Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mahlas

Editor
  • Content Count

    250
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by mahlas


  1. Kaç paşayı sürgüne gönderecektiniz?

     

     

    Donanma'nın kalbinden yine darbe planları çıktı.

     

     

    İhbar yine içeridenmiş. "Aman çabuk gelin yoksa bütün bu belgeleri yok edecekler" diyormuş ihbarı yapan kişi. Kozmik odanın zemini yükseltilerek elde edilen gizli bölmeyi fark eden savcılar karoları söktürünce derin devletin yeni bir deposuyla karşılaşmışlar. Evet, kelimenin sadece mecaz anlamında değil, gerçek anlamında da "derin devlet"le yüz yüze gelmişler! Sıkıştıkça daha derinlere inen bir suç örgütü...

     

    Çuvallardan çıkan belgelerle ilgili ayrıntılı bilgi henüz açıklanmadı ama açıklandığı kadarıyla da yeteri kadar çarpıcı. Ele geçen belgeler arasında yeni bir darbe planı, darbe halinde tutuklanacak 160 kadar sivilin adı, çok sayıda subayla ilgili dinleme bantları, takip tutanakları, şantaj kasetleri ve bir de darbe yapılması halinde direnmesi beklenen komutanların sürgüne gönderilmesine ilişkin yazışmalar olduğu söyleniyor.

     

    Özellikle şu "sürgüne gidecekler" listesi çok ilginç. Okuyunca merak ettim; acaba cuntacılar kaç paşayı sürgüne göndermek zorunda kalacaktı? Ben bu sayının çok kabarık olduğuna inanıyorum. Düşünsenize, bütün bu olup bitenlerden sonra aklı başında kaç kişi bir darbede başarı şansı görür; kariyerini, geleceğini yakıp bu maceracılarla kader ortaklığı yapar? Zaten bütün o ses bantları, takipler, fişlemeler, seks tuzakları, komuta kademesindeki "muhtemel muhalifleri" etkisiz hale getirmek için biriktirilen bütün o şantaj malzemeleri, cuntacıların "içerideki direnişten" ne kadar endişeli olduğunu göstermiyor mu?

     

    Karambole getirip iktidara el koymayı becerdiler diyelim. O zaman da komuta kademesinin yarıdan çoğu sürgünde yaşayan bir ordu manzarası çıkabilirdi ortaya. Artık onlar da yurtdışında yeni bir ordu kurarlardı: Cuntaya Karşı Direniş Ordusu-CKDO!

     

    X x x

     

    Tabii ki bu işin şakaya gelir tarafı olmadığını biliyorum. Ciddiyete dönersek; ortaya çıkan yeni depo ve yeni planlar, derin devletin açığa çıkarılmasının ve temizlenmesinin, Ergenekon'un kökünün kazınmasının öyle kolay bir iş olmadığını, uzun bir süreç alacağını, suçluları bıkmadan usanmadan ayıklamaya ve yargılamaya devam etmemiz gerektiğini, ordu içindeki yurtsever ihbarcılara daha çok iş düştüğünü bir kez daha gözümüze sokuyor.

     

    Evet, epey yol alındığı inkâr edilemez. Ama karşımızda, 1960'tan bu yana kökleşmiş bir gelenek, kolay kolay iyileşemeyecek patolojik bir ruh hali var. Bu ruh hali, yenildiğini, zamanının dolduğunu, suları geri akıtmanın ve o eski "görkemli iktidar günlerine" geri dönmenin mümkün olmadığını kabullenemiyor. Bu yapı, "bir cephe yıkıldığında hemen onun arkasına yeni bir cephe kurulur" mantığıyla, her yenilgiden sonra çekildiği noktada yeni bir cephe kurmaya çalışarak ama asla pes etmeden cuntacı faaliyetlerini sürdürüyor.

     

    Demek ki rehavete kapılmak gibi bir lüksümüz yok. Derin devletin bütün gizli depoları deşifre edilip bütün menfur planlar açığa çıkarılmadan; toprak altındaki bütün silahlar gün ışığına çıkarılıp bütün kirli ilişkiler ortaya dökülmeden ve bütün suçlular yargı önüne çıkarılmadan huzura kavuşamayız.

     

    Daha geçenlerde yaşadığımız "üç generalin görevden alınması" tartışmalarını, yeni ortaya çıkan belgeler ve yeni darbe planları ışığında yeniden değerlendirmekte yarar var. Adı cuntaya karışmış komutanların terfi ettirilmeye çalışıldığı bir ortamda, hükümetin görevden alma yetkisini kullanmasına "sivil darbe" diyerek karşı çıkanlar, Donanma'nın kalbine yeni darbe planları gizleyenlere umut olduklarını anlasalar iyi olur.

     

     

    11/12/2010


  2. İlkokulda başörtüsü...

     

     

     

     

    Bizler üniversite ve sonrasında başörtüsü kullanan kadın ve kızların eğitim ve çalışma haklarının adalet mücadelesini verirken, iş nasıl oldu da gelip çocuklara dayandı; anlayabilmiş değilim. Medyada illüzyon dedikleri bu olsa gerek. Kadınlar, başörtülü oldukları için Meclis’ten kovulup, vatandaşlıktan atılırken, öğretim üyesi oldukları üniversitelerden dışlanırken, avukatlık gibi aslen serbest meslek olan işlerini dahi yapamazken... Onbinlerce öğrenci, üniversitelerden uzaklaştırılırken... Yaşlı teyzeler sırf örtülüdür diye diyaliz makinesine sokulmayıp, kapı önlerinde ölüme mahkûm edilirken... Birileri de kalkıp, 6-11 yaş arası kız çocuklarının örtünüp örtünmeyeceğine getirip dayamaya çalışıyor bu hadiseyi. Sanki her türlü haksızlığın önü kesildi, şimdi “bunlar yarın öbür gün çocukların da başını örter”e geldi sıra. “Potansiyel suçlu” ilan edilen örtülü kadınların üzeri, bu sefer de, “çocukları da örtecekler” yaygarası ile kapatılıyor...

    Meseleyi bu şekilde çarpıtmak baştan söyleyeyim; düzenbazlıktır. Yaraya tuz basmaktır, kör kurşun sıkmaktır... Dikkat! Bu yara, sadece toplumdan refüze ederek dışladığınız kadın ve kızları değil, hepimizi toplumsal bir yaralanmaya, paranoyaya götürüyor.

    Bir babanın ilköğretimdeki çocuğunu başörtüsüyle okula göndermek istemesi üzerine gündeme geldi hadise. Meclis’teki bir vekil; “Devlet çocuğa el koyar” dedi ardından. Baba ile devlet arasında çekiştirme konusu girdi devreye. “Çocuklar kimindir?” sorusunu tartışmaya başladık dört elle. Babalar bir yandan çekiyor, devlet öte yandan... Aynı babalara, 11 yaşında buluğa ermiş kızları için görücüler çıkıp gelse mesela, gelenlere derhal sapık muamelesi yapılır, Allah korusun cinayet çıkar... Veya aynı kız çocuğu “buluğa erdim, gerçi on bir yaşımdayım ama kendime şöyle şöyle bir iş kurmak istiyorum” diye Ticaret Odası’na başvursa, “Evladım bu gün 23 Nisan değil, dön evine” der geçeriz... Ya devlete ne demeli? “Sen önce sana emanet edilmiş kimsesiz yetimlere, sokak çocuklarına hele doğru düzgün bir bak da ondan sonra analı-babalılara ahkâm kesersin” desek, çok mu söylemiş oluruz? El koyarmış... Sanki kamulaştırılacak bir araziden bahsediyoruz...

    Tartışma konusu kadın ya da çocuk olduğunda, herkesin gönlünce el atıp, dokunacağı, ahkâm keseceği bir yumuşak karın vardır ya, kadın ve çocuk maldan mülktendir, eşyadandır ya, işte oraya oturdu bu kısır döngü de... Oğlan çocukları ve erkekler üzerinden hiçbir tartışmanın yapılmadığına dikkatinizi çekerim. Kavga, zayıf cins üzerinden devam ediyor.

