar kilisesi küçük bir yapı olduğu için büyük bir çoğunluk ayini dışarıdan izledi. Türkiye bu cemileleri yaparken, işi Ayasofya’da ayine kadar vardıran ABD mahreçli aklı evveller ortaya çıktı.

    Esasen, Ayasofya bu iki mekâna asla benzetilemez. Gerçi, TC hükümeti 1930’lu yıllarda Ayasofya’yı müze haline getirdi ama bu müze statüsü diğer yapılarla benzerliğine delil olamaz. Çünkü Ayasofya, fetihten sonra Sultan Mehmed Han tarafından camiye tahvil edildi, vakıf olarak müslümanların hizmetine sunuldu. Bu vakfiyenin bir kaç satırını okuyup da fikreden hiç bir kimsenin bu yapının cami dışında bir maksatla kullanılmasına razı olması mümkün değildir.

    Şimdi hükümeti Sumela’da veya Akdamar’da birer günlük ayine izin verdiği için itham edenler, tarihin hiçbir devrinde İslâm mabedi olmamış, tamamen hıristiyan unsurlara ait olarak kalmış olan bu yapılara mukabil, fetihten itibaren 500 yıla yakın cami olarak hizmet görmüş Ayasofya’nın müzeye tahvilinin nasıl korkunç bir şey olduğu hususunda fikir yürütmüyorlar.

    Ayasofya’nın statüsü konusunda kafası karışıklardan biri de, maalesef müze olarak onun yönetiminden sorumlu olan Kültür Bakanı. Ayasofya’nın aidiyeti konusunda tereddütü olan bakanı, ABD’li papazın ayin yapma talebi karşısında Rum Patrikhanesi bile açık düşürdü. Onlar da tereddütsüz, Ayasofya’da ayin yapılamaz dediler!

    Konu elbette Türkiye’nin bugünkü sınırlarını aşıyor. Osmanlı sistemi, Anadolu’da bütün dini azınlıkların haklarına riayet etmiş, onların Avrupa’da görülmedik şekilde hayatta kalarak kimliklerini sürdürmelerini sağlamıştı. Bu hoşgörü, bugün Türkiye sınırları içinde olmayan bölgelerde de gösterilmişti.

    Bütün Osmanlı ülkesinde çok güzel camiler, medreseler ve başka dini yapılar inşa edilmiş, fakat müslüman olmayan toplulukların da böyle mekanlarının olması tabii karşılanmıştır.

    Türkiye bu tabiiliği belli ölçüde sürdürmüştür. Fakat, Türkiye dışında kalan Osmanlı topraklarında böyle bir hoşgörüden söz etmek mümkün değildir.

    Eski Osmanlı arazisinde dolaşıp da kiliseye tahvil edilmiş camiler, amacı dışında kullanılan dini yapılar görmek hiç nadir bir durum değildir.

    Kısa bir Gürcistan gezisi sırasında, Stalin 1940’larda kanlı sürgünü gerçekleştirinceye kadar müslümanların büyük çoğunluk teşkil ettiği Ahıska’da kale içindeki Ahmediye camiinin tepesinde haçı görünce dehşete düşmüştük. Bu haç bize komünist sistemin din düşmanlığını aşan İslâm düşmanlığını aynelyakin gösteriyordu.

    Ahıskalılar, 1940’larda yüzyıllardır yaşadıkları ana-ata vatanlarından sürüldüler. Sovyet coğrafyasında nereye gönderildilerse, orada onlara Türk denildi. Onlar kendilerini Osmanlı olarak vasfediyorlardı. Önümüzdeki yıl, Gürcistan uluslararası baskılar sonucu, belli sayıda Ahıskalı müslümanın dönüşüne izin verecek. Buna rağmen, hâlâ camilerin tepesinde haçların durmasına ne demeli.

    Bunu Bizim Ahıska dergisinde okuyunca, Türkiye’nin iyi niyet gösterilerinin hiç bir mukabele görmediğini düşünmekten kendimi alamadım.

    Türkiye’deki kiliselerin ıcığını cıcığını araştıran, yıkılmışlarını ihyaya ve ayakta olanlarını kiliseye tahvile çalışan merkezler, kendi arazilerinde kalan İslâm mabedlerine nasıl muamele ediyorlar?

    Mesela ermeniler? Ermenistan yöneticileri Akdamar’a haç dikilmediği için ayine katılmadıkları gibi protesto makamında tavırlar gösterdiler.

    Aynı Ermenistan’da İslâm mabedleri ne durumda?

    Aynı dergide, Karabağ’ın Akdam şehrinde ahır olarak kullanılan güzelim tarihi camiin resimleri de yer alıyor...

    Gelecek sene Akdamar’da ayinin şartı, Akdam camiinde cuma namazı olmalı!

     

    D.Mehmet Doğan/Vakit


  8. Tankın karşısına çıkan adam!

     

    Biz demokratikleşme döneminde doğan, fakat darbelerle haşır neşir olmak zorunda kalan bir nesiliz.

    Çocukluğumuz Türkiye’nin ilk seçimli iktidarında geçti.

    Tam olarak da geçmedi ya; ilköğretim çağında iken, 27 Mayıs darbesi oldu. Öyle şimdiki gibi televizyonlar, radyolar yoktu. Daha doğrusu, 1960’da darbe ile karşı karşıya kalan Türkiye, 1930’ların cihazı olan televizyonla 1970’lere doğru tanışabildi.

    Radyo devletindi ve o kadar az radyo alcısı vardı ki, bir mahalleye birkaç adet düşerdi. Millet radyolu evlere ajans dinlemeye giderdi.

    Dolayısıyla, babam işe, ben okula gitmek için 27 Mayıs sabahı yola çıktığımızda, radyodan okunan bildirilerinden haberdar değildik. Cebeci doruğu yokuşunun başında süngü takmış askerlerin yolu kestiğini gördük.

    Meğer darbe olmuş! Milli Birlik Komitesi idareye el koymuş! Hem iş tatil, hem okul!

    Ertesi gün, Ankara caddelerinde nümayiş vardı. Askeri araçların üstüne çıkan, önünde yürüyen CHP’liler, kendilerinden seçimle iktidarı almış olan Demokrat Parti teşkilatlarını yağmalıyorlardı. DP tabelaları kırılıyor, bayrakları çiğneniyordu.

    CHP’liler gerçekten askeri araçların, tankların önündeydiler! Artık iktidar onlarındı! Bu sahneler zihnimden hiç silinmedi!

    Bu yüzden CHP liderinin “Eğer bir darbe olursa tankın karşısına ilk ben çıkacağım” lafını önemsedim.

    Tankın karşısında duran CHP lideri! Ne muhal hayal!

    60 yıl sonra CHP gerçekten darbe karşıtı bir konumda olabilir miydi?

    CHP bunu daha önce başarabilseydi, Türkiye başka bir Türkiye olurdu. En yakın 28 Şubat post modern darbesini hatırlıyoruz. CHP’nin bundan önceki lideri, Kılıçdaroğlu’nun selefi Baykal, 28 Şubat müdahalesini, “TSK bir sivil toplum kuruluşudur” diye karşılamıştı!

    Halkoylamasının kesin mağlubu CHP lideri, kendini beğendirme turları için Avrupa’ya gitmiş. Bir Alman vakfında “Türkiye ve Gerçekleri” konulu bir konferans vermiş. Hükümetin reform olarak tanıttığı birçok şeyin reformla ilgisi olmadığını söylemiş.

    Meğer AB’nin tüm ilerleme raporlarında Türkiye’deki yargının bağımsız olmadığı şeklinde ifadeler yer alıyormuş. Bizim bildiğimiz, son raporlarda, yargının bağımsızlık değil “tarafsızlık” sorunu olduğu belirtiliyordu.

    Bakın Kılıçdaroğlu başka ne istiyormuş: “Sivil-asker ilişkilerinin demokratik temele oturtulmasını istiyoruz. Eğer bir darbe olursa tankın karşısına ilk ben çıkacağım.”

    Kılıçdaroğlu, baskıcı sivil bir hükümetin diktacı bir rejimden farkı olmadığını, kendilerinin demokrasi, saydamlık, kadın-erkek eşitliği, kültürel ve dini özgürlükler istediğini söylemiş...

    Ya ana muhalefet liderine göre Türkiye’nin en önemli sorunu ne imiş? Kırk yıl düşünseniz bulamazsınız!

    Meğer Türkiye’nin en önemli sorunu “dinin istismar edilmesi” imiş!

