Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Hâcegân

Editor
  • Content Count

    989
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    42

Posts posted by Hâcegân


  1.  

    Sevgili Kardeşim,

    Durumlara göre davranarak ilerlemek ayrı şeydir, şeriat istemiyorum demek ayrı şeydir.

    Şeriat istemiyorum diyen birisi kendisini Müslüman olarak addedebilir mi?

     

    Bu arkadaş ben şeriata karşıyım diyor, bunu başta söylediğim gibi bizim ilk anladığımız manada kullandıysa kesinlikle tövbe etmesi gerekir.

     

    Bak kardeşim, sen de diyorsun ki bunu ilk anladığımız manada kullandıysa, diyorsun... Aksi durumda müslüman olabilir mi, diyorsun... Kesin hüküm içeren bir ifade kullanmıyorsun... Peki, ben ne diyorum? Diyorum ki, bunu ilk kullandığı manada alıyorsa ve buna mukabil dünyadaki yanlış uygulamalarına bakıyorsa, bu anlamda bir 'İslami rejimi' kabul etmiyorum, diyebilir. Bir başkası da dünyadaki yanlış uygulamalarına bakmadan, tamamen saf fikir pençeresinden bakarak, 'İslami rejimi' kabül ediyorum, diyebilir... Bu durumda bu iki kişi aynı şeyi ifade etmiş olurlar. Yoksa bir müslüman 'şeriat gözetilerek yapılan bir uygulamayı' niye istemesin? Üstelik bunu miras konusuyla misalendirdim de... Yani bu iki fikir arasındaki farkı mesela iki hak mezhep arasındaki ince farklar gibi ama esası bozmayacak farklar gibi ele alıyorum... Yoksa çıkar arkadaş ve hiç bir zaman dilimine ve şartlarına bağlı kalmadan der ki: 'Evet, ben şeriatı ilk manasıyla da, saf anlamıyla da ve dahası Asr-ı Saadet dönemi uygulamaları ile de kabul etmiyorun!' der.

     

    Osmanlı Devleti bir şeriat devleti değil derken, sen bu ifademden ne anlıyorsun? 'Şeriat istemiyoruz!' sloganı veya 'Şu olsun, bu olsun şeriat!' saçmalıkları ile şu yazdıklarım arasında ne gibi bir bağ var?

     

    ''Necip Fazıl bir başka eserinde şöyle diyor: 'Lafın gerçeği:Davaları idari, içtimai, iktisadi, sınai, ilmi, siyasi, edebi, beledi, sıhhi, istediğimiz kadar sınıflara ayırabilir.' Necip Fazıl davaları bu şekilde sıralarken, Ahlak davamıza sözü getiriyor ve şu misalle durumu açıklığa kavuşturuyor: 'Mesela balmumundan yapılan heykel topyekün erirken, o heykelin kayan burnunu, düşen gözünü, çarpılan ağzını ve kopan kolunu ayrı ayrı, müstakil olarak düzeltmeye kalkmaktan bir şey çıkmaz.' Topyekün balmumunu ahlak diye misallendirirsek, her şeyin başı ortaya çıkar. İslamın anlamlarından birinin de ahlak olduğunu düşünürsek, bir anlamda balmumunu 'şeriat' diye düşünebiliriz. Necip Fazıl aynı kitaptan şöyle sesleniyor:' Ruh ve Ahlak herhangi bir fayda mevzuunda, insan iradesini hayra yöneltecek tek müessir olduğuna göre, bu ana müessir üzerinde herhangi bir inhiraf, artık başka şubelerdeki inhirafların o şubelere mahsus çerçeveler içinde düzeltilmesini imkansız kılar.'' Yukarıya yazdığım şu ifadeden ne anlıyorsun mesela... Ben burada Şeriatı nereye yerleştirdim, fark edemiyor musunuz?

     

     

    Bu arada Adıgüzel'in avukatı da değilim! Yazdıklarımı bir tahmin üzerine yazıyorum, belki bir niyet okumaya çalışıyorum...


  2.  

    Hacegan kardeşim Osmanlı'nın İslam devleti olmadığı fikrine dayanak noktan nedir? İslam dininin esasları Osmanlının kuruluşuyla birlikte tatbik edilmeye başlamıştır. Osmanlının özünde vardı İslam,şeriat. Osmanlıya İslam devleti değildi demek bence çok eksik ve yanlış bir tanımlama. Osmanlı; halkından padişahına kadar dinini bilen ve o dinin hem halk bazında hem de devlet bazında yaşandığı bir topluluktu.

     

    Karacahisar'ın fethinden sonra;

    "Bugün şanla şerefle dolu bir gündü.Aşiretten devlete geçişin birinci günüydü. Çünkü o zamana kadar kurulan Türk devletlerinden hiçbirinde kadılık müessesesi yoktu. Her türlü ihtilafa beyler bakıyor, sadece ulemayla istişare ediyorlardı. İslam öncesinden kalma bazı alışkanlıklar ise yer yer sürüyordu. İlk defa bir kadı tayiniyle hukuk işleri de İslama göre tanzim edilmiş ve İslam şeriatı devlet idaresine hakim hale getirilmişti. Osmanlı Devleti yıkılana kadar bu böyle sürüp gidecekti..."

     

    (Osman Gazi/Yavuz Bahadıroğlu/16. Baskı/Sayfa 40)

     

    Osmanlı, islamın yeryüzünde tatbik edildiği son devletti. O bakımdan madde planında kurtulduktan sonra ruh planında helak edilişimiz ve bunun tatbik edicileri bu bakımdan da değerlendirilmelidir.

     

    Değerli kardeşim, şeriat Allah'ın koyduğu kanunlardır... Şeriat İslam'dır... Şeriat bizim biricik yolumuzdur...

     

    Bu anlamda Osmanlı Devleti tabiki bir İslam Devletidir. Şeriatı uygulamaya çalışan bir devlettir. Asr-ı Saadet dönemi hariç hiçbir dönemde tam manası ile uygulanmamıştır, diyorum. Osmanlı Devleti de özellikle başarılı dönemlerinde bunu uygulamaya çalışmışıtır. Yukarıda anlatmaya çalıştığım, dünya üzerindeki bütün müslümanların 'İslami Rejime' yüklediği anlamların farklılığı ve bunun yanında şeriatın değişmez ruhu. İran, Sudi misallerini verdim... Osmanlı'da şeriat devleti değil derken, İslamın dışında bir devlet de demiyorum. İranlılar nasıl kendilerine göre bir yorum çıkartıyorsa, Sudiler nasıl kendilerine göre bir yorum çıkartıyorsa, Osmanlı da bu anlamda şeriatı en doğru şekilde uygulamaya çalışıyordu. Mutlak manada şeriatı öne alarak Osmanlının bu anlamda bir şeriat devleti olmadığını ama şeriatı uygulamaya çalışan bir devlet olduğunu söylemeye çalışıyorum.