    Ailelerin çocuk terbiyesindeki, aile içi yaşam tercihi konusundaki hakkı elbette tartışılmaz. Ama buradan bir sistem eleştirisi çıkarmak istersek, kendi zihnimizdeki sistem hakkında da sorulara açık olmak gerek ve en önemlisi bunu dürüstçe yapmak... Yani eklektik olmamak. Ne yazık ki mevcut durum özellikle dindar insanlar üzerinde bu türden seçmeciliği, adeta zorunlu kılıyor. İnançlı kesim de, sisteme dair bütün itimatsızlığını kız çocuklarını koruma üzerinden geliştiriyor. İslâm işareti taşımak konusunda, kızlar ve kadınlar yalnız bırakılıyor.

    Eğitim konusu, veli ve öğrencilerin seçimine dayalı bir özelleşme yaşayabilirse şayet, ailelerin beklentileri kısmen karşılanmış olacaktır. Ama sorun kuşkusuz bununla da bitmeyecek. İstediği müfredat ve uygun gördüğü tarzda eğitim almış bireylerin, kamuda vazife almaları meselesi gelecek gündemimize...

    En iyisi bunu bir kadın/kız meselesi olmaktan çıkarıp, “insan” meselesi halinde tartışmak değil mi?

     

     

     

    11/11/2010


  3. resim1518371.jpg

     

     

    Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın kızı Zeynep Özal, başörtüsüne özgürlüğün üniversitelerle sınırlandırılması gerektiğini savundu.

     

     

     

    Aile fertlerinden bazılarının çocuklarına baskı yaptığını, zorla kız çocuklarının başlarının bağlandığını, etek boylarının uzatıldığını ileri süren Zeynep Özal, babası Turgut Özal'ın ise kendilerine hiç baskı yapmadığını söyledi.

     

    Zeynep Özal, babalarının “Benim vazifem baba olarak size öğretmek bundan sonrası size kalmış” dediğini aktardı.

     

    İŞTE O İLGİNÇ YAZI

    Zeynep Özal'ın bir internet sitesine yazdığı “Türban meselesi” başlıklı yazısı şöyle:

     

    Türban meselesi devamlı gündemde. Yani herdaim (in) hiç (out) olmadi ki.

    Türbanlı türbansız diye ikiye ayrıldık, sizler ve bizler olduk, "türbansızlar türbanlıları savunmuyor"a kadar geldik.

     

    Şimdi üniversitelerde türban serbest olacak.

     

    Tabii başörtüsü (ki bizim geleneğimizde var) ve türbanın mantığı tartışılsın isterim. Ama türbanın eğitimin önünde engel teşkil etmesine de karşıyım. Türban üniversitelerde serbest olsun. Tamam da sonra ne olacak?.. Bu serbestlik ilk öğretim, kamu ve siyasete de girmek için bir başlangıç, ilk adım mı acaba?

     

    Benim en büyük endişem ilk öğretim. Ben çocukken, babam bana ve kardeşime dinimizin vecibelerini öğretmek için dersler aldırdı. İlkokulda okuyorduk. Haftada üç gün akşamları hoca eve geliyordu.

     

    Hatırlıyorum çok zor geliyordu dersler ama bir sene devam ettik. İki kardeş çok şey öğrendik. Az çekmedi Şaban Hoca bizden. Sonunda babam bizi karşısına aldı ve “benim vazifem baba olarak size öğretmek bundan sonrası size kalmış” dedi.

     

    Babam bize hiç bir konuda baskı yapmadı. Fikir verdi, sorduk anlattı ama karışmadı.

     

    Ama ailemizin diğer fertlerinden bazıları farklıydı. Onların çocukları baskı gördü. Başları bağlandı, etek boyları uzatıldı, hatta eğitimleri bile engellendi.

    Akraba idik ama farklı büyüdük. Birbirimize bağlıydık. Çocuktuk ama onların sıkıntılarını hissettik, paylaştık. O yaşta yapılan baskıların ileri yaşlarda yarattığı sorunları ve buna bağlı tepkileri de gördük. Bu baskıların çocukların istikbalini ne kadar etkilediğini yaşadık.

     

    Bu açıdan ben ve kardeşim şanslıydık. Bugün bile zaman zaman yeğenler bir araya geldiğimizde o günleri konuşuruz ve bu baskılar olmasaydı çok şey farklı olurdu biliriz . Maalesef keşkelerin bugün bir faydası olmuyor. Baskılar ve yasaklar insanları yalana, yalnışa itebilir ve hatalar yaptırabilir.

     

    Ben bunun için özellikle ilköğretimde türban baskısından korkuyorum. Bizler eğitelim, öğretelim ama bırakalım çocuklarımız üniversite yaşına geldiklerinde kendi kararlarını zaten vermiş olurlar. O zaman da kararlarına saygı gösterelim.

     

     

    habervaktim


  4. Saçımı sakalımı uzatıp kaşımı kipriğimi uzatmayan alemlerin rabbine hamd-u senalar olsun

    Şimdiye kadar girdiğim sınavların hiçbiri bugün zoraki girdiğim ve hiç bir beklentim olmayan eğitim bilimleri tekrar sınavı kadar hoş ve latif gelmemişti.

    Zoraki dedim ya evet zoraki girdim ve çıkmak istemedim

    Birçok özelliğiile faklıydı bu sınav.

    Birkere tekrarlanan bir kpss idi (girenler bilir yakın tarihe kadar bu sınavın puanları dışında hiç bir şeyi açıklanmazdı [adayın doğru sayısı hatta sınav soruları bile] doğal olarak itirazda edebilinemezdi...)

    Salonlara önceden de alınmayan tlf. yanısıra kol saati bile alınmadı

    Hatta kalem silgi pet su hatta bozuk para ile bile giremedi öğretmen adayları

    amma...

    Başörtüsüyle girdiler Elhamdülillah!

     

     

    Hangi köşede başımı açarım diyen bacılarımın hüznü yoktu bu sınavda

    Eller yer yer havaya beddua için açılmıyordu bugün

    Bugün efendimin(s.a.v.) güllerinin boynu bükük değildi

    Yüzleri kızarmıyordu utançlarından (hoş utanması gereken zati onlar değildi)

    Bugün sınavda etrafımdakilere kızmak sinirlenmek yoktu bana her sınavda ki gibi...

    Kısacası insanların sınav dışında dertleri yoktu

     

     

    ben hariç...

    müthiş bir soğukalgınlığı vardı :)

    hastaydım :)

    ama bekledim sınavın bitmesini

    bekledim ve bir daha izledim onları

    sonra bir şükür secdesi...

    Allahım sana şükürler olsun, senki herşeye güç yetirensin şüphesiz bu aciz kulununda dualarını kabul ettin...


  5. Konumuz iman, konumumuz Türkiye olunca; şimdiki zaman kipiyle konuşulması gereken o kadar şey varken ne diye 70-80 yıl öncesini kurcalıyorsun denebilir. Ancak dediğimiz gibi konumuz iman ve dolayısıyla bu mevzuda ortaya çıkan yara kabuk bağlayıp zamanla iyileşmiyor. Aksine gün geçtikçe büyüyor derinleşiyor şiddetini arttırıyor dahada tehlikelisi vücuda kendini alıştırıyor.

     

    Evet, aciz kalemimizle zikretmeye çalışacağımız konu M.Kemal için yazılan ve söylenenler.

     

    Son bir asra şöyle bir dönüp baktığımızda M.Kemal hakkında kaleme alınmış olumsuz yada eleştirel bir şeylere rastlamak zor. Ya cesaret eden olmamış yahut cesaret edenlerde cebren susturulmuş.

    Okunduğunda kafalarda onlarca soru işareti bırakan, bu şaibelerin üzerine gidildiğinde de binlerce soruyu cevapsız bırakan resmi tarih kitaplarını da yazımızın dışında tutacağız.

     

    Bizim derdimiz dönemin aydın(!)ları münevver(!)leri diye geçinenlerinin suya atlayan bir koyunun ardından patır patır dalış yapan davar sürüsü misali M.Kemal'e methiyeler dizmeleri.