    Bu lafı duyunca, “bu mu tankın karşısına çıkacak adam?” sorusu gayri ihtiyari dudaklarımdan döküldü.

    Yıl 1960, darbe tanklarının önünde yürüyen, üstüne çıkıp nümayiş yapan, rakip partinin tabelalarını indirip bayraklarını çiğneyenler ne düşünüyorsa, bugünün CHP lideri de aynı şeyi düşünüyor: Din istismar ediliyor!

    Anlayacağınız, değişen bir şey yok! Kafa aynı. Türkiye’de din gerçeğini kavrayamayan zihinler, mağlubiyetlerini sürekli dinin istismar edilmesine bağlarlar. Bu basma kalıp lafın arkasına sığınacaklarına, tahakkümcülükten sıyrılarak milleti anlamaya, onun dinle bağını kavramaya çalışsalar, mesafe alabilirlerdi. Fakat, halk partisinin halka işi olmaz!

    O yüzden de, CHP’den darbe tanklarının karşısında duracak kimse çıkmaz. Kılıçdaroğlu, bu konuda inandırıcı olabilirdi: Eğer halk oylamasında Türkiye’nin asker-yargı odaklı oligarşik yapısını değiştiren düzenlemelere karşı çıkmasaydı.

    Darbecilerin tankları, yargısı; anayasa değişikliği ile engellenirken neredeydin?

     

    22 Eylül 2010


  9. Yürrüü

     

    Stratejileri belli oldu. Önümüzdeki iki yıl boyunca neye saldıracakları anlaşıldı. "Türkiye batıyor, halkımız aç ve sefil" edebiyatı tutmayınca, "şeriat geliyor" palavrası sökmeyince yani şeriat sekiz yıldır bir türlü gelemeyince, "yetim hakkı yediler" gibi çirkin ve çapsız iddialar havada kalınca, "havuzlu villa" teranesi dönüp kendi adamlarına dokununca, tutacakları yol meydana çıktı: Başkanlık sistemini dillerine dolayacaklar.

    Şimdiden yazmaya koyuldular. Referandumun hemen ertesi gün başladılar: "Başbakan padişah olmak istiyor!"

    Eh, padişah aynı zamanda halifeydi ya... Eşek değilsen satır arasını anlarsın...

    Başkanlık sisteminin bir tek Amerika'da yürüdüğünü, diğer ülkelerde "başkan baba" sistemine yani diktatörlüğe dönüştüğünü söylüyorlar.

    Haklılar. Bizde başkanlık sistemi hiç olmadı ama Allah'a şükür yakın tarihimizde hiç diktatör de görülmedi!

    Bünyemize aykırıdır efendim. Bize hiç uymaz.

    Başkan olursa sonra densizin biri çıkar da onu "Milli Şef" ilan ediverir.

    Recep Tayyip Erdoğan "ebedi şef", Abdullah Gül de "milli şef" mesela... Bırrr... Düşünmesi bile korkunç...

    "Başkanın tarafsız olması gerekir oysa bu adam bal gibi partili" diyorlar ve diyecekler.

    Evet, örneğin Atatürk ve İnönü hayatları boyunca hiçbir partiye üye bile olmamışlardı!

    "Başkanın bir beyefendi olması gerekir, bu adam Kasımpaşalı" da diyeceklerdir.

    Başbakan yardımcısının kafasına Anayasa kitapçığı fırlatan Ahmet Necdet Sezer gibi bir beyefendi, örneğin...

    Belki "ruh sağlığının yerinde olması gerekir" de diyeceklerdir.

    Nasıl yani, "kargalar geliyor" diyerek masanın altına saklanan Fahri Korutürk falan gibi mi?

    Başkan, hükümet üyelerini kendi keyfine göre seçecekmiş...

    Evet, Atatürk bakanları, hatta valileri, büyükelçileri bile asla kendisi seçmeye kalkmaz, hükümeti meclisin özgür iradesine ve memurların seçimini de ilgili bakanlara bırakırdı... Aslına bakarsanız mebusları bile seçmezdi de her vilayet seçime girecek kendi temsilcilerine kendisi karar verirdi...

    Sistem "yarı başkanlık" olursa da bu sefer "kukla başbakanlar dönemi başlıyor" diye kızacaklardır.

    Refik Saydam, Hasan Saka, Şükrü Saracoğlu, Şemsettin Günaltay falan gibi mi acaba?

    Tövbe ıstağfirullah, yoksa Fahri Özdilek, Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu, ya da Bülend Ulusu falan gibi mi?

    Başkanı halkın seçmesine çok itiraz ettiler ama referandumda (bundan önceki referandumda) yüzde 70 çıkınca ağızlarını daha fazla açamadılar.

    Oysa bu iş cahil halka, genç ve güzel mankenlerle ne yazık ki eşit oya sahip dağdaki çobana, göbeğini kaşıyan kısa bacaklı, kıllı ayıya bırakılır mıydı?

    Bırakırsan sonra halk gider Cemal Gürsel ya da Kenan Evren gibi birisini seçiverirdi vallahi...

    Bunlar halkın seçimiyle gelmemişler miydi? İşte buyurun. Biz ne dedik?

    Halk ne biçim Cevdet Sunay'ın da arkasındaydı... Hatta Faruk Gürler'in de arkasındaydı da namussuz politikacılar mecliste taş koyarak başkan seçilmesini engellemişlerdi... Politikayı politikacılara bırakırsan işte böyle olurdu. Oysa halk Menderes asıldığı zaman ne biçim sevinmişti, değil mi yani? (Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Sayın Tansel Çölaşan öyle diyor.)

    Cahil halk işte... Şöyle adam gibi Deniz Baykal'ı seçmez ki başkan diye, saygı duyalım...

    Laf aramızda, Atatürk olsun İnönü olsun, hangi serbest seçimi kazanmışlardı yahu?

    Ben bilmiyorum, bir hırt çıksın bana öğretsin.

     

    22 Eylul 2010


  10. Kemalizm Türk’ün dini!

     

    Harf inkılâbı, okur yazarlığı sıfırladı, dil devrimi sözlükleri!

    1930’lar Türkiyesi sadece iktisadî bakımdan açlık ve yokluk ülkesi değildi; dil ve kültür yönünden de gerçek bir mahrumiyet içinde idi. Düşündüğünüzü yazamazdınız, istediğiniz kelimeyi kullanamazdınız…

    Cumhuriyetin ilk sözlüğü, 22. yıldönümünde, 1945’te yayınlandı. Osmanlı, Redhous’ın sözlüğünde 1890’da 100 bin kelime ile konuşurken, Cumhuriyet’in ilk resmi sözlüğünde, 55 yıl sonra sadece 15 bin kelime vardı! “Evrim” tersine işlemişti, çünkü “devrim” olmuştu!

    Bu sözlükte, dinle-İslâmla ilgili kelimelerin tarifleri, açıklamaları başlıbaşına bir araştırma konusu olmalıdır. Çünkü dine, İslâma ve İslâmın medeniyet kavramlarına karşı düşmanlık bu kelimelerin tariflerinde açıkça hissedilmektedir.

    Bu sözlüğün “din” maddesini okuyanlar, “Kemalizm Türk’ün dinidir” ibaresi ile karşılaşırlarlar. Bu, kelimenin ilk açıklaması değildir elbette. 3. açıklamanın başına “mec.” kısaltması konularak, mecazî bir anlamlandırma olduğu belirtilmiştir; “İnanılıp çok bağlanılan fikir veya ülkü” açıklaması “Kemalizm Türk’ün dinidir” cümlesi ile örneklenmiştir. Bu mecazda bir hakikatin gizli olduğundan şüphe yoktur. Kemalizm 1928’de fiilen, 1937’de Anayasa sokularak resmen, devletin dini yapılmıştır.

    Cumhuriyetin ilk anayasasında, “Türkiye devletinin dini İslâmdır” denilirken, devletin vatandaşa din dayatması sözkonusu değildi. Osmanlı sisteminde olduğu gibi, müslüman olmayanlara din dayatmak, İslâmiyetin kurallarını zorla hayata geçirmek hedeflenmiyordu. Din halkın kahir ekseriyetinin tabiî olarak yaşadığı, hissettiği yapıcı bir aidiyet unsuru olarak temel bir metinde zikrediliyordu.

    Din, bin küsur yıllık yaşanmışlığın oluşturduğu kültürle, farklı inançlara, görüşlere, düşüncelere sahip olmayı men etmez, dolayısıyla çeşitli fikirlerin kurumlaşması, bu arada siyasi yapılar oluşturması olağandır.

