Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Beylerbeyi

Admin
  • Content Count

    785
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    26

Posts posted by Beylerbeyi


  1. Kader, onun “iyi bir politikacı” olmasına karar vermiş gibiydi...

     

    İyi konuşuyordu, demagojiye sapmaktan çekinmiyordu, dine ve milliyetçiliğe vurgu yapıyordu, halktan biriydi ve halktan biri gibi davranıyordu, sahiciydi, çabuk kavgaya giriyordu, kitlelerle iyi ilişki kuruyordu, teşkilatçıydı, enerjikti...

     

    Ama derin bir kültürü yoktu, büyük bir vizyona sahip değildi, fazla hırslıydı, politikasını fikirsel bir temele oturtmakta zorlandığı için çabuk zikzak yapıyordu, Şemdinli gibi zor zamanlarda rahat adam harcıyordu, “tek adam” olmaya bayılıyordu, çok sık üslup kaymaları yaşıyordu, diplomatik ilişkilerde bile kahvehane raconu ile konuşuyordu.

     

    Politikada başarılı olacak, bir yerlere gelecek, sıradan bir “parti başkanlığını” ele geçirecek birinin profiline sahipti.

     

    Ve, kader, Erdoğan da dahil herkese gerçekten büyük bir çalım attı.

     

    Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye tarihinin en önemli “liderlerinden” birine dönüştü.

     

    “İyi politikacı”, geçirdiği değişimlerle “tarihî bir lider” olma başarısına erişti.

     

    Türkiye’yi de aşan çok geniş bir vizyonun sahibi şimdi.

     

    En zor, en belalı işlerden birine girişerek yirmi beş yıllık savaşı durdurdu.

     

    Bunu yaparken, sadece “tarihî liderlerde” görülebilen bir özelliğini ortaya koyarak, kendi taraftarlarının bir kısmıyla çelişebilme cesaretini de sergiledi.

     

    Herkesin “savaş” diyerek oy topladığı bir ülkede o “barış” dedi.

     

    PKK’lıların silahlarını bırakıp dağdan inmeleri için yolu açtı.

     

    Bunu büyük bir kararlılıkla, rakiplerinin ucuz ve hamasi demagojilerine aldırmadan yaptı.

     

    Şu anda Türkiye’de Erdoğan’ın çapında bir politikacı yok.

     

    Buna, Erdoğan’a en çok kızanların bile “hayır” diyebileceğini sanmıyorum.

     

    Erdoğan’ın “kalibresine” sahip kim var bu ülkede?

     

    Onun cesaretine ve vizyonuna sahip kim var?

     

    Kimse yok.

     

    Erdoğan, Türkiye’de rahipsiz.

     

    Ama artık sadece Türkiye’de değil bence dünyada da önemli liderlerden biri.

     

    Sadece Türkiye’deki savaşı durdurmadı, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da büyük katkılarıyla, bütün bölgeye barış getirecek “açılımlar” yaptı.

     

    Bir yandan Müslüman dünyada hayranlık toplayan bir “lider” olurken, bir yandan da Batı’nın fikirlerine önem verdiği, desteklediği bir yönetici oldu.

     

    Dünya sahnesinin önemli liderlerinden biri artık.

     

    Yakında Ermenistan kapısı da açılacak, yüz yıllık düşmanlık sona erecek, Suriye ile sınırı kaldırdık bile, Kürdistan’la iki sınır kapısı açılacak, Türkiye enerji hatlarının geçiş yolu olacak.

     

    Bunları yapan adam tarihe geçer, Erdoğan da geçecek.

     

    Bütün tarihî liderler gibi o da tarihe kendi adını kendi elleriyle, risk alarak yazdı.

     

    Hak ettiği alkış belki hemen patlamayacak ama bir iki yıl sonra bu barışın etkisini herkes hissetmeye başladığında alkışlar daha da kuvvetlenecek.

     

    Erdoğan, Türkiye’yi en kritik noktadan geçirip, çok doğru kararlarla “barışla” buluştururken, bu gelişime çok yardımcı olan bir başka liderin de hakkını vermemiz gerekir.

     

    DTP Başkanı Ahmet Türk, konuşmalarıyla, sözleriyle, barışı bütün samimiyetiyle isteyen gerçekliğiyle, sorunların çözümüne baş koymasıyla, ucuz ve kolay alkışlara gönül indirmemesiyle, “gerçek liderlerin” kalitesini ortaya koydu.

     

    Ahmet Türk’ün yerinde “tribün alkışına” önem veren gösterişçi politikacılardan biri olsaydı, Türkiye, Erdoğan’ın bütün kararlılığına rağmen barışa ulaşmakta çok zorlanırdı.

     

    Türkiye, Erdoğan’a olduğu kadar Türk’e de teşekkür borçlu bence.

     

    Bu ülke, yakın tarihinin en büyük gelişmesini yaşarken, savaş biterken, çocukların hayatı kurtulurken, Güneydoğu yaşadığı o korkunç 25 yılı geride bıraktığı için sevinirken, Batı bölgelerindeki Türklerde bir “burukluk” var gibi gözüküyor.

     

    Gazeteler bile bu “barışı” mümkün olduğunca küçümsemeye çalışıyor.

     

    Batı’daki Türkler, “barışın” anlamını kavrayamamış gibi gözüküyorlar.

     

    Bunun birinci nedeni, savaşın “uzaklarda” gerçekleşmesi, insanların sokaklarda, kırlarda, mahzenlerde, taburlarda öldürüldüğü coğrafyanın kendisine çok uzak olması...

     

    İkinci nedeni ise yirmi beş yıllık savaş sırasında “barışın” nasıl bir şey olduğunu unutması.

     

    Türkler, “barışı” değil, yirmi beş yıl boyunca medyanın kendilerine “bebek katili bölücü çılgınlar” olarak tanıttığı PKK’lıların “yok edilmelerini” istiyordu sanırım.

     

    PKK, öldürmekle bitecek bir örgüt değildi çünkü medyanın tanıttığı gibi bir “terör” örgütü değildi, PKK, çok acı çekmiş bir toplumun öfkesiydi.

     

    O öfkeyi dindirmeden, sadece insanları öldürerek PKK’yı “yok edemezdiniz”, öldükçe yenileri çıkardı ve çıktı.

     

    Bu ülke, binlerce insanını ve yüzlerce milyar dolarını bu savaşa gömdü, şimdi insanlarımızın enerjisini ve savaşa giden paraları yeniden hayata katacağız.

     

    Kısa zamanda bunun etkilerini hayatımızda hissedeceğiz.

     

    Ayrıca, bu savaşın bitmesi Türkiye’yi hem kendi bölgesinde hem de dünyada “en önemli, en saygıdeğer” ülkelerden biri yapacak.

     

    Geçmişin intikamına takılıp kalmak insanı geçmişe gömer, geleceği unutturur.

     

    Halbuki, yaşanacak zaman gelecekte bekliyor bizi.

     

    Hiç kimsenin kazanamayacağı bir savaşı geride bırakıp, herkesin kazanabileceği bir barışı ele geçirme başarısını gösterdik.

     

    Bu çok büyük bir başarı.

     

    Herkes “öldürebilir” ama sadece çok güçlüler “yaşatabilir”.

     

    Şimdi hep birlikte çok güçlüyüz.

     

    Mutlu ve zengin de olacağız.


  2. Merhabalar,

     

    sayın adminim son gelişmeleri özet geçtiğiniz için teşekkür ederim. Lakin ben bir sitemde bulunmak istiyorum. Kendimi bir an için dışardan bir 'misafir' yerine koyuyorum ve bu başlığı okuduğumu farz ediyorum, bir çok çıkarımda bulunduktan sonra özetle şu vahim sonuca varıyorum; 7 bin küsür üyesi bulunan muhteşem bir örgütlenmenin, kitap dağıtım projesi gibi çok önemli bir meselede 'katılım açısından, fikir beyanı açısından' niye bu kadar pasif kaldığını bir türlü anlayamıyorum.

     

    Bu projenin, Allah'ın izniyle nihayete ereceğine, hedeflenen sonuçlara büyük oranla varılacağına can-u gönülden inanıyorum, bu istikamette dua da ediyorum. Fakat ister duygusallık deyin ya da ne isterseniz onu deyin, böyle mühim bir meselede kemmiyetin bu denli az olması beni hayliyle üzüyor.

     

    Tabi biliyorum ki bunda sizin yapabileceğiniz birşey yok :) bu tamamen kişisel ve duygusal bir mevzu. Benim sözüm kıymetli üyerlerimize ve daha da önemlisi değerli gönüldaşlara.

     

    Not: Lütfen bunu tatlı ve haklı bir sitem olarak kabul edin.


  3. Eğitim şart!

     

    Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyor ya, devlet ayrı kutlar, belediyeler ayrı kutlarlar.

    Devletin kutlaması, generallerin merasim üniformalarını, politikacıların da silindir şapka ve fraklarını giyip Anıtkabir'e gitmeleri şeklindedir. Seksenli yılların başlarında, bir yakınım, silindir şapka, pelerin ve eldivenleriyle Kenan Evren'i televizyonda gördüğünde "sihirbaz Mandrake'ye benzemiş" demişti...

    Evde söyledi, uluorta konuşsaydı kendini kodeste bulurdu.

    Sıradan vatandaş, bayramı genellikle "evde, televizyon başında", yani pijama ve terlikle kendi kendine kutlar. Hani, spiker uzun boşlukları nasıl dolduracağını bilemez de aynı cümleyi on yedi kere tekrarlar ya, işte onlar... Hani tören alanına giren göstericiler de hep "adeta bir çiçek gibi" açılırlar...

    Belediyeler de, kimsenin pek aldırmadığı birtakım "etkinlikler" düzenlerler işte...

    Kutlamalar görkemli de geçse, görkemsiz de geçse, nasıl olsa ertesi gün basında bayramın "coşkuyla" kutlandığı yazılacaktır. Bütün yurtta, dış temsilciliklerimizde ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde, törenlerle.

    "İlgi cılızdı" falan yazarsan başına dert alırsın. Bu yalnız 29 Ekim için değil, 23 Nisan ve 19 Mayıs için de geçerlidir.

    Gece de "fener alayları"... Bu fener alayından kimin ne zevk aldığını bir türlü anlayamadım, çünkü otuzlu yılların Nazi gösterilerini "fazlasıyla" andırır. Demokratik ülkeleri bırakın, Sovyetler Birliği'nde bile "meşalelerle gece yürüşü" görülmemişti.

    Efendim, kulağıma geldiğine göre, CHP'li belediyelerimizden biri, bu yıl Cumhuriyet Bayramı'nı "Atatürkçü bir şekilde" kutlamaya karar vermiş...

    Hayır, İstanbul'un ilçeleriyle ilgisi yok, bir taşra belediyesi. İstanbul'da pek kimse kalkıp da belediye kutlamasına gitmez.

    Bu tür etkinlikler, hoparlörden "bir adet sarı inek bulunmuştur" türünden anonsların yapıldığı küçük yerlerde önemlidir çünkü başka dişe dokunur bir etkinlik pek yoktur yıl boyunca...

    Peki, Atatürkçü etkinlik nasıl olur?

    "Atatürk'ün sevdiği şarkıları" çalarak mı? Ama onların hepsi "alaturka"...

    Elbette, tango yaparak! Alafranga...