    -Ülkenin cumhurbaşkanına methiye yazmak suç mu? Bundan daha doğal ne olabilir?

    -Elbette değil! Ancak Ütad'ın da iktibas ettiği üzre;

    "mürşidini istediğin kadar yücelt sahabeye denk tutmadıkça, sahabeyi istediğin kadar yücelt peygambere denk tutmadıkça nihayet Efendimizi (salât ve selam ona olsun) istediğin kadar yücelt ALLAH’a denk tutmadıkça…”

    Eee be kardeşim sende ;M.Kemali istediğin kadar yücelt; devlet adamı olarak, komutan olarak, yönetici olarak, devrimci olarak ( kaldı ki bunlarda tartışılır ya! Konumuz değil.) ama…

    Ama sınırları zorlama

    -Ne yapmışlar?

    -Ne yapmamışlar ki efendim, kendi cüce beyinlerinin türetip bir de yaptığı putu yiyen beğenmedikleri bedevi misali bir de inandıkları “tanrı yok” iddiasını bile ezip tanrı kabul etmişler.

     

    Görelim;

    Madem mevzuumuz yazılmış olanlar muhtevamızda iktibaslar olacak.

    Şu halde ilk iktibasımız önceki paragrafta kullandığımız sıfatın bu mel-un kimliklerin kendileri için ne denli bir iltifat olduğunu kendileri tarafından telaffuzu olsun:

     

    Bir sohbetinde Atatürk’ün “sıfır nedir?” sorusuna “sizin karşınızda ben neysem; sıfır da odur” şeklinde cevap veren Behçet Kemal, (birazdan değineceğiz) O’na mevlid de yazmıştır. Ancak bununla da kalmamış, bakın ne inciler dökmüş;

     

    Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili

    İnsana ne ilâh, ne de sevgili

    Ne de ana-baba aratıyordu

    Her an yaratıyor, yaratıyordu.

     

    Ağzınızı kapatın ve dayanabiliyorsanız devam edin, sıradaki;

    kendine Halil Bedii denen müsvedde;

    Tanrı gibi görünüyor her yerde

    Topraklarda, denizlerde, göklerde

    Gönül tapar, kendisinden geçer de

    Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.

     

    Münevver(!)lerimiz bununla da yetinmiyor. Buyurun Edip Ayel;

     

    “Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,

    Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

    Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,

    Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”

    Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi,

    Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî.

    Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,

    İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”

     

     

    Bir başka insanımsı Y.Ziya kendi çap(!)ında yarışa iştirak eder;

     

    topladı avucunda yıldırımı, şimşeği

    yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.

     

     

     

    Bu da, İlhami Bekir’den:

     

    “İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,

    Toprağın haritasını çizdi bayrağa;

    Allah değil, o yazdı alın yazımızı.”

     

    Meşrutiyette Kemalettin Kâmi olan adını “Türklük(!) aşk(!)ına” Kemalettin Kamu olarak değiştiren bu çukur milletvekilliği kapısını aralamak için kendinden verdiklerini geçip M.Kemal’e yaptıklarıyla ön plana çıkma istemiş olmalı ki böyle bir kubur ağzından dökmüş

     

    Burada erdi Mûsâ

    Burada uçtu İsa,

    Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter…

    Ne örümcek, ne yosun

    Ne mûcize, ne füsun,

    Kâbe Arab'ın olsun

    Çankaya bize yeter...”

     

     

     

    Ve Vasfi Mahir Kocatürk denen .....'den

     

    Peygamber, Tanrısına duymadı bu hasreti

    Vermedi bu kudreti Tanrı, peygamberine..."

     

     

    Ya Ömer Bedrettin Uşaklı…

     

    Bir güneş gibi yalnız

    Sensin ülkü tanrımız.

     

    Ve Nurettin Artam

     

    Koca bir güneşin akşam olmadan

    Dağların ardında sönüşü gibi

    Millete can veren, vatan yaratan

    Tanrının göklere dönüşü gibi.

    Her zaman ırkıma büyük Baş Atam

    Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!

     

     

    Ve Faruk Nafiz Çamlıbel

     

    Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil

    Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun

    Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil

    Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

     

     

    Aynı tekhücreliden…

     

     

    On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden

    O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.

    Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden

    Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

     

    Edip Ayel denen nasipsiz tekrar sahnede;

     

    Ay yıldızı aldık da senin üstüne sardık

    Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?...

     

    Bir de şu logar(aka gündüz)dan bakın bakalım ne göreceksiniz?

     

    atatürk’ün tapkınıyız. her şey (o) ’dur. her yerde (o) var.

    her gökte (o) eser. her enginde (o) çağlar.

    biz (o) ’yuz, (o) biz.

    atatürk benim değildir.

    atatürk senin değildir.

    atatürk onun değildir.

    atatürk;

    benimdir, senin, onundur, acunundur, evrenselindir, geçmişlerindir, geleceklerindir, ilkesizliğindir, sonsuzluğundur.

    her şeyde atatürk!

    yerde o! gökte o! .. denizde o! .. varda o! .. yokta o! .

    her şeyde o! ..

    atatürk!

    onun yüreği okyanustur: türk için; yat için! barış için; insanlık, insanlık, insanlık için köpüklenip dalgalanır.

    her şey (o) ’dur;

    (o) her şeydir.

    her şeyde atatürk!

    yerdedir, göktedir, sudadır.

    görünmezi görür! bilinmezi bilir. duyulmazı duyar! sezilmezi sezer, ezilmezi ezer!

    hep, her (o) ’dur!

    her şeyde atatürk!

    elimizi yüzümüze;

    gönlümüzü özümüze kapıyoruz.

    biz sana tapıyoruz!

    her yerde… her şeyde… her işte, her gidişte… hep (o) !

    hep (o) ! hep (o) ! hep atatürk!

    ey dilim bu ne dildir?

    bu dili acuna bildir!

    ah! atatürk! atatürk! en büyüksün, en büyük!

    bir dizginsiz at gibi, bırak beni koşayım! gösterdiğin kırana coşayım, ulaşayım!

    varsın! teksin! yaratansın!

    sana bağlanmayanlar utansın!

    ah! nolaydın, nolaydın… sade türk’ün olaydın.

    altınsel oldun atam!

    evrensel oldun atam!

    mutlarda günler bana.

    umulmaz ünler bana.

    bu sesim:

    içten geliyor içten!

    beni sen yaratmadın balçıktan kerpiçten!

    beni benden yarattın, kendini bana kattın atam,

    atam,

    atatürk!

    en büyüksün, en büyük..

    .

    .

    .

     

     

    Sadece şiir mi?

    Elbette hayır! Üstad’ın tabiriyle “çukurlaşma” yarışında sınır tanımayanlar, Türke yeni bir amentü bile yazdılar.

    Kendinize hakim olabilecekseniz buyurun Tekin Alp ismini kullanan Moiz Kohe ve ziya Gökalp düeti;

     

    TÜRK'ÜN YENİ AMENTÜSÜ (!)

     

    “Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şahadet ederim.” (!!!)

     

    Aynı vakitler Behçet Kemal neyin kemale ermiş hali olduğunu anlatan mevlid yazmakla meşgûl

    Atatürk mevlidi…

     

    Millet adın zikredelim bir kere;

    Vâcip oldur cümle işte Türklere.

    ¥

    Şevk ile Türküm dese bir dem lisan,

    Dökülür cümle hüzün misli hazan

    ¥

    İsmi pâkin pak olur zikreyleyen,

    Her murada erişir Türküm diyen

    ¥

    Mağra devri anda evler var idi,

    Türk yetişkin, başkalar barbar idi.

    ¥

    Hak Teâla çün yarattı Türkü ilk,

    Dedi: Üç kıt’ada olsun olan mülk.

    ¥

    Mustafa nûrunu alnına kodu,

    Bil “Kemal”in nurudur bu nur dedi.

    ¥

    Ger dilersiz bulasız oddan mecat,

    Mustafa’yı ba Kemal’e esselat.