     

    'Keza ben İslami rejimi destekleyen biri değilim' diyen arkadaşa 'İslami rejim' derken, Asrı Saadet dönemi de dahil bu rejimlerden hangisini ele alıyor... Eğer iran veya Sudi uygulamasını ele alıyorsa, bu tür 'İslami rejim' adı ile oluşturulan sistemlerden söz ediyorsa, o arkadaşın 'İslami rejimi desteklemeyen birisi' olduğunu anlarım... ki arkadaşın da hadiseyi böyle düşündüğünü tahmin ediyorum. Yok, Asrı Saadet Dönemi şeriat uygulamasını arıyorsa, bunu Osmanlı da bile bulumaz, diyorum... Bunun yanında İslamı rejimi desteklemeyen arkadaşa karşı çıkan diğer arkadaşlar da İslamı rejim derken, Asrı Saadet dönemine vurgu yapıyorlarsa, bu anlamda İslami Rejimi desteklemeleri kadar doğal bir şey olamaz. Bu anlamda destekleyen de, desteklemeyen de 'İslamı rejime' yükleyecekleri aynı anlamdan dolayı, aynı kapıya çıkarlar.


  3. Necip Fazıl'ın kitaplarından bazı kelimeler aldım...

     

    Muhit,

    Bütün,

    Hendese,

    Tabiat,

    Eser,

    Müselles.

     

    Şimdilik bu kadar kelime yeter. Daha çok var, zaman az...

     

    Muhit/Çevre

    Bütün/Tüm

    Hendese/Geometri

    Tabiat/Doğa

    Eser/Yapıt

    Müselles/Üçgen

     

    Necip Fazıl eserlerinde bu kelimelerin ikinci isimlerini kullanıyor mu acaba? Kelimelerin bu ikinci isimlerine rastlayan var mı üstadın kitaplarında?

     

    'Muhit' asıl olan da 'Çevre' uydurma mı? Mesela geometri, tüm, doğa, yapıt, üçgen kelimeleri uydurma olabilir mi?

     

    Doğrusu merak ediyorum... Mesela çevre, tüm, geometri, doğa, yapıt ve üçgen gibi kelimeler Yunus Divanında geçiyor mu? Fuzuli kitaplarında geçiyor mu? O kadar geriye gitmeyelim, mesela bu kelimeler Cumhuriyet öncesi kitaplarda geçiyor mu?

     

    Kitaplarını beğenerek okuduğum İskender Pala, dili çok güzel kullanıyor. Pala'nın 'Kırkıncı Kapı' kitabını okumaya başladım. Daha kitabın ilk sayfalarında 'şiirsel', 'somut','soyut' gibi kelimeler geçiyordu. Kitap güzeldi ama bende bu durum hayal kırıklığı...

     

    Necip Fazıl, somut ve soyut yerine hangi kelimeleri kullanıyor acaba?

    • Like 1

  4. ''Ahlak sukutumuzun artık bir felaket istidadını kazanmaya başladığı bu merhalde başlıca müessir ve mes'ul, Avrupaya en kötü ve kokmuş tarafları ile imrenen taklitçi züppe tipi, onun sabun köpüğünden edebiyatı; ve (Hareket Ordusu)nun arkasından İstanbul'u istila eden ve Şişli muhitlerini kuran Selanik kibarlarıdır.'' (Tanrı Kulundan Dinlediklerim)

     

    Şu şifreleri çözene helal olsun: Hareket Ordusu, İstanbulu istila eden, Şişli, Selanik. Hani bu şifreleri çözdüğünüzde, 'taklitçi züppe tipi' yakıştırmasının da kime ve kimlere yollandığını anlarsınız. Anladığınızda da, aman ha... Size kalsın...

     

    Şu Şişli de ne esrarlı bir yer...


  5. Keza ben islami rejimi destekleyen bir birey değilim.

     

    İslami rejim ifadesi çok geniş bir ifadedir. Dünyada kendisini 'İslami rejim' ismi ile gösteren pek çok devlet var. Bu devletlerin her birinin rejimleri birbirinden çok farklıdır üstelik... Bir bakıma Asrı Saadet dönemini bir kenara bırakırsak, o devirden sonra tam anlamı ile 'İslami rejim' uygulayan devlet çıkabilmiş midir? Mesela günümüzde İran devleti sizce bir 'İslami rejim' ile mi yönetiliyor? Kendilerini belki öyle gösteriyorlar ama sadece gösteriyorlar... Onu geçelim, Osmanlı devleti bir 'şeriat' devleti miydi? Hayır!

     

    'İslami rejim' veya 'şeriat devleti' derken, bütün kurumları ile bir devlet yapısı ortaya koyabiliyor musunuz? Kur'an-ı Kerim'e bakarak, o mukaddes kitaptan hükümler çıkararak bir devlet yapısı ortaya koyabilir misiniz? Ya da şöyle soralım: Dünyadaki bütün müslüman devletler Kitabımıza bakıp bu mevzu ile alakalı hüküm çıkarmaya kalktıklarında, tek bir devlet yapısında birleşebilirler mi? İşte Sudi, işte İran ve diğerleri...

     

    Ama İslamda ne vardır? Necip Fazıl bir kitabında şöyle açıklıyor: 'İslamda idare şekli yok, idare ruhu vardır(...)'

     

    İslam bize bir idare şekli, bir rejim yapısı sunmuyor. Ya ne yapıyor? İşin ruhunu gösteriyor. Bu mevzu ile alakalı Necip Fazıl şöyle diyor: '...ulvi ve münzzeh İslamiyetin, saltanat, cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidai şekil ve kadro tercihlerine karşı herhangi bir alakası mevcut değildir.' Yani rejimin ismi ne olursa olsun, O işin ruhu ile alakalı... (Tabi burada Komünist bir sisteme İslam ruhu girdirmekten söz etmiyoruz:)) Necip Fazıl yukarıdaki cümlesine devamla: '... O, Hakka esir bir fert hükümranlığını, başıboşluğa mahkum bir hürriyet idaresinden üstün tutar.'