    Oysa dinin yerine konulan ideolojinin benimsenmesi zorunlu kılınmıştır! Bu zorunluluk, hâlâ tamamı değiştirilememiş olan 1980 darbe anayasasında da ifade edilmektedir.

    Dinin değişmezleri, farklılıklara hoşgörü ve müsamaha ile bakarken, ideolojinin dogmaları buna cevaz vermemektedir.

    İdeolojinin benimsetilmesi için eğitim-öğretim sistemi, iletişim sistemi ve yönetim sistemi ile birlikte hukuk sistemi de seferber edilmiştir. Bu yüzden son zamanlarda bazı hukukçuların sık sık tekrarladığı, “biz tarafsız olamayız, ideolojiden yana tarafız” açıklamaları bütün alanlar için sözkonusudur. Hatta ilim bile ideolojiye taraf kılınmıştır. Bu yüzden 28 Şubat döneminde, öğretim üyesi veya üniversite yöneticisi olacaklardan ilmî yeterlilik veya idarî dirayet değil, ideolojik sadakat istenmiştir.

    1937’deki Anayasa değişikliği görüşmeleri bu bakımdan dehşet vericidir. Daha önceki yazılarımızda, belirttiğimiz üzere resmî ideolojiden başka düşünceye müsade edilmeyeceği tehditvari beyan edilmiştir.

    Kemalizm bu yıllarda lidere tapınmaya dönüştürülmüş, liderin ölümünden sonra da bu tapınma sürdürülmüş, “seni sevmek millî bir ibadettir” vecizesi icad edilmiş, liderin, önderin kabri devletin sadakat yemini edilen ana “mabed”i haline getirilmiştir.

    Devlet’in ideolojik ana mabedi, Anıtkabir’dir. Fakat, ülkenin her yerinde, devletin bütün kurumlarında, büyüklü küçüklü heykeller, büstler yapılarak, Anıtkabir dışında da sadakat ifadesine yarayan alanlar oluşturulmuştur. Bu heykeller veya büstler estetik değeri ne olursa olsun; hatta heykel sanatına hakaret sayılabilecekleri dahil, korunması gereken kutsal objeler olarak görülmüştür. Bugün halkın mabedi olan camiye saygısızlık çok fazla resmi karşılık görmez, fakat bu büstlere ve heykellere karşı yapılabilecek şüphe uyandırıcı her şey şiddetli şekilde cezalandırılır.

    Mevcut Anayasa, ideolojik muhtevasını korumaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Devleti’nin resmi dini hâlâ ideolojisidir. Resmi yapı içinde halkın dinini kontrol altında tutmak, çerçevelemek için Diyanet işleri teşkilatı vardır. Halkın dini olan İslâma bağlılık elbette zorunlu değildir, fakat devlet dinine sadakat göstermek mecburidir.

    Türkiye devlet dini uygulamasından çok partili hayata geçtikten sonra vaz geçebilirdi. Kemalizme karşı laiklik ilan edebilirdi. İdeolojiyi hiç olmazsa seçimlik hale getirebilirdi. Maalesef bu mümkün olmamıştır. 1960 ve 1980 anayasalarında da atatürkçülük devletin resmi ideolojisi olmaya devam etmiştir. Türkiye’de laiklik, İslâma karşı en katı şekilde uygulanmış, onun yerine konulan, alanına yerleştirilmek istenen kemalizme karşı ise bu yapılamamıştır. Artık, devlet dininden vazgeçmek, inanç seviyesine yükseltilmiş ideolojiyi bir kenara bırakmak gerekmektedir.

     

    17 Eylül 2010


  11. Lüzumsuz adam

     

    Hiç korkmasınlar, zil takıp oynayacak değilim. Üstlerine çıkıp tepinmeyeceğim. Bu yazının başlığının "Düdük makarnaları, beni hatırladınız mı?" olacağını aylar öncesinden söylemiştim, aha sözümden döndüm. Onlara acıdım.

    Sözkonusu kişileri, zavallılıklarıya başbaşa bırakıyorum.

    Şimdi kimisi zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışıyor (huylarıdır), kimisi hiçbir şey olmamış havasında kuyruğu dik tutma derdinde (sanki kaç yıldır başka bir şey yapıyorlar), kimisi günah keçisi arıyor, kimisi işinden kovulma korkusunda, kimisi hep yaptığı gibi gene CHP'yi "kurtarmaya" çalışıyor.

    Kurtaramazlar.

    Burada "elini atsa sakalını bulamayan derbeder, kendine hayırı olmayan gariban, becerip de kendi oyunu kullanamayan zavallı mı halktan oy isteyecek" edebiyatını Internet geyikçisi gençlere bırakalım... Biz gülmekten yorulduk, çenemize ağrı girdi, isteyen doya doya sürdürsün.

    "Yirmi birinci yüzyılda CHP'ye gerek var mı?" sorusunu sormaya kimse cesaret edemiyor!

    Efendim işte demokratik açıdan güçlü muhalefet lazım, falan filan...

    Bu partinin niçin "şöyle doğru dürüst bir lider" bulup çıkaramadığından yakınıyorlar. Aynı endişe, CHP'nin "kan kardeşi" MHP çevrelerinde de var, "nerede şöyle Türkeş gibi bir başbuğ" yakınmaları...

    Çıkmaz, çıkamaz.

    Çünkü böyle bir "ihtiyaç" yoktur toplumda.

    1919 yılında bir kurtarıcıya ihtiyaç olduğu için toplum bir önder doğurmuştur.

    Yetmişli yıllarda ülkeyi "12 Mart havasından çıkaracak" bir politikacıya ihtiyaç duyulduğu için Ecevit öne çıkmıştır. (Bir çuval inciri berbat etmiştir, o ayrı.)

    Türkiye, şimdi ve bundan böyle Bayar-Menderes-Demirel-Özal çizgisinde yürümek istiyor. Bürokrasi tarafından yönetilmek istemiyor. "Başında memur" istemiyor yani. (Laf aramızda, hiçbir zaman da istememişti, berikiler de hep "sopayla" geldiler.)

    Onları da, Osman Ulagay'ın deyimiyle "aşacak" bir öndere ihtiyacı vardı, buldu.

    Bürokrasi kuyrukçularından "Erdoğan'ı da aşacak" bir lider çıkmaz, çıkamaz. Ulagay boş konuşmaktadır.

    Ne Kılıçdaroğlu, ne Baykaloğlu, ne onun bunun oğlu kurtarabilir CHP'yi... Ne Mustafa Sarıgül, ne Mahsun Kırmızıgül, ne Yılmaz Morgül... (Kılıçdaroğlu dedikleri adam da, alt tarafı, Alevi oylarının kaçmaması için "iyi sıhhatte olsunlar" tarafından bulunmuş ve zorla koltuğa oturtulmuş bir "çakma başkan", o kadar... Fakat "batı kıyılarından" da korktular ki, Dersim'in Kureyşani aşiretinden bir Kürt Alevisi'ni, Horasan'dan gelmiş Kayı boyundan katıksız Türk diye pazarladılar!)

    Kurtaramaz, çünkü "kurtulmaması" gerekmektedir.

    "Tarihi misyonunu" tamamlamış, büyük başarıların yanısıra çok büyük hatalara da imza atmış, devrini bitirmiştir.

    Bir vali, "CHP'nin 1950 yılında kapatılması gerekirdi" derken aslında bunu demek istemişti, lafı düzeltmeyi beceremedi, kötü söyledi, adamın üstüne çullandılar.

    Bürokrasinin altı yüz yıllık "hâkimiyeti" bitmektedir, siz isterseniz "vesayet" deyiniz, aynı kapıya çıkar.

    Türkiye artık "o kabuktan" çıkmıştır.

    Bu büyük bir devrimdir. Türkiye için asıl devrim budur ve 1930, 1950, 1965, 1983 peşrevlerinden, denemelerinden sonra asıl şimdi başlamıştır.

    Ama elbette siyaset sahnesinde bir "aksesuar" olarak CHP kalacaktır. Fransa'da devrimden iki yüz yirmi yıl sonra bile kralcılar yok mudur? Neredeyse, hayatının son yıllarında Bodrum'da turistlerle resim çektiren rahmetli Zeki Müren gibi, bizimkiler de "anı" ve "renk" olacaklardır.

    Müzayedelerdeki sararmış kitaplar, müzelerdeki solmuş eski zaman elbiseleri gibi...

     

    15 Aralık 2010/Sabah


  12. Kompleks İşte Böyle Esir Alıyor.

     

    Yayın politikasıyla yandaş medya eleştirilerine maruz kalan Çalık Grubu’nun Takvim Gazetesi bugün manşetinden dev bir fotoğraf yayınladı. “Takvim Hoşgörünün Fotoğrafını Çekti” vurgusuyla verilen fotoğraf Bodrum’da sahilde çekilmiş.