    ¥

    Ol Zübeyde Mustafa’nın annesi,

    Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.

    ¥

    Gün gelip oldu Rıza’dan hâmile,

    Vakt erişti hafta ü eyyam ile.

    ¥

    Mustafa’nın gelmesi oldu yakin,

    Çok alâmetler belirdi gelmeden.

    ¥

    Der Zübeyde çünkü vakt oldu tamam,

    Kim vücude gele ol hayrülenam.

    ¥

    Merhaba ey canı canan merhaba,

    Merhaba ey derdi derman merhaba.

    ¥

    Merhaba ey asi millet melcei,

    Merhaba ey inkilâplar menşei.

    ¥

    Ger dilersiz bulasız şevkü necat,

    Can verin tek Türk’e râm olsun hayat.

    ¥

    Ger dilersiz, bulasız kalktan necat,

    Atatürk’e Atatürk’e es selât.

    ¥

    Ol zamanda eylemiş tâlim meğer,

    Mustafayı harbiyeye verdiler.

    ¥

    Başka fanilerle farkı gördüler,

    İnönü’de Atatürk’ü gördüler.

    ¥

    Ger dilerseniz bulasız şevk-ü necat,

    Atatürk’e Atatürk’e selât

     

    Bu mevlid aslında Süleyman Çelebiden devşirme.

    Yani bunlar öyle derin dibi görünmez çukurlar ki yalakalıklarını bile ancak mukallitlik ile bezeyebilirler ötesine zihinsel güçleri yetmez

    Öyleki kendi çaplarında algıladıkları tanrı formatı okadar cılızdır ki hoşlarına giden yada yaranmak istedikleri birine bu etiketi yapıştırmak onlar için zor olmaz ama diğer insanları kutsal saydıkları düzeye erişemedikleri için ortaya hoşa gidecek eserler çıkaramaz yalnız aparmalarla tatmin olurlar.

    Hatta bunu yalnız mevlitle bırakmaz sala’ya hata ezan’a kadar vardırırlar.

    Bu kadar rezillikten sonra siz okuyan kardeşlerime cefa olmaması adına onları alıntılamadan kalemimizi pisliğin görülmemiş dercesine en azından bulaştırmıyor ve bitiriyoruz.

     

    Bunlardan herhangi birini gören okuyan duyan Müslüman Türk Evladı kemiklerinin sızlamasına engel olamazken, biz (önce Rabbimizin sonra sizlerin affına sığınarak ) mikro piranalar misali kemiklerinize enjekte ettik. Karşı cenahı tanımak ne tip kafa yapısına sahip olduklarını anlamak nelerle beslendiklerini anlamak adına…

     

    Tanıyalım ki günümüzde de karşılaştığımız bu tip

    http://www.anonym.to/?http://www.haberaktu...eri-110591.html

    haberlere şaşırmayalım

     

    Şaşırmayalım mümkünse acıyalım

    Ama kendimize

    Bu yaratıklarla aynı vatanı paylaştığımız

    Aynı suyu tüketip

    Aynı havayı teneffüs ettiğimiz için...


  6. Bu asparagas haberin ardından kendileri basın toplantısında hakkında yazılanların asılsız olduğunu haberin iftiradan ibaret olduğunu, düzenlenecek olan toplantının iptal edileceğini ve ilgili yayın organlarına dava açacağını ifade ettiler.

    Dua ile...

     

    haberi asparagas kılan haberi, kaynağıyla birlikte verinde (eğer öyle ise) yönetici arkadaşlar konuyu paylaşıma kapatsınlar


  7. Siyaset dünyasının başörtüsü meselesini çözmek üzere seferber olduğu son dönemde 28 Şubat sürecini andıran provokasyon girişimleri baş gösterdi.

     

    'Cübbeli Ahmet Hoca' lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü ve yakın çevresi, İstanbul'un selatin camileri dururken, Ataköy'deki Sinan Erdem Spor Salonu'nda düzenleyecekleri sohbet toplantısına vatandaşları içeriği dikkat çeken bir mesajla çağırdı

    pefrl53h.jpg

    Başörtüsü meselesinin çözümünde son düzlüğe giren olumlu girişimlerin önünü tıkama amacı taşıyan olaylardan ilki Cumhuriyet Halk Partisi'nin çözümsüzlüğün devamı için 'ilköğretim ve liseler ne olacak' sorusuyla işaret ettiği biçimde gelişti .Adana ve Mersin'de belli bir gruba mensup olduğu ortaya çıkan velilerin çocuklarını başörtülü olarak ilköğretim okuluna sokmakta ısrar etmesi basında manşetlere taşındı. Ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya'nın siyasi partileri kapatmayla tehdit eden konuşması geldi.

     

    ÇÖZÜMSÜZLÜĞE HİZMET

     

    Şimdi de Cübbeli Ahmet Hoca olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü ve taraftarlarının önümüzdeki pazar günü Ataköy Sinan Erdem Spor Salonu'nda düzenleyecekleri sohbet toplantısı gündemde. Cübbeli Hoca ve yakınındaki isimlerin, bu sohbet toplantısı için cemaat taraftarlarına dikkat çeken bir mesaj gönderdiği öğrenildi. Başörtüsü meselesinin tartışıldığı son dönemin hassasiyeti göz önüne alındığında çözüm karşıtı kitlenin 'irtica yükseliyor' argümanını güçlendirecek mesajda cemaat üyelerine 'cüppesiz, sarıksız ve çarşafsız gelmeyin' çağrısı yapıldığı belirtildi.

     

    29 EKİM'DE İNÖNÜ YA DA OLİMPİYAT'I İSTEDİLER

     

    Cübbeli Ahmet Hoca ve taraftarlarının sohbet toplantıları için camiler yerine son dönemde spor salonlarını kullanmaya başlaması da dikkat çekti. Cübbeli Hoca ve taraftarlarının Sinan Erdem Spor Salonu'ndan önce İnönü veya Olimpiyat Stadyumu'nda sohbet toplantısı yapmak için izin istedikleri fakat ret cevabı aldıkları öğrenildi. Cübbeli Hoca ve taraftarlarının İnönü veya Olimpiyat Stadı'ndaki buluşmanın tarihi olarak 29 Ekim'i seçmeleri ise dikkat çekti. Yüz bin kişiyi 'sarığınızla ve çarşafınızla gelin' mesajları göndererek bu stadyumlardan birine toplamak isteyen Cübbeli Hoca ve yakınındaki isimler, önümüzdeki pazar günü Sinan Erdem Spor Salonu'nda toplantı yapmak için izin alabildi.

     

    Saygın alimlerin adı kullanılıyor

     

    Başörtüsü meselesinde olumlu girişimleri provoke edebilecek nitelikteki mesajlarla duyurusu yapılan toplantıya katılımı artırmak için Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi'yi plaket verme bahanesiyle davet ettikleri öğrenildi. Aralarında Yusuf El Kardavi, Kays El Mubarek ve Eş Şeyh Abdullah Bin Beyyeh'in de bulunduğu 130 ülkeden alanında uzman ünlü İslam aliminin katılacağı toplantıda, Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin güvenliğini ise özel olarak tutulan 500 görevli sağlayacak. Ustaosmanoğlu çevresinin, bu programdan rahatsız olduğu öğrenildi.

     

     

    YENİ ŞAFAK

    http://www.habervakti.com/?page=news_details&id=35948


  8. Çantaya bak! :) :) :)

     

     

    Tarih öğretmeni olma hakkına sahip, Türk, Osmanlı ve dünya tarihini bilen, halkın severek izlediği dizilerde başrol oynamış, çalışkan, özverili, disiplinli, yardımsever, özgürlükçü, barışçı ve başarılı bir genç kadınım. Artık daha fazla kullanılmak istemiyorum.

     

    Tövbe ıstağfirullah, bendeniz değil efendim, Aysun Kayacı... Böyle demiş.

    Ben kadın da değilim, ne yazık ki genç de değilim. Tarih öğretmeni olmaya da hak falan kazanmadım.