     

    Çanakkale Şavaşındaki kahramanlıkları biliyorsunuzdur. Askerlerimiz iki çephe arasında kalmış yaralı düşman askerlerini tepelerinde uçuşan kurşunlara aldırış etmeden tutup sırtlıyor ve kendi yerine geri dönüyor. Orada da o düşman asker ile ilgileniyor. Uzaklara gitmeye gerek yok, daha bir kaç gün önce bizim askerler teröristlere elleri ile yemek yediriyorlardı. Burada şekillerden ziyade zemine yayılmış şeriatı görebiliyor musunuz? Birisi saltanat rejiminde, diğeri Cumhuriyet şeklinde. Burada Cumhuriyetimize hakim olan zihniyeti ayrı tutuyorum.

     

    Necip Fazıl bir başka eserinde şöyle diyor: 'Lafın gerçeği:Davaları idari, içtimai, iktisadi, sınai, ilmi, siyasi, edebi, beledi, sıhhi, istediğimiz kadar sınıflara ayırabilir.' Necip Fazıl davaları bu şekilde sıralarken, Ahlak davamıza sözü getiriyor ve şu misalle durumu açıklığa kavuşturuyor: 'Mesela balmumundan yapılan heykel topyekün erirken, o heykelin kayan burnunu, düşen gözünü, çarpılan ağzını ve kopan kolunu ayrı ayrı, müstakil olarak düzeltmeye kalkmaktan bir şey çıkmaz.' Topyekün balmumunu ahlak diye misallendirirsek, her şeyin başı ortaya çıkar. İslamın anlamlarından birinin de ahlak olduğunu düşünürsek, bir anlamda balmumunu 'şeriat' diye düşünebiliriz. Necip Fazıl aynı kitaptan şöyle sesleniyor:' Ruh ve Ahlak herhangi bir fayda mevzuunda, insan iradesini hayra yöneltecek tek müessir olduğuna göre, bu ana müessir üzerinde herhangi bir inhiraf, artık başka şubelerdeki inhirafların o şubelere mahsus çerçeveler içinde düzeltilmesini imkansız kılar.'

     

    Bizim rejimimiz henüz bu ruhtan uzak olduğu için, haliyle, bu rejim ile asli bünyemiz arasında anlaşmazlıklar çıkıyor. Hemen başörtüsü misali verilebilir. Bir başka misal ise miras olayıdır. Medeni kanunlar miras konusunda ne der, fıkıh kitapları ne der? İncelendiğinde görülecek ki, çok farklı noktalarda duruyorlar. Tabi daha çok, benzersiz örnekler var. İlk anda aklıma gelenler bunlar.

     

    Keza ben İslami rejimi destekleyen biri değilim derken, İslami rejime verdiğimiz anlamlar burada önem kazanıyor. Birisi çıkıp 'ben İslami rejimi desteklemiyorum!' derse, bir başkası da çıkıp 'Ben destekliyorum, seni de anlamıyorum'' bağlamında karşılık verir. Aslında anlaşamayan bu iki insan aynı şeyleri söylüyor olabilirler. Bunu anlamanın yolu ise İslami rejim derken, neyi söylemek istedikleri. Her iki fikir İslami rejimi tam anlamı ile ele alıyorlarsa, aynı kapıya çıkarlar. Yine bu iki kesim İslami rejimi dünyadaki yanlış uygulamalarına bakarak ele alıyorlarsa, yine aynı kapıya çıkarlar.


  6. Ak Parti Milli görüşçülerin hayallerinin dahi varamayacağı güzel işler yapmıştır. O yüzden milli görüş ve uzantıları tipik bir muhalefet partisinden öteye geçememektedir. Tabiki Ak Parti mükemmel değildir ancak siyasi partiler arasında en fazla faydası olan oluşumdur. 28 Şubatta korkak tutumu ile malum darbeye engel olamayıp bu ülkede milyonlarca müslümanın zulmüne dolaylı yoldan beceriksizliği ile vesile olanlar şimdi çıkmış sütten çıkmış akkaşık modunda konuşuyorlar.

     

    Mehmet Memiş...

    Yazdıklarına katılıyorum ama 'korkak tutum' bahsine katılmıyorum. Erbakan'ın da önemli yanlışları olmuştur ama o zaman ki tutumunu 'korkaklık' kavramı ile açıklayamayız.


  7. Necip Fazıl D.P'yi eleştirdi, doğrudur... Necip Fazıl Erbakan'ı da eleştirdi... Necip Fazıl yaşasaydı Tayyip Erdoğan'ı da eleştirirdi, bu da doğru... Ama Necip Fazıl'ın eleştirilerini doğru bir eksene oturtmak gerekir. Devletin derinliklerinde kalan yapılanmayı çok iyi bilen Necip Fazıl, bunun için “Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!” demiştir.

     

    Necip Fazıl, Menderes'i bazı hususlarda eleştirdi ama arkasından da 'O Zeybek' dedi, muhteşem bir şiir yazdı.

     

    Necip Fazıl 'Ulu Hakan' diye övdüğü, evliyalık edasında olduğunu söylediği II. Abdulhamit'i de bazı hususlarda eleştirdi. Onun aksiyon ruhuna sahip olmadığını yazdı.

     

    Bu eleştirilere nasıl bakmalı? Asılmesele bu olsa gerek...

    • Like 1

  8. Merve Kavakçı'nın hareketini yersiz zamansız filan buluyorsunuz ama iş sadece Merve Kavakçı hadisesi değil...

    Bir zaman diliminde türlü tahriklerle olay başlartılmış, köpürtülmüş, bir mukavva katlanmış ve kutu haline getirilmiş, kutunun içi doldurulmuş ve en sonunda kutu en kötü iplerle her yönden sarılmış... Kutunun en üst noktasına da bir düğüm atılmış... İşte o düğüm, Ecevit'in meclis kürsüsünden salya sümük haykırdığı o ifadelerdir.