    Fotoğrafta denizin kıyısında yeralan 300 yıllık tarihi Necip Nalbant Camisi’nde Cuma namazı kılınıyor. Bahçeye taşan cemaat namaz kılarken, hemen yanlarında bikini ve mayolarıyla denize girenler yer alıyor.

    Arada birkaç metre mesafe ancak var. Şezlonglarında bikinileriyle sere serpe çıplak olarak yatan insanlar, aynı zamanda okunan Kur’an-ı da bu vaziyette dinliyor.

    Takvim’in yayın yönetmeni Ergün Diler, Ahmet Hakan ve benzerleri gibi dejenere İslamcı, dolayısıyla da “hoşgörüye” bakışı da dejenere.

    Hoşgörü Kur’an ayetleri okunurken, çıplak yatmak değildir.

    Bu olsa olsa kutsal değerlere saygısızlıktır.

    Belki bu fotoğraf şu şekilde olsaydı o zaman Takvim hoşgörünün fotoğrafını çekmiş olurdu.

    Cuma namazı haftada bir kere olan, öğlen vakti kılınan, saati belli ve topu topu 30 dakika kadar süren bir ibadet. Bikinili tatilciler saygı çerçevesinde “şezlong güneşlenmelerine” 30 dakikacık ara verselerdi o zaman hoşgörünün fotoğrafı çekilebilirdi. Oysa bu fotoğrafta görüldüğü üzere, namaz kılınmasını umursamamışlar.

    Hoşgörü herkesin istediğini istediği gibi yapması, umursamaz olması, diğerlerine saygı göstermemesi değildir. İnsanlar birbirinin, değerlerine, kültürlerine ve inançlarına saygı gösterdiğinde hoşgörü olur.

    Daha bilinen bir örnekle açıklarsak; cenaze evinin yanında düğün yapılmaz.

    Fakat gazetenin yayın yönetmeninin bilinçaltında “Ahmet Hakan Sendromu” olarak niteleyebileceğimiz durum olunca bu fotoğrafı da aynı psikolojiyle yorumlamış. Kendisini “diğer mahalleye beğendirme” kompleksi bu olsa gerek.


  13. Türkçülere Kürt Devleti Kurduracaklar.

     

    AYM Türkiye’nin başkenti Ankara’da 07.07.2010’da milletin istikbaline yön verebilecek bir karara imza attı.

    Bu karar öyle sıradan bir karar değil.

    Şimdi milletin kaderini baştan sona yeniden değiştirecek tarihi bir süreçle karşı karşıyayız. Eğer referandumda halk bu Anayasa değişikliği paketine EVET derse yani referandum süreci kazasız belasız atlatılırsa şüphesiz bu millet; Anglo-Yahudi ittifakının kirli palanlarını bozma, onların manevra alanlarını daraltma ve normalleşme yolunda büyük bir adım atmış olacaktır.

    Bu pakete EVET denildiği takdirde Anglo-Yahudi tezgahına büyük bir çomak sokulmuş olacaktır.

    Şimdi belki “Anglo-Yahudi ittifakıyla AYM’nin vermiş olduğu kararın ne alakası var” diyenler olacaktır.

    Bakın anlatayım:

    Bu topraklarda terörle ilgili hiçbir hadise spontane gelişmemiştir.

    Olayı daha net anlatabilmek için isterseniz çok ötelere gitmeden 1980 darbesinden başlayalım: O tarihte ABD yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter’a “bizim çocuklar işi bitirdi” anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılmasıyla, 12 Eylül’de ABD’nin rolü net olarak anlaşılmıştı. 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken, haberi ulaştıran diplomatın “your boys have done it (senin çocuklar işi bitirdi)” anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda en önemli kanıttı. Ayrıca 12 Eylül’e giden süreçte, Amerikan menşeli aynı silahla hem sağcı hem solcuların katledildiği balistik incelemeler sonucu ortaya çıkartılmıştı.

    İşte bugün milletin iradesine her fırsatta ipotek koyan HSYK ve AYM gibi jüristokratik yapılanmalar ve o yapılanmaların çıkarttığı arızalar darbenin bir ürünüydü… Milletin dokusuyla uyuşmayan, halkın tercihlerini yok sayan bir yapılanma bu.

    Daha sonra Anglo-Yahudi ittifakının, 12 Eylül öncesi başlattığı süreç 80’li yıllarda Çekiç Güç icat edilmek suretiyle PKK terör örgütünü kurup, başına da APO denilen kuklayı geçirmesiyle devam etti.

    ****

    Sonrasını biliyorsunuz… Yahudi geleneğinden kalma bir tarz olan kundaktaki bebeklerin vahşice katledilmesi, köylerin yağmalanması, gencecik Mehmetçiğin kurşuna dizilmesi Anglo-Yahudi ittifakının dünya enerjisinin yüzde 75’inin bulunduğu Ortadoğu’ya hakim olma projesinin bir parçası olarak karşımıza çıktı.

    2000’li yıllarda ise bu sistemin modası geçince Amerika ve İsrail kendi elleriyle besleyip, büyüttüğü örgütün sözde liderini paketleyerek malum adrese teslim etti.

    APO’nun Türkiye’ye teslimi, Kürt sorununda başka bir safhaya geçiş için bir strateji değişikliği idi… O gün için kanlı terör ve şiddet fonksiyonunu yerine getirmişti; bundan sonrası için konunun daha öteye taşınmasına ihtiyaç vardı.

    “Sezgin” görüşe göre: Kan ve terör BOP çerçevesinde ayrılıkçı fikirler, kin, nefret ve husumet gerektiği kadar körüklenmişti.

    Uluslararası kamuoyuna, Türkler Kürtlerle arasında bir ayrışma olduğu fikri kabul ettirilmişti.

    İşte bu noktada “KCK“ denilen, örgütün şehir yapılanması devreye sokuldu. Dağlardaki misyon başarıyla tamamlanmış, sıra Kürtlerin toplumun diğer kesimlerinden koparılmasına, ayrıştırılmasına ve devletleştirilmesine gelmişti.

    1990’lı yıllar boyunca örgütü Türkiye’nin başına bela eden, dünyada tanıtan, uluslararası destek veren Batı ve Anglo-Yahudiler APO’nun teslimiyle “Kürtlerin toplumsal ve siyasi dönüşümü” projesini başlattı. Bunun için ayrılıkçı Kürtçü hareketi yeniden yapılandırdılar; şehirlerde örgütlediler, dernekler, vakıflar, lokaller, eğitim birimleri, sosyal faaliyet çalışmaları başlattılar. Kadınlara, gençlere, meslek guruplarına el attılar. Sendikalar, meslek örgütlenmelerine yardımcı oldular…

    Ve böylece 2000’li yıllar Kürtleri dönüştürmenin, sosyolojik olarak toplumdan koparmanın, militanlaştırmanın, protestleştirmenin yılları oldu. Hükümetler rehavet içinde iken, ‘ittifak’ şehir yapılanmaları üzerinden Kürtçüleri örgütledi…

    90’lı yıllarda Kürtlerin kitlesel desteğine sahip olamayan; dinsiz, Marksist bir örgüt olarak görülen PKK ve onun siyasi partileri bölgede etkin olmaya, siyasi sonuçlar almaya başladı. Öyleki, son yerel seçimlerde bölgedeki belediyelerin çoğunu, yüksek oylarla almayı başardı.

    Dağlarda aranan PKK şehirlere yerleşmiş, tezgahını kurmuş ve hedefine ulaşmıştı. Halk içinde örgütlenen bu yeni yapı belediye başkanları atıyor, yardım sandıkları kuruyor, halkı mahkemelerde yargılıyor ve toplum üzerinde siyasi bir aktör haline geliyordu.

    Apo’nun teslim edilmesi dağlardan şehirlere inmenin, toplumsal örgütlenmenin, devlete ve dünyaya siyasi bir muhatap haline gelmenin taktiğiydi. Ve bunda epeyce başarılı oldular. Terör örgütünü “sakıncalı” listesine alan Batıyı, ABD’yi bize yardımcı oluyor zannettik. Oysa terör örgütünün modası geçmiş, fonksiyonu bitmişti. Anglo-Yahudi ittifakı biz dağlara bakarken, dağlardan çok daha tehlikeli, şehirleri kilitleyebilen, insanlar üzerinde tahakküm kuran, sandıklara müdahale eden, siyasi hareketlere hükmeden yeni bir yapı kurdu.

