Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1. Uzun zamandır iş güç bahanesiyle üstadı okuyamayan birisi olarak, bu vesileyle Allah'ın izniyle tekrardan başlayacağım. Alıntı yapmak, önemli görülen noktaları buraya taşımak hakkında üç beş kelam etmek, sormak öğrenmek inşallah uzun vadede ufkumuzu açacak ve eşsiz bir veri tabanı oluşmasına yardımcı olacaktır. Bütün gönüldaşların üç beş kelamla da olsa katılmarını isterim, gayret bizden, takdir Allah'tan.

     

    Üstat Freud hakkında ne demiş acaba? Bekleriz...


  2. Altes Ruayâl,

    Bu gece, yüce konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır.

    Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız.

     

    İsveç-Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.

     

    Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini, o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir.

     

    Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.

     

    Altes Ruayâl,

    Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız, bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır.

     

    Ünlü babanız, yüksek kralınız beşinci Güstav’ın gönenci için en ıssı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin Altes Ruvayâl, prenses Louise, sevimli kızınız Altes Prenses İngrid’in esenliğine, tüzün İsveç ulusunun gönencine içiyorum.

    • Like 1

  3. 1938 yılında CHP'nin öncülüğünde çıkarılan 'Cumhuriyetin Şeref Kitabı'ndaki şiirlerden bir demet sunmuş Trradomir. O malum kitap sadece şiirlerden oluşmuyor, güya o zamanki öğrencilerin Atatürk hakkındaki düşüncelerini, duygularını dile getiren yazılar da var. O yazılardan çok kısa alıntılar da ben yapayım...

     

    ''Ey Büyük Ata! Ey Tanrının oğlu. On yedi milyon yetiştirdiğin, yoktan varettiğin Türk gençliği(...)''

    Kazım Ökmen Savur ilkokulu 5 inci sınıftan No. 76

     

    ''Dilerim ki Tanrı onu binlerce yıl yaşatsın, benim bütün ömrümü onun ömrüne katsın..''

    Şükran Sarıbayraktar Giresun Merkez Necatibey İlkokulu S:5. No 513

     

    ''Ben Atatürkün çocuğu, yurdun ve ulusun kuluyum.''

    Osman Özyurd Yalvaç Alemdar Okulu

     

    '' Ulu Şefimizin gösterdiği yollardan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır.''

    A.Tercan

     

    ''Yıldızlı gecelerde gök, senin, öncesiz bir tapınağındır.''

    Nuriye Konar Uşak Ortaokul.

     

    ''Altı yüz yıllık köhne bir maziyi yıkarak, yerine enerjik bir Türk nesli yaratmakla, eşsiz ve kutsal bir çığır açtınız.''

    Melek Özden Ortaokul Gümüşhane.

     

    ''Tabiatın en büyük eseri Atam!''

    İbrahim Oral Ünye Ortaokul.

     

    ''Ey Büyük Türk (...) senin büyüklüğüne, hakikat yıldızı ve kurtuluş ilahı olduğunu bütün aleme haykırayım, anlatayım.''

    Şenal Bindal Zonguldak Ortaokulu

     

    ''Yolumuzu açan odur, o her benliğin üstünde olan, bizi ölümlerden kurtaran, uçurumlardan alan, kalbimize ışıklar dolduran, erkinlik ve devrim Tanrısıdır.''

    Yusuf Çam Ünye Ortaokul

     

    Şimdilik bu kadarı yeter... Ama bu ve benzeri rezillikler o kadar çok ki, şaşırıp kalırsınız... Buraya çok az bir kısmını aldığım halde, durumun ne olduğunu az çok tahmin edersiniz. Bu bilgiler öyle Atatürk düşmanlarından alınma değil, bizzat CHP'nin 1938 yayınından alınan bilgilerdir.

     

    Bir de 1933 yılında devlet matbaasından 'Osmanlı İmparatorluğundan... Türkiye Cümhuriyetine. Nasıldı? Nasıl oldu? 10 ' kapağı ile çıkarılan bir kitap var. Ah o kitap içerisinde neler var, neler? Mevlana ve semazanlara şarlatan, Ümmedi Muhammed'e ümmet leşi... Ve daha neler...

     

    Evet, bu meseleler böyle...


  4. Hürriyet Gazetesinin internet sayfasından bir haber... Hürriyet'in maymunluğu tuttu yine... Haberin manşeti şöyle:62 yılın devrimi... Ama haberin metninde darvincileri ele verecek cümle geçmiyor, sinsiliği görüyor musunuz? Aynı sinsilik bir kaç hafta önce NTV ekranlarında verilen dinazorlarla alakalı bir belgeselde de var.

     

    Bir başka gariplik de şurada: Darvinciler evrimi çok uzun bir zaman aralığına yayıyor... Bunlar işi 62 yılda bitirmişler...

     

     

    Bu fotoğraflar Florida’nın Key West kasabasında aynı yerde çekildi. 1950 yılındaki fotoğrafta balıklar insan boyunda. 80’li yıllarda ve tam olarak aynı noktada çekilen karede ise yarı yarıya küçülmüş. Son fotoğraf ise günümüzden. Balıklar, yıllar sonra bir fotoğrafları çekilemeyecek kadar hızla yok oluşa gidiyor.

     

     

     

     

    OKYANUS ve denizlerde ekolojik dengenin bozulmasını, bazı sayı ve istatistiklerle ortaya koymak çok kolay olmayabilir. Ancak objektiflere yansıyan kareler, insan soyunun devamında çok kritik bir rol oynayan denizin, içinde yaşayan canlılar için gitgide daha da verimsiz bir ortam haline dönüştüğünü gösteriyor. İngiliz okyanusbilimci Callum Roberts’ın yeni çıkan kitabı, işte bu vahim durumu apaçık göz önüne getirdi.

     

    Hızla yok oluyorlar

    “Ocean of Life (Hayatın Okyanusu)” adlı kitapta, Florida’nın Key West kasabasında, geçtiğimiz 62 yıllık dönem içerisinde tutulan balıkların ne denli küçüldüğü görülebiliyor. 1950 yılında çekilen ilk fotoğrafta, çoğu insan boyundan bile büyük balıklar dikkati çekerken, 80li yıllarda tam olarak aynı noktada, balıkların en az yarı yarıya küçüldüğü, bugün itibariyleyse yine aynı yerde aynı balıkların, artık neredeyse orta boy hatta küçük balık kategorisine girecek kadar ufaldığı anlaşılıyor.

    120 yılda yüzde 6’ya indi

    Aynı kitaba göre tüm dünyada bugün tutulan balık sayısı, bundan 120 yıl öncesinin yüzde 6’sı düzeyine kadar inmiş durumda. Zira artık denizler, hem tür olarak daha az balık sunabiliyor hem de her türde balık nüfusu büyük bir hızla azalıyor. İşte bu nedenle elektronik balık tutma sistemleri, eskisine göre çok daha büyük balık ağları kullanılırken, bu durum, sudaki ekolojik dengenin bu kez katlanarak bozulmasına neden oluyor.

     

    Petrol sızıntısından da kötü

    Profesör Roberts, Meksika Körfezi’ndeki balıkçı filolarının her gün, Deepwater Horizon adı verilen petrol sızıntısının birkaç ayda yapabildiğinden daha büyük bir deniz katliamına neden olduğunun altını çiziyor. 16938563.jpg16938564.jpg

     

     

     

    16938562.jpg


  5. Hüseyin Öztürk - Yeni Akit

    2012-06-13

    Necip Fazıl'dan Abdurrahim Karakoç'a mezar nasibi

    Kim bilir kimin arka toprağı hangi beldede nerede

     

    Necip Fazıl'a nasip olmayan nasip oldu Abdurrahim'e

     

    Vasiyeti yazmak, söylemek, duyurmak kolay amma

     

    Esas onu yerine getirecek adamları bulmak mesele.

     

    ¥

     

    Madem her iki üstadı bir arada andık. Önce temiz ruhlarına Fatiha okuyarak başlamalıyız söze. Aziz ruhları için El Fatiha.

     

    Önceki gün gazetede icra kurulu başkanımız Mustafa Karahasanoğlu ve Yalçın Turgut ile sohbet ederken, mevzumuz haliyle rahmetli Abdurrahim ağabey üzerineydi.

     

    Takdir edilmek, sevilmek, bu dünyadaki en büyük mükafaat bir insana. Abdurrahim ağabeyin hasletleri üzerine konuşurken Bağlum'a defni söz konusu oldu.

     

    Mustafa Bey'e, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın; neden Bağlum'u tercih ettiğini sordum ve şu cevabı aldım.

     

    "Rahmetli Necip Fazıl'ın yazılı vasiyeti vardı. 'Beni efendimin yanına defnedin' diye. Fakat o yıllar darbe seneleri olduğu için bu vasiyeti yerine getirilemedi.

     

    Tayyip Bey de bu mevzuyu iyi bilenlerdendir. Sanıyorum onun içinde bir ukteydi. Arvasi Hz.lerinin yanı Üstada nasip olmayınca, bir Necip Fazıl ve Arvasi dostuna nasip olsun babında düşünmüş olabilir kanaatindeyim."

     

    ¥

     

    Doğrusu üstadın bu vasiyetinin yazılı olduğunu bilmiyordum meğer yazılıymış. Demek ki, Tayyip Bey'in de aklından hiç çıkmamış.

     

    Abdurrahim Karakoç gibi bir üstad sevdalısı ve üstad kadar bu toplumun aklıselim sahibi insanlarının; iliklerine, yüreklerine, vicdanlarına, imanlarına hitabeden bir şairin, Arvasi Hz.lerine komşu olmasını ve kısmen de olsa üstadın vasiyetinin yerine gelmesini arzulamış.

     

    Eh insan budur işte. İster Başbakan, ister hamal olsun. Eğer kişi insan olma haysiyetini yok etmemişse, nerede ve hangi konumda olursa olsun, böyle "ince ve inci" kıymetindeki meseleleri hallediyor ve düşünüyor.

     

    Abdurrahim ağabey sağlığında bana yetki vererek demişti ki;

     

    -"Hüseyinim! Sen benim adıma istediğini yaz, senin söylediğin benim söylediğimdir."

     

    Ben de bu yetkiye dayanarak, Başbakanımızın vefasından dolayı Abdurrahim ağabey adına dualar gönderip, teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.

     

    ¥

     

    Sözü Abdurrahim Karakoç'a bırakmalı. "Hatırlamak Üzerine" başlıklı 1985 tarihli yazısında şunları söylüyor:

     

    "Bir sevgili, bir okul arkadaşı, bir askerlik arkadaşı, bir hapishane arkadaşı, bir hastahane arkadaşı olabilir. Ya da bunlara benzer candan bir gönül dostu.

     

    İş görürken, kitap okurken, caddede yürürken, yatarken veya herhangi bir yerde yıldırım düşer gibi düşer aklınıza. Özlemle beraber bir sızı duyarsınız benliğinizde.

     

    Geçmişte yaşadığınız, bir daha dönemeyeceğiniz, göremeyeceğiniz yıllara götürür sizi. Acı günler bir yana, tatlı günlerin de acısını duyarsınız.

     

    Ölüler toprağa gömülür, hatıralar yüreğe. Toprak mı vefalı, yürek mi vefalı bilmiyorum."