    Fakat tango zordur. Sulandırılmış Türk tangosu daha kolaydır ama, gerçek tango, Arjantin tangosu çok zordur, öğrenmesi de aylar sürer. Tamam, "sekiz temel hareket" diyelim ki kolaydır ama sonrası... Her babayiğit yapamaz.

    Hele bir "ganço" figürü vardır ki (kanca)... Partönerinin iki bacağının arasından ayağını hızla uzatıp, yani havayı tekmeleyip hemen kıvırarak geri çekeceksin... Bir erkek yapacak bunu, bir kadın...

    Yani hanım topuklu ayakkabısıyla hedefi tutturamazsa, gitti senin takım taklavat!

    Efendim bu bizim CHP'li belediye tango gecesi düzenlemeye karar vermiş ama, bir de bakmışlar ki, başkan da, meclis üyeleri de, belediye görevlileri de dahil olmak üzere, aralarında tango bilen hiçkimse yok! Pes vallahi, bu nasıl Atatürkçülük?

    Bayrama da iki hafta kaldı şunun şurasında... Hemen öğrenmeye karar vermişler.

    Şimdi harıl harıl tango çalışıyorlar...

    Önce kendileri öğrenecekler, sonra geceye gelen vatandaşlar olursa onlara da... oracıkta nasıl öğretecekler, Allah bilir!

    Çünkü cahil halkı önce eğitmek gerekir. Eğitim şarttır.

     

    Engin Ardıç / 17 Ekim 2009 / Sabah


  4. Hafta sonu kanaldan kanala seri geçiş yaptığım bir sırada, bir tartışma programına denk geldim. Aşina simalar arasında, islamcı kanallarda arz-ı endam ederek ünlenen, her vesile ile ateist olduğunu deklere eden hatun kişi vardı. Malum, Başbakan yakın zamanda Türkiye'nin değerleri olarak bir takım isimler zikretmişti.

    İşte Başbakan'ın sıraladığı bu benzemez isimler içinde Necip Fazıl'ın zikredilmesi, çıldırtmış bu profesyonel edalı bayanı. Necip fazıla öfke kusuyor kendince.

    Efendim, Necip Fazıl otoriter rejim seven bir faşistmiş!..Ohaa!!..

    Bu isimler arasında ne işi varmış!..

    Senin gibiler sevsin seni!.. Sözde demokrat sosyalist özgürlükçü.

    Yani, sırf demokrasi adına saldırıyor kadın!..

    Öte yandan, ister uzlaşı deyin-ister kompleks; AK Partilelerin ağızlarından düşmeyen Nazım Hikmet'in Başbakan tarafından telaffuz edilmesine ise tek lafı yok. Hazdan apışmış haspam...

    Ulan, otoriter ve totaliter rejimin tarihteki ağababası Sovyetler Birliği'ne aşık olan, bu uğurda vatanını terk edip, bütün bir ömür bu rejime hizmet eden Nazım'a ''Demokrat'' demek; her şeyin üstüne, bir de ''fikrin fahişesi'' olmak değil de nedir?

    Bak kızım, bu toprakların son iki asırda yetiştirdiği dünya çapında yegane mütefekkir Üstad Necip Fazıl Kısakürek; çağının insanını nasıl tarif ediyor:

    ''Zıpzıp kadar küçülmüş ve dimağ faaliyeti durmuş beyinleriyle, devasa hale gelmiş sindirim ve tenasül faaliyeti içinde birbirini yiyen yığınlar...''

    Ya seni ve senin gibileri görseydi?..

    Her neyse...

    Büyük mütefekkirin, insanın ve çağın nabzını hakikatin hakikatine nispetle yakalan ve ördüğü ideolocya'sının diyalektiğini tel tel ipekten dokuyan bu müstesna şahsiyetin, remz şahsiyetin, yani Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in; seninki gibi bir ağızdan takdiri; ona ve sevenlerine en büyük zulüm olurdu. Takdir anlayabilmeyi, anlayabilmek ise en asgariden de olsa bir beyin taşımayı gerektirir...

    Muhatap alınmış olmak bile bir başka kıvrandırdı seni biliyorum. Ama bu ilk ve son...

    Bu zevki bir daha asla tattırmam sana, ümitlenme. Ama sen de artık, ne beyin(ciğine) ne de ağzına sığdıramayacağın şeylere, ağızlarını yaklaştırma kızım!..

     

    Kaynak: Vakit gazatesi / 17 Ekim 2009 / Okur yorumları.

     

    Yazan: Metin Ay/ İstanbul

    • Like 2

  5. Bunun altı, üstü, bir de yapısı varmış

     

    Bu memlekette iki sene önce bir "referandum" yani halk oylaması yapıldı, bundan böyle cumhurbaşkanını halkın seçmesi, hem de yüzde 70 gibi "ezici" bir çoğunlukla kabul edildi.

    Öyle mi, değil mi? Öyle.

    Çok meraklılar için kesin oranları da hatırlatalım: Katılım yüzde 67.5, evet oyları yüzde 69.1, hayır oyları yüzde 30.9...

    Böyle mi, değil mi? Böyle. Biz beğensek de böyle, beğenmesek de böyle.

    Tövbe, yüzde 70 değilmiş yahu, 69'un "küsuratı" varmış, biz yuvarlamışız... Bak nasıl mahcup olduk şimdi...

    Öyle ya da böyle, sonuç belli mi? Belli... Kesin mi? Kesin.

    Şimdi buna karşı çıkmak, "cumhurbaşkanını gene meclis seçsin" demek, "halkın kararını tanımıyorum" anlamına mı gelir, "yasayı çiğneyelim" anlamına mı gelir, ona da siz karar verin.

    Ama Deniz Baykal bunu "telaffuz" etti. Sayın Baykal (şimdi Deniz Bey desem Ankara'da hakaret gibi algılanır), cumhurbaşkanını meclis seçsin diyor.

    Gerekçe olarak elbette bazı basın serserileri gibi "göbeğini kaşıyan ayılar öbür yönde oy verdiler" diyemiyor...

    "Referandum sonucu geçersiz sayılsın" da diyemiyor... "Sabih Kanadoğlu gene bir hokkabazlık yapsın da durumu kurtarsın" da diyemiyor...

    Hele "ordu göreve" falan, hiç mi hiç diyemiyor...

    Bunları diyemeyince, cumhurbaşkanını halkın seçmesinin "altyapısının bulunmadığını" ileri sürüyor!

    Bunun altının yapısı nasıl bir yapıdır acaba? Kadayıfın altı gibi kızarması gereken bir şey midir?

    Yani yurt genelinde ulaşılamayan beldeler, sandık kurulamayacak noktalar falan mı var? Yüksek Seçim Kurulu'nun el atamayacağı dağ başlarından eksik ve sağlıksız oylar mı gelecek? Yeterince oy pusulası mı basılamayacak, yoksa cumhurbaşkanı adayları "iletişim sorunları" yüzünden ücra yerlere seslerini mi duyuramayacaklar? Seçmen, adayları mı tanıyamayacak, partisini mi bilemeyecek? Bugüne kadar aynı şartlarda yapılan seçimler seçim değil midir? Onlar ne olacaktır?

    Yoksa Sayın Baykal "halkın eğitimsiz ve bilinçsiz olduğunu, kime oy vermesi gerektiğini idrak edecek düzeye gelmediğini" mi söyleyecektir?

    Kendisine her seferinde ısrarla ve fakat "içi kan ağlaya ağlaya" oy verenlere bakılırsa bu mesele epeyce tartışmaya açıktır...

    Sayın Baykal'ın sözünün ardında durmasını, bir adım daha atıp bu görüşünü doğal mantığına ve sonuçlarına ulaştırmasını, "radikalize" etmesini bekleriz. O da şudur: "Eğitim şart. Önce halkı eğitmeli, sonra demokrasiye geçmeliydik. Recep Peker haklıydı, İnönü acele etti."

    Aslında bu kadar ince eleyip sık dokumaya, lafı evirip çevirmeye gerek de yok...

    "Türkçe'sini" söylesin de o da rahatlasın biz de rahatlayalım. O da şudur:

    "Eyvah! Halk seçerse gene 'bunlar' kazanacaklar!"

    Engin Ardıç / 02 Ekim 2009 / Sabah


  6. Ne zamandır takip edemediğim için burada da paylaşma fırsatı bulamıyordum. Neyse ki bugün tekrar başladık hadi hayırlısı. İyi okumalar.

     

    Parti kurmadan yaşayamazlar

     

    Rahşan Hanım, Allah daha da uzun ömür versin, tam 86 yaşında. Ve parti kuruyor.

    Evinde yardımcısı olmadan "çay partisi" vermekte bile zorlanacak yaşlı bir hanımefendi, siyaset yapıyor...

    Hanımefendinin özel sektörde, kamu sektöründe, devlette falan herhangi bir iş geçmişi, memuriyeti, bir mesaisi, bir parlamento hayatı, başarı ya da başarısızlıkları, "bireysel tarihinde" herhangi bir eylemi yok, bütün özelliği Bülent Ecevit'in eşi olmuş olmak...

    Ve parti kuruyor. Bizim hanımın köşe yazarlığına heves etmesi gibi bir şey...

    Canım kendisi "fiilen" görev almayacakmış, bir tür "fikir anası" olarak kalacakmış. Partiyi, DSP'den kopan bir avuç Ankaralı kuracak, içlerinde Türkiye'nin en zeki adamı olduğu söylenen sevgili kardeşim Emrehan Halıcı da var.

    Bunlar niçin parti kuracaklarmış? Çünkü eski partileri DSP, hanımefendinin deyimiyle "Ecevit çizgisinden" uzaklaşmış.

    O partinin, DSP'nin, yeni seçimde Meclis'e girmesi bile mümkün görülmüyor... Bunlar gireceklermiş.

    Partide sağcılar da olacakmış, solcular da... Bu bile işin "ciddiyetsizliğini" göstermeye yeterli.

    Ecevit çizgisi nedir? Sol olduğunu ileri süren ama solla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan sert bir milliyetçilik... Üstelik de "beceriksizlik" kavramıyla bütünleşmiş... O çizgi bugün "Silivri aydınlarına saygılar sunan" avukat Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli tarafından mükemmel şekilde yürütülüyor.

    Ortalıkta yeterince "nasyonal" var, buna bir de "sosyalist" mi eklenecek?

    Yani bunlar seçmenden oy alıp iktidara gelecekler... CHP'ye, MHP'ye ve DSP'ye yüz vermeyen seçmen bunlara verecek, Rahşan Hanım belki de cumhurbaşkanlığına oynayacak, Emrehan da "bilgi yarışmalarından sorumlu devlet bakanı"... Yıl da tabii bu arada 2026'yı falan bulacak. Rahşan Hanım 103 yaşında...

    Bunun böyle olmayacağını bile bile niçin parti kurarlar?

    "Devlet yardımını kapmak için" desem, ceplerine indirecek değiller ki, o parayı gene parti işlerinde kullanacaklar...

    Başka türlü yaşayamadıkları için.

    Ankara'da başka türlü yaşanamadığı için diyelim ya da...

    Elde edecekleri tek başarı, seçime kadar Meclis'te "iki koltuk" sahibi olmaktır (Emrehan ile Recai Birgün), hepsi budur. Bunun ne anlamı, ne yararı vardır? Ufuk Uras iki senedir orada oturuyor, ne faydası ya da zararı görülmüştür? Baskın Oran kazansaydı o da öylece oturacaktı.