    Sonraki adımda amaç, ayrılıkçı Kürt hareketine, dünya kamuoyunda meşruiyet kazandırmak, Kürtlerle Türklerin birlikte olamayacağına ikna edecek tablolar oluşturmak, kurumsal altyapılar kurmak ve dönüştürülen Kürtleri Türkiye’den koparmaktır. Başarabilirlerse daha sonraki adım da, sıkışan-yalnızlaşan İsrail’e sadık bir müttefik olacak “Büyük Kürdistanı” kurmak olacaktır.

    Kürtlerin büyük çoğunluğunun “biz ayrılmak istemiyoruz!” demesi çok şey ifade etmez. Öyle olaylar kurgularlar ve bu olayları dünyaya öyle sunarlar ki, bir oldu bitti ile karşı karşıya bırakırlar. Ne Kürtler, ne Türkler istemediği halde, fiili bir durumla karşı karşıya kalabilir. KCK denilen örgütün şu anda yaptığı sonraki safhalara Kürtleri ve toplumu hazırlamaktır.

    “Bölünme” işinde sanıldığının aksine kullanılacaklar Kürtlerden öte Türkler ve Türkçülerdir. Kürtçülere, KCK’ya tahrik edici, sabırları zorlayıcı eylemler yaptırabilirler; ama dünya kamuoyuna “birlikteliğin yürütülemeyeceği”ne yönelik malzemeyi verecek olan Türkçülerdir; ırkçı-şovenlerin yapacağı taşkınlıklardır, sert söylemlerdir.

    İşte burada milliyetçi tabana hitap eden yapılara büyük görev düşüyor. Tıpkı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun Alperenleri kontrol altında tutması gibi.. Devlet Bahçeli’nin Ülkücü gençliği Ergenekon’a bulaştırmaması gibi.. Bu hassasiyet devam etmeli/ettirilmelidir.

    ***

    Şu anda PKK terör örgütü konjonktürel nedenlerle ve iç politika malzemesi olarak kullanılıyorsa da, büyük tehlike KCK ve şehir yapılanmasıdır; örgütün Batı desteğinde yürüttüğü toplumsal-siyasal organizasyonlardır. Uzun vadeli tedbirler ve çözümler PKK’dan öte KCK’ya karşı düşünülmelidir. Artık militan üreten ocak, dağlar değil şehirlerdir; KCK’dır.

    Bazıları ise KCK’ya yapılan operasyonları yanlış bulmakta, hatta PKK saldırılarının sebebi gibi sunmaktadırlar. KCK siyasi bir örgüt, yapılanma değildir; aksine BDP’nin demokratik, siyasal bir parti olmasını engellemektedir. KCK toplumu tehdit ve yıldırma ile baskı altına alan, insanların özgür iradelerini bloke eden, şehirleri dağlardaki silahlı örgütle tehdit eden, BDP’li belediye başkanlarına “emir eri” muamelesi yapan ve aşağılayan, cam çerçeve indirip kepenkleri kapattıran, belediye otobüslerine molotof atarak masum insanları yakan, insanları yargılayan ve cezalandıran, devlete paralel yapılandırılmış illegal bir örgüttür. Demokrasi adına bu örgütü savunmak gaflet değilse, hıyanettir.

    ***

    Elbette neredeyse her gün Türk Bayrağı’na sarılı şehitler on binlerin omzunda toprağa verilirken;

    Uluslararası projecilerin el ürünü; ÇEKİÇ GÜÇ, OHAL, APO, PKK, KCK gibi doğrudan terör mekanizmaları ile 1989’dan başlayarak yürürlüğe konulan HEP, ÖZEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP şimdilerde BDP gibi dolaylı terör rampaları arasında asıl büyük fotoğrafı görmek kolay değildir.

    Zaten piramidin üst basamağında “Godfather” konumundaki Anglo-Yahudi teorisyenler de tezgahı bu şekilde dizayn ediyorlar…

    Ayrıntılarda boğulsunlar büyük projeyi göremesinler diye…

    Nasıl ki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 öncesinde, her gün bu vatanın evlatları katledildiyse ve biz o zaman esas senaryoyu göremediysek…

    Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok suikasta kurban giderken de cinayetleri senaryolardan habersiz 'horror movie' izler gibi izlediysek…

    İşte bize bu gün çok daha fazla geliştirilmiş Angola-Yahudi yapımı ultra Goralar izlettirilmek isteniyor.

    Provokasyonlar, hep asıl fotoğrafı görmemizin engellenmesi için tezgâhlandı. Propaganda aracı olarak ise bilhassa bir kısım medya, her demokrasi dışı müdahale öncesinde, neyi görmemiz isteniyorsa, onu göstermede en etkili araç olarak kullanıldı…

    Diğer taraftan Genelkurmay Başkanı Arena’ya çıkmış…

    Geceleri gözüne uyku girmiyormuş!

    Dağlıcaymış, Aktünmüş, Gediktepeymiş, Şemdinliymiş bunların hepsi hikaye...

    Büyük planın bir parçası…

     

    İsmin doğrusu 'Yavuz Derinsoy' olacak. Affola.


  14. Katastrof

     

    Büyük bir yalanı ısıtıp ısıtıp sürmeye çalışıyorlar, kabak tadı verdiklerinin farkında değiller: Anayasalar "uzlaşmayla" hazırlanırmış... Bu son değişiklik de uzlaşma sonucu ortaya çıkmadığından hayır oyu vereceklermiş...

    Hayır. Kim bilir kaç kere söyledik: Anayasa uzlaşmayla olmaz. "Konsensüsle monsensüsle" yazılmaz. Anayasayı, o ülkede o dönemde kimin borusu ötüyorsa, o yapar.

    Hele hele Büyük Britanya gibi bir ülkede anayasa hiç yapılmaz bile! Bir "İngiliz Anayasası" yoktur ve hiç olmamıştır. (Çokbilmişler hemen "Magna Carta" demesinler, on üçüncü yüzyılda kralla aristokratlar arasında bir "yetki paylaşımı" belgesidir, o kadar. "Devlet yapısını" düzenleyen bir yanı yoktur.)

    Toplum bizimki gibi çok çalkantılıysa, anayasa "dikiş tutmaz" ve sık sık değişir.

    Türk anayasalarını bugüne kadar bürokrasi hazırladı ve uyguladı.

    Mithat Paşa'nın 1876 Anayasası da bir bürokrat belgesiydi, 1921 Anayasası da, 1961 de, 1982 de...

    Kiminde askerin payı daha az, kiminde daha çoktur ama sonuçta bunların hepsi de, ama hepsi de bürokrasi ve onun yandaşları tarafından yapılmışlardır. Mithat Paşa'yla Kenan Paşa arasında olumlu ya da olumsuz bir zümre farkı yoktur.

    Türk anayasalarının hiçbiri uzlaşmayla hazırlanmamıştır. 1876 ve 1921 anayasalarından halkın haberi bile olmamıştı. 1961 ve 1982 anayasalarında karşı görüş bildirmek mümkün değildi. 1961 Kurucu Meclisi ve 1982 Danışma Meclisi, meclis falan değil, bürokrasinin "hınk deyicilerinden" oluşmuş ve "sözde sivil tadı verilmiş" güdümlü topluluklardı!

    Şimdi ilk kez "sivil anayasa" isteği dile getiriliyor. En domuz postal yalayıcısı, kendine solcu süsü veren en hokkabaz dolandırıcı bile 12 Eylül Anayasası'nı artık kolay kolay savunamıyor.

    Ama yalnızca dile getiriliyor işte... Yapılamıyor.

    O zaman da, bürokrasinin denetim mekanizmalarından geçirilebildiği kadarıyla bölük pörçük birtakım "rötuşlarla" yetiniliyor.

    Çünkü toplumda şimdi AKP'nin borusu ötüyor ama pek o kadar da ötmüyor...

    Görünür bir gelecekte de bu gerçek değişmeyecektir. 2011 seçimlerini gene AKP kazanacak ama koltuk sayısı esaslı bir anayasa değişikliğine gene yetmeyecektir.

    Öyleyse?

    Gücü yettiği oranda gene birtakım "madde rötuşlarıyla" yetinecek ve böylece 2015 yılına gelinecektir. Sonrasını Ahtapot Paul bile kestiremez.