     

    Televizyona çok çıktım ama dizilerde oynamadım. Kendi hakkımda "çalışkan, özverili, disiplinli, yardımsever, özgürlükçü, barışçı ve başarılı" gibi tanımlar kullanmayı da hayatımda hiç düşünmedim, bizim zamanımızda böyle konuşmak ayıp sayılırdı, artık değilmiş.

    Aysun Hanım, tarihe geçmiş olan o ünlü "çobanın oyu" özdeyişiyle artık daha fazla hatırlanmak istemiyormuş. Tarih bilgisiyle ve sanatıyla hatırlanmak isteyebilir.

    İşin kötüsü, biz o ünlü özdeyişin "tamamını" hatırladık: "Benim verdiğim oyla ayaktakımının, dağdaki çobanın oyu bir olabilir mi?"

    Bazı köşe yazarlarımızın "kız haklı" demiş olduklarını da...

    Unutulmasını istiyorsa hemen unutalım.

    Lakin kamu vicdanına söz geçiremiyoruz, o hatırlar.

    Tarih öğretmeni olma hakkına sahip olmadığımız için, Sayın Kayacı'ya tarih öğretmeye kalkacak kadar da densiz değiliz. "Kız haklı" demiş olan AÜSBF mezunlarına hele hiç (bu kısaltmaya Google'dan bakınız.)

    Sayın Kayacı, demokrasi tarihinin aynı zamanda bir "eşit oya sahip olma mücadelesi tarihi" olduğunu Yeditepe Üniversitesi tarih bölümünde mutlaka öğrenmiştir. (Boru değil, Yeditepe bu... Sevgili dostumuz Zülfü Livaneli'nin müzik bölümünden mezun olduğu Fairfax Üniversitesi'ne hiç benzemez!)

    Siyasal'ın kantininde belki anlatmıyorlar.

    Orada Pasarofça Antlaşması'nın maddeleri falan öğretilir.

    Sayın Kayacı Fransa tarihini elbette çok iyi bileceği için de, Fransa'da "sansiter" oy hakkından "üniversel" oy hakkına geçişin ne kadar uzun zaman aldığını ve bu uğurda ne mücadeleler verildiğini, öğretme hakkını elde edecek kadar öğrenmiştir mutlaka.

    Belli bir vergi ödemeyen vatandaşın (ya da tebanın) oy hakkı yoktu...

    1830 devrimi, bu vergi eşiğinin yılda iki yüz franktan yılda yüz franka indirilmesi ve böylece küçük burjuvaların da oy kullanabilmeleri için yapıldı. (Basın özgürlüğü kavgası da vardı tabii.) Tarih öğretmeni olmadığım için rakamlarda yanılabilirim, öğretmen düzeltsin.

    Fransa'da "ayaktakımına" oy hakkı, ancak 1851 yılında, başkan Louis-Napoleon'un darbesiyle verildi (gene bir aralık ayında, amcasının "18 Brumaire" darbesi gibi, bu konuyla ilgili Karl Marx'ın ünlü kitabı da geçenlerde yeniden yayınlandı ülkemizde, Aysun Hanım mutlaka okumuştur.)

    Adı evrenseldi ama, erkeklere... Kadınlara oy hakkı falan nanaydı...

    Yani Aysun Hanım 1981 yılında Türkiye'de dünyaya geleceğine 1881 yılında Fransa'da dünyaya gelseydi, oy moy kullanamayacaktı!

    Bunun için taa 1946 yılına kadar beklemesi gerekecekti.

    Oysa Türkiye'de kadınlar bu hakka 1935 yılında sahip oldular. (Belediye seçimleri için 1930 yılında.) Bizde "kadın çoban" olmadığı için de bu konu o zamanlar hiç tartışılmadı...

    Acaba Atatürk niçin çobana bir, öğretmene iki, mankene üç oy hakkı tanımamıştı?

    Tarih öğretmeni vardı ama manken yoktu ülkede... Belki de ondandır.

    İşte bu yüzden büyük önder de "beni aynı zamanda tarih öğretmeni olma hakkına da sahip Türk mankenlerine emanet ediniz" diyemedi.

    Aman sakın beni de etmeyiniz ha...

    Dağdaki çobana emanet ediniz, o bana daha iyi bakar.

     

     

    14/10/2010


  9. Först leydi

     

    Birtakım densizler, Türkiye Cumhuriyeti'nin başkanına "tavır koymaya" cüret edebiliyorlar ve 29 Ekim davetine katılmayacaklarını söylüyorlar.

    Gerekçe olarak davetiyede "Türkiye Cumhurbaşkanı" yazılmış olmasını gösteriyorlar ama Ahmet Necdet Sezer'in ona buna yıllarca göndermiş olduğu davetiyelerde de böyle yazıldığı ortaya çıkınca mosmor oldular.

    Asıl neden Hayrünnisa Hanım'dır. Onun başının örtülü olması.

    Çünkü bu görüntü, kafalarındaki "First Lady" kavramına uymuyor. Leydi dediğin, "Lady Gaga" gibi olmalı! Türban dediğinle de ancak alay edilir, televizyon dizisindeki Dilber Hala'ya bakıp bakıp gülünür. Yaklaşım bu.

    Alafranga adamlar ya bunlar (karılarının saçlarından başka neleri alafranga acaba?), köşkteki hanım ille bir "lady" olacak.

    Oysa Türk olduklarını hatırlayıp cumhurbaşkanının eşine "hanımefendi" diyebilseler rahatlayacaklar.

    Ama bunlar Adnan Menderes'e "beyefendi" denilmesinden de rahatsız olurlardı, çocukluğumdan hatırlarım.

    İşin matrağı, o zamanlar "sayın" lafı da henüz icat edilmemişti!

     

     

    17/10/2010


  10. Başörtüsü

     

    Başörtüsü sorunu bugün başlamadı. Bugün de bitmeyecek..

    CHP yeni bir taktik deniyor. Üniversitede başörtüsü mücadelesini kaybettiler. Şimdiki hedefleri, “Üniversitede serbest bırakalım, ama ilk ve orta öğrenimde yasak olsun, kamu görevlileri de başörtüsü takmasınlar. Ona yasak getirelim.”

    Yani CHP kafası, özgürlükten yana bir kafa değil. %100 yasaktan %66’ya gerileyerek orada bir yasak hattı oluşturmaya çalışıyor..

    Bu asla kabul edilemez. Bana göre, bu konu yasa ya da anayasa konusu, yönetmelik konusu değildir ve olamaz.. Bu konu devletin, anayasa ve yasaların varlık ve meşruiyet temeli ile ilgili bir konudur. Herkes inandığı gibi yaşar ve düşündüğünü özgürce ifade eder..

    CHP gölge etmesin başka bir ihsan istemeyiz..

    Bu konunun gündemde kalmasının tek faydası var, o da kimin özgürlüklerden yana, kimin özgürlüklere karşı olduğunun anlaşılması açısından bu süreç bir turnosol kağıdı görevi görüyor. Bu tartışmalar CHP’yi tüketiyor..

    Geçen gün yazar bir hanım, “hafız babasından söz etmeye utandığını, annesinin başının örtülü olduğunu söyleyemediğini” anlatıyordu. Ama artık bunu söylerken, bu durumdan utanmaktan utandığını söylüyor..

    Zaten Müslüman bir ülkede bundan daha tabii ne olabilir ki..

    Ama rejim baskısı ile insanlar kendi inanç, tarih ve geleneklerini inkâr ettiler ve ondan utandırıldılar.. Şimdi bu kara bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladı.

    Sözünü ettiğim kişi Adalet Ağaoğlu.. Şu sözler ona ait: “Geçmişte babam hafızdı demeye utanırdım diyen Ağaoğlu: Elinde tespih olanı küçümsüyordum. Cumhuriyetin ilk kuşağı olarak böyle düşünmem gerektiğini sanıyordum.”

    Sadece üniversitelerde başörtüsü yetmez, dini kıyafetle rahibeler de sokağa çıkabilmeli, papazlar da.. Hahamlar kipaları ile dolaşabilmeli. Budistler Sarilerine bürünebilmeli.. “Bütün insanlığın hayrına olmayan bir çözüm önerisi benim önerim olamaz.”