     

    Sevgili ağabey, her ikisi de vefalı.

    • Like 1

  6. Mustafa Yürekli/Haber 7

     

    Necip Fazıl Kısakürek, Cumhuriyet dönemi siyasi hayatına tanıklık yapmış şair ve yazarlar arasından İslami fikir ve hassasiyetiyle öne çıkan bir sanatçımız. Çıkardığı dergilerde, yazdığı kitaplarda sürekli hakikatin sözcüsü olmaya çalıştı üstat.

     

    Kendini Hakkın ve halkın yanında konumlayan Necip Fazıl, zorbalığa karşı, oynanan oyunları deşifre ederek kalemiyle büyük bir mücadele verdi. Bu mücadelede, inancını, zekasını, karakterini, birikimini, cesaretini ve yeteneğini ortaya koydu, üstat oldu, örnek bir miras bıraktı.. Necip Fazıl'a Allah'tan rahmet diliyorum.

     

    Necip Fazıl'ın Demirel'le girdiği ‘Masonluk Belgesi' polemiği, onun dava adamı ve mücahit oluşunu ortaya koyan örnek bir olay olduğu için önemlidir.

     

    Adalet Partisi'nin Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala'nın garip ölümü üzerine, Genel Başkan seçmek için 30.Kasım 1964 de yapılan ‘AP Genel Kongresi'nde iki aday vardı. Birinci aday, Dr. Sadettin Bilgiç'ti. İkinci aday da Süleyman Demirel.

     

    Bu kongrede, Süleyman Demirel taraftarları, Demirel'in 1963-1969 yılları arasında ABD Başkanı olan Lyndon B.Johnson ile çekilmiş resimlerini broşür haline getirip dağıttılar.

     

     

     

    Sadettin Bilgiç taraftarları ise Süleyman Demirel'in Mason olduğunu gösteren Loca Kayıt örneğini dağıttılar. Sözkonusu Loca Kayıt örneği, Büyük Doğu'da yayınlanmış ve gündeme bomba gibi düşmüştü; buradan alıp baskı yapılmıştı.

     

    Necip Fazıl'a göre, Sadettin Bilgiç ve taraftarlarının ‘ne kitleleri fikir ve kelam kudretiyle bağlayabilecek ruhî sermayeleri, ne de madde ve menfaat ağı içinde avlayabilecek paraları mevcuttur.' Üstat, Bilgiç ve ekibini milleti temsilde yetersiz görmektedir..

     

     

     

    Necip Fazıl'a göre, Demirel'in kendine yöneltilen ‘iki suçlamadan, ‘O bir masondur!' ve ‘Türk'ün ruh köküne (İslamiyet) yabancı bir insandır!' suçlamalarından temizlenmesi' gerekiyordu..

     

    Bu olay üzerine Süleyman Demirel kendisinin mason olmadığını belirten Türk Yükseltme Cemiyeti'nden verilmiş 14.11.1964 tarihli bir belgeyi kongrede okudu. AP kongresinde okunan bu belge, masonlar arasında büyük çalkantılar meydana getirdi ve Türk Masonlarını ikiye böldü.

     

    Süleyman Demirel nasıl bir aileden geldiğini ve nasıl bir terbiye aldığını, kısaca İslam'la ilişkisini ifade etmek için de "Benim ailem Kur'ana el sürmeden sabah kahvaltısına oturmaz!" dedi..

     

    Demirel'in kendisine yöneltilen suçlamalardan temize çıkmak için verdiği bu iki cevap karşısında Necip Fazıl Kısakürek'in tepkisi, duruşunu ve tavrını ortaya koyması bakımından önemlidir.

     

    Demirel, ‘Ben Mason Değilim!' diyor ve bir belge gösteriyor. Necip Fazıl'ın bu belgeye ilişkin yorumu şöyle: “Sizin Mason olmadığınıza dair Mason Kulübü'nden belge almanız, iffetli bir kadının randevu evinden, orayla münasebeti olmadığına dair vesika almasından farksızdır; ve masonlukla münasebetiniz olmadığına değil, aksine, tam ve kurmayca bir alakanız bulunduğuna delildir!”

     

    92752027346.jpg

     

    Demirel, ‘Ben Müslüman bir ailedenim! Dolayısıyla İslam terbiyesiyle yetiştim..' diyor. Necip Fazıl'ın bu savunmayı da kıvrak zekasıyla, çarpıcı bir yorumla çürütüyor: “Sizin, ‘Benim ailem Kur'an'a el sürmeden sabah kahvaltısına oturmaz!' şeklindeki lafınız, hakikatte Müslümanlığı asla bilmediğiniz ve dinimizde Hıristiyanvari kitaba el sürmek diye bir adet olmadığından habersiz bulunduğunuza delildir!.”

     

    Necip Fazıl Kısakürek'in politikaya yeni atılan Süleyman Demirel için yaptığı “Bu zat, büyük bir ümidi kırmaya, millî hasreti inkisara uğratmaya memurdur.” tespitini, tarih doğrulamış mıdır, yoksa çürütmüş müdür?

     

    Ne dersiniz?

     

    90618274940.jpg

     

    Evet, Mustafa Yürekli'nin yazısı böyle...

     

    Necip Fazıl'ın iki suçlaması var Demirel'e... Bunlardan biri malum masonluk, diğeri ise İslamiyet'e yabancı oluşu...

     

    Masonluk iddiası belli de, Demirel'in İslamiyete yabancı olduğunu yıllar öncesinden haykıran Necip Fazıl haklı çıktı. Başörtülüleri Arabistan'a gönderen kimdi?


  7. Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit

    2012-06-09

    Selam devrimi ve Başbakan'ın "temenna"sı

    "Başbakan halkı selamlarken, önce elini göğsüne, sonra da başına götürüyor, bunun özel bir anlamı var mı?" diye soruyor, Neriman Şanlı, Ankara'dan...

     

    Var diyeyim hemen, kestirmeden: Hem de çok güzel bir anlamı var...

     

    Ama ona gelmeden, "selam üzerine birkaç kelam" (bu başlıklı bir yazı yazdığımı hatırlıyorum) etmeme izin verin lütfen.

     

    İslâmda selamlaşma aynı zamanda dualaşmadır: Selam, içinde sevgi, saygı, barış, dostluk, kardeşlik, arkadaşlık da bulunan bir sihirli sözcüktür...

     

    Sözler ve hareketler toplumdan topluma değişir: Meselâ, dillerini çıkartarak (Tibetliler) selamlaşanlar olduğu gibi, burunlarını sürtüştürerek (Yeni Zelanda'da yaşayan Maoriler) veya el ayası selamladığı kişinin yüzüne gelecek şekilde el kaldırarak (Kızılderililer), elleri göz hizasında birleştirip eğilerek (Japonlar) selamlaşanlar da vardır.

     

    Atalarımız hem Kur'an ve sünnette emredildiği, hem de insanlar arasında münasebet tesisisin ilk adımı olduğu için, selama çok önem verirlerdi. O kadar ki, Topkapı Sarayı'nın Harem Dairesi'ne açılan ana kapısının üzerinde şu mealde bir âyet yazılıdır:

     

    "Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka evlere, haber verip (geldiğinizi fark ettirip) izin almadan ve ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız." (Nûr, 27).

     

    Eskilerimiz her İlâhî hüküm gibi, bu hükmü de yüreklerine emzirmiş, hatta "Selamün aleyküm" sözcüğüne, beden dilini de katarak zenginleştirmişlerdir.

     

    Selama beden dilinin katılmasının adı "temenna"dır...

     

    Önce sağ el kalbin üzerine konulur. Sağa/aşağıya doğru çapraz bir işaret çekildikten sonra, başa götürülür...

     

    Osmanlı hükümdarları ve devlet adamları yüzyıllar boyu halkı bu şekilde selamlamışlardır...

     

    Yani "temenna" etmişlerdir...

     

    Sayın Başbakan da halkına "temenna" etmektedir.

     

    Elin önce kalbe konması "Siz benim kalbimdesiniz", oradan baş hizasına kaldırılması ise "başımın üzerindesiniz" anlamına gelir.

     

    Bu hareket "başüstüne", "başımla beraber", "baş tacı" şeklinde kelimelere dökülmüştür.

     

    Özellikle sesin ulaşmadığı durumlarda fevkalâde güzel bir jesttir.

     

    Temenna, şapka inkılâbından sonra değişmiş, kalb devre dışı bırakılarak el (askeri selamda olduğu gibi) doğrudan başa gitmeye başlamıştır...

     

    "Selamün aleyküm" sözcüğünün yerini de, "günaydın-tünaydın" gibi anlamsız kelimeler almıştır.

     

    Yeryüzünde lisanî ve bedenî olarak "selam devrimi" gerçekleştirmiş tek millet biz olsak gerektir.

     

    Eskiden iki kişi karşılaştığında bir birlerine "Allah'ın selamı"nı verirlerdi. Giderken de "Allahaısmarladık" diyerek yine Allah'ı anarlardı. Uğurlayan kişi ise "selametle" der, gideni "Allah'a emanet" ederdi.

     

    "Allaha ısmarladık"ın yerini "esen kal" aldı (Ya Esenler'de oturanlar ne yapacak?). Gidene de "güle güle" demek moda oldu. Niye "güle güle" gitmesi gerektiği belli değil...

     

    "Cenazeye gidiyorum..."

     

    "Güle güle birader!"

     

    Adam sanki cenazeye değil, güle-oynaya düğüne gidiyor!

     

    Nasılsa devrimin mantığının olması şart değil.

     

    Şimdilik bu kadar: Gelecek yazımda size meşhur bir "selamsız"dan söz edeceğim.

    • Like 1

  8. Eyvallah...

    Bir kaç gün önce şahsıma yapılan hakaretlerden sonra 'gönüdaş' hitabı ile karşılaşmak güzel... Ama nihayetinde 'hakiki gönültaş'ın hali başka:))

     

    Evet, yukarıya aldığım 312. mektup içerisinde Halebi Sagir'e ait bir alıntı var... Ama o alıntı çok kısadır ve Rabbani'nin yazdıklarının ana fikrini etkileyecek bir değerde değildir. Rabbani orada parmakların şekli ile ilgili, bazıları 53, bazıları da 23 şeklinde büker, diyor. Kitabı basan yayınevi de not düşüyor ve diyor ki: Bu bahsi filan kişi kitabında ayrıntısı ile açıklamıştır. Mesela bu... Burada 312. mektupta belirtilen ana fikre aykırı veya ana fikrin yönünü değiştirici bir durum yok... Yani ortada herhangi bir sahtekarlık yok... Siz de zaten orada bir sıkıntı olmadığını söylüyorsunuz... Bunu bu şekilde ayrıntlı olarak açıklamam, bu sitede o mektubu okuyan arkadaşların aklına düşecek bir şüpheyi ortadan kaldırmak için... Tekrar ediyorum ki, 'yukarıdaki yazı İmam Rabbani'ye ait olmasa bile' diyorsunuz, yukarıdaki yazı İmam Rabbani'ye aittir... Çünkü eseri başka çevirilerden de okudum...