    Eee, değer mi?

    Hayatında başka bir şey yoksa, değer. Mala davara değilse bile sana faydası dokunur. Biyografine yazılır, ansiklopediye girersin. "Vikipedi"de adın geçer. "Tıklanma" sayın artar. "Kıyak emeklilik" hakkı da kazanırsın.

    "Bile bile lades" olmanın gülünç umarsızlığının üstünde hiç durmazsın, tabela partileriye uğraşmanın, akıntıya kürek çekmenin gereksiz abesliğine hiç aldırmaz, sorarlarsa "memleketi yöneteceğim" falan diye de atar tutarsın. Daha da uçuyorsan, devrim yapacağını bile söylersin.

    Rahşan Ecevit'in kuracağı söylenen DHP'yi, yani Demokratik Halk Partisi'ni yürekten kutlar, başarılar dilerim. "Kuaför Vili'den ayrılan manikürcü Perihan" misali, CHP'den ayrılan DSP'ye şimdi de ondan kopan DHP ekleniyor.

    Hele Mustafa Sarıgül de, basın şaklabanlarının umdukları şekilde "gürül gürül bir sel gibi" gelsin de, oylar azıcık daha kırılsın! Birbirlerini çelmeleyip hepsi birden elbirliğiyle AKP'ye çalışsınlar. Bunu söylediğimiz için bize de küfür etsinler.

    Bir de "10 Aralık Partisi" vardı, o ne oldu yahu? Bizi partisiz bırakmayınız. Komedi filmi seyretmek için ille para harcayıp bilet mi alacağız?

     

    Engin Ardıç / Sabah / 23 Eylül 2009


  7. selamlar,

     

    sayın serdengeçti lütfen sakin olunuz, ben yukarda yazdıklarınızdan kendi payıma düşeni alıyorum, fakat üzülerek söylüyorum ki, bir gönüldaşın muhabbetinin sıcaklığını alamıyorum. Doğru yahut yanlış herkes fikrini söylesin diye bu başlık açıldı, bu hırçın tavırlarınız (bana göre böyle) beni değilde başka arkadaşları soğutabilir! Bu nedenle lütfen biraz daha dikkatli olalım.

     

    Sayın adminim açıklamarınız için teşekkür ederim. Fakat 2 noktaya hemen açıklık getirmek istiyorum.

     

    Mesela hangi sınıf yada yaş grubundan başlayacağımız, siz son mesajı yazana kadar muammaydı. Şu an hiç değilse aklımızda bir sayı var. Sonra siz bu başlığı ilk açtığınız yazınız da, ''..fikir altyapısını oluşturduğumuz projemiz ile bazı kurumlarla, bazı şahsiyetler aracılığıyla temas sağlayıp, Üstad'ın kitaplarını 3-4 ay aralarla düzenleyeceğimiz buluşmalarda bir araya getirdikten sonra tespit edilen yerlere göndereceğiz. Bunu yaparken tanıdıklarımızın çalıştığı, gidip bizzat görüştüğümüz veya İmam-Hatip statüsünde hizmet veren okulları yahut diğer kuruluşları tercih edeceğiz.'' cümlelerini kullanmışsınız. burda ki diğer kurumlar ibareside hangi sınıflardan dağıtıma başlanılacağı meselesiyle aynı bilinmezlik uzayında. Eğer biz beyin fırtınası yaparda bu kurumları belirlersek, üyelerimiz arasında bu kurumlarla irtibat kurabilecek kişilerde bulabiliriz. aslında bu işler de bir nevi yol haritasının parçalarıdır. :) Bir diğer meselede şu ki, mp3, çanta vs gönderelim derken, her kitabın yanında bi tane de bunlardan gönderelim demiyorum. Galiba orada bir anlatım eksikliği oldu, ondan ötürü de yanlış anlaşıldım, özür dilerim. lakin demek istediğim, -orta okul seviyesinde ki arkadaşlar için düşünmüştüm bunu, insanların okumasını bekleyerek, amacımıza ulaşamayabiliriz, bunun yerine imkanlar ölçüsünde bazı teşvikler uygulanabilir. örneğin: üstad kitaplarının tümünü( bizim onlara gönderdiğimiz ve tavsiye ettiğimiz) okuyupta en güzel özeti ya da makaleyi yazan ya da üstadı anlatan arkadaşa, üstadın kendi sesinden okuduğu şiirlerinin de yer aldığı bir mp3 hediyemiz olacaktır. Al sana bal gibi teşvik. tabi ki de bu ve benzeri öneriler, değiştirilebilir, geşiltirilebir ya da komple reddedilebilir. sadece küçük bir öneri...

     

    Tüm arkadaşkara kolaylıklar diliyorum, saygı ve edep sınırları içinde kalarak tartıştığımız her mesele, Allahtan ümit ediyorum ki hepimizin hayrına olacaktır.

     

    selametle.


  8. selamlar,

     

    Teknik meselelere girmezden evvel bu çalışmanın bundan sonra ki bütün sosyal çalışmalara önayak olmasını niyaz ederim. Fikri ortaya atandan da çalışmaya katılacak olandan da bize bu aşkı yaşatmaya vesile olan üstadımızdan da Allah razı olsun.

     

    Bu dua makamında ki :) girizgahı yaptıktan sonra aklıma takılan, çalışmanın detaylarına ait bir kaç soru sormak, kabul buyurursanız da bir kaç tavsiyede bulunmak istiyorum.

     

    Öncelikle bu çalışmayla hedef kitlemiz tam olarak kimdir? ilk öğretiminen tutun lise son sınıfa kadar 12 farklı yaş grubunda öğrenci var. hangi sınıf aralığına hangi kitaplar gönderilecek? Buna bu projeyi gerçekleştirenler mi karar verecek yoksa karşı tarafta irtibat kuracağımız öğretmeni-kütüphanecisi mi karar verecek?

     

    Sonrasında aklıma şöyle birşeyde geliyor, ben o çağlarımdayken çok fazla kitap okuyan birisi değildim, etrafımdakiler de çok fazla okumazdı. bırakın okumayı ders çalışmak bile sınavdan sınava olurdu. o da geçme kalma derdi olmasa belki de hiç olmazdı. sonuç olarak şunu demeye getiriyorum, genç arkadaşlarımızın bizim yolladığımız kitapları okumaları için ne tür bir sebep bulmayı düşünüyorsunuz. ya da bu kitapları neden okusun ve önem versinler ki?

     

    İmdi,

    bu kritik kararı irtibat kuracağımız öğretmenlere mi bırakacağız, yoksa projenin fikir babaları bunun içinde birşey düşündüler mi? yukarda sözünü ettiğim üzere tavsiye olması bakımından da şunu söyleyebilirim ki küçük bir çanta, güzel bir kalem, orta hafızalı bir mp3 çok teşvik edici olabilir. :) İlla ki paranın tümünün kitaplara yatırılması şart mı?

     

    Kıymetli arkadaşlar, aslında bu tür sorular çoğaltılabilir, insanların aklındaki soru işaretlerini gidermek için, bütün detaylarıyla yol haritanızı yazabilirmisiniz? bizde duruma göre elimizden geldiğince harita üzerinden tavsiyelerde bulunabiliriz.

     

    Hayırlara vesile olmasını umut ettiğimiz bu çalışma da tüm üyelerimize Allah'tan kolaylıklar dilerim.

     

    selametle.


  9. selamlar,

     

    sayın adminim erzurum yıllardır direniyor, çırpınıyor hatta ve hatta ağlıyor sırf şu yaban ellere gelmemek için. bir gelirse biliyor ki ne eski erzurum kalır ne de erzurumlu. sırf bu nedenle de olsa ben teklifimde ısrar ediyorum. bizim kapımız bütün müslümanlara özelliklede gönüldaşlara sonuna kadar açık.

     

    Allahü teala nasip etti, geçtiğimiz 3-5 yıl içerisinde farklı şehir ve ülkelerde oruç tuttum. inanın istanbul dahil hiç bir yerde bu kadar dolu dolu bir ramazan yaşamadım, yaşamıyorum. haa birde laikler sırf şu ramazan havasından ötürü erzurumu sevmezler. neymiş efendim heryer kapalıymış, yiyecek içecek birşey bulamıyorlarmış, kadınların büyük bir kısmı kapalı hatta çarşaflıymış. kimse sokakta sigara içmeye dahi cesaret edemiyormuş. anlayacağınız buram buram irtica kokuyor. :)

     

    yani diyorum ki gelmek ve görmek için sebep çok, :) inşallah burda da buluşmak birgün kısmet olur.

     

    selametle.


  10. Selamlar,

     

    şu istanbul ve civarında oturup ta bu tür toplantı vb şeylere katılmayanlara inanın hayret ediyorum. hadi davayı filan geçtik insan sırf değişiklik olsun diye katılır. hem trra abi olsun, hem kıymetli adminlerimiz nfk-fan, mehmet, ve ilcege abi olsun hepsi çok muhabbet insanlar. yerine göre herşeyi konuşurlar. :)

     

    neyse konuyu daha fazla dağıtmadan toplayalaım artık. Allah-ü teala inşallah bu ve benzeri toplantıları hayırlara vesile kılar, ben o duyguyu çok iyi biliyorum ki,-hem gönüldaşlarla tanışmak hem de içtimai bütün meselelerde sohbet etmek insanı hayliyle mutlu ediyor.

     

    1 not: bir daha ki toplantı değerli adminlerimizin yoğun isteği üzerine erzurumda gerçekleştirilecektir. :) hadi hayırlısı...


  11. Mega giga püsür

     

    Kendini olduğundan daha fazla göstermek, eskiden ayıptı... Olduğuyla böbürlenmek bile ayıptı. Alçakgönüllülük erdemdi.

    Ama bu, "kapitalizm öncesi Türkiyesi'nin" erdemiydi. Bizi de bununla yetiştirdiler.

    Bu yüzden, görgüsüzlüğün ve şımarıklığın mubah olduğu, bütün değerler sistemi çökmüş ve yerine sağlıklı bir yenisi konulamamış yeni Türkiye'de "enayi" durumuna düştük.

    Bize öyle öğrettiler, örneğin onun için de bir tek gün bile "şurada şu saatte kitaplarımı imzalayacağım, hepinizi beklerim" yazmak terbiyesizliğini yapmadım.

    Kitabımın yayınlandığını bile duyurmadım.

    Çünkü reklam yapmak benim görevim değildi, hele kendi reklamımı...

    Olağanüstü bir "allak bullak olma" sürecini yaşayan Türkiye'de şimdi bir "upgrade" modası var.

    Türkçe-İngilizce kırması "piç bir dille" konuşmak da erdem sayıldığından, öyle yazdım.

    Kapıcılar "apartman görevlisi" oldular, bekçiler "güvenlikçi", hizmetçi "temizlik yardımcısı", banka memuru "bankacı"... Sağırlar işitme özürlü oldular, dilsizler konuşma özürlü, keller de tarama özürlü...

    Bu "kibarlık" sanılıyor ve eski tanımlar kullanılınca hakaret gibi algılanıyor.

    Örneğin "karı" demek yasak, "eş" diyeceksin... "Bizim Ahmet'in karısı" dersen kaba adamsın. Feministler de bozulurlar, "erkek şovenisti domuz" olursun.