     

    Olaya sadece mecliste meydane gelen hadise sınırları içerisinde bakarsak, çok şeyleri kaçırırız... Merve Kavakçı hiç rahat bırakılmadı, kendisine her uğradığı yerde baskı uygulandı, çocuklarına okullarda neler yapıldı, neler... Dahası evi polisler tarafından baskına uğradı... O zamanın yüksek yargısı bir yerlerden aldığı talimatlarla Merve Kavakçı'nın üzerine saldırdı... Bunların çok az bir kısmı bize uygulansaydı, biz şu yazdıklarımız nasihatlar kadar yumuşak olabilir mi idik? Kaldı ki, Merve Kavakçı o dönem bu zulümlere karşı, zülm edenler gibi çirkinleşmedi.

     

    Düşünebiliyor musunuz, bir kadın vekil adayı oluyor, YSK buna sesini çıkaramıyor. Seçimler oluyor ve o kadın meclise giriyor. Meclisteki odasında genel kurula giriş yapacak, bekliyor. Genel kurula giremiyor çünkü tepkilerden korkuyor. Hatta girmeme kararı alıyor... Yanıdakiler ve özellikle Nazlı Ilıcak devreye giriyor, kadını yüreklendiriyorlar ve nihayet meclis kapısından içeriye giriyor kadın... Sonra mecliste CeHaPe ( O zamanon CeHaPe'si) sıralarından türlü itirazlar yükseliyor ve malum Ecevit hadisesi oluyor.

     

    Sadece Ecevit'in kürsü konuşmasını ele alarak hadiseyi bir hükme bağlarsak, işte bu aradaki süreci göremeyiz.

     

    Necip Fazıl'ın bir eserinden gösterilen misalin şartları ile bu olayın meydana geldiği şartlar bir değildir. Zira Üstad da öyle sivri çıkışlar yapmıştır ki, o vakit onu da eleştirmek gerekir. Üstadın çıkardığı dergilerin birinin kapağında 'Kulak İstiyoruz!' ifadesi geçiyordu. Yine üstad masonları yerden yere vuran yayınlar yapmıştı, devlet ileri gelenlerden gördüğü baskılara rağmen o yayımlara devam etmişti. Bu mantıkla İskilipli Atıf hoca da suçlu... Başına şapkayı geçirseydi. Said Nursi ise hep suçlu...

     

    Çocuklarına okullarda hakaret edilen bir kadın...

     

    O değil de Merve Kavakçı meçlise girmeseydi... O zaman 28 Şubat olmayacak fikrine mi sahipsiniz?

    • Like 1

  9. Tarihin eski zamanlarında yaşayan Türkler Amerikan kıtasına geçmiş, kıtayı da keşfe başlamışlar... Bu gurbet illerde ilerlerken bizim Türkler, bir de ne görsünler? Böyle şar şur akan şelale... Şelaleyi mi önceden gördüler, yoksa gürültüsünü mü duydular, işte orasını tarihler yazmamış... Böylesi bir manzara karşısında şaşkına dönen bizimkiler hep bir ağızdan haykırmışlar:'Ne yaygara, ne yaygara!', diye... Sonra filan zaman fişman zaman derken, 'ne yaygara' oluveriyor Niagara... Niagara şelalasi... Bu arada ne yaygara, niagara zirvesine gelene kadar hangi aşamalardan geçti, bu bilgi bize daha ulaşmadı.

    Bizim Türkler keşfe devam etmişler... Bizimkiler en son geldikleri yerde bir nehir görmüşler... Nehirin sonunu bulmak için yürümüşler de yürümüşler ama nafile... Bütün uğraşlara rağmen nehrin ucu bulunamayancı, bizimkiler sitem etmiş bu duruma: 'Amma uzun!' Neyse, kısa keselim, bu 'amma uzun' zamanla olmuş 'Amozon'...

     

    Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik olarak Türkçe böyle bir dildir, arkadaşlar.

     

    Neyse sabahları poposol fırlangaç yiyin, sağlıklıdır...

    • Like 1

  10. İlk Türk güneşi görmüş ve ne demiş, biliyor musunuz? ''aaaa'' demiş... Şaşırmış herhalde, güneşi görünce... Sonra ne oluyorsa oluyor, bu 'aaaa' olmuş 'ağ'... Güneş Dil Teorisindeki uydurmaların kökeni bu 'ağ'dır. Zaten adam yani ilk Türk böyle şaşkın şaşkın dolaşırken, garip garip sesler çıkarırken, güneşi birden fark ediyor, sonra da 'aaaa' diyor... Bu a'lar nasıl 'ağ' oluyor, orasını anlamadım... Neyse, zaten bir evrim var burada canım... Maymun mu insana dönüyor, yoksa ayı mı, hani böyle bir dönüşüm vardı ya, işte öyle bir şey bu da...

    Geçen de bir arkadaşla deniz kıyısına gittik. Arkadaş elindeki balık krakerlerini denize atıyordu, balıkları beslemek için. Bir adam 10 metre uzağımızda balık tutuyordu, biz de balık krakerleri ile balık besliyorduk. Orada aklıma geldi de, arkadaşa da tanıştım...

    Yahu dedim, bu balık krakerlerinin kökü şu denizdeki balıklar olmasın! Balıklar zamanla sudan karaya atlamaya çalışmışlar, atlamayı başaranlar karada kuruyunca 'balık kraker' olmuşlar... Yani böyle bir evrimleşme olmuş aralarında... Arkadaş da bu teorimi desteklemişti.

    Hem zaten bir zamanlar okullarda raflarda bir kitap duruyordu. 'okul Ansiklopedisi'ydi ismi... O kitaba göre bir yaratık varmış, bu yaratığın bir kısmı denize girmiş, fok balığına dönüşmüş... Diğer bir kısmı da karayı tercih etmiş, zamanla aslan olmuşlar... Bir diğer kısmı da mağaralara girmiş, yarasa olmayı tercih etmişler... Aslında ataları birmiş... Yani bunlar darwincilerin söyledikleri...

    İşte benim balık krakerlerinin de izini sürersek, ilk önce karaya çıkmaya çalışan ama şimdi denizde yüzen balıklar, oradan da fok balığına varırız, oradan da hani evlatları üç kola ayrılmış yaratık var ya, ha işte o yaratığa ulaşırız.

    Vay be! Demek ki aslan ile balık krakeri akrabaymış yaaaa... Nerden nereye...

     

    Not: Yukarıdakilerin hepsi gerçektir. Balık kraker hadisesi de benim gerçeğim...