     

    Nemaz, temam gibi örneklerle dile getirdiğiniz uslup meselesi ile nereyi işaret ettiğinizi anladım. Zira benim paylaştığım 312. mektupta nemaz, temam gibi ifadeler yok. Hakikat Kitapevinin bastığı eserlede bu ifadeler var. Sadece bir uslup meselesi... Evet, her ne kadar benim paylaştığım mektupta nemaz gibi kelimeler geçmese de, yaınevini ele verecek(!) :)) bazı kelimeler var. mesela söyliyen, diyip gibi... Yine bazı yerlerde 't' yerine kullanılan 'd' gibi... 'Ayırt etmek' kelimesinin 'ayırd etmek' şeklinde geçmesi gibi... Ahmet C. Paşanın kitabını da basan yayınevi Hakikat Kitapevidir... Orada da bu uslup fazlası ile vardır. Neyse... Bütün bunlar 312. Mektubun ana fikrini ortadan kaldırmaz, bir sahtekarlığın olduğunu göstermez.

     

    Çok doğru söylüyorsunuz. Bir çobandan cumhur-u ulemanın ne demek istediğini anlamasını beklemek doğru olmaz. O çoban bulunduğu mezhebin imamına bağlanmak zorundadır. Ancak bir mezhep imamına bağlanma hali veya bir mezhebe bağlanma hali sadece bir çoban için geçerli değildir. Bir çoban için geçerli değildir, büyük din alimleri, evliya vb. için de geçerlidir. İmam Rabbani, İmam Gazali, Ahmet Rıfai, İbni Arabi, Mahmud Hüdayi, Şahı Nakşibendi gibi büyükler için de geçerli. Ve hatta İbni Teymiyye ve öğrencisi Cevzi için bile geçerli olması gerekir. imam Gazali içtihat yapacak seviyedeydi belki ama yapmamış, İmam Şafi'ye bağlı kalmış. İmam Rabbani gibi bir büyük de Mektubat'ında bu mesele üzerinde çok bahseder... İkisini buraya aldım zaten... Ve diğerleri... Bu anlamda 'Şeyhim bilir!' ifadesini yanlış yorumlamamak gerekir... Çünkü hakiki anlamda bir şeyh de bağlı bulunduğu mezhep dışında bir şey söylemez... Sahtelerini de gerçeklerinden ayırmak gerekir bu anlamda...

     

    İçtihat kapısı açıktır, ama günümüzde veya hak mezheplerden sonraki dönemlerde bu ehliyette birisi çıkmadı, çıkması da mümkün gözükmemektedir. Ama bir mezhebe bağlı kalarak o mezhep içerisinde bir takım farklı görüşler çıkmıştır, olabiilir. Bu farklılık asıl üzerinde değildir.

     

    Yukarıya aldığım paylaşılar tam da meselenin merkezini kuşatır. Tam meselenin içindiyim yani:))


  9. İmama Rabani'nin 'Mebde ve Mead'ından bir bölümü aşağıya aldım. Namazda kıraat ve Hadis'den yola çıkarak mezheplere nasıl yaklaşılacağını net ifadelerle anlatıyor İmam Rabbani.

     

    ''Namazda kıraat farzdır ve hadis-i şerifte (Fatihasız namaz olmaz) buyuruluyor. Neden Hanefilerin, hakiki kıraati [cemaatin hepsinin okumasını] bırakıp, kıraati hükmiye [İmamın okuyup, cemaatin susmasına] karar vermelerinin sebebini tam anlayamadım.

     

    İmam arkasında sükut etmeye dair açık bir delil bulamadım. Buna rağmen, mezhebime uyarak imam arkasında Fatiha okumadım. Çünkü, delili zayıf diye, mezhebimin hükmü ile amel etmemenin ilhad olduğunu biliyordum. Mezhepsiz olmamak için Hanefi mezhebinin hükmüne uyarak imam arkasında Fatiha okumadım. Nihayet Allahü teâlâ, mezhebe uymanın bereketi ile, Hanefi mezhebinde imama uyan cemaatin kıraati terk etmelerindeki hakikati izhar eyledi. İmam, sanki cemaatin dilinden okuyor. Bu şuna benzer: Bir köy halkı, köyün ortak bir meselesi için, köylünün tamamı kaymakama gitmez. Birkaç kişilik bir heyet seçerler. Bu heyetin hep bir ağızdan meseleyi anlatmaları da doğru olmaz. İçlerinden birini, temsilci seçerler. Temsilci, istekler aynı olduğu için, hepsinin dili ile ihtiyaçlarını arz eder. Kendilerine temsilci kabul ettikleri bu kimse, onların adına konuşur. Seçilen bu temsilcinin hepsinin adına ihtiyaçlarını arz etmesi şeklinde olan, cemaatin hükmi konuşması, onların hakiki konuşmalarından daha iyidir. İmam ile cemaatin hâli de böyledir. ''