    Lakin bu gidişat, dünya kapitalizminin "insanları pohpohlayarak sömürme" anlayışına da uygun. Üç kuruş ücrete köle gibi çalıştırılan gariban memure, "bankacıymışım meğer" diye sevindiriliyor.

    Spor sayfalarını, daha doğrusu futbol sayfalarını pek izlemediğim için unutmuşum, geçen akşam Galatasaray'ın yedek kadrosunun tel tel döküldüğü Tobol Kostanay maçını seyrederken hatırladım: Bildiğimiz UEFA Kupası, bundan böyle "Avrupa Ligi"... Daha önceleri de "fuar şehirleri kupasıydı"...

    Avrupa'nın ikinci sınıf takımlarının katıldığı ikinci küme maçları bunlar, ama halklar "bu da önemli bir kupadır" diye kandırılıyorlar.

    Nitekim birinci küme maçları da eskiden "şampiyon kulüpler kupası" olarak anılırdı, sonra "Şampiyonlar Ligi" oldu.

    Hiç geri kalır mıyız, aynı saçmalığı biz de benimsedik.

    Bildiğimiz birinci lig, "süper lig" oluverdi.

    Bildiğimiz ikinci küme de, birinci lig! Üstelik bunlar, parayı bastıranın adıyla anılıyorlar.

    İkinci kümede oynayan gariban, "meğer ben birinci lig oyuncusu olmuşum" diye sevinecek. "Ekmeğimi de falanca banka veriyormuş"...

    Eee, kötü oynayan takıma nasıl "aleyhte tezahürat" yapacaksınız peki? Eskiden "kümeye, kümeye" diye bağırırdınız, şimdi "birinci lige, birinci lige" diye mi tempo tutacaksınız?

    Şarkıcılar için de geçerli değil midir bu "upgrade" çılgınlığı? "Mega, giga, ultra" falan derken Eski Yunanca'da da Latince'de de kelime tükendi...

    Yok yok, züppelere tüyo vereyim: Daha sırada "tera, peta, exa, zeta, yota" var...

    Ama "Peta star Ajda" pek ağıza hoş gelen bir tanım değil.

    Peki, "sanat güneşinden" daha iyi söyleyen birisi çıkarsa "sanat nötron yıldızı" ya da "sanat kızıl cücesi" mi olacaktır? Ama bunun için Türk San'at Musikisi sevenlerin fizik de bilmeleri şarttır.

    Güzellik kraliçeleri de "Miss World" olmaktan "Miss Universe" olmaya terfi ettiler...

    Demek ki Jupiter gezegeninde de, Andromeda galaksisinde de ondan daha güzel kız yokmuş! Öyle mi, nereden biliyorsunuz, gittiniz de mi gördünüz?

    Tövbe tövbe, dilimize çevirip "Bayan Evren" deyince de bambaşka bir şey akla geliyor...

     

    Engin Ardic / Sabah /18 Temmuz 2009


  12. "Gardrob Atatürkçüsü" derlerdi

     

    Gençler ancak kitaplardan bilirler, bir zamanlar Cevdet Sunay diye bir cumhurbaşkanımız vardı...

    Genelkurmaybaşkanlığından cumhurbaşkanlığına "doğrudan geçiş" yapılan dönemlerin eski Türkiye'si...

    Halk arasında kendisine takılan ismi yazmayalım da mahkemelik olmayalım.

    Bu Cevdet Sunay'ın, daha başka birçok marifeti arasında, "Akdeniz Oyunları'nı açıyorum" şeklindeki kısa, öz ve anlamlı konuşması çok ünlüydü örneğin, 1971 yılında... Açılış konuşmasını elindeki kâğıttan okumuştu.

    Dedim ya, gençler nereden bilecekler?

    Gene o sıralar, beni dehşete düşüren bir iş daha yaptı.

    Hayır, hepimizi dehşete düşüren 12 Mart darbesindeki tutumunu kastetmiyorum.

    Bir manevra vardı, ordu manevrası, ya da "tatbikat", yıl 1970 ya da 1971... Olur ya... Kırmızı kuvvetler, mavi kuvvetleri ister istemez yenecekler...

    Sunay, bu manevrayı hem ordunun "fiili" eski komutanı, hem de yeni "teorik" komutanı sıfatıyla izliyor, izleyecek elbette...

    Cumhurbaşkanımız bu manevraya "sivilleri" giymiş olarak geldi, sivil sayılıyor ya...

    Fakat üzerindeki sivil kıyafet, otuzlu yılların Atatürk kıyafeti! Kafada kasket, sırtında dıştan cepli, beli kuşaklı "avcı ceket", ayağında da "golf pantolon"... Hani paçaları çorabın içine sokuluyor...

    Elini de, Atatürk'ün bu kılıkta katıldığı bir manevra fotoğrafında gördüğü şekilde, göğsüne sokuyor.

    Ufuklara, piyade talimnamesinde belirtildiği şekilde "sert ve fakat mütebessim" bakıyor...

    Daha beterleri henüz karşımıza çıkmamıştı. Daha kötü günler görmemiştik. Henüz, birileri hakkında "yeniden evlenmek istiyorum ama Latife adında bir hanım arıyorum" gırgırları yapılmıyordu... Henüz, "doktor, öleceksem raporuma 'siroz' yaz" diye dalga geçilmiyordu bu tür adamlarla... Konya'ya gidip "ben de imam çocuğuyum", Rize'ye gidip "ben de balıkçı çocuğuyum", Adapazarı'na gidip "ben de köfteci çocuğuyum" diyenlere, "aman, sakın Soğukoluk'a gitme" denilmiyordu...

    En fazla, bir "çivit" markası hatırlanıyordu...

    Gençler anlamazlar ama ben de yaşlılar hatırlayıp acı acı gülsünler diye yazdım. Nicedir yazmak istiyordum nitekim, nasip kısmet bugüneymiş.

    Yıllar sonra bir kere daha dehşete kapıldım.

    "Triko kralı" Hayrettin Karaca, "Atatürk kazağı" üretmiş, doksan dokuz liraya satıyordu. Otuzlu yılların modası tabii, kolsuz, baklava desenli... Hani "Küçük Ülkü'yle" oynarken falan giydiği...

    Eski belgesel filmler siyah-beyaz oldukları, kazağın gerçek renkleri bilinemediği için de, siyah-beyaz!

    Bu kazaktan birçok kişi aldı. Kimisi resim çektirip gazetede yayınladı. Giyince Atatürkçü oluyorlardı.

    Banka reklamında da kullandılar, bir çocuk, bu kazağı giymiş olan Atatürk'e "aaa, senin de bizim gibi eline diken batar mı" diye soruyordu...

    Mücadelemiz, bazı şerefsizlerin ileri sürdükleri gibi Atatürk'le değildir, asla...

    Kimlerle, hangi kafayla, hangi zihniyetle olduğunu gördünüz.

    Bunlara "gardrob Atatürkçüsü" derlerdi eskiden. Halk arasında "gardolap" da denir.

    Anlamak istemeyenlerin bile anlayabilmeleri için daha kaç kere yazmam gerekiyor?

     

    Engin Ardic / Sabah / 17 Temmuz 2009


  13. selamlar,

     

    Efendim allah kolaylık versin. Ben inanıyorum ki sitemizde bir karikatür kitapçığı oluşturabilecek kadar çizebilecek arkadaşlar vardır. Hele ki konu üstad olunca kalemleri kendiliğinden çizecektir. Yeter ki isteyelim inşallah.

     

    Bir de bu iş yani çizim kısmı tamamlandığın da, inşallah onu güzel bir kitapçık haline getirebiliriz. Geçenler de bir kitapçı da karikatür kitaplarını gördüm de çok hoşuma gitti, şöyle güzel bir karton kapak, içi kuşe kağıt, dışında bir üstad resmi, altına da bir nüktesi. ALLAH ALLAH. :)

     

    Neyse efendim allah utandırmasın, selametle.


  14. bu adam bir alem dostlar.:)

    CHP'li kılığına girdim

     

    Son günlerde "kılık değiştirme gazeteciliği" pek gözde ya, ben de "CHP'li" kılığına gireyim dedim... Fotoğraf çektiremediğim için kuru kuru okuyacaksınız, kusura bakmayınız.

    Önce bakkala telefon ettim (yok, masraf olmasın diye kendim gidip söyledim), sabahları bizim eve gönderdiği bütün gazeteleri iptal etmesini, bundan böyle yalnızca Cumhuriyet göndermesini tembihledim. Pazar günleri ek olarak bir de Milliyet.

    Sonra evdeki bütün yabancı içkileri döktüm. Tekel yapımı olmayan hiçbir içkiyi eve sokmamaya karar verdim.

    Viskiyi bıraktım, rakıya döndüm. Rakının da, hani üstünde Atatürk'ü andıran smokinli iki adam bulunan cinsine...

    Sonra hatırladım: Adnan Menderes de ondan içerdi... Vazgeçtim.

    Elimdeki bütün dövizleri bir devlet bankasına gidip "resmi kurdan" bozdurdum. Zarar ettim ama devletime feda olsun... Bundan böyle, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın o ünlü manzumesine uygun davranacağım: "Dolar kullanan yurttan atılır!"

    Bütün dış gezi programlarımı da iptal ettim, yaptırmış olduğum rezervasyonları bozdum. Devletin dövizleri çarçur olacaktı. Döviz, harcamak için mi kazanılırdı?

    Fakat avantadan bir durum olur da hani "üniversite falan gönderirse" reddetmem doğrusu...

    Yılda bir kereden fazla yurtdışına çıkmam ama... Benim emekçim, benim memurum ona bile güç yetiremiyor, ne işim var yurtdışında? Bu fakir ülkenin birikimi böyle böyle ziyan ediliyor.

    Hanımı sıkıladım: Bundan böyle eve kivi, mango, papaya falan gibi "Turgut Özal'ın memlekete soktuğu" yabancı meyveler asla alınmayacak! Hele Çikita muz, zinhar... Amasya'nın elması, Malatya'nın kayısısı falan tercih edilecek. Ne güzel kavunlarımız karpuzlarımız var... Çünkü yerli malı yurdun malıdır ve herkes onu kullanmalıdır.

    Elbiseler de Sümerbank'tan. "Marka" yok, bizim gardroba artık marka giremez. Mevsim yaz olmasa, Karaca'ya gidip doksan dokuz liraya bir de "baklavalı Atatürk kazağı" alacaktım, 1937 model...

    Ben de "Frenk gömleğimi" giyip Cağaloğlu'na indim, Atatürk'ün Büyük Nutuk'unu ve İnönü'nün Hatıralar'ını ciltçiye bıraktım. Çarşıkapı'dan beyaz peynir aldım. Pastırma pahalı, o aybaşına... Hele bir emekli maaşımı alayım da Ziraat Bankası'ndan...

    Dönüşte asla Demirel'in yaptırdığı Boğaziçi Köprüsü'nü ya da Özal'ın yaptırdığı Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü kullanmadım, vapura bindim. Vapurda çay içtim, onu da çok pahalı buldum. Vapurda karşıma çıkan türbanlılar sinirimi büsbütün bozdular.