    • Like 1

  11. Zeynep

    Gül bağında bülbül olmak isterdim;
    Sen gül yüzlü çocuk ben dertli bülbül!
    Güller içinde gül dermek isterdim;
    Sen gül yüzlü çocuk ben dertli bülbül!

    Benim yerim kafes, nefse tutsağım,
    Demet demet güller size uzağım,
    Güllerden bir gül ki, O geçmiş çağım,
    Sen gül yüzlü çocuk ben dertli bülbül

    Mavi mavi bakma işte bağlandım,
    Günahsız günleri hasretle andım,
    Ben de bir güldüm ki, işte dağlandım,
    Sen gül yüzlü çocuk ben dertli bülbül!


  12. Bu yıl 2.sınıflara verilen 'Hayat Bilgisi' kitabında M.Kemal Atatürk'e ait bir nüfuz cüzdanı resmi var. Bu cüzdanda Atatürk'ün ismi nasıl geçiyor sizce? Kamal Atatürk diye, iyi mi? Kemal olmuş Kamal... Niye? Kemal Arapça imiş... Onun yerine Türkçe Kamal olmuş... Bir de bu cüzdanda Mustafa ismi geçmiyor... Malum, Mustafa da Türkçe değil! İnanır mısınız, cumhuriyet de Türkçe değil! Ya ne? Arapça kökenli, iyi mi? Yahu o değil de ismimi mi değiştirsem ne?

     

    Bu ülke ne çok şey gördü, ne zulümler çekti!

     

    Dilimizi güya yabancı baskısından kurtarmak için neler yapmışlar, neler...

     

    Akıl yerine 'us' koymuşlar... 'Sosyal Otlangaç' neyin karşılığı peki? Ne olacak, lokanta... Ana 'Doğuraç', baba ise 'Doğurgaç'mış... Mecburiyet oldu mu 'Zorun'... Mesele de 'Sorun' oluverdi... Şuuru yaptılar 'Bilinç... Tabiat da 'Doğa' oluverdi...

     

    Devam edelim...

     

    Hür oldu bağımsız...

    Psikolojiye de ruhbilim dediler...

    Cümle de sözcük oldu...

     

    Ulan bir de 'Bağımsız ve hürüm' diye cümle kurarlar ya, gelde yeme usunu, şey, aman aklını...

     

    İstiklal Marşına da ne bulmuşlar, ah bir bilseniz! Evet, Ulusal Düttürü...

    Hostesin karşılığı pek hoş... Gökgötürü konuksal avrat...

    Bunlar esere de 'Yapıt' dediler...

     

    İnternet aleminde de bu vaziyetle dalga geçen bazıları yumurtanın karşılığını uydurmuşlar... Ne mi demişler? Yumurta oldu mu 'poposol fırlangaç'... Bazıları da tavuksal fırlangaç dedi...

     

    Yine bu şapşallıkların olduğu tarihlerde bir prof. çıkmış devlet adamlarının karşısına, o da bir öneri sunmuş... Gün isimlerinin Türkçe karşılığını bulmuş... Hemen verelim...

     

    Pazar-Gezgün

    Pazartesi-Öngün

    Salı-İşgün

    Çarşamba-Güçgün

    Perşembe-Koşgün

    Cuma-Yorgün

    Cumartesi-Bitgün

     

    Hoş Ecevit de olasılık-olumlu-koşul uydurmaları ile cümleler kurardı...

     

    O değil de, bu koca koca adamlar bunlara ciddi ciddi düşündü mü? İlginç... Ha bu arada 'İlginç' de uydurmalardan...

     

    Bir de sanal alem var...

    slm-nbr-diil-ii-öle-Yapıorm-tşk-nese-napion-ewet-yaw

     

    Neyse...

     

    Çoklu oturgaçlı götürgeçe bineceğimde, evin önünde oturgaçlı götürgeç bekliyor... Hem yarın günlerden gezgün, bol bol gezeriz... Hele oturalım da popolos fırlangaçlarımızı yiyelim, sonra çıkarız. Akşam da sosyal otlangaçta bir şeyler otlanırız... Hadi doğurgaç ile doğuraçınla hasret gider de çıkalım... Ulan şu öngün sendromu da öldürüyor beni... okulun ilk günü ulusal düttürü ile başlıyoruz, yorgünle de bitiriyoruz... Bu arada yorgününüz hayırlı olsun...

     

    Usumu mu yitirdim ne? Olasılık dahilinde... By arkdşlar...

    • Like 2

  13. Selmanbey efendi...

     

    Cüneyd Bağdadi'yi nasıl bilirsiniz? Cevap verip vermemekte elbette ve haliyle hürsünüz!

     

     

     

    'Ben şunu kesinlikle anladım ki bir şeyi anlamak için önce ona bir istidat gerekir. Önce "ben hakkı bulayım da kimden olursa olsun" diye düşünmek gerekir. Aksi takdirde kapı-duvar! Sen ne anlatırsan anlat boş... Hele ki anlatmak istediğin meselenin m sinden bile haberdar olmayan bir insan varsa karşında ki bunun için kimse kınanmaz, işin çok zor!

     

     

    Sen böyle garip şeyler yazmaya başladın mı ben hemen hükmü basıyorum: 'Peki'nin farklı versiyonu ile karşı karşıyayız! Neyse, boş ver veya verme!

     

    O değil de... Geçenlerde sarhoşun biri bana yakası açılmadık küfürler sıralıyor! Aklımdan geçirdim saniyeler içerisinde; 'Şu adamı bir güzel döveyim!' Sonra... Evet sonra birden kendime geldim ve dedim ki, bu adam sarhoş, sarhoş bu adam ki, şuuru yerinde değil. Alkolün etkisi ile genel ahlak kurallarını es geçerek bana küfür ediyor. Kendine geldiği zaman bu yaptıkları kendisine anlatıldığında, yaptıklarından üzüntüye kapılıp benden özür dilerse ne ala... Dilemezse aklımdan geçirdiğim ilk şeyi yaparım olur biter...

     

    Derkene... Yoluma devem ediyorum...