  10. Aşağıya İmamı Rabani Mektubat'ından 312. mektubu aldım. Namazda işaret parmağı ile ilgili bir soruya Rabbani hz'lerinin verdiğ cevap içerisinde, Hadislere uymayan içtihatların veya uymuyor gibi görülen içtihatların nasıl değerlendirileceğini çok net bir şekilde açıklıyor.
    ''Süâl:
    Hanefî mezhebinde olan bir müslüman, namazda otururken, parmağı ile işaret eder mi?
    Cevâb:
    Yavrum! Şehâdet parmağı ile işaret etmenin câiz olduğunu bildiren hadis-i şerifler çoktur. Hanefî mezhebindeki âlimlerin bir kısmı da, böyle söylemiştir. Hanefî mezhebindeki kitaplar, çok dikkatle okunursa, parmak kaldırmanın câiz olduğunu bildiren haberler,
    (Üsûl bilgileri)
    değildir. Mezhebin
    (Zâhir haberleri)
    değildir. İmâm-ı Muhammed Şeybânî, (Peygamberimiz mubârek parmağı ile, işaret ederdi. Biz de, Onun gibi, parmağımızı kaldırır ve indiririz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe de böyle söyledi) diyor ise de, imam-ı Muhammedin böyle dediği,
    (Nevâdir)
    haberlerindendir.
    (Üsûl)
    haberlerinden değildir.
    (Fetâvâ-i garâib)
    de diyor ki,
    (Muhît)
    kitabında, (Sağ elin şehâdet parmağı ile işaret edileceğini imam-ı Muhammed
    (Üsûl)
    kitaplarında bildirmedi. Sonra gelen âlimler de, başka başka söyledi. İşâret edilmez diyenler oldu, işaret edilir diyenler de oldu. İmâm-ı Muhammed, Üsûl kitaplarından başka kitaplarında, Peygamber işaret ederdi diyor ve İmâm-ı a'zam da bunu haber verdi buyuruyor. İşâret etmek sünnettir denildiği gibi, müstehabdır diyenler de vardır) diyor. Fetâvâ-i garâibde bundan sonra diyor ki, doğrusu, işaret etmek haramdır.
    (Fetâvâ-i Sirâciyye)
    de [Ali Ûşî ] diyor ki, (Namazda eşhedü en lâ... derken, şehâdet parmağı ile işaret mekruhtur.
    (Kübrâ)
    kitabı da, böyle diyor. Âlimler bunu beğeniyor. Fetvâ da böyle verilmiştir. Çünki, namazda hareketsiz, vekarlı olmak lâzımdır).
    (Gıyâsiyye)
    fetvâ kitabında, [Dâvüd bin Yûsüf ] diyor ki, (Otururken şehâdet parmağı ile işaret edilmez. Fetvâ böyledir. Muhtâr olan, beğenilen de budur).
    Muhammed Kuhistânî ,
    (Câmi'ürrümûz)
    kitabında diyor ki, (İşâret edilmez ve parmak bükülmez. Mezhebin üsûl bilgilerine göre böyledir. Zâhidînin kitabında da böyledir. Fetvâ da böyle verilmiştir.
    (Mudmerât), (Velvaliciyye), (Hülâsa)
    ve daha başka kitaplarda da böyle yazılıdır. Büyüklerimiz, parmak ile işaret etmenin sünnet olduğunu da bildirmektedir).
    Hazîne-tür-rivâyât kitabında,
    (Tatârhâniyye)
    kitabından alarak diyor ki, (Teşehhüdde otururken, lâ ilâhe illallah derken, sağ el şehâdet parmağı ile işaret eder mi? İmâm-ı Muhammed bunu, üsûl haberlerinde bildirmedi. Sonra gelenler, başka başka söyledi. Bir kısm âlimler, işaret edilmez dedi.
    (Kübrâ)
    da böyle yazıyor. Fetvâ da böyledir. Bir kısmı ise, işaret edilir dedi).
    Görülüyor ki, işaret etmenin haram olduğunu söyliyen âlimler vardır. Mekruh olduğunu bildiren fetvâlar mevcûddur. İşâret edilmez, üsûl haberleri böyledir diyenler çoktur. O hâlde, bizim gibi mukallidlerin, hadis-i şerif vardır diyerek, işaret etmeğe kalkışmamız ve böylece, birçok müctehidlerin fetvâları ile haram veya mekruh ve yasak olduğu bildirilen bir işi yapmamız doğru olmaz. Yasak olduğunu bildiren fetvâlar karşısında, hanefî mezhebindeki bir kimsenin, parmakla işaret etmesi, iki fikri gösterir: 1- İctihâd derecesinde, yüksek olan bu din âlimlerinin işaret edileceğini bildiren, meşhûr hadislerden haberleri yok imiş demek olur. 2- Yâhud, hadis-i şerifleri işitmişler, fakat, bu hadislere uymamışlar. Kendi kafaları, düşünceleri ile hareket etmişler demek olur. Bu fikrlerin ikisi de, çok bozuktur. Böyle sanmak için, pek bayağı veya çok inatçı olmak gerektir:
    (Tergîb-üs-salât)
    kitabındaki, (Eski âlimler, namazda şehâdet parmağı ile işaret ederdi. Sonraları, şî'îler, bu işte taşkınlık yaptığından, sonra gelen hanefî âlimleri, işaret etmeği, Ehl-i sünnete yasak etti. Böylece, sünnîler, şî'îlerden ayırd edilmiş oldu) sözü de, kıymetli kitaplardaki haberlere uygun değildir. Çünki, âlimlerimizin
    (Zâhir üsûlü),
    işaret etmemeği ve parmağı bükmemeği bildiriyor. Yâni, eski âlimler işaret edilmez buyurmuştur. O hâlde, bu işin şî'îlikle bir ilgisi yoktur. İşâret edilmiyeceğini bildiren din büyüklerine karşı, edeb ve saygımızı takınarak, bize düşen söz şöyle olmalıdır: (Bu büyükler, işaret etmenin haram ve mekruh olacağına bir delîl, vesika elde etmeselerdi, haram veya mekruh demezlerdi. İşâret etmenin sünnet ve müstehab olduğunu bildiren haberleri söyledikten sonra, (Böyle demişler ise de, doğrusu işaretin haram olduğudur) buyurmazlardı. Demek ki, bu din büyükleri, işaretin sünnet ve müstehab olduğunu gösteren haberlerin değil, belki yasak olduğunu gösteren vesikaların doğru olduğunu anlamışlardır). Sözün kısası, bizim gibi câhillerin, birkaç hadis-i şerif işitmemiz, delîl ve senet olamaz. Din büyüklerinin sözlerini red etmemize sebeb olamaz. Eğer, (Biz şimdi, onların anladıklarının yanlış olduğunu gösteren bilgileri ele geçirmiş bulunuyoruz) denirse, bizim gibi mukallidlerin bilgisi, bir şeyin helâl veya haram olmasına vesika olamaz. Birşeyin helâl veya haram olması için, müctehidin zannetmesi lâzımdır. Müctehidlerin sözlerini, senetlerini örümcek yuvasından daha çürük sanmak, büyük atılganlık olur. Kendi bilgisini, din büyüklerinin bilgilerinden üstün tutmak ve Hanefî mezhebinin
    (Üsûl haberleri)
    ne bozuk, çürük demek ve âlimlerin, fetvâ vermek için dayandıkları kıymetli haberi hiçe saymak ve bu haberlere yanlış demek, dîn-i islâmda büyük bir yara, gedik açmak olur. İslâmın büyük âlimleri, Resûlullahın parlak zamanına yakın oldukları için ve ilimleri, sonra gelenlerin bilgilerinden katkat çok olduğu ve haramdan, günâhlardan sakınmaları, Allahü teâlâdan korkmaları, son derece fazla olduğu için, hadis-i şerifleri, bizim gibi, din bilgilerinden haberi olmıyan, işittiği birkaç sözü ilim sanan, boş câhillerden, elbette daha iyi tanır ve anlarlardı. Doğrusunu, iğrisini, değişmiş olanını, değiştirilmemiş olanlarını, bizden daha iyi ayırd ederlerdi. Bu hadis-i şeriflere uymamak lâzım olduğunu bildirmelerinin, elbette bir sebebi, dayandıkları kuvvetli vesikaları mevcûddur. Bilgisi ve görüşü onlardan az olan bizler, şu kadar anlıyoruz ki, işaretin ve parmağı bükmenin nasıl olacağını bildiren çeşidli hadis-i şerifler vardır ve birbirlerine uymamaktadırlar. Bu çeşidli haberlerin birbirlerine uymaması, işaretin yapılması için, kesin birşey söylemeği güçleştirmiştir. Bazı haberler, parmakları yumruk hâline bükmeden işaret edileceğini, bazıları bükerek edileceğini bildirmektedir. İşâretin, parmakları bükerek yapılacağını bildirenlerden bir kısmı, parmaklar [
    (Halebî-i Sagîr)
    kitabında, parmak işaretleri ile sayıları göstermek için kullanılan şeklleri açıkça anlattığı üzere] elliüç rakamı şeklinde, bazıları da yirmiüç rakamı şeklinde büker diye bildirmektedirler. Bazı haberler, sağ iki küçük parmağı kapayıp ve baş parmağı orta parmakla halka yapıp, şehâdet parmağı ile işaret edilir diyor. Bir habere göre, yalnız baş parmak, orta parmağın üzerine koyup işaret edilir. Başka bir haberde, sağ eli, sol el ve bileği, bilek üzerine ve kolu, kol üzerine koyup, işaret edileceği bildiriliyor. Bazı haberlerde, bütün parmakları kapatarak işaret olunması, bazılarında ise, şehâdet parmağı kımıldatılmadan işaret edilmesi buyurulmaktadır. Bunlardan başka, tehıyyâtta işaret olur diyip yeri kesin bildirilmemekte, bazı haberlerde, şehâdet kelimesi okunurken işaret olunur denilmektedir. Bazı rivayetlerde ise, otururken düâ zamanında, (Ey Kalbleri istediği gibi çeviren Allahım! Benim kalbimi, kendi dînin üzerinde bulundur!) denir ve bunu söylerken, parmakla işaret olunur buyurulmuştur.
    Hanefî mezhebinin âlimleri, işaret için bildirilen hadis-i şeriflerin çok ve başka başka olduğunu görünce, namaz hakkındaki kesin ve açık emrlere uygun olmıyan, fazla bir hareketin yapılmamasını söylediler. Çünki namazda esas, fazla hareketten sakınmak ve olgun bir şekilde bulunmaktır. Bundan başka, bütün âlimler, sözbirliği ile haber vermiştir ki, parmakları, gücü yettiği kadar, kıbleye karşı bulundurmak sünnettir.
    (Namazda, her uzvunu, gücün yettiği kadar, kıbleye karşı bulundur!)
    hadis-i şerifi, bunu açıkça emr etmektedir.
    Eğer sorulursa: (Hadis-i şeriflerin, başka başka bildirilmesi, ancak araları birleştirilemediği zaman, işi güçleştirir. Hâlbuki, işareti bildiren hadis-i şeriflerden müşterek bir emr çıkarılabilir. Çünki, çeşidli hadis-i şerifler, başka başka zamanlarda duyulup, haber verilmiş olabilir). Cevâb olarak deriz ki, haberlerin çoğunda (kâne=idi) kelimesi vardır ki, bu kelime mantıktan başka ilimlerde (kül=hep) manâsınadır. Bunun için, bu çeşidli haberler birleştirilemez.
    İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, (Sözüme uymıyan hadis-i şerif öğrenirseniz, benim sözümü bırakıp, hadis-i şerife uyunuz!) buyurdu ise de, bu sözü, kendi işitmemiş olduğu hadis-i şerifler içindir. İşitmemiş olduğum bir hadis-i şerife uymıyan sözümü bırakın demiştir. Hâlbuki, işaret hakkındaki hadis-i şerifler, böyle olmayıp, meşhûr olmuş, yayılmıştır. İmâm-ı a'zam bunları, belki duymamıştır denilemez.
    (Hanefî âlimleri arasında, işaret edilir diyenler, böyle fetvâ verenler de vardır. Birbirine uymıyan fetvâlardan, herhangi birine uyulursa câiz olmaz mı?) denirse:
    Cevâb olarak deriz ki, fetvâların uymaması, (Câizdir, câiz değildir veya helâldır, haramdır) şeklinde olduğu zaman, câiz değildir veya haramdır diyen fetvâlara uymak esasdır.
    İbni Hümâm diyor ki, (Parmağı kaldırmak ve kaldırmamakta, birbirine uymıyan hadis-i şeriflerin çokluğu karşısında, namazda hareketsiz olmak lâzım geldiği için, biz parmak oynatmamağı bildiren hadis-i şeriflere uymalıyız!) İbni Hümâma ne kadar şaşılsa azdır. Kitabında, (Âlimlerden birçoğu, işaret edilmez dedi ki, bu sözleri, hadis-i şeriflere ve akla uygun değildir!) diyerek, ictihâd derecesindeki büyük islâm âlimlerini câhil ve ahmak yapmaktadır. Mezhebin zâhirine ve üsûl haberlerine göre, ictihâd ve kıyâs, edille-i şer'ıyyenin dördüncüsüdür. İctihâda nasıl dil uzatılabilir? Bu zat, birbirine uymıyan rivayetlerin çokluğu karşısında, temiz sular kısmındaki,
    (Kulleteyn)
    hadis-i şerifinin de, hadis-i da'îf olduğunu söylemektedir.
    Akllı, olgun oğlum Muhammed Sa'îd, parmakla işaret üzerinde bir risâle yazmaktadır. Temâm olunca, bir sûretini inşâallah gönderirim. ''

  11.  

    Açıklık getirilecek birşey göremedim Gönüldaş, herhalde bir yanlışlık oldu. Devamı falan mı yok alıntının?

     

    Muhammed el Gazali derken, 'ihya' sahibi İmam Gazali'den mi bahsediliyor? Muhammed Ebu Zehra derken, 'Mezhepler Tarihi' kitabının sahibi kişi mi söz konusu olan? Eğer böyleyse yukarıdaki alıntıyı gerçekten anlamadım! İmam Gazali Muhammed ebu Zehra'nın öğrencisi mi? Bu mevzuuyu ya ben anlamadım, yada ortada bir yanlışlık var...


  12. Siyasi yazılarını beğenerek okuduğum Yener Dömez'in yazısını değerlendirirken, yazısının ana fikrine dayanak olarak gösterdiği 'Ayet'in çok farklı bir vakayı anlattığını tefsirlerle ortaya koymaya çalıştım... Tabı bu yazıyı yazanın niyeti, yazıdan bizim anladığımız manayı değil de başka bir manayı gündeme getirmek olabilir... Günahkar müslümanları uyarmak adına... Ama burada 'imansız müslümanlar' ibaresinin yazı içerisinde belki de haddini aşarak çok sorunlu bir yerde durduğunu belirtmek istedim...

    Mesela zor şartlar altında namazını kılan bir birey rahata kavuşunca namazında gevşeklik göstermsini 'imansız müslüman' sınıfına koymak, müslümanların büyük çoğunluğunu imansız yapmak olur ki, bu çok vahim bir durum olur...

     

    Bu arada namaz ve diğer ameli ibadetleri önemsiz gördüğümüz anlaşılmasın. Ama amel ile iman arasındaki ince çizgiyi de kaçırmamak gerekir. Pek çok günahı olan bir insan ile günahı çok daha az olan bir insan arasındaki iman farkı, değer yönünden dir. Yoksa imanı amele bağlarsak bu iki insan arasında iman yönünde bir fark kalmaz, ikiside imansız olur o zaman. Ki gerçekte ikisi de imanlıdır, birinin imanı diğerinden daha parlaktır... Burada gerek ayetlerde geçen 'imanın artması' tabir ve gerekse fıkıh alimlerinin açıklamalarında geçen 'imanın artması' tabirlerini, imanın parlaklık yönünden artıp eksilmesi olarak anlamak gerekir...

     

    Yoksa yazarın dile getirdiği müslümanlar hakkında yazdıklarına sonuna kadar katılırım ama yazının her yerinden 'imansız müslümanlar' ifadesini kazıyıp çıkarmak şartıyla...

     

    Bu arada imansız müslümanlar(!) cehenneme ebedi olarak gidelerken, iman sahipleri ise günahları yüzünden cehenneme giderlerse de orada kalıcı değillerdir. Lakin cehennemin kafirler için bile ebedi olmadığını söyleyen bozuk fırkalar var ama, orası bizi ilgilendirmez:)


  13. Yener Dönmez bir kitaptan da faydalanarak yazısını yazmış. Ama bana biraz sorunlu gibi geldi bu yazsı, ne bileyim belki yazıyı ben kavrayamadım…

    Söz konusu yazıdan aşağıya aldığım alıntılarla, yine aynı yazıda belirtilen Hucurat süresindeki bir ayet uyuşmuyor. Yani yazarın burada konu ettiği hadise ile Hucurat süresindeki o ayet çok farklı şeylerden bahseder…

    ‘’Müslümanlığın sadece taraftarlığını yapan, başörtüsünü, din ve inanç özgürlüğünü savunan, İslamiyet'le ilgili bir hakaret olduğunda buna cevaplar veren; ama amele yönelik İslamiyet'in ibadet yönünü hayatına geçirmeyen bir İmansız Müslüman sınıfı sözkonusu olan.’’

    ‘’28 Şubat'ta ezildiği ve hor görüldüğü ortamda namazını aksatmayan pek çok ismin; şimdi yüksek ücretler, makamlar ve mevkiler içinde rahatta olduklarını ama namaz kılmadıklarını görüyoruz.

     

    İşte bunlar mümin sınıfından "İmansız Müslüman" sınıfına gerilemiş olanlardır.’’