    Beni istediğim noktada indirmeyen dolmuş sürücüsüne de küfür ettim. Göbeğini kaşıyan bu tür ayılar yüzünden memleket ne hale gelmişti...

    Arabaların egzost kokusunu derin derin içime çektim ama eski Ankara havasıdır.

    Eve geldim, "Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar"ı koydum. Kasetini... CD kullanmıyorum, eskiden CD mi vardı? Sevgili Deniz Baykal'ın başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi'nin vereceği yeni iptal kararını heyecanla beklemeye başladım. Radyoda eskisi gibi "denizcilere ve havacılara bilmemkaç sayılı tebliğ" olsa onu da dinleyeceğim. Radyo tek kanal olsa daha da mutlu olacağım. Belki bir sabaha karşı, tok sesli bir albaydan, kardeş kavgasına nasıl son verildiğini ve öngörülen Atatürk devrimlerinin nasıl "sür'atle tahakkuk ettirileceğini" de duyarım...

    Haaa, bir de, dincilere uyuzluk olsun diye, yarından tezi yok bir köpek yavrusu alacağım.

    Belki ona mektup bile yazarım, laf ebeliğiyle köşe dolar.

     

    Engin Ardıç / Sabah / 15 Temmuz 2009


  15. oğul yağmur atsız'ın bugün haber7.com da yayınlanan yazısı, ilgimi çekti paylaşayım istedim. birde yeni bir başlık açmaktansa burdan devam edeyim dedim.

     

    'Alperenler' ve 'burjuvalar' (Yáhut Al Birini, Vur Birine)

     

    1997 İlkbahárı, Türkiye?deki İslámî/İslámcı akımlar konusunda bir belgesel hazırlamak üzere Istanbul?a geldim. O sıralar büyük bir Alman tv kanalının dış politika dáiresinde program sorumlusu editör ve röportajcıydım. Bizleri böyle bir özel program hazırlamaya iten ámil ?28 Şubat Süreci? olarak anılan hádiseler zinciriydi. O haftalar ve aylar ortaya ?Aczmendî Tarîkati? diye bir de ucûbe çıkmışdı. Saçı sakalına karışmış birtakım vahşî ve meymenetsiz suratlı herifler, sırtlarında kara cübbe, kafalarında kara külah, ellerinde adam boyu sopalar yolları arşınlıyor ve kendi işi gücündeki halka tedirginlik salıyorlardı. Benim belgeselde onlara da epeyi yer ayırmışdım. Televizyon esásen çok yüzeysel ve dış görüntü şehvetlisi bir mas-medyum olduğundan bu herifler benim filmde ?afili? duracaklardı.

     

    Neyse, temas kuruldu ve onların bir ?eğitim merkezi?nde çekim için randevulaşıldı. Bizi Anadolu yakasındaki bir bináya götürdüler. Büyücek bir odada takrîben 25 kadar ?kursiyer? o málûm kıyáfetleriyle halıya bağdaş kurmuş ?hoca?larının dersine kulak veriyordu. Benim derhál dikkatimi çeken husus, bunların sokaklardaki yaratıklara hiç benzememesiydi. Gerçi kılıkları aynıydı ama hepsi medenî (şehirli) fizyonomi, mimik ve jestiklere sáhib, 18-25 yaş arası gençlerdi. Cübbelerinin altında şık gömlekler, kollarında şık saatler vardı ve o zamanlar henüz Türkiye?de yaygın olmamasına rağmen çoğunda ceb telefonu bulunuyordu.

     

    Sonra bu gençlerle aramda bir iletişim kuruldu ve bakdım ki bana artık ?Yá Mü?mîn? filan diye değil ?Ağabey? diye hitáb etmeye başladılar. Bunlar düpedüz Istanbullu/Ankaralı üniversite talebeleriydi. Konu mankenleri gibi bir nesne! Kısa süre sonra artık röportaj değil ?oyun filmi? çeker gibi provalı tekrarlı sahne çekimlerine başladık. Dehşetli de keyif alıyorlardı. ?Ağbiy, olmadıysa tekrarlayalım istersen!?

     

    Uzatmayalım, o zamanki diğer baş belámız Erbakan Hükûmeti istîfá eder etmez bu Aczmendîler de sanki yer yarıldı yerin dibine indi.

     

    Kendilerine utanmadan ?Alperenler? adını veren kopukların İdil Biret Konseri?nde yapdıkları bana bunları anımsatdı. Acabá Türkiye?yi kendi imtiyazlarını kurtarmak uğruna 1930?lardan kalma bir kábus şatosuna hapsetmek isteyen Ergenekoncular ve hempáları, ellerindeki bütün mevzîlerin teker teker ?istirdád? edildiğini görerek yine bir ?irticá senaryosu? uygulamak istiyor olabilirler mi? Muhsin Yazıcıoğlu ölümünden önce bu haytalar için ?Bizim tarlayı önceden ekmişler.? dememiş miydi?

     

    Konser?in Topkapı Sarayı?nın ?kutsal bir mekánı?nda verildiği iddiası palavradır. Oradaki tek kutsal yer ?Hırka-i Şerîf (Emánát-ı Mukaddese) Dáiresi?dir ki Üçüncü Avlu?da bulunur. Oysa konserin verildiği Aya İrini Kilisesi Birinci Avlu?dadır.

     

    Öte yandan bir klasik konserde, bar konserinde whisky servisi gibi şarab servisi yapılması da elbet mankafalığın daniskası ama bu GÖRGÜSÜZLÜK! Tıpkı ezan okurken hoparlörü sonuna kadar açanların görgüsüzlüğü gibi.

     

    Ne yazık ki şehirde oturmak ?şehirli? (burjuva) olmaya yetmiyor.

     

    Yağmur Atsız/ haber7.com/ 14 Temmuz 2009


  16. Meksika Sınırı'nın İsmail'i Hürriyet'te!

     

    Yakıştı mı sana İsmail Kılıçaslan? Sana yakışan bu mudur sevgili İsmail?

     

    Senden "İslami kesimin genç, parlak, zeki ve bağımsız düşünebilen kalemlerinden.." diye bahseden Ahmet Hakan'ın köşesinde diyorsun ki:

     

    "AKP zihniyeti, inancı gereği başörtüsü takan kızları yok saymaktadır.. AKP'li kitlelerin din ve ahlak algısı seksist yani cinsiyetçidir.. " (Hürriyet.. 13.07.2009)

     

    Sanki Ülke TV'de Meksika Sınırı adlı o güzel programı yapan üçlüden biri sen değilmişsin gibi, sanki "derdini" anlatacak bir mecran yokmuş gibi kalkıp da Hürriyet'in bir köşesinde köşeye kurulmanın manası nedir?

    Üstelik Ayşe Arman'ın tesettüre önem veren kadınları anlamak yerine onlar hakkında hakaret edici laflar sarf ettiği bir "yazı dizisinin" devam ettiği bir günde..

     

    Ne diyordun sen? "AKP zihniyeti, inancı gereği başörtüsü takan kızları yok saymaktadır".

    Ayşe Arman ne diyor? Şunu diyor: "Haşema giydim, Ninja kaplumbağaya benzedim.."

    "Kikiri kikiri", değil mi Kılıçarsalan? Ne kadar komik, değil mi? İnancı gereği vücudunu göstermek istemeyen bir kadının giydiği giysiden dolayı o kadının kaplumbağaya benzetildiği bir günde sen kalkıp ters yönden "çakıyorsun".

    Kime çakıyorsun? Başörtüsü özgürlüğü için anayasa değişikliği yapan Ak Parti'ye çakıyorsun..

    Onları Ak Parti'nin yok saydığını söyleyerek kime mesaj veriyorsun?

     

    Onları yok varsayan; onları varsaydığı için partisi kapatılmaktan kıl payı kurtulan Ak Parti midir?

    Onları yok varsayan; oğlu Bilal Erdoğan'ın askerdeki yemin törenine dahi gitmesine izin verilmeyen Emine Erdoğan mıdır?

     

    Onları yok varsayan; "Başı örtülü olanlar ile başı örtüsüz olanlar elele gezebilmelidir" dediği için hakkında siyaset yapma yasağı istenilen Tayyip Erdoğan mıdır?

     

    Bazı "rütbelilerin" askeri muhtırasına, bazı "cüppelilerin" yargı darbesine, bazı "cukkalı" gazete patronlarının manşetsel manipülasyonuna maruz kalan Erdoğan mı örtülüleri yok varsayıyor?

     

    Sen hiç "Hürriyet" gazetesi okumadın mı İsmail kardeşim? Arman ve Hakan'ın yazdığı o gazete, "inancı gereği örtünen" kadınların hakkını savunmayı bırakınız, ağzına gelenin söylendiği gazete değil miydi?

    Kızman gereken yere niye kızmıyorsun? Hatta kızman gereken yere davet edilip kızman gereken yerlerin kızdığı yere kızmanın kızılacak hiç mi bir tarafı yoktur?

     

    Ak Parti'nin eleştirilecek bazı yönleri elbette var ama en azından bu konuda eleştirilmeyi hak etmeyen Ak Parti'yi bu konuda eleştirmekle kalmıyor; "AKP'li kitleler seksist yani cinsiyetçidir" diye de ekleyerek, bu partiye oy veren kitleyi de "bir kalemde" kadın düşmanı ilan ediyorsun..

     

    Bak, birlikte program yaptığın Tarık Tufan eminim ki Ahmet Hakan'dan "genç, zeki, esprili, bağımsız düşünebilen" şeklindeki övgüleri alsa bile kalkıp da düşüncelerini Ahmet Hakan'ın köşesinde aktarmaya teşebbüs ve tevessül etmezdi.. Buna tenezzül bile etmezdi..

     

    Bugün eğer şu Türkiye'de örtülü kızlar ve kadınlar eğitim hakkından yoksunlarsa, hatta "Ninja kaplumbağa" gibi tahkir ve tahrik kokan cümlelere maruz kalıyorlarsa, bunun üç baş sorumlusundan biri de, attığı manşetlerle güç odaklarını "pek bi'güzel" yönlendiren Hürriyet gazetesi değil midir?

     

    Evet İsmail kardeşim; Hürriyet'in manşetinde Arman'ın ağzından haşema giyenler "kaplumbağa" ya benzetildi.. Ama çok şükür ki haşema giyenlere "haşere" denilmedi!

     

    Haşere deyince ekleyeyim: Haşere, haşr kökünden geliyor. Toplanma, kalabalık anlamında..

    Hani böcekler de bir arada toplanır ya, o anlamda..

     

    "Mahşer" de yani toplanılan yer de aynı kökten geliyor.. "Haşarı" da aynı kökten, yani haşarata ait, yani böceklere özgü demek.. "Haşır" da aynı kökten.. Yani haşır neşir olmak, toplanmak, kaynaşmak..

    Özetle, elbette haşemalılar "mahşer"de Arman'la bir araya gelecekler; "haşır" neşir olacaklar.

    Hepimizin vücudunu mezarda "haşarat" yiyecek. Öldüğümüzde yaptığımız "haşarı" lıkların hesabı sorulacak..

    Tabii bir de "haşırt" diye bir sözcük var ki, bunun haşır, haşere, mahşer, haşarı gibi sözcüklerle bir alakası bulanmamaktadır..

     

    Belki "seçim sandığı" ile aynı köktendir; o kadarını bilmiyorum!