     

    Yol karanlık mı karanlık... Şimdi teymiyeciler olaya zahiri yaklaştıkları için bu ifade kimyalarını bozar, anlam vermezler! ifadeye de derlerki, 'Ne demek istedi bu şimdi?'... Etraf pek karanlık diyelim o zaman, etraf pek karanlık, yolda yürüyorum küçük fenerimle yön arayarak... Karşıdan bir ışık huzmesi beliriyor... Yaklaşıyor, yaklaşıyor, iyice yaklaşıyor ve yaklaştıkça gözlerim kamaşıyor... İşte tam karşımda duruyor... Duruyor ama bu karşımda duran otomobilin markası ne, içinde kim veya kimler var? Bu ışığın gözümü kamaştırması, karanlığın beni boğmasından daha çetin! Işığın şiddetinden gözlerim öyle bir kamaştı ki, karşımda olduğu gibi duran hakikati görmemekten ama buna rağmen üstün çabalarımla görebildiklerim kadar kendimce hakikati söylerken genel kabulün dışında şeyler dile getirmekten çok korkuyorum... O anki göz kamaştırıcı şiddetten içime düşen heyecan ve korku da çabası... Ne söylersem söyleyeyim mazurum göz kamaştırıcı ışık dolayısı ile... Eğer o ışık kayıp olur, şuurum yerine gelirse ve işte tam bu haldeyken ben... O ışığın şiddeti altında söylediklerimi, araba gerisin geriye son sürat giderken, ışığın şiddeti bir ipliğe dönerken hala daha tekrar ediyorsam... Ben hale daha o genel kabulün dışında kalan şeyleri söylüyorsam, samimi değilimdir ve hatta delirmişimdir... Yok eğer o söylediklerimden tövbe ediyorsam, lütfen beni mazur görün! Işığın şiddeti aklımı başımdan aldı...

     

    Otursaydınız, daha karpuz kesecektik, diyen birine karşı, gözleri ile karpuz arayan tipler de bir acayip! Adam bulutlarda uçuyor, derse biri... 'Niye, uçağa mı binmiş!' diyen güzel kardeşlerim, lütfen adamın mutluluk payını da hesaba katın... Bu kadarla kalsa iyi ya, bazı kardeşlerim de adam gerçekten, bizatihi havada uçuyor zannediyor. O kadar yani... Damarımı kessen bordo mavi kan akar desem, adamlar kanımın bordo mavi olduğunu düşünecek. En büyük Trabzon desem, Allah'a ortak koştu diyecekler. Ocağımı incir ağacı diktiler desem, hakikaten gelip ocağımda incir ağacı arayacaklar ama işin vakıa boyutu ile hiç alakaları yok...

     

    Biz de kimine göre saçmaladık, kimine göre... Neyse... 'Peki'...


  14. Kafalar bu mevzuda çok karışık...

     

    Bir insanın ailesini niye saklamaya çalışsınlar ki? Asıl sır burada...

     

    Atatürk'ün annesi Zübeyde hanım mı? Ya babası?... Ali Rıza efendi mi?

     

    Ben bir hükme varmıyorum, varamıyorum! Anlaşılan henüz sırrı çözülemeyen bir yığın şey var. Bunlar sadece iddia... Belki de gerçek annesi ve babası Resmi Tarihin dediği gibidir. Ne bileyim, bu ilişkiler ağı çözülebilirse, belki de o zaman gerçeğin kendisine varacağız. O dönemin Nişantaşı, Teşfikiye ve Şişli muhitleri iyi incelenmesi gerekir aslında...

     

    Bilmiyoruz... Bizden bir şey mi saklıyorlar? Saklamıyorlar da Resmi Tarih'ten öğrendiklerimiz mi gerçek?

     

    Biraz daha bekleyeceğiz...


  15. Maşallah kardeş şiirlerin gayet düşündürücü ve güzel. Neden yayımlamıyorsun ?

     

    Kardeşim teşekkürler...

     

    Yayımlamıyorum... Çünkü bu şiirler 5 dakikada yazılmış, o anki coşku ile dile gelmiş şiirlerdir. İddialı değilim yani:)) Bizde halimizi böyle anlatıyoruz...

    • Like 2

  16. İftar iyiydi, özellikle sohbet yemekten de lezzetliydi. İftar sonrası çay faslının tadına doyamadık, eve dönme telaşı olmasa sahura kadar yolu vardı aslında. Biraz siteden, biraz havadan sudan konuştuk. Sitede epeyce enteresan üye varmış, sohbet esnasında yöneticiler sarhoş edilmiş istihbarat elemanı kafasıyla açıldıkça açıldı sağolsunlar. Sitede hiçbir şey göründüğü gibi değil neredeyse, çok renkli hikayeler var. Mitajanı'yla orada olmamızın sebebi aslında kurban kesmekti ama malesef o gelmemiş. Ayarsızcım, gelseydin etin kalitesi düşecekti belki ama muhtemelen hesap daha az kabarık olacaktı. Malum beş para etmiyorsun. (Ceket gel ceket, ben başladım!)

     

    Aman Yarabbim! Sitede hiçbir şey göründüğü gibi değil, bunu biliyorum... Mitajanı niye yoktu? Sanal alem imkanları, gerçek hayatta geçerli olmuyor, olamıyor, olamaz da... Hacegan gelseydi oraya sorun olmazdı zira sanalı da bir geçeği de... Amma bu sitenin müdavimleri hakiki fikirlerini farklı açılardan çok enfes bir şekilde sanal alemin duvarlarına yazıyorlar. Sitede karışık meyve suyu gibi çok değerli arkadaşlar var. Her damağa hitap edebiliyorlar ama bunu yaparken de şuuruna vardıkları fikri temelden de hiçbir şekilde taviz vermiyorlar. Karışık meyve suyunda erimiş bazı meyveleri tanıyabiliyorum, bazılarının da farkındayım. Sahiden iftar sofrasında meyve suyu var mıydı? Varsa sade miydi, karışık mı? Mitajanı bu! Oralarda bir yerlerdeydi de siz fark etmediniz onu... Karışık meyve suyu bir bardakta olunca mekan sorunu çıkıyor ortaya... Yemekten tuzu ayırmak mümkün mü? Mümkün! Heyhat ki yemekten tuzu ayırmanın yöntemini bilmiyorum! Olsun, yemeğe tat veren tuzdur. Üzümünü yiyin de bağını sormayan. Çıktım erik dalına, orada yedim üzümü... Bostan sahibi geldi kızdı bana, ne yersin kozumu, diye... Hepsi bir bahçede, bahçe geldiyse sorun yok...