    Evet, yazıda geçen bazı ifadeler böyle zira bu ifadeler yazının ana fikrini de verir aslında... Bu ana fikri bir ayet ile meşru bir zemine uturtmak isteyen yazarın gösterdiği ayet ise şöyle:

    "Bedeviler 'Biz imana erdik' derler. Deki: 'Siz (daha) imana ermediniz, teslim olduk demeniz daha doğrudur. Çünkü iman henüz kalplerinize girmiş değil."

    Şimdi Bu ayetin Elmalı Hamdi Yazır’ın Tefsirinde nasıl ele alındığını görelim:

    ‘’ Şimdi müslüman olup da henüz imanın bu yüksek zevkine erecek kadar terbiye almamış olanlara bu temizliği vermek ve hakka özen ile talim ve terbiye esnasında ayıplama ve gıybet hükmü cari olmayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki: O a'rabiler inandık, dediler. Medine civarında Beni Esed İbn-i Huzeyme kabilesi ganimet hevesiyle müslümanlığa girmişlerdi, rivayet olunduğuna göre bir kıtlık senesi Medine'ye gelmişler ve iki kelime-i şehadeti söylemişlerdi. Peygamber'e karşı: "Biz filan oğulları ve filan oğulları gibi sana savaş açmadık, ağırlık ve ailelerimizle geldik." diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını peygambere bağışlatmak istiyorlardı, bu indi. De ki: Siz iman etmediniz. Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi ile güven ve inançla kesin bir şekilde tasdik olması gerekir. Bu ise anlatılacağı üzere henüz ortaya çıkmadı, yoksa müslüman olduk diye peygamberi minnettar etmeye kalkışılmazdı. Ve fakat henüz iman kalplerinize girmemiş olduğu halde İslâm'a geldik, deyin, yani müslümanlığa karar verdik, sulha girdik deyin, böyle derseniz yalan söylememiş olursunuz. Çünkü harbin zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak mânâsına İslâm, savaşı terkedip de görünüşte karar vermekle oluşabilir. Halbuki kalpte sağlam tasdik olmadan iman ettik demek yalan olur. Burada sözün gelişi "iman ettik", demeyin ve fakat "İslâm olduk" deyin, veya "siz iman etmediniz ve fakat İslâm'a girdiniz" denilmektir.’’

    Tefsirden bir kısmını buraya aldım, isteyen tamamına bakabilir.

    Şimdi de Ömer Nasuhi’nin tefsirine bakalım:

    ‘’(Bedevi'ler) Badiyelerde = çöllerde, ovalarda oturan kimseler (dedi kî:Biz imân ettik) Ey Peygamberlerin sonuncusu!. Biz senin peygamberliğini, tebliğ ettiğin hükümleri tasdik eyledik, biz de müminlerden bulunmaktayız. Halbuki: Onlar, pek kuvvetli ve kalben kendilerini tatmin edici bir imâna sahip bulunmuyorlardı. Binaenaleyh Cenab-ı Hak da Yüce Peygamberine emrediyor ki: Resulüm!. Onlara (de ki: Siz imân etmediniz) gerektirdiği şekilde imân şerefine sahip bulunmadınız (velâkin deyiniz ki: Biz İslâm'a girdik) yâni: Ey Peygamber!. Sana itaat ettik karşılıklı barışa girdik, seninle muharebeyi terkettik. işte sizin vaziyetiniz bundan ibarettir (ve henüz imân sizin kalblerinizin içine girmiş değildir) tam bir bilgi, bir kalbi kanaat, bir ruhi bağlılık sizde meydana gelmiş bulunmuyor yalnız dille yapılan bir imân iddiası, bu hususta kâfi değildir, (ve eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz) tam bir samimiyetle dindar olarak münafıklığı, gösterişi ve dini kabulünüzden dolayı başa kakmayı terk eylerseniz, o vakit hakiki, samimi mümin olmuş olursunuz, Allah bilir ya sonradan hepsi veya çoğu öyle hakiki birer mümin olmuşlardır. Artık Allah Teâlâ (sizin amellerinizden hiçbir şeyi, sizin için noksan kılmaz) bütün yaptığınız ibâdetler, vazifeler, samimiyete, güzel itikada dayanmış olacağı için onlardan dolayı kat kat mükâfatlara erişirsiniz, (şüphe yok ki, Allah) Teâlâ (gafurdur) müminlerden insanlık hâli çıkan bir nice kusurları affeder ve bağışlar ve o kerem sahibi Yaratıcı (rahimdir) kullarına merhameti pek çoktur. Tevbe edenlere artık azab etmez, bilâkis onlara büyük sevablar, mükâfatlar ihsan buyurur.
    Ebussuud tefsirine göre bu âyet-i kerime, Esad Oğulları kabilesinden bâzı şahıslar hakkında nazil olmuştur. Onlar bir kıtlık senesinde Medine-i Münevvere'ye gelmişler, kelime-i şahadeti söylemişlerdi, Resül-i Ekrem'e hitaben: Biz sana ağırlıklarımızla, ailelerimizle geldik, sana karşı savaşta bulunmadık demişler, böyle bir nevi yaptıklarını başa kakarak Hz. Peygamberden sadaka almak arzusunda bulunmuşlardır.’’
    Evet, bana göre yazının ana fikri ile bu ana fikri meşrulaştırmak için verilen Ayet farklı şeyler. Burada kararı size bırakıyorum…
    İman ile amel meselsine gelirsek…
    İman ile amel bir değildir… Yani iman eden bir insan, olur ya bir günah işlediğinde ki, bu büyük günahlardan da olabilir, imansız olmaz, günahkar olur… Bu durumda da imanının parlaklığında bir azalma olur… Amellere bağlı olarak imanda parlaklık veya solukluk olur ama, imanın ortadan kalkması diye bir şey olmaz…
    İman kalb ile olur, söz ile dile getirilir. Böyle bir kişi iman sahibi bir Müslüman olur… Günahkar olur veya olmaz p ayrı bir durum…
    Amel imandan bir parça değildir, diyelim…
    İmanın azalması eksilmesi meselesi…
    İmanın azalması eksilmesi değil de imanın değeri ile ilgili parlaklığının artması-azalması diyelim, daha doğru olur… İman azalmaz eksilmez ama değerinde bir faklılaşma olabilir. Bu değer faklılaşmasının da amellerle alakalı bir yönü vardır. Ama burada amelde bir eksiklik imanı yok eder anlamı çıkarılmamalı.
    Bir bardak düşünün ve içinde tertemiz bir su var… Suyu bir an için iman gibi düşünelim… Bu durumda suyun miktarında artma eksilme gibi durum iman için geçerli değil… Bu anlamda bir artma eksilmeden bahsetmiyoruz… Fakat suyun temizliği mevzuunda bir derece farkı olabilir… Herhangi bir durumdan suyun berraklığı azalabilir, artabilir ama suyun miktarında bir değişme olmaz… Benim anladığım ve kabul ettiğim iman bu.
    İman ve İslam meselesinde de, İman ve İslamı kelime anlamı ile lırsak başka, mana anlamı ile alırsak başkadır… Mesela yukarıdaki tefsirlerde bu iki kavram kelime anlamları ile alınmış ve İman etmedikleri, İslama girdikleri denmiştir… Burada bu kelimelerin sözlük anlamına bakılırsa daha iyi anlaşılır… Bazı ayet ve hadislerde ise bu iki kavram mana itibari ile alınmıştır… Benim bu mevzuda Necip Fazıl’ın şu Şiiri aklıma gelir:

     

    ‘’ Yanlızlık bir fenerse,

    Ben de içindeki mum,

    Onu, billur bir kase

    Doldurur nurum!’’

    Üstad bu şiiri ile başka bir şeyden bahsediyor belki ama benim aklıma iman İslam ikilisi geliyor işte... Mum İman, Fenerse İslam...

    Bu arada yazıda da geçiyor, Teymiyye’den bir söz...

    İbn-i Teymiyye, "İman kalbin fiilidir" der.

    İman amel mevzuunda da bu sözü nereye koyacağız, bu söze ne anlam vereceğiz? Ona da bakmak gerek...

     


  14. İmansız Müslümanlar İslamsız Müminler

    Para, koltuk, imkanlar, rahat, tehdit algısından kurtulma...

     

    Bu saydıklarıma merhale merhale kavuşan Müminlerin bir kısmında içten içe baş gösteren çözülme ve çürüme, İslam Alimlerini "İmansız Müslümanlar" konusunu daha derinden araştırmaya itmiş görünüyor.

     

    Bugüne dek yüksek baskı ortamı ve Müminlerin merkezde değil çevrede bulunmaları nedeniyle bu konu -İslam literatürünün içinde olsa da- pek konuşulmadı. (İttihatçılara İslamsız Mümin diyen İslam alimleri dönemi hariç)

     

    İslamcıların İslami pratiğinin olmaması, konuşulan ama pek de yazılmamış bir alandı bugüne dek.

     

    Son yıllarda özellikle Türkiye bazlı değişen şartlar nedeniyle fakihlerin üzerinde ciddiyetle durduğu bir konu bu.

     

    El Kaide üzerindeki tartışmada Ezher'de bu son derece derin biçimde masaya yatırıldı.

     

    Uluslararası alanda da ciddi araştırmalara konu oldu.

     

    El Kaide üyelerinin dini yaşantılarının olmayışına ilişkin Olivier Roy, bunları 70'lerin anarşist gruplarıyla benzeştirdi ve İslam'ın sadece bu insanları sistem karşıtlığında birleştirdiğini savundu: "İslam sadece bir ideolojidir, imana göre hayat ikincil bir konudur..."

     

    Türkiye'deki İslamcıların ise, sadece adlarının "İslamcı" kalıp, kendilerinin sekülerleşmesiyle ilgili olarak Cihan Tugal'ın Pasif Devrim adlı kitabında ilginç tespitler var.

     

    Pek çok yönden eleştirilebilecek kitap, özellikle Müslümanların kapitalistleşmesi ve sekülerleşmesi üzerinde duruyor.

     

    Kapitalizm tarafından absorbe edilmiş Seküler Müslümanlar, sermayenin pasif devrimidir.

     

    Müslümanlığın sadece taraftarlığını yapan, başörtüsünü, din ve inanç özgürlüğünü savunan, İslamiyet'le ilgili bir hakaret olduğunda buna cevaplar veren; ama amele yönelik İslamiyet'in ibadet yönünü hayatına geçirmeyen bir İmansız Müslüman sınıfı sözkonusu olan.

     

    İbn-i Teymiyye, "İman kalbin fiilidir" der.

     

    Bütün peygamberler "Allah'a, Ahiret gününe iman ve salih amel" üzerinde durdular.

     

    İmansız Müslümanlar ise imansız teslim olanlar sınıfına girerler.

     

    Hucurat Suresi'nde "Bedeviler 'Biz imana erdik' derler. Deki: 'Siz (daha) imana ermediniz, teslim olduk demeniz daha doğrudur. Çünkü iman henüz kalplerinize girmiş değil."

     

    Teslim olmayla iman etmiş olma arasındaki fark çok önemli.

     

    Kalbe girmiş bir imanın göstergesi ameldir zira.

     

    Allah'a kalben inanmış birinin namaz kılmaması mümkün görülmez.

     

    Ahiret'te kurtuluş için iman ile salih amel beraberliği İman-İslam beraberliği olarak görülür ve şart statüsündedir.

     

    İmansız Müslümanların olduğu bu nedenle ittifaken kabul edilen bir görüştür.