    Bir "kurucu meclis" toplama teklifi, basının bürokrat kuyrukçularının "suret-i haktan görünüp işi yokuşa sürme" çabasından başka bir şey değildir. Böyle bir meclisi bu şartlarda toplamaya hiçkimsenin yetkisi yoktur ve TBMM'nin dışında ve üstünde oluşacak böyle bir "süper meclis" girişimi, girişeni "ağırlaştırılmış müebbet hapis" tehlikesiyle karşı karşıya bırakır!

    Kaldı ki böyle "muhayyel" bir mecliste kimin neyi nereye çekeceği şimdiden bellidir ve hiçbir sonuca da ulaşılamayacaktır.

    Öyleyse?

    Hiç istemediğimiz esaslı bir sarsıntı, belki de büyük bir "katastrof" gerekiyor.

    Savaşa girip yenilmek gibi...

    Hiç istemediğimiz PKK'nın kazanması ve güneydoğu bölgemizin ne yazık ki bizden kopup gitmesi gibi...

    Ya da en azından bir şekilde bir "federasyon" çözümünün fiilen yürürlüğe girmesi gibi... (Bu gelişmeye uygun yeni bir anayasa "istimi" arkadan gelmek üzere.)

    Ya da "sağ sol demeden balyozu indirecek" yeni bir faşist darbe... O zaman, eskisinden daha beter, daha gerici bir anayasa... (Eh, bu da bir çözüm!)

    Ya da, ya da, mevcut sivil iktidarın elini "çok daha fazla güçlendirecek" bir gelişme... Örneğin yeni bir muhtıra, belki birtakım çılgınların başarısız bir darbe girişimi, azıcık da kan dökecek cinsinden... Bunun ardından hemen gidilecek yepyeni bir seçim ve "silip süpürecek" bir oyla, bu kez anayasayı tümden değiştirecek koltuk sayısıyla, diyelim şöyle en azından 400 kişiyle falan gelecek bir halk iktidarı...

    Bunların hiçbirinin "olanak ve olasılığı" görünmüyor.

    O zaman da başa dönüyoruz: 12 Eylül günü, bu düzenin otuzuncu yıldönümünde, değişikliğe bizden "yetmez ama evet..."

    Başka çare yok.

     

    16 Temmuz 2010/Sabah


  15. İkinci Dünya Savaşı'na girmeliydik

     

    Aramıza yeni katılan değerli bilim adamı ve yazar Süleyman Yaşar'ın zikrettiği şu cümle kulağınıza küpe olsun: "Eğer yeni dünya düzeninin kurucularından biri olmak istiyorsanız, dünyanın sorunlarıyla uğraşacaksınız."

    Yok öyle hem kabuğuna çekilip hem de "yurtta şu, dünyada bu" diye politika üretmek...

    İspanya ile, Brezilya ile, Rusya ile ortak adımlar atacaksınız. Oradan oraya koşacaksınız, seğirteceksiniz. Dışişleri Bakanı Türkiye'yi özleyecek, bir süredir ayak basamadığı için...

    "Başbakan'ın taa Washington'da ne işi var" diye akılları sıra muhalefet yapan zavallı küçük insanlar da çatlaya çatlaya seyredecekler.

    Türkiye, Özal'la başlayan "kabuğunu kırma" döneminde yepyeni bir aşamaya geçti.

    Karşı çıkan, "memleketin dövizleri çarçur oluyor" zihniyetiyle bizi gene Kapıkule'nin bu tarafına hapsetmek isteyen zavallı küçük memur kafasıdır. Bu kafa Türkiye'nin hep elini kolunu bağlamıştır.

    Fakat artık "otarşi" politikası, yani kendi kendine yetme, kendi yağıyla kavrulma politikası tarihe karışmıştır.

    Bize cevap vereceği yerde satır arasında hakaret etmekten başka çare bulamayan sevgili dostumuz Zülfü Livaneli'nin deyimiyle "Ankara rejimi" bitmiştir.

    Örneğin yeni rejim artık vatandaşlarına "kolay pasaport veren" ve onların yurt dışına çıkışlarını kısıtlamayan bir rejimdir. Dış politikayla ne ilgisi var mı diyorsunuz? O kadar çok ilgisi var ki, bir paranın arka yüzü gibi...

    Dünyada söz sahibi olmak istiyorsanız, dünyaya "bulaşacaksınız"... Dünya meselelerine "fiilen müdahale" edeceksiniz.

    Kalkıp Gazze'ye yardım götürmek ve İsrail ordusu tarafından öldürülmeyi göze almak da bunun bir yoludur, hem de onurlu bir yoludur.

    İspanya İç Savaşı, 1936'dan 1939'a kadar iki yıl sekiz ay sürdü. Dünyanın dört bir yanından hem aydınlar, yazarlar, çizerler hem de sıradan insanlar, kendi ordusu tarafından saldırıya uğrayan genç İspanyol Cumhuriyeti'ne yardıma koştular. Dövüştüler, öldürdüler ve öldüler.

    Öte yandan Alman ve İtalyan birlikleri de karşı cephede, faşistlerin safında çarpıştılar.

    Onlar da öldüler ve öldürdüler.

    Türkiye ne yaptı? Hiçbir şey.

    Önce şaşırdı, İspanya'da "cumhuriyetçilerle milliyetçiler" çatışıyorlardı, nasıl işti bu? Biz hem cumhuriyetçi hem de milliyetçi değil miydik canım?

    Sonra da ilgilenmedi. Dönüp bakmadı. Ankara böyle istiyordu. Bir tek Türk, Allah için, ilaç için bir tek Türk, İspanya'ya gitmedi.

    Oysa taa 1871 yılında, Paris Komünü ayaklanmasında bile üç Türk vardı, o sıralarda Paris'te öğrenci olarak bulunan Reşat, Mehmet ve Nuri Beyler!

    İkinci Dünya Savaşı'nda da çok ustalıklı bir denge politikası izledik, savaşa girmedik, değil mi? Oysa girdik, ama iş işten geçtikten, savaşın sonu belli olduktan sonra ve yalnızca "kâğıt üzerinde"...

    Çünkü Almanya'ya savaş ilan etmemiş olan devleti yeni kurulacak Birleşmiş Milletler'e almıyorlardı. (BM, "global" bir topluluk değil, "Almanya'ya karşı çıkmış ülkeler" topluluğudur.)

    Niçin, göstermelik de olsa, bir tümen düzeyinde de olsa, hiçbir Türk birliği çarpışmamıştı, örneğin İtalya'da, Polonya ve Çek birliklerinin yanında? Niçin hiçbir Türk kuvveti Batı Trakya'ya yürüyüp Yunan halkının yardımına koşmamıştı?

    Yunan halkının elinden o zaman tutsaydık, sonradan Kıbrıs sorunu çıkar mıydı? ("Oraları alsaydık" gibi bir yaklaşım içinde değilim, yanlış anlaşılmasın.)

    Çok değil beş sene sonra Kore'ye asker göndermek için yırtınacak Türkiye, niçin "vakitlice" demokrasinin ve özgürlüğün safında, ezilen halkların yanında yerini almamıştı? O zaman Stalin bizden o kadar kolaylıkla toprak ve üs isteyebilir miydi, kendi müttefikinden?

    Kokmayacaksın, bulaşmayacaksın, sonra da sana bulaştıkları zaman ağlamaya koyulacak ve gidip Amerika'nın kucağına oturacaksın...

    Şimdi de "Araba çoraba" iğrenerek bakacak ve sonra da "Ortadoğu'yla ne ilgimiz var yahu" diye şaşacak mısın?

    Unutma, Türkiye artık Somali'ye, Bosna'ya, Afganistan'a "asker gönderen" bir ülkedir.

    Bitti sizin rejim, bitti... Baksana, artık sakallıları ve başörtülüleri bile Orduevi'ne sokuyorlar.

    Her şey değişti, sen uyu..

     

    Sabah / 10 Haziran 2010


  16. Selamlar,

     

    Erzurum'daki ikinci dağıtım işini de çok şükür gerçekleştirdik. Her ne kadar bu dağıtım süreci biraz sancılı olsa da, genç dimağlarda gördüğümüz aşk, şevk ve heyecan bütün sancıları unutturmaya yetti. Tabi Allah'tan dileğimiz şu ki, inşallah bu yapılmaya çalışılan şeyler satıh üstü bir keyfiyetten ziyade, genç kardeşlerimizin kalbinde ve beyninde kapanması zor, derin mi derin Allah aşkı, peygamber sevgisi açar. Onlarda da hayırlı filizlenmeler olur. Gayret bizden takdir Allah'tan.