     

    Mitajanı'nı severim amma ve lakin karışık meyve suyunda hangi meyvedir; bahçede nerededir; tadını damağımda hissederim de nerededir, seçemem... O karışık meyve suyudur, bizatihi bahçedir, enfes bir yemektir.

     

    Hacegan sadedir, size tek pencereden seslenir! O da yarım yamalak seslenir... Bu sitedeki bazı arkadaşlar çok maharetlidir, üslubun her çeşidini kullanabilirler. Kendilerini her türlü damak tadına göre ifade edebilirler.

     

    Bir hayalim var. Bu arkadaşları bir arada bulup, onların sohbetlerinden faydalanmak... O zaman su kaynar kaynar, hep kaynar, daima kaynar, son haddine kadar kaynar, bitinceye kadar kaynar da geriye nur gibi bir öz kalır. İftar sofrasında ben de bulunsaydım, kaynayan suyun buharlaşmasından kalan bu özü, o toplantıya gelmeyenlere anlatmazdım... Siz de anlatmayın bakalım, nereye kadar?

     

    Arkadaşlar ben sade kaldım, devirin beni şu karışık bardağa yahu...

     

    Neyse... Karışık meyve suyunu bize ikram eden arkadaşlardan Allah razı olsun.

    • Like 1

  17. Necip Fazıl, bu muhteşem eserinde Freud bahsini şöyle ele alıyor:

    ‘’ Tabi binbir cereyan var, birbiri ile boğuşan... (Blondel) 20. Asırda ruhçu cereyanı temsil

    ederken Yahudi (Marks)ın cemiyet meselesinde ileriye sürdüğü bâtılı, ruha tatbik eden ikinci

    bir yahudi vardır: (Froyd)... (Froyd) tıpkı (Darvin) ve (Marks) gibi giriftleri basite irca edici

    bir formül ustasıdır. Öyle bir esasa bağlıyor bütün tahassüs ve fikriyatını ki, madde

    görüşünden daha yıkıcı oluyor. Dolayısiyle yıkıcı bir (etap) teşkil ediyor. (Froyd)e göre, insan

    ruhu, bütün tahassüslerimizin mihrakı ruh, cemiyette muayyen terbiye sistemlerinin ona bir

    çuval gibi tıktığı “ihtibas-işte hapsetme” keyfiyeti içinde esirdir. Evet bu hale “ihtibas” der: ve

    ruhun (röfülman-boşalma) ihtiyacından doğduğunu kaydeder. Boşalma, boşanma, çatlama,

    patlama... Hani vapurlarda gördüğümüz, istim koyuvermek gibi zarurî bir şey... Peki, ya bu

    halin sâiki nedir? Şehvettir! Onca esas ve üzerinde durduğu ana çizgi budur. Doğan çocuk özannesinin memesine yalnız bu arzuyla yapışır!..

    İlim önünde müstehcenlik yok, açık konuşuyorum: ne muazzam bir intihar psikolojisi ki,

    çocuğu (Jan Jak Ruso) hesabiyle tabiata terketseniz, ruhlarda birikim diye bir şey kalmayacağı

    zannın da... İşte tabiat! Birçok hayvan önünüzde çiftleşmezler. Bu terbiyeyi kimden

    almışlardır? Birçok hayvan önümüzde pislemezler. Hattâ dağda, kırda bile pisliklerini

    toprakla örterler. Çocuk dahi meme emerken annesiyle muayyen bir fiile başlar (Froyd)e

    göre... Bütün fikrini buna bina eder. Ve cemiyetten aldığımız telkinlerin bir çuval halinde

    ruhumuza tıkılmış olduğunu kabûl eder. Her hissi buna irca eder; bununla da kalmaz, büyük

    sanatkârı ve filozofu bu ölçüyle izaha kalkar, der ki, “işte bu ihtibasları renk ve şekil

    değiştirerek süren sanatkâr”... Bu fiile de (süblimasyon) adını yakıştırır, yani sanatkâr, kendi

    ihtibaslarını (süblime) eder, ulvîleştirir. Yapamazsa iradesi yırtılır.

    (Froyd) bir yahudidir. (Froyd) müthiş diyalektiğiyle o kadar korkunç oldu ki, onun ruh

    nazariyesi (libido) âdetâ her kapıyı açan bir anahtar sanıldı. O kadar korkunç bir diyalektiği

    var ki, insan istemeden kapılabilir. (Froyd)u okuyan hristiyanlardan ve öz talebelerinden

    birkaçı intihar etmiştir. Anasının yüzüne bakamaz hale gelmişlerdir.’’

     

     

    Üstad tarafında böyle anlatılan bu adam, Teknik Eğitim Fakültelerinde ders konusudur. Eğitim litarütüründe geniş bir yer kaplar. Onun bu ahlaksız fantezileri üzerinde yıllarca kafa patlattık, mevzu ile alakalı sorular çözdük. Türkiye’de öğretmenler böyle yetiştiriliyor, maalesef.

    Freud insanı açıklarken, cinselliği ve içgüdüleri ön planda tutmuştur. Freud’a göre bir çocuğun nasıl bir kişiliğe sahip olacağını anlayabilmek için çocuğun o yaşlarda içine düştüğü hazzın, zevkin karşılanıp karşılanmadığına bakmak gerekir.

    Freud’un beş tane gelişim dönemi var. Oral, anal, fallik, letans ve genital dönemlerin adları… Fallik dönemdeki çocuk karşı cinsten anne-babaya cinsel yakınlık duyarmış. Kız babaya, erkek de anneye cinsel yakınlık duyarmış…

    Freud’a göre toplumun baskıları olmasaymış, böylece bireyler cinsel ve saldırgan enerjilerini rahatça boşaltsalarmış, bireylerin bir sorunu olmazmış… Buna göre mesela Din de bu fikre göre insanın bu türden enerjilerini bastıran bir engel oluyor.

    Öğretmen adaylarına sorulan ahlaksız sorulardan sadece bir tanesine misal olsun… Kaynak Yediiklim… Gerçi kaynak fark etmez, hepsi aynı…

    Soru şöyle:

    Dört buçuk yaşında bir erkek çocuğu, ‘Çarşıda hırsızlar annemin çantasını almak istediler. Ben de hepsini dövdüm. Onlar da kaçtılar…’ sınıf arkadaşlarına ve öğretmenine övüne övüne anlatmıştı. Aslında bu bir yalan değildi. Bu bir hayal oyunuydu. Çocuk çevresinin kendisine hayranlık duymasını istiyordu. Erkek çocuklar bu dönemde benzer hikayeleri babalarına da anlatarak, onlara güçlerini ispat etmeye çalışırlar. Aslında gizliden gizliye babaları ile yarışırlar!’

