Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Beylerbeyi

Admin
  • Content Count

    785
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    26

Posts posted by Beylerbeyi


  1. Boğaziçi'nin demokrat kültürüne veda töreni

     

    Bugün (13 Mayıs) Boğaziçi Üniversitesi'nde bir tören var. Prof.

    Dr. Türkan Saylan'a 'Fahri Doktora' unvanı verilecek.

    Tören, Fazıl Say konseri ile devam edecek.

    BÜ Rektörü Prof. Dr. Kadri Özçaldıran, bu kararın Eğitim Fakültesi ve Mühendislik Fakültesi'nin önerisiyle üniversite senatosu tarafından alındığını davetiyede özellikle belirtmiş.

     

    ***

     

    Boğaziçi, yakın zamana dek demokratik ve liberal değerlerin hâkim olduğu bir üniversite olarak tanınıyordu.

    Mayıs 2005'te 'Osmanlı Ermenileri' başlıklı konferans Boğaziçi'nde yapılacağı zaman, başta Adalet Bakanı Cemil Çiçek olmak üzere, her partiden milliyetçiler/ ulusalcılar (mesela CHP'den Şükrü Elekdağ, AKP'den Ramazan Toprak) ayağa kalkmıştı.

    Çiçek, "Bu olay Türk milletini arkadan hançerlemektir" derken, bugün Ergenekon davasından tutuklu olan Veli Küçük ve şürekası da (Kemal Kerinçsiz, Oktay Yıldırım, Muzaffer Tekin, Mehmet Zekeriya Öztürk) durumdan vazife çıkarmayı ihmal etmemişti.

    Sonunda konferans ertelendi. Ancak bizim üniversitenin demokrat-liberal kurum kültürü bir kere daha tescillenmiş oldu.

     

    ***

     

    Ve geldik bugüne.

    Artık herkes biliyor ki 2007'deki cumhuriyet mitinglerinin perde arkasında Ergenekoncular vardı.

    Onlara hevesle yardım edenlerin başında ise Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan geliyordu.

    Türkan Saylan aynı zamanda, hem demokrasiye, hem de Anayasa Mahkemesi'ne müdahale eden 27 Nisan (2007) elektronik muhtırasının destekçisidir.

    Türkan Saylan'ın, hardcore Ergenekonculardan farkı, 28 Şubat (1997) türü, tanksız-topsuz bir darbeden yana olmasıdır.

    O zihniyetin sanat alanındaki temsilcilerinden biri de Fazıl Say'dır. Mesela bir yargı darbesiyle yüzde 47 almış iktidar partisi kapatılsaydı, sevinçle bir 'Düşükler Senfonisi' besteleyebilirdi.

    Velhasıl BÜ Rektörü Kadri Özçaldıran ve arkadaşları, adeta bir 'paket program' hazırlamışlar: Önce Saylan, sonra Say...

    Bari Süleyman Demirel'i de çağırsalardı. Fazıl Say'a alkış tutanları işaret ederek, 'İşte çağdaş Türkiye' der, onlar da yıllarca küçümsedikleri Demirel'e karşı sıcak hislerle dolardı.

    Hatta Şener Eruygur'u da davet edebilirler, o da Bağdat Caddesi'nde dolaşmak yerine 'eğitime katkıda' bulunurdu.

    Görevi sırasında illere göre irtica karnesi hazırlatan Eruygur'un teşrifi, Rektör Özçaldıran'a da moral destek olurdu.

    Çünkü rektörlükteki ilk icraatı türbanlılara karşı tedbirler almak olan "özgürlükçü 68 Kuşağı" temsilcisi Özçaldıran, her kesimden öğrencinin protestosuna uğramıştı.

     

    ***

     

    Kıssadan hisse çıkarırsak...

    Birinci Ders: Demokratikleşme hep ileriye dönük bir hareket değildir. Hele Türkiye'de!

    Bizdeki ilerleme, en iyi ihtimalle, mehter takımının yürüyüşüne benzer: İki adım ileri, bir adım geri.

    Bazen durum daha da kötüleşir: Bir adım ileri, iki adım geri.

    İkinci Ders: Türkiye'de kişilerin görünüşüne ya da uzmanlığına bakarak, siyasi fikirlerini anlayamazsınız.

    Çünkü ilişki çoğu kez tersine işler: Kişi bir Batılıya ne kadar benziyorsa, o derece demokrasi karşıtı bir otoriter rejim heveslisidir.

     

    kaynak :http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2009/05/13/bogazicinin_demokrat_kulturune_veda_toreni


  2. selamlar,

     

    asagida ki yazinin baslikla (ilk baslikla) alakasi yok, yeni bir baslik acip, forum alaninda israf etmek istemiyorum. fikri akyuz' un yazilarini bu baslik altinda yayimliyorum, tabi ki hepsini degil bence dikkate deger olanlari, neyse selametle.

     

    İnönü ile Erdoğan arasındaki benzerlik

     

     

    "33'e karşı 33" size neyi çağrıştırıyor? Peki "3'e karşı 3" deyince neyi hatırlıyorsunuz?

    "33'e karşı 33" deyince Sivas'taki Madımak faciasına karşı Erzincan'ın Başbağlar köyündeki katliamı hatırlayacaksınız, değil mi?

    "3'e karşı 3" deyince ise benim aklıma 1961'de Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamına karşı 1972'de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamı da geliyor.

    Tamam benim aklıma bunlar geliyor da "Madımak" vahşetine haklı olarak karşı çıkan bazılarının aklına nedense Madımak'tan üç gün sonra gerçekleşen "Başbağlar" gelmiyor..

    Peki Başbağlar katliamına haklı olarak isyan eden bazılarının aklına, sebebi ne olursa olsun tam bir vahşet olan Madımak katliamı geliyor mu? Hayır gelmiyor.

    Evet insan denilen bir "mahluk" ile adına insan denilen "yaratık" arasında "yüz fark" olmasa bile en azından "yüz farkı" vardır!

    Neticede, bu "üçlü" rakam ve sayıların tekabül ettiği vahşi eylemlerin arka planındaki prodüktörü, rejisörü, senaristi, aktörleri, figüranları ve pek tabii ki suflör ve dublörlerini de hatırlayacaksınızdır..

    Hatırlayacaksınızdır; çünkü "Darbe Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni" başta olmak üzere onlar yakın bir zamanda yine bir "film çeviriyordu".

    Ama ilginç olan şu ki bu isimler bunca "kan" dökmelerine rağmen "Kan" Film Festivali'nde derece almayı bırakınız festivale bile çağrılmıyor!

    Da, konumuz bu değil; konumuz bir başka "33" rakamıdır.

    Bu "33" sayısı 1943'te Van'ın Özalp ilçesinde General Mustafa Muğlalı tarafından kurşuna dizdirilen köylülerin sayısıdır.

    Yıl 1943'tür.. İktidarda CHP vardır. Ve memleket, Halkevleri ve Köy Enstitüleri vasıtasıyla "ha aydınlandı ha aydınlanacaktır"(!)

    İşte böyle bir yılda Van'ın Özalp ilçesinde 500 koyun kaçıran İranlı kaçakçılara yardımcı oldukları iddiasıyla 30'u aşkın köylü yakalanıyor.

    İşte bunun üzerine 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı, 33 köylünün mahkemeye bile sevkine gerek görmeksizin gözleri ve elleri bağlanarak kurşuna dizilmesini emrediyor.

    "Hasretinden Prangalar Eskittim" ve "Uy Havar" gibi sarsıcı şiirleri yazan Ahmet Arif'in "33 kurşun" isimli şiirine de konu olan bu olay, 1949'da Demokrat Parti'nin TBMM'ye önerge vermesi sonucunda dava konusu haline geliyor..

    Neticede Muğlalı 20 yıl hapse mahkum oluyor ve 1951'de hapisteyken ölüyor.

    Hani şimdilerde bazı önemli isimlere dava açıldığı için bu davanın emrini sanki Tayyip Erdoğan vermiş gibi, Ergenekon adı verilen davayı "laikliğe karşı bir eylem" gibi sunanlar var ya..

    Bugünlerde önemli bir asker hakkında dava açıldığında ne diyorlar? "Bunun sebebi Tayyip Erdoğan'ın laikliği sona erdirmek gayesidir" diyorlar değil mi?

    Peki bu mantığa göre İsmet İnönü'nün de laikliğe aykırı davrandığını kabul etmemiz gerekmiyor mu?

    "Bu da nereden çıktı?" demeyiniz; zira Muğlalı hakkındaki dava 1950 yılının nisan ayında karara bağlanıyor..

    O dönemde iktidarda kim var? İktidardan düşmesine henüz bir ay kalan CHP ve İnönü var..

    Düşününüz, İnönü "tek adam" ve savcı ile hakimler seçimlere bir ay kala bir generali 20 yıl hapse mahkum ediyor. Demek ki hakimler "Menderes'in hakimleri" değil(!)

    Sonuçta bu generalin ismi 5-6 yol önce "hem de" Özalp'teki bir kışlaya veriliyor..

    Evet gördünüz değil mi Çavuşbaşı'ndaki bir markete "Oruç Market" isminin konulmasını manşete taşıyarak "hassasiyet" gösteren bazı gazetelerin ikiyüzlülüğünü?

    Muğlalı, 33 kişiyi değil de 333 kişiyi kurşuna dizdirmiş olsaydı daha mı başarılı addedilecek ve ismi daha büyük bir yere örneğin genelkurmay başkanlığının kapısına mı yazılacaktı?!

    Evet bu yazı ordumuz aleyhine bir yazı değildir.. Bu yazı, "Asker, Öcalan ile konuşup anlaşsın" diye yazıp da dağdaki teröriste ödül verenlerin, dağdaki askerimize ise hicran yarası ekleyenlerin ağzıyla yazılmış bir yazı ise hiç değildir..

    Bu yazının asıl gayesi, İsmet İnönü'nün partisinin şimdiki bazı üyelerinin Muğla'daki "Kenan Evren Lisesi"nin adını sildirmek isterken, diğer Muğlalıyı da görmelerini temin etmekten ibarettir.

     

    12 Mayis 2009 / Fikri Akyuz / TAKVIM.


  3. selamlar,

     

    onur1 adli uyeye sonuna kadar katiliyorum, birde engin ardic'in bugun ku yazisini ekliyorum, tesadufen biraz evvel denk geldim. olayin farkli bir boyutu/ abartilmasini elestiriyor, bence o da hakli. buyrunuz.

     

    Bu gidişle hadise çıkacak

     

    Yediniz kızı işte, "sitires" yapmış, hastalanmış çocuk...

    Dünya Kupası'na giden milli takım muamelesi yaptınız kıza. (Adı "Olay" olsaydı aynı ilgiyi gösterecek miydiniz acaba?)

    O da kendini "Sertab ablasıyla" boy ölçüşmek zorunda hissedip gerildikçe gerildi, o ülkeden bu ülkeye sürüklenip maymun gibi oynatılınca yoruldu, geldi Moskova'da tıkladı.

    Kraliçe yaptınız, kazanamazsa "tanımayacaksınız" çünkü...

    Eğer kötü bir dereceye girerse, Ajda Pekkan gibi üç ay dışarılarda mı "takılır" acaba?

    Çünkü vur deyince öldürmeyi seviyorsunuz.

    Güzelce bir kız, göbeğini açtı bütün abazanları çarptı, ses mes hakgetire, şarkısı da dandik. Hepsi bu.

    "Beybi yu ar pörfekt for mi" lafıyla "gâvurlara" kılçık atıyor, "düm tek tek" teranesiyle "Törkiş" tadı veriyor, başka bir numara yok ortada.

    Lokum satışlarını arttıracakmış, dileriz şiş kebap ve rakı satışlarını da arttırır. Turistik bir kız...

    Ama boşuna telaşlanıyorsunuz, ona gâvurlar oy vermeyecekler ki, gene bizim "Gastarbeiter" takımı oy verecek!

    Hani şu Yunanistan'ın Kıbrıs "Rum Kesimi'ne", Norveç'in İsveç'e, Ukrayna'nın Rusya'ya oy vermesi gibi canım... Çok dürüst, çok adil bir yarışma maşallah!

    Kötü şarkılar yarışıyor, en az kötüsü birinci geliyor. Çoğu zaman daha kötüler de kazanabiliyorlar.