    Öte yandan geçen seferde söylediğim gibi w-racer adlı üyemizi, yapmış olduğu herşeyden ötürü kutluyor ve teşekkür ediyorum. Ve daha çok erken olmasına rağmen bir haberide sizlerle paylaşmak istiyorum. Kısmet olursa seneye, bir üstad gecesi de sitemiz adına biz tertip etmeye niyetliyiz. O vakit gelebilen tüm gönüldaşları da burda görmek isteyeceğiz. Hazırlıklı olmakta fayda var. :D

     

    Selametle.

     

    Erzurum Hacı Sami BOYDAK Anadolu lisesine sitemiz adına verilen kitapların listesi :

     

    1-Aynadaki yalan

    2-Babıali

    3-Çile

    4-Çöle inen nur

    5-Doğru yolun sapık kolları

    6-İdeolocya örgüsü

    7-ihtilal

    8-İman ve Aksiyon

    9-Kafa kağıdı

    10-Mümin-Kafir

    11-O ve Ben

    12-Sahte Kahramanla

    13-Son devrin din mazlumları

    14-Tarih boyunca büyük mazlumlar

    15-Nasrettin Hoca

    16-Yeniçeri

    17-Cinnet Müstatil

    18-Dininizi öğreniniz,

    19-Tiyatro eserlerinin tümü.

     

    Fotoğraflardan bazıları :

     

    img0818mn.jpg

     

     

     

    img0819y.jpg

     

     

     

    img0822gc.jpg


  17. Müjde: "Çağrı"dan çok daha büyük bir film geliyor!

     

    Fransız "Yeni Dalga Akımı"nın öncülerinden ünlü yönetmen Jean-Luc Godard'ın çok güzel bir sözü vardır:

     

    "Sinemanın tarihi öteki tarihlerden büyüktür" der, "Çünkü onu gösterebilirsiniz..."

     

    Sinemanın ehemmiyetini bundan daha çarpıcı anlatan başka söz bilmem.

     

    Suriyeli merhum yönetmen Mustafa Akkad'ın "Çağrı" filmi de, bu ehemmiyetin Müslümanlar nezdinde en güzel ifadesidir.

     

    İmdi, sıkı durun:

     

    "Çağrı"dan kat be kat büyük bütçeli, "Muhammed" adlı film geliyor.

     

    Geçenlerde Katar'dan dönen Turan Kışlakçı kardeşim ayağının tozuyla müjdeyi verdi bana.

     

    Katarlı çok ünlü bir işadamının oğlu Ahmed El- Haşimi'nin kurduğu "Alnoor" (en-Nur) şirketi, bu film için 250 milyon dolarlık dev bir bütçe ayırmış.

     

    Peygamberimiz'in hayatı, "Yüzüklerin Efendisi" misali, üç bölüm halinde yansıtılacak.

     

    Serinin ilki, Hz. Peygamber'in çocukluk ve gençlik devresi; ikincisi, risaleti- Mekke dönemi; üçüncüsü de Medine dönemi...

     

    "Çağrı"nın Peygamberimiz'in savaşlarını eksene aldığını ancak kendi yapacakları filmde savaşlardan çok İslam'ın cihanşümul mesajı üzerinde duracaklarını ifade eden

     

    Ahmed El-Haşimi, sinema sektörünü yakından tanımak için iki yıl boyunca Hollywood'da kalmış ve ünlü yönetmen ve yapımcılarla temas kurmuş.

     

    "Muhammed" filmine, Avatar'ın yönetmeni James Cameron'un danışmanlık yapacağı gelen haberler arasında.

     

    "Muhammed" filmini gerçekleştirecek "Alnoor" şirketinin dini konulardaki danışmanları arasında Yusuf El-Kardavi başta olmak üzere, Raşid Gannuşi, Selman El- Avde, Tarık Suveydan ve Ali Sallabi gibi birçok isim var.

     

    Ahmet El-Haşimi bir-iki ay sonra ülkemize geldiğinde görüşeceğiz.

     

    Demem o ki, film hakkındaki gelişmelerden sizi haberdar etmeye devam edeceğim..


  18. Üstadın bu söyleşisini okudunuz mu?

     

    Necip Fazıl Kısakürek kıvrak zekasıyla Milliyet Gazetesi’nin kendisine spor hakkında yönelttiği sorulara cevap vermiş 1983 yılında. Soruları soran Milliyet, cevap veren “üstat” olunca farklı bir söyleşi çıkmış ortaya. Milliyet Gazetesi’nin sorduğu sorulara bakılırsa o zihniyetin hala aynı zihniyet olduğunun genel bir fotoğrafını çekmek hiç de zor olmuyor.

     

    Söyleşi de dikkatimizi çeken şey soruların önceden üstata iletilmiş ve yazılı olarak cevap alınmış olması. Üstat’ın üslübunda bir başından savma ve karşısındakini ciddiye almama seziliyor gibi. Buna rağmen oldukça keyifli bir söyleşi. 1983 yılından duyuruyoruz…

     

    Gençliğinizde hiç spor yaptınız mı?

     

    Kürek ve at sporu.

     

    Fıkra yazarı ve düşünce insanı olarak Türkiye ile ilgili her konuda her gün, fikrinizi söylüyorsunuz. Ama spor için söylemiyorsunuz. Sporu düşünce dışı tutmanızın bir nedeni var mı?

     

    Hiçbir şey düşünce dışı kalmayacağı gibi spor da onun içindedir ve bu bahse çoğu menfi tatbikat olarak temas etmişimdir.

     

    Kendi çocuklarınız ve spor hakkında tercihinizi söyler misiniz?

     

    Milli sporlar…

     

    İspanya’daki Dünya Kupası finallerini, birçok devlet adamı, başbakan, kral ve kraliçelerin izlemesi size neler anımsatıyor?

     

    Kafası meşin insanlarla meşin topu birbirinden ayırmak lazımdır.

     

    Hiç spor müsabakası izlediniz mi?

     

    Ömrümde bir kere stada gittim; o da birini görmek için… Güreş karşılaşmaları müstesna…

     

    TV’de gözünüze ilişmiştir. “ Yaşam boyu sağlıklı kalın“ sloganı altında kitle halinde koşular düzenleniyor. Bu koşullarda yaşları 50-60 arasındaki bir kuşağı asfalta döküyoruz. Bu ülkede 10-12 yaşındaki çocukları mı yoksa 50-60 yaşına basan bir kuşağı mı koşturmak önemlidir?..

     

    İşte sporun ifrada götürülmüş bir misali…

     

    50-60 yaş arası bir kuşağı “spor yap“ diye asfalta döken Türkiye’ye, spor araç gereç tüketimini pompalayan dengesiz bir ülke denebilir mi?.. Veya başka ne denir?

     

    Kolaylıkla böyle denir…

     

    “ Daha çok okul, daha çok spor tesisi, daha az kilise” diyen Avrupa ile “daha çok cami, daha az okul, daha az spor tesisi” diyen Türkiye gerçeği konusunda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

     

    İslam her şeyin kıvam ve derecesini tespit etmiştir.

     

    Türkiye’de sporcu deyince kaç ünlünün adını sayabilirsiniz?

     

    Vaktiyle Anakara Palas salonlarında uzaktan tanıdığım birkaç siyasi sporcu dışında hiçbirini tanımam.

     

    Ortaöğretimde haftada iki (o da öğretmensizlikten çoğu boş geçer) yüksek öğretimde adam yerine konmadığı için ortadan tamamen kaldırılan jimnastik dersinin hazin akıbeti sizi nasıl duygulandırıyor?

     

    Eski Yunan’da kafa ile denk giden beden hareketleri ihmal edilirse sporun ruhu kaybedilmiş olur.

     

    Türkiye’de aşağı yukarı 1905’lerden beri futbol oynanıyor. 1905’ten beri oynanan futbola aradan 77 yıl geçmesine rağmen doğru dürüst bir kılık veremedik. Türkiye’ye doğru dürüst bir futbol kılığı ile doğru dürüst bir yönetimi 77 yıldır getiremeyen futbol uzmanlarına bir reçete verebilir misiniz?

     

    Bir reçete değil ancak bir teşhis raporu verebilirim: Anlayışsızlık ve zevksizlik…

     

    İstanbul’da iki şey insanla hıncahınç dolu… Belediye otobüsleri ile futbol sahaları. Belediye otobüslerinde yankesiciler, futbol stadlarında kalitesiz profesyonel futbolcular kötü futbolla halkın paralarını devamlı çalmalarına rağmen, insanlar ne otobüse binmekten ne de stad kapısından içeri girmekten vazgeçiyor. Sizce bu vazgeçmezliğin nedenleri nelerdir?

