Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Beylerbeyi

Admin
  • Content Count

    785
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    26

Posts posted by Beylerbeyi


  1. Aslında Taraf'ı diğer kartel gazetelerinden ayırmak lazım. Gerçi ayırmak lazım mı bunu kesin olarak söyleyemesek bile bir tutamayacağımız gerçeği kesinlikle bedahat derecesindedir. Taraf ve kartel gazetelerinin ortak noktası dine olan mesafeleri olsada taraf dine karşı diğer yobazlardan daha saygılı. Mesela başörtüsü konusunda açıktan destek veriyorlar hükümete. Azınlıkların hakları onların en önemli gündem maddesi, darbe planlarını deşifre etmek, ya da deşifre edilenleri yayınlamak da artık onlar için çok sıradan. Şimdi sorarım size, samimi olmasalar bile bu söyledikleri, savundukları aslında bizim savunduğumuz şeyler değil mi? (Samimiyete gelince sormazlar mı adama, hangimiz ne kadar samimiyiz ki biz müslümanlar olarak ?) Taraf gazetesinde gözlemlediğim bir diğer önemli nokta ise, gazetenin gerçekten 'sol' bir gazete olduğudur. Diğerleri sol diye görünür yahut lanse edilir, fakat gerçekte kemalist rejimim sözcülüğünden başka birşey yapmazlar. Gelelim ordu meselesine, bugün Tsk'nın bütün general rütbesi orduyu terketmedikçe, bağımsız bir yargı önünde yargılanmadıkça ben bu ordudan bir hayır geleceğine inanmıyorum, inanamıyorum. İmdi bırakın vuran vursun. Bunları kanun yoluyla temizlemenin oluru yok, daha dün akşam saatlerinde askere sivil yargı yolunu açan yasa anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi!

    Biz bu Taraf gazetesinin yaptığı türden haberlere alışık değiliz, o nedenle biraz afallıyoruz. Hem şöyle düşünelim, ortaya çıkarılan bunca haber, (darbe planları, ses kayıtları, şunlar bunlar...)gizli saklı kalsaydı daha mı bi müreffeh olacaktık?


  2. Kıymetli arkadaşlar sakalı çarşafı bırakın da, kulak verin bakın ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin emekli bir genarali yaptığı iddia edilen darbe çalışmalarına karşı kendini nasıl savunuyor. Diyor ki; Biz bütün dinlere saygılıyız!, bizim mücadelemiz irtica ile. İrtica'ya kaynak olarak ise, Kuran-ı Kerim'in indirildiği çağa hitap ettiğini, bugünün gerçekleriyle bağdaşmadığını filan söylüyor. Yani efendiye göre Kuran artık geçersizdir ve bu asırda geçersiz bir kitabın kurallarını yerine getirmek irticadır. Allah senin belanı versin!


  3. Diplomalı eşekler

     

    Cahil insanlar, "okumayı" sihirli bir değnek sanırlar. Okumakla iş bitecektir. Çocuklarını okutacaklar, onlar da büyüyünce, yaşlı ana babalarına "bakacaklardır"... Çocuk, bir tür yaşlılık sigortasıdır.

    Bu insanlar, okumak deyince elbette "ders çalışmayı ve sınıf geçmeyi" anlarlar. Ders dışı her türlü okuma zararlıdır, gözleri bozar, kafa karıştırır. Çocuğun harçlığını kitaba değil "boğazına" harcaması istenir.

    "Meslek" deyince de akıllarına üç şey gelir: Doktorluk, avukatlık, mühendislik.

    Haa, bir de "atom mühendisliği" vardır ki, cahil halk arasında "en makbul, en ileri meslek" olarak kabul edilir. Ne var ki, böyle bir mühendislik dalı yoktur. Ana baba herhalde bundan "nükleer bomba imal eden teknik elemanı" anlamamaktadır, daha çok "uzay" falan gibi çağrışımlar içerir bu saçmalık.

    Eh, aile içi hiçbir eğitim de verilmediğinden, bunların okuttuğu çocuk da genellikle diplomalı eşek çıkar. Bunlar, iş bulur çalışırlarsa çalışan eşek, bulamazlarsa işsiz eşek olurlar.

    Bunların üniversite hayatlarına küçük bir örnek: Geçenlerde, Dr. Cengiz Aktar, Devlet Bakanı Egemen Bağış'ı bir konuşma yapması için Bahçeşehir Üniversitesi'ne konuk etmiş...

    Bağış, Avrupa Birliği'ni ve ilişkilerimizi anlatacak. Konuyla ilgili devlet bakanı.

    Ayağına gelmiş, daha ne istiyorsun? Ankara'da peşine düşsen günlerce dolanırsın da işlerinin yoğunluğundan randevu alıp görüşemezsin...

    Yuh çekmişler. Konuşturmamışlar.

    Adam sanki Bulgar hükümetinin Türkiye'den tazminat isteyen zıpçıktı bakanı...

    Çünkü piçkuruları "Avrupa Birliği'nin ne olduğunu biliyorlarmış"...

    Biliyorsan dinlemezsin, mecbur musun? Git kantinde kızlarla kakara kikiri yap, sinemaya git, çay iç, ne halt edersen et...

    Ya da bakan konuşsun, ondan daha iyi biliyorsan meseleyi, kalk soru sor, eleştir, görüşlerini çürüt, adamı müşkül duruma düşür, onu silkele, perişan et!

    Ama konuşturmayınca "eylem koymuş" oluyorlar akıllarınca.

    "Avrupa Birliği savaş demekmiş"... Bildikleri bu.

    Bakanı konuşturmayınca da "memlekete sahip çıkmış" oluyorlarmış.

    Öğrenme arzusu yok, tartışma görgüsü yok, dinleme terbiyesi yok, önyargı var, bağnazlık var, beton kafalılık var. Ne bildikleri de ortada. Bunlar üniversiteyi bitirecekler, anaları babaları da "oğlumuz okudu da adam oldu" diye sevinecekler. (Küçük bir örnek daha vereyim: Dr. Ali Bayramoğlu çocuğun sınav kâğıdını göstermişti de ikna olmuştum, gözümle görmeseydim asla inanmazdım... Bayramoğlu'nun yazılıda sorduğu şu: "İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin dış politikasını özetleyiniz"... Son sınıf sınavı bu, bizim okulda ancak üçüncü sınıf bilgisiydi... Öğrencinin yanıtı tek cümle: "İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye, Atatürk'ün önderliğinde zaferden zafere koşmuştur!"... Bu hayvan birkaç ay sonra okulunu bitirdi, ortalıkta diplomalı siyasal bilimci diye dolaşıyor, belki "hariciyeye" bile girmiştir...)

    Bunların yüzünden artık hiçbir gazeteci hiçbir üniversitenin kapısının önünden geçmez oldu. Çünkü konuşturmamakla yetinmiyorlar, bir de saldırıyorlar.

    Az daha uyanıkları da, konuşmacıyı "provoke" edip küfür ettiriyor, sonra da tazminat davası açıyor, harçlığını çıkarıyor!...

    Sakın ha sakın, hiçbir üniversiteden hiçbir hoca bana bu gibi bir taleple gelmesin.

    Nasıl olsa öğrencileri anlatacağım şeyleri benden daha iyi bilmiyorlar mı canım?

     

    Sabah / 10 Ocak 2010


  4. Sultan Abdulhamit, büyük önder, fikir adamı, siyaset dehası, islam halifesi, hayır kurumu...Hakkında çok yazıldı, çok çizildi. Her defasında bir daha hayret ettik, bin daha özledik Sultanı.

    M. Armağan bugün bir yazı kaleme olmuş, konu yine Abdulhamit, okurken gözlerim doldu, titreme geldi. Buyrunuz...

     

    Zamboanga neresi, Yıldız Sarayı neresi?

     

    Filipinler'de Mindanao adasında, halkının tamamı Müslüman olan bir yerleşim yerinin ismidir Zamboanga.

     

    Burada Taluksangay adını taşıyan bir cami, Müslümanlara bu topraklardaki köklerini hatırlatırken, turistler için de uğranmadan geçilemeyecek şirin bir mekân. Kapısındaki kitabeye bakılırsa 1885 yılında yaptırılmış. Tahmin ettiniz: Abdülhamid'in buraya gönderdiği yardımlardan bu cami de nasibini almış durumda. Kubbesinde ve minaresinde bulunan hilal, hilafetin gölgesinde bulunduklarını gösteriyor.

     

    Hint Okyanusu'na uzanalım şimdi de: Seylan'dayız. Ve Seylan'da Müslümanların medar-ı iftiharı olan Hamidiye Mektebi'nin önünde toplanmış öğretmen ve öğrencileri görüyoruz eski bir fotoğrafta. İsimleri yazılı altında: Samir'ler, Muhiddin'ler, Enis'ler, Selim'ler... Hepsi Abdülhamid'e (veya bu kitabın okurlarına) ta oralardan ve zamanın içinden selam ediyorlar. Okul halen faal ve ismi Hameedia Boys' School'dur.

     

    İşte bir çarpıcı örnek daha: Şikago'da bir cami. İsmi: Mescidü'l-Fâtır. Vehbi Vakkasoğlu'ndan öğrendiğimize göre vaktiyle buradaki Müslümanlar bir cami yaptırmak için İstanbul'dan yardım istiyorlar, Abdülhamid de bir miktar para gönderiyor kendilerine. Caminin arsasını satın alıyorlar ama bilmediğimiz bir sebeple inşaatına hemen başlanamıyor. Cami, satın alınan arsa üzerine daha sonraları yaptırılmış.

     

    Singapur'da Abdülhamid Müzesi

     

    Ya Singapur'da bir Abdülhamid Müzesi olduğunu biliyor muydunuz? Belki de dünyada onun adını taşıyan tek müze bu. Burada Abdülhamid'in yağlıboya bir tablosu yer alıyor ve ölüm yıldönümlerinde Singapurlu Müslümanlar, onun önünde toplanıp ruhuna Fatiha okuyorlarmış. Bunun da kaynağında Kasım 1900'de Ahmed Ataullah Efendi'nin Sultan Abdülhamid adına Singapur'daki Müslümanlarla kurduğu teması buluyoruz. Singapurlu İmam Alataş, Müslümanların Abdülhamid'e olan sevgisini şöyle anlatmış:

     

    "Sultan Abdülhamid Han, Singapur'u İslâm yönünden doyurdu. Tefsir âlimlerinden Kadı Beydavi'nin Kur'an tefsirini Malaycaya çevirerek göndermiş olmasaydı İslâm bu ülkede belki bu kadar gelişmezdi. Kendisi ayrıca Singapur'a ilk Malayca Kur'an'ı gönderen biriydi." (İmam'ın "Malayca Kur'an" dediği, Arapça okuma imkânı bulamayanlara Malay harfleriyle yazılmış Kur'an'lardır.)

     

    Tabii Pekin'de yaptırılan Hamidiye Üniversitesi'nden söz etmesek bu liste çok eksik kalır. Bugün dahi cuma günleri avlusunu Çinli Müslümanlar dolduruyor.

     

    Seylan'daki Hamidiye Erkek Okulu öğrencileri okulun önünde (1901)

     

    Nihayet bugün Yunanistan sınırları içinde kalmış olan Gümülcine'deki saat kulesi de restore edilmiş haliyle 2004'ten beri daha bir dinç görünüyor. Tahmin ettiniz: O da bir Abdülhamid dönemi eseri. Ve yine Gümülcine'deki Hükümet Konağı, Belediye Binası, Rüşdiye ve Sibyan Mektepleri de aynı dönemde yapılmış. Bugün bir kısmı yıkılmış olsa da kalanlar onun Balkanlar'daki gözleri gibi bizlere bakıyor.