    “Gardrop devrimciliği”ne artık bir son vermek gerek! Bu komedi bitmeli artık!

    Her şeyi yasa ile düzenleyemezsiniz.. Bir ülkede yasalar ne kadar çoksa, özgürlükler o kadar az demektir.. Yasa ile verilen haklar, yasa ile alınır.. Bazı şeyler siyasilere emanet edilemeyecek kadar önemlidir.

    Bu işi pazarlık konusu yapmaya başlarsınız, yarın bir geri zekalı da çıkar, üniversitede nasıl bir başörtüsü takılacağının modelini çizmeye kalkar.. Bunu daha önce “türban” adı ile YÖK kurucu başkanı denemeye kalkmıştı. Bu milletin başına “Türban Tartışması”nı o zat bela etti.. O kafaya göre, “türban, üniversitelerde izin verilebilecek örtünmenin adı olacak”tı. Üniversiteli kızları, köylü kadınlarından ayırmak gerekiyordu. Modern bir örtünme biçimi üretilmeli idi.. Hani bu memlekete komünizm gelecekse onu da getirecek bir devlet var ya, baş örtülecekse, nasıl örtüleceğini belirleyecek bir devletimiz var bizim.

    CHP’liler ne yaptıklarının farkındalar mı?

    Haşa, “Allah (cc) ve din üniversiteye girebilir ama resmi daireye giremez ya da orta öğrenime giremez” diye bir tahdit mi getirmeye çalışıyorlar?

    Kendilerini ne sanıyor bu adamlar? Kim bunlar!

    Kardeşim, bunlar yetmez, üniversitelerde, hatta fakültelerde mescid de istiyoruz, dua odası da.. Vicdani ret’i de kabul edeceksiniz.. Askerlik gençlerin korkulu rüyası olmaktan çıkacak.. Vatani borcun edası için 40 yol var..

    İlle de bir yasa çıkaracaksanız, Anayasada “Temel hak ve hürriyetin, inanç, fikir, vicdani ve felsefi kanaatin, ifade, eğitim, örgütlenme ve yayının engellenemeyeceğini, herkesin inandığı gibi yaşama ve düşündüğünü özgürce ifade etme hakkı”nı teyid edersiniz. Bunların sınırlandırma ve engellenme şartı, evrensel hukukda var.. Yasa ile, bu hakları engellemeye teşebbüs edenlerin nasıl cezalandırılacağına dair bir düzenleme olabilir..

    İktidar sakın bu konuda CHP’nin tuzağına düşmemeli.. AK Parti kendi çözüm önerisinden önce muhalefetin çözüm önerisini alıp, onu tartışmaya açmalı.. Benim fikrim bu.

    Selâm ve dua ile..

     

     

    20/10/2010


  11. Azrail'ingüzelliği

     

    Onkolog Dr. Haluk Nurbaki'den bir hatıra

    resim1l.jpg

     

    Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak, maddeyi aşan, sayısız Olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek, özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

     

    Kanser hastanesinde başhekimken, Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine Yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı.

    Serap’ı

    özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm.Ancak, Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.

    Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef, bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine, 6 saat kadar mahsur kalmış.

    Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap, bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra, ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu.

    Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

     

    --''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'‘

     

    -- ''Niçin?" diye sordum.

     

    --"Siz... Dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

    Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

     

    --"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim.''Parayı bastırdın mı, istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

    Konuşmaya mecali olmadığından, "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla mezcediyor ve arada bir soru soruyordu.

    Vefatına bir hafta kala,

    --"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"

     

    --"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şahadet sana uzun gelir.O anı fark edince ''Muhammed'' (s.a.v) demen sana yeter."

     

    O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.

    Çok ıstırabı olduğu için, Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek :

     

    --"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor."Dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor…

    Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

     

    --"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste? ‘’ Muhammed " diyemezsem?.

    İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti.

    Ben hiç adetim olmadığı, halde Cuma gününe rastlayan o gece, istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım, salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na:

     

    --"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."

    Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

     

    --"Doktor bey... Azrail bana nasıl görünecek?“

    --"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

    Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

     

    --"Doktor bey, biliyormusunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi

    Ve devam etti:

    …Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şahadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

     

    --"Doktor bey'e söyleyin, dedi. .

     

     

    Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!.


  12. Ey Türk Genci!

     

    Ey Türk Genci! Bir yanın alp,

    Diğer yanın eren olsun.

    Sen sen ol da kalp kırma kalp

    Sevgi mumun çıran olsun.

     

    Olur isen bir alperen,

    Tam Müslüman Türkler gören

    Hayatına şekil veren;

    Dinin ile tören olsun.

     

    Para, mal mülk, makam yetki,

    Etmemeli sana etki

    İmanını sağlam tut ki:

    Küfür batsın viran olsun.

     

    Zorun zulmün hiç bir türü,

    Döndürmesin seni geri,

    Hak bildiğin yolda yürü

    İsterse kar boran olsun.

     

    Delikanlım! Cehle inat,

    Sen gel seni bilgi donat,

    İlim, irfan kültür sanat

    Sana dost ve yaran olsun.

     

    Sev barışı, sev dirliği,

    Aşk bil vatanperverliği,

    Hayalinde Türk birliği,

    Gönlünde hep Turan olsun.

     

    Uyar isen eğer uyar,

    Arif'in bir öğüdü var

    Bir elinde bilgisayar

    Bir elinde Kuran olsun


  13. Galiba beni en çok öfkelendiren tavır, güçlülerin güçsüzler karşısındaki o aldırmaz ve insafsız küstahlığı.

     

    Kılıçdaroğlu?nun, Hürriyet gazetesinde Fatih Çekirge?yle yapmış olduğu konuşmayı okuduğumda da aynı öfkeyi hissettim.

     

    Başörtüsü ile türbanın farkını anlatıyordu.

     

    Saçı tümden örterse ?türban? olurmuş, saçın bir kısmı gözükürse ?başörtüsü? olurmuş falan filan...

     

    Bu adam altmış yaşını geçmiş.

     

    Koskoca bir partinin başkanı olmuş.

     

    Zihinsel gündemini bu laflar mı oluşturur böyle birinin?

     

    Çekirge diyor ki, Anayasa tartışmalarını bu fark belirleyecekmiş.

     

    Yani, üniversiteye giden kızın saçı gözükecek mi gözükmeyecek mi?

     

    Buna öfkelenmemek mümkün mü?

     

    Sana ne kardeşim?

     

    İster saçını açar, ister açmaz, sana ne?

     

    İnsanların saçına başına karışma hakkını kim kime verebilir?

     

    Orduna, polisine, mahkemene, anayasana, her neyineyse işte, ona güvenip insanların yaşama biçimine karışmaktan, onlara müdahale etmekten, ?şunu giyemezsin, bunu yapamazsın? demekten daha zorba, daha küstah bir tavır olabilir mi?

     

    Bu nasıl bir küstahlık?

     

    Yeryüzünün her yanında üniversiteler dünyanın en özgür yeridir, gençler istedikleri gibi giyinirler, istedikleri gibi fikirlerini söylerler, partiler yaparlar, üniversite kampusunun etrafındaki lokantalarda canları isterse içki içerler, evlerinde, odalarında sevişirler, ibadet ederler, en saçma konuları bile istedikleri gibi tartışırlar, kızlar isterlerse şortlarını giyer sabah koşularına çıkar, isterlerse başlarını bağlar ibadethaneye giderler.

     

    Onların nasıl yaşadığıyla, nasıl giyindiğiyle, nasıl düşündüğüyle ilgilenmez kimse.

     

    Onların nasıl çalıştığıyla, derslerini ne kadar bildiğiyle, ne kadar yaratıcı olduğuyla ilgilenir hocalar.

     

    Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.

     

    Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler.

     

    Üniversite öyle bir yerdir.

     

    Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir.

     

    ?Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam? diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi?

