Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Beylerbeyi

Admin
  • Content Count

    785
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    26

Posts posted by Beylerbeyi


  1. Nimet Hanım devrim yapıyor

     

    Galatasaray Lisesi'nde on iki yıl okudum, ilk, orta, lise... On iki yılda bir tek gün bile kravat takmadım okul içinde.

    Zaten "bir tür tersten mahalle baskısı" da vardı okulumuzda ve kravat takmaya, iki dirhem bir çekirdek gezmeye kalkan alay konusu olurdu.

    Bizde "forma" yoktu. Göğüs cebi GS armalı lacivert ceketimiz vardı ama kâğıt üzerinde... O da imparatorluk devrinden, Mekteb- i Sultani günlerinden kalma "arkaik" bir anıydı (eskiden "gayın-sat" tabii bu harfler)... İlkokul çayları dışında hiçbir arkadaşımın sırtında bir tek gün görmüş değilim.

    Robert Kolej, Alman Lisesi gibi "iyi" okullarda da yoktu. Batılı eğitimcinin kafası böyle saçmalıklara basmazdı. Onlar faşizmi 1945 yılında bitirmişlerdi.

    Haaa, kız okullarında, Notre Dame de Sion'da falan vardı ama orada amaç kızların cinsel çekiciliğini ortadan kaldırmak, onları çirkinleştirerek bizim gibi çakalların sulanmalarını önlemekti... Allah için biz de hiç yapmadık öyle kaka şeyler!

    Ceket ve kravat, "maarif mekteplerine" mahsustu.

    Çünkü biz birey olarak yetişiyorduk, onları robot yapmak istiyorlardı.

    Ankara'nın bize bu açıdan gücü yetmiyordu... Sıradanlaştırmak için çok çalışmışlar ama Galatasaray'ı öldürememişlerdi!...

    Meslek hayatımın başından beri, sivil okullarda forma, önlük vb. gibi uygulamaların son bulması için mücadele ettim. Bu benim şerefimdir.

    Şimdi bu işi başarmak Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'ya nasiptir. Kendisini ayakta alkışlıyorum, arkamdan itin kopuğun ne diyeceğini bile bile...

    Nimet Hanım (pardon, bürokrat olsaydım Sayın Çubukçu diyecektim), çocukları rahat bırakacak. Onlara zorla kravat taktırmayacak, ceket giydirmeyecek. İlkokullardan da önlüğü kaldırıyor. "Toza toprağa bulanmalarını önler" gibi ahmakça gerekçeler ortadan kalkıyor. Çocuklar karafatma gibi dolaşmayacaklar. Nimet Hanım hap kadar çocuklara faşist yeminler ettirilmesini de önleyecek. Çocuklar artık varlıklarını bize armağan etmeyecekler, tam tersine biz kendi varlıklarımızı, büyümeleri, gelişmeleri için onlara armağan edeceğiz.

    Nimet Hanım, "çocukların kendilerini özgür ve mutlu hissetmelerini" istiyor. Çocuklar baskıdan, ana-babalar da gereksiz masraftan kurtulacaklar. (Fakat yanlış bir adım atar da "daha hafif bir tür forma" getirmeye kalkarsa iki elimiz de yakasında olur... Herkesin kravat takmasıyla, diyelim herkesin "çiçekli gömlek" giymesi arasında hiçbir fark yoktur. Amaç, "tek tip" ilkesini ortadan kaldırmak olmalıdır.)

    Bu bir devrimdir. Nasıl askerin sivil mahkemelerde de yargılanabilmesi bir devrimse, bu da bir devrimdir.

    Bu gibi devrimleri ne hikmetse "göbeğini kaşıyan cahil halkın oylarıyla seçilen karşıdevrimciler" yapıyorlar bu ülkede!...

    Karşıdevrimci Nimet Hanım bu yolda... Haydi, bozkır devrimcilerini görelim... Ne diyeceklerdir, nasıl karşı çıkabileceklerdir?

    "Forma, gençlerimizi kutsal bir vatan görevi olan askerliğe hazırlar" mı diyeceklerdir? "İsmet Paşa'mızdan bize yadigâr kalmış bir cumhuriyet uygulamasıdır" mı diyeceklerdir? "Tornadan çıkmış tek tip insan yetiştirmek istiyoruz" mu diyeceklerdir? "Çocukları zapt-ü rapt altına almak, çatlak sesler çıkarmalarını önlemek gerekir" mi diyeceklerdir?

    Yoksa, kendilerini solcu sanıp "forma sınıf farklarını ortadan kaldırır" mı diyeceklerdir, toplumda yapamadıkları eşitlemeyi okulda çoluk çocuğa zorla uygulatıp?

    Evet, göbeğini kaşımayan temiz aile çocuklarının tepkilerini görelim...

     

    Engin Ardıç / 1 Temmuz 2009


  2. Bekir'inki gibi yazı

     

    Bodrum'da bir uyuşturucu çetesi çökertilmiş, Savaş Ay bildiriyor. Kimsenin çöktüğü falan yok, üç-beş gariban torbacının tıpkı Deniz Seki gibi başı yanacak, o kadar...

    Bunlar malı satarken birtakım "kodlar" kullanıyorlarmış. (Kötü bir gazeteci "gizli kodlar" yazar, kodun açığı nasıl oluyorsa?)

    Esrara "CD" diyorlarmış, kokaine de "DVD"... Daha "kelek" kaldığı için hapa da "kaset" tabir ediliyor...

    Gerçi "gogo, kubar, zıvana, çarşaf, harman" gibi birtakım kodlar biliyorduk ama onlar "demode" olmuşlar, uyuşturucu dünyası çağa ayak uydurmuş. Ne de olsa satışı Bodrum'da yapıyorlar. Alaçatı'da yapsalar esrara Tuğçe, kokaine de Berk demek gerekebilirdi.

    Benim koleksiyonumda üç bin kadar CD, iki bin kadar da DVD var, polis yanlış anlayıp da basarsa uğraş dur!

    "Bu mallar sizin mi Engin Bey?"

    "Ben satıcı değil dinleyiciyim memur bey! Eğitim şart."

    "Sizde hap var mı, hap?"

    "Vardı ama hepsini elden çıkardım, eski teknoloji..."

    Esrara CD, kokaine DVD deyince, kadına da "kitap" demek şart oluyor tabii... Çete değil, Doğan-Raks ortaklığının D&R mağazası mübarek!

    "Philippa Gregory geldi mi?"

    "Sarışın mı esmer mi?"

    "Okumak için soruyorum kardeşim... Kitap, kitap..."

    "Zaten kitap gibi karı ağabey, çevir çevir oku!"

    Tersten gidersek, "sarı bomba" tabir edilen bazı haplar da kavram kargaşası yaratabilir:

    "Sarı bomba var mı koçum?"

    "Ben pezevenk miyim ulan? Şurada namusumla uyuşturucu satıyorum." (Tabir gerçektir, bir mahkemede hâkime ifade olarak söylenmişti.)

    Aynı mantıkla, kumara da "politika" diyelim, olsun bitsin.

    "Başbakan, genelkurmayın döper açılışını kentle gördü."

    "Paşa zonda... Gran şlem sanzatu oynuyor, karşı tarafın elinde koz var mı?"

    "Yok yahu, blöf yapıyor, iki asla konuşuyor... İkinci elde batar..."

    "Bak, başbakan kontr çekti... Paşa sürkontr çekerse zor duruma düşecek..."

    Eskilere de bu yaklaşıma uygun isimler bulabiliriz.

    Kenan Evren'e "papaz" diyelim mesela...

    Tansu Çiller elbette "kız" olur.

    Mesut Yılmaz da "bacak".

    Süleyman Demirel'e de "pis yedili" dersiniz, mesele kalmaz.

     

    Engin Ardıç- 28 Haziran 2009


  3. selamlar,

     

    evet sahip çıkalım deyip sıyrılmak var ama, sizde bende biliyoruz ki ol deyince olmuyor. ben yine suçu başbakana atıyorum. yani o istese kapatılabilir mi? pek sanmam.

    bir ihtimal daha var o da başbakanın bu olaydan haberi yok. o zaman ben de derim ki: ne anladım bu başbakandan.ben dünya kadar yoldan geliyorum haberdar oluyorum da o burbunun dibindeki yerden bi haberse daha ne denir ki? sözde muhafazakar, sözde islami kesimin sesi! pehh

     

    hele ben bir yetkili olayım ilk işim şu ziyaretgahı açmak olacak. ALLAH ın izniyle

     

    selametle.


  4. Şu işe bakın! ‘Birilerinin hükümeti devirmek için komplo yaptığını’ ele veren belge, nerede ise ‘askeri zan altında bırakan bir hükümet senaryosuna’ dönüşecek!

     

    Sayın Baykal, ‘bir komplo’dan söz ediyor. Askeri Yargıtay, Genelkurmay’ı akladı ya! Ona güveniyor belli.

     

    Allahsınızı severseniz, kim farklı bir şey bekliyordu ki Askeri Yargıtay’dan. Yani askeri hâkimler çıkacak ve “Evet belge Genelkurmay’da hazırlanmış” diyecek, öyle mi?

     

    Güldürmeyin insanı!

     

    Buna Sayın Baykal’dan başkası inanmaz. O da inanmaz da öyle demesi isteniyor işte! Askerin darbeci sabıkasının kabarık olduğunu elbette Baykal da bilir! Hatta bir sosyal demokrat olarak kim bilir belki Erdoğan’ın yerinde olmaya can atardı ama siyaset işte!

     

    Bu ülkede orduya kim çamur atabilir? Kim ona, “gözünün üstünde kaşın var” deyebilir? Devlet o, iktidar o, millet o!

     

    Onun istediğini yapmayan bu ülkede padişah olsa, çıplak eşeğe bindirilir, çarşıda gezdirilip rüsva edilir. Ona toz konduranın kendisi toz olur. Kimin ne haddine, onun inkar ettiğini tasdiklesin!