    İş gerçekten müziğe bağlansa, Fransa adına Patricia Kaas katılıyor ki, diğer bütün kızları sekize değil on sekize katlar. Diana Krall, Cassandra Wilson ve Dee Dee Bridgewater ile birlikte son yirmi yılın en büyük kadın şarkıcılarından biri. Ben olsam Stacey Kent'i de sayarım. (Şimdi ukalalık edip "Cecilia Bartoli, Nathalie Dessay ya da Patricia Petibon katılsalardı oyumu verirdim" demeyelim, Türk basınını aşmayalım.)

    Hepimiz domuz gibi biliyoruz ki, Eurovision önemli bir yarışma değil. Onu ancak "Avrupa'nın alt tabakası" ciddiye alıyor.

    UEFA Kupası gibi bir şey yahu, ikinci sınıf...

    Ama biz onu bir "milli dava" düzeyine yükseltmekten hoşlanıyoruz.

    Onun için de sonuncu olunca karalar bağlıyor, birinci olunca Avrupa Birliği'ne girmiş gibi seviniyoruz.

    Bu tavır, "ikinci hatta üçüncü sınıflar cenneti" Türkiye'ye de cuk oturuyor doğrusu...

    Neydi o, Yunan şarkısı başlayınca yayını kesip Ayten Alpman'dan "Bir Başkadır Benim Memleketim" çalmak falan gibi ucuzluklar?

    Dönüşte Semiha Yankı'ya yaptığınızı yapmayın da kızcağız büsbütün hastalanmasın, tamam mı?

    Hadi bakalım, ben asıl, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez milli Eurovision sunucumuz sevgili Bülent ağabeyin boğuk sesini özledim...

    Bir de bizim Ankara jürisinin muhteşem ağızlarını tabii... "Gud ivining Maskov... Först, tenk yu veri maç for dis vandırful şov... Hiyr ar dı rizalts ov dı Törkiş curi... Laksımbörg, tvelv poynts!"


  4. Gönülden Gönüle

     

    Her şairin, hatta edebiyatla ilgilenen herkesin bir şiir tarifi vardır. Bu tarifler, yapanın şiirden ne beklediğini ihtiva eder. Ahmet Haşim şiirde ses arar; nesirden çok şiiri musikiye yakın bulur; daha ileriye giderek şiirde mana aramayı bülbülü eti için kesip yemeye benzetir.

    Felsefe profesörü Sayın Mahmut Kaya, gençlik yıllarından beri sanat değeri yüksek olan ve mesajını beğendiği şiirlerden dize, beyit, kıta seçmiş, bazen de rubainin, şiirin tamamını alarak "Gönülden Gönüle" adlı kitabını günışığına çıkarmış. Kitapta kendisinin de şiirleri bulunan Mahmut Kaya "Takdim" bölümünde şiirden ne anladığını açıklamış; "Her ne kadar o "Söz sanatı" diye nitelendirilse de Allah, kâinat ve insanı tema alan şiir; amaç, yöntem ve söylemleri farklı olmakla birlikte din ve felsefeye yakın durmaktadır ve bu bakımdan evrenseldir."

     

    "Cananla yatarken koyun koyuna / Geceyi örtündük boylu boyuna / İkilikte birlik sırrına ermek / İlahi lütuftur Adem soyuna" dörtlüğünden de görüldüğü üzere Kaya iyi bir şairdir. Belli bir seviyenin üzerinde bulunan şairler, fıtratları icabı kolay kolay tatmin olmazlar. Maddi zenginlikler, mevkiler, geçici şöhretler onlar için önemli değildir; onlar her şeyden çok ebediliği ararlar. Bu gerçeği Kaya'nın tarifinde de görüyoruz. Mayasının yüksek dozda şiirle karılmış olduğundan şüphe bulunmayan Necip Fazıl da ebediliğe ulaşmak için metafiziğin kapılarını çok zorlamış, şairliğini de şöyle tarif etmiştir: "Ben şairim, gaybı kurcalayan çilingir."

     

    Mehmet Akif'in "Şiirin başı hilkatlerin aheng-i ezelmiş" dizesini kitabına aldıktan sonra şairdeki özelliklerin ne olması gerektiğini şu şekilde vurgulamış: "... Cismanilikten ruhaniliğe geçemeyen ve maddenin kabuğunu kıramayan şaire başarılı gözüyle bakılmaz. Allah ile kendi beni arasında irtibat kuramayan şairin, kavurucu çöl sıcağında su sanarak serap peşinde koşan derbederden ne farkı var." Bu düşüncesini Necip Fazıl'ın şu beyitiyle de pekiştirmektedir: "Anladım işi sanat Allah'ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış." Mevlânâ'nın "Ne kadar yükseldiysem önümde hep o Türkmen mollasını gördüm" dediği rivayet edildiği üzere, burada da koca Yunus'u yine önde görüyoruz; "Boyandım rengine solmazam artık" dizesiyle metafizik gayretle ölümsüzlük sırrına erdiğini belirtiyor.

     

    Medeniyet ve kültür birikimdir; şiir, roman, hikâye gibi ürünler köklerini bu birikimde bulurlar. Elbette ki şair olarak doğup, birikimlerden pek yararlanmayarak Karacaoğlan gibi yazanlar da vardır. Acaba Karacaoğlan o yeteneğini ciddi bir birikim üzerinde değerlendirebilseydi çok daha etkileyici, coşkun şiirler yazmaz mıydı? Birikimden yararlanmak eskileri taklit etmek anlamına gelmemeli; oradan aldığını yeni bir ses, yeni bir tarzla söylemek olmalıdır.

     

    "Gönülden Gönüle" kitabı on beş bölümdür. "Huzur-ı Hak'ta", "Huzur-ı Risalet'te", "Ehl-i Beyt'e Selam" gibi başlıklarda topladıklarında gerçekten ince eleyip sık dokumuş, ortaya kültürümüzün hazinesini çıkarmıştır. Kaya bir felsefe profesörüdür, dolayısıyla bilim adamıdır. Şiirleri ve seçtikleriyle de gerçek gönül adamı olduğunu ortaya koymuştur. Hiç gönül adamı olmasaydı şu dörtlüğü yazabilir miydi: "Her dem aradı durdu / Bulduğu hep kusurdu / Aklın aklı olsaydı / Derhal gönül olurdu." Yıllarca önce Mahmut Kaya bana bir şiirini okumuştu. O zamanlarda kalemi eline alanların şimdilerde külliyatları vardır. Sanatkâr ruhlu insanların yazmaları, yazmamalarından kolaydır. Ruhlarındaki coşkunlukları zor tutarlar; onlar bentlerini yıkıp günışığına fışkırırlar. Mahmut Kaya kendisini tutmasını, coşkunluklarını bir kuyumcu sabrı ve becerisiyle işlemesini bildi. Toprağımız sihirlidir; ülkemizde şair doğanlar pek çoktur; yalnız şair olarak ölenler pek azdır. Allah gecinden versin, ama Mahmut Kaya şair olarak Hakk'ın rahmetine kavuşacak o mutlu azlardan biri olacaktır.

     

    Mehmed Niyazi / 11 Mayis 2009 / ZAMAN


  5. selamlar,

     

    nedim hazar'in bugunku kose yazisi tam da sizin dem vurduklarinizdan dem vurmus, heralde koymamda bir sakinca yoktur. selametle

     

    insan

     

    Biliyorum, beyinleri idrak felcine uğramış, kalplerinde insanî değerlerin yeri sıranın en arkalarına ötelenmiş, gözleri ve gönülleri üç kuruşluk siyasi kadraj dışında bir şeyi göremeyecek kadar körelmiş güruh bu yazıyı bambaşka bir şekilde yorumlayacaktır. Ama hakkaniyet hissi o kadar ağır basıyor ki, yazmasam vicdanen kendimi çok fena hissedecektim.

    Ve biliyorsunuz, Cindoruk komedisi, Holding Medyası'nın katliam sonrası yaptığı şaklabanlıklar, Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumun tepesindeki insanların girdiği yadırgatıcı diyalog ve ilişkileri arasında kalkıp böylesi bir meseleyi yazmak yadırgatıcı da olabilir.

     

    Geçen hafta yazdığım 'Vefa ve adanmışlık' başlıklı yazıdan sonra anlamış bulunuyorum ki, bu konularda yalnız değilim en azından. Benim gibi düşünen ve 'hissiyatımızı dile getirdiniz' diyen binlerce, on binlerce insan var.

     

    Rahmetli Sedat Balkanlı'nın vefakâr eşi Şükran Hanımefendi ile yapılan röportajları okudukça, vefasızlığın kol gezdiği, menfaatlerin, çıkar ilişkilerinin, entrikaların ve ayak oyunlarının hüküm sürdüğü günümüzde, sayıca az da olsa, vefa insanları olduğunu öğrenmek insanı rahatlatıyor.

     

    Önce 'yandaşlık' gargarasından başka bir şey bilmeyen holding hışırları için bir hatırlatma yapayım.

     

    Başkakan Recep Tayyip Erdoğan ile hiçbir yakınlığım, doğru dürüst konuşmuşluğum, iletişimim, muhabbetim yoktur. Hatta birçok Andıç yaygaracısından çok daha fazla eleştirmiş, yadırgamış bir kalem olmuşumdur.

     

    Lakin Şükran Balkanlı'nın anlattıklarını okudukça Başbakan'ın insan yönünü bir kez daha görmenin memnuniyetini ifade etmek bir borç bana göre. Tayyip Erdoğan bugün başbakan, yarın belki tekrar seçilmeyecek, siyasi hayatı bitecek vs. Siyaseten çok hata da yapmıştır belki. Çoğu zaman üslup sorunu da yaşamış olabilir. Ama sayın Başbakan'ın insanî yönü her türlü kusurun üstündedir.

     

    Bir başbakan düşünün ki, 12 yıldır yatalak bir şekilde hayat mücadelesi veren futbolcu ve ailesini gece yarıları gizli gizli ziyaret edip hatırlarını soruyor, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını dinliyor.

     

    Futbolcu rahmet-i rahmana gittikten sonra evine gidip kederli ailesinin üzüntüsüne samimi bir şekilde iştirak ediyor, acılarını paylaşıyor, bizzat kendisi dua okuyor, Kur'an-ı Kerim tilavet ediyor.

     

    İşte Tayyip Erdoğan'ı büyük yapan şey budur. Erdoğan'ı gönüllere kazıyan taraf bu insani ve samimi tarafıdır.

     

    Ve unutulmamalıdır ki, bu yön zorla elde edilmez. İnsan olmak, samimi olmak, sahici olmak bir siyasi taktik, teknik değildir.

     

    Şükran Balkanlı anlatıyor: "Tayyip Bey, Sedat'ın hastalığı ilerlediğinde de gizlice geceleri ziyaretimize geldi. Başsağlığına geldiğinde 45 dakika ezbere Yasin okudu. Ses tonu mükemmeldi. Acım hafifledi."

     

    Üç günlük iktidar, uç kuruşluk dünyevî menfaat, beş para etmez çıkar için olmadık takla atanlar, milletin gözü önünde yapmadık numara bırakmayanlar için bu dediklerimin çok anlam ifade etmeyeceğinin farkındayım. Ve her gün 'RTE' diyerek, 'Ampül' diyerek, 'Tayyip' diyerek onu aşağılamaya çalışan mercimek vicdanlılara da diyecek bir tek kelimem yok bu konuda. Koca koca siyasetçiler, üst düzey bürokratlar, komutanlar, parti liderleri, cukkası sağlam holding babalarını görüyorsunuz işte. Beş kuruşluk menfaat için bilmem kimi ziyaret edip 'emrinizdeyiz' şeklinde hazrola geçen menfaatçiler ile hasta bir adamı gece yarısı gizlice ziyaret edip, gönlünü yapıp 'emrinizdeyim' diyen kişiler arasındaki en temel farktır anlatmak istediğim.

     

    İnsan farkı, insanlık farkı.

     

    Siyasetin, ekonominin, politikanın canı cehenneme... Bana insan olan insan lazım dostlar. Umudumuzun en kırık olduğu zamanlarda, yüreğimizin darala darala nefes alamayacak hale geldiği durumlarda böylesi tablolar derin bir nefes aldırıyor, içimizi hafifletiyor.