     

    Günümüzde kendilerini "Seküler Müslüman" olarak tanıtanlar ise ayrı bir kategoridir.

     

    Pazarları kiliseye gitmeyenlere Seküler Hıristiyan denmesiyle başlayan bu tanımlama günümüzde İslamiyet'e uygulanmıştır.

     

    Bu tabir siyaset bilimi açısından kullanılır.

     

    Lakin, İslamiyet'in içinde herhangi bir yere oturmaz.

     

    Zira İslamiyet, günümüzün Hıristiyanlığından tamamen farklıdır.

     

    Kur'an'ı süsleyip duvara asmanız Rab katında bir şey ifade etmeyeceği gibi, süslü cümlelerle "Seküler Müslüman" olmak da bir şey ifade etmez.

     

    Tek ifade ettiği şey ise 28 Şubat'ın başarılı olduğudur.

     

    28 Şubat'ta ezildiği ve hor görüldüğü ortamda namazını aksatmayan pek çok ismin; şimdi yüksek ücretler, makamlar ve mevkiler içinde rahatta olduklarını ama namaz kılmadıklarını görüyoruz.

     

    İşte bunlar mümin sınıfından "İmansız Müslüman" sınıfına gerilemiş olanlardır.

     

    Genel Müdür, Genel Yayın Yönetmeni, Ankara Temsilcisi, Milletvekili, Vali, Emniyet Müdürü olmanız önemli değildir.

     

    Namaz kılmanız önemlidir.

     

    İman ve salih amel...

     

    Dünya onların, ahiret bizim olmalıdır.

     

    Ezilmiş, hak ettiği makam verilmemiş ama imanından ve ibadetinden zerre kadar taviz vermeyen bir memur, alnı secdeyi unutmuş bir genel müdürden evladır.

     

    Dolayısıyla dün İslamcı olup bugün twitterdan rakı içtiğini reklam edip yeni mahallelerine yaranmaya çalışanlar Hucurat Suresi'nin 14. ayetinin muhatabıdır.( Yener Dönmez)

     

    Yazılarını ilgi ile okuduğum yazar Yener Dönmez, buraya da aldığım yazısında ilginç kavramlarla anlatmış mevzuuyu... 'İmansız müslüman' gibi...

     

    'İman ve salih amel' arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirisiniz? Mesela salih amel yönünde eksikleri olan veya salih amel yönünden gaflet içerisinde bulunan bir müslüman için 'imansız müslüman' kavramı kullanılabirlir mi? Bir insana 'imansız' dendikten sonra o kişiye 'müslüman' denir mi? Bir müslüman ne yaparsa, imansız olur, imanını yitirir? Günahlarla imanın eksilmesi azalması, parlaklığının azalması artması olur ama imansızlık olur mu?

     

    Kimbilir, belki de yazılanları ben yanlış anladım, olabilir...

    • Like 1

  15. Selmabey, en son yazdığınız ifadelerinizde şahsıma karşı yapılan hakaretlerden başka bir şey görmüyorum...

     

    Ben fikirlerimi ortaya koydum, şu yukarıda yazdıklarınızda herhangi bir fikir olmadığı için herhangi bir cevap vermeye gerek duymuyorum. Fikir minderine geri dönerseniz, tartışmamız fikri sahada sürebilir...

     

    Çok güzel, alımlı bir elma idiniz, ben sizi ortadan ikiye böldüm... Şu anda bütün şubelerinizle, içinizle ve dışınızla karşımızdasınız.

     

    İkinci oldu, cevap yazmayacağınızı daha önce de yazmıştınız. Tekrar yazmanıza gerek yoktu zira herhangi bir geçerliliği yok bu ifadenizin...

     

    Siz en iyisi 'peki' deyip gidin...


  16. :) He he he? Cevap ver hadi he? Bekliyorum hadi he? Allah Allah ya :D Yahu ben hangi fikrimi saklamışım ki :) Allah selamet versin. Kusuruma bakmayın ben sizi biraz büyütmüşüm zihnimde. Bütün bu sorduklarınıza ben burda cevap versem konu nereye gider ve açtığınız başlığın ne mantığı kalır ki? :) Peki cevap vereceğim ama bir daha soru istemiyorum. Hakkaten istemiyorum ama çünkü çok kenara sıkıştım.

     

    Bismillah...

     

    1 - Bana sabrettiğinizden ötürü size teşekkür ediyorum.

     

    2 - Eğer bir grup ya da şahıs kendi zayıflarını örtmek için ölmüş bir alimi hedef tahtası yaparsa bence lahım çukurundan farksız bir zihni vardır.

     

    3 - İbn Teymiyye tartışmasına çekilmem beni hiç rahatsız etmedi aslında hatta neden rahatsız etmesi gerektiğini anlamadım. Ben İbn Teymiyye'yi çok değerli bir alim olarak görüyorum. Onun bütün hataları içtihadidir ve aslında temelinde ayet ve hadislere sadece zahiren yaklaşmasıdır. Köküne kadar batını yaklaşıp "Allah cebimde" -haşa- diyenlere göre çok masum bence... Rahmetullahi Aleyh...

     

    4 - İmam Gazzali hakkında herkesin dediği gibi Hüccetü'l-İslam derim. Benim mezheb imamlarından biridir. İhya'sı ve Kimya'sı beni çok değiştirmiş birçok muhasebeme vesile olmuştur. (Herşeyi İbn Teymiyye'ye bağlayayım da bir daha soru gelmesin.) Bu söylediğimi en katı vahhabi alimi bile söyler bizzat şahit oldum. İbn Teymiyye onun hadis sahasındaki zayıflığından ötürü yalnızca hadisle ilgili meselelere ve bazı aşırı nefs terbiyesi usüllerine itiraz etmiştir. Yoksa Gazzalinin şahsına herhangi birşey dediğini ben bilmiyorum, Allahu Alem... İmam Gazzalinin biyografisini okuyanlar da bilir ki İhyadaki uydurma yada zayıf hadislerin birçoğu Ebu Talib el-Mekki'den nakildir aslında. Gazzali bu hadisleri tehkik etmemiştir ve bunu kendisi söyler hatta "benim hadisim zayıftır" der. Tabi bu zayıflık olsa olsa Buhari, Müslim, Davud ez-Zahiri vs alimlere göre zayıflıktır bana göre değil :) Bu sebepten ötürü ömrünün son iki senesi çok ciddi bir hadis tahsiline girmiş ancak ömrü yetmemiştir. Rahmetullahi Aleyh...

     

    5 - Peki nasıl oluyor da ben hem İbn Teymiyyeyi hem de Gazzali Hazretlerini aynı anda sevebiliyorum? İmam Buhari (aslında Ehl-i Hadis'in çoğu) ve İmam Ebu Hanife'yi nasıl birlikte sevdiysem öyle. (Kusuruma bakmayın ama burada her meseleyi anlatmaya zamanım yok azçok araştır bulursun.) Malumunuz -herhalde- ki İmam Ebu Hanife Hazretleri zamanında dahi ehl-i hadis tarafından çok kara bir propoganda yapılıyordu kendisine. En başta İmam Buhari kendisine mürcie falan demiştir ancak biz ne diyoruz? İmam Buhari yanılmıştır çünkü bizzat Maliki-Şafii-Hanbeli fakihleri olaya müdahil olup İmam Ebu Hanifeyi haklı çıkarmıştır.

     

    6 - İbn Arabiye gelelim. Ben zahiri bir yaklaşımı benimsiyorum. İbn Arabinin vahdetül vucudunu da reddediyorum. Bununla ilgili en yumuşak reddiyeyi İmam Rabbani yazmıştır. En sertini de İbn Teymiyye. Neden çünkü İbn Arabi kendi kitabında velilik makamının peygamberlik makamından sütün olduğunu hatta Allah cc ile ilgili çok aşırıya kaçan şathiyelerinin olduğunu İbn Teymiyye farketmiş ve reddiyeler yazmış. Evet İbn Teymiyye Cüneyd Bağdadi ve İbrahim Ethemi gerçek birer Mutasavvıf gösterirken İbn Arabiyi tekfir etmiştir. Benim fikrimse şudur: Ben İbn Arabinin o sözlerinin kattiyen küfür olduğunu düşünmekle beraber -ki Hallaç gibi zamanın mezheb imamları katlinde hiç de geri durmamıştır- o küfür sözlerin sonradan kitaplarına eklenmiş olabileceğini göz önüne alarak kendisine kafir demem ve Allah'a havale ederim. Zaten bana ne?

     

    7 - İbn Arabiye ne tür eleştiriler getirilmiş sorusunun cevabı Aliyu'l Kari'nin 300 sayfalık Vahdet-i Vücud kitabında. 300 sayfa!!!!!!!!!!! Bunu da bekleme benden... Beklesen de bekle ne yapayım...

     

    8 - Ben dinimde asla ve asla mantık kullanmam! Allah ve Resulü ne derse odur! Sana bu mesele hakkında yorum yapma hakkını kimse vermiyor! Eğer ben bir hadis duyarsam onun Cumhur-u Hadis Uleması tarafından mutlak suretle sahih kabul edilmiş olmasına bakarım! Eğer fıkıh okuyacaksam Mutasavvufa gitmem Fakihe giderim, Kelam okuyacağım zaman Buhariye bakmam Şerhu'l Akaide bakarım! Akaid okyacağım zaman İlmihale bakmam İmam Tahaviye bakarım! Ve zühd okuyacaksam İLK DEVİR TASAVVUF EHLİNDEN BAŞKASINA ASLA KAT'A BAKMAM! Şimdi sen ne cürümsün ki beni biliyormuş edalarına bürünüyorsun? Bak bütün bunları söyledikten sonra BEYLEEER ŞŞŞŞT BEN VAHHABİYİM ULAN VAR MI? ALAYINIZA... diyebilir miyim? derim beni ne tutar ki? Ama değilim :) Yani en azından ben kendimi Vahhabi ya da selefi diye çağırmıyorum :)

     

    9 - Tasavvuf hakkındaki fikrimi bu başlığın en başında aktardığım kitap özetler. Derim ki İbn Teymiyyenin dediği gibi 3'e ayrılır, sahih-bidat-dalalet... Sahih olan her tasavvuf meşrebini benimsiyorum. Bu da ilk devir tasavvuf ehl-i demektir. Son devirde ise Çeşti tarikati gibi bazı tarikatleri tanıyorum ve onları da benimsiyorum. Son devir türkiyesinde ise benimsediğim hiçbir tarikat yoktur.

     

    Allah aşkında daha fazla soru sorma! Şu yazdığım 3 kitabı oku sonra yazın buluşup konuşalım...

     

     

    Ah güzel kardeşim, bu kadar açık yazdığın, kendini bizlere anlattığın için teşekkürler...

    Madde madde yazmışsın fikirlerini, güzel... Böyle daha kolay oluyor okuması....

     

    3) ''Onun bütün hataları içtihadidir.'' demişsin... Eğer, Teymiyye'nin içtihat yapacak seviyesi yoktu, o yüzden içtihadı hataları vardı, diyorsan eyvallah... Teymiyye'nin içtihad yapaçak seviyesi yoktu. O yüzden onun güya yaptığı içtihadlarının hiçbirisine güven olmaz ve onun arkasından gidenleri halaka götütrür... İçtihad hatası yapanları günah yoktur, Sevap vardır ama, bu durum Teymiyye için geçerli değildir.