     

    Şimdi askerler, “bu belge sahtedir” diyorlarsa sahtedir. Zaten belki öyle bir albay bile yoktur. Yani, “bizim şirkette böyle bir adam çalışmıyor’ deseler siz ispat mı edebileceksiniz? Bunlar değil mi, darbe yapıp ‘biz demokrasi getirdik’ diyen ve bunu da Anayasalaştıran!

     

    Elbette ordumuz demokrattır(!). Darbeleri de zaten demokrasi için yapar. Bu ülke onlarındır.

     

    Millet de onlardır. Devlet zaten onlardır!

     

    Eğer ‘asker’ rahatsızsa bu, ‘millet rahatsızdır’ demektir. Millet “rahatsızım” diyorsa, haindir. Askerin ‘müsterih’ olduğu bir düzende millet nasıl ‘ben rahatsızım’ diyebilir? Asker, nasıl istiyor ve ne istiyorsa hak odur, doğru odur çünkü.

     

    Demokrasiyi o tarif eder, çağdaşlığı o belirler. Ve daima haklıdır. Çünkü elinde silahı vardır. Hâkim onun istediği hükmü verir. Savcı onun gibi düşünmüyorsa kovulur. Gazete, onun istediği gibi yazmıyorsa kapatılır. Kapattıramıyorsa yok sayar. O zaman onun yayınladığı belge de belge olmaz, ispatı, ispat sayılmaz.

     

    Hele birini ‘andıçlama’yı görsün. Hâşâ, tanrılar bile onu kurtaramaz! Ancak gidip anıtkabirde halini arz ederse belki ona merhamet edilir!

     

    Ta evvel ezelden beri o hep haklıdır. Haklı olmak onun şanındandır. Eğer halk onun gibi düşünmüyorsa, o halk yanlış yoldadır, derhal kulağı çekilerek aklını başına toplaması sağlanmalıdır.

     

    Askerin kendisini gözden geçirmesi gerekmez. Millet onun dediği çizgiye gelmiyorsa millet yanlış yoldadır! Millet, bu askere “benim askerimdir’ diyorsa halt etmiştir. Millet olsa olsa, “askerin milleti’ olabilir. Bu ordu dilerse yeni bir millet bile yaratır.….

     

    Bizdeki asker teamülünün böyle olmadığını söyleyebilir misiniz?

     

    * * *

     

    Osmanlı’da canları sıkılınca kalkıp padişah’tan kelle isterlerdi. Sonra padişahın da kellesini istemeye başladılar. Derken padişahlığı da padişahı da yok sayıp kendileri paşa oldular. Padişah gitti, paşalar geldi. Şimdi paşalarımız var!

     

    Ama bu paşalar Osmanlı paşası değil. Onları, 27 Mayıs darbesiyle ordudan tasfiye ettiler. Şimdikiler “Amerikancı”. Ne zaman darbe yapsalar, Amerika’nın Ankara büyük elçisi “Bizim çocuklar başardılar” diye Sam amcaya telgraf çeker.

     

    Tek vazifeleri, bizi AB’ın ve ABD’nin ve İsrail’in mandasında tutmak! Tabii ki Amerikan karşıtı ve ulusalcıdırlar(!) Tek dertleri var onların: Aman irtica gelmesin!

     

    Çünkü en büyük tehdidin irtica olduğu belletilmiş. Kim bu mürteci efendi? İslam!. ‘Belletilmiş bir laiklikten’ başka bir şey bilmezler. Onu bilince de her şeyi bilmiş oluyorlar.

     

    Zaten bilmedikleri zaman cehaletlerini, iki tank yürüterek kapatıyorlar. Evet o biliyor çünkü elinde silah var.

     

    Yok, sivilleşmeymiş, AB kriterleriymiş, demokrasiymiş, seçimmiş, başbakanmış… Askerimizin bunlara karnı tok! Kriter, işlerline geldiği zaman kriterdir.

     

    İşine gelmiyorsa darbe yapar, kendisi kriter belirler. (Hatırlayın, Sayın Baykal ne demişti başbakana ‘Yap bir ihtilal Anayasa’yı değiştir’) İsteği zaman muhtıra verir. Hem size muhtıra vermişse şükredin. Sizi seviyor; yani hala adam olma ihtimaliniz var(!) demektir.

     

    Askerin siyaset yapması olur mu diyorsunuz. Niye olmasın? TSK en temel partidir. Diğerleri fasa fisodur. Askerden bağımsız bir siyaset nasıl düşünebilirsiniz? Mademki cumhuriyeti koruyup kollama onlara verilmiş, o da istediği zaman siyasete karışır. Karıştırmazsanız, gelir darbesini yapar. Seni, beni, ötekini asar ve anayasasını da yapıp ortaya koyar. Sıkıysa kalkar değiştirirsin! Sivilmiş, siyasetmiş, demokrasiymiş, medeniyetmiş, diyalogmuş. Geçin bunları…

     

    Türk siyasetinin askersiz olmadığını, son sözü bu memlekette hep askerlerin söylediğini herkes bilir ama nedense en çok da “Camiye, kışlaya siyaset girmez!” “Aman asker incinmesin” laflarını duyarız.

     

    Bu sözün yalan olduğunu herkes bilir. Asker bal gibi siyaset yapar. İmamlar da bir partiyi tutumu onu iktidara taşırlar. Çıkın siz tersini söyleyin…

     

    * * *

     

    Osmanlı döneminde, padişahı değiştirme imkânları olmadığı zamanlarda, askerler, padişahtan kelle isterlerdi. Sonra padişahın da kellesini istemeye başladılar. Alışkındırlar bu işlere ama galiba bu kere ayazda yakalandılar. İşin kötüsü(!) bu kere, karşılarında “höt!” dendiğinde alıp şapkasını kaçan biri de yok!

     

    “Ben bu işin sonuna kadar giderim” diyen biri var. O yüzden kıvırıp inkâr cihetine gidiyorlar. “O belge sahte” diyorlar.

     

    Sormak lazım. Sahte olan ne? Sizin ata-emcet darbeci olduğunuz mu, belge mi, irtica mı sahte?

     

    Abdülaziz’i bir saray darbesiyle indirip yerine ‘kaçık’ V. Muradı getiren,

     

    V. Murat’ın aciz olduğunu görünce, ‘istediğinizi veririm’ diyen Abdülhamit’i tahta çıkaran,

     

    İç yüzlerini görüp de karşı tedbir alınca Abdülhamit’i alaşağı eden,

     

    600 yıllık günahı 45 günlük padişahın üzerine atıp onu hainlik yaftasıyla yurt dışına gönderen,

     

    450 sandalyeli bir meclisin 411 sandalyesine sahip olarak meclis kuran ve Başbakan olan Menderes’i bütün dünyanın gözü önünde hile ile iktidardan indirip ipe çeken, bununla da yetinmeyip, 27 Mayıs ihtilalinin ardından ordu içindeki bütün milli kuvvetleri tasfiye eden bir asker mi masum?

     

    Ve acıdır ki millet hep seyirci kaldı…

     

    Demirel’i 6 kere indirdiler ne oldu? Sonunda demokrat bildiğimiz Demirel askerden ziyade askerci olup cuntaya, darbeye çanak tutar hale geldi korkudan. Ne yapabildik?

     

    Özal’ı sevmediler, onu iktidarda tutabildik mi? Erbakan’ı istemiyoruz dediler, mübarek, siyasetten bile silindi… Böyle kabarık bir sabıkası olan bir askerin ‘masum ve mağduru’ oynaması cidden komik kaçıyor!

     

    Fakat galiba bu kere ezberleri tutmadı ki telaş içindeler. “Ben yapmadım” demeye getiriyorlar.

     

    Bunda, elbette başbakanımızın, -Türk siyasetinde ilk defa- darbeci zihniyete karşı yiğitçe direnmesinin rolü büyük! Bize bile tuhaf geliyor bu durumlar! Çünkü biz, bu durumlarda ‘şapkayı alıp gitmeye’ alışkınız. Bu kere ‘sonuna kadar gideceğim’ diyen bir başbakan var karşımızda. Ben bilmiyorum ne diyeyim. “Bravo başbakanım!” diyeceğim, korkuyorum. “Nasıl olsa millet arkamda!” sanıp gidecek, sonra ardına bakacak ki millet yok! Bu hale düşmesinden korkuyorum. Çünkü ben bu halka inanmıyorum.

     

    28 Şubat sürecinin tüm siyasi aktörleri hayatta. Burunlarından kıl aldırmayan siyasetçilerin bir telefonla, bir selamla, Sincan’da yürütülen bir iki tank sesiyle nasıl hizaya giriverdiklerini unuttuk mu?

     

    Millet sivil değil ki siyasetçisi sivil olsun. Millet, ‘millet hakimiyeti’ ne demektir bilmiyor ki ona sahip çıksın.

     

    * * *

     

    Bakın Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması esnasında yaşanan tartışmalara son vermek için nasıl konuşmuş:

     

    "Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye “ilim icabıdır” diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.

     

    Osmanoğulları, zorla Türk Milleti'nin hâkimiyet ve saltanatına vaziulyed olmuşlardı (el koymuşlardı), bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Simdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek (zorbaların haddini bildirerek), hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir." ( Modern Türkiye’nin Doğuşu, B. Lewis, s.258)

     

    İşte bu konuşma halk adına yapılmıştır. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız halkın olması(!) için gerekirse kelle bile alınacaksa bunu kim yapacak? Asker!

    Siz de çıkmış “halk reşid oldu, artık kendisini idare edebilir” diyorsunuz. Olur mu canım öyle şey? Halk reşid olur mu hiç. Halk ne yapacağını da bilmez menfaatini de…

    Araplarda, krallar, İran’da mollalar, bizde de askerler bilir halkın ne istediğini ve neyin halk için gerektiğini! Yaa böyle işte. Yaşasın demokrasi!