     

    M. NEDİM HAZAR / 11 Mayis 2009 /ZAMAN


  6. Terör örgütü olduğu iddia olunan Ergenekon'un yasadışı İBDA-C örgütünün Baran ve Aylık isimli dergilerini finanse ettiği ileri sürüldü.

     

    Ergenekon davasının 2. iddianamesinin eklerinde yer alan bir rapor İBDA-C ile Jandarma arasındaki ilişkinin boyutları hakkında önemli bilgiler veriyor. Raporda İBDA-C'li Fazıl Duygun isimli şahsın, Ergenekon tutuklu sanığı İsmail Yıldız ve tutuksuz sanık Hayrullah Mahmud ile düzenli olarak görüştüğü belirtiliyor. İsmail Yıldız, Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Levent Ersöz ile sık sık görüşen bir isim olarak biliniyor.

     

    Ergenekon 2. iddianamesinin eklerinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği belgeler içinde yer alan bir raporda şu ifadeler yer alıyor:

     

    "İBDA-C örgütünün yayın organları Aylık, Kaide ve baran isimli dergilerin basımını yapan Kuşak Ofset isimli matbaanın sahibi Veli Avcı isimli şahsın, dergilerin aylık basım masrafını 2.5 milyar civarında olduğunu, ücretin ödenip ödenmediğini her ay Ankara'dan kamu görevlisi olduğunu değerlendirdiği bazı şahıslarca sorulduğu yönünde açıklamalarda bulunduğu istihbar olunmuştur."

     

    Raporda Veli Avcı'nın ulusalcı olduğuna dikkat çekilerek, "MHP İstanbul eski il sekreteri olduğu, 2005 yılı Ramazan iftarı verdiği, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Türk Ocağı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan, MİT mensubu ve asker şahısların katıldığı, Veli Küçük'ün son anda işi çıkması nedeniyle gelmediği ve zaman zaman kendisiyle görüştüğü gibi hususları da gündeme getirdiği öğrenilmiştir."

     

    Raporda Ergenekon davası tutuklu sanıkları Behiç Gürcihan ve Ergün Poyraz ile yakın temas halinde olan SESAR Başkanı İsmail Yıldız'ın aynı zamanda İBDA-C mensupları ile irtibatının bulunduğuna dikkat çekilerek, ""07 Mart 2006 tarihinde örgüt mensupları Fazıl Duygun ve Ali Rıza Yaman ile örgüt Aylık dergisinde yayınlanmak üzere SESAR Merkezi'nde bir röportaj yaptığı öğrenilmiştir. " deniyor.

     

    Yine Ergenekon tutuklusu Behiç Gürcihan'ın evinde yapılan aramada 48 sayfalık el yazması not el geçirildiğine dikkat çekilen raporda, şu ifadelere yer veriliyor:

     

    "Bu notun Fazıl Duygun ile Rest Cafe'de buluştuk ibaresiyle başladığı ve içeriğinde 'Ali Osman Zor servis elemanı muamelesi yapıyor, El Kaide'yi açıkça savunuyor, ikiz kuleleri onların yaptığına emin ve ABD'yi onların vurduğuna emin ABD'ye çalıştığı ortaya çıksa...Fazıl Duygun, İsmail Yıldız ve Hayrullah'la düzenli görüşüyor onlara bayağı prim veriyor.' İbareleri yer almaktadır. Şüpheli Halil Behiç Gürcihan'ın da 07 Haziran 2008 tarihli ek ifadesinde; not içeriğinde geçen İsmail Yıldız ve Hayrullah Mahmud Özgür'ün Fazıl Duygun ve Ali Osman Zor ile bunların düzenli görüştüğünü ve İsmail Yıldız'ı çok övdüklerini bu görüşmede kendisine anlatıldığı hususlarını teyit ettiği anlaşılmıştır."

     

    İBDA-C İLE GÖRÜŞEN BİNBAŞI KİM?

     

    Yeni Furkan dergisinin sahibi Saadettin Ustaosmanoğlu, Aktüel dergisinin 158. sayısına verdiği röportajda İBDA-C'nin yayın organı Baran dergisi hakkında şu ilginç bilgiyi vermişti:

     

    "Baran'ın bu çizgiye kayması tabii olarak kendilerini ilgilendirir... Biz bu mevzunun biraz daha arka planına gidelim isterseniz, yani ulusalcı-Kemalist taifenin Müslümanlara el atma meselesinin arka planına... Mesele 2003 yılında başladı diyebiliriz. Kendilerine Sultan Galiyevci diyen ulusalcı ekipten emekli bir binbaşı (adını vermiyor) arkadaşlarımızla bir görüşme yaptı ve şu tekliflerde bulundu; Vatansever Güçler Birliği adında bir oluşum düşünüyoruz, bu oluşum dergi ve dernek faaliyeti şeklinde tezahür edecek, ilk etapta üniversite gençliği etrafında çalışma yapacak, sonra büyük illerde dernekler açılacak, daha sonra da bütün illerde kuvayı milliye yapılanması gibi örgütleneceğiz. Bu hareket kitle gösterileri organize edip bir takım propagandif ve manipülatif işlerde bulunacak. Sokağa ve gençliğe hakim olmaya çalışacak..."


  7. Tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy Tek kişilik ?Fername? adlı oyununu sergilemek için gittiği Eskişehir?de, hem ?darbe vakti geldi, askerden ses yok? dedi.

     

    Söz konusu oyun 8 Mayıs akşamı Eskişehir Kültür Merkezi?nde sahnelendi. Saat: 20:30?da başlayan ?Fername? adlı oyun, sanatçı Ferhan Şensoy tarafından sahnelenmeye başlandı.

     

    Ancak içeriği hiç de alışık olmadığımız şekilde Ak Parti?ye ayrılmıştı. Türkiye?nin çağdaş değerlerden uzaklaştığını iddia eden Şensoy her fırsatta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan?a, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül?e ve Ak Parti hükümetine siyasi mesajlarla göndermede bulundu.

     

    'DARBEYİ ÖZLEDİM'

     

    Ancak oyunun ilerleyen saatlerinde göndermelerin dozu da arttı. Çünkü Şensoy, ? Darbeyi Özledim ?? diye söze başlayarak, geçmişteki Askeri darbelere atıfta bulunup; ?Yapılan 3 darbe ottan-boktan sebeplerle yapıldı, asıl darbe yapmak için geçerli sebepler şimdi var, ama darbe yapan yok ?? dedi. Salonda büyük bir şaşkınlık yaşayan bazı izleyiciler şakayı çoktan aşan bu oyun gittikçe politik bir arenaya dönüştü.

     

    Oyunun ortalarında asıl söylemek istediğini açıkça belirtti ve; ?? Bu ülkenin darbe vakti geldi fakat Asker bir şey yapmıyor. 1980?de yapılan darbe sırf Kenan Paşa?nın resim merakından dolayı yapıldı, darbe yapacaksınız madem şimdi yapın ?? diyerek orduyu resmen tahrik etmeye çalıştı.

     

    ŞENSOY NEDEN SABAHA KADAR UYUMUYOR?

     

    Oldukça politik mesajlar veren Ferhan Şensoy oyunun bir yerinde Ergenekon soruşturmasıyla ilgili öyle bir laf etti ki korku mu, endişe mi, şaka mı, izleyiciler ayıramadı. Şensoy, ?Her gün sabah ezanına kadar uyumuyorum. Hani olur ya Ergenekon?dan dolayı beni de almaya gelebilirler? diye. Ama sabah ezanı okununca bend e uyumaya geçiyorum, çünkü Ergenekon Savarlar sabah namazına gidiyor? dedi.

     

    Oyunu izlemeye gelen bir çok seyirci politik açıklamalarla örülü bu sahnelerden rahatsız olunca oyunu terk etmek zorunda kalırken, bazı seyircilerde özellikle ?Darbe?nin vakti geldi? sözlerine alkış tuttu.

     

    Sanatı ve tiyatroyu aşan bu ifadelerin Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay?ca nasıl karşılanacağını merak konusu...

     

    kaynak : haber7.com


  8. selamlar,

     

    sayin buyukdogu, siz nerde ikamet ediyorsunuz ? bahsettiginiz oyun, parmaksiz salih ne zaman nerde oynanacak?

     

    muhtemelen oyun Istanbul yada Ankaradadir. ama tarih ve saat konusunda hic bir tahminim yok. :)

     

    birde diyorum ki; keske anasayfa da soyle kucucuk bir pano gibi birsey olsa, onemli duyurular(tiyatro, konferans, kultur faaliyetleri, imza gunleri, kitap kampanyalari vs) adminlerimiz ve uyeler tarafindan, oraya konsa, siteye ara sirada olsa ugrayan biri varsa o da faydalansa bizlerde mudavimler olarak faydalansak, sanki cok guzel olurdu. :)

     

    selametle


  9. Şu gerçeğin uzun zamandan beri farkındayım: İlgi duyduğunuz konular ve meseleler ne kadar çoksa, okuduklarınız size o kadar çok şey söyler. Bu sebeple eskiden okuduğum kitapları zaman zaman yeniden okumak ihtiyacı hissediyor ve ilk okuduğumda dikkatimi çekmeyen bir yığın önemli ayrıntıyla karşılaşıyorum.

    Son günlerde diplomat şair ve yazarlar hakkında yazmaya çalıştığım bir makale için Abdülhak Hâmid'in hatıratını yeniden gözden geçirirken karşıma çıkıveren Karındeşen Jack'ı, ilk okuyuşumda nasılsa fark etmemişim. Hayret ki ne hayret!

     

    Birçok filme ve belgesele konu olan Karındeşen Jack (Jack the Ripper), bildiğiniz gibi, 1888 yılının ikinci yarısında, Londra'nın gecekondu semtlerinden Whitechepel'de hayat kadınlarına musallat olan ve bütün cinayetlerini tasvir edilemeyecek kadar büyük bir vahşetle işleyen bir seri katildir. Kimliği araştırmacılar tarafından hâlâ merak edilen Jack'e bu isim, İngiliz istihbarat teşkilâtı tarafından katil olduğunu iddia eden birinin gönderdiği mektuptaki imzadan hareketle verilmiş. Hâmid, "Jack the Ripper" isminin Londra halkı tarafından verildiğini, "Yarıcı Jack" anlamına geldiğini, "Şikem-şikaf" (Karındeşen) dememek için "Ripper"in tercih edildiğini söylüyor.

     

    Mesele şu: Sultan II. Abdülhamid, Londra'dan Jack the Ripper imzasıyla bir suikast mektubu almış ve bu mektubun kim tarafından yazıldığını araştırması için o tarihte Londra Sefareti'nde başkâtip olarak görev yapan Hâmid'e iki yüz elli liralık bir çek göndermiş. Bu paranın iki yüz lirası "ihsan", elli lirası ise tahkikat içinmiş. Çekle birlikte gönderilen mektupta müracaat edilmesi istenen İngiliz detektifinin ismi ve adresi de bildiriliyormuş. Hâmid, Şehbender Emin Efendi'yle birlikte gidip bu detektifle konuştuğu gibi kendi imkânlarıyla bazı araştırmalar da yapmış. Bu arada aynı tehdit mektuplarından Rus çarına da gönderilmiş olduğunu öğrendiklerini belirten Hâmid, "Londra'daki Jack the Ripper" diyor, "bizim çarşıdaki Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'dan da beterdi. Yedi milyona karîb nüfusu olan bir şehirde böyle meşhur ve müstekreh bir nâm-ı müstearla yazılan suikast mektubunun sahib-i mes'ulü kimdir, nasıl tahkik olunabilir? Her taraftan bu yolda cevaplar almıştık."

     

    Hâmid, Sultan Abdülhamid'in tahkikat için gönderdiği paranın çok azını harcadıklarını ve "netice-i tahkikat"ı "atebe-i şâhâne"ye arz ettiklerini söylüyor.