     

    Ergani Saat Kulesi kan ağlıyor

     

    Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde bulunan Hükümet Konağı 1895'te, Saat Kulesi ise 1899'da inşa edilmiş olup kulenin kapısı üzerindeki kitabede bizzat Abdülhamid'in eseri olduğu açıkça belirtilmektedir.

     

    Aymazlığın derecesine bakın ki, 1994'te Kültür Bakanlığı konağı "Ermeni kilisesi", kuleyi de onun "çan kulesi" olarak tescillemiş. Allah'tan, bir tarih gönüllüsü olan Lütfi Ergene'nin müdahalesiyle bu feci hata düzeltilmiş ve binaların, ismi anılmadan (ağızlarını yakar çünkü!) Abdülhamid döneminde yaptırıldığı tescil edilmiş.

     

    Bugün saat kulesinin üst kısmı yıkık, altı ise zar zor ayakta durmaktadır. Osmanlı Yahudileri tarafından Meksika'da yaptırılan çeşmeli saat kulesinin restorasyonu için para ayıran hükümete, Ergani'deki saat kulesini harap bir vaziyette bırakmak yakışmıyor. Bir an önce el atılması dileğiyle.

     

    Minsk köylerinde yankılanan ad

     

    Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez anlatmıştı. Geçtiğimiz Ramazan ayında Belarusya'nın başkenti Minsk'e bağlı İvya köyünde bir camide teravih namazı kıldırıyor. Önde erkekler, arkada kadınlar namaza duruyor. Salavat getirilen kısımda ise erkekli kadınlı cemaatten ilahi formunda bir ses yükseliyor: "Lailahe illallah Cebrail melekullah. Lailahe illallah Mikail melekullah." Mehmet Bey şaşırıyor önce ama devam ediyor namaza. İkinci arada bu defa Azrail ve İsrafil'in isimleri zikrediliyor. Sonraki aralarda ise sırasıyla bütün peygamberler sayılıyor. En son "Lailahe illallah Muhammed Rasulillah" sesleri yükseliyor. Ancak hemen ikinci bir ses:

     

    "Lailahe illallah Abdülhamid Halifeti Rasulillah."

     

    Mehmet Görmez Bey, "Salavatlar bitti ama o anda ben de bittim" diye anlatıyordu gözleri dolaraktan, "Neredeydim, hangi zamandaydım, şaşırmıştım."

     

    Ufuklarımız genişledikçe Abdülhamid bizi daha çok şaşırtacağa benziyor.

     

    Hizmet aşkı

     

    Abdülhamid tahttan indirilmiş, kapatıldığı Beylerbeyi Sarayı'nda hastalanmıştır. Kendisini kontrole gelen eski muhalifi Dr. Abdullah Cevdet'i karşısında görünce o balyoz gibi sözü indirmeyi ihmal etmemiştir:

     

    "Siz doktorsunuz değil mi? Benden meşrutiyet yerine hastane isteseydiniz hem insanlara karşı şefkat ve mürüvvete sahip olduğunuzu ispat, hem de mesleğinize layık olduğunuzu tescil etmiş olmaz mıydınız?"

     

    M.ARMAĞAN / 20 ARALIK 2009


  5. Günün Haber ve Yorumları

     

    Marmara denizinin altındaki yarık ve çatlaklardan fokur fokur kaynar sular ve gazlar çıkıyormuş... Fotoğrafını bile basmışlar, ben gördüm, siz gördünüz mü?.. Bırak şimdi bu deprem haberlerini, başka konulardan bahs edelim.

     

    Olur... Duydunuz mu, vatandaşın dükkanını tahrip etmek istemişler, o da öfkeden ve üzüntüden çıldırmış, ruhsatlı kalaşnikofuyla etrafı taramış, iki kişi ölmüş, biri ağır bir sürü yaralı... Durum çok gerginmiş...

     

    Şu gazetecileri anlamak çok zor. Ateş açan adam itiraf ediyor, "Ateş açmam için 500 lira verdiler, ben de tabancamı ateşledim. Geçim sıkıntısı çekiyorum, kim parayı verirse bu işi yaparım..." diyor. Benim günlük gazetem olsa bu haberi manşetten veririm.

     

    Dikkat ediyor musunuz?Kriptolardan hiç bahsedilmiyor. Tek kimlikli Ermeni, Yahudi, Rum vatandaşlarımızı tenzih ederek yazıyorum: Dönen dolaplardan Kriptoların büyük miktarda suyu akıyor.

     

    Kürt Yahudileri...

     

    Alevî kılığındaki Yahudiler... (Hakikî ve hâlis Alevîleri tenzih ederim.)

     

    Bir ayağı camide, öbür ayağı Rum Ortodoks kilisesinde olan anlı şanlı ünlü bol paralı etkili şahıs...

     

    Vatan elden gidiyor, Türkiye tehlikede, devlet çatırdıyor diye feryat edenlerin hepsinin gözyaşları yürekten midir? Bunların içinde hiç parayla tutulmuş ağlayıcı karı yok mudur? Nasıl ayırt edeceğiz?

     

    Aşı aşı aşı...Herkes aşı olsun...Bu aşı işinde çok büyük para ve rant var. Acaba bunları kimler devşiriyor?

     

    Acaba bu toz duman içinde Sabayatcı vatandaşlarımız ne yapıyor?

     

    Havaalanında midesinde 700 gram eroin depolamış bir yabancıyı yakalamışlar. 700 gram beyaz ne ki... Beride tonlarca uyuşturucu ticareti, kaçakçılığı, trafiği yapılıyor. İstenilse bu iş bir ayda bitirilebilir. Niçin bitirilemiyor, bir türlü aklım ermiyor, aklım ermiyor...

     

    Ülke allak bullak, on milyon işsiz var. Şu kış kıyamette soba yanmayan evler, aç insanlar... Beride lüks bir otelde altın tozuyla yapılmış bir tatlının porsiyonu 1000 (yazıyla:Bin) dolarmış.

     

    Sosyal adalet kalmadı. Sokak sürtüğünün ücreti 50 lira, sosyetik ve medyatik sürtüğün gecesi on bin lira. Böyle adalet ve eşitlik olur mu?

     

    Geçerken gördüm, on çift çorabı işportacı 5 liraya satıyordu. Çok lüks Trebuş mağazasında bir çift kadın çorabı 400 liraymış.

     

    Aksaray'daki esnaf lokantasında çorba 90 kuruş, kurufasulye 110 kuruş, pilav 100 kuruş, tatlı 110 kuruş... Dört liraya dört kap yemek.

     

    Kajdor (Altın kafes) restoranda mükellef bir yemek adam başına 350 liraymış. Yanında yıllanmış yabancı şaraplar... Beş altı yüz lirayı geçer. Dört kişi gitseler hesap pusulası iki üç bin lira...

     

    Komşunun megali idea faaliyetleri yavaşlar mı dersiniz, büyük iktisadî ve malî kriz başgöstermiş.

     

    Bu kadın ya deli, yahut çılgın bir hınzır. Özgürlük, özerklik, daha fazla açılım ve saçılım diyerek gemiyi batırmak istiyor. Bana ne diyemiyorum, gemi batarsa ben de yok olurum.

     

    Adamlar yıllardan beri çok büyük paralar vurdular, şimdi başları dertte. Nereye koyacaklar, nasıl saklayacaklar?Paran çok mu, derdin de çok. Kara para, baş belâsı...

     

    Körfez prensliği iflâs etmiş. Peki orada saklanan yüz milyonlarca dolar ne olacak?

     

    Dikkat dikkat dikkat!.. Özel gizli kasaların hepsine güven olmaz. Paranın dini imanı yoktur. Bilhassa Ligureskçi'ye dikkat ediniz.

     

    Merak ediyorum: Katoliklerin, Haçlıların, Papalığın, Evangelistlerin, Siyonistlerin, Sabataycıların Halifelik işi ne safhada? Şu mâlum zatı mı Halife yapmak istiyorlar? Bir adayları mı var, birkaç adayları mı?

     

    Reformcu bir ilâhiyatçı da gerektiğinde Halife olmak istiyormuş. Suyu baştan tutarsa yeni bir din çıkartır. Günde on ictihad yapsa, senede 3650 ictihad eder.

     

    Bir bilim adamı üç madde telif ücreti ile bir mülk satın almış.

     

    Karının bir resmî kocası varmış, bir düzine de gayr-i resmî kocası. Peki çocuk kimden?Kim bilir?

     

    14 yaşındaki iki kız kaçmış, ondört gün sonra fuhuşhanede bulunmuş.

     

    Mahkeme bekaret raporu istemiş, bilcümle ve bilumum çağdaşlar isyan etmiş. Bu devirde bekaret mekaret mi olurmuş.

     

    Sınıfta kızlarla erkek öğrenciler ayrı sıralarda oturuyormuş. Hayır olmaz, kız erkek karışık olarak oturacaksınız diye diretmişler. Çağdaşlık olmuş.

     

    Zina ve fuhuş almış yürümüş... Somali'de recm cezası tatbik olundu diye kızılca kıyamet kopartıyorlar.

     

    Lisenin bodrumunda küçük bir odada üç öğrenci mamaz kılmış, lâiklik elden gitmiş.

     

    Peki bu açılımda başörtülülere de hürriyet verilmeyecek mi? Elbette verilmeyecek, yapılan kapanım değil, adı üstünde açılım. Açılsınlar, saçılsınlar...

     

    Bir zat çok korunuyormuş. Azdır bile. Daha çok korunması lazımdır.

     

    Mösyö Frijider ile Madam Frigorifik bin metrekarelik yeni malikanelerine taşınmışlar. Arnuvo, dadaizm, kübizm, arabesk, fer forje, Limoj, seladon, sedef, Ming, Kütahya, İznik... Süleymaniye damgalı şahane bir mangal bile varmış. Uşak her gün Greenich'e telefon ediyor, tam saati öğreniyor, five o'clock çayını öyle getiriyormuş. Şöminede, Afrika'dan getirtilmiş nadide odunlar müzikal çatırtılar ve çıtırtılar çıkartarak nazlı nazlı yanıyormuş. Alevler mor ve portakal rengi imiş. Lüküs hayat yan gel de yat!..

     

    Dört kişi Kadıköy'e kupgriyye yemeye gitmişler. Hesap 40 lira tutmuş, beş lira bahşiş vermişler.

     

    Ganizadelerin oğlu Foça'da hizmet görüyor. Fukara ailenin çocuğu Şırnak'ta ölüm korkusu ve dondurucu soğuk içinde... Vatan sağ olsun, Türkiye yücelsin.

     

    Bu soğukta buzlu viski içilir mi, bak sesin kısıldı...

     

    Leyla Vrezysky hanım ölünce beni toprağa vermeyin, cesedimi yakın, küllerimi Van gölüne atın demiş. Ah Leyla Vrezysky, sen zaten yanmışsın.

     

    Kimsesiz sekseniki yaşındaki Hanife hanım devletin verdiği küçük üç aylık ile geçinmeye çalışıyormuş. Havalar çok soğuduğu için ısınmakta güçlük çekiyormuş.O yaşta soba yakmak da çok zormuş. Yine de şükr ediyormuş.

     

    Beyefendi, hanımefendi demek hâlâ yasak (göz yumuyorlar); acaba beyefendilik ve hanımefendilik yasak olduğu için mi bunca adam mösyö, bunca kadın madam, bunca genç kız matmazel olmuş?

     

    Şapka Kanunu'na göre, üniversite hocasından en alt seviyedeki hademeye kadar her Türk vatandaşının şapka giymesi mecburîdir. Bunca Atatürkçü niçin şapka giymiyor? Silindir şapka, fötr şapka, melon şapka, hasır şapka, kolonyal şapka, üzerine tüy dikilmiş Bavyera şapkası, çeşit çeşit şapka...Evet, şapka hayranları, şapka uygarlığın simgesidir diyenler, niçin şapka yok akılsız başlarınızda?