     

    Burası zorba bir ülke.

     

    Küstah bir yönetim var burada.

     

    Herkese, her şeye karışıyorlar.

     

    Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar.

     

    Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor.

     

    Zorbalık budur işte.

     

    Küstahlık budur.

     

    Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir.

     

    Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık.

     

    Arapça ?seçmeli ders? olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz.

     

    Niye?

     

    Başörtülü kız üniversiteye giremez.

     

    Niye?

     

    Alevi?nin ibadethanesine ibadethane denilemez.

     

    Niye?

     

    Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada.

     

    Ve, buna inatla devam etmek istiyor.

     

    Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu?

     

    Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu?

     

    Koca koca adamların ?kızların saçının ne kadarı görünsün? diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu?

     

    Kız çocuklarını bir ?saçmalığa? kurban etmek tepenizi attırmıyor mu?

     

    Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir.

     

    Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık.

     

    Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara?ya haykırmalılar:

     

    Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden?

     

    Sana ne?

     

     

    03/10/2010


  14. Bu ülkede, CHP'lilerin baskısı ile, üniversitedeki görevliler, kızlarımızın başındaki peruğu bile, elleri ile kontrol etme saygısızlığını gösterdiler!

     

     

    Genelgeler yayınlandı.. Sınav kitapçıklarına notlar düşüldü; "Perukla girilemez" diye..

     

    Ve bu gaddarlığın faili olan Nur Serter'ler, ödül olarak CHP milletvekili yapıldılar..

     

    Yasakçılıkta milim taviz vermeyen, değil saçın bir kısmının açıkta kalmasına razı olmak, boyna takılan atkıya bile müdahale eden Necla Arat gibiler milletvekili yapıldılar, CHP'de..

     

    Sırf, partilerinin yasaktaki despotlukları tescillensin diye..

     

    Şimdi çıkmışlar, "Başörtüye razıyız" diyorlar!

     

    Haydi oradan, yalancılar!..

     

    Vakit'in Hukukçu Yazarı Ali İhsan Karahasanoğlu'nun ?Peruğa bile karşı çıkanlar, siz değil misiniz? diye sorduğu yazı

    http://habervaktim.com/yazar/28392/peruga_...il_misiniz.html


  15. Bahçeli, İslâm ve Cuma

     

     

    Evet, bana kalırsa Anadolu, Sümela manastır, Akdamar kilise olsun, o kiliselerde ayin yapılsın diye fethedildi..

    Bahçeli’ye hatırlatalım, bizim geleneğimizde bu konuda binbir belge bulursunuz. Alın size Kudüs. İsranın/Miracın gerçekleştiği makam. İlk kıblemiz. Orada Yahudiler hakimken Hıristiyanları sokmadılar. Hıristiyanlar geldi Yahudileri ve Müslümanları sokmadılar. Sonra Müslümanlar geldi, o topraklara hadim oldular. Hırsitiyanlara da Yahudilere de ibadet izni verildi. Kudüs’ü kuşan surları tamir ettik. Kitabeye “Lailahe illallah, Muhammedurresulullah” değil de, “Lailahe ilallallah, İbrahim Halilullah” yazdık, neden aceba?

    Sahi camiye kıbleye, fethe bu kadar duyarlı olan Bahçeli kardeşimiz, ilk kıblemiz, Kudüs, Mescid-i Aksa, Gazze, Filistin ve ümmet konusunda neden bu kadar duyarsız, ilgisiz!

    Hala Mecid-i Aksa’nın hemen yakınındaki Doğuş ve Kıyamet kilisesinin anahtarları bir Osmanlı ailesinin elindedir.

    Medine sözleşmesinden haberi var mı Bahçeli’nin? Ya da Hılful Fudul’dan? Medinetül Fazıla’dan?.. Kaç siyasetname okudu acaba? Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi hakkında ne biliyor?

    Ben, Sümela ve Akdamar konusunda neden her zaman değil de yılda bir gün diye soruyorum? “Onların mabedlerini yurt edinmeyin” ikazından haberi var mı Bahçeli’nin?..

    Neden hala, Heybeliada ruhban okulu kapalı?

    Neden Patrikhane ekümenik değil. Ya da hangi din ekümenik değil ki!

    Neden Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi ilahiyatı yok bu memlekette?..

    Bahçeli’nin Hz. Ömer’in emannamesinden haberi yok.. Fatih’in Rum ve Ermeni patrikhanesinin başı olduğunu da bilmiyordur.

    Alparslan’ın fetih ordusunu Ani harabesindeki bir kiliseye sığdırmaya çalışması da tam bir komedi..

    Devlet Bahçeli’nin fethin ne anlama geldiğini de bilmediği anlaşılıyor.

    O fethi kavga, işgal, istila ve harp sanıyor herhalde.

    Peki MHP içinde bunun böyle olmadığını söyleyecek tek bir adam yok mu?

    Bahçeli Ahiyanı Rum ve Baciyanı Rum’u da bilmezden geliyor. O kadar da cahil olamaz aslında.. Hadi Bahçeli Arzı Rum ya da Erzeni Rum adını da değiştir, oldu olacak, fethe çıkmışken, hazır orada iken.. Asıl mesele bu olmalı değil mi, boş verin Ergenekon’u, anayasa değişikliğini..

    Ani harabelerinde Cuma namazı kılıp seçim kampanyası başlatmakla, Sümela’nın, Akdamar’ın ibadete açılmasını mı protesto ediyor, yoksa cami müdafası mı yapıyor?

    Mesela neden Ayasofya değil de Fethiye Camii’nde (Katedral Kilisesi)...

    Mesela neden Taksim’de kılmıyor Cuma namazını? Orada Fransız Konsolosluğu’nun hemen yanında gecekondu gibi, teneke minareli bir cami var. Orayada bekleriz..

    Bahçeli Ağrı’dan Anadolu’nun fethine çıkıyor..

    Ama hatrlatalım, tarihe gönderme yapıyorsunuz madem, mesela Osmanlı padişahları Müslümanların halifesi, Türklerin hakanı, Arabın ve Acemin padişahı, diğer halkların sultanı, doğu Roma Bizansın halifesi idi.

    Evet Fatih Rum Ortadoks Kilisesi’nin başı idi. Ermeni Patrikliği’nin kurucusu, Süryani Patrikliği’nin koruyucusudur aynı zamanda.. Süryani Patrikliği kuruluşu Hz. Ömer’in emannamesi ile başlamıştır.

    Yine Bahçeli şunu da öğrense iyi eder, Fatih’in fetih ordusundaki gayrimüslim asker sayısı Bizans’ın asker sayısından fazla idi..

    Alparslan da Anadolu’yu fethederken Ermenilere rağmen Ermenilere karşı değil, bu bölgedeki kiliselere baskı yapan Romalı müstebitlere karşı, onlarla birlikte kazandı.. Ruhanilerin büyük bir bölümü, kurtarıcı ve koruyucu olarak karşıladılar bu Müslüman askerleri.. Kimse Alparslan’a iftira etmesin..

    Romen Diyojen’dir, “Yaktırayım Kur’anı, yıktırayım Kabe’yi, şarka gelen görmesin, minareli kubbeyi.” Bu miras Alparslan’ın mirası değil.. Biz “Gönüller yapmaya geldik”, “Bütün insanlar ya tende kardeş, ya dinde bir eştir” dedik. “Herkesin dini kendinedir” dedik.

    Biz Anadolu halkları ile birlikte adaletten, barıştan, hürriyetten yana, herkes inandığı gibi yaşasın ve düşündüğünü özgürce ifade edebilsin diye, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun mazlumdan yana, zalimlere karşı duralım diye bir düzen kurduk. Tıpkı Peygamberimizin Medine’de kurduğu düzen gibi.. Kimseyi katletmeme, yurtlarından çıkarmama, bir kavme olan düşmanlığımızın bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmemesi öğüdü ile yüceldi bu şanlı tarih. Bundan uzaklaşıldığı ölçüde de sorunlar yaşadı ve yıkıldı.