     

    Şaşırtıcı olan, Abdülhamid'in böyle önemli bir mesele için sefir Muzurus Paşa'yı değil de, şiir yazmaktan ve güzel yaşamaktan başta derdi olmayan Abdülhak Hâmid'i görevlendirmiş olmasıdır. Acaba bu, Hâmid'e para göndermek için bir vesile midir? Üstad, hatıratının Karındeşen Jack meselesini anlattığı sayfalarında, "Hazine-i Hassa'dan muhassas (tahsis edilmiş) maaşım yoktu. Sultan Hamid'in vükelâsından yahut jurnalcilerinden değildim" diyorsa da, mektupları dikkatle okunursa başka neticelere ulaşılabiliyor.

     

    Yukarıda sözünü ettiğim yazıda, Tanpınar'a dayanarak Abdülhamid'in Hâmid'e daima şüpheyle baktığından söz etmiş, bu konuda bir de Prof. Dr. İnci Enginün hanımefendinin görüşünü almak istemiştim. Hâmid'in hatıraları ve mektupları da dâhil olmak üzere bütün eserlerini kültürümüze yeniden kazandıran İnci Hanım, bu konuda şüpheleri olduğunu söyleyerek mektuplarından birindeki bir ifadeye dikkatimi çekti ve bazı şüphelerinden söz etti. Bu da mektuplarda dikkatimi çekmeyen küçük bir ayrıntıydı. Dedim ya, ilgi alanınız ne kadar genişse, okuduklarınız o kadar çok şey söylüyor!

     

    İnci Hanım'ın söz ettiği çarpıcı ayrıntı şu: Hâmid, Sultan Abdülhamid'le özel olarak haberleşebilmek için bir şifre anahtarı hazırlamış! Açıkçası, Sultan Abdülhamid'in "Şair-i Azam"la ilişkisi var; durum anlaşılmasın diye Hazine-i Hassa'dan ek bir maaş tahsis etmemiş, ama Karındeşen Jack'ı tahkik etmek gibi sudan sebeplerle para gönderip durmuş.

     

    Hâmid, çekirdekten yetişme bir hariciyeci gibi görünse de hep amatör kalmıştı; üstelik diplomat olarak ciddi bir faaliyetinden ve başarısından da söz edilemezdi. Güzel giyinmeyi, pahalı restoranlarda güzel yemekler yemeyi seviyor, çok içiyor ve çapkınlıkta sınır tanımıyordu. Fakat o hem "Şair-i Âzam"dı, hem de öyle anlaşılıyor ki, zât-ı şâhânenin has adamı! Başkalarının meslek hayatını bir anda bitirebilecek kusurlar, ihmaller ve skandallar onda hoş görülüyordu. Esat Cemal Paker'in Kırk Yıllık Hariciye Hatıraları'nda, Hâmid'in amatör memur olduğu için Muzurus Paşa'nın kendisinden iş ve yardım beklemediğini, esasen Abdülhamid'in onu Londra'ya iş görsün diye değil, bir bakıma mecburi istirahate gönderdiğini söylemesi de dikkat çekicidir.

     

    Öğrendiğim bir gerçek daha var: Hatırat kitapları genellikle açıklamak için değil, gizlemek için yazılır.


  10. selamlar,

     

    arkadaslar bircogunuz duymussunuzdur.bilim adamlari vakti zamaninda altin oran diye birsey kesfetmis/farkina varmis. unlu ressam davinci,meshur tablosu monalisayi cizerken de altin orandan faydalanmis.altin oran video sunu izledigimde gercekten hayret etmistim.kabenin konumundan tutundan,vucudumuzdaki butun kemiklere kadar heryerde ayni oran var.gercekten bana cok sasirtici geldi.diyecegim o ki; Allahu teala oyle bir nizam icinde yaratmiski herseyi,neye baksaniz bir duzen bir sebep var.hicbirsey gereksiz yada luzumsuz yada basina buyruk degil.

     

    su kaynaktan video yu izleyebilirsiniz: http://serdarkocaoglu.com.tr/2009/04/altin...-yaratilis.html


  11. İsrail rahatsız olmuş, içeridekiler fena kızdı

     

    Tam da Türkiye-Azerbaycan arasında gerilim artırılırken, Kafkaslar'da Türkiye'nin etkisini zayıflatmaya yönelik içeride ve dışarıda çabalar yoğunlaşmışken, Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan üçgenindeki gelişmeler belirsizliğini korurken İsrail ile yeni bir sorun pazarlanıyor şimdi. Türkiye ile Suriye'nin önceki gün başlattığı ortak askeri tatbikat, İsrail adına kriz olarak pazarlanıyor.

     

    Öncelikle bir kanaatimi paylaşayım: Türkiye'nin yakın çevresine açılma çabalarına, bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurma girişimlerine karşı savunma cepheleri, direnç hatları oluşturuluyor. Bundan sonra başka alanlarda da bu cepheden vurmaların değişik örneklerini göreceğiz. Elbette her şey yolunda gitmeyecekti. Bir ülke, bir güç belli bir bölgede etkinliğini artırıyorsa karşısına mutlaka engeller çıkacaktır, girişimleri etkisiz hale getirilmeye çalışılacaktır. Burada öngörülmeyen bir durum yoktur. Ancak içeriden birilerinin, belli çevrelerin iç politik kaygılarla Türkiye'nin önünü kesme çabaları, içerideki iktidar kavgalarını dışarıda Türkiye'yi cezalandırmaya kadar vardırmaları anlaşılabilir değildir.

     

    Kafkaslar'daki problem bu… Birileri, başka ülkelerin çıkarlarıyla örtüşür biçimde Kafkasya üzerinden Türkiye'yi cezalandırmaya girişti. O çevreler, güçleri yetse Ortadoğu ülkeleriyle yakınlıkları olsa bu bölgede de aynısını yapacak, Türkiye'nin son yıllarda elde ettiği kazanımları heba etmekten kaçınmayacaktır.

     

    Bunun son örneği İsrail "adına" yapıldı. Türkiye-Suriye ortak tatbikatı konusunda İsrail'de hissedilen rahatsızlık o kadar içselleştirilmiş ki, Türkiye kamuoyuna "İsrail'in Türkiye'yi cezalandırması" olarak sunuldu. İçerideki hesaplaşma niyeti ve öfke bu çevreleri fena savurmuş, neyi nasıl sunduklarını hesaplayamayacak hale getirmiş. Ya da burada gerçekten ihanete varacak ölçüde bir gözü dönmüşlük var. Ortak tatbikattan duyulan rahatsızlık Türkiye'deki bazı gazetelerde adeta İsrail basını gibi, "İsrail'den jet yanıt, misilleme, öfke" başlıkları ile verildi. Tel Aviv yönetimi, Türkiye ile ortak savunma çalışmalarını durdurmayı düşünüyormuş, PKK ile mücadelede çok önemli olan Heron insansız hava araçlarının satışını durdurabilirmiş…

     

    Bu yorumlar İsrail kaynaklarına ait. Elbette Türkiye'ye yansıtılması gerekiyor. Ama haberin veriliş biçimi ile Türkiye-Azerbaycan arasındaki krizin pazarlanma biçimi arasındaki benzerlik son derece dikkat çekici. Hem Kafkaslar'dan hem İsrail cephesinden Türkiye'nin cezalandırılması bu çevreleri fena halde mutlu edecek, öyle görünüyor. İşte burada, söz konusu bölgelerde Türkiye ile yine Türkiye mücadele ediyor sanki. İşte bu nedenle, içerideki hesaplaşma hırsı dışarıda Türkiye'ye zarar verecek noktalara ulaştı. Konu şu:

     

    Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler hızla gelişiyor, gelişecek de. Bu ilişki biçimi bütün bölge ülkeleri için bir model niteliğinde. Suriye'ye yönelik dış tehditlere göğüs geren bir ülke Türkiye. Dolayısıyla sadece siyasi ve ekonomik değil askeri olarak da iki ülke birbirine çok yakın artık. Bunun son örneği tarihte ilk kez iki ülkenin askeri tatbikat yapması oldu. Bu üç günlük tatbikat doğal olarak İsrail'de rahatsızlık uyandırdı. Çünkü, bugüne kadar bölgede Türkiye'ye en yakın ülke İsrail'di. Çok mahrem anlaşmalar yapılmış, iki ülke güvenlikten öte ideolojik olarak, "ortak tehditler"e karşı cephe olmuşlardı. Ama İsrail-Türkiye ilişkileri bu ülkeye ciddi olarak zarar vermeye başladı. Çünkü aslında ortak tehditlere karşı değil İsrail'in önceliklerine göre şekillenmişti. Türkiye-İsrail ilişkileri, olağanüstü değişiklikler olmazsa, bundan sonra ileri gitmeyecek aksine güç kaybedecektir. Bu tespite şimdiden karşı çıkanlar bunu bir yere not etsinler, gün gelir lazım olur.

     

    İsrail'i rahatsız eden asıl şey; Suriye ile ortak tatbikatın bir AK Parti projesi değil, devlet politikası olması. Bundan önce her olayda sivil-asker ayırımına yatırım yaparlardı, artık yapamıyorlar ve bu rahatsızlık veriyor. Ayrıca; Türkiye ile Lübnan arasında, Lübnan ordusunun güçlendirilmesine, silahlandırılmasına dair gelişmeler de İsrail'de ciddi rahatsızlık uyandırıyor. Eski günlerin alışkanlığı ile Türkiye'yi adeta yönetir biçimde sorguluyor, aba altından sopa gösteriyor, caydırıcı gücünü harekete geçirmeye çalışıyor. Ama artık bu yaklaşımın devri kapandı. Türkiye Rusya'dan S-400 Hava Savunma Sistemi alma yolunda. NATO ülkesi olmasına rağmen, NATO dışı kaynaklardan savunma sistemi alma ihtiyacı hissetmesi dikkatle değerlendirilmeli.

     

    Hep şuna inandım: Bölgede Türkiye gibi bir ülkenin gücü arttıkça İsrail'in etkinlik alanı daralacaktır. Daralmak zorunda. Şu anda bu oluyor. Bu yüzden de yakın çevremize yönelik iyi girişimler sabote edilecektir. Herkes şunu bilmeli; bütün bu planlamalar, girişimler, geleceğe yönelik pozisyon almalar dar bir siyasi çevrenin değil, Türkiye'nin ortak arayışıdır. Başarılı oldukça sadece İsrail değil, başka güçler de Türkiye'nin karşısında yerini alacaktır.

     

    Türkiye'nin etrafına güvenlik duvarı örülmeye çalışılırken, İsrail İran'la muhtemel çatışma ihtimaline karşı tarihinin en kapsamlı tatbikatını planlıyor. Başka gelişmeler de var: Afro-Asya'nın iki ucunda ciddi stres birikimi söz konusu. Pakistan istikrarsızlığa sürüklenirken ülkede askeri darbe beklentisi öne çıktı. Orta Afrika'da İsrail doğrudan saldırılara girişti. Şubat ayında Sudan topraklarında bir konvoy İsrail savaş uçakları tarafından vuruldu ve 40 kişi öldü. Geçtiğimiz hafta ise bir İran gemisi Sudan limanına yaklaşırken ABD-İsrail savaş gemileri tarafından vurulup batırıldı. Konvoyun Gazze'ye silah sevkiyatı yaptığı iddia edildi. Geminin ise T-72 tankı yüklü olduğu öne sürüldü. İsrail, "hiçbir bölge müdahale alanımızın dışında değil" açıklaması yapıyor. Şimon Peres; "bir savaş olursa hep kazanan, bundan sonra da kanacak olan biçim safımızda yer alın" çağrısı yapıyor.

     

    Bunlar şimdilik sessiz gelişmeler. Nerelere varacağını kimse kestiremez. Ama şu gerçek; Türkiye kendi yolunu çizdikçe karşısında çok ciddi cepheler oluşacaktır. İçeride hesaplaşma arzusuyla yanıp tutuşanlar Türkiye'nin karşısındaki cephe adına içeride büyük çaba harcıyor. Çok yazık!


  12. abidevi sahsiyetler.

     

    Değişik kitaplarından tanıdığımız Can Alpgüvenç'in "Abidevi Şahsiyetler" adı ile yeni bir eseri Kaynak Yayınları'ndan çıktı. Maalesef diplomalılarımızın pek çoğu tarihi ciddiye almıyor; sırası gelince de "Mezar taşlarıyla övünmeyi bırakın" diyorlar. İlgilenenler de konuları yüzeysel ele alıyor, olayları mekanikleştiriyorlar.