     

    Hakikî bal hem gıdadır, hem ilaç ve şifadır. Her yerde bal satılıyor ama hakikîsi değil; ihtiyacı olan vatandaş küçük bir kavanoz yüzde yüz saf, hâlis, tabiî, hakikî balı nereden bulacak? (Gözlerinde hastalık olanların akşamları göz kapaklarını açıp birer damla hâlis bal damlatmalarını tavsiye ederim. Mücerreptir, faydası görülür. Bal katarakta, konjonktivite, glokomiye iyi gelir. İyi gelir de, gerçeğini nereden bulacaksınız?..)

     

    Dana etinin kilosu 25 lira... Etiketinde "Dana etinden yapılmıştır" yazan sucuk 10 lira (Daha ucuzu da var). Benim matematiğim zayıftır, 25 liralık etten 10 liraya nasıl sucuk yapılabiliyor? Bir açıklayan çıkarsa memnun, minnettar ve müteşekkir kalırım.

     

    Bugünlük bu kadar haber, yorum, magazin yeter.Hepsini yazmaya kalksam gazetenin tamamı yetmez.

     

    19 Aralik 2009 / Milli Gazete


  6. İç savaş isteyene bak! Bu senaryo bizde tutmayacak

     

    The New York Times'ın küreselleşme sarhoşu liberal yazarı Thomas L. Friedman; Çarşamba günkü yazısında, Batı'yı "İslam tehdidi"nden kurtarmak için çarpıcı bir öneri getirdi: Müslümanları kendi içinde çatıştırın!

     

    Amerika'nın, İsrail'in, İngiltere'nin, söz konusu tehdidi 21. yüzyılın en önemli güvenlik sorunu olarak benimseyen ülkelerin yıllardır sürdürdüğü masraflı savaşları kazanmasının zor olduğu gerçeğinden hareket eden Friedman, İslam dünyasındaki "aşırı" unsurların bu savaşlarla yok edilemeyeceğini bu yüzden Amerikan iç savaşına benzer bir iç savaşın da Müslüman ülkelerde yaşanması gerektiğini söylüyor.

     

    Batı'yı bu hayali tehditten kurtarmak için yine biz öleceğiz. Para harcamayacaklar, emek vermeyecekler, ölmeyecekler, birileri onlar adına onların düşmanıyla savaşıp ölecek, onlar da refah ve huzur içinde yaşayacaklar.

     

    Buradaki zihinsel çarpıklığı bir tarafa bırakalım. Yaklaşım, en aşırı muhafazakardan/neocondan en demokratına kadar, Batı'dan İslam dünyasına bakışta bir farklılık olmadığını, süslü cümlelerin arkasındaki gerçek niyetlerin aynı olduğunu ortaya koymuyor mu? Bunu da geçelim.

     

    Friedman öneriyi yapmada çok geç kalmadı mı? Yıllardır ABD yönetimi bu topraklarda hangi stratejiyi uyguluyor? Türkiye dahil, "Büyük Ortadoğu" olarak tanımladıkları kuşakta yer alan her ülkede iç savaşları, mezhep savaşlarını, etnik çatışmaları, ayrışmaları teşvik etmediler mi? Çatışmaları bizzat kendileri çıkarmadı mı? Camileri, türbeleri bombalayarak, dini-siyasi liderleri öldürerek bunu denemediler mi? Soğuk savaş'tan hemen sonra, "İslam'ın kanlı sınırları"ndan söz eden, daha sonra "İslam kendi içinde çatışacak" tezini geliştiren Hanry Kissinger ekolünün temsilcileri, yirmi yıldır aynı stratejiyi uygulamıyor mu? 2002 yılında "Müslüman'ın Müslüman'la yüzleşmesi", "İslam içi savaş", "Şii-Sünni ayrışması", "Vehhabiliğe karşı Ezher" gibi başlıklarla bu iç çatışmayı bizzat ABD yönetimi uygulamaya başlamadı mı?

     

    2004 yılında, 100 milyon dolar verilerek RAND Corporation'a hazırlattırılan "Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, kaynaklar ve stratejiler" başlıkla 88 sayfalık çalışma hala uygulamada değil mi? Açıkça iç savaş senaryosu olan çalışmadaki; "Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek bir yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur'an'ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir" ifadeleri ne anlama geliyordu? O zamanlar, İslam içi mücadele stratejisinin ilkeleri şöyle belirlenmişti:

     

    Önce modernist ve laik Müslümanları destekle. Bunun için: Modernist liderler, modeller ve kadrolar oluştur. Eserlerini yayınla ve dağıt. Fundamentalist ve geleneksellere karşı onlara medya desteği ver. Gençlere İslam öncesi ve İslami olmayan tarih bilinci aşıla. Laik kültürel kurum ve etkinlikleri güçlendir.

     

    Geleneksel Müslümanları fandamentalistlere karşı destekle. Bunun için: Aralarındaki anlaşmazlıkları teşvik et ve fundamentalistlere yönelik eleştirileri cesaretlendir. İki kesim arasında oluşacak ittifakı engelle. Modernistlerle gelenekselleri birbirine yakınlaştır. Hanefi mezhebi ile diğer mezhepler arasındaki farklılıkları büyüt.

     

    Fundamentalistlerle savaş. Bunun için: Onların İslam yorumunu ve çelişkilerini sorgula. İllegal gruplarla ve faaliyetlerle ilişkilerini bitir. Şiddet eylemlerinin sonuçlarını abart. Toplumlarına öncülük etmede gösterecekleri başarısızlıkları göster. Onları korkak ve düzen bozucu olarak göster.

     

    Seçici bir şekilde laikleri destekle. Bunun için: Fundamentalizmin ortak düşman olduğuna dair onları cesaretlendir. Laik Müslümanların ABD karşıtı güçlerle, milliyetçilerle ve solcularla ittifak kurmalarını engelle. İslam'da din ve devletin ayrı olduğu ve bunun imanı tehlikeye atmadığı düşüncesini destekle.

     

    Ve daha bir çok şey… Friedman, bu stratejilerin kaç yüz bin Müslümanın ölümüne sebep olduğunu bilmiyor mu? Pakistan'daki iç savaş, Afganistan üzerine yapılan hesaplar, Irak'ta mezhep ve etnik çatışma, bölgede bir çok ülkenin bölünmesi, şimdilerde Yemen'de başlayan mezhep eksenli çatışmalar, "İslam kendi içinde savaşmalı" tezinin sonucu değil mi? Son yirmi yıldır, içinde bulunduğumuz Müslüman Orta Kuşak üzerindeki bütün uygulamalar iç savaş senaryosuydu ve halen devam ediyor.

     

    Sadece "aşırı uçlar"la sınırlı değil ayrıştırma senaryoları. ABD'nin en yakın müttefiklerinden Türkiye üzerinde de bir ayrıştırma senaryosu uygulandığını bilmiyor muyuz? Bir örnek verelim:

     

    İsrail'in Lübnan'a yönelip her köşesini bombalamasına, yüzlerce sivili öldürmesine en şiddetli tepkiyi Türkiye gösterdi. İsrail Lübnan'ı bombalarken PKK saldırıları birden tırmandı. Bitlis ve Siirt'teki saldırılar ile İsrail'in bombardımanı aynı anda gerçekleşti. Türkiye'nin sesini kestiler! Herkes sustu. Neden? Kim, nasıl susturdu? PKK saldırılarıyla Lübnan saldırıları arasında bir bağlantı var mıydı? İsrail'in K. Irak yönetimi üzerindeki etkisini, İsrail istihbaratının bölgedeki faaliyetlerini birlikte düşünelim. Sonuçları itibariyle vardı. O zaman, "İsrail Türkiye'yi de vurdu" diye yazmıştık burada. PKK ya da İsrail'in Barzani için eğittiği birlikler ve kurduğu istihbarat teşkilatı İsrail'i kurtardı o günlerde! Bu gerçeği yaşadık, hatırlayalım.

     

    İsrail'in Gazze katliamına en sert tepkiyi yine Türkiye gösterdi. Başka şeyler de oldu. Türkiye, bütün bölge ile güçlü, kalıcı ilişkiler kurmaya başladı. Türkiye'nin bölgesel etkisi arttıkça İsrail dar bir alana sıkışıyor, Türkiye-İsrail ilişkileri geriliyordu. "Türkiye'yi nasıl durduracaklar" konusunu bütün boyutlarıyla burada tartıştık. Gazze ve Lübnan krizinin tırmandığı, İran'a yönelik İsrail tehditlerinin devam ettiği bir dönemde, Lübnan savaşı sırasında olduğu gibi, Türkiye yine susturulabilir mi? Bu tez doğruysa, DTP'nin kapatılmasından sonra PKK saldırılarında ciddi tırmanma olacak demektir. Bunu yapmak isteyenler, hem içerideki barış arayışlarını sabote etmeyi hem de Türkiye'nin bölgesel etkisini kırmayı hedefliyorlar. Bu ihtimal de, çok yakın bir zamanda bölgesel nitelikli başka gelişmelerin olacağına işaret ediyor.

     

    Friedman, endişe etmesin… Kendisi çok geç söyledi ama ülkesi ve müttefikleri, söz konusu "iç savaşı", sadece farklı İslami çevreler arasında değil, farklı olan bütün çevreler arasında uyguluyor. Türkiye ve bölge genelindeki krizlerin nasıl çıkarıldığını, zaafların nasıl istismar edildiğini, hangi çatışmada kimlerin ne tür hesapları olduğunu çok biliyoruz artık.

     

    Ama bu oyun boşa çıkacak. Türkiye uzun yürüyüşüne devam edecek. Kendi barışını, çözümünü bulacak. İç savaş senaryosu bu topraklarda tutmayacak…

     

    18 Aralik 2009 / Yenisafak


  7. Çekinmeyin, atın şu manşeti…

     

    Tüh, tüh, ne yapsalar fayda etmiyor; hükümete bir türlü IMF anlaşması imzalatamıyorlar!

     

    Kim bilir kaç kez “Anlaşma olmazsa batarız, mahvoluruz” dediler…

     

    Kraldan fazla kralcılık yaptılar, yine olmadı.

     

    *

     

    Küresel krizin en önemli dönemi Türkiye'de IMF anlaşması yapılmaksızın geçti!

     

    Bir tabu daha yıkıldı.

     

    Dayattıkları Amerikancı tezler çöpe gitti…

     

    Fena halde bozuklar…

     

    Moralleri sıfır.

     

    *

     

    TÜSİAD'ın Mustafa Koç'u…

     

    “Böyle bir ortamda IMF'den gelecek 30-40 milyar doları nasıl elimizin tersiyle ittiğimizi anlamak mümkün değil” diye konuştu, geçenlerde…

     

    Oysa…

     

    Türkiye'nin IMF parasına ihtiyacı olmadığını örmek hiç de zor değil.

     

    Türkiye'yi küresel krizin şoklarından koruyan güçlü döviz rezervi var.

     

    Mustafa Bey, bilmez mi bu gerçeği?

     

    Bilir de, itiraf etmez…

     

    Çünkü, onun safı belli…

     

    Mustafa KOÇ, o anlaşmayı dayatan tarafta…

     

    *

     

    Gelelim, Doğan Medyası'nın kimi yönetici, temsilci ve yazarlarına; neredeyse ağlamaklılar “IMF ile anlaşma imzalanmıyor” diye…

     

    Bu isimlerden birisi “IMF anlaşması asıl şimdi lazım” diyordu, iki gün önce; ne kadar trajikomik bir duruma düştüğünün farkında olmadan…

     

    “Muhtemel seçim için finansman arayan hükümete lazımmış” IMF parası!

     

    Yani?