  5. KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN İLE HOCASI EBUSUUD EFENDİYLE BAHÇEDE DOLAŞIRLARKEN KANUNİ KARINCALARIN MEYVE AĞAÇLARINA ZARAR VERDİĞİNİ KARINCALARIN YOK EDİLMESİNİN ŞERİATA UYGUN OLUP OLADIĞINI EDEBI DILLE HOCASINA SORAR;

     

    GÜNAH VAR MI KARINCAYA KIYINCA

    MEYVE AĞAÇLARINI KARINCA SARINCA

    HOCASI EBUSUUD EFENDİ DE BUNUN UZERINE;

     

    YARIN HAK DİVANINA VARINCA

    SÜLEYMANDAN HAKKINI ALIR KARINCA

     

    DİYE ÇOK GÜZEL BIR CEVAP VERIR..

     

    guzel bir nukte...

    • Like 1

  6. Rezillikten vazife çıkaralım arkadaşlar

     

    Kimsenin seyretmediği çarçur bir televizyon kanalı, kendisine "reyting" getirecek dâhiyane bir dümen bulmuş... Programın adı "İmana Gel"...

    Her programa bir "ateist" çıkaracaklarmış, ayrıca bir imam, bir papaz, bir de haham... Budist rahibi de var... Ateist kendi görüşünü savunacakmış, din adamları da onu ikna etmeye çalışacaklarmış... Bu bir yarışma. Fikir babası, pardon, fikir anası, Sisi namıyla maruf Seyhan Soylu. Programı yönetecek olan da ("moderatör" diyorlar ama "moderatris" demeleri gerekirdi), neredeyse yirmi yıllık dostum, eski mesai arkadaşım Gülgün Feyman.

    Epey küfür yediler tabii...

    Diyanet İşleri Başkanı da bu girişimi "şaklabanlık ve soytarılık" olarak niteledi.

    Şimdi bir şey söylesem hem Gülgün bacıma ayıp olacak, hem de Seyhan bacım kızacak. Kendisinin "Nurseli İdiz yönetiminde cumhuriyet kadınları defilesiyle" dalga geçmiştim de, çok bozulmuş, "benden daha erkek" olduğunu belirtmişti!

    Eh, ben erkekten anlamam. Benim o tarafım yoktur. Konunun uzmanı öyle diyorsa, öyledir herhalde... Bir de penis yazarına sormak gerekir ama ona kıyamam, bu işe karışmasın. Bu yaştan sonra ona buna penisimi gösterip geçer not istemek bana ağır gelir. Genç olsam neyse de...

    Bu Seyhan polis okulundan "matrut", yani atılma, fakat Ergenekon örgütüyle (pardon, kamuoyunda Ergenekon olarak bilinen ve mahkeme kararı henüz verilmediği için şimdilik varolmadığı varsayılan örgütle) pek içli dışlı bir şahsiyet...

    Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz gibi şahsiyetleri "fabrike edip" 28 Şubat patırtısını yaratmak amacıyla kullandığı söylenmişti.

    Merak ettiğim, yarışmacı buldu diyelim (Richard Dawkins'i çağırmasın, bir de tercüman gerekir), şaklaban ve soytarı din adamını nereden getirtecek?

    Televizyonda bir miktar var ama onlar kendi kanallarını bırakırlar mı?

    Kimsenin üstünde durmadığı avanta şurada: Bu yarışma, ödüllü! Kazanan, kendisini ikna eden din adamıyla birlikte yurt dışına gönderilecek. Papaz kazanırsa Roma'ya, haham kazanırsa Kudüs'e, imam kazanırsa Mekke'ye seyahat! (İyi ki katolikle yetinmişler, çünkü ortodoks papazı kazansaydı yarışmacıyla birlikte stüdyodan çıkıp alt tarafı bir dolmuşla Fener'e gidip geleceklerdi. Fener'de "Aziz Yıldırım'la tanışıp Mehmet Topuz'u da yakından görmek isteyecek" saf ve temiz vatandaşlar bile çıkabilirdi.)

    Karanlıkta kalan noktalar da var: Hıristiyan olacakların vaftiz suyunu kim ısıtacak? İslam'ı seçeceklerden sünneti eksik ya da yarım kalmış olanları sevabına sünnet de ettirecekler mi? Herhalde Sisi bakar, kararı o verir.

    Kendime ateist süsü verip katılsam mı acaba? Öyle olmadığımı herkes biliyor ama bu dümenle hem "bir kısım basınla" barışırım, hem Gülgün'le hasret gideririz.

    Çünkü "kendini Budist rahibine ikna ettirirsen" ucunda Tibet gezisi varmış! Oraları hiç görmedim de...

    Dönünce ağzımı çalkalar, tövbe istiğfar eder, iman tazelerim, avanta gezi de yanıma kâr kalır.

    Tüyoyu aldınız, haydi uyanıklar, doğruca katılma başvurusuna!

    Ben bilet alır kendim giderim, sizin için bu fedakârlığı da yapacağım.

    Not: Roma bu sıcakta hiç çekilmez, stüdyoda sakın katolik olmayın.

     

    Engin Ardic / 27 Haziran 2009


  7. selamlar,

     

    bu baslikta ki duyuru yapildigi zaman niyetlendim, fakat bir turlu cennet mekan sultanin kabrini ziyaret edemedim. daha dogrusu yasadigim sehirden cikip ta istanbullara gelemedim.

     

    derken zaman dondu dolasti bizi de istanbula surukledi, kismet olursa bir ay kadar buralardayim. geleli daha 4 gun oldu, gelir gelmez aklimda cennet mekan sultanin kabrini ziyaret etme fikri vardi.

     

    bugun dondum dolastim zor bela buldum. ilkinde akl-i evvel vatandaslar dinlemeden etmeden eminonu ye yeni camiinin arkasina yonlendirdi, israrlarima ragmen dinletemedim, bende ne olur ne olmaz diye, sultan 2. abdulahmit han hzlerini ziyeret icin bahsedilen yere geldim.

     

    fakat benim dedigim cikti ve orada sultan 1. abdulahmit han turbesi oldugu kesinlesti. bari dedim gelmisken ziyaret edeyim, ama ne mumkun! tadilatta. buyrun bu 1.hayal kirikligi.

     

    ordan vardim sultanahmet'e, turistlerin arasindan dondum dolastim, nihayetinde turk ocagi bahcesine vardim. tam hevesli hevesli bahceye girdim, cennet mekenanin ziyaretgahina yoneldim ki bir de ne goreyim, kapali!!!

     

    orada ki bir seyyar saticinin dedigine gore, calisacak memur olmadigindan 3-4 aydir kapaliymis.

     

    yahu el insaf, nasil bulunamaz bir haziryedi. memurluksa heryer bir degilmi ?

     

    acikcasi bu is benim aklima yatmadi, boyle sudan sebeplerle boyle bir yer kapatiliyorsa yaziklar olsun bize, bastada sayin ''muhafazakar'' lakapli basbakana.

     

    isin ozu arkadaslar, onca zaman niyetlendim, sonunda vardim. elbette disardan da olsa duamizi ettik, mubarek gece ve mubarek sultanlarimiz adina magfiret diledik. lakin ikinci hayal kirikligina engel olamadi bu yaptiklarim.

     

    ben neyse, yani yine giderim, yine gorurum. ama bu devletin yaptiklari, bu halkin sorumsuzlugu ne olacak? korkuyorum isin altindan su bizim kultur bakani gunay cikacak.

     

    neyse efendim, ben suraya soyle guzelce icimi doktum, kismen de olsa rahatladim. firsat buldukca da diger tarihi mekanlari ve mubarek sahsiyetleri ziyaret etmeye calisacagim. sayet oralarda da boyle bir aksilik gorursem hic cekinmeden yazarim.:D

     

    herkese hayirli kandiller olsun insallah.

     

    selametle


  8. No, you can't

     

    Abant toplantılarından biri daha yapıldı, politikacılar, bilim adamları, yazarlar katıldılar. Konu her zamanki gibi "demokratikleşme sancısı", siyasi partiler, ordu, anayasa.

    Açılışı yapan Bolu Valisi, konuşmasında, yeni ve "sivil" bir anayasa gerektiğini ısrarla belirtmiş (ağzına sağlık) ve de sözlerini Obama gibi bitirmiş:

    "Yes, we can."

    Evet, yapabiliriz, demek.

    Kusura bakmasın ama biz de şöyle diyeceğiz:

    "No, you can't".

    Daha doğrusu, cümleyi şöyle geliştirelim:

    "Unfortunately, you won't be able to do it."

    Hayır, yapamazsınız, ne yazık ki yapamayacaksınız, yaptırmazlar.

    İktidar partisinin, bu koltuk dağılımıyla, yeni bir anayasa hazırlayıp mecliste kabul ettirecek gücü yoktur. MHP'nin "türban açılımı" falan gibi konularda verdiği destek, "samimi" değil, başbakanı zor durumda bırakmak için çevirilmiş ustaca bir manevradır. Başbakan bu tuzağa düştü, daha doğrusu, geri duramadı, adım atmak zorunda bırakıldı ve kaybetti.

    Bu meclisten "sıfırdan" bir anayasa çıkamaz, çıksa çıksa "tadilat" çıkar. O da "geri döner"...

    Çünkü CHP'nin en ufak bir değişiklik girişimine "şarlayacağı" ve hemen Anayasa Mahkemesi'ne gideceği bellidir.

    Anayasa Mahkemesi geçen yıl, kanunları "içerik yönünden" yargılama yetkisi bulunmadığı halde bunu yapmış, yani göz göre göre anayasayı çiğnemiş, yüksek yargı yasamanın yerine geçmiştir. Bürokrasinin beğenmediği hiçbir anayasa değişikliği bu merciden "geçemez"... Bürokrasinin neleri beğenmeyeceği de bellidir. Darbe marbe tartışılıyor ya, sessiz sedasız darbe oldu bile!

    Üstelik, TBMM kendini bir "kurucu meclis" yerine koyup, eskisini iptal edip sıfırdan bir anayasa da hazırlayamaz, onun da böyle bir yetkisi yoktur.

    Halkoyuna başvurup, yeni bir anayasa hazırlayacak "ikinci ve paralel bir meclis" oluşturmaya çalışmak da, ihtilal demektir.

    Yeni bir anayasa, hele bu basınla ve Aydın Doğan Beyefendi işinin başında olduğu sürece de mümkün değildir. Bürokrasiye şirin görünmek için taş koyacaktır.