    Nahit Sırrı Örik'in "Abdülhamid Düşerken" eseri teknik ve üslup olarak güzel yazılmış. Filmini bir süre önce televizyonda seyrettik. Hareket Ordusu Selanik'ten geliyor; İçişleri Bakanı Şefik Bey mevki kapmak için yer değiştiriyor, atlar geliyor, gidiyor, birlikler hareket ediyor, Abdülhamid Han devriliyor. Tarih böyle ele alınırsa, bilinmesiyle bilinmemesi arasında pek fark kalmaz. Hele maziye ideolojik yaklaşmak ayrı bir felakettir; bugünkü idrakle geçmişi değerlendirmek, geçmişi bugüne mahkum etmektir.

     

    Yunanistan bizden koptu; başına bir Alman kral geldi; Romanya kralı da Alman'dı, Bulgar Kralı Ferdinand da. Bu kuklalarıyla Almanya bizi Batı'dan çevirmişti. Rusya'nın tarihî emellerini de herkes biliyordu. Napolyon; "Dünya tek bir devletin idaresi altında olsa, merkezinin İstanbul olması gerekir. Şunu unutmamalı ki İstanbul'a hakim olan cihana hakim olabilir." dediğine göre diğer güçlü devletlerin olup bitenlere bigane kalması düşünülemez. Sevelim veya sevmeyelim; Abdülhamid Han'ın siyasi dehâsında şüphe yoktur; Batı'da yazılmış çeşitli kitaplarda "Politikanın yıldızı" olarak nitelendirilmektedir. Dünya bir savaşa doğru sürükleniyor; bilhassa toprak altı zenginliklerinin iştahlarını kabarttığı milletler Osmanlı Devleti'nin başında Abdülhamid Han'ı görmek istemiyorlardı. Dolayısıyla onun devrilmesinde hangi devletin nasıl rol oynadığı gün ışığına çıkarılmazsa, yazılanlar mezar taşı edebiyatından öteye geçmez. Birlikler hareket eder, Mahmut Şevket Paşa hürriyetin teminatı gösterilir. Gerçekler biraz daha örtülmüş olur. Tarih milletin tecrübesidir; yanlışı tecrübenin esası kabul edenleri nasıl bir dramın beklediğini hiç düşünüyor muyuz?

     

    Alpgüvenç, tarihimizdeki önemli olayları, unutulmaması gereken şahsiyetleri seçmiş, olayları ve kişileri sadece tarihî bakımdan ele almamış; çünkü yazdıkları kuru olur, güç okunurdu. Hayali şeyler de yazmamış. Verdiği kesitleri, anlattığı şahısları tarihten koparmamış; ama onlara edebiyatın tadını ilave ederek sunmuş, yani zoru başarmış. Okuyuculara adeta portakal takdim etmiş. Hiç kimse şeker ihtiyacını gidermek için portakal yemez ama portakal yiyince şeker ihtiyacını da gidermiş olur. Alpgüvenç'in yazdıklarını okuyunca, edebiyatın lezzetini damağımızda duyarken, tarihimizi de öğreniyoruz.

     

    On dört bölümden oluşan kitabında Alpgüvenç'in ızdırabına şahit oluyoruz. Belli ki dünyadaki bugünkü durumumuz onu rahatsız ediyor. Sosyal konuların esası insandır; insanı değiştirmeden tarihin akışını değiştirmeyi düşünmek beyhudedir. Alpgüvenç de olayları anlatırken örnek alınması için kahramanları öne çıkarıyor. Mesela kitabında şöyle bir olay nakleder: "Manisa valisi on bir yaşındaki II. Mehmed diz çöküp Akşemseddin'le ders okumaktayken içeriye giren haberci, bir haçlı ordusunun, İslam beldeleri olan Akka, Sayda ve Beyrut kalelerini işgal ettiğini, binlerce Müslüman kadını kendi ülkelerine götürdüğünü duyurdu. Akşeyh'in öğrencisi, Memluk'a ait olmasına rağmen adı geçen şehirlerin düşmesine çok üzüldü; gecenin sessizliğinde uzun uzun ağladı. Akşemseddin talebesini nasıl teselli edeceğini biliyordu; "Elem çekme beyim, günün birinde sen de İstanbul'u alacaksın; ama zafer gününde herkese adaletle davran." dedi. İstanbul'u fethettiğinde Fatih'in, hocasının sözünü tuttuğunu biliyoruz.

     

    Olaylar ne kadar canlı anlatılırsa anlatılsın, ayrıntıları, karakterleri kavramak için yine de okuyucuya iş düşer. Halbuki kahramanların resimleri çizilirse, bilhassa yetişmekte olanlar için güzel bir örnek olurlar. Mimar Sinan, Gazi Osman Paşa, Zenci Musa öyle bir resmedilmişler ki, bunları okuyan çocuğumuzun etkilenmemesi mümkün değil.

     

    Gümbürtüleri çok olsa da siyasi olaylar gelip geçicidir. Gazete koleksiyonlarını karıştırınca, milletçe neler yaşadığımızı görüyoruz, pek iz bırakmadan silinip gitmişler. Kültür çalışmaları insanı etkiler; insan da kendine göre bir dünya kurar. Bu gerçeği yakalamış olan Alpgüvenç günlerini kütüphanede geçirmektedir. Milletimizin gelecekteki şekillenmesinde mutlaka çalışmalarının etkisi görülecek, yeni nesiller de onu şükranla anacaktır.

     

    mehmed niyazi.


  13. Selahaddin Eyyubi'nin liderlik sırları

     

     

    Rahmetli Akif'in abidevi Çanakkale şiirinde, "Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini / Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin'i" dediği gibi Selahaddin Eyyubi bütün Müslümanların gönlünde taht kurmuş bir kumandan ve devlet adamıdır.

    Onu yakından tanımak, yetişen nesillere örnek göstermek hepimizin görevi olmasına rağmen, kimimiz sadece adını biliyoruz, kimimiz de ders kitaplarında anlatıldığı kadar hakkında bilgi sahibiyiz. Büyük insanların yaptıkları işlerle şahsiyetlerini birbirinden ayırmak mümkün değildir; onun karakterini, yeteneklerini meziyetlerini anlatan kitaplardan yoksunduk. İşte bu boşluğu doldurmak için Sayın Cemal Toksoy ile eşi Fatma Toksoy Hanımefendi, güzel, muhtevalı bir çalışma yapmışlar.

     

    Selahaddin'in kumandan, devlet adamı olmak, cihana ün salmak gibi bir niyeti yoktu; kendisini ilme vermek istiyordu. Çünkü kitabımız rengi, dili ne olursa olsun bütün insanlığı eşit kabul ettiği halde; "Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" diye buyuruyor, Peygamber Efendimiz de çeşitli hadislerinde alimleri övüyordu. Fakat vaziyetten vazife doğar düsturu gereğince, amcası Sirbuk'un ve babasının zorlamasıyla kendisini savaş alanlarında buldu. Üstün görev şuuru ve ahlakıyla dikkatleri çeken Selahaddin, Nureddin Zengi'nin ordu komutanı oldu. Zengi ölünce çocukları birbirleriyle savaşa tutuştular. Oysa yaşadıkları dönemde birlik önemliydi. Bu boğuşma sadece Zengi'nin çocuklarını yok etmeyecek, ülkeyi de perişan edecekti. İş orada da kalmayacak, İslam âleminin buhranlı dönemi daha feci hale gelecekti. Onların anlaşmaları için Selahaddin elinden gelen her şeyi yaptı; ne yazık ki başarılı olamadı. Bunun üzerine o da Zengi'nin dul eşiyle evlenip onun mirasçısı olduğunu iddia etmek zorunda kaldı. Böylece devlet başkanlığının yolu açıldı ve tarihte Eyyubiler adıyla anılan devleti kurdu.

     

    Hıristiyanlar çeşitli İslam bölgelerini işgal etmişler, Kudüs Krallığı'nı kurmuşlar, ona bağlı olarak değişik mıntıkalarda üç tane kontluk teessüs ettirmişlerdi. Selahaddin'in ülkesi her taraftan kuşatılmıştı; sadece Beyrut'tan denize açılıyor, donanması olmadığı için de ondan yararlanamıyordu. Haçlılar silindir gibi çiğneyerek geldiklerinden Anadolu Selçukluları'nın yardım etmek için gücü kalmamıştı. Gerek Irak'taki Abbasiler, gerekse Mısır'daki Fatımiler bu feci durumu umursamıyorlardı. Endülüs de çok uzaktaydı. Selahaddin, Nureddin Zengi'nin politikasını izleyerek önce Fatımiler'in üzerine yürüdü. Nüfuz alanını Endülüs ve Yemen'e kadar genişletti. Ayağını toprağa sağlam bastıktan sonra kuzeye, Haçlılara döndü. Mümkün olduğu kadar ikmal yollarını kesti; kale ve kontlukları bir bir düşürdü; nihayet Hıttin'de Haçlıları ağır bir yenilgiye uğratınca, onların derlenip toparlanmalarına fırsat vermeden Kudüs'ü fethetti.

     

    Parlak zaferlerinden dolayı, o bölgede yaşayan Araplar, Türkler, Kürtler Selahaddin'i kendi milletlerine ait saymaktadırlar. Söz konusu bölgedeki dillerin tamamını konuşan Selahaddin'i bir millete mal etmek yanlıştır. O dönemde asıl olan din olduğu için evliliklerle hepsi birbirine karışmıştı. Onun kendisini İslam'a vermiş bir Müslüman olarak bilinmesi yeterlidir; gerisi uzmanlık gerektiren bir husustur; tartışmaları da beraberinde getirir. Ondan bütün Hıristiyan tarihçileri sitayişle bahsetmekle yetinmediler, bazıları da onu Hıristiyan yapmanın lüzumunu duydular; ona dair yalanlar uydurdular. Güya o bir kontesin oğluymuş; deniz yolculuğunda fırtınaya tutulmuşlar; bulundukları gemi batmış; annesi boğulmuş, bir Müslüman kundaktaki Selahaddin'i kurtarıp Müslüman olarak büyütmüş, ölüm döşeğinde doğuştan Hıristiyan olduğunu öğrenince, tekrar asli dinine dönmüş.

     

    4 Mart 1193'te elli beş yaşında vefat etti. Öldüğü zaman hazinesinde bir keten elbise, bir Suri dinar ve 40 Nasiri dirhemden başka bir şey çıkmaması onun yüceliğini göstermektedir. Önce Mansare Kalesi'ndeki evine defnedildi. Daha sonra oğlu El-Efdal, babasının naşını Emeviye Camii'nin yanına yaptırdığı türbeye nakletti. İbn Şeddat onun için şöyle der: "Tarih bilgisi kuvvetli, umumi kuvveti genişti. Meclisinde bulunanlar başkasından duymadıkları şeyleri ondan duyarlardı." Laene Poole'den Sir Hamilton Gibb'e kadar pek çok Batılı tarihçi onu övmek mecburiyetini hissetti. Poole'nin onun hakkını teslim etmek zorunda kaldığını şu cümlesinden de anlıyoruz: "Kudüs'ü alması ona dair bilinen tek şey olsaydı bile, bu onun kendi zamanının, belki de bütün zamanların en yiğit ve en geniş yürekli fatihi ilan etmek için yeterliydi." Gibb ise ahlakını öne çıkarmaktadır: "Selahaddin gerçekten de üstün askerî meziyetlere sahipti; fakat onun zaferleri diğer büyük sultanlarda çok az bulunan ahlaki niteliklerinin bir sonucuydu."

     

    Alman Kayzeri II. Wilhelm bu bölgeye yaptığı gezi sırasında Şam'daki Emeviye Camii'nde bulunan Selahaddin'in kabrini de ziyaret eder. Onun adına bir ziyaret plaketi bastırarak; "Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selahaddin'in mezarı önündeyim." diyerek ona hayranlığını ifade eder. Bilgili, yiğit, merhametli, adil ve üstün ahlaklı bir devlet adamı, düşmanı olabileceklere bile kendini övdürür. İyi bir kütüphaneci olan Cemal Toksoy Bey'i ve eşi Fatma Hanımefendi'yi kutluyor, çalışmalarının burada noktalanmamasını ümit ediyorum.