     

    Çoktandır yerlerde sürünen “IMF dayatması” mizah dergilerine kapak olacak hale geldi!

     

    *

     

    Hakikaten…

     

    Kime lazım, bu IMF parası?

     

    Borçlarını halka ödetebilmek için hükümete “Çek bir IMF anlaşması daha!” diye bir yıldır baskının kralını yapanlar…

     

    Türkiye'nin menfaatini düşünüyorlar, ha!

     

    Aydın Doğan'ın Adamları…

     

    Kırılgan Türkiye ekonomisinin, şiddetli küresel krize rağmen üstelik IMF anlaşması yapılmadan neden sekiz yıl önceki krizde olduğu gibi yerle yeksan olmadığını, bankaların neden çökmediğini izah etmek zorundalar…

     

    Doğan Medyası'nda döne döne “IMF anlaşması dayatması” yapanlar…

     

    Yanlarına Statükocu Mustafa Koç'u da alıp…

     

    Türkiye'de bankaların, krize rağmen 2009'da nasıl olup da 20 milyar lira kar ederek rekor kırdıklarını…

     

    Okuyucularına bir zahmet anlatmak zorundalar!

     

    *

     

    Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz geçen hafta “2010 senaryosunda IMF ile anlaşma olmayacağını esas aldıklarını” açıklamıştı.

     

    Bense hala Doğan Grubu gazetelerinden ortak bir “IMF'sizliğin farkında mısınız?” manşeti bekliyorum!

     

    Haydi, çekinmeyin…

     

    Atın şu manşeti!

     

    18 Aralik 2009/ Yenisafak


  8. Kelle

    Atatürk'ün yirmili yıllarda "aşırı sigara ve kahve içmekten" iki kere kalp krizi (ya da spazmı) geçirdiğini öğrendiğim zaman şaşırmıştım...

    Çünkü bize öğretilmemişti.

    Fakat "rakı içtiğini" bilmeyen vatandaş, herhalde yoktu...

    Düşmanları onu eleştirmek için sık sık hatırlatırlardı bunu, dostları da bununla övünmek için. Rakı içince ya "zındık" olunuyordu ya da "ilerici". Örneğin bir Emre Aköz'e "sen rakı içen adamsın, nasıl Kemalist olmazsın" diye kızılabiliyordu...

    Sirozdan ölmüş Atatürk'ün ölüm yıldönümlerinde de içki satışı yasaklanıyordu.

    Akciğer kanserinden vefat etseydi Tekel sigara üretimini mi durduracaktı?

    Bu ülke, gülünç bir ülkeydi.

    Bu ülkede ilginç kelleler gezdirilirdi...

    Aynı kafa, "sürekli Havana purosu içen" Fidel Castro ve Ernesto Che Guevara'ya da kızıyordu!

    Gülüyorsunuz ama gerçektir, altmışlı yıllarda bunu çok duyduk. Devrimci dediğin, Türkiye'den Küba'ya ithal edip Birinci sigarası içmeliydi!

    Şimdi de bir gazeteci, Can Dündar, "Atatürk'ü içki sofrasından kalkmayan bir kişi olarak gösterdiği" gerekçesiyle yargılanmak isteniyor. Şu ünlü "Mustafa" belgeseli...

    Savcı, Dündar'a "Atatürk'ün ellerini uzun parmaklı, ince ve zarif olarak göstermediği için" de kızmış.

    Günün birinde, "sarışın ve mavi gözlü olarak gösterildiği için" kızacaklar da çıkabilir, "Orta Asya tipine" pek uymaz da...

    Çünkü uzun boylu, esmer ve tok sesli arkadaşımız Rutkay Aziz, şu ünlü "Kurtuluş" dizisinde Atatürk'e en uygun oyuncu kabul edilmemiş miydi?

    Bilirkişi raporunda, Mustafa belgeselinin "karanlık olması, aydınlık ve optik bir anlatımı bulunmaması, fon müziğinin etkileyici ama melankolik olması" da eleştirilmiş ve "Atatürk'e hakaret" sayılmış. "Sinemada optik anlatım" konusu kafamızı kurcaladı doğrusu. Yüzlerce film seyrettik, şu kadar sinema kitabı okuduk, "optik anlatım" sorunuyla hiç karşılaşmamıştık... Acaba optik anlatım yolunu seçmeyen yönetmen kamerayı kendi poposuna mı tutmaktadır?

    Bilirkişi raporunu yazan Sayın Prof. Dr. Ahmet Mumcu'dan, en kısa zamanda, "Yeşilçam yönetmenlerinin kazığa oturtulmaları" yönünde de bir rapor bekleriz!

    Behlül de, Bihter'i öptüğü için kovuşturulmalıdır.

    Bundan sonra dekupajlı senaryosunda "dış/gece" yazan sekanslar çekecek sinemacılar da ayaklarını denk alsınlar, hele o Çağan Irmak.

    Oyuncular da sayıyla kendilerine gelsinler.

    Çünkü bu ülkede "Atatürk'ü oynayacak sanatçının içkisi, sigarası, kumarı, zamparalığı, gece hayatı olmamalıdır" diyebilen kafalar da var.

    Kim mi? Hani şu, kitabını katar katar alıp okuduğunuz (ya da okur gibi yaptığınız) kişi.

    Şu yaşıma geldim, bu ülkenin gülünç mü yoksa acınacak mı olduğuna kesin karar veremedim. Bu konuda bir yargıya varmak için yeni saçmalıkları beklerim.

     

    18 Aralik 2009 / Sabah


  9. HAMAS'ın kuruluş yıldönümü ve Gazze konvoyu

     

    El-Aksa Televizyonu, Hamas'ın 22. kuruluş yıldönümü münasebetiyle Gazze'de düzenlenen mitinge 1 milyon kişinin katıldığını ileri sürmüş.

     

    Tarafsız gözlemciler ise 200 bin kişilik bir katılımdan söz ediyor.

     

    Diyelim ki 200 bin…

     

    Toplam 1.5 milyonluk Gazze nüfusunun yaklaşık 8'de biri…

     

    Türkiye'de 9-10 milyon kişinin bir mitingde toplandığını tasavvur edebiliyor musunuz?

     

    Öyle bir şey.

     

    Müthiş bir şey.

     

    ABD, İsrail ve müttefiklerinin bütün güçleriyle üstüne çullanıp "HAMAS'tan vazgeçmezsen seni boğarız" dediği ve yıllardır boğmaya çalıştığı Gazze halkı, "Her şeye rağmen HAMAS" demeye devam ediyor.

     

    Nasıl devam etmesin?

     

    Filistin Özerk Yönetimi diye bir şey varsa, HAMAS kadrolarının yönettiği İNTİFADA'nın 1991 yılında İsrail'i müzakere masasına oturmaya zorlaması sayesinde var…

     

    İsrail ordusu 2005'de Gazze'den çekildiyse, HAMAS'ın direnişi sayesinde çekildi…

     

    İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhak kararı bir oldu-bittiyle uluslar arası topluluğun onayından geçirilemediyse, HAMAS'ın Siyonist çarka çomak sokması sayesinde geçirilemedi…

     

    Bugün Avrupa devletleri "Başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti"nin gereğini kabul etmekten başka çare göremiyorlarsa, HAMAS'ın olağanüstü dirayeti sayesinde göremiyorlar…

     

    Başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti hayali gerçekleşmeye yüz tuttuysa, HAMAS sayesinde tuttu…

     

    Evvel Allah…

     

    Allah'ın inayeti, rahmeti, bereketi…

     

    Kuruluşunun 22. yıldönümünde HAMAS'ı hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.

     

    Ve Gazze'yi…

     

    Ve Gazze'ye giden konvoyu…

     

    İngiltere'nin önde gelen sosyalistlerinden George Galloway ve arkadaşları, dün, 80 araçlık bir konvoyla İpsala Sınır Kapısı'ndan Türkiye'ye giriş yaptılar…

     

    Türkiye'de konvoya İHH İnsani Vakfı'nın organizasyonuyla yeni araçlar katılacak…

     

    Ambulans araçları, kamyonlar, minibüsler…

     

    Ambargo mağduru Gazze'nin acilen ihtiyaç duyduğu araçlar, Türkiye, Suriye, Ürdün ve Mısır üzerinden Gazze'ye götürülüp, oradaki otoritelere teslim edilecek…

     

    Yol boyunca Gazze'yle dayanışma gösterileri yapılacak; İstanbul'dan, Ankara'dan, Konya'dan, Şam'dan, Amman'dan, Kahire'den yollanan selamlar Gazzelilere sürur verecek…

     

    Gazze'nin dayanma gücüne müthiş bir takviye.

     

    Elhamdülillah.

     

    16 Aralik 2009 / Yenişafak

     

    Not : Bu forum, edep sınırlarını aşmadğını müddetçe bütün yorumlara açıktır.


  10. Biraz da gülelim

     

    Biliyorsunuz, birçok "köşeci" arkadaş, yazılarını fıkralarla süslüyor... Bunu yalnızca pazar günleri yapan da var, bundan hemen her gün kendini alamayan da...

    Amaç elbette okuru rahatlatmak, gevşetmek, eh bu arada yazılarını fıkralar "sayesinde" daha da okunur duruma getirmek, yani "ayak alıştırmak" gibilerden köşeye "göz alıştırmak."

    Bizim böyle bir sorunumuz yok ama bugün pazar. Gülelim, gülümseyelim, çünkü son günlerde buna çok ihtiyacımız var.

    Fakat bizi fıkralarıyla "besleyecek" kimsemiz de yok. Sayın Yıldırım Tuna'yı tanımıyoruz.

    Biz de geçmişe döndük, eski "Ülkü" dergilerini falan karıştırdık, bugün buraya Sayın Reşat Şemsettin Sirer'i konuk etmek istedik.

    Kendisi, İnönü'nün, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'u "harcayarak" Köy Enstitüleri'ni emanet ettiği kişidir.

    Bakalım velinimeti hakkında neler yazmış?

    "Milli Şef'in insana hayret veren zihin kuvvetlerinin meydana gelişinde ve onun mütefekkir oluşunda esaslı amil elbette yaratılışındaki başkalık ve üstünlüktür."

    Peki, Ahmet Emin Yalman, hani şu "liberal gazeteci" ne diyor?

    "Türk yurdunda bir aile samimiyeti, sevgi ve emniyet havası yaratan Milli Şef, Türk ailesinin tabii reisidir."

    "İttihatçı" gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın da demiş ki: "İsmet İnönü'nün kişiliğinde müşfik bir aile babasına kavuşan Türk milleti onu milletin babası olarak da kabul etmiştir."

    Şu satırlar da Ahmet Kutsi Tecer ustamızdan: "Milli Şef, milli hayatımızın uyanık başıdır. Türk milletinin bahtını avucunda tutar, kendi kişisel iradesini açıkladığında milletin özgürlük ve egemenlik aşkını da açıklar. Milletin ülkülerini dile getiren, herkese doğru yolu gösteren ve bütün fikirleri bir arada toplayan kişidir. Milli Şef'in sözleri milleti için bir ışık tesiri yapmakta ve bu nedenle onun sözleri bütün milletin ağzından çıkmış sözler olarak kabul edilmektedir."

    Cahit Tanyol hocamız da, İnönü'nün yayımladığı bir bildiri hakkında şu görüşlerini dile getiriyor:

    "Milli Şef insanlığın ferdi değil maşeri yönünü temsil eden, toplumun bir din gibi ortaklaşa kabul ettiği bir kahramandır. Bu beyanname Türk nesrinin, Türk edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Bu beyannamenin her satırı üzerinde uzun uzun durmak, her kelimenin kalbini teker teker yoklamak gerekir. Milli Şef'in iradesinde bütün süslerden sıyrılmış bir sükun konuşmakta... Onda insanı yormayan, saran, kuşatan bir büyü seziyoruz. Asıl şaşılacak şey, onun büyük sanat adamlarına has olan bu engin dili, hiçbir söz hünerine, hiçbir muhayyile oyununa lüzum görmeksizin yapabilmesidir. Yirmi bir yılın kalbini ve kulağını bazen atılgan, bazen sakin, bazen coşkulu hamlelerle dolduran Türk inkılabı bu beyannamede yatıyor. İşte İnönü'nün sanatçılığı ve bu yazının mucizesi burada."