     

    ''temelinde ayet ve hadislere zahiren'' yaklaşmasını belirtmişsin Teymiyye'nin... Bunun için de sana teşekkür zira ben de tam bunu diyorum. Ayetlere zahiren yaklaştığı için, ayetlerin anlamlarını mantığının elverdiği ölçüde dile getiriyor ve hataya düşüyor, Teymiyye... Bu anlamda mecazi ile zahiri anlamı birbirinden ayıramıyor... Necip Fazıl bir eserinde Teymiyye ve zihniyeti için şöyle diyor:

    ''Kuran ve hadisin zahirine göre itikat ve amel etmek ve bu iki emir kutbunun hakikatine erme yolunda ne icma, ne de kıyas gibi hiçbir vasıta tanımamak, manevi bir anlayış ve görüşü dibinden kazımak(...)''

     

    ''Allah cebimde'' diyenlere, diye bir ifaden var. Teymiyye'nin zahiri duruşu, böyle bir batıni duruş karşısında daha masummuş sizce... Bu bahsi 6. maddeye bırakıyorum, izninizle...

     

    6. Burada da yani Vahdetul Vucud (V.V) bahsinde tam da Teymiyye'nin yaklaşımı olan zahiri bir tarzı benimsiyorsun... İbn Arabi'nin V.V'sini kabul etmezken, saf halinde V.V kavramını da kabul etmiyorsun herhalde... İmam Rabbani'nin V.V'sini kabul etmezsin herhalde... Ha V.V fikrini kabul ediyorsan mesele yok... Teymiyye'nin V.V hakkında İbn Arabi'ye reddiyesi olabilir, vardır da ama, İmam Rabani'nin reddiyesi yok. Reddiyeden geçtim, V.V bahsini daha netleştiren bir vaziyete getirmiştir, İbni Arabi'nin eksik bıraktığı kısımları daha anlaşılır hale getirmiştir, asrın yenileyicisi sıfatı ile... Dolayısıyla ortada reddiyenin tan karşıtı ve hatta V.V'i açığa kavuşturan bir durum var ortada.

     

    Teymiyye İ.Ethem ile birlikte Cüneyd Bağdadi'yi gerçek bir mutaassıv gösteriyormuş, İbn Arabi'yi de ve bu orada Konevi hz.ni de küfürle suçluyor tabiki...

     

    Teyyimiyye'nin zahirine göre ''Allah cebimde'' batınını daha ağır bir suç olarak gösteren sen, Cüneyd Bağdadi'ye ait olan ''Allah cübbemin içindedir!'' ifadesini ne yapacaksın? Teymiyye'nin gerçek mutaassıf gösterdiği Cüneyd Bağdadi Hz. Gerçi Şahtiyat meselesini anlayamayan sen, senin tabirinle böylesi batın meselerini nasıl anlayacaksın? Geçelim...

     

    7) Adiyyul Kari'nin 300 sayfalık kitabını da ikidebir kaynak diye gösteriyorsun. Adiyyul Kari de onun yolundan giderek ehli sünnet yolundan ayrılmış, sapık fikirlere kapılmış bir insandır. Bana kaynak diye gösterdiğin adam da zaten onun yolundan giden bir adam...

     

    İmam Gazali'yi çok ağır sözlerle eleştirir, Teymiyye. Gazali'yi küfürle suçlar, onu hadis ilminde cahillikle suçlar... Aynen senin İbni Arabi'yi küfürle suçlaman gibi... İmam Gazali'nin kitabında zayıf değil, uydurma hadis olduğunu söyler ve bu iftira bir insanı hırsızlıkla, adilikle sapıklıkla, ahkalsızlıkla suçlamak kadar hatta daha kötü bir çirkinlikdir...

     

    Senin da belirttiğin gibizahiri bir bakış açısı ile ayetlere yaklaşan Teymiyye, Allah'ın arşın üzerine bağdaş kurduğunu, Hutbeden kendisinin indiği gibi Allah'ında oradan indiğini, vb. şeyleri söyleyerek Allah'a cisim verir. Kuranın mahluk olduğunu söyler bu yüzden mesela...

     

    Neyse...

     

    V.V mevzuunu bilmiyorsun... Açıkla desem, kalem oynatamazsın... Mesela bu mevzuu etrafında bir soru sorayım: iyilikler Allah'tan, kötülükler kuldan, ifadesinin V.V ile ilişkisini yazar mısın?

     

    Şahtiyyat meselasini meselelere zahiri yaklaşan, 'Allah cebimde' lafzını anlayamayan bir insana anlatmak ise bir hayli güç iş...

     

    Evet, Selmanbey bu yazımda hiçbir şekilde hakaret yoktur, diğer yazdıklarımda olmadığı gibi...


  17. Selmanbey beyfendi, size hakaret ettiğim filan yok, bunu siz yapıyorsunuz... Kendinizi uzlaşmacı gibi gösteriyorsunuz, güya sabır gösteriyorsunuz ama, her türlü hakareti maalesef siz yapıyorsunuz... Esasında burada sabredecek olan varsa o da benim... Ediyorum da zaten... Benim size karşı böylesine sabırlı olmam az bir şey mi?

     

    Lahım çukuru ifadesini ben kullanmadım herhalde... Neyse...

     

    Bakıyorum da Teymiye tartışmasına çekilmen seni pek rahatsız etti... Niye?

     

    Söyle kardeşim, kaçak dövüşme? Senin gerçek fikirlerin nedir, saklama kendini? Eğer gerçek fikirlerini söylemeyeceksen, o zaman karşıma çıkma...

     

    İmam Gazali'yi anlat, İbni Arabi'yi anlat? Hadi kardeşim, bekliyorum... İbni Arabi'ye ne tür eleştiriler getirilmiş, hadi bekliyorum?

     

    Selmanbey çekildiğiniz yerin neresi olduğunu çok iyi farkettiniz... Sizi mindere davet ediyorum, minderde başınıza gelecekleri çok iyi bildiğiniz için benim çektiğim sahadan ısrarla uzaklaşmaya çalışıyorsunuz? Sizin zihniyeti çok iyi tanırım, gösterilen her delile uydurma yaftasını yapıştırırsınız... Mantığınızın kavrayamadığı dini mevzuuları hiç yokmuş gibi kabul etmede üstünüze yok...

     

    Evet, ben sizi bir yerler çekmeye çalışıyorum, siz de hep kaçıyorsunuz...

     

    Tasavvuf hakkındaki fikirleriniz nelerdir, Tasavvufa dışarıdan yabancı akımlar girmiş midir? İbni Arabi nasıl bir alimdir sizce? İmam Gazali cahil bir adam mı?

     

    İbni Arabi sapık fikirlere sahip demek ki... Beni yanıltmıyorsunuz... Gerçek fikirlerini söylesen, senden daha kimbilir neler dökülecek ya...

     

    Güya bir şeyler yazıyorsunuz, bazı fikirler ortaya koyduğunuz söylüyorsunuz ama, aslında hiçbir şey yazdığınız yok... Karşıma gerçek fikirleriniz ile çıkmıyorsunuz...

     

    Neyse... Bu arada NFK Fan arkadaşımızı ben de tanıyorum...


  18. Ben İbn Teymiyye hakkında yazmamamın sebebi zaten İbn Teymiyye'nin başka başlıklarda bol bol tartışılmasıdır ama sorduğunuz sorulara cevap vereyim. Bahsettiğim şahıs Buhari Şerhi Fethu'l-Bari sahibi İbn Hacer'dir. Kendisi cerh tadil ilminde otoritedir. Mezheb üstü bir imam... Hadis sahasında ender bir deha ve şahsiyet. Fethu'l-Bari'si eşsiz bir hadis çalışmasıdır. Türkçeye de çevrilmiş ve yalnız o kitapla amel etmeye kalkan bir insanı ehl-i sünnet ve'l cemaat çizgisine pıhlayıcı bir keyfiyyete sahip. Hadisteki bu başarısı ona Hafız ünvanını kazandırmıştır. İbn Teymiyye ile bağlantısına gelince... İnternet sitelerinde lahım çukuru bazı iftiracılar İbn Hacer'in bitakım kitaplarında yer alan Şeyhi İbn Teymiyye ile ilgili ibarelerini cımbızlama çekip yayınlamışlar. Ben kalıbımı basabilirim ki o adamlar naklettikleri bu sözleri katiyen tahkik etmeden yayınlamışlar çünkü bazıları kitaplarda yer bile almıyor. Fethu'l-Bari'de 25 kere İbn-i Teymiye'den nakilde bulunmuş bunlardan sadece iki yerde İbn-i Teymiye'nin görüşlerini eleştirmiştir. Bu O'nun şeyhinin içtihadını önemsediği anlamına gelir. Ki bu mevzuların çoğunda Şeyhini hüccet olarak gösterir. Ona Allame sıfatı verir. Asıl dikkat çeken İmameyn'de de görüldüğü gibi "ben derim ki" ifadesini kullandıktan sonra hemen "şehim allame İbn Teymiyye de böyle der" demesi. Ayrıca "Hanefiler, Şafiiler ve Malikiler bunu derken İbn Teymiyye de böyle der" der. Onun muhalif olduğu konularda bile çok nazik bir üslub kullanıp hocasını rencide etmemiştir. Bunun yanında çoğu zaman El-Cevziyye'den nakiller yapar. Çünkü hadis ilminde İbn Teymiyye bir dehadır ve Hafız "Ben ashabın kavlini bukadar iyi bilen kimse tanımadım" der. Tıpkı rahle arkadaşlarından biri olan "Hafız" Zehebi gibi. Şu cilveye bakın ki İslam tarihin en fazla tartışma konusu olan biri iki tane kocaman "hafız" yetiştirmiş. Bunlardan Hafız İbn Hacer Şafii dir bu arada... Tıpkı diğer imamlar gibi -Allah hepsinden razı olsun ve mekanlarını cennet kılsın- içtihadında derin biri yara gördüğü zaman ya da hadis seçiminde yanıldığını farkettiği için "zannımca bu rivayet onun kulağına gelmemiş" der. Şu nazikliğe bakın! Peki tasavvuf konusunda İbn Teymiyye neden eleştirilir. İbn Teymiyye'yi ilk okumaya başlamam tam da bu tartışmalar sonucudur. Daha sonra Daru'l-Hikme ekibiyle de konuşma ve istişare etme olanağım oldu. İbn Teymiyye'nin ilk okuduğum eseri Rahmanın ve Şeytanın Dostları Arasındaki Fark kitabıdır. Orada tasavvuf ile ilgili herşey var ve aslında tam bir tasavvufi bir kitap. O kitapta İbn Teymiyye tasavvufu üçe ayırır ve anlatmaya başlar. Bu bile aslında tasavvufu reddetmediğini gösterir. Fetava kitabının 33 ya da 32. cildi ise tamamen bir tarikat kitabıdır. Kitaplar burada yanımda olmadığı için uzun uzun anlatamam. Ya bir adam hakkında alalade bir adam dahi olsa, yargılamanın hakkı olarak sorulur değil mi ya ben bunları bunları duydum sen ne diyorsun diye? Bence kafir ya da zındık diye mıhladıklarınıza bir savunma hakkı verin. Aynı şekilde yukarıda önerdiğim kitabı da anlatamam çünkü bütün meselelere tek tek değinilmiş ve hassas noktalar. Kaldı ki 300 sayfalık kitabı buraya nasıl taşıyabilirim ki? Ya bukadar zor olmamalı! Satın al kitabı oku neden korkuyorsun ki? Taraflı bir kitap da değil. Yani belki de bizim zihnimizde birşeyler eksik kalmıştır. Belki tasavvufun hakikatinden bile haberdar değiliz? Ne olur ki hiç olmazsa hakikat aşkına böyle reaksiyonlar göstermeden incelemek? Benim için tartışma burda bitmiştir. Herhalde İbn Hacer ile ilgili sorunuza cevap verdim. Muhtemel İbn Teymiyye tartışmasına da -meseleye yakınlığından ötürü- değindim. Şimdi boks çuvalınızı yere indirirsiniz herhalde? Esselamu Aleyküm...