    Biz hep yeni anayasanın özgürlükçü, demokratik falan filan olmasını istiyoruz ama toplumda bunu istemeyen, istemeyecek güçleri yabana atıyoruz. Toplumda bu konuda "konsensüs" monsensüs yoktur. Faşisti bol bir memlekettir burası...

    Halk, bürokrasiye kafa tutacak güce erişmiştir, ama onu "yerli yerine koyacak" gücü yoktur. Bu kadarcığı bile Türkiye için büyük bir aşamadır ama yeterli değildir.

    Belki başka bir seçim döneminde, başka bir meclis tablosu oluşursa, daha kapsamlı bir tadilat...

    Ama, belki... Görünür bir gelecekte yeni bir "silip süpürme" ihtimali de yoktur. İktidar partisinin oylarını yüzde ellinin üstüne çıkarma ve çatlak sesleri kesme ihtimali sıfırdır.

    Üstelik anayasalar, sanıldığının ya da inandırılmak istendiğinin aksine, anlaşmayla hazırlanmazlar.

    Toplumda o dönem kimin borusu ötüyorsa, anayasayı o yapar. Anayasa değişikliği, toplumda "esaslı bir altüst oluş" gerektirir. Onun ardından gelir. Şu anda kimsenin borusu bu kadar ötmüyor, ufukta bir "alabora" da görünmüyor.

    Sistem, kilitlenmiştir.

    Maybe another time... Maybe in other, quite different conditions, Mr. Governor.

     

    Engin Ardic- 22 Haziran 2009


  9. Kravat takmayan Anıtkabir'e giremesin

     

    Kıyı boyunca sıralanmış şirin kasabalarıyla ünlü bir yöremizden kopup gelmiş bir şarkıcı (bunların şirin olmayanı hiç mi yoktur yahu?), Anıtkabir'e kimlerin girebileceğini, kimlerin giremeyeceğini belirtmiş: "Çorabı kokan girmesin" demiş, "çünkü dezenfekte etmek gerekecek"...

     

    "Çok doğru söylemiş" diyecek çok kişinin çıkacağını adımız gibi bilmesek, "yörenin renklerine uygundur" deyip geçerdik.

     

    Ama konu ciddi. Fıkralarla açıklanamayacak kadar ciddi. Bu konuda hükümetin, genelkurmayın, askeri ve sivil savcıların, ayrıca değerli köşe yazarlarımızın görüşlerini bekliyoruz.

     

    Bir kere, şarkıcı, Ankara'ya yolu düşen bazı kişileri "oraya kadar gidip de Anıtkabir'e hiç uğramamakla" suçluyor. Bizi uyarıyor, ki sonra uyarmadı demeyelim.

     

    Olur mu? Langa'nın hıyarı, Yedikule'nin marulu, Arnavutköy'ün çileği, Kanlıca'nın yoğurdu, Beykoz'un paçası, Amasya'nın elması, Malatya'nın kayısısı... Ankara'nın nesi meşhur? Yalnızca havası ve tavası mı? Denizi meşhur değil ya bu şirin beldemizin... Politikacısı ve gazetecisi meşhur... Başka?

     

    Ankara'ya gidince (bakanlıklarda iş takibine tabii), Anıtkabir'e de mutlaka gidilecektir. Bu konuda gerekli kanun ve yönetmeliklerin bir an önce çıkarılmasını istiyoruz. "Anıtkabir giriş bileti" gösteremeyenlerin Esenboğa'dan, gardan ve garajlardan çıkış yapmalarına izin verilmemelidir.

     

    Ankaralılar "zaten" orada oturduklarından, ayrıca Anıtkabir'e hiç uğramadan da yıllarca yaşayabilirler. Onlar "muaf" tutulacaklardır.

     

    Bilet dedik... Anıtkabir'e uygun bir ücret mukabili (gelir vergisinden düşülmek kaydıyla) bilet de kesilebilir ve bu fonda toplanacak para, cumhuriyet mitingleri finansmanında kullanılmak üzere Atatürkçü Düşünce Derneği'ne teslim edilebilir... Böylece devrin cumhurbaşkanından para istemelerine de gerek kalmayacak, kıllık edenlerin sesleri kesilecektir.

     

    İkincisi... Anıtkabir'e nasıl başörtülü girilemezse, kirli, lekeli, yağlı iş tulumuyla ve sıradan, gündelik giysilerle de girilemez. (Cüppe, potur, mes lastik zaten asılma nedenidir!)

     

    Takım elbise şart değilse de, ceket ve kravat zorunluluğu getirilmelidir. Koyu renk, tercih nedenidir. Sakal tıraşı ve kısa saç da önemli bir farklılıktır. Bunlara sıra beklemeden girmek gibi birtakım ayrıcalıklar sağlanabilir. Bıyık, ince olmak kaydıyla (memur bıyığı) serbesttir.

     

    Bu memlekette bir zamanlar kravat takmadan Ulus'tan Sıhhiye'ye geçmek, Tünel'den Beyoğlu'na çıkmak bile yasaktı. Dirlik düzenlik vardı. Karşıdevrimciler iktidara gelince ortalıkta kravatsız gezen serseri sayısı çoğaldı. Memleket elden gitti. Memleket yeniden ele geçirilmeli, pardon, ele gelmelidir.

     

    Nasıl Köy Enstitüleri yeniden açılıp "eğitim şart" ilkesi yeniden yürürlüğe konmak zorundaysa, burada da giyim kuşam, devrimlere uygun olmalıdır.

     

    Fakat kadınlara kravat taktırmak hiç de hoş olmayan birtakım "cinsel sapma çağrışımları" yaratabileceğinden, onlarda oturak şapka, tango etek, fırfırlı bluz, kürklü yaka, bilekten bantlı iskarpin gibi otuzlu yılların modasına uygun giysiler yeterli sayılabilir... Burada da saçlara maşa çekilmesi ve ince kaş, tercih nedeni olacaktır.

     

    Anıtkabir içinde ve "müştemilatında" göbeğini kaşıyan da hapis cezasıyla kendine getirilsin.

     

    Atatürk, bu ülkeyi size Anıtkabir'e gitmeyesiniz diye mi emanet etti?

     

    Gerçi, "beni görmek mutlaka yüzümü görmek değildir, benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir" demişti ama Atatürk'ün bu ilkesini çiğneyebiliriz arkadaşlar! Fakat 1953 yılından, yani Anıtkabir inşaatı bitirilip hac ziyaretine açılmadan önce yaşayanları "cahiliyye devri" insanları sayalım, onlara günah yazmayalım.

     

    Engin Ardıç - Sabah

     

    19 haziran 2009


  10. Ve sular ve bardaklar ve fırtınalar

     

    Kaçınız Suriye sınırını gördünüz?

    Ya da şunu sorayım: Kaçınız mayın gördünüz?

    Ben elli yedi senedir bu ülkede yaşıyorum, Suriye sınırını görmedim. Askerlik yaptım ama hiç mayın da görmedim. Filmlerden bilirim.

    Bunun bir "eksiklik" olduğunu da hiç sanmıyorum, "orada bir köy var uzakta" edebiyatı ilkokul öğrencileri içindir.

    Benim gibi milyonlarca vatandaş var.

    Ve de Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ya da temizlenmemesi onları hiç ilgilendirmiyor.

    Öyle olmasaydı, Zeynep Tokuş'un tek celsede boşanma haberi gazetelerde manşet yanına yerleşmezdi (mayınlar yirmi ikinci sayfada)...

    Ama gazeteciler sahtekârlık ediyorlar.

    Politikacılar da öyle.

    Hükümet bu mayınları temizleme işini bir İsrail firmasına verecekmiş, onlar da temizleyecekleri araziyi kırk dört yıllığına kiralayıp orada tarım yapacaklarmış. Yüzlerce köylüye de iş bulunacak. Mesele bu.

    Asker "ben yapamam" dedi. Türkiye'de bu mayınları temizleyecek teknoloji de yok, sivil babayiğit de. İş çaresiz yabancıya kaldı.

    İktidar bu konuda "dediğim dedik, çaldığım düdük" tavrını sürdürdü, kanun meclisten tabii ki geçti, bu arada muhalefet de sırf muhalefet etmiş olmak için kıyametleri kopardı.

    Dinci basın, mayınları İsrail temizleyeceği için ayağa kalktı, bir Suudi firmasına verilse gıkları çıkmayacak...

    Faşolar, topraklarımız satılıyor diye dellendiler, ellerinden gelse bütün yabancı sermayeyi kovalayacaklar, aç oturacağız.

    O sınıra iki milyon Yahudi yerleştirilecekmiş, bunlar Türkiye'yi böyle böyle ele geçireceklermiş...

    İsrail'in toplam nüfusu yedi buçuk milyon.

    Suriye sınırına gideceklerine İstanbul'a gelseler de üzerine ölü toprağı serpilmiş adalar canlansa...

    Kürtçülük yapan liberaller de "PKK üyeleri ölmesin, şeker de yiyebilsinler" kafasında gidiyorlar! Bir tek Kürt'ün burnu kanasa Türk ordusu karşısında onları bulacak!

    Ve de hayatında Suriye sınırını Yeşilçam, mayın tapasını da Hollywood serüven filmlerinde ancak görmüş gazeteciler, yazıyorlar babam yazıyorlar...

    Tıpkı, sabahtan akşama kadar Serdar Ortaç dinleyip sonra da Leyla Gencer hakkında yazdıkları gibi...

    Hükümetin yaptığı her iş, hükümet tarafından yapıldığı için "bizatihi" kötüdür. Ama bu şimdilik kaydıyla böyledir. Hükümet bizim patrona orman arazisi içinde site yapıp birkaç milyon dolar daha kazanma fırsatı verse, eh o zaman Suriye sınırını da istediğine verebilir, sakınca kalmaz...

    Ne dersiniz? Suriye sınırı yabancı firmaya mı kiralansın, solculuk edip emekçi halka mı dağıtalım, sağcılık edip toprak ağalarından birkaçına kıyak mı yapalım?