  14. Profesör Türkan Saylan kimdir?

     

     

    1935'de Kandilli'de doğdu. Kandilli Lisesi'nin bitiren Saylan 1963 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. Saylan'ın iki oğlu ve iki torunu var. Ama son yıllarında akciğer ve kemik vereminden seri ameliyatlar geçiren Saylan, 2 yıldır demir korseyle gezerken bile neşesini koruyabildi...

     

     

    Annesinin adı : Lili Mina RAİMAN - 1936 yılında Leyla ismini alarak, ismini değiştirdi.

     

    Lili MIna RAİMAN ise, Raber RAGMAN ve Mina VERLİG kızı, 1908, Bermingen-İngiltere doğumlu ve Katolik Hıristiyan.

     

    Bir konuşması:

     

    - Bu ülkede Hıristiyanlığı nasıl yayabiliriz? Kürdistan' ın temellerini nasıl atabiliriz? ATATÜRK ismini kullanırsak bunu daha rahat yapabiliriz. Hem para toplar hem destek alırız, kampanyalar düzenler, Türk' lerden topladığımız paralarla, Kürtleri daha bilinçli hale getiririz, cahil insanlarla Kürdistan'ı kuramayız, Hıristiyanlığı bu şekilde daha rahat yaymamız da mümkün.

     

    Son ünlümüz ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) başkanı Türkan Saylan hanfendi (!) oldu. Bu ülkede birilerinin dini inançlarına saygısızlık yapıp bunu da vatan, millet adına yaptiklarını, onunla perdeleyemiyorlarsa "laiklik elden gidiyor" yaygarasını kullandıklarını artık herkes biliyor. Türkan Saylan hem dine, hem millete açıkça hakaret içeren laflar söylemiş durumda. Ne diyor Hanfendi (!)?:

     

    -Türkler tarihten beri yakan, yıkan bir milletmiş.

     

    Cevap hakkı bu milletin bir ferdi olarak bana ve hepimize düşüyor. Türk Milleti tarihten beri asil duruşunu bozmamıştır ve hayvanlara bile haklar tanımıştır. Osmanli'daki kayıtlara bakilabilir. Sizin Prof ünvanınızın bile mesnedi belli değildir.

     

    -Bir öğrenci sıranın üzerinde namaz kılacağına, bale yapsın. Çagdaş Türkiye böyle olur.

     

    Çagdaşlıkla kendisini yanyana getiren bir zihniyet ancak bu lafları kusabilirdi ve kustu da. Modern devlet dediğimiz devletlerde her Pazar kiliseye giden devlet başkanlarını görmeyen Türkan Saylan, acaba Sultanahmet'in sadece turistik bir yer değil aynı zamanda ibadet yapılan bir yer olduğundan haberi var mı?

     

    Sahi, kim bu Türkan Saylan ve ÇYDD?

     

    Hemen cevaplayalım:

     

    MİT'in raporlarinda misyonerlik faaliyetlerinin Türkiye ayağı. Özellikle Kitab-ı Mukaddes Şirketi (Sadece İncil yayımlar. İlk Türkçe İncil'i 1826 yılında çevirmişlerdir) ile sıkı ilişkileri var. Aynı zamanda Amerikan Board (Dünyadaki misyonerlik faaliyetlerini organize eden ABD merkezli bir vakif) ile sıkı ilişkiye sahip. Amerikan Board şirketi, yaptığı faaliyetleri Türkiye'de SEV (Sağlık Eğitim Vakfı) ve ÇYDD üzerinden yürütmektedir.

     

    Verdiği reklamlarla ve söylemlerle sürekli halkı kışkırtmaya çalışan bir halet-i ruhiyesi var. Başkanlığını Profesör Türkan Saylan'in yaptığı ÇYDD hakkında, Atatürk İlke ve İnkilaplarını kalkan olarak kullanıp, bir çok kişi ve kuruluştan yardım adı altında para topladığı, ilgili bakanlıklardan izin almaksızın yurtdışından yardım aldığı, hiçbir yasal dayanağı olmadan kamuoyuna, kendisini sivil toplum kuruluşları birliği olarak tanıtan çeşitli dernek ve vakıflarla işbirliği içerisinde oldukları yönünde yapılan ihbarlar sonucu denetime tabi tutulmuş ve Dernekler Kanunu 62 ve 85/2 maddesine muhalefetten, 5 Şubat 2001 tarihinde Maltepe Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusu yapılmııştır.

     

    Şimdi de ÇYDD'nin Başkanı ve YÖK üyesi Türkan Saylan. Saylan'ın, eğitimin bütün kesimlerinin temsil edildiği 17. Milli Eğitim Şûrası'ndan oylama sonucunda 4'e karşı 66 oyla "Katsayı adaletsizliğine son verilsin" yönünde karar çıkması karşısındaki tavrı hayli dikkat çekiyor. İçine sindiremediği "Herkes üniversiteye eşit şartlarda girsin" kararını "hazırlanmış bir oylama" şeklinde değerlendiren Türkan Saylan'in da Hıristiyan kökenli olduğu netleşti.

     

    Dedesinin ismi Raber RAGMAN: Uzun süredir Hristiyan kökenli olduğu konuşulan Türkan Saylan'in Nüfus Kayıt Örneği'ne ulaşıldı. Türkan Saylan'ın Nüfus Kayıt Örneği'nde annesinin asıl isminin Lilimina RAİMAN olduğu görülüyor. Aynı zamanda YÖK üyesi olan Türkan Saylan'ın 1924 İngiltere doğumlu olan annesi Lilimina RAİMAN, 1936 yılında Leyla ismini almış. İstanbul ili Eminönü ilçesine kayıtlı Türkan Saylan'ın anne tarafından dedesinin ismi Raber RAGMAN, anneannesinin ismi ise Minaverlig'dir. Türkan Saylan'in annesi Leyla Hanım'ın din hanesinde "Katolik Hıristiyan" yazıyor. BU NE TESADÜF? Dedesinin ismi Agop olan Doğu'daki Rektör Yücel AŞKIN ile, dedesinin ismi Ohanis olan Batı'daki Rektör Alıcı'nın, İHL ve katsayı konusundaki çıkışları ile bu ortak noktalarını 30 Eylül tarihli sayısında "Bu ne tesadüf" şeklindeki haberler, Türkan Saylan'in da Hıristiyan kökenli oluşuyla ilgili yine aynı soruyu gündeme getiriyor: "Bu ne tesadüf?"

     

    MİT'in misyonerlik raporundaki şok isimler Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Türkiye'deki misyonerlik faaliyetlerini anlattığı yazıda, Profesör Türkan Saylan'ın da adı geçiyor. Yazıya göre, Türkiye'deki bazı Amerikan okullarının kurucusu olan Amerikan Bord Heyeti, bu faaliyetini SEV vakfı eliyle yürütüyor.

     

    Kutlu Doğum'lar için 'şov hakareti' diyerek kürsüye çıkan ÇYDD Başkanı Türkan Saylan, AB sürecini eleştirdi. Yaradılış için 'hurafe' diyen Saylan, 'Üniversitelerde gençleri laik cumhuriyet yerine İslami yönetime sürüklemek için her türlü parasal kısıntılar en üst düzeye varmıştır.' iddiasını dile getirdi. Kutlu Doğum haftası kutlamalarıina da 'şov' diyen Saylan, '23 Nisan'daki ulusal coşkuyu gölgelemek üzere aynı tarihlerde yöneticilerin katilimıyla Kutlu Doğum şovu yapılarak cumhuriyetten intikam alınmaktadır.' iddiasında bulundu.

     

    Saylan, İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Kampüsü'nde 'Türkiye'mizin çagdaslaşma sürecinde laiklik' konulu toplantıda da konuşmuş ve Türk milletinin tarih boyunca hep yakıp yıktığını öne sürmüştü. 'Çocuklarımızın sıra üstünde namaz kılmasını değil, bale yapmasını istiyoruz.' diyen ÇYDD Başkanı, Gençlik Korosu'nu yöneten müzisyenin isminin 'Muhammed' olmasını da 'ironi' olarak değerlendirmişti....

     

    kaynak :bana gelen bu maili burda paylasiyorum,arkadasa enkisa zamanda sorup ogrenecegim biiznillah.


  15. bu arada aklima gelmisken,''biz gokteki iktidari yere indirdik'' sozu M.kemal'in bir videosunda pasa tarafindan soyleniyormus,yani aktarma filan degil bizzat M.Kemal pasa soyluyormus.

    birde duymus oldugum baska birseyi aktarayim,genelkurmay 'mustafa' filmi icin can dundara arsivlerini acmis, can dundarsa ordan secmis begenmis sonra mustafayi hazirlamis.netice itibariyle film laik kesimlerden tepki gorunce genelkurmay da yaktin bizi can dercesine can dundara sitemde bulunmus,hatta bunlada kalmayip bu beglesel-filmi askerlerin izlememesi icin emir verdirmis.

    kesin izlemek lazim :)


  16. selamlar,

     

    belgesel-film niteligindeki bu yapiti bende henuz izlemedim.fakat arkadaslarimdan duydugum ve bana epey hayretler ettiren bir soz vardi( hayretimin sebebi,bu satirlarin o filme konulabilmis olmasidir).M.kemal diyormus ki; biz gokteki iktidari yere indirdik!.


  17. solcu ama antidemokrat sanatcilar!

     

    Bazı sanatçılar var; bu sanatçıların sanatçı kimliğinden ziyade politik kimliği öne çıkıyor..

     

    Elbette her sanatçı, toplumun sorunlarına karşı duyarlı olmalı ve komplekssizce "derdini" anlatabilmelidir.

    Fakat bu derdi anlatırken demokrasiyi yüceltme yerine bazı sözleriyle demokrasiye karşıt söylem geliştirdiklerini görüyoruz.

     

    Özellikle Edip Akbayram, Müjdat Gezen, Tarık Akan, Fazıl Say bu grutandır..

     

    Ferhan Şensoy da bu gruptandır.

     

    O Şensoy ki, Galatasaray Lisesi'nde yıllarca aynı sırayı paylaştığı Engin Ardıç'ın 90'lı yılların başında Star TV'deki yorumları ve Sabah'taki yazıları pek çok kişi tarafından beğenilince, tiyatro oyununda sıra arkadaşını güya "makaraya" alarak milleti güldürmeye çalışıyordu.

     

    Oysa kendisi milleti güldürmüyor, milleti kendine güldürüyordu.

     

    İşte iki yıl kadar önce, Ferhan Şensoy bazı Türk okumuşlarının alamet-i farikası olan trajik duruştan bir enstantane sunarak komik değil gülünç olan şu cümleyi kurmuştu:

     

    "Çankaya'da eşi başörtülü bir yobaz görmek istemiyorum. Büyükanıt hemen darbe yaparsa, sabah kalkıp davul çalacağım.."

    Gülmeyin, aynen böyle diyordu..

     

    Eh, zaten kadın vücuduna bakraç ya da güğümle boya dökerek resim yaptığını zanneden bir "post ekspressionalist badanacı" da vücudundan çıkan "ifrazat"ı kamuoyuna sergileyerek bir nevi "sanat yapmıştı"!

     

    Çünkü sanat sanat için değildi; tiyatro da resim de toplum içindi..

     

    İşte geldik, yazının başındaki meseleye..

     

    Cumhuriyet'i borçlu olduğumuz Atatürk'ü savunmak adına, demokrasiyi borçlu olduğumuz bir Başbakan'ı asmaktan utanmayan bir seçkinciler ("seçkinler" değil) zümresinin getirdiği yer işte asaletin dibe vurduğu, sakaletin ise şaha kalktığı bu yerdir..

     

    Önüne gelen herkese "Gözünün üstünde kaş var.." diyen bazı insanları ben "gözbebekleri"ne benzetirim.

    Biliyorsunuz, gözbebeklerine ne kadar ışık tutarsanız o kadar küçülürler..

     

    Evet bir zamanlar "Komünistler Moskova'ya.." diye bağıranların, bugün Rusya'dan komünizm gelmese bile doğalgaz geldiğini, kendilerine ne kadar "gaz verilse de" anlayamamaları elbette "doğal"dır..

     

    Al sana yağcı gazeteci..