    Fazla uzatmayalım, iki soru soralım.

    Bir: CHP'nin niçin asla hiçbir serbest seçimi tek başına kazanamamış olduğunu ve de kazanamayacağını hâlâ merak ediyor musunuz?

    İki: Şu okuduklarınızı birisi çıkıp Recep Tayyip Erdoğan için yazsa, Aydın Doğan'ın adamları onun kemiklerini sıyırıp atmazlar mı?

     

    Engin Ardıç / Sabah / 13 Aralık 2009


  11. Bundan yaklaşık 1.5 yıl önce Erzurum'da yaptığım bir konuşma, ummadığım ölçüde ses getirmişti. Söylediğim şey şuydu; 'Devlet olarak tarif ettiğimiz yapının bütün direklerinde, yani yasama, yürütme, yargı ve onun bürokratik ayaklarında büyük bir çatırdama var... Eğer önlem alınmazsa Kürt sorunu kapıda ve bu gidişle Türkiye 2 seneye kadar bölünme tehdidi altına girecek'.

    Söylediklerim o dönemde kimilerine çok sert ve rahatsız edici gelmişti. Haklıydılar da, ama zaten ben de, tam da öyle olsun, herkes irkilsin diye, görünen resmi bu kadar keskin bir dille ifade etmiştim. Doğu ve Güneydoğu konusunda büyük bir hazırlık yapılıyordu ve Öcalan'ın yakında hapisten çıkacağına dair ifadeler mitinglerde konuşuluyordu. Bu konuda uluslararası destek de sağlanmış gibi duruyor, şartlar Türkiye'nin aleyhine gelişiyordu. Oysa kimsenin bu konuyla ilgilendiği yoktu ve herkes birbirini yemekle meşguldü. Gerçi şu anda da görüntü çok farklı değil ama devletin odağında, kurumlar arasındaki uzlaşma ve konuya duyarlılık eskisinden daha yüksek.

    Buna karşın son günlerde sokaklarda büyük bir kargaşa hakim. Bir yandan da eskisinden daha yaygın bir coğrafi alanda askerlerimize yönelik saldırılar var. Peki, bütün bu olanların açılımla ne ilgisi var? Her şey açılım yüzünden mi? Açılım işleri eskisinden daha berbat hale mi getirdi? Kısa bir analiz...

    1- Açılımın halka anlatılması ve yürütülmesi konusunda üslup hataları olsa da mantığı ve zamanlaması son derece doğruydu. Bugün ortaya çıkan ayaklanma görüntüleri açılım politikası başlatılmadan gerçekleşseydi, hem uluslararası meşruiyeti daha yüksek hem de kitlesel tabanı daha yaygın olurdu. Uzunca bir süredir hazırlanan bir ayaklanma ortamının tabanı, -Amerikalıların pek bayıldığı terminolojiyle- önceden/önleyici (pre-emptive/preventive) vuruşla zayıflatıldı.

    2- Açılım politikası, isyan başlatma planları yapan radikal Kürtçü grupların prematüre doğumuna yol açtı ve kamuoyu karşısındaki en kabul edilebilir tezlerini ellerinden aldı. Ana dillerini kullanamama, Kürtçe TV izleyememe, Kürtçe adların kullanılmasının yasaklanması gibi birçok konu masaya yatırıldı ve geniş kesim bu konuyu tartışmaya başladı. Bu gelişme dünya kamuoyu tarafından da yakından izlenen bir ilerlemeydi. Şimdi ise ayaklanmanın gerekçesi 17 santimetrekareye sıkıştı ve Öcalan'ın odasının konforundan başka savunulacak bir durum kalmadı. Tezi olmayan hareketin anlamı da olmaz, sadece geçici müddetle şiddet kullanabilir. Bu da onlardan birisi haline geldi.

    3- Sokaklarda başlayan hareket henüz kitlesel bir destek bulmuş sayılmaz, lakin yanlış önlemler olayları genişletebilir. Sokakları karıştırıp, taş ve molotofkokteyli atan grupların çocuk ve gençlerden oluştuğu göz ardı edilmemelidir. Çocuklara yönelik şefkat ve hoşgörü ile onları manipüle edenlere yönelik sertliğin birbirinin yerine geçmemesi çok önemlidir. Bu açıdan 'çocukları bırakın, arkasındakilere bakın' demek en uygunudur.

    4- DTP'nin yarattığı gerginliğin geniş toplumsal zeminde de bir karşılığının olması kaçınılmazdır. Bugüne kadar hiçbir zaman Müslüman kitleye yönelmeyen ve 'Türk milliyetçiliği' çerçevesinde şekillenen tepkinin ilk defa anti Kürt bir tavra dönüşmesi riski vardır. Bu noktada devletin sertleşmesi -Kürtçülere karşı-, halkın sertleşmesinin -Kürtlere karşı- önüne geçebilir. Halk yığınları tepki gösterirken seçici davranamazlar, oysa devletin böyle bir lüksü vardır. Çatışmayı organize eden, destekleyen, ondan beslenen siyasi figürlere karşı yasal ve sert tedbirler almak, bu noktadan sonra bir denge aracı olarak değerlendirilebilir. Bunu yaparken açılımı kapatmamak, aksine tüm halkımızın daha özgür, mutlu ve kendilerini ifade hürriyetine sahip bireyler olabilmesi adına her yolu açmak gerekir. Bu denge çok önemlidir.

    5- Çatışma ortamlarında polis güçlerinin güçlü, donanımlı ve bilinçli hareket etmeleri ve askerlerin bu görüntüye girmemeleri doğrudur. Dünya kamuoyu sokak çatışmalarına aşinadır ama halkın karşısında asker görüntüsüne yakın durmaz. Görev polisin ve istihbaratındır.

    6- Açılım DTP'ye ya da onu destekleyenlere değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlarına yöneliktir. Açılımı başlatanlar da, açılım bitmiştir diye ilan edenler de onlar olamazlar. Başlatmak da bitirmek de devletin yetkisindedir. (Açılım bitmiştir derken, sevincinden yüzünde güller açan Emine Ayna hanıma ithaf olunur.)


  12. Kürt Ergenekonu iş başında

     

    DTP'li Selahattin Demirtaş, "Öcalan'ın yeni hücresi eskisinden küçük" diyor. DTP'li Emine Ayna ise "Sorun odanın küçüklüğü-büyüklüğü değil, Öcalan'ın muhatap alınmaması" diyor. Ben de "Odanın küçüklüğü-büyüklüğü bir yana, Öcalan'ın muhatap alınmaması da bir yana, devletin Kürt siyasetinin müsbet yönde radikal bir değişime uğradığı ve en çok Kürtlere zarar veren 'derin devlet'e karşı esaslı bir mücadelenin yürütüldüğü şu konjonktürde sokakların PKK sempatizanları tarafından ateşe verilmesini ve DTP'nin bu ateşi beslemesini mazur göstermek için söylenen her şey fasa fisodur" diyorum.

     

    Demokratik açılımla ilgili Meclis oturumunun 10 Kasım'da (Cumhuriyetin kurucusunun ölüm yıldönümünde) yapılmasını devletin ve toplumun hassasiyetleri gözetilmediği gerekçesiyle eleştiren DTP'liler, bu olağanüstü inceliklerini Kürt açılımı ve derin devletle hesaplaşma konusundaki hassasiyetler söz konusu olunca niye göstermiyorlar? Bu süreci baltalamak -mesela DTP'yi kapatmak- için fırsat kollayanların eline niçin koz veriyorlar? Yoksa bu sürecin başarılı olması ihtimali onların da mı ödünü patlatıyor? Öyle olsa gerek.

     

    Gerçek Hayat dergisi ve Bursa Olay gazetesi yazarı Nihat Nasır'a göre, "DTP'liler başta bu açılım işini ciddiye almamışlardı. Başbakan Erdoğan 2005 yılında olduğu gibi bir şeyler söyleyip geçer, işin arkası gelmez diye düşünüyorlardı. Onun için açılımı destekler gibi yaptılar. İşin ciddiye bindiğini gördükleri yerde ise tornistan ettiler. 'Ergenekon' düzeninin yıkılması işlerine gelmiyor."

     

    Kaideyi bozmayan istisnaları ayrı tutarak söylüyorum; PKK ve DTP kadrolarının Ergenekon Davası'na nasıl mesafeli durduklarını, faili meçhul 'derin devlet' cinayetlerini aydınlatma çabalarına ve darbecilerin yargı önüne çıkarılmasına nasıl ilgisiz kaldıklarını, bu konularda hiçbir sevinç ve heyecan emaresi göstermediklerini, tam tersine bunlardan rahatsız oldukları yönünde işaretler verdiklerini fark edip de Nihat Nasır'a katılmamak mümkün değil. Kirli savaş düzeni değişecek diye ödleri koptu ve şimdi bu düzenin değişmemesi ihtimalini kutluyorlar.

     

    Emine Ayna'ya bakar mısınız? "Açılım bitti arkadaşlar" derken ne kadar da sevinçli. İzmir'de DTP konvoyuna saldırı ve PKK sempatizanı gençlerin polisle girdikleri çatışmalardan mütevellit yeni atmosferde (daha doğrusu eski atmosferde) ne kadar da mutlu. Büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş gibi, kâbus dolu günleri geride bırakmış gibi, kudurmuş dalgalardan kurtulup salim bir limana yanaşmış gibi, mutlu ve huzurlu. 'Eski güzel günler'e dönmüş olmanın sevinci gözlerinden okunuyor.

     

    Neymiş? Hükümetin İmralı'ya yaklaşımı ve İzmir hadisesi açılımı bitirmişmiş! Ne yani; İmralı konusunda DTP'nin istediği noktaya gelinmedi diye, Kürtlerin birçok maddi ve manevi yarasını sarmaya dönük adımlar -ve bu adımların vaat ettiği yeni adımlar- kıymetsiz mi sayılmalı? İzmir'de bazı densizler DTP konvoyuna saldırdılar diye savaş tamtamları mı çalınmalı? En ufak bir provokasyonda / sabotajda "Açılım bitti" diye zil takıp oynamak da ne oluyor? Nihat Nasır'ın dediği şey değilse ne?

     

    Önceki gün, gösterilerde bir üniversite öğrencisi polis tarafından öldürüldü. Yangının üstüne körük. Tam da Emine Ayna'nın ağzına layık bir trajedi. "DTP'yi de kapattırdık mı iş tamam" diye düşündüğüne eminim.

     

    Neyse ki hükümet, gelişmeleri doğru okuyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, dün düzenlediği basın toplantısında, provokasyona gelmeyeceklerini, açılımı sabote etmeye çalışanların dümen suyunda gitmeyeceklerini, gösteride ölen genç için inceleme başlattıklarını, demokrasiyi teröre feda etmeyeceklerini ifade etti ve sözlerini "Durmak yok, yola devam" diye bitirdi. Kürt Ergenekonu için kötü haber. İnşaallah Anayasa Mahkemesi bu 'kötü haber'i DTP'nin kapatılması yönünde karar vererek telafi etmez!

    08 Aralik 2009 / Hakan Albayrak


  13. Başbakan'ın surda açtığı gedik

     

    Üstad Necip Fazıl (rahmetullahi aleyh), Dersim katliamıyla ilgili şu satırları yazarken ne kadar yalnız bir adamdı:

     

    "Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor."