    Soru böyle. Bu açıklama verildikten sonra Freud’un Psikoseksüel Gelişim Kuramına göre sıralanmış şıklardan bir cevap istiyor.

    Yayınevnin hazırladığı bu soruya verdiği cevap, bakın nasıl:

    ‘Erkek çocuk annesine hayrandır. Annesi ile evlenmek ister, ona bakmayı, ona elbiseler almayı, onu rahat yaşatmayı hayal eder. Bunları annesine söyleyerek, annesine evlenme teklifi bile edebilir. Babasını kendisine rakip olarak görür ve kıskanır. Annesine karşı yakınlık duyar, babayı ortadan kaldırmak ister.’

    Cevap böyle… Ne aile ama değil mi?

    Altında freud’dun düşünce yapısının olduğuna inandığım başka bir yazıdan misal göstereyim… Gülay Göktürk’ün 2002’deki bir köşe yazsı şöyle:

    ‘Koskoca Türkiye'yi günlerce hop oturtup hop kaldırtan Bursa'daki tacizci öğretmen haberi ve tacizci öğretmenin çektiği porno filmleri kendisi kullanmakla yetinmeyip bir de yurt dışına pazarladığının ortaya çıkması yüzünden, çocuk pornosu tartışması bir kez daha gündeme geldi.

     

    Bu konuyu herhangi bir olayın gündeme getirmesine de pek lüzum yoktu aslında... Çünkü çocuk pornosu, son yıllarda, özellikle de internetin icadından bu yana Uygar Batı'nın her daim gündeminde.

     

    Gün geçmiyor ki, internet polisleri bir hain sübyancının sitesine baskın yapmasın... Ya da, porno düşkünü bir "sefil" gazete sayfalarında, ekranlarda teşhir edilmesin...

     

     

    ***

    Bence biz büyüklerin çocuk pornosunu neredeyse "insanlığın tanıdığı en büyük suç" haline getirişimizin altında yatan psikolojiye dikkatle bakmamız lazım. Kimin adına doğuyor bu büyük öfke? Çocuk pornosunun kurbanı olan çocuklar adına mı; yoksa başka bir şey mi var altında?

    Bundan epey önce bir dergi yöneticisi bana çocuk pornosunun yasaklanmasına karşı olup olmadığımı sorduğunda, "evet" ya da "hayır" demekte zorlanmış ve uzun uzun anlatmıştım:

     

    Benim görebildiğim kadarıyla, çocuk pornografisini lanetleyip yasaklama isteğinin iki farklı kaynağı var. Bunlardan biri sübyancı büyüklerin bir fantezilerinin yasaklanması... "Koskoca adamlar nasıl olur da bacak kadar çocuklara cinsel haz nesnesi olarak bakarlar!" İşte sansürün asıl dürtüsü bu. Asıl bu arzu lanetleniyor, yasaklanmaya ve cezalandırılmaya çalışılıyor. Çünkü mevcut cinsel ahlak çocuk bedeninin arzulanmasını en büyük cinsel suç olarak görüyor.

     

    Ben, arzunun bu lanetlenişini haklı bulmuyorum. Yani, insanların çocuklara zarar vermedikleri sürece "sübyancı olma hakkı"nı savunuyorum.

     

    Ama öte yandan, pornografinin konusu olan çocuklar, bu işi kendi iradeleriyle, kendi kararlarıyla yapmadıklarından ve zaten o yaşta böyle bir şey mümkün olmadığından, ayrıca bu çekimler onları fiziksel ve psikolojik olarak örseleyebileceğinden, çocukların porno filmlerde oynatılması kabul edilebilir bir şey değil.

     

    İşin bu yanına bakınca da, çocuk pornosu içeren filmleri ahlak dışı buluyorum.

     

    Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için şöyle farazi bir örnek vereyim: Diyelim ki, çocuk pornografisi çekenler, o filmlerde gerçek çocukların yerine bilgisayarda yaratılmış sanal çocuklar kullansalardı, yani filmin kahramanı animasyonla yaratılmış olsaydı, benim hiçbir itirazım kalmazdı. Böylece hem sübyancı erkeklerin özgürlüğü kısıtlanmamış, hem de hiçbir çocuk örselenmemiş ya da ileride belki de utanacağı, istemeyeceği, kendi ahlakına uygun bulmayacağı bir rolde oynamamış olurdu.

     

    Bu tip filmlerin sübyancılığı teşvik edeceği ve çocuklar için varolan tehdidi artıracağı savına gelince.

     

    Unutmayın ki, şu andaki şiddetli yasak, bu eğilimi azaltmıyor, aksine kamçılıyor. Hepimiz biliyoruz ki, cinsellik alanındaki en yaygın tutkular, en koyu yasakların yaşandığı alanlarda ortaya çıkıyor.’

    Nasıl ama… Böyle yazarlar medyada pek çok… Yeri gelince onlardan da bahsederiz. Freud nasıl da saklanmış satır aralarına… Sübyancı bir öğretmen düşünsenize, yaptığı ahlaksızlığı normal karşılamak isteyen bir veli bulunur mu acep?

    Bu sübyan olayını Freud açısından düşünürsek, eğer toplumsal baskı olmasaydı bu sapıklar da eylemleri ile insanlara zarar vermezdi. O zaman toplumsal baskı vermeyelim, sapıklara da haklarını verelim… Gülay Göktürk’ün yazısının da merkezi bu değil mi?

    Şu dizilere de bir göz atığınızda durumun vahametini anlarsınız. Aile içi türlü ilişkiler dizilerde moda haline gelmiş.

    Evet, bizim ülkemizde öğretmenler böyle rezilliklerle yetiştiriliyor. Üstelik Freud örneklerden sadece bir tanesi… Bu mevzuda dertliyim dostlarım.

    Üstad ne güzel anlatmış: ‘(Froyd)e göre, insan

    ruhu, bütün tahassüslerimizin mihrakı ruh, cemiyette muayyen terbiye sistemlerinin ona bir

    çuval gibi tıktığı “ihtibas-işte hapsetme” keyfiyeti içinde esirdir.’

×
×
  • Create New...