    Fikri AKYÜZ-Takvim 14 Temmuz 2009


  17. yakuttan, zümrütten medet boşuna,

    hepsi bir gün döner, çakıl taşına.

    geç kalma.. bakıp da o genç yaşına,

     

    sanma ki; önünde seçenekler çok;

    ya ÎmÂn, ya isyÂn, üçüncüsü yok..

     

    dünyanın serveti, şehveti sahte;

    bir kefen kadardır, vefâsı ahde.

    boğma vicdânını, meyde, kadehte,

     

    sanma ki; önünde, seçenekler çok;

    ya ahlÂk, ya helÂk, üçüncüsü yok..

     

    sen, şerefli doğdun, şerefli yaşa,

    o bencil nefsini, vur taştan taşa;

    yoksa çıkamazsın, şeytanla başa.

     

    sanma ki; önünde, seçenekler çok;

    ya cennet, ya cinnet, üçüncüsü yok..

     

    insanlık yanıyor, ateş bacada,

    fitneler kaynıyor, bin bir locada,

    umut kuyrukları, ‘cinci’ hocada;

     

    sanma ki; önünde, seçenekler çok;

    ya izzet, ya zillet, üçüncüsü yok..

     

    bir kere baktın mı, kalkıp seherde?

    kapılar açılır, gök perde perde.

    sordun mu kurân’a, kurtuluş nerde?

     

    sanma ki; önünde, seçenekler çok;

    ya şükür, ya küfür, üçüncüsü yok..

     

    dağlara özenip, tepeden bakma,

    mezar taşlarına, rütbeni çakma,

    şu cennet köşkünü, kibirle yakma;

     

    sanma ki; önünde, seçenekler çok;

    ya ihlÂs, ya iflÂs, üçüncüsü yok..

     

    bırak.. o “çağdaşlar”, ne derse desin,

    hayat bir sınavdır, bu hüküm kesin,

    secde et ki; varsın, allah’a sesin;

     

    sanma ki; önünde, seçenekler çok;

    ya kur’Ân, ya hüsrÂn, üçüncüsü yok


  18. Çakma Peron

     

    Zafer Mutlu'nun askerleri, artık "son umutları" olan Mustafa Sarıgül'ü "ittirme operasyonuna" hız verdiler... İktidara getirmeleri hiç olacak iş değil ya, Deniz Baykal'ın yerine geçirmeyi yeniden bir deneyebilseler zafer kazanmış sayılacaklar, mutlu olacaklar...

    Bazı çevrelerde "Baykal giderse CHP iktidar olur" gibi yanılgılı bir saplantı vardır. Dertleri zevk edinmiş, yanılmaya doymaz olmuşlardır.

    Bazı çevreler de "oh oh, oyları kırsın, yesinler birbirlerini" diye ellerini ovuşturuyorlar ama...

    Sarıgül, Kastamonu'nun Daday ilçesine İstanbul'un Şişli ilçesinden "yüzlerce araçlık" bir konvoyla gitmiş ve ilk mitingine "bin" kişi toplamış.

    Bu bin kişiyi görünce heyecanlanan Sarıgül, "1974 yılında ben de böyle sizin gibi Ecevit için haykırıyordum" demiş...

    Şu anda, kurmayı düşündüğü partisi TDH'nın durumu da, Ecevit'in 1974 yılındaki durumuna benziyormuş.

    Son olarak Musul, Kerkük, Gümülcine, Dedeağaç gibi biryerleri almış değil ama elbette gizli bir bildiği vardır!

    Sarıgül, hazırlattığı reklam panolarında da "çareyi buldum, geliyorum" diyor...

    Bu çarenin ne olduğunu sormuştuk.

    Açıkladı: Bir kere, partinin kadrosu, "profesyonellerden" değil, bakkallardan, kasaplardan, manavlardan oluşacakmış.

    Eh, fırıncıdan parti başkanı olunca, içişleri bakanı adayı bekçiden, dışişleri bakanı da postacıdan olacak tabiatıyla... Bayındırlık bakanı zaten hazır, inşaat izni bekliyor.

    İkincisi, parti "daha merkezde" bir parti olacakmış...

    Olmadı. Birçok kişi yeni bir "sol" parti beklerken, hiç olmadı.

    Fakat mitinge İnönü'nün torunu Hayri İnönü de katılmış. Zaten Sarıgül de İnönü'nün (İsmet'in değil, Erdal'ın) "devlet adamı ve bilim adamı anlayışının" kendisine rehber olduğunu söylüyor.

    Bir "siyaset dehası" olduğu utanmadan yazılmış Erdal İnönü birçok ahmak tarafından "solun lideri" sayıldığına göre, partiyi de sol kabul edelim, kimse kırılmasın.

    Sarıgül, "pergelimiz 360 derecedir" demiş. Haklıdır. Bir üçgenin iç açılarının toplamı da 180 derecedir ama üçgenine göre de değişebilir ha!... Fakat okka, bakınız o her yerde dört yüz dirhemdir. "Bayrağımıza, toprağımıza bağlı, inançlarımıza saygı duyan, herkesi kucaklayacak" bir parti geliyormuş...

    Bir soru üzerine, Obama'nın daha süt kuzusu olduğunu, alt tarafı senatörlük yaptığını, oysa kendisinin milletvekilliği yapmış olduğunu hatırlatmış... Obama'yı dikkatle izliyormuş, zamanı gelince bütün bunları Obama ile konuşacakmış...

    "Bon pour Kastamonu" laflar... Tamam da baba, şu çareyi söyle, çareyi...

    Kervan yolda düzülür, çare de seçime kadar bulunur elbet.

    Sarıgül için bazı basın mensupları "Türkiye'nin Peron'u" da dediler. Diktatör adayı yani...

    Eh, o zaman kendisine bir de "Evita" lazım olacak.

    Aylin Hanım'dan ayrılmış olduğuna göre, kimdir bu, Sarıgül'ün olağanüstü yakışıklılığına ve karayağız karizmasına dayanamayacak şanslı kadın?

    Üstelik Eva Duarte gibi eski bir sinema oyuncusu olması gerekir... Şarkıcı da idare eder.

    Gazeteci arkadaşları kolları sıvasınlar, aramaya başlasınlar, çevreleri geniştir

     

    Engin Ardıç / Sabah- 13 Temmuz 2009


  19. haber7.com dan alıntıdır, sözde üstada sataşmış çapsız herif! birde uatnamadan yazının başında üstad la nazımı ozan diye niteleyerek aynı kefeye koymuş ardından vur vurabildiğin kadar. neyse okuyalım da kimin ne ve ne kadar mal olduğunu görelim.

     

    Mustafa Şerif Onaran'ın yazısı

     

    İki ozan var ki, onları yalnız şiirinin gücüyle tanımak kolay değildir. Bunlardan biri Nâzım Hikmet, öbürü Necip Fazıl'dır. Bu iki ozan da şiirini aşan bir güçle, toplumun değişik kesimlerince benimsenmiş, bayrak haline getirilmişlerdir. Nâzım Hikmet'in şiiri kişiliğiyle bütünleşirken, ne yazık ki, Necip Fazıl'ın şiiriyle kişiliği arasında ulaşılmayan bir uçurum var.

     

    Belki 'Muhalif Tavır' içindeki, belki 'bilge' dinginliğindeki 'ozan duruşu'; şiiriyle bütünleşen ozanın özelliği olarak ilgi çekecektir. Bayrak haline getirilen ozanlarda böyle bir kişilik aramak gerekebilir.Ama önce şiirin kişiliğine bakmak gerekmez mi? İnsandaki gizilgücü tetikleyen, belki de yavaşça söylenmiş bir sevi kırgınlığı şiiridir. O 'sevi kırgınlığı' 'İlahi Aşk'tan geliyorsa, Tanrı'ya sitem diye yorumlanır. Ama insana duyduğumuz 'Mecazi Aşk'ı anlatırken de Tanrı'ya sığınmayı alıkanlık haline getirmişsek, ya da sevi ilişkisini toplumcu savaşımın itici gücü saymışsak, 'şiirin kişiliği' özel bir anlam kazanır. 'İçerdeki ozan, Nâzım Hikmet, 'Hapiste Yatana Bazı Öğütler' verirken, biten bir ilişkinin insanın içini nasıl acıttığını da anımsatmış olur:'Bir de kim bilir sevdiğin kadın seni sevmez olur ufak iş deme yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir içerdeki adama.'İçinde sevi sıcaklığı olmayan insan ne Tanrı'ya inanabilir, ne devrim yapabilir. 'Mecazi Aşk', Tanrı'nın insana yansıyan güzelliğinin sevilmesi diye de yorumlanabilir.

     

    ÖNCE ŞİİR

     

    Yaşama serüveni, kendimizi iyileştirime süreci olarak yorumlanacaksa, gizemci şiirin izini sürenlerde, tasavvufun güncel yorumuna göre bir 'ozan duruşu' aramak gerekecektir. Ozan duruşunu beğenmediğiniz bir ozanın şiiriini yadsıyabilir misiniz? Kimi ozanlar şiirinin geçmişine bakarken eski şiirlerini gözden çıkarabilir. Şiirinin gelişme evrelerinde o şiirlerin yeri olmadığına inanır. Necip Fazıl Kısakürek de nice eski şiirlerini gözden çıkarmıştı. Ama şiirinin gelişmesinde yeri olmadığı için değil, Tanrı'ya sığındığı 'Büyük Doğu' anlayışıyla bağdaşmadığı için. Oysa Necip Fazıl'ı gerçek ozan yapan o gözden çıkardığı şiirlerdi. 'Şairin hayatı şiire dahil' sözünde şiiriyle kişiliğinin örtüştüğü bir 'ozan duruşu' aramak gerekse de, Necip Fazıl'ın ölümü üzerine Mümtaz Sosyal'ın bir yazısında şu görüşlere yer veriliyordu: 'Necip Fazıl'ın kavgalarına kızabilirsiniz. Tutkuları konusunda farklı değer yargılarınız olabilir. Ama hiçbir şeyini sevmemiş olsanız bile, Türkçeyi sevdiğiniz için onun şiirlerini de sevmişsinizdir. 'Fethi Naci, Mümtaz Soysal'ın bu sözlerini 'eleştiri tarihimizin unutulmayacak bir belgesi' diye nitelemiş, ödün vermeyen bir eleştirmen olarak şöyle değerlendirmiştir: 'Mümtaz Soysal, Türkiye'de bir sanatçıya nasıl bakılması gerektiğini gösteren ilk yazar. (Bunu bir yazın adamının değil de bir bilim adamının yapması, üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken bir olgu.)

     

    Bu yazısı bence, eleştiri tarihimizin unutulmayacak bir belgesi, Necip Fazıl'a karşı olanlara da, Necip Fazıl'dan yana olanlara da çok şey öğretiyor' (ELEŞTİRİ GÜNLÜĞÜ, Necip Fazıl Kısakürek, Özgün Yayın Dağıtım, 1986).Kuşkusuz Necip Fazıl, Şeyh Galip'ten gelen gizemci anlayışı, hece şiirinde, dize yoğunluğu içinde yaşatmasını bilen bir ozandı.'İçerimde yüce bir dağ gizlidir. Rüzgâr döne döne çıkar mı bilmem' derken, dünyanın tadını o dağda aradığı da bilinir. Mümtaz Soysal, 'Bir dili kuyumcu gibi işleyip dudaklarda ölümsüzce gezdirmek kolay iş değildir' derken Necip Fazıl'ın bu şiirleri gözden çıkardığını biliyor muydu?