     

    Cumhuriyetin “asr-ı saadet”i gibi görülen bir dönem hakkında böyle şeyler söylemek, düpedüz “divanelik”ti o zamanlar.

     

    Büyük Doğu mecmuasının bir kapağında “Divanelere Muhtacız” diyen Necip Fazıl, muhtaç olduğumuz “divaneler”in öncüsüydü.

     

    Üstadın rahle-i tedrisinden geçen Recep Tayyip Erdoğan da, siyasi linç riskini göze alarak Türkiye Cumhuriyeti'ni Kürt meselesiyle yüzleştirmeye ve bu meseleyi çözmeye ahdettiği gün, muhtaç olduğumuz “divaneler”e katılmış oldu.

     

    Kürt meselesini çözme iradesi gibi, derin devlet terörüyle mücadele azmi ve Müslüman komşularımızla entegrasyon hamlesi de başlangıçta “divanelik”ti.

     

    “Başlangıçta” diyorum, çünkü Erdoğan'ın “divanelik”teki ısrarı sayesinde bu “divanelik”ler zamanla “divanelik” olmaktan çıktı, kitlelere mal oldu, 'vakayı adiye' haline geldi, hatta siyasetin ve entelektüel hayatın 'ana ekseni'ne dönüştü.

     

    Bir zamanlar sadece sistem muhalifi marjinal yayın organlarında yayınlanabilen şu gibi yazılar, bugün, sistemle ciddi bir sorunu olmayan ve hatta sistemin en berbat taraflarına sahip çıkabilen gazetelerde bile yayınlanabiliyor:

     

    “Yıl malum yıl. / Herkesin unutmaya çalıştığı yıl. / Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl. /…/ Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli'nin Hozat kazasının bir köyünün 1 kilometre ötesinde, biri ağanın konağı diğeri evi ve bir de taş ahırın olduğu mezrada geçer. / Hava kurşun gibi ağırdır. / Sabahın köründe ve o lanet ayazında dağ taş asker dolar. Erkekler ile kadın ve çocuklar ayrılır. / Çavuş, kadınlara karşı gayet kibardır. / Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler. Çay içilirken komutana bir emir

     

    gelir ve bir süre, "Bu emirden emin misiniz" sorusunun yanıtı beklenir. Emir doğrudur ve kesindir, tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır komutan. / Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır, tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir. İstenmez, emredilir. / Az önce çay veren kadının yediği dipçik, yeteri kadar açıktır. / Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır. / Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk çocuk 100'e yakın insan eve zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. /…/ O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki, o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve bilmezler ki, birkaç dakika içinde onların da sonu bellidir…” (Yavuz Semerci, Gazete Habertürk, 20 Kasım 2009)

     

    Artık aydınlar, yazarlar böyle şeyleri rahatça konuşup yazabiliyor, çünkü ülkenin Başbakanı (ve elbette Cumhurbaşkanı) Kürt meselesiyle ilgili tabuları devlet katından başlayıp yıkarak Cumhuriyet tarihinde yeni bir sayfa açtı; böyle şeylerin rahatça yazılmasına müsait bir sayfa… Adaletli bir gelecek için adaletsiz geçmişin rahatça sorgulanmasına müsait bir sayfa… Ceberrut devlet anlayışından arınmış yeni bir Türkiye'nin psikolojik temelinin rahatça atılmasına müsait bir sayfa…

     

    Türkiye olgunlaşıyor.

     

    Türkiye normalleşiyor.

     

    Türkiye 'olağanüstü hal'i aşıyor.

     

    Onur Öymen, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal gibi siyasetçilerin temsil ettiği sancılar ve sarsıntılar, bu sürecin olmazsa olmazlarıdır.

     

    80 yıllık yaraların bir anda kapanması, 80 yıllık pasların bir anda silinmesi, bunun sorunsuzca gerçekleşmesi elbette beklenemez.

     

    Değişime elbette direnç olacak.

     

    Ve direnç ne kadar pervasız olursa, değişim o kadar mevzi kazanacak.

     

    Kazanıyor işte:

     

    Türkiye, Başbakan Erdoğan'ın AK Parti 14. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Necip Fazıl'ın yukarıda mezkûra satırlarına yer vermesini tabii karşılıyor…

     

    Halbuki, bundan dört sene evvel Diyarbakır'da yaptığı konuşmada “Kürt meselesi benim meselemdir, büyük devlet hatalarıyla yüzleşen devlettir” demesi 'olay' olmuştu.

     

    Evet; Türkiye olgunlaşıyor, normalleşiyor, 'olağanüstü hal'i aşıyor.

     

    Necip Fazıl'ın şu mısralarını 'sahiplenerek' okumak, bugün herkesten önce Recep Tayyip Erdoğan'ın hakkıdır:

     

    “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

     

    Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es”


  14. çok mu zırvalamışlar ne? Şu giriş cümlesinden de anlaşılacağı üzre...

    Usta şairlerin çoğu okunmamaktan, kitaplarının satılmamasından şikayetçi olurken, İslami-muhafazakar kesime mal olan şairler yok satmaya devam ediyor...

     

    İSTANBUL - Yaşamın tüm alanlarda olduğu gibi sanat ve edebiyatta da belli sınıflandırmalar ister istemez yapılıyor. Bu sınflandırmaların başında da ideolojik ayrımlar başta geliyor.

     

    Dün hayatını kaybeden Ömer Lütfi Mete de bu ayrımlar ve sınıflandırmalar içinde görülen isimlerdendi. İslami kesimin en sevdiği isimler arasında yer alan Mete gibi birçok şair de bu kesime mal ediliyor. Herkesin bildiği ve sevdiğini söylediği usta şairlerin kitapları satmazken İslami kesime mal edilen isimlerin kitapları yok satıyor.

     

    İşte İslami-muhafazakar kesimin sevdiği isimlerden bazıları:

     

    Necip Fazıl Kısakürek

    Şair, romancı, hikâyeci, piyes yazarı Necip Fazıl Kısakürek, en çok tartışılan yazarların başında geliyor. 'Muhafazakar kesimin Nazım'ı olarak da anılan Kısakürek, Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz veren Abdülhakim Arvasi ile tanışınca hayatı değişti.

     

    Bu tanışma onun hayatında dönüm noktası oldu. İslami kimliği ile öne çıkmaya başladıktan sonra ders kitaplarından şiirleri ve fikirleri çıkarıldı.

     

    'Büyük Doğu' dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet İnönü ve tek parti yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.

     

    Kimi kesimlere göre Türkçe'yi en iyi kullanan şairler arasında gösterilen Kısakürek, Atatürk aleyhinde işlenen suçlar hakkındaki kanuna aykırı fiilinden dolayı da 8 Temmuz 1981'de Atatürk'ün manevi şahsına hakaret suçundan hüküm giydi.

     

    Kısakürek, en çok geçirdiği değişim ve bu değişim sonrasındaki sert çizgisiyle eleştirildi.

     

    ''Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

    Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

    Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

    Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.'' (Kaldırımlar)

    Fethi Gemuhluoğlu

    Şair, yazar, teorisyen Fethi Gemuhluoğlu, sağ cenahın en önemli isimlerinin başında geliyor.

     

    ''Fethi’yi Fethi yapan nokta, Fethi’nin ailesi ve yetiştiği çevredir... Göztepe’deki ev Fethi’yi Fethi yapan unsurlardan biridir. Öyle ki duvarı yola, doğrudan doğruya yola bitişiktir. Arada en küçük bir mesafe yoktur. Duvarın bir tarafında bir kalabalık, gürültü fakat öte tarafında inanılmaz bir sükun var idi. Bu Fethi’nin hayat aynasıdır, mekan olarak Fethi’de rolü olan bir unsurdur.” (Muharrem Ergin)

     

    Gemuhluoğlu, şairliğinin yanında siyasetteki yeriyle de muhafazakar kesimde önemli bir yere sahipti.

     

    ''Masal bu ya:

    rüyama girmesin diye

    kırk başlı ejder ile

    şahın kızındaki dev

    yorganı başıma çeker.'' (Fark)

    Sezai Karakoç

    Aynı zamanda siyasetle de ilgilenen Sezai Karakoç, İkinci Yeni içerisinde yer alıyor. Batı edebiyatını da yakından bilen Karakoç, 'metafizik şiir'ler içerisinde görülen eserlerinde 'yaşatma sevinci'ni temel almıştır.

     

    İslami düşünceyi modern şiirle birleştiren Karakoç, 'Diriliş' dergisini yayımlarak bu alanda en önemli dönemlerden birini başlattı.

     

    Çoğu otoriteye göre 'değeri bilinmemiş ve iyi anlaşılmamış' şair olarak gösterilen Karakoç,

     

    ''Karın yağdığını görünce

    Kar tutan toprağı anlayacaksın

    Toprakta bir karış karı görünce

    Kar içinde yanan karı anlayacaksın'' (Kar Şiiri)

     

    İsmet Özel

    1963’ten itibaren şiirleri yayınlanmaya başlayan İsmet Özel, 1974’te fikri ve ruhi bir değişim yaşayarak yazı hayatını İslami düşünce çerçevesi ekseninde kurdu.

     

    Bu değişim nedeniyle çok konuşulan ve eleştirilen Özel, İkinci Yeni şairlerinin etkisiyle başladığı kariyerini sert sözlerle devam ettirdi.

     

    60 sonrası 'toplumcu şiir'in en simge isimlerinden olsa da geçirdiği fikri değişim nedeniyle Özel belli kalıplara koyulmakatan kurtulamadı.

     

    ''Hüngür bütün gündür

    Dindiren dingil sızıyı

    Ensemde boza pişiren

    Su dökündür inat sürdür sarımsak kok

    Halden anlar bir Allah’ın kulu da mı yok.'' (Neden Aşk Acısı)

     

    Cahit Zarifoğlu

    Cahit Zarifoğlu'nun, 1976'dan sonra, kurucularından olduğu, 'Diriliş'ten sonra 'Mavera' dergisinde şiirleri, birkaç hikâyesi, senaryo çalışmaları, günlükleri ve "Okuyucularla" ismini verdiği sohbetleri yayımlandı.

     

    Yeni Devir, Millî Gazete gazetelerinde yazıları yayımlanan Zarifoğlu, lisede öğretmenlik ve TRT'de çevirmenlik de yaptı.

     

    'Diriliş' dergisindeyken Sezai Karakoç gibi isimlerden etkilendiğini kendisi de dile getiren Zarifoğlu, muhafazakar kesimde yer alan diğer isimlerden uslubu ve yumuşak tonuyla ayrılıyor.

     

    47 yaşında hayata veda eden Zarifoğlu, her ne kadar belli kalıplara mahkum olsa da, otoriteler onu sınıflandırılmayacak şairler arasında gösteriliyor.

     

    ''Bir erkek mi o

    Göle yatmış bir güneş demetinde

    O mor ışında

    Bir köpek ölüsü gibi yatan

    Hızla kayan

    Yoksa bir yaban ördeği gölgesi mi'' (Aşka Dair)

    Cahit Koytak

    22 yaşında Diriliş dergisinde yayınladığı şiirlerle yazı hayatına başlayan Cahit Koytak, şairliğinin yanında çevirmenliğiyle birçok ödül aldı.

     

    Koytak'ın önemli çevirilerinin başında Muhammed Esed'in 'The Message Of The Qur'ân'ı yer alıyor.

     

    Şiirleri düzyazıya yakın olan Koytak'ın son dönem eserlerinde politik okumalara da rastlandı.