     

    Türkiye'de ilginç bir habercilik anlayışı ve enteresan bir köşe yazarlığı formasyonu var..

     

    Bunlardan bazıları öylesine bir manşet atar ki, bu manşetler "Silahlı Kuvvetler Nizamnamesi"nin bölüm başlığı gibidir.

     

    O kadar ki bu gazetelerin yöneticileri "siluet gazeteciliği" diye adlandırılabilecek bir branşın hem öğrencileri hem de öğreticileridir.

     

    Örneğin; bir gazetenin herhangi bir sayfasında "sadece gözleri" bantla çizilmiş bir şahsın fotoğrafı varsa biliniz ki orta yerde devletin koruduğu bir birey vardır.

     

    Buna karşılık bir bireyin sadece gözleri kapatılmayıp "yüzünün tamamı karartılmışsa" biliniz ki orta yerde toplumun tamamını tehdit eden bir dayatma ve manipülasyon vardır.

     

    Bir de bazı köşe yazarları vardır; bu yazarlar sadece yazar ama ne yazdığını, niçin yazdığını, kime yazdığını bilmez, belki de nasıl yazdığını da bilmez.

     

    Örneğin, POAŞ'ın sahibinin diğer firması Hürriyet'te yazan bazı köşe yazarları, gazetecilik denilen saygın kurumu yerle yeksan eden son derece vahim yazılar yazıyor.

     

    Hürriyet'teki bu köşe yazılarını okuyunca, hani dizel motorlu araca benzin konulunca araba sarsılır ya işte ben de o denli sarsılıyorum.

     

    Ama çok şükür ki o yazıyı okuduğum gün arabama benzin aldığımda hediye edilen kolonyalı mendili kullanıyorum da yüzümü ferahlatıp kendime geliyorum.

     

    Evet, bir köşe yazarı nasıl olur da patronunun bir başka şirketi ile ilgili olarak yapılan bir haber üzerine köşesini patronunun şirketinin savunmasına hasreder?

     

    POAŞ istasyonlarında çalışan işçiler köşe yazarlığı yapabiliyor mu ki tersi mümkün hale gelsin?

     

    Yani Aydın Doğan gibi başarılı bir işadamı bu işi bilmiyor mu?

     

    Görüyoruz ki "siluet gazeteciliği" yanında şimdi bir de "pompacı köşe yazarı" denilen bir tür ihdas ediliyor.

     

    Fakat bundan şu anlam çıkmıyor.. Sanmayınız ki patronunun şirketini aslanlar gibi savunan bu köşe yazarları POAŞ istasyonlarında çalışan "pompacı"lardır.

     

    Tahmin ediyorum ki bu bazı yazarlar POAŞ istasyonlarında çalışan "pompacılar" değil, "yıkamayağlama" servisinden transfer edilen çalışanlardır!

     

     

    Fikri AKYÜZ / Takvim


  18. selamlar,

     

    daha evvel forumda birkac kez dile getirildigini biliyorum.lakin bende bu baslik altinda bir daha dile getirmek istiyorum; kitap tanitimi/tavsiyesi icin ayri bir baslik acilsin!(forumda boyle bir baslik aradim ama bulamadim,fakat iyi hatirliyorum ki daha evvel baska arkadaslar da ayni istekte bulunmuslardi)

     

    ben forum da bulunan bazi basliklar sayesinde,ustadin kitaplarinin haricinde bazi kitaplari tanidim,hic duymadigim yazarlari duydum,ve bu kitaplardan bir kismini temin edip okudum. sonuc gayet basarili.:)

    yalniz dusuncem odur ki; eger bir bolum olusturulursa herkes okudugu kitabi,sayet begendiyse yada paylasmak istiyorsa bu bolumde paylasabilmelidir ve ortaya hep beraber guzel bir kulliyat cikarilabilir.bence adminlerimiz bu meseleyi bir daha gorusmeli ve artik yapmalilar su bolumu :).

     

    selam ve muhabbetle


  19. ARAPÇADA "KE" ZAMİRİ

     

    Arapça’da herhangi bir kelimenin sonuna “ke”zamiri geldiğinde,kelime doğrudan doğruya bir muhatabiyet boyutu kazanır. Zira, “ke” zamiri,kelimeye senin-sana gibi anlamlar yüklemektedir. İnsanın “sen” diyebildikleri ise,ancak ve ancak perdesiz,aracısız,doğrudan doğruya muhatap olduğu kişi ve kişilerdir. İbadetler açısından bakıldığında,bilhassa namaz,hac ve oruçta,bu zamirin vurgulandığı görülür. Namaz,”subhaneke” ile başlar,”iyyake” ile devam eder. Haccın alemi tavaf ve lebbeyk’lerdir;mü’minler,hac esnasında tekrar tekrar “Lebbeyk!La şerike leke lebbeyk” demektedir.orucun en kritik vakti ise,iftar anıdır. Ve iftar anında orucunu açmasından hemen önce Resul-i Ekrem(s.av)yaptığı dua hep “ke” zamirini taşımaktadır; “Allahumme leke sumtu ve bike amentu ve aleyke tevekkeltü ve ala rızkıke eftartu”

     

    (Bu nebevi duadaki “Sen” hitabı orucun,O’na yöneldiğimiz bir ibadet halinden ötesini;insanın kendisini Rabb-i Rahim’inin huzurunda hissettiği bir ubudiyet halini simgelemektedir.

     

    “O” denmemiş,çünkü “O” gaibane ubudiyetin,”Sen” ise hazırane ubudiyetin simgesidir

     

    kaynak: www.islammerkezi.com


  20. selamlar,

     

    cem sultan hakkinda okumus oldugum bu yaziyi sizlerle paylasmak istedim, cok mahsun olarak gocmus bu dunyadan,bu durumu beni haylice uzdu.neyse efendim selamlatle

     

     

    Cem Sultan

     

    26 Kasım 2008 Çarşamba

     

    İstanbul feth edileli 6 yıl olmuştur ki Çiçek Hâtun çiçek gibi bir oğlan doğurur. Bu sevimli çocuk çabucak okur ve henüz 4 yaşında iken ezbere oturur. Öyle ya, Fâtih Sultan Mehmed gibi bir padişahın oğlu başka nasıl olur?

     

    Cem, 5 yaşına gelince, Kastamonu'ya yollanır ciddi bir tedrise alınır. O devir Kastamonu'su kelimenin tam manası ile ilim merkezidir. Her sokakta bir cami her, mahallede bir medrese vardır, ilme talip olanlar çok şey kazanır.

     

    Fâtih, büyük oğlu Mustafa'nın vefâtı üzerine Cem Sultan'ı Karaman eyâletine gönderir. Şehzademiz Konya yıllarında hem tahsilini tamamlar, hem de savaş sanatı üzerinde yetişir. Cem, çevik ve güçlü bir gençtir, attığını vurur, vurduğunu devirir. Çılgın gibi at sürer, değme pehlivanların bileğini büker. Belki de bu yüzden Karaman ahalisi onu çok sever. Kaldı ki o kuru bir cengaver değil, eşi zor bulunan bir yöneticidir. Harâbeye dönen Larende'yi şenlendirir, şehri hanlarla, saraylarla, bedestenlerle süsler, çarşıya, pazara renk getirir.

     

    Kahire, Hicaz, Konya

    Fatih sırlarını sakalının telinden saklayan bir sultandır. Nitekim ani bir kararla meçhul bir sefere (Mısır'a olduğu söylenir) çıkar, (1481) ancak ömrü yetmez. Asitane padişahsız kalacak değildir ya, yerine alel acele 2'nci Bâyezîd'ı getirirler. Ancak Cem Sultan, Uzun Hasan Seferi sırasında babasına vekâlet ettiğini belirterek, tahtın hakkı olduğunu iddiâ eder. Osmanlıda bunun net bir adı vardır: "Muhalefet!"

     

    Hoş, ahali Cem Sultan'ı padişah görmek ister, hatta bir ara Bursalılar topyekûn onun emrine girerler. Cem, gerginliği tırmandırmaz, kan dökülmesin diye memleketten uzaklaşır taaa Kâhire'lere gider. Sultan Kayıtbay onu merâsimle karşılar, ayaklarına halılar serer. Ancak o, Osmanlı'nın başını ağrıtacak temaslardan kaçınır, dünyevi arzulardan arınıp hac farizasını eda eder. Lâkin Karaman Beyliğini yeniden kurmak için yanıp tutuşan Kasım Bey adeta musallat olur ve şansını bir defa daha denemesini ister. Cem, saltanat meraklısı değildir ancak milleti cem edeceğine (birleştireceğine) ve Osmanlıya hız katacağına inanmaktadır. Hasılı Türk tarihinde sıkça şahid olduğumuz tatsız çatışmalar yaşanır ve çekilmek zorunda kalır.

     

    Zindanlaşan Rodos!

    Sultan İkinci Bâyezîd, Konya Ereğlisi'ne kadar gelir ve müzâkere ister. Cem Sultan'a Anadolu'nun birliği için Kudüs'te oturmasını teklif eder. Cem Sultan ise imparatorluk toprakları içinde bir bölgenin kendisine tahsisinde ısrar eder. Rumeli'de ayak basacağı bir bölge ararken Rodos'a uğrar ve "esaret" başlar.

     

    Şövalye Pierre d'Aubusson, Cem Sultan'ın eline istediği zaman Rodos'tan ayrılabileceğine dair bir senet vermesine rağmen sözünü unutur. Bâyezîd Han'dan, Cem Sultan'ın bakım masrafı olarak 45.000 duka altını koparır. Hıristiyan dünyası böylesine kıymetli bir rehineyi Anadolu'ya yakın bırakmaz, önce Nis'de, sonra Şambri ve Puy kalelerinde göz hapsine alırlar.

     

    Avrupalılar Cem Sultan'dan âzami derecede istifâdeye bakar. Fransa, Macaristan, Venedik, hattâ Memlük Sultanları bile Rodos şövalyelerinin peşinde koşar. Cem Sultan'ın Alman İmparatorunun eline düşmesi ihtimâli üzerine endişeye kapılan Fransa, onun Papa'nın himâyesine bırakır. Cem Sultan Vatikan'da tutulmaktan çok rahatsız olur, ağabeyine yolladığı mektuplarda "beni küffâr elinde bırakma" diye yalvarıp içli şiirler yazar: "Sen bisteri gülde yatasın şevk ile handan, Ben kül döşenem külhanı mihnette sebeb ne?" (Sen gül döşenmiş yatakta neşeyle gülerek yatarken, ben zahmet ve eziyet içinde küle batayım, neden?)

    Sultan 2'nci Bayezid şiire şiirle karşılık verir: "Çün rüzi ezel kısmet olunmuş bize devlet, / Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne? / Haccacü'l Haremeynüm deyüben da'va kılarsun, / Ya saltanat-i dünyeviye bunca taleb ne?.."

     

    Papalığın oyunları

    Vatikan'da tutulduğu günlerde Papa 8'inci İnnocent, Cem Sultan'ı çağırır. Şehzademiz, teşrifât memurunun bütün ısrarına rağmen kavuğunu çıkarmaz, diz çökmeye râzı olmaz. Papa onun saltanat hakkını bahane ederek Osmanlılar üzerine bir Haçlı seferi açmaya kalkar. Cem Sultan buna şiddetle karşı çıkar, değil Osmanlı pâdişahlığı, dünyâ emrine verilse, Müslümanlara kılıç çekmeyeceğini açıklar. Papa dediklerini yaptıramayınca kendi lisaniyle sayıp sövmeye başlar. Cem Sultan fasih bir latince ile "ayıp olmuyor mu" diye sorunca koca adam yerin dibine batar.

     

    Cem Sultan mahkumiyet günlerinde sabahlara kadar el açar; "Yâ Rabbî! Eğer bu kâfirler beni bahâne edip İslâm üzerine yürümeye kalkarlarsa, canımı al!" diye yalvarır. Papa, Cem Sultan'ı kullanamayacağını anlayınca berberin eline zehirli bir ustura sıkıştırır. Bu soğuk alet cildine değer değmez Cem Sultan'ın gözleri kararır. Bir şubat sabahı şehâdet getire getire rûhunu teslim eder ki, henüz 35 yaşındadır.