    "Bana ne yahu" mu dediniz?

    Sizi gidi göbeğini kaşıyan ve bizim gazeteyi yeterince satın almayan ampul kafalılar sizi... "Bizimkiler" gelip şöyle on-on beş yıl gitmeyince görürsünüz gününüzü! Kodesten çıkabilirlerse gelecekler.

     

    Engin Ardıç / Sabah / 5 Haziran 2009


  11. iki farklı ünlü! ve birbirinin aynısı iki olay!

    1. si

     

    Deniz Seki, cezaevinde namaza başladı

    Kokain yüzünden cezaevinde yatan Deniz Seki'nin namaz kılmaya başladığı iddia edildi. Seki, bunalımlı günlerini namaz kılarak ve dua ederek atlatmaya çalışıyor.

     

    Uyuşkurucu kullanmak ve kullananlara temin etmek için bulundurmak suçundan 24 Şubat'ta tutuklanarak Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi'ne konulan şarkıcı Deniz Seki'nin, namaza başladığı belirtildi

     

    Niran Ünsal'dan tespih ve seccade

     

    Hakkında 24,5 yıla kadar hapis istenen Seki, namaz kılarak ve sürekli dua ederek cezaevi ortamına dayanmaya çalışıyor. Seki'ye, yakın arkadaşı Niran Ünsal'ın da tespih ve seccade gönderdiği belirtildi.

     

    2. si

     

    Paşakapısı Cezaevi’nden çıktıktan sonra podyumlara geri dönen Tuğba Özay, tutukluluk günlerini 600 sayfalık kitabında anlattı. ‘Bedel’ adlı kitabında, cezaevindeyken ilk kez namaz kıldığına yer veren Özay, “Her şerde bir hayır vardır. Manevi olarak çok şey kazandım” dedi.

     

    Özay, namaz kıldığı ilk anı ise şöyle dile getirdi: Yeni yıla girdik, 1 Ocak 2008. Hava çok soğuktu kar yağıyordu. Bir arkadaşıma dedim ki “Bana namaz kıldırır mısın?” O da kabul etti. 2008’e öyle girdim. Avluda ilk kez secdeye vardım. Olağanüstü bir şeydi. Ondan sonra da bir daha kılmadım... Özay, eski sevgilisi Akın Büyükoğlu’nun kendisi için söylediği “Çiçeği koklayıp atmadık, yakamıza taktık, büyük hataydı” sözlerine de şu yanıtı verdi: Gerçekleri konuşursam sokağa çıkamazlar. İnsanlar yaşadığı her şeye sahip çıkacak yürekte olmalı. Keşke karşımdakiler de benim gibi delikanlı olabilse.


  12. Türkan Saylan’ın “ruhu” bile bakın neler yapmış!..

     

    Şu Ergenekonculara bak;

    “Kadın”ı resmen “şeytan” yaptılar!..

    Besle kargayı misali!..

    -

    “Mayın” mevzuuna ilişkin yazılarımızdan dolayı ertelemek durumunda kalmıştık;

    Şöyle bir girelim bari!..

    Malûm;

    O meşhur 32. Gün tartışmasında iki Ergenekon yazarını buruşturup buruşturup çöp tenekesine atmanın nişanesi olarak iki adet “kupa” fırlatıldı tarafıma...

    Ergenekoncu başına bir kupa!..

    Şükür iki atış da karavanaydı;

    Önümdeki yirmi kadar Kanal D emekçisinin başlarının üzerinden ve benim de takriben bir karış yanımdan geçerek duvarda patlayan kupalar bunların acziyetlerinin göstergesi oldu...

    Cesaret edebilselerdi, “Bardak fırlatacağınıza dışarıya gelin” çağrıma olumlu karşılık vereceklerdi...

    Ve üstelik “bire karşı iki” kişilerdi!

    O yürek olmadığından...

    Güvenli mesafeden bir bardak daha!..

    Ergenekon dediğin de özü itibarı ile bu değil mi zaten?..

    Vakit’in yöneticilerini, yazarlarını “pusu kurarak” katletmeyi; araçlarını “tuzaklar” la havaya uçurmayı planlamadı mı bunların ağa babaları!..

    “Katranı eritsen olur mu şeker” vaziyetleri!..

    -

    Neyse;

    Her neyse...

    Mesele o değil...

    Bu saçma sapan adamlardan bahsetmeye filan da niyetim yoktu...

    Ancak;

    Star gazetesi muhabiri bu “terör eylemini” gerçekleştirenlerden birine “Her şey tamam da bardak (kupa) fırlatmak da nesi?” diye sorduğunda, şöyle bir cevap gelmez mi:

    “O bardakları ben fırlatmadım, Türkan Saylan’ın ruhu fırlattı!..”

    -

    Yuh yani!

    Bir de “Melek” diyorlardı...

    “Melek” bardak mı fırlatırmış!..

    Bardağı fırlatsa fırlatsa “Şeytan” fırlatır!..

    Şu hale bakın,

    Ergenekoncu yatağı halindeki gazetenin stüdyoda “terör estiren” mensubu, Türkan Saylan’ın ruhunun bile “onca insanın hayatlarına kast edecek” kadar “saldırgan” olduğunu öne sürüyor!

    Evet...

    Atatürk’ün ruhu, İnönü’nün ruhu ve Türkan Saylan’ın ruhu!..

    Darbeleri “Atatürk’ün ruhu” yapar, bunlar yapmaz!..

    Bardakları da “Türkan’ın ruhu” fırlatır, bunlar fırlatmaz!..

    Pes yani;

    “Ölü istismarı”nın bu kadarı!..

    -

    Ya bir de...

    Bunlar “Marksist” değil mi?..

    Dini, İlahi emirleri “dogma” kavramını öne çıkartarak hedef almıyorlar mı?..

    E o zaman;

    “Ruh”tan bahsetmenin anlamı ne?..

    “Din afyondur” diyen bir adam, “ruh”tan niye bahseder ki?..

    Ruh dediğin “dogma” değil mi?

    Sen hem inanma; hem de “terörünün” suçunu, inanmadığın “ruha” yükle!..

    Ruhsuz oğlan!..

    -

    Sonra...

    Senin olmayan ruhunla, Türkan Saylan’ın olmayan ruhu arasında nasıl bir ilişki var?..

    Senin olmayan ruhun bardağı fırlatıp fırlatmayacağına O’nun olmayan ruhundan emir alarak mı karar veriyor!..

    Aranızda bir nevi “Şeyh-Mürit” ilişkisi mi var!..

    Sen; “Türkan’ın tarikatı”ndan mısın?..

    -

    Matrak ki ne matrak!..

    Şu VAKİT de, bunların bütün komikliklerini gözler öne sermek için neşrediliyor adeta;

    Bugüne kadar kaç “millet düşmanını” rezil rüsva etti, bu son örnek de ne ki!..

    Gül gül dur, Türkan Saylan’ın ruhu bardak fırlatmış!..

    Fırlatma!..

     

    Serdar Arseven / Vakit


  13. Özetli-yorum!

     

    Son dönemde hükümet, açılım veya fırsat adı altında yanlış işler yapıyor; nitekim Türkiye'yi bölmek isteyen pazarlamacılar boy göstermeye başlamıştır ve biz parti olarak bunu hep söylüyorduk zaten. Bu hükümet, ülkeyi uçurumun kenarına getirmiştir.

    25 yıldır bölücü terörle yaşıyoruz ve bunun üstesinden gelemedik ama bu başarısızlıkta en büyük pay iktidarındır, çünkü biz vaktiyle İmralı'dakini yargılayıp mahkûm ettirdiğimizde terör çok azalmıştı. 2002 yılında ise sıfır noktasındaydı, ancak bu tarihte iktidara gelen hükümet, bölücülüğü önemsemedi, terörün kimlik baskısından çıktığı zannıyla bu konuyu durmadan kaşıyarak, kapanan yaraları yeniden kanattı. Bunlar zaten gelir gelmez AB'ye teslim oldular, kapsamlı askerî harekâttan ısrarla kaçındılar, bölücülerin değer ve kimliklerini savunarak Güneydoğu'dan oy almayı hesapladılar. Sayın milletvekilleri, evvelen, hükümet etnik temelli ayrışma ve ayrıştırma çabalarını destekliyor. Türk milleti lafından rahatsız oluyor; bu gidişle Türkiye'nin adı ve İstiklâl Marşı'mız bile tartışılır hale gelecektir.

     

    Sâniyen bunlar, bayrağımıza saldıranlara haddini bildiren millet evlatlarına "şoven" diyorlar. 30 bin kişinin katiline "sayın", Mehmetçiğe "kelle" diyorlar. Bunlar 301'i de değiştirdiler. Sâlisen AB ağzıyla konuşarak terörün siyasî hedeflerini haklı gösteriyor, hatta "geçmişte hatalar yapılmış" gibi şeyler söylüyorlar. Bu mevzuda hükümetin en büyük destekçisi ABD, AB ve Kuzey Irak'taki dostlarıdır. Râbian, bunlar teröristin kendiliğinden silah bırakacağını zannediyorlar; sınır ötesi harekât yapılmak istendiğinde "önce de yapmıştık, ne oldu?" diye bahane gösteriyorlar, sonra da el altından terörle pazarlık yapıyorlar. Bunlar Kuzey Irak'taki aşiret ağalarını adam yerine koyuyor ve bunlara inisiyatif veriyorlar.

     

    Siyasallaşma adı altında Diyarbakır ve Erbil'de bazı salonlarda tartışma yapıyorlar. Genel af lâfları geveliyorlar. Değerli milletvekilleri, vaziyet budur, hükümet yıllarca rüzgâr ekti, şimdi de çözüm adıyla fırtına biçiyor. Hükümet düğmeye basmıştır. Bunlar öyle kötü işler yapıyorlar ki bizi, kırk satırla kırk katır arasında tercih yapmaya zorluyorlar; halbuki 2002 yılında biz onlara fıstık gibi bir ülke bırakmıştık. Buna sessiz kalmayız, teröre masa başında teslim olmayı fırsat zannetmek kimsenin haddi, hakkı, harcı değildir, olamaz.Bir de mayın meselesi var; bakın uyarıyoruz, tamam temizlensin, iyi olur, tarıma da açılsın bu topraklar fakat hülle yaparak yabancılara peşkeş çekilmesin. NATO'ya bağlı o ajans yapsın. Bu tasarı geri çekilsin, yoksa alnınızda kara bir leke olur çünkü bir filozofumuzun dediği gibi "Hudut kutsaldır".