     

    Aleykümselam...

     

    İşte bu!.. Benim de istediğim bu, kaçma... 'Peki' deyip gitme!..

    Sizin için tartışma burada bitmiş gerçi ama olsun bu da bir gelişmedir...

     

    İnternet sitelerindeki 'lahım' çukurundan söze girmişsiniz ama sizin de şu yazdıklarınızın kaynağı o okuduğunuzu söylediğiniz kitaplardan değil, bal gibi o 'lahım' çukurundan alınma şeyler... Bu o kadar belli ki... Hep kaçak dövüşüyorsunuz... Ben size bir soru yöneltiyorum, siz o 'lahım' çukurlarına girip bana laf yetiştiriyorsunuz, sonra da bunları okuduğunuz kitaplardan aldığınızı belirtip, o kitapların da yanınızda olmadığını dile getiriyorsunuz... Siz şimdi o kitapları okudunuz, sonrada bilmem kaç yerden sadece iki yerde Teymiye eleştirilmiş olduğu ortaya çıkardınız, öyle mi? Yapmayın!.. Bana şuraya yazdığınız şeylerden daha kapsayıcı, daha farklı şeyler yazamazsınız, yazdıklarınız, yazacaklarınız bunlardan ve türevlerinden ibaretttir...

     

    Kaynağınız olan o 'lahum' çukurundaki yazının hepsini şuraya kopyalasanıza, niye çekiniyorsunuz? Niye minder dışına kaçıyorsunuz. Gerçi siz noktayı koydunuz... Niye aceba? Kusura bakma ama, kendinden emin değilsin... Sen o yazının tamamını buraya alana kadar mevzuunun bu kısmana girmeyeceğim... 'lahum' çukuru ha... Seninki 'lahım' çukuru değil, bizim ki, 'lahım' çukuru... Yaznın tamamını alırsan, göreceğiz o 'lahım' çukurunu, güzel kardeşim... Bekliyorum...

     

    Bak güzel kardeşim, o 'lahım' çukurunda alınma şeyler yazmayacağım şuraya...

     

    Teymiyye'nin özellikle hadis ilminde olmak üzere farklı dini alanlarda bir alimliği var. Bunu ben defalarca dile getirdim zaten... İbni Teymiye'nin tasavvufu olduğu gibi dışlamadığını da biliyoruz... O belirttiğiniz bir takım kitaplarında da Veli, keramet, tevessül gibi kavramlara nasıl yaklaştıklarına bakılırsa, Teymiyye ve hatta Kayyım gibi bazı sapık fikirlere sahip kimselerin bile günümüz tasavvuf düşmanlarından daha insaflı oldukları söylenebilir... Bu anlamda Teymiyye'yi istismar edenler bizler değil, onların üzerinden Tassavufa sadıranlardır... Ehli sünnet alimleri ise Teymiyye'nin yanlış fikirlerini, çok sağlam delillerle, pek çok eserleri ile çürütmüşlerdir... Said Nursi'nin kitaplarında dahi Teymiyye'nin İbni Arabi'ye saldırması eleştirilir ki, Bulaç efendi Nursi ile bu akımı neredeyse bir gösterecek...

     

    Teymiyye'yi eleştirenler sadece tasavvuf erbabından çıkmadı, onu Fıkıh ve Hadis ulamasından da eleştirenler vardır... İşte bunlardan birisi de İbni Hacer'dir... Yani Teymiye'nin öğrencisi filan demek, İbn Hacer için biraz haksızlık olur, değil mi?

     

    İmam Rabani'ye eleştiri kedirmeyen Teymiyye, İmam Gazali ve İbni Arabi'yi yerden yere vurur ve hatta bu büyük zatları zındık gibi sıfatlarla niteler... Yani ibni Hacer'in senin ifadenle onun hakkındaki yumuşak duruşunu, Teymiye bu büyük zatlara çok gürür... Mesela sana bir soru sarayım: Teymiyye İmam Gazali'yi eleştirirken, onun kitaplarında 'uydurma' hadis olduğunu mu söyler, yoksa 'zayıf' hadis olduğunu mu?

     

    Tasavvufu tamamen eleştirmeyen Teymiye, kendi mantığına uymayan şeyleri de Tasavvufun dışında kabul eder, bu anlamda mesela Arabi'yi kabul etmez, ona inanılmaz hakaretler savurur... Ama mesela Rabbani, İbni Arabi'nin hakkını verir...

     

    Teymiyye bazı sapık fikirlere sahiptir, bu çok açık ve kaynakları ile de bu sitede defalarca yazılmıştır...

     

    Neyse... Son noktayı koydun ama, 'lahım' çukuru dedin, oradan da geri kalmadın... Okumadığın kitapları da okudum diye gösterme, bu daha iyi olur...

     

    Hadi bakalım, daha önce yazdığım sorularıma cevap gelmedi... Tasavvuf ve felsefe arasındaki ilişki, yabancı akımların etkisi falan... Bu sorularımı, o okuduğun(!) kitapları bulursan, bir ara cevaplarsın... 'lahım' çukurundan olmasın ama...

    • Like 1

  19. Yukarıya aldığım yazı Ali Bulaç'ın seri halinde yazdığı yazıların küçük bir bölümü idi... Orada Teymiye bahsi de yer yer geçiyordu...

    Bu anlamda da konunun içerisine Teymiye de dahil oluyor...

     

    Yaz güzel kardeşim, diğerlerine de bir şeyler yaz... Kaçma... Yine 'peki' deyip gitme...

     

    Sen hangi İbn Hacer'den söz ediyorsun? Bu soruya mutlaka bir cevap bekliyorum... ''O'' veya ''bu'' da onun öğrencisi idi deyip gidiyorsun, oh ne ala... Yok böyle bedavadan fikir ortaya koymak... Tez ise antitez nerede, güzel kardeşim?

     

    İbn Hacer'i anlat bize... Bekliyorum...

     

    Kardeşim, sana göre tasavvufun içine yabancı felsefi akımlardan bir şeyler mi karıştı? Tasavvuf tamamen islamın içinde olmayıp, başka felsefelerden bir şeyler alarak sistemleştirildiğini mi düşünüyorsun? Tasavvufun felsefileşmesi nasıl bir kavram sence, güzel mi?

     

    Söyler misin, İbn Hacer Teymiye'nin öğrencisi mi?

     

    İbn Hacer anlat bana...

     

    Şu Ali Bulaç'a da ne demeli bilmem ki? Teymiye'den, Cevziyye'den kıvrılıp Said Nursiye getiriyor yolu ve bu iki yolu birleştiriyor...

     

    Şu formüle bak:

     

    Said Nursi pragmatik olarak Tasavvufa karşı değilmiş, Said Nursi'ye göre de zamanımız tarikat zamanı değilmiş... Said Nursi'in başak niyetle söylediği sözü sen al Teymiye'nin yaklaşımına bağla, üstelik bu yaklaşıma İbn Hanbel'i de ortak koş... Yahu bu adam hiç mi risale-yi Nur okumamış, ben delirmeyeyim de kim delirsin?

    • Like 1

  20. Selmanbey yine çıktınız bir yerlerden...

     

    Bir şeyler yazıyorsunuz yazdığınız şeylerin hedefi neresi, sizde bilmiyorsunuz? Genelde 'peki' deyip gidiyorsunuz... Garip...

     

    Tasavvvuf, sonraki tarihlerde işte bir takım harici tesirler altında şöyle olu da, falan da filan... Beynimin liflerini çekesim geldi tek tek... Ben ne yapacağım bir zihniyetle yahu?

     

    Selamanbey kusuruma bakma, şahsına yazmadım, hedefim bir zihniyet... Bu senin tarzın, idare et...

     

    İbn Hanbel'in takipçisi imiş, İbn Teymiye... Hay Allah...

     

    İbn Hacer de Teymiye'nin öğrencisi imiş... Üstüme iyilik sağlık...

     

    Güzel kardeşim, söyler misin, hangi ibn Hacer'den söz ediyorsun?

     

    Birilerinin iddiasına göre İbn Hanbel'in takipçisi olan Teymiye, yine o aynı birilerine göre İbn Hacer'in takip ettiği... İşin özü bu yahu...

     

    Hangi İbni Hacer'den bahsediyorsun? Benim bildiğim, Teymiye'yi eleştiren eserleri, sözleri var İbni Hacer'in...


  21. Necip fazıl'dan...

     

    Üstad’a sorarlar:”Üstad özel arabanız yok mu?” keskin zekâ küpünün verdiği cevap hikmet doludur:”Ona en son bineceğiz.”

     

    Evet, Üstadım böyle enfes bir cevap vermiş ama onun şu yazdığına ne demeli...

    ...

    ''Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var

    Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var. ''

    Nükte ile hakikati ne güzel bir araya gitiriyorsun Üstadım...

    • Like 1

  22. Ali Bulaç'ın aynı yazısından bir bölüm daha....

     

    ''1950'lerden sonra ortaya çıkan "cemaatler"in sözünü ettiğimiz tasavvuf tarikatları ile ilgisi ya yoktur veya zayıf karakterdedir. Bunlar büyük ölçüde göç sonucunda ortaya teşekkül etmişler, kente ait ve kent ürünü "yeni dinî cemaatler"dir. Cemaatler içinde Nur cemaatlerinin beslenme kaynağı Bediüzzaman Said Nursi olduğunu göz önüne alacak olursak, Said Nursi paradigmatik olarak tasavvufa veya tarikatlara karşı değildi, ancak "zamanımızın tarikat zamanı olmadığı" kanaatindeydi. Bu yönüyle bir parça Ahmet İbn Hanbel ve takipçisi İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin yaklaşımını benimsiyordu: Ruhi/enfüsi hayata ve derinliğe evet, "takva ve deruni zevkin felsefileşmesine" ve buna bağlı kurumsallaşmaya ve tarikata hayır!'' Ali Bulaç.

     

    İbnü'l -Kayyım el-Cezviyye, İbn Hanbel'in takipçisi imiş... Sanki el-Cezviyye'nin ibn Hanbel Hz. üzerinden meşrulaştırmaya çalışması var yazarın... Çok sinsice yazmış yazar... Halbuki El Cezviyye'nin daha çok kimin talebesi olduğunu mevzuuyu bilenler bilir...

     

    Birr de şu felsefe ile tasavvuf arasındaki farkı Ali Bulaç'ın es geçmesi de ibretlik...

×
×
  • Create New...