     

    Haber İstanbul'a ulaşınca, görülmedik burukluk yaşanır. Mahalleler ölü evine döner, dükkanlar kapanır, kahveler boşalır. Lokmalar dökülür, aşlar kaynatılır, helvalar basılır. Sultan 2. Bayezid fukaraya ve gurabaya emsalsiz para dağıtır. Ülkenin dört bir yanında hatimler indirilir, gıyabi cenâze namazları kılınır. Cem Sultan'ın naaşı ancak 5 yıl sonra memlekete getirilir, ağabeyi Mustafa'nın yanıbaşında toprağa bırakılır.

     

     


  21. selamlar,

     

    israrla niye fikri aykuz okuyorum bilmiyorum.fakat bugunku yazisindan oturu kendisine bir sempati duymaya basladim,bende arastirdim sorusturdum :) ,guzel oldugunu dusundugum su yazisini da buldum ve yine siz gonuldaslarla paylasmak istedim.

     

    selam ve muhabbetle

     

    Hayrettin Karaman'ın akılalmaz cevapları!

     

     

    SORU 1 ) Sayın Sevan Nişanyan ; ben Cumhuriyet gazetesi okuyan bir okurum. Gazetemizin yazarlarından Mustafa Balbay tutuklandı biliyorsunuz. Merak ettiğim husus şu: Balbay kimdir, bunu biliyorum. Ama Balbay nedir? Balbay sözcüğünün etimolojik serüvenini açıklarsanız sevinirim. ( Aydınlanmışcan Miting )

    CEVAP 1) Değerli okurum; okullarda Osmanlıca okutulmadığı için belki bilmiyorsunuz ama İnkılap Tarihi dersinde mutlaka görmüşsünüzdür.. Anılan derste Miralay Mustafa Kemal ismine rastlamışsınızdır.

    İşte o "miralay", dil devrimi sonucunda "albay"a dönüştürüldü. Miralay değiştirildi ama Mirmehmetdengir ismi sanıyorum aynen muhafaza edildi. Neyse.. Miralay albay olunca Mustafa Balbay'ın dedesi soyadı kanunu çıktığında "Albay" soyadını almış. Ama nüfus memurunun şöyle söylediği tevatür edilir. Ol rivayete göre: "Albay, benim soyadım.. Seninki karışmasın diye başına B harfi koyalım". Ve böylece ortaya B-Albay çıktı. Hapisten çıkmasını umuyorum, aslında oturup konuşulabilecek düzeyde düzgün bir adamdır. Ama çıktığında Bgeneral ismini alır mı bilmiyorum. Gerçi Er-uygur soyadına razı olan bir general orta yerde dururken böyle bir arzusunun olacağını hiç sanmıyorum.

     

    SORU 2) Sayın Haydar Dümen ; ben dümeni kırılmış bir geminin kaptanıyım. Gemimizin adı kamuoyunda amiral gemisi olarak tavsif edilen bir devlet gemisidir. Hocam gemimiz su almaya başladı, "şimdik" ben ne yapacağım? Gemiyi terk mi edeyim, kızımın dizisinde mi oynayayım, dizimi mi döveyim, kızımı mı döveyim ?

    Bu arada amiral gemisi olduğumuz için bana "Kaptan-ı Derya" da derler. Biliyorsunuz derya, deniz demektir. Demek ki ben Deniz'in kaptanıyım. Oysa ben kaptanlıktan istifa edip Deniz'in Avukatı olmak istiyorum. Bunun mümkün olması ihtimali "olası mıdır"? ( Ertuğrul Topyekünsavaş )

    CEVAP 2) Muhtemeldir ki "olanaklıdır". Fakat yiğit koçum benim, bu soruyu bana niye soruyorsun? Geminin dümeni ile Haydar Dümen'in ne alakası var? Seçmen pusulasındaki yerini tespit etmek için sen şimdi kalkıp Reha Muhtar'ı mı arayacaksın ? Gemin su alıyorsa ve batmak üzere ise tavsiyem sadece şudur: Yelkenleri suya indir, indiremiyorsan ve gemin hala su almaya devam ediyorsa " su koyver " gitsin..

     

    SORU 3 ) Sayın Hayrettin Karaman ; ben başörtülü ve "hemi de" cipli bir hanımım. Geçen gün bir otobüs durağının önünden geçiyordum, bir de ne göreyim? Durakta şanzımanı dağılmış şekilde bekleyen pek çok insan vardı. Onların bana olan bakışlarından mahcubiyet duydum.

    Sonra yoluma devam ettim. Avcılar istikametinden Söğütlüçeşme yönüne doğru cipimle giderken Merter civarında trafik tıkandı. Yanımdan ise "vızır vızır" metrobüs geçiyordu. Onlara imrenerek baktım. Şimdi hocam sorum şu: Mehmet Bekaroğlu, "Benim partime, otobüs durağında bekleyen kadınların yanından geçen cipli başörtülü kadınlar oy vermesin" demişti.

    Kadir Topbaş da çıkıp "Tıkalı trafikte homurdanan araç sahiplerinin yanından geçen metrobüsteki yolcular bana oy moy vermesin" derse ben ne yapayım? Başımı açıp cipe mi bineyim yoksa başımı açmayıp metrobüse mi bineyim? Fıkıh ne der hocam? ( Cihandabir Biricik Birtane Birleşik Meltem İmbat Samyeli Dahadauzargideroğlu)

    CEVAP 3) Sayın Dahadauzargideroğlu; Din İşleri Yüksek Kurulu'nun kıymetli mensupları Ruhat Mengi, Özdemir İnce, Tufan Türenç ve İlhan Selçuk'un ittifakla birleştiği konulardan biri de budur. Kamuoyunun yakinen tanıdığı bu müfessir, müçtehit ve fakihlerimizin editörlüğünde çıkan 2009 basımı " Aydınlanma Döneminde Ilımlı Otomobilin Alımlı Kadınlar Üzerindeki Tecimsel Ve Kuramsal Zamazingosu " isimli nadide ve müstesna eserde yer alan birkaç satır sanıyorum sizi aydınlatacaktır. İşte o satırlar:

    "Her kim ki başını kapar kıyamet ondan kopar. Bir kadın şayet cipe biniyorsa ve başı açıksa, o kadının cipi anayasanın ikinci maddesindeki değiştirilemez temel ilkeler çerçevesinde 'siyah filmle' kaplatılamaz. Çünkü o kadının niyeti, başının açıklığını gizlemekten ibarettir. Takiye yapmaktadır. Bu siyah film meselesi Ilımlı İslam modelinin laik rejime vurduğu son darbedir. Biz bu filmi çok gördük. O nedenle takiyeyle mücadele için üstü açık araba üretimi son çaredir."

     

    fikri akyuz-takvim


  22. selamlar,

    fikri akyuzun bugunku yazisini paylasayim istedim,bence gayet guzel ve carpici bir yazi.

     

    Bi’saniye, ne oluyoruz Allah aşkına? Ortalık “Türkan Saylan.. O bir melek, o bir başöğretmen” lakırdısından geçilmiyor..

     

    Saylan’ın neredeyse “azize” mertebesine ulaştırıldığını görünce şu aziz topraklarda akıl tutulmasının nerelere vardığını da görmüş oluyorum.

     

    Elbette Saylan’ın isminin bombacılarla aynı kefeye konulmasına ben de karşıyım..

     

    Elbette Saylan’ın, başörtüsüne (başörtüsü yasağına değil..) karşı olması onun demokratik bir hakkıdır..

     

    Elbette Saylan’ın, beğenmediği bir hükümetin iktidardan uzaklaşmasını temenni etmesi, hatta bunun için toplantılara iştirak etmesi onun en doğal haklarından biridir..

     

    Elbette, kendisi bir bilim insanı olarak mutlaka bu memlekete az ya da çok hizmetler yapmıştır ve elbette hasta bir insan olduğu için kendisine azami hassasiyet gösterilmesi icap etmektedir.

     

    Fakat bütün bunlar sapla samanın; at izi ile it izinin birbirine karıştırılmasının; at önüne et, it önüne ot konmasının bir mazereti değildir.

     

    (Zekasında problem olan insanlar için not: Burada teşbih yapılmıştır, kimseye it mit denilmemiştir.. Bu lafımı çarpıtanlar yine de olursa, bu mahlukun ot yerine biraz daha et yemelerini hassaten tavsiye ediyor ve hakkaten rica ediyorum!)

     

    Evet kanser hastalığından kaynaklı saç dökülmesi ve bundan dolayı başını boneyle kapatması üzerinden çok “pis” bir yazı yayımlayan Vakit gazetesinin tavrı, “vicdanlara” çakılmış bir mıh gibidir.

     

    Bir insanın hastalığı ile dalga geçmek insanlık denilen o mistik duygunun yitimi değildir de nedir?

     

    Bu, işin bir boyutu.. Diğer boyutu ise Saylan’ın hastalığından rant ve ikbal devşirmek gayesine yönelik saçma sapan yorumlara hız verenler..

     

    Can Ataklı örneğin dün Vatan’daki köşesinde bir okurun yorumuna yer vermiş.. Yorum şu:

     

    “Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi belediyelerin burs vermesini yasalara aykırı bularak durdurdu. Galiba ‘Sen benim öğrencimin bursunu kesersen ben de senin öğrencinin bursunu keserim’ diyorlar.”

     

    Belediye bursunu kesen kim? Türkiye’nin en üst düzey yargıçları.. Saylan’ın başında olduğu derneğin verdiği bursları kesen var mı? Yok.. O zaman bu “illiyet rabıtası” nereden çıktı?

     

    Aynı gazeteden Mustafa Mutlu ise bir “hastasının” mektubunu aktarıyor ve insanı kahırdan kanser eden şu cümleye yer veriyor:

     

    “Tedaviden vazgeçiyorum. Kemoterapiye harcayacağım parayı bu derneğe bağışlıyorum.”

     

    Evet bunlar birer “akıl kopması”dır, “fikir savrulmasıdır”..

     

    Hele hele bazıları diyor ki: “Saylan, binlerce öğrenciye burs verilmesini sağladı.. Onu nasıl olur da suçlarsınız.. Şimdi o bursu alamayacak olanlar ne yapacak?”

     

    Şimdi tabii bu bir mantıktır; mantıktır ama acayip sakat bir mantıktır.. Zira Deniz Derneği de binlerce insana yardım götürüyor değil mi?

     

    Şimdi kalkıp “Siz nasıl olur da Deniz Feneri’ne dava açarsınız? Binlerce yoksul yardım bekliyor..” gibi hukuk mantığından nasibini almamış bir yorum yapılabilir mi?

     

    Neticede Saylan’ın bombacılarla aynı karede gösterilmesi, soruşturmanın özellikle son dalgada dikkatsiz bir seyir işlediğini gösteriyor.

     

    Ama tüm bunlar, Saylan’ın çağdaş ve demokrat bir insan olduğunu kabul etmemi gerektirmiyor..

     

    Saylan tam manasıyla gayri medeni bir bilim kadınıdır; demokrat falan değildir..

     

    Gayri medeni lafı birilerine ters gelecektir biliyorum ve devam ederek adını açık koyuyorum:

     

    Sıfatı ne olursa olsun bir insan, üniversitede “ başörtüsü yasağını” savunuyorsa o kişi medeni bir insan değildir.. Demokrat bir insan ise hiç değildir.

     

    (Bir insan elbette “başörtüsüne” karşı olabilir, böyle bir insan “medeni değildir” demem..)

     

    Bir başka husus daha.. Bir insan dine inanmayabilir elbette, bu onun doğal bir hakkıdır..

     

    Fakat Saylan, bir şölende ne demişti hatırlayalım: “Bu gençlik orkestrasını yaratan, yöneten arkadaşımızın adı Muhammed.. Düşünebiliyor musunuz buradaki ironiyi..””

     

    Saylan aslında şunu demek istiyor: “Muhammed ismi Arap kokan gerici bir isimdir.. Orkestra ise ‘çağcıl’ bir yapılanmadır.. Şu çelişkiye bakar mısınız?”

     

    İşte Saylan’ın zihniyet şablonu budur..

     

    “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”ni destekleyen bazı çağdaşların yaşamındaki ironi ne yazık ki işte tam da budur!

     

×
×
  • Create New...