     

    Ha, bir de şu var; Başbakan demiş ki, "Farklı etnik kimliktekiler kovuldu; bunlar faşizan yaklaşımdır vs." Bu sözler kontrolünü kaybetmiş bir ruh halinin eseridir; ecdadını aşağılamayı özgüven zanneden çürümüşlüğün işaretidir. Bunlar, Türkiye'yle hesaplaşmak isteyen Rum ve Ermenilerle aynı saftadır. Böyle densizlikleri ancak Yunan ve Ermenistan basını alkışlar. Başbakan ya özür dilesin ya da şu sorulara cevap versin... Suskun kalırsa millî vicdanda ebediyyen mahkûm kalır. Nitekim ben daha önce grup toplantısında söylemiştim. Bu kafa yapısı artık belli olmuştur; bunlar Kurtuluş Savaşı verdiğimiz için pişmanlık duyan, işbirlikçi zihniyetin günümüze kadar gelmiş uzantılarıdır. Başbakan, dilinin altındaki baklayı artık çıkarsın. Türk milletinden duyduğu utancın gerekçelerini açıklasın ve ilk adres olarak da kendi geçmişine baksın. Sayın milletvekilleri, biraz da ekonomiden bahsedelim; bunlar teğet geçecek dediler ama deldi de geçti. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

     

    Yukarıdaki metin, bir muhalefet partisi genel başkanının Meclis grubunda yaptığı 30 bin vuruşluk konuşma metninin, benim tarafımdan onda bir oranında özetlenmiş şekli olup, bugünün mânâsına (27 Mayıs!) dair hiçbir imâ ihtivâ etmemektedir.

     

    Burası Türkiye'dir ve Türkiye, böyle bir ülkedir!

     

    Ahmet Turan Alkan-zaman/27 mayis 2009


  14. selamlar,

     

    yavuz bulent bakiler'in sasirdim kaldim iste isimli siirini ve kendi sesiyle siirin videosunu sizlerle paylasmak istedim. buyrunuz. (az evvel facebook da izleme firsati buldum, gercekten guzelmis...)

     

    Şaşırdım Kaldım İşte

     

    Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla..

    Bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla..

     

    Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla..

    Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla..

     

    Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla..

    Yüreğimin başına noktalarla.. Hatlarla..

     

    Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla..

    Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.

     

    Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle..

    Öldür bendeki beni..

    ..Sonra dirilt kendinle!

     

    Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle..

    Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle..

    Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle..

    Ama her defasında geri döndüm SENİNLE..

     

    Hangi düğüm çözülür.. Nazla.. Sitemle.. Kinle..

    Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle..

     

    Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n'emsin..?

    Bazen kızkardeşimsin.. Bazen öpöz annemsin..

    Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin..

    Eksilmeyen çilemsin..

    Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin..

    Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin..

     

    Çâresizim.. Çâremsin..

     

    Şaşırdım kaldım işte bilmem ki neyimsin...

     

    Yavuz Bülent Bakiler

     

    youtube video :

    • Like 1

  15. selamlar,

     

    nette gezinirken gozume carptida bende sizlerle paylasayim istedim. buyrunuz.

     

    Eserlerinde varlığın ve insanın gerçek anlamını, hayatın ilahi ve felsefi sebeplerini kaleme alan Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in vefatının 26'ncı yıldönümünde Radyo 7'de anılacak.

     

    “Şiir, fikirle duygunun izdivacından doğar” diyen Üstad’ın en sevilen eserleri bugün saat 23.00’ten 01.00'e kadar Radyo 7 programcılarından Kadir Oğul’un hazırlayıp sunduğu Mum Işığı programında seslendirilecek.

     

    İki saat boyunca Üstad Necip Fazıl'ın mana yüklü şiirleri Kadir Oğul'un etkileyici sesinden Radyo 7 dinleyicilerine ulaşacak.

     

    İnternet üzerinden dinlemek ve Radyo 7 frekans bilgileri için www.radyo7.com.tr adresini ziyaret edebilirsiniz.

     

    kaynak: haber7.com


  16. Çiğnenecekse biz çiğneriz, size ne oluyor?

     

    Murat Belge canalıcı bir soru atmış ortaya, bugüne kadar hiç aklıma gelmemişti!

    Diyor ki: "1924 Anayasası'yla İstiklal Mahkemeleri kurulabilmiş ve takır takır işlemişse, aynı anayasayla DP'nin Tahkikat Komisyonu kurması nasıl suç olur?"

    Bu komisyonun anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle üç kişi asıldı bu ülkede. Köpek, bebek, kadın donu ve cımbız meselesi gibi şaklaban suçlardan asacak değillerdi ya, buna dayanarak astılar.

    Biz de elli yıldır hep şöyle düşündük: Evet, asılmamaları gerekirdi, adamlara yazık oldu ama o komisyon işi de olacak iş değildi canım...

    Öyle miydi?

    Anayasada böyle bir komisyon "tanımlanmamıştı", peki İstiklal Mahkemeleri, yani "olağanüstü bir devrim mahkemesi" tanımlanmış mıydı?

    Gerçek şu ki, CHP ellili yılların sonlarına doğru "bir daha seçim kazanamayacağını" anlamış, son derece hırçın muhalefet yaparak, ülkeyi gererek, sinir bozarak darbe kışkırtmaya koyulmuştu... Basın da buna çanak tutuyordu... (Son yıllarda yaptıklarıyla bir karşılaştırın isterseniz.)

    İktidar, CHP'nin "darbe kışkırtıp kışkırtmadığını" araştırmak amacıyla mecliste bir komisyon oluşturdu (tahkikat, "araştırmalar" demek)...

    28-29 Nisan 1960 öğrenci ayaklanmaları bunun üzerine patlak verdi. Öğrenci liderleri, aynı zamanda CHP gençlik kolları militanlarıydı, olayların arkasında CHP vardı.

    Komisyon da tam da bunu araştırıyordu işte... Üstelik bir yaptırım yetkisi de yoktu. Mahkeme falan değildi. Kimseyi asacak kesecek hali de yoktu.

    Fakat ayaklanma amacına ulaştı. Adnan Menderes, komisyonun dağıtıldığını açıkladı. Yani yenilgiyi kabul etti. İş bitmiş, CHP kazanmış sayılırdı.

    Ama bu açıklama çok geç, ancak 26 Mayıs akşamı geldi... Darbeye sekiz saat kala... Ok yaydan çıkmıştı!

    O günden bugüne hep tartışılır: Menderes Tahkikat Komisyonu'nu daha önce, mayıs ayı başlarında ya da ortalarında kapatsaydı, erken seçime gideceğini söyleseydi, darbe yapılabilir miydi, yapılamaz mıydı?

    Fakat Tahkikat Komisyonu'nun "haklı olabileceği" hiç dillendirilmedi...

    Daha doğrusu, "haksız olmayabileceği" hiç düşünülmedi.

    Menderes o dönemdeki "yargıya güvenemediği için", açık konuşalım, yargıyı "CHP yanlısı" bulduğu için kendi göbeğini kendi kesmeye kalkmış, araştırmayı yasamaya yaptırmıştı...

    Eh, Salim Başol ve Altay Ömer Egesel de ne kadar güvenilir olduklarını sonradan kanıtladılar doğrusu!

    Ama İstiklal Mahkemeleri o zaman yürürlükte olan anayasaya aykırı değilse, bu komisyon da değildir. Yok eğer Tahkikat Komisyonu anayasa aykırıysa, İstiklal Mahkemesi de aykırıdır.

    Kimin ruhu kimin ruhundan özür dileyecek?

    Laf aramızda, darbe yapmak, yani yürürlükteki anayasayı ortadan kaldırmak, sonra da dönüp o anayasayı çiğnedi diye adam asmak hangi mantığa sığar? O zaman Milli Birlik Komitesi üyelerinin de intihar etmeleri gerekirdi!

    Yoksa, Aristo mantığı, diyalektik mantık falan gibi bir de "bürokrat mantığı" mı vardır okullarda okutulmayan?

    Baksanıza, şimdi o mantığa göre cumhurbaşkanları da yargılanırmış bal gibi!... Yani, anayasa çiğnenebilirmiş!

    İsterseniz "Nevzat Tandoğan mantığı" diyelim: "Bu memlekette anayasa çiğnenecekse onu da biz çiğneriz arkadaş!"

     

    ENGİN ARDIÇ-25 Mayis 2009


  17. Necip' Bir Şair, ‘Fazıl' Bir Yürek!

     

    “Geldik işte! Şu dağların ardında, aradığın! Burda başlar, hayat yolculuğu!”

    “Ya otuz yıl? Yaşamamış mı, hiç gelmemiş mi dünyaya? Hatırası, hayalleri… Dünü, yarını…!”

    “Saati işlemiş, o durmuş; bunca sene. ‘Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuş…' Derin bir pişmanlıkmış, aykırı bir duruş!”

    “Sen tut, Istanbul'u, Sorbon'u bırak; Şemdinlili Kürt Hoca'nın izini sür, koş gel buralara.”

    “Düz mantıkla anlaşılmaz elbet. Yaşamak gerek. Kavramlar dünyasının kurbanı sen! Beğenmezsin ıhlamur kokulu dağları, cağıl cağıl akan suları.

    Bilmezsin, kuzuyu doğar doğmaz kucağına almayı, alnına kına sürmeyi. Ezanla karşılamayı hayatı, ‘İlk O'nu duysun!' diye adını vermeyi.

    ‘Mecburi hizmet' dersin, ‘doğu görevi' diye kestirip atarsın. Işık doğudan gelir, Büyük Doğu'dur adı.

    …………………….

    “Duyuyor musun?”

    “Neyi?”