     

    Otobüs kalabalığını önleyemezsiniz. Fakat stad kalabalığını halkın ve gençliğin ruh sporundan mahrumluğuna bağlayabilirsiniz.

     

    Asgari ücretin 16.200 lira olduğu Türkiye’de vasat bir futbolcu 25-30 lira ödenerek transfer ediliyor. Ekonomik denge içinde bu tersliğe ne denir?

     

    Rezalet!

     

    Milliyet 28 yıldır Türkiye’ye soruyor. “Yılın sporcusu kim?” Aynı soruyu ilk defa size sorarsak, bize cevap mı yoksa öğüt mü verirsiniz?

     

    Öğüt veririm!.. Sporun saf aşktan çıkarılıp ihtikar ve istismar vasıtası olmaya yönelmesi

     

    Çok partili rejime geçtiğimiz 1946’dan 12 Eylül 1980 yılına kadar, tüm partilerin hükümet programlarında spor olgusuna ayrılan önem 5-6 daktilo satırını geçmiyor. Bu Türk sporu için bir talihsizlik mi, yoksa siyasi iktidarlar için bir ciddiyetsizlik mi?

     

    Samimi olmamanın ve modaya uymanın neticeleri…

     

    Çok partili dönemde parlamenter sıfatını kazanan hiçbir milletvekilinin spor konusunda tek araştırma ve kovalama yapmaması veya başbakanlık divanına sporla ilgili tek önerge vermemesi, parlamentoda sporla ilgli tek genel görüşme açılmaması, kısacası sporun parlamentodan, kapı dışarı edilişi size neler düşündürüyor? Yoksa parlamenterlerin çok ciddi, çok kültürlü, çok evrensel insan olduklarını Türkiye’ye anlatmaları için, mutlaka spor olgusunu “kafadışı” yapmaları mı gerekirdi?

     

    Yukarıdaki cevaplarım bu suale de karşılık teşkil edebilir.

     

    Sporu devamlı parlamento dışı tutan siyasal kadrolatın politik takvimlerinde örneğin 1950-60’lı yıllarda, bir partinin kendi kodamanlarını meclis dışına çıkarıp F.Bahçe, G.Saray ve Beşiktaş’ın başkanlık koltuklarına oturtmaları, bir başka partinin Lefter’i İstanbul milletvekili adayı yapma girişimlerinin altında neler yatıyordu?

     

    Sefil taktik, âdi hırs ve günübirlik politikacılık…

     

    1982 yılı ölçülerine göre, İstanbul’da km2ye 316 vatandaş düşüyor. Aynı İstanbul’da ise kişi başına düşen yeşil alan ise 1 metre 3 santim… Türkiye nüfusunun 10’da 2’sinin toplandığı İstanbul’da seyir stadları hariç, tek spor yapılacak tesis yok, yirminci yüzyıl biterken İstanbul kentine insan mezarlığı denebilir mi?

     

    Ancak işin ruhuna nüfuz edememek denebilir.

     

    Münih Olimpiyatları’nda yedi altın madalya kazanan Amerikalı yüzücü Mark Spitz, tüm olimpiyat tarihinin en büyük sporcusu sayılıyor. Amerika, Mark Spitz’i olimpiyatlara hazırlamak için 1.5 yılda 750bin dolar ( yaklaşık 16 milyon Türk lirası) sarf etmiştir. Bu örnek sizce Türk vatandaşını nasıl düşündürmelidir?

     

    Amerika ve biz ayrı köklerdeniz. Milli zevk ve anlayış hakim olmadıkça spor da ve bu mevzuda edilecek fedakarlıklar da söz konusu olamaz.

     

    Türkiye’de profesyonel futbol yılda 10-15 lira bir para üretiyor. Buna karşılık 1983 yılında Futbol Federasyonu’na bütçe olarak ayrılan para 90 milyon lira… sonra birlikte bağırıyoruz: “Milli takım yeniliyor” Siz bu olaya nasıl tavır koyarsınız?

     

    Aynı teşhis kelimelerini sıralıyorum. Haliç’in neresinden bir bardak su alırsanız alın tahlili hep aynı çıkar.

     

    Bir başka istatistik söylüyor: Türkiye’de ayda bir kişinin yediği et 1900 lira. Bir kişinin yuttuğu ilaç ise 2000 lira… Bu iklim dünya çapında sporcu çıkarmaya uygun mudur?

     

    Bu bir iktisadi meseledir ve altüst oluşumuzun ayrı bir tecellisidir.

     

    Avrupa ülkelerinde ve özellikle Amerika’da dinsel yapıların bahçelerinde spor tesislerine rastlamak mümkün oluyor da Türkiye’de cami avlularında güvercinden başka bir şeye rastlanmıyor. Müslüman törelerine göre cami avlusunda spor tesisi yapmak günah mıdır?

     

    Bu sualiniz garip ve gerçeğe zıttır. Amerika’yı bilmem ama kilise bahçelerinde Avrupa’da mevcut hiçbir spor tesisi hatırlamıyorum. Camilere gelince vecd dairesinin içine maddi hareket talimgâhları sokmak herhalde abes olur.

     

     

     

    (Milliyet 27 Şubat 1983)

    • Like 1

  19. Selamlar,

     

    Site olarak başlatmış olduğumuz 'kitap dağıtım projesi' kapsamında Üstad'ın kitaplarından müteşekkil 33 adet kitap Erzurum Merkez Anadolu Lisesi kütüphanesine sitemiz adına teslim edilmiştir. Yönetimin bilgi ve desteği ile gerçekleştirmiş olduğumuz bu faaliyetin hayırlara vesile olmasını diliyoruz. Öte yandan kitapların karton kapaklarının iç kısmına sitemizin tanıtımını yapan stickerlardan yapıştırılmış olup, yine sitemizin tanıtımını amaçlayan ayraçlardan konulmuştur. Bahsettiğimiz Erzurum Merkez Anadolu Lisesi, öğrenci potansiyeli olarak ortalamanın üstünde bir lise görüntüsündedir. Zaten orada iletişime geçmiş oldumuz kişi, lisenin hem idari personeli hem de edebiyat öğretmenlerinden birisidir. Kendisinden almış olduğumuz 'öğrencileri teşvik etme' sözü ise inşallah gelecek adına bizi umutlandırmaktadır. Tüm bunları söyledikten sonra, bu faaliyette yoğun emek sahibi w-racer adlı üyemize ve yine onun çok değerli arkadaşlarına bir kere de burdan teşekkür ediyoruz. Allah hayırlı işlerimizde bizleri muvaffak kılsın.

     

    Kitap listesi:

     

    1-Aynadaki yalan

    2-Babıali

    3-Çile

    4-Çöle inen nur

    5-Doğru yolun sapık kolları

    6-İdeolocya örgüsü

    7-ihtilal

    8-İman ve Aksiyon

    9-Kafa kağıdı

    10-Mümin-Kafir

    11-O ve Ben

    12-Sahte Kahramanla

    13-Son devrin din mazlumları

    14-Tarih boyunca büyük mazlumlar

    15-Nasrettin Hoca

    16-Yeniçeri

    17-Cinnet Müstatil

    18-Dininizi öğreniniz,

    19-Tiyatro eserlerinin tümü.

     

    Fotoğraflar ise şu şekilde :

     

    cimg8349m.jpg

     

    cimg8347.jpg

     

    cimg8346.jpg


  20. Selamlar,

     

    Üstad'ın Reis Bey'i Erzurum Palandöken Belediyesi katkılarıyla 1 hafta boyunca sahne alacak.

     

    Oyun : Reis Bey - 3 Perde.

     

    Yönetmen : Semih Yetimoğlu

     

    Saatler : Hatfa içi ( 19:30 ), Hafta sonu ( 15:00 - 19:30 )

     

    Tarih : 15-16-17-18-19-20-21 Mart.

     

    Yer : Büyükşehir Belediyesi Kültür Merkezi. (Yeni açılan iş merkezi içerisinde)

     

    Oyun ücretsiz olarak sergilenecektir.

     

    Tüm kullanıcılarımıza duyurulur.


  21. Hadi İstanbul'dakileri kapı dışarı edelim, bir kısmını Trakya topraklarına bir kısmını da Anadolunun 4 bir tarafına dağıtalım. İstanbul bir balıklara birde kuşlara kalsın. Acep o zaman da İstanbul olabilecek midir? Yoksa 10bin metre koşmuşda artık mecal kalmamış, zar zor nefes alan bir atlet görüntüsümü verecektir? Peki ya siz bu sefer de sessizlikten mi dem vuracakmısınız? :D

×
×
  • Create New...