     

    ''Yüzleri, yüzleri ve maskeleri

    Silik kopyaları bırak yaşayanlara

    Sen sessiz ölümlerle zırhlanan gerçeği yaz

    Ve hazin güz yağmuru görünümünde

    Yağan ebediyeti'' (Daktilo Kızın Ölümü Üzerine Caz İçin Nihavent)

    Kamil Eşfak Berki

    İlk şiiri 1971'de yayımlanan Kamil Eşfak Berki, gençlik yıllarından itibaren, Sezai Karakoç'un düşünce ve sanat dergisi 'Diriliş'te yer aldı.

     

    Berki, şiir çevirileri ve Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu gibi şairlerin üzerine yazdığı denemelerle tanınıyor.

     

    ''Burası ağır isyan katarı istasyonu

    Devekuşu aşkımız cayır cayır yanacak

    Biz ki ellerimizi toprağa ayarladık

    Toprak da bize sabrını bağışlayacak.'' (Ağır İsyan Katarı, Ay Işığı ve Kervan)

    Arif Ay

    Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde de okuyan Arif Ay, lise yılarından itibaren şiirlerini yayımlıyor.

     

    ''bir devir

    buğday mühürlenir

    kitap sürgülenir

    tutuklanır yaşam

    yağmur bir göçtür

    kollara kelepçe vurulunca'' (Baskın)

    İhsan Deniz

    Şiirlerini yayımlamaya 'Yönelişler' dergisinde başlayan İhsan Deniz, gazate ve televizyonda da çalıştı.

     

    Bursa Araştırma Kütüphanesi'nde yöneticil de yapan Deniz, Hrant Dink'in ölümünün ardından yazdığı yazıyla sert eleştiriler almıştı.

     

    Yeni Şafak gazetesinde haftalık yazılar yazan Deniz, TRT 2'de 'Sesler Kalır' programının danışmanlığını hala sürdürüyor.


  15. Yelkenler suya

     

    Onur Öymen ağzından bir laf kaçırdı, daha doğrusu CHP'nin kafa yapısını ve ideolojisini belki kendisi de farkına varmadan kabak gibi ortaya döktü ya...

    Kemal Kılıçdaroğlu onu önce alkışladı... Belki de farkında olmadan. Belki de "otomatik"...

    Sonra uyandı... Aman aman, Öymen neler demişti öyle?...

    "Hemşerilerinin" gazabından korktu. Belki de, gerçekten solcu olduğu, Ankara'da tepiştiği ama henüz bir "Ankara memuruna" dönüşmemiş olduğu gençlik günlerini hatırladı...

    Öymen'in istifasını istedi. Öymen hiç aldırmadı. Çünkü bir Kemalist'in CHP'den bu nedenle istifası gerçekten de gülünç olurdu. Öymen, tam da olması gereken yerdeydi! (İleride hoşluk olsun diye MHP'ye de geçebilir. Aralarında bir "fraksiyon" farkı vardır alt tarafı.)

    Bazı Kürtler, bazı Aleviler ve bazı yazarlar Öymen'in üstüne çullandılar. CHP kuyrukçusu bazı yazarlar da Öymen'i korumaya çalıştılar. Onu "bizim çocuk" saydıkları için.

    Deniz Baykal, işin tadının kaçtığını görünce, duruma el koydu.

    Öymen'i yanına alıp "mesaj verdi"...

    Bunun üzerine Kılıçdaroğlu sustu. Tövbe, susmadı, ağız değiştirdi. Kendi çıkardığı sorunu, "AKP-DTP işbirliği ve yandaş medyanın" üstüne attı. Çark etti. Geri bastı. Lafını yuttu. Tükürdüğünü yaladı. Ortalığı Öymen ve kendisi karıştırmışlardı ama CHP'ye "çirkin bir tuzak" kurulmuştu ne hikmetse... Devirdiği "Parvus Efendi" çamından sonra, bir saçmalık daha...

    "Kimse tahriklere kapılmasın" diye Demirel tarzı boş laflar bile çıktı ağzından.

    Çünkü, Deniz Baykal'ın tepesi atarsa, Kılıçdaroğlu bir daha milletvekili olamazdı!

    Aforoz edilirse yanardı. Biterdi. Siyasi efendini kızdırmayacaktın.

    Örneğin bir diğer vitrin süsü, Nurettin Sözen, bugüne kadar hiç ağzını açmış mıydı?

    Hakçası, bu durumda, Kılıçdaroğlu'na düşen, basıp istifayı gitmekti. Milletvekilliğinden ayrılmayacaktı tabii, yalnızca partiden.

    Baykal'a diklenmeyi bilebilseydi "kendi kamuoyunda" çok puan toplayacaktı...

    Öymen'e "gereğini yap" diye efelenen adam, kendisi gereğini yapamadı!

    Bu durumda, eğer sanıldığı gibi bir adam olsaydı, Kılıçdaroğlu'na düşen, Sarıgül'ün kuracağı partiye geçmekti: CHP Light...

    Ne güzel, hem de partinin daha kurulmadan bir mebusu olurdu Ankara'da, bu tür şeylere çok önem veren Ankaralı arkadaşlar da "irdelerlerdi" uzun uzun...

    Kılıçdaroğlu bunu yapamadı. Siyasi çapı yetmedi.

    Cahil olmasaydı, ünlü Fransız özdeyişini, örneğin Adolphe Thiers'in 1871 yılında Paris Komünü'ne karşı uygulamış olduğu "reculer pour mieux sauter", yani "daha iyi sıçramak için önce geri çekilmek" ilkesini hatırlardı... (Fransa'da bulunmuştu, Fransızca bildiği varsayılıyordu üstelik, ama ne tarih biliyordu ne de siyasi tarih.)

    Şimdi, eminim, ona "Gandhi Kemal" adını takmış ama okuyucu zorlanmasın diye Gandhi'yi de Gandi yazmış birçok zavallı "biz de seni bir şey sanmıştık be Kılıçdaroğlu" diye ağlaşmaktadır...

    Bir şey olmadığını sekiz ay önce söylemiştim, bana kızmıştınız!...

    "Halka inmiş görünmek" için çizme giyip çamurlara dalan, "halk otursa otursa burada oturuyordur" diye Kâğıthane'de kiralık ev tutan adam, genel başkanın "nasıl olsa kazanamaz" düşüncesiyle, "böylece daha fazla da sivrilmemiş olur" rahatlığıyla, kuyrukçu basının da baskısıyla, kendisi hiç mi hiç istemese de zorla belediye başkan adayı edilmiş adam, ne olacaktı?

    Çıkmaz ayın son çarşambasında Çalışma Bakanı.

    İstanbul'u Allah korumuş.

     

    Engin Ardic / 22 Kasim 2009 / Sabah


  16. Atatürk egemenliği halka mı vermişti?

    Hep öyle derler, 10 Kasım dolayısıyla gene yazmışlar: "Egemenliği sultanların elinden alıp halka verdi"...

    Eh, cumhuriyet de bu demek değil mi?

    Oysa... "Hakimiyet bila kayd-ü şart milletindir" cümlesi "egemenlik halkındır" anlamına gelmez. Tıpkı, "Halk Cumhuriyeti" denilen komünist ülkelerde halkın iktidarla uzaktan yakından ilgisinin olmadığı gibi...

    Millet başka bir kavramdır, halk başka. Hele yönetici sınıf, bambaşka.

    Egemenlik halka verilmiştir de, daha cumhuriyetin ikinci yılında, iktidar partisi dışında bütün partiler niçin yasaklanmıştır? Gazeteler niçin kapatılmıştır?

    Egemenlik halkındır da, tek parti diktası aralıksız yirmi yıl niçin sürmüştür?

    Niçin bir ara (1930) halkın da fikri sorulmuş (Serbest Fırka) ama bundan hemen vazgeçilmiştir?

    Yoksa Atatürk egemenliği halka vermek istemiştir de bürokrasi mi engel olmuştur?

    Egemenlik ancak cumhuriyetle halka geçiyorsa, 1908 yılından 1920 yılına kadar kesintisiz açık olan Osmanlı Mebusan Meclisi nedir, briç kulübü mü?

    Misak-ı Milli, söz konusu Osmanlı meclisinde "padişah adına" mı ilan edilmiştir?

    Atatürk devrimler için halka danışsaydı, yani referanduma gitseydi, kaçta kaçı evet oyu alabilirdi?

    Atatürk egemenliği görünürde millete, ama aslında bürokrasiye mi vermiştir yoksa?

    Denilecektir ki, başka türlü yapılamazdı...

    Tamam.

    Ama neyin ne olduğunu bilin de öyle konuşun.

     

    Engin Ardıç / Sabah / 13 Kasım 2009


  17. Bazılarını fena halde üzen haberler…

    Yeni Türkiye'yi işaretleyen çarpıcı-güzel gelişmeler peş peşe gün ışığına çıktıkça; içimizdeki “sağlı-sollu iliştirilmişler” takımının, tezkerecilerin, “Washington Bağımlıları”nın gardının yerle bir olduğunu tahmin etmek güç değil…

     

    Mesela, şu “eksen değişikliği” tartışmaları…

     

    Çelişkisel gibi görünse de…

     

    Ulusalcı, liberal ve dahi muhafazakar “eşik bekçileri”nden çoğunun temel tezlerinin -eş zamanlı olarak- çökmesi anlamına da geliyor.

     

    *

     

    Önce, Akşam gazetesinin pazartesi günkü manşetine bir göz atalım:

     

    “-SIR PARA KÖRFEZ'DEN AKMIŞ”

     

    Üstüne, bir de manşetin spotunu okuyalım:

     

    -Türkiye'yi kriz günlerinde rahatlatan 20 milyar dolarlık kaynağı belirsiz paranın Körfez'den geldiği anlaşıldı. Faizsiz bankacılığın tepe yöneticisi Osman Akyüz “One minute sonrası Arap ülkelerinden piyasalara büyük para girişi var” dedi.

     

    Haberde, Akyüz'ün, net hata-noksan kalemindeki o kaynağı belirsiz para için “Gökten yağmadı, Körfez'den geldi” dediğine dikkat çekiliyordu.

     

    *

     

    Demek ki neymiş?

     

    Türkiye'yi küresel krizin şoklarından kurtaran…

     

    “İçimizdeki İliştirilmiş Otoriteler”in bir türlü izah edemediği, daha doğrusu izah etmeye yanaşamadığı temel ekonomik konuda 'Körfez Sermayesi' diye bir hakikat varmış…

     

    Ankara'nın son dönemde Washington ekseninden koptuğu gerçeği nasıl yok sayılmakla, inkar edilmekle ortadan kaldırılamıyorsa…

     

    Sadece küresel krizin büyük şoklarından sıyrılırken değil; -üç buçuk yıl önce olduğu gibi- Atlantik'in öte yanından düğmesine basılan ve büyük miktarda sıcak para kaçışına dayalı ekonomik provokasyondan da kurtulmamızı sağlayan “Körfez'den gelen devasa para”yı yok saymak, göz ardı etmek de gerçeği değiştiremiyor!

     

    2006 Haziran ayında Türkiye'yi ekonomik krizden kurtaran 25 milyar dolar civarındaki “kaynağı belirsiz parayı “net hata noksan” kaleminde bulamayacak olanların…

     

    Merkez Bankası Başkanı'nın Aralık 2008'deki basın toplantısında neden “2006 Haziran'ındaki durum, şimdiki kriz ortamından daha riskliydi ama o noktadan dahi sıyrılmayı başardık” diye konuşmuş olduğuna kafa yormalarında büyük fayda var!

     

    *

     

    Şimdi de, New York Times'ta geçen hafta yayınlanan bir makaleye gidelim…

     

    “İliştirilmiş meslektaşlarımız”ın, NYT'daki Türkiye eksenli kimi “itiraflar”la daha yakından ilgileneceklerini umuyorum.