    “Nuh'un gemisi karaya oturuyor sanki. Tufan Günü yakınlarda bir yerde, Cudi'de. İşte ayak bastığın yerde kuruldu, Hak Batıl terazisi.

    İbrahim, on yedisinde bir bilekti Harran'da. Eyyup, çıktı doruğa sabrıyla, Urfa'da.

    Anladın mı şimdi, Maraşlı Şair'i çekeni? Kapanmayan bir dertti. Solgundu benzi, sararmıştı rengi. Seyyid Taha'nın fendi, Sorbon'u yendi.”

    “Onun için getirdin buralara! Yüzleşeyim Anadolu'yla, helalleşeyim toprağıyla.”

    “Vasiyeti vardı, lakin getirmediler yerine. ‘Taha'nın yanına gömün!' diye.”

    “Köyüne gidelim Taha'nın!”

    ………………………

    “Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Hanemize neşe kattınız. Demek, Üstad'ın izini sürersiniz. Ne iyi ettiniz de geldiniz!

    Sıradışı kitabını burda düşündü, uzaklardan gelen sese kulak verdi. Adını da şu minderde koydu kitabının.

    ‘Son Devrin Din Mazlumları olsun adı.'

    Piranlı Hoca çekilirken dar ağacına, yirmi ikisindeymiş şair, bilmezmiş o zamanlar. Bohem hayatıymış sürdüğü. Nice sonra berraklaşınca zihin, anlamış o vakit:

    ‘İnananı çizin!'

    Silistreli'ye yapılan, gitmezmiş hayalinden. Ayırmazmış hiçbir şey, Sonsuzluk Emeli'nden.

    Erbilli gatakulliye gelmiş, Menemen'in bağrında. Onulmaz bir yaraymış, Yirmi Beş'in baharında.”

    “Herşeyi paylaşmış sizinle. Siz Kürt, o Türk!”

    “İnsan anlaşmaz, söz ile kelam ile. Lakin anlaşır insan, lisan-ı hal ile. Bir Büyük Medeniyettir birlikte kurduğumuz. Yalnız O'nadır yalnız, Bir Olan'a kulluğumuz!”

    “Kalk gidelim, yol uzun. Yaylalardan aşalım, ırmaklardan geçelim. Rastlarız bir çobana, talim ederiz ayrana, içeriz kana kana, şükrederiz Yaradan'a!”

    ………………………

    “Duyuyor musun?”

    “Yine neyi?”

    “İstiklal rafa kalktı, kaldı ‘Mahkemeleri.' Yüz binler Hakk'a yürür, kanla dolar bentleri. Fırat ile Dicle'nin ahını kimse duymaz, götürürler bir anda hesabını sorar sormaz.”

    “Şu Şair'in derdine bak, bir eli yağda bir eli balda geçerken ömrü, vurmuş kendini dağlara, yaralıymış belli, gönlü.”

    ……………………….

    “İşte göründü Maraş, emir gelir Sütçü İmam'dan: Sonuna kadar savaş!”

    “Uzunoluk dedikleri, demek burası. Kısakürek şaire ilham katan, Maraşlının duası. Bir kere çıkıp dönmeyen evine, yiğitlerin yuvası.

    Şair olmaz mı insan, havasına suyuna…! Zarifoğlu Cahit'tir, Beyazıt bir Erdem. Kapılan rüzgarına….”

    ……………………....

    Arvaslı'yla kesişir, yolları Anadolu'da. Tek satır yazmaz, dünyasından kopunca.

    ‘Bak incele, var mı edebe ters. Sonra girerim vebale, lanet okur bana herkes!'

    Sağlam bir bağdır, Arvaslı'ya uzanan. Bağlum'a düşer yolu, odur mezarını kazan. Islatır gözyaşları kefenini, bezini. Van'dan gelen nefestir, haykırırken sesini.”

    ……………………….

    ‘Konuşturman, vurun. Sokun tabutluklara. Ola ki konuşursa, foyamız çıkar meydana.

    Sen misin tek başına, çılgınca eleştiren. Dokunulmaz kılmadık mı, çıkmasın sakın ortaya.

    Sonra benden sorarlar, hesabını On İki Ada'nın,

    Milli Şef'tir adımız, sarsılmasın itibarımız!'

    ………………………

    “İşte duydun duyacağını.

    Paşakapısı, Üstad'ın ruh iklimi okulu. Şu kodeste geçti, yıllarının pek çoğu. Şu pencereye konardı Yusufcuk, şu meydanda gördü Ali'nin idamını,'Boynunda yafta.'

    Volta atarken maltada, geleceği kurardı. Çıkar çıkmaz soluğu Cağaloğlu'nda alırdı.

    Sesler kenetlenir, harfler dize gelir, kaçardı uykusu Malatyalı Rotaryen'in. Sireni hiç susmazdı, Mecidiyeköy Şube'nin.

    Kireci yeni vurulmuş duvarları özlerdi. Şimdi bütün mahkumlar kapısını gözlerdi. Hayat devam ediyor, mapushane damında. Ömür ‘Nihayet!' diyor, bir bahar sabahında.

    ………………………...

    ‘Ölüler, yaşayanlardan daha fazla konuşurmuş.' Bunu gördüm naaşında. Sığmadı yüz binler sığmadı, Fatih'in avlusuna.

    Bir birliğin eseri, arkana düşen erler; Şemdinli'den Eyüp'e fethe yürür neferler!

    Yaşarken çok bekledin, işte şimdi hayalin! Haliç'e bakan yamaç! Bu senin pürmelalin!

    ………………………..

    “Selam sana ey şair! İşte yanıbaşındayım!

    Görmek nasip olmadı, dinledim lakin sözünü.

    ‘Çile'sini sen çektin, gittin Öte Diyar'a.

    Yanmaktadır günbegün, Bağdat ile Diyala!

     

    Tarık Sezai KARATEPE


  18. Nah yargılanır!

     

    Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok, herkes de farkında: Cumhurbaşkanları da yargılanır diyenler, cumhurbaşkanının adı Abdullah Gül olduğu için, gıcık kaptıklarından, ona "uyuzluk" etmek amacıyla böyle diyorlar. "Efendim ben salt hukuk açısından..." falan numaralarını kimse yutmaz.

     

    Oysa anayasa bu konuda son derece açık seçiktir ve meselenin tartışmaya açılacak bir yanı bile yoktur: Cumhurbaşkanı, ancak "vatana ihanet" suçundan yargılanabilir, başka hiçbir suçtan dolayı yargılanamaz!

     

    Milletvekili dokunulmazsa, cumhurbaşkanı "haydi haydi" dokunulmazdır. Ayrıca "madde-i mahsusa" gerek yoktur.

     

    Beğenmiyorsanız, hesabını "anayasayı son derece kötü yazan" has adamınız Orhan Aldıkaçtı'dan soracaktınız!

    Adı ister Abdullah olsun, ister Ahmet, ister Süleyman, ister Turgut, ister Kenan, ister Fahri, ister Cevdet, ister Cemal, ister Celal, ister İsmet, ister Kemal... Yar-gı-la-na-maz! Ancak "darbe yaparsanız" ve bunda da başarılı olursanız yargılarsınız, Celal'e yaptığınız gibi. Anayasayı çiğner, sonra da anayasayı çiğnediği gerekçesiyle adam asarsınız!

    "Vatana ihanet" davasına bakabilecek mahkeme de ancak ve ancak Yüce Divan'dır, taşra adliyesi değil.

     

    Bazı uyanıklar, "bir punduna getirip Gül'ü Çankaya'dan indirebilir miyiz" çabasındalar ama havalarını alacaklar... Deniz Baykal da Turgut Özal'ı Çankaya'dan "onursuzca" indireceğini söylemişti, bu çirkin terbiyesizliğin utancıyla kaldı.

     

    Amerika'dan örnekler vermeye çalışmak da "beyhude gayrettir" çünkü burası Atatürk'ün kurduğu bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti'dir. Burada Amerikan Anayasası değil, Türk Anayasası geçer. "Uluslararası doktrin böyle demiyor" savunması da gülünçtür. Hangi alanlarda uluslararası hukuka saygı gösteriyorsunuz da şimdi nalıncı keseri gibi kendinize yontmak istiyorsunuz? Hani "siz size benzerdiniz" yahu? Hani siz yedi düveli takmazdınız?

     

    Adı Abdullah ya, vur abalıya... Atatürk'e dokunabilir miydiniz? İnönü'ye dokunabilir miydiniz?

     

    Diyelim ki İnönü makam arabasıyla Kızılay Meydanı'nda bir yayaya çarptı, adam öldü (ki büyük oğlu Ömer bunu da yapmıştı)... Hangi babayiğit soruşturma açabilirdi? (Ay yoksa memlekette dikta falan mı vardı?)

    Cumhurbaşkanı isterse cinayet bile işleyebilir.

     

    Çeker tabancasını kırk kişiyi vurur devirir, polisin gözünün önünden elini kolunu sallaya sallaya geçer gider. Kılına bile dokunamazsınız. Gözaltına alamazsınız, tutuklayamazsınız, yargılayamazsınız.

     

    Çünkü "mutlak sorumsuzdur", vatana ihanet dışında.

     

    "Cumhurbaşkanı olmadan önce işlediği öne sürülen bir suç söz konusu..." diyeceksiniz. Cumhurbaşkanı olduğu sürece, gene dokunamazsınız.

     

    Kırk kişiyi öldürmüş, ertesi gün de cumhurbaşkanı seçilmiş olsun, fezleke bekler. Zaman aşımı işlemez, görev süresi bittiği anda süreç kaldığı yerden devam eder.

     

    Bu kadar basit, bu kadar açık seçiktir yasa. "Böyle mi olmalıdır" konusunu oturun haftalarca tartışın. Hatta Hukuk Fakültesi'nde çocuklara ödev olarak verin, üzerinde düşünsünler.

     

    Eh, size anayasayı değiştirelim dedik, hiç yanaşmadınız...

     

    Şimdi yapabileceğiniz iki şey var. Biri, mazotu çekip çekip "darbe isterim" diye kaşınmak...