    Bahçeli’ye Ani harabelerinde fetih namazı kılma fikrini kim verdi ise, küçük bir hatırlatmada bulunalım, nasıl yarım doktor candan, yarım hoca dinden ederse, yarım politikacı da adamı siyasetten eder.

    Bu tür provakatif keskin sirke politikaları, dile getirdikleri gayeye hizmet etmez..

    Ama Bahçeli kavga kültüründen geliyor.. En iyi bildikleri iş de bu olunca, böyle davranıyorlar..

    Bahçeli, Mevlana’nın isminin sonundaki Rumi ne oluyor biliyor mu? Trakya’ya niçin Rumeli denir? Rumi takvim ve sanat hakkında ne biliyor?

    İlk lanet Şaytanın üstünlük iddiasınadır. Yani bir bakıma faşizmedir. Biz doğduğumuz ana babayı, doğduğumuz zamanı ve toprağı, cinsiyetimizi, derimizin rengini kendimiz seçmedik.. Bundan dolayı kimse üstün ya da geri değildir.. Farklı dini tercihlere gelince, biz kimsenin ilahı ve rabbi değiliz. Allah’tan başka kimse de bizim ilahımız ve rabbimiz değildir.. İnkarcılara gelince onlar bizim temel haklarımıza ve kutsalımıza tecavüz etmedikçe onları koruyacağımız gibi, onlar da bizim elimizden ve dilimizden emin olacaklardır..

    Bahçeli, kulağa hoş gelen parlak fikirlerin peşinde savrulacağına, oturup okusa daha doğru şeyler yapabilir..

    Böyle davranarak medyanın gündemine gelebilir ama oy kazanamaz.. Daha doğrusu BBP’nin değirmenine su taşımaya devam eder. Durmak yok, yola devam. Kolay gelsin..

    Selam ve dua ile.

     

     

    04/10/2010


  16. Bazıları soruyor. Van Ahtamar Ermeni Kilisesi’ndeki ayinde var olan “liberaller” Kars Ani Fethiye Camii’ndeki Cuma namazında niye yoklardı. Cevap veriyorum:

     

    BİR: Panagia Sümela Manastırı’nda, yılda bir defa ve de 15 Ağustos’a denk gelen Meryem Ana gününde olmak ayin yapılmasına izin 23 Aralık 2009 tarihinde verildi. 15 Ağustos 2010 tarihinde ayin yapılacağı 8 (sekiz) ay öncesinden belliydi.

     

    Ahtamar Surp Haç Kilisesi’nde yine yılda bir kere ve de Eylül ayının 2. pazarına denk gelen Kutsal Haç yortusunda olmak ayin yapılmasına ise 25 Mart 2010 tarihinde izin çıktı. Eylül’ün 2. haftası 12 Eylül’e yani referanduma denk geldiği için ayin bu yıla mahsus olmak üzere Eylül’ün 3. pazarında yapıldı. Kilisede ayin yapılacağı 7 (yedi) ay öncesinden belliydi.

     

    Ani Fethiye Camii’nde Bahçeli’nin korsan namaz kılmaya karar verdiğinden iki gün önce haberim oldu, olurdu olmazdı derken 12 saat önce izni çıktı, ertesi gün de allee hop namaza duruldu.

     

    Kendi adıma konuşayım: Bu zırva aceleye, bu manasız telaşa ayak uyduracak durumda değildim. Ne manen ne maddeten. Bu acelenin nedeni nedir anlamış da değilim. Günler torbaya mı girdi? Üç gün sonra kıyamet kopacak da bundan sadece Bahçeli ve tayfası mı haberdar?

     

    İKİ: Kars Ani Fethiye Camii’nde namaz kılmak ile Ahtamar Surp Haç Kilisesi’nde ayin yapmak arasında buz dağları kadar fark var.

     

    Bir kere Fethiye Camii Müslümanların Kabe’si değildir. Ayrıca aslı yine bir Ermeni Kilisesidir. Ermeniler camiden kiliseye çevrilmiş bir yerde mi ayinlerini yaptı? 1000 yıl önce kendi inşa ettikleri, 1895’e kadar da patrikhane olarak kullandıkları ve 1915’e kadar da tapusu kendilerine ait bir yerde yaptılar ayinlerini. Üstelik adabıyla izin istediler ve tam ÜÇ yıl da beklediler. İzinlerini aldıktan sonra da kamuoyunu adam gibi bilgilendirdiler, herkes de programını ona göre yaptı. Biz Allah tepesinden bakası liboşlar da gittik izledik.

     

    Aynı şekilde Panagia Sümela Manastırı’da da Anadolu kökenli Ortodoks Rumlar için Ayasofya’dan sonraki en önemli yerlerden biri. 1600 yıl önce inşa edilmiş bir Rum Ortodoks manastırı. 1918’e kadar da canlı kanlı bir merkezmiş. 3 yıl öncesine kadar ise mezbelelik. Orada Meryem Ana günü ayin yapılması da geçen sene yapılan bir korsan ayinde tatsız olayların çıkması yüzünden oldu. Bari oldu olacak her yıl gizli saklı yapılan ayin kurumsal olsun, gelsin patrik yönetsin dendi ve öyle yapıldı bu yılkı ilk ayin.

     

    Sen, memleketin neresinde namazını kılamıyorsun? Ani Harabeleri’nde Fethiye Camii’nin adını acaba kaç Müslüman biliyordu bugüne kadar? Fethiye Camii için o Doğan Haber Ajansı’na göre 2 bin, İhlas Haber Ajansı’na göre 5 bin kişi olan kalabalık NE yaptı bugüne kadar?

     

    Söyleyeyim: Zero. Haberleri bile yoktu.

     

    ÜÇ: Bu kadar çocukça bir eyleme niye gideyim? Niye Ani? Niye bir Ermeni şehrinde? Niye kiliseden döndürülmüş bir cami? (Tabelasında tek bir yerde Ermeni lafı geçmez o da ayrı mesele. Ama Bahçeli ve tayfası biliyormuş, o da ayrı bir mutluluk!)

     

    Zerre bir inandırıcılığı, samimiyeti olmayan, kısasa kısas, göze göz, dişe diş mantığıyla yapılmış, nefret, intikam kokan yaratıcılığı da emeği de olmayan bir eylemdir.

    Ani’de Ermeni kilisesinden çevrilmiş bir cami yerine, mesela Atina’daki Monastiraki Meydanı’ndaki 1759 yılında Osmanlı tarafından yapılmış ve şimdi Yunan Halk Sanatları Müzesi olan Voyvoda (Mustafa Ağa) Camii’nde namaz kılmaya ne dersiniz? İzin aldık, hadi gidiyoruz deseniz ya. Bakın oraya seve seve giderdim! Namazdan sonra da hep beraber Reha Muhtar’ın geçen gün yazdığı Savas’a gider, herkese da kebap ısmarlardım. Yunan başkentinde namaz kılıp, Ermeni lokantasında kebap yiyerek MUHTEŞEM bir ikileme, üçleme, beşleme, şeşleme yapmış olurduk! (Benim sevdiğim yer “Thanasis” gerçi ama olsun...)

     

    Hadi bakalım sıkıysa bu işi Atina’da dediğim yerde yapın! Öyle kendi çöplüğünde, kimse zaten sana karşı çıkmaz/çıkabilemez/çıkmaya bir tarafları yemezken, tehdit, şantaj, propaganda, goygoy ile 12 saatte izini almak iş mi?

     

    Başvurun hadi Atina Belediye Başkanlığına! Yapın bir proje. Kadir Gecesi mevlidimizi burada okuyacağız deyin! Dünya barışı, insanlık, kardeşlik ayaklarına yatın, (öyle bir derdiniz olmadığını biliyoruz da hadi yiyelim biz de) alın izninizi, baş safta namaza durmayan kurbağa olsun! Baş kurbağa olsun hatta!

     

    Tekrar ediyorum: Kebaplar da benden! Merak etmeyin domuz yedirmem. Hepsi mis gibi kuzu ve sığır etinden yapılıyor.

     

     

    02/10/2010

×
×
  • Create New...