     

    Her ne kadar, vaktiyle kitle imha yalanlarını peş peşe ürettiği haberlerle pompalamış, berbat filmin sonunda da lütfen “özür” dilemek zorunda kalmış olan bu “itibarlı gazete”nin yayıncılarının aksine…

     

    “İçimizdeki Savaş Destekçisi-Tezkereci Yayın Yönetmenleri” taammüden yanılttıkları okuyucularından bugüne kadar özür dilememiş olsalar da; ben yine de NY Times'taki “Türkiye'nin kuralları yeniden yazdığına” dair o makaleyi kendilerine keyifle hediye ediyorum.

     

    O “üzülecekleri” yazıda şu satırlar okunuyor:

     

    “Amerika'nın Irak'taki başarısızlığı ve İsrail'in aşırılıklarını bastıramaması; Türkiye'yi Amerikan yanlısı deli gömleğinden kurtularak Ortadoğu'dan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'ya kadar uzanan geniş bir bölgenin kalbinde güçlü bağımsız aktör olarak ortaya çıkmaya cesaretlendirdi. (..)

     

    Türkiye, Ortadoğu'daki güç oyunu kurallarını olumlu ve çatışmacı olmayan biçimde yeniden yazıyor…”

     

    *

     

    Bir de Wall Street Journal'da yayınlanan makale var;

     

    ki, o yazıda Türkiye taşlanıyor; başlığı da şu:

     

    “-Türkiye'siz bir NATO?”

     

    “Ankara'daki dramatik dönüşümün NATO'nun temel değerleriyle tutarlı olmadığından” yakınılan yazıda “Türkiye'nin zor NATO misyonlarını yerine getirme isteğinin azalabileceğinden” bahsediliyor…

     

    Eh, bu durum; hem WSJ yönetimi, hem de “içimizdeki iliştirilmişler” için sevindirici gelişmeler olmasa gerek!

     

    “Batı'nın Türkiye'yi kaybettiği” itirafı da var, Wall Street Journal'daki o yazıda…

     

    *

     

    Bütün bunların üstüne…

     

    WSJ editörü Robert Pollock'un 2005 Şubat'ında -çok tartışılan- “Türkiye yeniden Avrupa'nın hasta adamı mı oluyor?” başlıklı makalesini hatırladınız mı?

     

    Neo-Con'cu çizgiyi yansıtan o yazı aslında kapıyı çalan “yenilgi”nin işaretlerini taşıyordu…

     

    Dört yıl sonra?

     

    -Türkiye “kuralları yeniden yazan” bölgesel bir güç!

     

    Yani?

     

    “Hasta Adam” Atlantik'in Öte Yanı'nda imiş, meğerse

     

    Yeni Şafak/ Tamer Korkmaz


  18. VAMPİRLERE LAF ANLATILABİLİR Mİ?

     

    Baştan bellidir: Her 10 Kasım'da, medyanın tabiriyle, Atatürk'ü 'özlemle' anarız. Anmak gayet normal tabii... Hiç itirazım yok. Ama iş "özlem" faslına geldi mi... Orada durup düşünmek gerek.

     

    Neyi özlüyorsun?

     

    Niye özlüyorsun?

     

    Gündemin güneşten de sıcak konusu, Kürt Sorunu. Örneğin bu konuda Atatürk dönemini özlüyor musun?

     

    Valla ben hiç ama hiç özlemiyorum.

     

    Sebebini anlatayım mı?

     

    ***

     

    Liseyi bitirdiğimde sadece 1925'teki Şeyh Sait İsyanı'nı biliyordum. O da 'Kürt İsyanı'ndan ziyade, yabancı devletlerin kışkırtmasıyla harekete geçen 'şeriatçıların isyanı' gibi öğretilmişti. Yeşil bayraklar filan...

     

    Üniversitede sosyoloji okudum ama kimse Kürt Sorunu'ndan söz etmedi.

     

    Ne zaman PKK saldırıları başladı, o vakit işin rengi değişti. Sadece ben değil, bütün arkadaşlarım allak bullak oldu. Cehaletimizi biraz olsun kırmak için okumaya başladık.

     

    Baktık ki olay bambaşka:

     

    Ağrı İsyanı var; yıl 1930...

     

    Dersim İsyanı var; yıl 1937...

     

    "Dünyanın ilk kadın savaş pilotu" diye övündüğümüz Sabiha Gökçen'in, kadın-yaşlıçocuk demeden köylere bomba attığını öğrendik mesela.

     

    Meğer bunlar büyük isyanlarmış.

     

    O dönemde, irili ufaklı, toplam 16 isyan meydana gelmiş.

     

    Bunları öğrenince, aldı beni bir düşünce.

     

    ***

     

    Yaşadığım büyük hayal kırıklığını biraz olsun hayal edin lütfen:

     

    İlkokuldan beri Atatürk döneminin ne kadar şahane olduğu öğretilmiş. Okuldaki ders yetmemiş, bir posta da evde dinlemişim... Gazete, radyo ve TV'de de aynı şey anlatılmış.

     

    Derken Atatürk döneminde, Türkiye'nin neredeyse yarısının, sürekli savaş halinde olduğunu öğreniyorum.

     

    İnanılır gibi değil!

     

    Adeta filmlerdeki o ünlü repliğin tam tersi bir durum: "Senin annen bir melek değildi yavrum."

     

    Böylece Atatürk dönemindeki 16 isyanın ne anlama geldiğini kavrıyorum: Kötü yönetim!

     

    Belli işte: 1938'e kadar Türkiye çok kötü yönetilmiş. Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü ve GK Başkanı Fevzi Çakmak, Kürt Sorunu'nu 'çözmeye' değil, 'yok etmeye' çalışmışlar.

     

    Peki, başarmışlar mı?

     

    Başaramadıkları apaçık.

     

    Bütün bunları öğrendikten sonra ben Atatürk'ü nasıl özleyeyim? Onun dönemine nasıl 'Altın Çağ' diyeyim?

     

    ***

     

    Geldik bugüne...

     

    25 yıldır süren bir kirli savaş: 40 bin can gitmiş. En az 300 milyar dolar harcanmış. Sakatlıklar ve manevi kayıplar cabası...

     

    Ama Meclis'ten inanılmaz bağırtılar yükseliyor:

     

    CHP 'çözülmesin' diyor.

     

    MHP 'çözülmesin' diyor.

     

    Çeyrek asırdır süren acılardan hiç mi ders alınmaz yahu?

     

    TSK önderliğindeki 'yok etme' stratejisinin başarısız olduğunu kabullenmek bu kadar mı zor Allah aşkına?

     

    Olmadı işte.

     

    Atatürk döneminde de olmadı, şimdi de olmadı. Bir de barışçıl çözümü denesek, ne kaybederiz?

     

    Fransa ile Almanya yüzyıllarca savaştı. Birbirlerini doğrayıp durdular. İnanılmaz acılar çekildi.

     

    Ama şimdi Avrupa Birliği'nin başat ülkeleri olarak işbirliği yapıyorlar.

     

    Komşu olup da birbiriyle kapışmamış kaç devlet, millet ya da halk, grup var şu dünyada?

     

    Akan kana bir yerde son vermek gerek. Sadece kan değil elbette... Öç duygularını da bastırmak şart!

     

    Bendeki saflığa bakın ki vampirlere laf anlatmaya çalışıyorum.

     

    Sabah / Emre AKÖZ


  19. Filizli Köşk'ün esrarı

     

    Yaşlı bürokratların bir direniş kalesi var, adı da Osmanlıca: Encümen- i Daniş... Danışma Komisyonu...

    Devletle işi biten ama bunu kendine yediremeyen, hayatın defterinden düşen ama bunun farkında olmayan, soluğu orada alıyor. Kimsenin kendilerine bir şey danıştığı falan yok ama danışılmak istiyorlar işte... "Akil adam" havalarına girme çabasındalar. Kendi kendilerine komisyon kurmuşlar.

    Bunlar cumhuriyet ve Atatürk çocuklarıdır ama Osmanlıca konuşmaya da bayılırlar. Örneğin cumhuriyette "bey, paşa, ağa" gibi lakapların kullanılması yasaktır ama hiçkimsenin bir paşaya "General Başbuğ" ya da "General Özkök", "General Büyükanıt" diye seslendiği görülmemiştir. (General Evren midir, Kenan Paşa mıdır? Karar verin. Veremiyorsanız, toplum mühendisliği yapmayın.)

    Bunların, ülkemizde "köşk kültürü" vardır ya, bir de köşkleri bulunuyor: Filizli Köşk.

    Eh, Çankaya Köşkü var, Pembe Köşk var, bir de filizlisi olsun... Alternatif köşk! Köşksüz yaşanır mı?

    Bu köşk Ankara'da değil, pis padişahların pis başkenti İstanbul'un Göztepe semtinde... Filizli Köşk'ün asıl sahibi de Abdühamid'in sekreteri Tahsin Paşa'dır ha... Ayıp ayıp, yakışıyor mu cumhuriyet çocuklarına "kızıl sultan yandaşının" evine yanlamak? Köşk dediğin, "sözde soykırımda" Kasapyan ailesinin her nedense "boşalttığı" köşk olur, gidilir oturulur. Ya da eşraftan Uzunoğlu Mehmet Bey hediye eder, geçilir yerleşilir.

    Bulabildikleri köşkten "bir şeyler yapmaya" çalışıyorlar işte... Güçleri yettiğince... Kimi zaman da kulüplerde ya da orduevinde "ucuz rakı" içerek... Emekli maaşı ancak buna yetiyor.

    "Merkez sağda birleşme projesi" de bu "ihtiyar çaresizliğinin" meyvesi.

    AKP aşırı sağ oluyormuş ya, bunlar merkez oluşturacaklar. (Çünkü efendim, boşluk varmış boşluk.) Eh, CHP'yi de merkez sol sanan birçok ahmak yok değil, denge kurulacak!...

    Hatta, bu merkez sağ iktidara bile gelecek! Elbette Hüsamettin Cindoruk ya da Mesut Yılmaz gibi çok yıpranmış isimlerle değil, Süheyl Batum gibi yepyeni, pırıl pırıl bir genç önderle!

    Batum başbakan, Yılmaz cumhurbaşkanı...

    Abdüllatif Şener'i de yanlarına çekeceklermiş...

    "Soldan" da Celal Doğan'ı alırsın, ne güzel denge kurarsın... Seçmen de eşek olduğu için yutar.

    Arkanda da Demirel'in gölgesi...

    Rojin'in Kürtçe televizyonda konuklarını karşılarken dediği gibi: Way way way!

    Oysa, "bizzat" en kaşarlı DYP taraftarları bile umutsuz bu sefer...

    Bu çocukça girişimlerin hiçbir yere varmayacağını çok iyi biliyorlar.

    Emekli bürokratların emekli politikacılarla bu son flörtüyle, "Ergenekon Partisi" diye dalga bile geçiyorlar. Daha ciddi olmak isteyen "Devlet Partisi" diyor.

    Tonton ihtiyarlar iktidara gelecekler ve Deniz Baykal'ın da desteğiyle (o hep ana muhalefet!), Silivri'yi boşaltacaklar...

    Seçmen bunlara oy yağdıracak... Erdoğan mahvolacak, Gül bitecek...

    Memleket kurtulacak!

    Hele Sarıgül de yola çıksın... Tamamdır bu iş.

    İnsanlar emekliliklerinde neden bu saçmalıklarla uğraşırlar da çiçek sulamak, torun gezdirmek, prafa oynamak, ıhlamur içmek, sabah yürüyüşü yapmak, bakkaldan ekmekle gazeteyi alıp gelmek, çayı demleyip hane halkını kaldırmak, ya da anılarını yazmak ve yutarcasına Turgut Özakman okumak gibi çok daha gerçekçi ve sağlıklı uğraşlarla yetinmezler, hep merak ederim.

     

    Engin Ardıç / Sabah / 4 Kasım 2009

×
×
  • Create New...