     

    İkincisi de, "Gül'ün eşinin başı bağlıdır, 'Kürt açılımı' falan filan diye de ileri geri konuşuyor, demek ki vatana ihanet içindedir" diye bir terane tutturmak. Oradan vurmaya çalışmak.

     

    Siz onu da yaparsınız, hiç şaşmam.

     

    23 Mayis 2009


  19. selamlar,

     

    hadis degilde bir ayet eklemek istiyorum, cok skintida oldugum bir donemde nette karsilasmistim, cok hosuma gitmisti. golgesine de az siginmadim.

    konu ilk acildiginda ekleyecektim lakin kismet buguneymis, neyse efendim selametle.

     

    Ve sen yine denendiğinde

     

    ve yine kalbin daraldığında

     

    ve yine bütün kapılar yüzüne kapandığında

     

    ve yine ne yapman gerektiğini bilemediğinde

     

    Uzun uzun düşünve hatırla Yaradanını!

     

    Allah kuluna kâfi değil mi?

    (Zümer/36)


  20. Türk değilim eğriyim, tembelim

     

    Ülküm de alçalmak, geri gitmektir... İlkem küçüklerimi dövmek, büyüklerime terbiyesizlik etmektir...

    Böyle "ant" olur mu? Böyle saçmalık, böyle rezillik olur mu?

    Olmaz. Ama tersi oluyor. Çok da doğal karşılanıyor.

    Türk'üm, doğruyum, çalışkanım... İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir... Ülküm yükselmek, ileri gitmektir... Varlığım Türk varlığına armağan olsun!

    Bunu 1933 yılında Dr. Reşit Galip yazmış. 1933 yılından önce böyle bir "öğrenci andı" falan yok, 1937 yılından önce bir 19 Mayıs bayramı olmadığı gibi... Reşit Galip o tarihte milli eğitim bakanı. Ant, ilk kez 23 Nisan 1933 günü bütün ilkokullarda okunmuş.

    1933 nisan ayı... Hayret, tam da "Alman başbuğu" Hitler iktidara geldikten üç ay sonra... Tesadüfün böylesi!

    Diktatör Kenan Evren'i bu bile kesmemiş, 12 Eylül döneminde öğrenci andına bir bölüm daha ekletmiş: Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türk'üm diyene! ("İlkem" yerine "yasam", "özümden" yerine de "canımdan" derdik biz, onu da değiştirmişler.)

    Şimdi gene ufak çapta bir kıyamet kopacak gibi, çünkü yeni milli eğitim bakanımız Nimet Çubukçu, andın kaldırılmasını tartışmaya açmak istiyor.

    Bu tartışmaya memnunlukla gireriz ve de en son söyleyeceğimiz lafı en baştan söyleriz: Bu ant, kaldırılmalıdır!

    Gerekçe olarak "Kürt çocukları" ileri sürülüyor, bunlara zorla "Türk'üm" dedirtilirse, rencide olurlarmış...

    Böyle bir gerekçeye hiç gerek yoktur, bin dereden bin su getirmek de anlamsızdır. Kimseye hesap verecek değiliz.

    Bu ant, "demokratik ülkelerde çocuklara böyle bir ant içirme uygulaması olmadığı için" kaldırılmalıdır. Başka bahane gerekmez.

    Türk olmayanlar doğru ve çalışkan değildirler... Küçüklerini korumaz, büyüklerini saymazlar... Yurtlarını, uluslarını sevmezler... Çocuklara bu mu öğretilmek isteniyor?

    Bugün Almanya'da "varlığım Alman varlığına armağan olsun" diye bir slogan atılsa ortalık birbirine girer. Avrupa Birliği'ne girmek istiyorsanız, önce Türkiye'den "faşizm tortularını" silip temizleyeceksiniz.

    Milli bayramlarda gençlere yaptırılan Mussolini, Hitler ya da Stalin "gösterilerini" kaldırmak gibi. Bunların yerine gençlere spor "müsabakaları" yaptırmak gibi.

    Ya da okullarda "bayrak törenlerine" son vermek gibi... Bayrak töreni askeri okulda yapılır. Sivil okulda abestir. Fransa'da öğrencilere pazartesi sabahı bayrak töreni yaptır, başına dert alırsın.

    Ama sivil çocukları da "doğuştan asker" olarak yetiştirmek istiyorsan o başka tabii... O zaman Avrupa Birliği'nin de sana vereceği yanıt "başka kapıya" olacaktır.

    Bu öğrenci andı da, çocukları "küçük birer faşist" olarak yetiştirmek üzere uydurulmuş bir "beyin yıkama" çabasıdır. Her sabah papağan gibi tekrarlana tekrarlana hiçbir anlamı kalmaz, ama farkında olmadan çocuğun kişilik yapısını biçimler.

    Siz onu bunu boşverin de bana söyleyin bakalım: Türkiye'nin "normal" bir ülke olmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

    İstiyorsanız, bu pürüzleri temizleyeceksiniz. Başkasına yaranmak için değil, kendi geleceğiniz için, daha da önemlisi, çocuklarınızın geleceği için.

     

    22 Mayis 2009


  21. Türkân Hanım'ın esrarı... In ın ın ınnn!

     

    Ama ben sıkıldım yahu bu ahmaklıklardan... Türkân Saylan'ın cenazesinin 19 Mayıs günü kaldırılmasından "ilahi" anlamlar çıkarmaya kalkanlar var. Tanrı bize birşeyler söylemeye çalışıyormuş.

    "Benim sevgili kulum Tayyip değil Türkân'dır" demeye çalışıyor herhalde...

    Türkân Hanım 18 Mayıs sabahı öldü, cenazesi 20 Mayıs'ta kalkacaktı, öyle karar verilmişti, gelenek de böyleydi... Sonra uyandılar, bir gün öne çektiler, 19 Mayıs'a denk düşürdüler "daha anlamlı" bir gösteri yapabilmek için, hepsi bu.

    27 Mayıs'a kadar sallayıp başka bir anlam da verebilirlerdi yani...

    Bu şark kurnazlığından, bu alaturka tilkilikten derin ve "metafizik" sonuçlar çıkarılıyor... 19 Mayıs aynı zamanda Atatürk'ün doğum günüymüş, bir Kemalist ölür, bir Kemal doğarmış, yeniden doğarız ölümlerde falan filan.

    Ayıptır yahu...

    19 Mayıs, Atatürk'ün doğum günü değildir. Samsun'a çıkışının yıldönümüdür.

    Çok önemli görülmediği için, 1937 yılına kadar bayram mayram niyetiyle de kutlanmamıştır. Atatürk 1936 yılında, bir akşam sofrasında, orada bulunan "zevatı mutade'ye" sorduğu zaman, 19 Mayıs'ın neyin yıldönümü olduğunu hatırlayabilen bir tek, ama bir tek arkadaşı çıkmamıştır!

    Ama yeni kuşaklardan bu gizlenmiş ve sanki bu bayram 1923 yılından beri kutlanmaktadır gibi bir hava yaratılmıştır.

    Atatürk'ün doğum günü belli değildir. Kendisi de bilmezdi.

    "Bu niçin bir 19 Mayıs olmasın?" diye bizzat kendisi önermiştir...

    Yani, "simgeseldir".

    "Beni bir 29 Ekim günü doğmuş kabul ediniz" deseydi, öyle sayılacaktı.

    Hep merak ederim: Niçin Atatürk'ün Samsun'a indiği 19 Mayıs günü bayram olarak kutlanır da, asıl Samsun'a gitmek üzere yola çıktığı, İstanbul'dan ayrıldığı 16 Mayıs günü değildir bu bayram?

    Erzurum Kongresi'nin, ya da Sivas Kongresi'nin toplandığı günler niçin bayram yapılmamıştır da, artık kesin tarihini bile kimseciklerin hatırlamadığı, yalnızca o illerde vakti gelince anılan, biraz da "âdet yerini bulsun" diye geçiştirilen birer "gün" olarak kalmışlardır?

    Bu ne keyfe keder, ne sallapati bir ülkedir yahu?

    Atatürk hastalanıyor, "beni Türk doktorlarına emanet ediniz" diyor, Fransa'dan Prof. Dr. Noel Fissenger getirtiliyor... (Bizim geyikler bu adamın adını hep "Fisanje" yazarlar, Lausanne'ı Lozan, Sevres'i Sevr yazdıkları gibi.)

    Türkân Hanım 14 Mayıs günü ölseydi ne yapacaktınız?

    "Karşıdevrimcilerin iktidara geldikleri günün yıldönümünde gitti, yani onu öldürdüler" mi diyecektiniz?

    Ya da 22 Temmuz'a kadar yatsaydı hasta yatağında...

    "AKP'nin seçimi kazanmasına yüreği ancak iki yıl dayanabildi" yazacak budala çıkar mıydı?

    Çıkardı vallahi, hiç şaşmam.

    Bunlar, çağdaş, akılcı, bilimi rehber edinmiş Atatürkçü arkadaşlar!...

    Bir de öyle olmayanları düşünün.

     

    21 Mayis 2009

    • Like 1

  22. Mesela katılım beklediğiniz kadar var mıydı?

    Nasıl bir ortamda nekadar süre vakit geçirdiniz?

     

    selamlar,

     

    madem sayin BDG, sair abimize birakti sozu ben kiymetli abimize zahmet olmasin diye yukarda ki su iki sualin cevabini vermeye calisayim. aslinda alisilagelmis bir cevap olacak ama ne yapalim bizim dilimizde bu kadarina variyor.

     

    1. efendim malum kemmiyetten ziyade keyfiyet onemlidir, arzu edilen duzeyde olmasada insallah ona yakin bir keyfiyet makamina ulasabilmisizdir.

    2.ortam konusunda kiymetli yoneticimiz BDG nin secimi cok guzeldi, hatta bir kafeteryanin ust katini komple kapatmisti. :) (kapatmaktan kasit, bizi goren girmedi kacti :) ). sohbet te yaklasik 5 saat filan surdu.

     

    neyse ben sozu sair abimize birakiyorum, hadi selametle

×
×
  • Create New...