     

    ÇIKAR İLİŞKİSİ

     

    Necip Fazıl'ın yaşama tatlarına doyamadığı şiirini bilmeyen, o şiirin gücüne aldırmayan, ozanın kişiliğinde gizemli bir görkem olduğuna inanan genç bir kuşak var.'Osmanlıda Edebiyata Verilen Destek'i anlattığım yazımda, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 'Tutsan Elini Ben Fakirin' kitabı üzerine söylediklerimi, günümüzdeki duruma değinerek tamamlamıştım (Cumhuriyet KİTAP, 25 Haziran 2009):'Bir ozanın çıkar sağlamak için yetkililere yüzsuyu dökmesi günümüzde yadırganan bir durumdur. Necip Fazıl'ın Adnan Menderes'ten elde ettiği gelir, iyi bir ozanın böyle bir çıkar tuzağına düşmesi, insanın içini acıtıyor. 'Örtülü ödenek'ten başka, Adnan Menderes'ten aldığı paralar, resmi ilanlar, kâğıt tahsisleri; Necip Fazıl'ın kişilik eksikliği olarak yorumlanabilir.'Sıradan bir yazarın bile haksız kazanç sağlamasına olumsuz bakılırken, Necip Fazıl gibi söylence insanı haline getirilen bir ozanı, yakından tanımak gerekmez mi? Çünkü onun kişiliğindeki iniş-çıkışlar yalnızca çıkar ilişkisiyle açıklanamaz.

     

     

     

    'BÜYÜK DOĞU' OLAYI

     

    'Büyük Doğu' dergisi 1 Eylül 1943 tarihinde yayımlanmaya başladı. Düşünceleri bağdaşmasa da, Necip Fazıl'ın ozan kimliğine saygı duyan nice edebiyatçı 'Büyük Doğu'da toplandı.Bunları anımsatmak gerekir: Fikret Adil, Sait Faik, Ziya Osman, Cahit Sıtkı, Fazıl Hüsnü, Sabahattin Kudret, Zahir Güvemli, Faik Baysal, Sabahattin Tahsin, Oktay Akbal, Emin Ülgener, Özdemir Asaf...'Büyük Doğu' ilk sayısında şöyle bir sormacaya girişti: 'Tanrı'ya inanıyor musunuz? Kimliğimizi Batı'da, Batılılaşmada aramak gidişine inanıyor musunuz?'Bu iki soru birbiriyle örtüşünce; 'Tanrı'ya inanmayanlar Batılılaşma yozlaşmasında benliğini yitiren insanlardır' gibi bir sonuç mu ortaya çıkacaktı?Tanrı dediğimiz o 'Sonsuz Güç'e inanmak gönül işidir. Böyle bir gönül dinginliğiyle uygarlığı yaşamak insanı mutlu edebilir. Ama insanları kendi dar görüşü içinde sorgulayan, inanmanın başka yollarını 'çıkmaz sokak' olarak yorumlayan anlayış toplumu böler.Necip Fazıl'ın kırklı yıllardaki çıkışı, 1950'de Demokrat Parti'nin yönetime gelmesiyle tırmanışa geçti.Adnan Menderes'in Demokrat Parti İzmir Kongresi'ndeki sözleri, Necip Fazıl'ın ona destek vermesi, 'Büyük Doğu Cemiyeti' etrafında toplanan 'mukaddesatçı' kitleyi arkasına almak bakımından, Menderes için de büyük bir güç kaynağı olacaktır:'Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kuran okuttuk. Türkiye bir Müslaman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir' (NECİP FAZIL ADNAN MENDERES İLİŞKİSİ, Mektuplar ve Belgeler, Alaattin Karaca, Lotus Yayınları, 2009).Necip Fazıl için şiir artık bir ayrıntıdır. O, İslam'ın kurtuluşu uğruna bayrak açan bir 'dava adamı'dır.Böyle bir dava adamının bayağı işler yüzünden, hem de Demokrat Parti döneminde, hapislerden kurtulmayışı kişiliğiyle bağdaşmayan bir çelişki değil mi?Sezai Karakoç bu durumu Necip Fazıl'a yakıştıramaz da, şöyle bir yoruma varır:'Gelişen Büyük Doğu Cemiyeti'ni dağıtmak ve oluşan itibarı yok etmek için basın, karanlık güçler ve hatta hükümet elele vermiş, Üsadı kumarhanede yakaladıklarını ilan etmişlerdi.'

     

    KALEM KAVGALARI

     

    Babıâli'deki kalem kavgaları gazeteciliğin şanından sayılır.Ahmet Emin Yalman'ın 'irtica' karşısında toplumu uyarmaya yönelik yazılarına karşı Necip Fazıl bir yaylım ateşine girişir. Ne onun 'milli his ve mukaddesata karşı' olduğu kalır; ne Yahudi, mason, din düşmanı, vatan haini oluşu. Vatan gazetesinde güzellik yarışmaları açması bile İslam'a, görgü kurallarına uymayan davranışlardır.'Malatya Suikastı' diye anılan olay 22 Kasım 1952'de, günümüzde de ününü koruyan Hüseyin Üzmez'in Ahmet Emin Yalman'ı öldürme girişimidir. Bu olayda Necip Fazıl 'azmettirici' durumundadır. Hüseyin Üzmez'le ilgili yorumu çelişkilidir:'Hilesiz bir iman ve ahlak bünyesinin samimi mümessili olan bu genç, hakikatte 'anormal' bir ruh bünyesine sahiptir.''Malatya Olayı Duruşması' tanıklarından Cevat Rifat 'Büyük Üstad', İsmail Hakkı Şengüler 'Hazret-i Üstad' diye anarak, Necip Fazıl'ın 'azmettirici' olduğunu belirtmişlerdir.Necip Fazıl'ın dur durak bilmeyen kalemi Fuat Köprülü için de onur kırıcı yazılar kaleme almış, gene hapis yolu görünmüştür.

     

    MEKTUPLAR

     

    Necip Fazıl'ın savunmaları suçunu açıklar niteliktedir. Menderes'e mektupları 'ulufe' istemek, hapisten kurtulmak üzerinedir. Olaylar öyle üstüste gelir ki, Samet Ağaoğlu: 'Bir müddet için kendini unuttursan iyi edersin' demek gereğini duyar.Gene de Adnan Menderes her zaman onun kurtarıcısı olmuştur. Yargı kararlarını erteletmiş, hapisliğini dar hücrelerde değil, geniş hastane ortamında geçirmesini sağlamıştır.

     

    Necip Fazıl'ın Menderes'e gönderdiği mektuplardan kısa notlar: 'Beni sonsuz bir şekilde minnetar eden lutfuzunla infazları ertelenen mahkûmuyetlerim...'' Ağır diyabet ve sinir hastalığım var. 5 masum çocuğum ve çilekeş bir eşim var. Beni Haydarpaşa hastanesine aldırın.' Ama öyle durumlar olur ki, onu kurtarmaya Menderes'in de gücü yetmez. O zaman Necip Fazıl'ın sitem dolu mektupları başlar: 'Beni yalnız farelere mahsus bir zehir gibi, mutfağınızda, çöp tenekesinin altında muhafaza ettiğiniz ayıplı bir nesne olmaktan çıkarınız. Koklanmaya ve vitrine yerleştirilmeye layık bir şifa unsuru haline getiriniz.''

     

    'Bir dili kuyumcu gibi işleyip dudaklarda ölümsüzce gezdirmek kolay iş değildir' diyordu Mümtaz Soysal. Bu sözleri anımsarken, Necip Fazıl'ın defterinden sildiği şiirlerinin 'bir şifa unsuru' olduğunu da unutmayacağız. Ama bir 'bilge-ozan'ın zamanı aşan gücü, dönemin siyasetçisine sığınmayan bir 'ozan duruşu' göstermesine bağlıdır.

     

    Unutmayalım ki, Galata Mevlevihanesi şeyhi Galip Dede, başını dizlerine koyan Sultan III. Selim'i avutan bir ozandı. Necip Fazıl'a hayranlık duyan gençler 'ozan duruşu'nun anlamını bilemezlerse, Alâattin Karaca'nın kitabına bir göz atsınlar. Oradaki Necip Fazıl'ı tanırlarsa, bırakılan şiirlerine bir başka gözle bakacaklardır.

     

    (Cumhuriyet Kitap)


  20. Lâyıkı bir ismi ile var olacaktır elbette yeni köprümüz. Söz konusu isimlerin hepsi birbirinden kıymetli. Zor olacak gibi gözüküyor tercih yapmak.

     

     

    laik demek istediniz galiba.:) maluk laik le layık birbirine yakın, hem biz laik kısmını görmeye alışığız, her gün gözümüze gözümüze sokuyorlar.

     

    neyse hele bi söylesinler bakalım o zaman konuşuruz, inşallah bu meselede türbe meselesine dönmez.

     

    selametle.


  21. Senin işin de zor ha Zafer

     

    Hep yanlış ata oynamasıyla ünlü bir gazetemiz, Mustafa Sarıgül'ü yağlamış da yıkamış... Gazeteyi Şişli belediye sınırları içinde yayınlayınca, demek ki "dükkâncı esnafının" belediye reisiyle iyi geçinmesi de şart oluyor!

    Sarıgül şu anda DSP üyesi ama yeni bir parti kuruyormuş: TDH... Türkiye Değişim Hareketi...

    Adında "parti" kelimesi geçmeyince halkımız bunun bir parti olduğunu anlamakta zorlanacağından, bunun sonu da YDH'ye benzemesin sakın? Yeni Demokrasi Hareketi diye bir "şey" vardı doksanlı yıllarda... Yüzde 0.48 oy toplamıştı.

    Sarıgül çok daha iddialı. "Yüzde 18 alırız" diyor.

    Bunu nereden mi anlamış? Ordu ilimizde yaptığı mitinge tam on bin kişi katılmış da ondan. Üç bin kişi de kendisini havaalanında karşılamış. (Yaklaşık elli bin kişinin bir milletvekili çıkardığını hatırlarsak, on bin seçmen Sarıgül'ün sandıktan ya kolunu çıkarır ya bacağını.)

    Zaten Sarıgül de partiyi 18 ay içinde kuracakmış. Sıcağı sıcağına 2011 seçimlerine denk getirecek.

    Seçmenden çok umutlu, çünkü bir vatandaş onun sözlerinin "kaburgalarını ısıttığını" söylemiş!

    Bu durumda partisinin adına MP de diyebilirdi: Mangal Partisi.

    İktidara gelirse, belki ana muhalefet de "kanatçılardan" oluşur. (Hayatta oy vermem, aramızda fraksiyon farkı var, bendeniz "çöp şişçiyim" efendim.)

    Şaka bir yana, Mustafa Sarıgül'ün Şişli ilçe sınırları dışında nereden kaç oy alabileceğini gerçekten merak ederim.

    Bu oyları alabilmek için halka ne söyleyeceğini daha da merak ederim.

    Henüz bulup da söyleyebildiği bir şey yok, on sekiz ay içinde aklına birşeyler gelir herhalde.

    Tövbe, var, var.

    Sloganı var, "varlık ve bereket". Ayrıca değişim de istiyormuş.

    "Mustafa Üstündağ'ın, Orhan Eyüboğlu'nun ve Bülent Ecevit'in prensiplerine dayalı olarak, Erdal İnönü'nün devlet adamlığı ve Turgut Özal'ın pratik çözümleriyle yola devam edecekmiş"...

    Abooov...

    "On-on beş kişiyi meclise sokabilirsem belki CHP ile birleşmeyi gündeme getirip eski partimin başkanlığına tekrar oynama şansı bulurum" deseydi, Türkçe konuşmuş olacaktı.

    Kendisine başarılar dileriz.

    "Kadromuzu halk belirleyecek" demiş. Halktan biri olarak ve de haddim olmayarak, Mahsun Kırmızıgül'ü başkan yardımcısı, Yılmaz Morgül'ü de genel sekreter yapmasını öneririm.

    Programını iyice oluştursun da, bazı basın mensuplarının şu "Hilton arazisine ve orman içine inşaat yapma" projeleri hakkında neler düşündüğünü de bize bildirsin.

    "Pratik çözüm" severmiş ya... O bakımdan yani...

     

    Engin Ardıç / 6 temmuz 2009


  22. İki tarz-ı tefsir

     

    Başlığı, durup durup bize saldıran ite kopuğa uyuzluk olsun diye Osmanlıca attık, büsbütün kudursunlar diye... Herhalde ne anlama geldiğini sormayacak kadar Osmanlıca'nız vardır... Dolmuştan "müsait" bir yerde inen, "evrak" hazırlayan, "ikametgâh" senedi çıkarttıran, "ruhsat" alan vatandaş bu başlığı da anlar.

    Konuya gelelim. TÜSİAD, yani büyük sermayenin, özellikle de İstanbul sermayesinin sesi, askere sivil yargı yolunu açan kanun değişikliğinin "aceleye getirildiğini" söylemiş. Reformlar hızlandırılmalıymış ama bu reform hızlandırılmamalıymış. Enine boyuna tartışılmalıymış ki sulandırılsın, tıpkı Ergenekon davası gibi.

    Dernek söylemez tabii, lafı ağzından çıkaran, başkanları Arzuhan Doğan Yalçındağ.

    İmdi... (Alın bir Osmanlıca kelime daha)... Buna iki çeşit yorum yapılabilir. Yapalım.

    Bir: Yüzeyden yorum.

    "Hayırlı kerimenin yeri" pederinin dizinin dibidir. Armutlar da diplerine düşerler. Arzuhan Hanım elbette öyle söyleyecektir, çünkü babası hükümete düşmandır. Nedenini belki elli kere yazdık. Ailece sergiledikleri, laiklik kavgası değil, çıkar kavgasıdır.

    İki: Daha derinden yorum.

    Türkiye Cumhuriyeti'ni Türk milleti kurmadı. Türkiye Cumhuriyeti'ni, Türk milleti adına hareket eden askerler kurdular, bazı sivil memurlar da onlara yardımcı oldular.

    Bu yüzden de ordu hep "ayrıcalıklı" kaldı. Memleketin efendisi köylü falan değil, oydu.

    HER DEVLETİN BİR ORDUSU VARDI AMA TÜRKİYE'DE, TAM TERSİNE, ORDUNUN BİR DEVLETİ VARDI!

    Aslında bu yeni ve beklenmedik bir gelişme de değildi, çünkü Osmanlı'da da bir "süper bürokrat sınıfını" oluşturanlar hep ayrıcalıklı olmuşlardı. Gelenek sürmekteydi.

    Türkiye'de aristokrasi yoktu, onun yerine, aristokrasi gibi davranan memur zümresi vardı.

    Burjuvazi de vardı ama bunlar gayrımüslimlerdi.

    Gerek İttihat ve Terakki Fırkası, gerekse Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi, bir yandan bu gayrımüslim burjuvaziyi tasfiye ederken, bir yandan onun yerine bir "Türk burjuvazisi" yetiştirmek istedi.

    Ama kör topal, eli kolu bağlı ve kendisine çizilen sınırlar içinde kalmak şartıyla! İktidara ortak olmaya, hele onu hepten ele geçirmeye kalkmadan! İktidar onlara verilemezdi, eğitim şarttı. Koskoca ilkokul öğretmeni varken, sanayici kaç paralık adamdı?

    Bu yüzden de bu "besleme sermaye" hep zayıf, hep Ankara'dan ödü kopan, sopanın ucunu görünce pısan bir "zengin zümresi" olarak kaldı. Bürokrasiye ilk ciddi başkaldırı olan Serbest Fırka'yı da, Demokrat Parti'yi de İstanbullu zenginler değil, Anadolu eşrafı örgütlemiştir.

    Artık kasnaklar iyice çatırdıyor... İstanbul'un "laikçi" sermayesinin rüşdünü ispat edip de beceremediğini, Anadolu'nun dindar sermayesi başarmak istiyor.

    İşte bunun için Anadolu kaplanı "Türk aristokrasisine" karşı son derece cesur, İstanbullu çıtkırıldım da son derece ürkektir.

    Bu bir devrim sürecidir... Fransa'nın iki yüz yirmi yıl gerisinden gelen alaturka bir devrim süreci. (Eh, ne yapalım, biz bize benzeriz!)

    Bizde ele geçirip yıkılacak bir "Bastille kalesi" olmadığı için de, kavga başka platformlarda cereyan eder. Öncelikle mecliste... Fransa'da da aslında öyle olmuştu.

    "Aristokrasinin ayrıcalıklarını ortadan kaldıran" o ünlü 4 Ağustos 1789 geceyarısı oturumuyla, yüksek rütbeli askerin ayrıcalığını ortadan kaldıran 24 Haziran 2009 geceyarısı oturumu arasında böyle bir benzerlik vardır.

    Bu filmde Marie-Antoinette'i de Arzuhan Hanım mı oynayacak? İyi şeye heves etsin.

     

    Engin Ardıç / 5 Temmuz 2009


  23. Baklavacının kızı

     

    İstanbul belediye reisi oğlunu evlendirdi. Arka sayfalardan birinde tek sütunluk haber değeri var, belki o bile yok.

    Lakin gelinin babası baklavacıymış.

    Bunun üzerine, belediye reisinin de muhallebici olduğu hatırlatıldı.

    Hayır efendim, içeri geçip tavukgöğsü yapmıyor, kolları sıvayıp sahana yumurta da kırmıyor, pilavın yanına yoğurt da koymuyor, ünlü Saray Muhallebicisi'nin sahibi.

    Adam aynı zamanda hem yüksek mimar, hem de sanat tarihi doktorası var ama bu nitelikler "göbeğini kaşıyan" boklamasına pek uymadıkları için göz ardı edilebilirler tabii!...

    Böylece aşağıladıklarını sanıyorlar: Baklavacının kızı, muhallebicinin oğluna varmış... Eh, fırıncının kızı da balıkçının oğluna varır, evin beslemesi de bakkalın çırağına kaçar!

    Hani, biracının şahidi şıracı, meyhanecinin arkadaşı... Buna getirmek istiyorlar.

    Nikâh da Sütlüce'de kıyılmış, ne kadar süfli... Becerip de Divan'da bir kokteyl verememişler.

    Bir kesim basının "tıyneti" bu işte... (Tıynet Osmanlıca bir kelimedir, demek ki ben de gericilik yapıyorum.)

    Tazakkum ettikleri kazandibi, keşkül, sütlaç falan boğazlarından gelsin demiyorum, belki de muhallebici gibi "banal" ortamlara girmiyorlar, rejim yaptıkları için baklava, künefe, şöbiyet, Sütlü Nuriye falan da yemiyorlardır. (Bu tür dükkânlarda ayrıca "dilber dudağı, hanım göbeği" gibi belden aşağı tatlılar ve "vezir parmağı, sultan sarması" gibi gerici yiyecekler satılmakta, üstelik ramazan aylarında rahmetli haminnemin namaz başörtüsünü çağrıştıran "güllaç" gibi dinci tatlılar da verilmektedir, ordu göreve!)

    Geçen belediye seçimlerinde Kılıçdaroğlu'nun reklamını yapmak için yırtınan bazı arkadaşlara, "belediye" kelimesinin ne anlama geldiği öğretilmelidir.

    Belediye, şehrin kendi kendini yönetimidir.

    Bu yönetim de o şehrin esnafından oluşur. Bunlar atanmazlar, seçilirler. Batı'da köyler kasabalara dönüştüklerinde, kasabanın "zenaat erbabı", nalbant, çömlekçi, hancı falan, yani burjuvaziye dönüşmekte olan esnaf, feodal senyörden bağımsız olarak kendi yerel yönetimini kurmuştu...

    Dolayısıyla, bir şehrin gündelik işlerini elbette o şehrin muhallebicisi, baklavacısı, kahvecisi, kasabı, manavı yönetecektir. Tüccar ve sanayici o şehrin efendisidir. Merkezden gelecek bürokrat idari işlere, asayişe bakar.

    Ama bizde belediyeye de "Ankara'dan gönderilecek memur kılıklı bir adam" isteniyor. Bürokrasi kaçak et kesimini de kovalasın, bayat balık satanı da sıkılasın, geneleve gidip para vermeden kaçanı da yakalasın! Hiçbir şey bürokrasinin denetiminden çıkmasın.

    Çünkü zart zurta alışılmış, dayak arsızı olunmuş...

    Hani şöyle SSK Genel Müdürlüğü'nden falan emekli, aynı zamanda "saylav" yani milletvekili, oturaklı, kerli ferli bir adam... Eşeklik etmeyip bizim patronun küçük ortağına da orman arazisinde inşaat ruhsatı versin.

    Anlı şanlı cumhuriyetimizin anlı şanlı ilk döneminde olduğu gibi "hem vali, hem belediye başkanı, hem de CHP il başkanı" olursa da tadından yenmez!

    Cahil halka bırakırsan, göbeğini kaşıyan ayı gidip ezici bir çoğunlukla muhallebiciyi seçiyor işte...

    Bu kafayla da bir yandan hem döner döner avucunuzu yalarsınız, hem de esnafa gereksiz yere hakaret etmek küçüklüğü utanç belgeniz olur.

     

     

    Engin Ardıç / 2 Temmuz 2009


  24. Türbelerin kapısına kilit vuruluyor !!

     

     

    Çünkü ünlü birçok türbenin kapısına kilit vuruluyor. Nedeni ise ilginç...İstanbul'un ünlü türbelerinin kapılarına birer birer kilit vuruluyor... Türbe ziyaretine giden yerli yabancı turistler ise bu uygulama karşısında şaşkın...

     

    Nedeni ise yürek sızlatıyor... Yine donanım yetersizliği, yine yetersiz eleman... Tarihimiz, değerlerimiz yine sahipsiz...

     

    İstanbul Türbeler ve Müzeler Müdürlüğüne bağlı birçok türbe ziyarete kapatıldı... Güvenlik elemanı eksikliği, kamera ve alarm sisteminin bulunmayışı türbelerin ziyarete kapatılmasına neden oldu... Kapalı olan türbeler arasında Sultan 2. Mahmud, Sultan 2. Abdülhamid ve Sultan Abdülaziz türbeleri de yer alıyor...

     

     

    kaynak : saatli maarif mecmuması.

     

    yazık...

×
×
  • Create New...